Kızın Sırrı

Kızın Sırrı
Danikeyev Öskön

Öskön Danıkeyev
Kızın Sırrı



ÖN SÖZ
Çağdaş Kırgız edebiyatının nesir alanındaki önemli yazarlarından olan Öskön Danıkeyev, Yazdığı öykülerle Kırgız Türklerinin sosyal hayatından kesitler sunar. Dönem-eser ilişkisi bağlamında incelendiğinde öykülerinde gerçek yaşamdan seçtiği kahramanlarıyla kurguyu bir potada eritip oldukça samimi, akıcı bir anlatımla karşılaşırsınız. Öskön Danıkeyev, Moskova’da “Gornıy” adlı maden Enstitüsü’nde okumuştur. Oradan mezun olunca da maden ocağında çalışmıştır. Bu bakımdan öykülerinde en çok işlediği konu madencilerin zor yaşam şartları, aşkları, iş yerinde ve evlerindeki ilişkileridir. Bunun dışında aşk, aile ilişkileri, kolhoz, yetim çocuklar, eğitim, farkındalık, savaş, Kırgız kültürü vs. konuları üzerine öykülerini yazmıştır.
2013 yılında doktora eğitimim için gittiğim Kırgızistan Bişkek’te Kırgıziztan’ın yaşayan aksakal yazarları ile söyleşi yapma imkanı bulmuştum. Daha sonra bu söyleşileri Tanrı Dağından Sesler adıyla yayınlamıştım. Bu söyleşilerden birini de Öskön Danıkeyev ile gerçekleştirmiştim. Kendi ağzından yazarı dinleyelim:
“1975’de ilk öyküm yayımlandı. Zaten, bundan önce de arasıra yazıyordum. İlk öykümü olumlu eleştirenlerin başında Cengiz Aytmatov vardı. Daha sonra başka öykülerim de yayımlandı. Sonra Aytmatov: “Öskön Bey, siz matematik eğitimi almıştınız. Edebiyat eğitiminiz yok.” diyerek, edebiyat eğitimi almamı önerdi. Moskova’da iki yıllık “Yüksek Edebiyat Kursu”nda eğitim aldım. Orayı bitirdikten sonra, edebiyatta kendimi yetiştirmiş oldum. Mezun olduktan sonra tekrar Politeknik Üniversitesi’nde çalışmaya devam ettim. Sonra beni Ala Too dergisine atadılar. Sonra, Kırgızistan Yazarlar Birliği’nde müşavir olarak çalıştım. 1984 yılında 50 yaşıma gelmeden Yazarlar Birliği’ne genel sekreter olarak tayin edildim. Bir gün Yazarlar Birliği’nde, birisi meşhur edebiyatçı Kaçkınbek Osmonaliyev’e rastlamış, “Nereye?” diye sorunca, Osmonaliyev “Agriteknik”e gitmekte olduğunu söylemiş. Adam şaşırarak “Agriteknik o taraftayken, sen hangi tarafa gidiyorsun?” diye sormuş. O da “Cengiz ve Öskön’e gidiyorum.” diye espri yapmış. Çünkü biliyorsunuz, Cengiz zooteknik, ben de teknoloji uzmanıydım. O zamanlarda öyle espiriler yapılırdı. Birçok eserim var. Yakınlarda Tandalmalar adlı III ciltlik seçme eserlerimi bir araya topladığım seçkim yayımlandı. Bu kitapta dört roman, dört povest, kısa hikâyeler ve makaleler bulunmaktadır. Öykülerden; “Kızdın Sırrı”, “Kızıl Aska”, “Ene Meerimi” ve “Bakır” öyküleri, romanlardan Köz İrmemdegi Ömür, Muras, Kököy Kezde ve en son yazdığım Arman romanı vardır. Sonra devlet tarafından bana ödül verildi. Bizde, Kırgızistan’da “Ardak Gramotası” (Şeref Takdir Belgesi) verilirdi. Bu ödül, Sovyetler döneminde en değerli ödüllerden sayılırdı. “Ardak Belgisi” yazılı nişandan başka, Kırgızistan’daki bir başka değerli ödül sayılan “Manas Nişanı”m vardır. Bunun dışında yine birçok değerli ödüller aldım. Bazen tercüme işleriyle de uğraştım. Beş tane piyesi çevirdim. Çevirdiğim piyeslerden en bilineni Aziz Nesin’in “Cür Beri” piyesidir. “Cür Beri” (Buraya Gel) yani Rusça’da “Poydi Syuda” adıyla bilinmektedir. Bu piyesi Rusça’dan çevirdim, çünkü Türkçe bilmiyorum.”
Görüşmemizin sonunda, yazar en büyük arzusunun öykülerinin Türkiye’deki kardeşleri tarafından da okunması ve tanınması olduğunu söylemişti. Türkçe bilmediği için bu arzusunu dile getirmemi rica etti. Cengiz Aytmatov’un çağdaşı, Kırgız nesrinin en önemli isimlerinden biri olan Danıkeyev’in bu arzusu öğrencim Emrah Altıok’un yazarın öyküleri üzerine aldığı yüksek lisans tezini başarı ile savunmasıyla bir nebze gerçekleşmiş olsa da asıl isteği bu kitabın ortaya çıkmasıyla gerçekleşmiş olacaktır.
Kitapta üç uzun, on bir kısa olmak üzere on dört öykü yer almaktadır. Okuyucuyu Kırgızistan’ın 1960-1970 li yıllarına götüren dönemin sosyal hayatından kesitler sunan öykülerin Türkiye’deki okurlarla buluşması 2 yıl yürütülen titiz çalışmanın ürünüdür. Kitabın yayımlanmasında emeği geçen AYB başkanı sayın Dr. Yakup Ömeroğlu’na Bengü yayınlarının değerli çalışanlarına, Uzm. Emrah Altıok’a ve kitabı baştan sonra okuyarak redakte eden yüksek lisans öğrencim Aylin Bilgiç’e teşekkürü bir borç bilirim.

    Doç. Dr. Samet AZAP
    Kastamonu-2020

KIZIN SIRRI
Bizim köydeki okulda sadece dokuzuncu sınıfa kadar eğitim veriliyordu. Okulu bitirenler eğitimine devam etmek için ilçe merkezinin daha ötesinde bulunan şehre gidiyorlardı. Ben de onlar gibi yaptım. Madende çalışan dayımın yanına gittim. Ancak işler düşündüğüm gibi olmadı. İki ay okula gittikten sonra okulu bıraktım. Hayır, bunun sebebi tembellik ya da yaramazlık yaptığımdan değil; asıl sebebi, Rusçayı iyi bilmiyor olmamdı. Bundan önce okulda “sözde” okumuştuk. Oysaki o sadece basit bir lafmış, kuru bir ezbermiş.
Eve geri dönmedim. Hem köydekilerden hem de Azıp-kan Annemden utandım. Onun hakkında bildiklerimi anlatmaya başlasam, söylenecek çok söz var. Olmaz olsun onun hikâyesi! Hepsini oturup da en ince ayrıntısına kadar niye anlatayım ki?
Azıpkan üvey annemdir. Babamın savaşta şehit düştüğü haberi geldikten bir süre sonra köyümüzdeki Dalıbay adlı biri ile evlendi.
Ama karakteri, dili!.. Şimdi onu hatırladığımda özgür bedenim irkiliyor, yüreğim sızlıyor.
Aradan dört ay geçti. Azıpkan beni evladı yerine koyup da bir kere görmeye gelmedi. Yazıklar olsun! Neredeyse parmak kadarken bana bakmaya başlamış, öz annem gibi olmuştu.
Dayım: “Gelmezse gelmesin, burada kal. Kendi evin gibi davran, hazır yatağın da var kurban olduğum.” dedi ve kabul ettim.
Dayım madende işçi, yengem de ev hanımıydı. Yengem sabahtan akşama kadar hiçbir zaman bitmeyen ev işleri ve çocuklarıyla uğraşırdı. Ürkmüş halim ve yanmış canımla, uzun zaman ürkek ve çekingen davrandım. Hiçbir şey yapmasam bile, “Yengem bana ne zaman üvey evlat muamelesi yapacak?” diye davranışlarını takip ediyordum. Dayım ise çok merhametli, temiz yürekli birisidir. Ben sürekli olarak “Niye bu kadar gecikti ki? Çabucak gelseydi.” diyerek sabırsızlıkla onun işten dönüşünü bekliyordum. Nedense, yengem bana dayak atmaya kalksa, kötü bir söz söyleyecek olsa o bana sahip çıkar, beni korur diye düşünürdüm. Onun yanında bana kimse sataşamaz ve beni küçük düşüremezdi.
Ama boşuna korkup dert etmişim. Yengem içi dışı bir olan, mütevazı, gönlü geniş bir insanmış. “Gerçekten insanlar birbirinden farklı olurmuş.” diyorum içimden. Azıpkan nasıl biri, bu nasıl bir insan… Üstelik bu kadının öz çocuğu bile değilim ki…
Bir tek dayım çalışıyordu, yengemin sağlığı iyi değildi ve çocukların yaşı küçüktü. Dayımın tek yeğeni ben olduğum için bir de bana bakıyorlardı. Bu iyi niyetlerini suistimal etmemek için yardım edeyim dedim.
Su aldığım yer evimizden uzak ve yokuş aşağıdaydı. Bir gün iki büyük kovayı su ile doldurup giderken tam kapının önüne geldiğimde buzdan kayıp düştüm. Gözlerimden ateş çıktı, hemen kalkamadım, başım döndüğü için orada oturup kaldım. Üzerime dökülen su yüzünden elbiselerimden su damlıyordu. Yengem bir haftadan beri hastalığından dolayı yatıyordu. Bir anda açılan kapının ardında üstünde ince bir elbiseyle yengem göründü. Korkudan vücudum titredi. O eğilip askıyı eline aldığında, galiba bana bir tane indirecek diye düşündüm. Boynumu büküp, korkarak kenara doğru çekildim. Kendimi savunmak için bir şey demek istedim, ama ağzımı açıp da bir kelime diyemeden sesim kısıldı, dudaklarım titredi. Yengem yaklaştıkça ona yalvaran gözlerle bakıyordum. “Acı bana, acıyınız.” der gibi bakıp, ayaklarına sarılasım geldi.
O zamanlar hâlâ daha aklımda, gözümün önünden hiç gitmiyor. Yengem yanımda diz çökerek, incecik zayıf kollarıyla, başımı yavaşça kendine çekip:
Kurban olduğum, zahmet ettin, benim canım çıkaydı, Allah bir türlü canımı almadı. Hepinizi zor durumda bıraktım, dedi, hıçkırıklara boğuldu.
Ben büyük bir şaşkınlık yaşadım. Gördüklerime duyduklarıma inanamadım. Yengemin dizlerinin üstüne başımı yaslayıp hüngür hüngür ağlamaya başladım. O an hayatımda ilk defa sevinçten ağlamıştım. Anne sevgisini ilk kez hissettiğim, ilk kez anne şefkati gördüğüm andı. Yengem de bunu anlamış gibi saçlarımı okşayıp, gözyaşlarımı siliyordu. Hıçkıra hıçkıra ağlıyor, ağlarken yüzümden aşağı sıcak gözyaşlarım damlıyordu.
Komşunun kızı Asıl ile çok iyi anlaştık, o okuyordu. Ben ise aynı yaşta olmamıza rağmen okulu bırakmıştım. Bu yüzden de Asıl beni suçluyordu. Ben hiçbir şey demiyordum. Söylesem de ne diyebilirdim ki? Anlattığına göre sekizinci sınıfa başladığında, o da Rusça’yı o kadar iyi bilmiyormuş.
Bunu saklayamayacağım. Aslında, içten içe ben de ona özeniyorum. Okusaydım ben de başarabilirmişim. Kim bilir, bundan sonra ben de okuyabilecek miyim?
Asıl’ın ağabeyi ile yengesi, maden işleten fabrikada çalışıyorlardı, durumları iyiydi. Bazen ben de oturup düşündüğümde çalışsam diyorum. Sadece dayımın eline bakıyoruz. Yengemin hali zaten ortada, bir de küçük çocukları vardı. Yok, böyle olmaz, çalışmam lazım. Aldığım para az mı, çok mu olur bilmem ama en azından eve bir katkısı olur. Bunlar sadece içimden geçen iyi niyetlerdi.
Yılbaşı yaklaşmıştı. Geçen gün Asıllarda otururken, bu yeni yılda fabrikaya işçi alınacakmış, diye duydum. Ertesi gün ise bunu evdekilere söyledim, “çalışayım” dediğimde yerlerinden kalkıp duymamış gibi davrandılar.
Dayım:
– Kızım, iş bir yere kaçmıyor. Önünde daha çok yıl var. Sen bu yıl dinlen, seneye de okuluna devam edersin, dedi.
Bu arada yengemin de hastalığı iyiye gidiyordu. Evin ufak tefek işlerini yapıyor, her zamanki gibi çocuklarıyla ilgileniyordu. Ben bir iş yapmaya kalksam, hemen elimden alıp:
– Ver yavrum, deyip beni kendine çekiyordu. Ben Allah’a şükür iyileştim artık. Bütün sonbahar iş yaptığın yeter, dedi.
O bana yardımcı olunca, beni kendine yakınlaştırmaya çalışınca, benim de ona karşı sevgim artıyordu. Bana bu kadar değer verip, sevgisini gösterince ben de ona o kadar yakınlaşıp, onu öz annem gibi seviyordum.
Ertesi gün benim elime zorla para sıkıştırıp:
– Camal, al bunu güneşim. Git de bir film seyredip gel. Evden dışarıya adım attığın yok, iyice sıkıldın, dedi. Sonra hâlâ kendini suçlayarak kendi kendine konuştu.
Ben de çekinerek:
– Yapmayınız, yenge. Oyunu, filmi sonra da seyrederim, dedim.
O, kabul etmeyip Asıl ile beni gönderdi. İlçe merkezine sonbahardan beri ilk kez geliyordum. Biz en kenarda, ırmağın öbür tarafında yaşıyorduk. Buraya ara sıra yakındaki bir dükkândan şeker çay almak için geliyordum.
Kesinlikle insan kendini yabancı bir yerde çok değişik hissediyor.
Kültür evinin önü kalabalıktı. Bizden az ileride “Muhterem tahta” (Şeref panosu) yanında duran üç kişi kendi aralarında konuşuyorlardı. İkisinin yaşları ilerlemiş, diğeri delikanlıydı. Siyah palto giymiş, başında siyah beyaz desenli, kenarlı bir kep vardı. İçimden: “Bu zemheride de bu şapka giyilir mi?” diye gülümsedim. Üçü de etrafına sürekli bakınarak tuhaf davranıyorlardı.
Bizim önümüzde oturan tanımadığım iki kız onlar hakkında konuşmaya başladılar:
– Genel mühendis olarak gelen galiba, dedi birisi.
– Ta kendisi.
– Bayan kim?
– Eşi diyorlar.
– O delikanlı kimmiş?
– Dağ mühendisiymiş. Nikolskiy’in yerine nöbetçilerin müdürü olacakmış.
– Hmmm… Yakışıklıymış değil mi?
– Evet ya. Hi-hi-hii…
Ben o anda delikanlıya göz ucuyla bir bakıverdim. Düşünmeden oldu, isteyerek yapmadım. Nedense, bir anda heyecanlandım. Sonra da bu histen dolayı içten içe utandım. Belki de ben o an dişilik özelliğimi fark etmiştim.
Dedikleri gibi görünüşü güzeldi. Beyaz tenli, orta boyluydu. Geniş göz kapakları vardı. Ela gözlerindeki düşünceli bakışları çok güzeldi. Dümdüz burnu, ince dudakları kısacası her şeyi güzel, yakışıklı ve özeldi. Bana sanki daha önce tanıdığım yakın birisiymiş gibi geldi. “Acaba gerçekten de daha önceden bir yerde görmüş olabilir miyim? Yok. O zaman neden ona baktığımda şimdiye kadar hiç hissetmediğim, bilmediğim hislerle, garip hayallere kapıldım. İçime çok farklı duygular doluyor?” Cevap bulamıyordum. Dahası kalbim hızla çarpıyor, kanım kaynıyor, nefesim kesiliyordu. İki yandan örülü saçlarımdan bir örüğün açık olan ucunu elime almış öylece durmuştum. Asıl da ona bakakalmıştı. İkimiz de tek bir söz etmiyorduk. Çıt çıkarmıyorduk.
Dayım her zamankine göre işinden bugün daha geç döndü. Biz onu bekler ve onun erken dönmesini isterdik. Lanet olsun, madencilik zor bir iş sürekli yer altındaydı. Orada her şey olabilirdi. Ufak bir gecikmesi bizi fazlasıyla endişelendirirdi.
Dayımın morali her zamankinden daha iyiydi. Eve geldi, kürk şapkasını çıkarıp içeri geçti. Oturur oturmaz çocuklar etrafına toplanıp küçükleri hemen boynuna atılıverdi. Dayım yetişemiyordu. Çocukların oyununa katılıp sırtüstü düşüyor, dirsek sürtüyor “Ha ha ha!” diye bir de kahkaha ile gülüyordu.
– Oy benim küçük burunlum, bu nasıl karın böyle, hı hı? Kapat ayıptır. Kapat, kapat, diyerek küçüğün önlüğünden çekiştirirken, bir yandan da ortancaya damağından ses çıkarıp, kulaklarını hareket ettiriyordu. Bu, çocuğun çok hoşuna gidiyor kahkahalarla gülüyordu. Küçüğü de kardeşini taklit edip gülücüklerle, tırnak kadar başparmağı ile babasının kulağını gösteriyordu.
Yengem:
– Hey hey! Bak ne yapıyorlar bunlar, dedi. Bırakın dinlensin babanız, zaten yorgun geldi.
Çocuklar sustular. Dayım onlara gülümseyerek baktı:
– Yorulmaz. Bizim babamız yorulacak bir katır mı desenize, ha ha!
O bağdaş kurup, seyrek bıyıklarını düzeltirken, sakin bir sesle:
– Ne yorgunluğu. Tam tersi, bunlar benim için dinlenmektir, mutluluk kaynağı, neşemdir, diye devam ediverdi.
Yengem sofrayı kurdu.
Kendi aramızda iş yerinde neler olup bittiğini konuşurken, bir laf geçti.
– Bize yeni iki kişi geldi, dedi dayım.
– Çalışmak için mi? diye sordu yengem ilgisizce.
– Evet.
– Nerede?
– Biri Maden Genel Mühendisi, ikincisi de Nöbet Müdürü oldu.
– Öyle mi, nereliymiş onlar? diye sorarak konuşmaya ben de katıldım.
– Taa üretim fabrikasından.
– Kırgız mı?
– Evet. Kırgız diyorlar. Bu maden açıldığından beri hiç Kırgız mühendis gelmemişti.
– Bir de yavrum çok genç görünüyor. Yanlış bilmiyorsam, Kırgızca bilmiyor, hep Rusça konuşuyor. Yetenekli bir delikanlıya benziyor.
Ben de içimden, dünkü kızların bu konuyla ilgili konuşmalarının ne kadar doğru olduğuna şaşırıyordum. Meğer o kızların biri maden müdürünün sekreteri olarak çalışıyormuş. Bunu sonradan öğrendim.
Bundan başka, evde bu gençle ilgili hiç konuşulmadı. Onu ilçede görüyordum. Bazen bizim sokaktan geçiyordu. Etrafına hiç bakmıyordu. Ben ona hiç fark ettirmeden, sürekli göz ucuyla onu takip ediyordum.
Küçük ve kalabalık olmayan yerlerde dedikodu çabuk yayılır, yeni gelen kişilerin; nereden geldiği, kim olduğu, hatta ismine kadar öğrenilirdi. “Mühendis delikanlı” hakkında bir sürü şey konuşuluyordu. “Kazak’mış” dediler. “Kırgız değil Koreli’ymiş” dediler. Sonra “Bunların hepsi asılsız laflar” dediler. “Babası Kırgız, anası Rus’muş” dediler. Ben de buna inandım çünkü bir karışım var gibiydi. Saf Kırgız’a benzemiyordu.
Şimdi kendi kendime gülüyorum. Gerçekten kimin kim olduğunun ne önemi var, ne fark eder ki?
Kadınlar, kızlar ondan bahsettiklerinde sürekli dinlemek istiyordum. Bense ağzımı açıp tek bir laf etmiyordum. Hem neden özellikle kadınlar ve kızlar sadece onu konuşuyorlar? Anlamıyorum, hakkında konuşulacak gençler az mı buralarda? Tuhaf yani…
Neyse, bana ne oluyor ki! Onun hakkında konuşulanlar beni ilgilendirmez. O kim, ben kim? Ama ne yaparsam yapayım, içimde ona karşı bir yakınlık, bir özlem duyuyordum. Hatta bu ne ki, başkalarının onun adını söylemelerine bile dayanamıyordum.
Hava şahaneydi. Dağın güneşli kısmı resmen kararmış ama gölgelik tepeleri hala karlıydı. Ormanın dere yataklarından pırıl pırıl su akıyordu. Dağların üzerindeki bozkırlarda kar eriyip gitmişti. Buralarda ilkbaharın habercisi olan karahindiba açmıştı. Yukarıdan gelen serin ve hafif rüzgârın esintisi vardı.
Dayım sabah aceleyle çıktığı için öğle yemeğini almamıştı. Ben de öğleye doğru yemeğini götürdüm. Maden girişinin önündeki alan oldukça kalabalıktı. Bazıları kesilmiş ağaçların kabuklarını sıyırıyor, diğerleri ise kabukları soyulan ağaçları yüklüyordu.
Kısacası, gürültü patırtı içinde herkes kendi işiyle uğraşıyordu. İş bir hayli çok olmasına rağmen bitti. Bu arada içeriden maden yüklü vagon, gürültülü bir şekilde çıktı. Kocaman tekerleklerinin “Tak! Tak!” sesi de yavaşladığı için artık duyulmuyordu. Dayımın söylediği saat geçiyor ve ben hâlâ bekliyordum. Bir ara yemekten iki kişi çıktı. Biri dağ madeninin başkanıydı (onu daha önceden tanıyordum) ikincisi de o mühendis delikanlıydı. O, diğerinden ayrılıp direk bana doğru yürüdü. Üstü başı batmıştı. Kafasında siyah kaskı, sağ elinde maden çekici vardı. Kaskını yukarıya doğru itip arkaya hafif kaydırdı. Benim gözüme onun geniş alnı, gür siyah saçları çarptı. O sırada bana gülümseyerek bakıyordu. Ben de ne yapacağımı bilmeden olduğum yerde dikilip kalmıştım.
– Bacım, siz kim… Hmm kime geldiniz? dedi mütevazı ve kibar bir şekilde. Sesi bana çok sakin ve sevimli geldi.
Ben sadece gülümsedim ve cevap veremedim. Çok geçmeden ileride dayım göründü. Ben de ona doğru yöneldim. Ama göz ucuyla da ona bakıyordum. İçinde yemeği olan torbayı uzatırken:
– Dayı o Kırgızca biliyormuş, dedim, sesim sanki biraz titrek çıktı.
Dayım hiçbir şey demedi. Benim söylediklerimi “mühendis delikanlı” da sanki duymuş gibi, tekrar bizim tarafa bakınarak uzaklaşıp gitti.
İlkbahar benim için çabuk geçmişti. Güzel yaz geldi. İlçe yeşil yapraklı ağaçlara büründü. Akşamları ilçe merkezi eğlence yerleriyle doluyordu. Madenciler ağaçların arasında toplanıp dinlenirlerdi. Gençler dans pistinde olurlar, ben onları gizli bir yerden izlerdim. Aradığım kişiyi de her zaman orada görüyordum. (Saklasam da neye yarar, içim yanıyor, boğuluyordum. Kaç defa eve döndüğümde yüzümü yastığa saklayıp, sessiz çığlıklarla ağladım, gözyaşlarım göle döndü.) O, hiçbir şey bilmiyor, hiçbir şey hissetmiyordu. Her şeyden habersiz başka kızlarla dans ediyordu. Bunu benim istediğimi, başıma bu aşk belasını sardığımı o nerden bilsin. İkimizin arasında dipsiz, derin bir uçurum olduğunu çok iyi biliyordum. “O kim, ben kim? Allahımm!..” Ama ben bu halime, bu sevdaya boyun eğmek istemiyordum, inanmak istemiyordum, çünkü böyle yapmazsam umutlanmış oluyordum.
Bazen kendimi ondan koparayım, onu gönlümden sonsuza kadar çıkartayım, unutayım diyordum, ama olmuyordu, buna dayanamıyordum. Kendimi ne kadar ondan uzaklaştırmaya çalışsam, ona o kadar bağlanıyordum. Belki bunların hepsi çocukluktu, çocukluğun o saf halleri, bir anlamı olmayan geçici, boş hislerdi.
Her ne kadar kendi kendime böyle desem de aklımdan geçen onca düşüncenin, sınırsız hayallerin tutsağı olup kaldım. Bu kızın hayalleri bir garip mi ne! Onu hiç kimse çözemez. O bir anda iradesizce boyun eğmeden yükseklerde uçar, bazen de gönlünün derinlerine inip sakinleşir. Onun gözlerindeki derin ayna, gönlüdür. Oraya dikkatlice bakarsanız kızın hayallerinden bir kıvılcım görebilirsiniz. Evet… Ama onun doğasındaki asıl gerçeğin tadına varabilmek zordur. Off! Bu kız çocuğunun parlayan gözlerinde ancak bir göz kırpmasında fark edilebilecek, kirpiklerinin arasında saklanmış boncuk gibi gözyaşlarında saklı olan ruhunun acısını, yaşadığı eziyetleri çözebilecek bir yiğit. Binlercenin içinden bir tane çıkmazsa… Yazık!
“Mühendis delikanlı” benim için yükseklerde uçan, çok sayıdaki mevsimsel güvercinler arasındaki sanki tek ak güvercindi. Başkaları ne kadar takla atarsa atsın, oyun kursun, gökyüzünde kanatlarını geniş geniş açarak uçsun fark etmez, onlar benim için sis bulutlarının arasında kalır. Benim gözümün önünde her daim o var. Uyusam düşümde, uyansam düşüncelerimde.
Onun nefesinin sıcaklığını, yüreğinin çarpan sesini henüz yakından duymadım. Daha elimi bile tutmadı. Belki de ben bunları hayatta hiç duymam, hissetmem. Belki de o benim ruhumdaki bu acı sırrı bilmeden, beni yakıp kavuran bu aşk ateşi en sonunda kendi kendine söner, unutulup gider. Sönsün, iyi de olur! Ne yapmalıyım… O zaman ne? “Hepsi kaderdir, bahtım nasıl yazılmışsa onu göreceğim.” deyip, her şeyi akışına bırakıp yaşamaya devam etmem mi gerekiyor? Belki çabalayıp bir çıkış arasam kendimi oyalasam? Bulunur bir çare, ona yönelirim. Ya beni kalbimdeki kutsal muradıma götürür, ya da…
Madende mesai bitmek üzereydi. Dayımı karşılamak için onun ortanca çocuğunu da yanıma alıp yola çıktım. İlçeden yeni uzaklaşmıştık. Neden bilmem ama geriye dönüp arkama baktığımda o mühendis delikanlının geldiğini fark ettim. Ne yapacağımı bilemeden birden acele etmeye başladım. Yoldan dönecektim, ama sol tarafta dere, sağ tarafta kayalık vardı. Bir yandan onu gördüğüm için seviniyor bir yandan da sanki onu görebilmek için mahsustan çıkmış gibi utanıyordum. Biz köprüye yaklaşınca o yetişti.
Ben onu fark etmemiş gibi davrandım. O da yanımızdan geçerken adımlarını yavaşlattı ve:
– Aa… Tanıdık bacımmış. Nasılsın iyi misin? dedi özen göstererek.
Ben cevap vermedim. Nedense yanaklarım “ateş” gibi olmuştu. O bunu fark etti mi, yoksa fark etti de fark etmemiş gibi mi davrandı bilmiyorum, sonra çocuğa doğru eğilerek:
– Hey! Yiğit! Senin adın ne bakalım? dedi. Beni taklit eder gibi, yanımdaki minik kuzenim de gözlerini yere dikmez mi? Ben hemen kendimi toplayıp:
– Söyle canım, bak ağabeyin soruyor, dedim. Köprünün üzerine kadar gelmiştik. Minik kardeşim köprünün ahşap parmaklıklarından tuttu. O da diz çökerek oturdu:
– Ha, söyle, dedi kâkülünü okşayarak. İyi çocukmuş kendisi…
– Irısbek.
– Hm… Irısbek mi?
– Iy-ıs-bek.
– Heyyy, aferin. Demek ki I-rıs-bek! Baştan öyle demeliydin.
O Irısbek’in çenesinden tutup sevdi, sonra ayağa kalktı, ahşap parmaklıklara dayanıp suya baktı. İkimiz de akan suya bakıyorduk. Suyun hızlı akışının kuvveti insanı çekip götürüyor gibiydi. Bu akışın hızına kapılınca sanki kendinden geçecek gibi oluyorsun, anlamıyorsun başın mı dönüyor yoksa bu hız mı başını döndürüyor. Taştan taşa çarpan suyun ak köpüklü akışı bendeki gizli saklı düşünceleri de beraberinde götürüyor, yok ediyordu.
Onlar da tıpkı bu su gibi düşünceler içindeydi. Ben hâlâ suya bakıp duruyordum. Orada sanki iki gölge canlanmış gibi hareket ediyorlardı. Bazen kafaları birbirine yaklaşıyor, bazen de birbirlerine sarılıyorlardı. Bir anda her şey dağılıp kayboldu. İşin tuhafı ben durduğum yerden hareket ettim, yukarıya doğru uçtum. Suyun üstü daha da bulanıklaşarak uzaklaşıyordu. Etrafı bir hüzün sardı.
Bir ara:
– Bacım, ne oldu? diye bir ses duyuldu.
O yankıyla iki üç kere tekrarlandı. Sonra birisi sanki kolumu tuttu. Ben silkinerek, korkuyla kendime geldim. Sanki yeni uyanmış gibi gözlerimi açıp kapatıyordum, sersemlemiştim. Ben mühendis delikanlıya dayanmış duruyordum.
– Hee, ne oldu? dedi. Akan suya uzun süre bakmamak lazım, başın döner, dedi.
O beni bıraktı, ayaklarını çaprazlayıp, az önceki gibi köprünün ağaç parmaklıklarına dayanıp durdu. Bir an bakışlarımız birbirini yakaladı. Sanki benim aklımdan geçenleri okuyor gibiydi. Eğer öyle ise ben neyi saklıyordum ki? Er ya da geç farketmez, hislerim en sonunda belli olacaktı. İki elimi öne doğru uzattım tam ağzımı açacaktım ki nedense hemen geri çekildim. Elimle göğsüme bastırıp dudaklarımı ısırdım. Sanki sihirli bir güç beni durdurmuş gibiydi. Ama hâlâ gözlerimi onun gözlerinden almakta zorlanıyor ve öylece duruyordum.
Gençlerin hayali, aşk… Ona başımı eğmiş, tapıyordum. Ne hoş bir duyguymuş. İçimde nelerin kaynayıp nelerin taştığını acaba o hissetmiş midir? Benim şu tuhaf halimden anlamış mıdır bilmiyorum. Sanki endişeli bir düşünce içindeydi. Sonradan lafı kıvırdı:
– Bacım, ben sizi ikinci defa görüyorum. Şimdi de babanıza gidiyorsunuz değil mi?
Ben düzelterek:
– Hm… Benim babam yok, dedim.
– Aa… Peki anneniz?
– Annem de.
O, bu durum hakkında hiçbir şey demedi, sadece gözlerini hafif kısıp, derin bir of çekti. Bir anda alnı kırışıp, yüzünün rengi değişti. “Ne, ben bir yaranıza mı dokundum? Üzdüm…”
– Ee, hiçbir şeycik olmaz, derin bir nefes aldıktan sonra, öksüzlüğün acısından hiçbir his, hiçbir şey kalmaz.
– Her şey geçer artık. Bundan sonra hiç ayrılmayalım, daha yakın olalım, dedi o.
Ben o anda onun bu dediklerini nasıl kabul ettim tahmin etmişsinizdir. Ama asıl amacı başkaymış.
– Olur, ağabey. Ben…
– İyi, tamam, kurban olduğum. Çekinmek yok. Genç insanın açık ve yalansız olması iyidir. Evet, bana ağabey veya Azim derseniz de olur. Sizin adınız ne?
“Azim”. Bir nefeste söylenebilen, sevimli bir isimmiş. “Azim, Azim…” Ağzımı açıp, dile getiremesem de içimden bin kere tekrarlıyordum.
– He, benim mi? Benim adım Camal.
İkimiz uzun zaman konuştuk. Hakkımda hiçbir şeyi gizlemeden anlattım. O benim gibi çok konuşmadı. Sadece çok kısa söylediği:
– …Ne olursa olsun sizin çalışmanız gerek. Evin işi evdedir. Çoğunluğa karışarak, yaşamın acısına tatlısına şimdiden alışabilmeniz lazım, dedi sonunda.
Benim ne kadar mutlu olduğum tahmin edilemezdi. Daha ne isterim! O benim uzun zamandır huzurumu bozan, büyük arzumu söyledi.
– Ben de bir işe girsem diye…
Eğer mümkünse ben de sizin çalıştığınız yere gelsem?
– ?..
Azim dediğimi tekrarlayıp bana başka soru sormadı. Sadece:
– Belli olmaz, dedi. Konuşuruz, bakalım…
Dayımla yengem kıvranıp dolandılar, sonunda kabul ettiler. Sabaha kadar dönüp dolandım, hiç uyuyamadım. Gözümün önünden Azim gitmedi, kalp atışlarım yükseldi. Atardamarımın hızı yükselip, bedenim ateş gibi yanıyordu. Yatağımda dönüp durup bir türlü sakinleşemedim. Rahat edemiyor, kalkıp pencereden bulanık göğe bakıyor, karanlıktan sadece siyah dağların siluetine ve onların uçlu tepelerine bakıp oyalanmakla meşgul oluyordum. Azim’in sanki pencerenin dışında olduğunu hissediyordum. Çabucak sabah olsaydı. Azim’in yüzünü görür, sesini duyarım. Yanında olacağım, diyorum. Tuhaf… Acaba, aşk bu mu? Başka kızlar da böyle mi seviyor? Bu derinden gelen duyguyu sezip, duygularının anlamını düşünerek, bu anlık yürekleri alevlendiren sevince değişir mi ki? Onlar da bir can.
Bu gizlice alevlenmeye başlayan sevgiyi onlar da hissederler. Onların da kalbi birinin hasretiyle attığında, uykuları kaçar, huzur bulamazlar. Öyle de olsa onların içinde benim kadar seven yoktur. Çünkü kızların aklına, hayaline sahip olan, gönlünün derinliğini dolduran dünyada tek bir adam var. O, Azim. Azimm…
Pencereden yatağıma dönüp gene bir türlü sabit yatamadım. Oflamalarımın farkında olmuyorum galiba, bitkin şekilde sabahı bekleyerek yatıyordum.
O zaman ben tam on yedi yaşındaydım…
Ertesi gün maden müdürlüğüne geldim. Azim, dün söylediği gibi beni binanın önünde bekliyormuş. Elini uzatarak benimle selamlaştı ve içeriye davet etti. Böyle bir yere ilk defa geliyorum, bana değişik geldi. Raflarında parlak taş parçaları dizilmiş dolaplar, duvarlarda değişik ve çeşitli resimler, posterler asılmış. İlerideki pencerenin yanında uzun masa vardı. Onun iki tarafında iki bayan vardı. Birisi daktiloda bir şeyleri yazmakla meşguldü. Onu hemen tanıdım. Geçen sinemanın önünde gördüğüm kızdı. İkincisi de kâğıtları düzeltiyor, işine bakmıyordu. Yan tarafta geniş bir koltukta ileri yaşlarda iki üç kişi oturuyordu. Azim yanlarına gidip müdürü sordu.
– Yerinde, dedi sekreter kız. Biraz bekleyin.
Biz o üç kişiden sonra girdik. Müdür, Azim ile selamlaştıktan sonra, işaret ederek oturmayı teklif etti. Sigara içiyormuş, bir nefes çektikten sonra:
– Ee, yoldaş Kurmanov, işler nasıl gidiyor? dedi.
– Teşekkür ederim, Anatoliy Mihayloviç…
– Üretim ve geri kalan işlere alıştığını sanıyorum.
– Yeterince zaman geçti, alıştım Anatoliy Mihayloviç. Burası Bordu değil ki, her bölgesinde yüzlerce insan çalışmıyor. Bizim maden küçük.
– Değil mi… Hayırdır? Sen, yoldaş Kurmanov sadece bizim üretimle değil, kızlarımızla da tanışmaya başlamışsın galiba? diye titreyerek güldü. Belki de eş bulursun?
– Ben yere diktim gözlerimi. Azim de ondan böyle bir espri beklemiyordu, hemen kendini toparlayarak:
– Anatoliy Mihayloviç, biz size bir ricada bulunmak için gelmiştik, dedi.
– Bu kız bazı sebeplerden dolayı bu sene okula gitmemiş. Bizim bölümdeki madenci Sadıgaliev’in yeğeni. Tanıyor musunuz?
– Tanımaz mıyım?
– Küçük çocukları var eşi de rahatsız. Kısacası, işe girmesi gerekiyor.
Müdür Azim’e bakarak:
– Hm… Yoldaş Kurmanov, affedersin adın neydi? dedi, sanki gergin gibiydi.
– Azim.
– Azim… Azim, şöyle… Bizim bu insanlara yardım etmemiz kesinlikle şarttır. O dudaklarını toplayıp omuzlarını kaldırdı:
– İş ise… İş yok ki. Bu fabrika değil.
– Öbür bölümlerde de yok mu?
Diğeri de düşünerek:
– Yanılmıyorsam, sanki boş bir yer vardı, dedi. Ama… Bir anlığına sustu ve sonra:
– Yoldaş Yakovlev nerede? dedi sekreterine seslenerek.
Fazla zaman geçmeden uzun boylu, zayıf birisi içeri girdi.
– Merhabalar.
– Merhaba, Vasiliy Petroviç. Geliniz, oturunuz.
– Anatoliy Mihayloviç, geçen sizin dediğiniz mesele ile ilgili on ikinci bölümün devamını inceledik. Oradaki…
– Vasiliy Petroviç, affedersiniz. Onun hakkında başka zaman konuşuruz. Şöyle bir mesele var, birinci bölümün kolektörü ne zaman hesabını verdi gitti?
– Bir dakika… Oo, bir aya yaklaştı.
– Neden o yer onca zaman boş kaldı?
– Uygun biri bulunmuyor da…
– Haa… Vasiliy Petroviç, o zaman sizden şöyle bir isteğim olacak, bu kız çalışmak istiyormuş. Oraya alsak uygun olur mu?
Yakovlev bana bakışlarını dikerek:
– Anatoliy Mihayloviç, dedi ona geri dönüp. Siz de farkındasınız, kız çocuğuna göre ağır bir iş diye düşünüyorum.
– Ben de onu düşündüm…
Azim huzuru kaçarak:
– Tamam, zor iştir, dedi. Ama savaşta bile kadınlar cephelerde bulunmuşlar. Belki bu kız da zamanla alışabilir?
– Evet, evet, dedi müdür. Kısacası bir düşününüz, Vasiliy Petroviç…
Biz müdürle vedalaşarak, Yakovlev’in peşinden geldik.
Yakovlev genel jeologmuş. Azim ile ben onun odasında bayağı oturduk. Rusça’yı pek anlamasam da onların konuşmalarını çap pat anlayabiliyordum. Azim konuşma sırasında sert davrandı gibi geldi. “Benim için amirlerine karşı gelmesi, onların arasında bir kapışma, soğukluk olması gibi endişeler beni korkutuyordu.” Bu şekilde işine zarar gelebilirdi.
Sonunda Yakovlev ikna oldu.
25 Mart’ta benim işe alındığıma dair onay verildi.
Ertesi gün Yakovlev beni bölümde çalışanların tümü ile tanıştırdı. Toplam dokuz kişi çalışıyormuş. İki bayan, kalanı erkekti.
Ben Yakovlev’in yanındaydım.
– Kanay, dedi. Gelebilir misin?
Kıvırcık saçlı, dağınık kafalı, ileride çizgi çizmeyle uğraşan bir delikanlı yavaşça yaklaştı. Nedense kaşını kaldırıp heyecanlandığını hissettim.
– Kanay, bu kız seninle çalışacak. İlk önce üretim ile ilgili genel bilgi vereceksin. Teknik Güvenlik hakkında tanıtımı öğrendikten sonra, hesaplaşma defterine imzasını atsın. Kısacası ne yapacağını biliyorsun.
Yakovlev önündeki kocaman kitabı karıştırdı. Anlaşılan konuşma bitti. O andan itibaren işe başladım. Kanay bir şey demeden, suskun suskun geri yerine yürüdü.
Oturanların hepsi, önlerine bakarak bir şeyleri yazıp çiziyorlardı. Sanki onların bana gıcık olduklarını düşündüm. Kanay mavi, alçak bir sandalyeyi bana doğru itti ve tekrar çizdiği resimlerine daldı. Ben oturmadım. Masanın üstüne bakıyordum. Çapraz, büyük ve geniş bir kâğıt vardı. Üzerine çizilmiş renkli resim dünya haritasını andırıyordu. Kanay da üzeri sıkı, ayrılık çizgileri ile dolu aletiyle, ortadaki bölüğünü sağa sola kaydırıp bir şeylerle meşgul oluyordu. Ben aleti görünce şaşırdım: Bu da neymiş! Oysaki sürgülü cetvelmiş. Kanay’ın ilerisinde oturan sarı saçlı kız ara sıra bana bakıyordu. Onun bakışları, görüntüsü bana sevimli geldi. Gerçekten de güzel kızdı. Buradakilerden sadece o kızdan hoşlandım. Öğle yemeği zamanı geldiğinde hepimiz dışarıya çıktık. O kız bana yaklaşarak:
– Demek bizim aramıza katıldınız. Adınız ney? dedi
– Camal.
– Benim adım, Svetlana. Merak etme, alışırsın.
Yemekhaneye kadar sohbet ederek geldik. Svetlana, Almatı’dan mezun olmuş. Alanı da jeoloji mühendisliğiymiş.
– Bu işlerden tedirgin olmayın. Pek zorluğu yoktur. Ara sıra zor bir şeyler çıkıyor. Nasılsa elle yapılan iş, dedi. Ama ilerisi için iyi bir şey bu. Biz de bayağı deneme süreci atlattık, epeyce taşlarla uğraştık. Belki, daha sonra jeolog olursunuz. Sorması ayıp, kaçıncı sınıfa kadar okudunuz?
– Dokuzuncu sınıfı bitirdim.
– “Dokuzuncu…” Oo, o zaman devam etmeniz şart? Devam etmeniz lazım…
Bir anlık sessiz kaldık. Sonra ilgili bir tavırla:
– Siz ne iş yapıyorsunuz? dedim.
– Bölümün jeologuyum.
– Anladım… diye kafamı salladım. Öteki, kimdi, mm… Kanay?
– O da jeolog. Birinci bölümün jeologuymuş.
Aradan aylar geçti. Ne yalan söyleyeyim, ilk başta bayağı zorlandım.
Dayım:
– Kurban olduğum, lanet olsun parasına, bırak bu işini. Hırpalandın, diyordu.
Ben dinlemiyordum.
Dağ madeninde çalışıyorsam da Azim’i pek göremiyordum. Bölümde de, madende de, sanki sözlüsü gibi sürekli Kanay’ın yanında bulunuyordum. Kanay, ilk zamanlar benim yaptıklarımdan memnun değildi, bir taraftan da bana gıcık oluyordu. O, bana hiçbir şey demese de ayan beyan belliydi. Yüzüme bir şey demese de Yakovlev’e şikâyet ediyormuş.
Son zamanlarda nedense Kanay değişti. Belki de artık ben alıştım veya önceden sırf nasıl biri olduğumu sınamak için hırsını göstermişti. Kısacası önceki “huyundan suyundan” bir şey kalmadı.
İşe girdiğimden bu yana yaklaşık on beş gün geçmişti. Yeni açılan bölümün ilerisinden tahlil denemesi için numune alıyorduk. Kanay oradaki numune alınacak yerleri işaretleyip biraz uzakta sigara içiyordu.
Ben de yere serdiğim tentenin üstünde, çekiçle kırdığım taşları topluyordum. Bir ara mağaranın girişinden fener ışığı göründü, yaklaşıyordu. Kanay sanki bir şey yokmuş gibi yerinden kıpırdamadı bile.
Azim’miş, çalışmaya başladığımdan beri ilk karşılaşmamızdı. Nasıl çekindiğimi anlatamazdım. Öndeki saçlarımın hepsi çıkmış, kollarım yorgunluktan uyuşmuştu. Alnımdan terimi silip, utandığımdan “Tak! Tuk!” ederek taşa vurmaya devam ettim. Terim daha fazla akmaya, yanaklarım alevlenmeye başladı.
– Selam, dedi Azim ötekine.
– Selam…
Kanay sigara izmaritini omzunun üstünden attı ve kendi kendine ıslık çalıverdi.
– Camal, çekicini bana uzat.
Azim bana doğru geldi. Ben çekicimi ona uzatıp bakışlarımı yere diktim. Azim sanki sinirlenmiş gibiydi, işaretlenen yerleri saldırırcasına çıkarıyordu, tentenin üzeri tepeleşti. Bir anda bitirdi. Ben ona bakamadan tentenin etrafına kaçmış taş parçalarını toplamaya başladım.
– Oo… ho, bitirmişsiniz? dedi Kanay, Azim ile dalga geçerek.
– Gördüğün gibi. Azim sakin bir şekilde cevapladı. Ka-nay ayağa kalkıp ağır ağır adımlarla bize doğru yürüdü. Onun bedeni arka tarafta kalan fenerin aydınlığını kapatıyordu, biz de onun gölgesinde kaldık.
– Aha haha! Kibarlığa bak hele bak! Kıza saygı göstermek istiyorsan başka yerde yap onu. Burası üretim yeri, anlıyor musun?
– Hey, Kanay. Neresi olursa olsun saygı her yerde olmalı. Yaş… Üstüne kız çocuğu… Zor. Biz büyüğüz; derdine derman olmamız, akıl verip el uzatmamız daha iyi.
– Hey, sen kafayı yedirtme bana. Benim işim ile senin hiç alakan yok. Aynı şekilde benim idaremdeki işçilerimle de yok. Duydun mu? O kadar akıllıysan, git kendi kazıcılarına, taşıcılarına emir ver. Öyle, hürmetlim… Şey, hey, kalk! Kalkıp öbür numuneleri parçalamaya başla, dedi bana sert bir tavırla bakarak.
Aklım karıştı. “Bunlara ne oluyor? Yoksa birbirlerine karşı kötü düşünceleri mi var? Veya…” Nedense kalbim atmaya başladı, geriye çekildim.
– Hey, sen neden sızlanıyorsun? Ne diyorum ben sana? Yürü git, başla! diye Kanay beni itmeye çalışınca Azim onun koluna hafifçe vurdu:
– Kanay, sen! Ayıptır.
– Ney!
O, hiç beklemeden, Azim’in çenesine tokat attı. Azim böyle bir şey beklemiyordu galiba, kalakaldı. Anlık bir sessizlik oldu ve sonra bir şey daha diyecek oldu. Kanay, dinlemeden bir tane daha vurdu. Ben korkudan gözlerimi kapattım. Dövüşün seslerine dayanamayıp, gözlerimi açtım. Acayip bir şekilde bedenler kendi aralarında çarpışıp, uğraşıyorlardı. Konuşan, ses çıkaran kimse yoktu. Sadece kavganın tuhaf sesi vardı. Birbirleriyle boğuşurken fenere çarptılar. Etraf karanlığa gömüldü. Ben de ne yapacağımı şaşırdım. İmkânım olsa, Azim’e yardım ederdim. Ama nasıl? Ne yapabilirim? Beden yapısına göre Kanay Azim’i yiyebilecek gibiydi. Ama o Azim’den yaş olarak biraz büyük ve güçlü de. “Heee, şimdi…” Cebimde kibrit aradım. Onlar hâlâ dövüşüyorlardı. Kibriti bulduğum an yaktım. İncecik dalı kırılıverdi, onun yanabilecek başı, sanki göklerden uçan yıldız gibi yerde kayboldu. İkisi durur gibi oldu. Bir dal kibrit daha yaktım. Kanay da, Azim de bana bakıyorlardı. Elimde yanan kibrit sönene kadar, yerden feneri kaldırıp yaktım.
Etraf aydınlandı. Şimdi onların yüzü gözü göründü. Üstlerindeki elbiseleri toz içinde, kafalarında kasketleri yok, ikisinin kasketi de iki tarafta kalmış. Yüzleri gözleri kir içinde, saçları dağılmıştı. Maden kazılacak yerin içinde, kazma işlemi başlamadan toz toprak havaya kalkmıştı.
Kanay da Azim de nefes nefese kalmışlardı. Kanay yere tükürerek, uzaklaşıp oturdu. Yeni fark ettim Kanay’ın sol gözünün şişkinliğini. Gördüğüm an, Azim’e döndüm. Ama ona pek bir şey olmamıştı. Sadece yanakları yanmış gibi kıpkırmızıydı. Üstündeki montu omuzdan aşağıya sarkıyordu, yırtılmıştı. Kızgın bakışlarını hâlâ daha Kanay’dan almıyordu. Kanay ise uzun bacaklarını salmış, gözlerini yere dikerek oturuyordu. Bir yandan acıyordum. Azim’i ne kadar sevsem de, beyaza beyaz, siyaha siyah demeliyiz. Kanay’ın huyu ve karakteri ağır olsa da pek de kötü birisi değildi. Bölümdeki meslektaşları da aynısını derlerdi: “Nezaketsizliği ve kıskançlığı da olmasa, güler yüzlü, yetenekli, iyi birisi” derler.
– Kim dört dörtlük ki…
– Olan oldu işte, yapacak bir şey yok.
Azim bana gülümsemişti. Sonra ileride yerde duran kasketini alıp, saçlarını düzeltip taktı ve mağaranın çıkışına doğru gitti.
Daha önce anlatmıştım: “Kanay son zamanlarda nedense değişti.” diye. Onun sebebi benmişim, o zaman bilmiyordum. Her zamanki gibi bölümümüzün mağaralarına denetleme parçalarını almaya gidiyorduk, bazen de maden kuyusuna gidiyorduk. Çalışma şartlarından dolayı bana yapacak işleri buyurup, kendisi başka işlerle ilgilense de olurdu. Ama o öyle yapmazdı. Her zaman benimle beraberdi. Denetleme parçalarını çıkarmamda yardım eder, sadece o kadar da değil, taş parçaları ile dolu çuvalları kendisi kaldırıp, merdivenden indirip, vagonlara yüklerdi. Bana karşı davranışı öncekinden bayağı iyiydi ve her sözünün biri “Cakin…”
Bu konuda Svetlana ile konuştuğumda, o sadece omzunu kaldırıp:
– Kim bilir -düşünceli bakışlarından üzüntüsü belli oluyordu- ne olur ne olmaz dikkatli ol, derdi.
– Öyle mi?
Zaman fark etmeden geçiyor, ağustos ayı da sona eriyordu. Güneşli yerlerin otları çoktan kurumuş, sararıp samana dönmüştü. Burası dağlık yer olduğu için; gündüzleri sıcak, akşamları serindi.
İşten döndüğümde, yengeme ev işlerinde yardımcı oluyordum. İşlerim bittikten sonra da evin en uzağındaki odaya girip, bir tane camı olan pencerenin önüne gelir, yalnız otururdum.
İleride ilçe vardı. Ben şimdi orayı kıyısına köşesine kadar biliyordum, orayı severdim. Ondan sonra üzeri dalgalı göl görünüyordu. O, her zaman güzeldi. Göğe rakip gibi ona bakıp dalgalanırdı. Gökyüzü temiz ise sanki gölün de durumu hoşmuş gibi masmavi parıltısını gizleyemezdi. Göğü bulutlar doldururmuş, bulanıklık varsa göl de sanki düşüncelere dalmış gibiydi. Ama gerçekten öyleydi, eğer bulutlarla dolu göğün dönüşü kuzeye doğru yollanmışsa, gölün de huzuru kaçıp, dalgaları dağı yıkacak gibi şakırdayarak peş peşe kenarına vururdu.
Gölden sonraki mavimsi, beyaz bulutlar içinde, kar tepeli dağ, göğün direği gibi güneye yaslanmıştı. “Öyle muhteşem ve güzel duruyordu ki!”
– Ben doğanın bu müthiş görüntüsüne, susuz kalanın suya doyamadığı gibi, baka baka gözlerimi alamadım. Epey zaman geçtikten sonra o müthiş doğanın kucağından, her duygumu dolduran bir portre görünür, yavaş yavaş yaklaşır, sonunda gelip tam gözlerimin önünde duraklar, sanki o bir görüntü değil, canlı bir varlık gibi gülümserdi. Çok tanıdık olan gamzeleri, sevimli bakışları beni deliye döndürecek gibi oluyordu. O bir taneydi… Bu anlarda benim için her şey masmavi güzel göle, açık göğe, ta uzaktaki kuvvetli dağlara dönüşüp, sonra da bulanıklıklara çevrilerek sönerdi.
“Azim” dedim sessizce. “Azim, sen nasıl bir cansın? Söyle… Benim için sen, bakışların, gülümsemen bir bulmaca. Sen sırsın, sihirlisin. Sen her şeysin, Azim, her şey. Harikasın. Canım…”
Kaç gündür yalnız hissediyorum kendimi. Asıl okulu bitirip Karakol şehrindeki öğretmenler enstitüsüne imtihana gitti. Öğretmen olmak istiyordu. Kendisi de yetenekliydi. (Oynamayı bana bir haftada öğretti).
Neden olduğunu hatırlamıyorum, akşamüstü bir eğlence mekânına uğramıştım. İleride dans pisti tarafında kulağa güzel gelen bir ezgi duyuluyordu. O, şu anda hala kulağımda. Johann Strauss “Viyana Orman Masalları”ymış. Ona yorum yapmak bana düşmez.
Böyle bir eseri kim bilmez, kim hoşlanmaz ve onu ortaya çıkaranın yeteneğine hayran olup, ona tapmazdı ki!
Müzik beni gizli azametli gücü ile kendine çekiyordu. Ben ona baş eğip, kendimi bıraktım. Çünkü müziğin sesinin geldiği yerde, benim umudum, ömrümün gülünün kökü, Azim var dedim. Azim her zaman benim hayallerimin sahibiydi. Hayatım yanlış yöne sapmasın diye, yol gösterip aydınlık veren, parlayan yıldızımdı. Kutup Yıldızım benim!
Yakşaltıkça yükselen müziğin sesi heyecanımı da yükseltiyordu. Omuzum tutulacak gibi, bedenimi titreme sarıyordu. “Nasıl bir müzik bu?”
Ben her zamanki gibi kalabalıktan çekinerek, gece ışıkların gölgelerinde gizlenmedim. Bu sefer aydınlık, ağaçlı yoldan gidiyordum. Yalnızdım. Hayranlıkla bakanların gözlerin bana yöneldiğini görüyordum. Bazılarının alçak sesle yorumlarını duyuyordum. Ama ben onlara yüz vermiyordum. Bakışlarına aldırmadan gitmeye devam ediyordum.
Azim köşede iki üç tane kız ile sohbet ediyordu. Beni görür görmez onlara hiçbir şey demeden bana doğru yürüdü:
– Camal?
Ben hiçbir şey diyemedim. Kendisini kaybetmiş biri gibi daldım, kaldım.
Azim elini uzatıp, dansa çağırdı. Ben de yok diyemeden, elimi omzuna atıp, ona sarıldım. Gözlerimi nedense kapatıverdim. Çünkü ilk defa bir erkeğin kollarında dans ediyordum. Benim için unutulmaz bir andı. Uzun zamandır bunu arzu etmiştim. Hiç olmazsa Azim’le bir defa dans etsem diye hayaller kurardım. O hayalim gerçekleşti. Ben onunla beraberdim. Vücudunun sıcaklığını vücudumda hissediyordum, hiç duymadığım bir kokuyu alıyordum. Kalbimin atışı hızlanıyor, nefesim kesiliyor gibiydi. Bakışlarımı ona kaldırdığımda, o da bana bakıyordu. Benim sevdiğim o ela gözleri, o sihirli can yakan bakışları, o anı tamamlayan dolunay, sayısız yıldızlarla dolu gökyüzü ve evren; özellikle bana yakın yanan çift yıldız…
Karanlık ağaçlığın kuzey tarafındaki düzlüğe çıkıp oturduk. Etraf sessizliğe gömülmüş, sanki uyumaktaydı. Ormanlık taraftan ara sıra guguk kuşunun sesi geliyordu. Göl güzel ve sakindi. Dolunay hareketsiz, bulutların arasına saklanmıştı. Sadece dağların şekli hafiften görünüyordu.
Azim hayranlıkla:
– Her yerin güzelliği farklı oluyormuş, dedi. Şimdi Çüy bölgesi nasıldır! Etrafı çeviren Kırgız Ala Dağı, onun ile boy ölçüşmeye çalışan ucu bucağı görünmeyen bozkırlar… Onların inanılmaz güçlü güzelliğine sadece insan değil, gökteki ay, yıldızlar bile hayrandı sanki. Ay kendisini beğenmek istediğine yavaşça dönüp ışığını kurban etmiş gibi; yıldızların parlayışı ise sanki gözlerini kırpıp bu hayranlığına dayanamıyor ve kayıp düşüyor gibi…
– Öyle işte… Ben başka hiçbir şey demedim. Sadece Azim durmadan konuşsun istedim.
– Camal, dünyada her şey güzel. Onun güzelliğini sadece insanoğlu hisseder ve bilir. Ne olurdu o kadar bilgisine razı olup yaşamına devam etse? Oo-hoo-o o zaman… İnsanın kendi yaşama yolunu, hayatını güzelleştirmesi lazım. Hayatı güzelleştirmek şu: Ona düzen vermek, onu iyileştirmek. Ama bu kolay değil. Onun için çalışmak, savaşmak gerekir. Anlayabiliyor musun Camal? “Yaşamak demek, savaşmak demektir!”
Azim’in bunları bana neden anlattığını algılayamıyordum. O anda felsefi düşünceler, benim umurumda değildi. Ayı, göğü, yıldızları bin kere tekrar konuşsa bile sevimli olurdu.
– Camal, ne düşünüyorsun, bu sene okula devam etmeyi düşünüyor musun? dedi Azim.
– Ben mi? dedim, salak gibi şaşkınlıkla.
– Bu sene mi?
– Evet, sen. Bu sene… Azim her zamanki gibi gülümsedi.
– Bilmiyorum ki. Onu daha düşünmedim.
– Şimdi düşünmezsen, peki ne zaman düşüneceksin? Yeni okul döneminin başlamasına az vakit kaldı.
Orası gerçekten öyleydi.
Cidden de az kaldı, dedim. Henüz okurum veya okumam diye bir şey söyleyemedim.
Okumak… O zaman Azim’den uzaklaşırım? İşte böyle olmasını istemem. Eğer okumayacağım dersem… Ezilirim.
– Kısacası…
– Okumaya devam edersem iyi olur. Ama iş… Farkındasınız, dayım çoluk çocuklu. Küçük de değilim. Çalışmam daha doğru değil mi? dedim. Sonra da gerçekten okumadan, öyle kalacak mıyım diye de içim gidiyordu. Azim de çenesini ovarak üzülür gibi oldu:
– Bu düşüncen de doğrudur Camal. Durum öyle ise de… Ha şu var! -Sevinerek, aniden gözleri şimşek gibi yanarak, beni elimden tutup- Camaş (o ilk defa adımı sevgi ile çağırdı), dedi. Bu sene çalışan gençler için gece okulu açılacakmış. Oraya gider misin? Camaş?!
Gökte ararken yerde bulmuş gibi oldum:
– Tabii ki, dedim. Kesinlikle, gideceğim!
O benim elimi sıkarak:
– Lise… Orayı bitirirsin, okumayı öğrenirsin ondan sonra da devam etmen gerekir. Ne zamana kadar… Kırgız kızları da eğitim alsın.
Yukarıya baktığımızda nefesimiz kesilerek bakakaldık. Evvelki fakirin çadırının yırtığından girmiş güneşin nur parçacığı gibi ışığı, ala bulutların arasından ayın beyaz parıltısı, akın akın dökülüyordu. Sanki pastoral bir tablo gibiydi. Gölün bu taraftaki sahili gümüşle kaplanmış gibi parlıyordu. Öbür tarafı da belli belirsiz olarak, dağın eteğinde, sonsuzlukta kaybolmuştu. Güney tarafdaki dağların bulanık görüntüsü karanlık gökyüzünden zor fark ediliyor, dağlar üzgün duruyordu.
Benim okula gece gitmem Kanay’ın hoşuna gitmedi:
– Camal, bu senin bildiğin işte kızlar boşuna zaman harcar. Evlenince her şey bırakılıp kalır. Bir şey daha; işle okul aynı zamanda olacak, yetişebilir misin o da var. İşte “Gece okuyor.” diye bir uygulama yok.
Ama o ne derse desin amirimdi. Daha sonra benim gönlümü kırmamak için, destek olur gibi:
– Liseyi okuyabilirsen sonuna kadar oku. Ondan sonra geleceğine bakarsın.
Onun dediklerine pek kulak asmıyordum. Onların hepsi bir kulağımdan girip öteki kulağımdan çıkıyordu. Bu düzgün bir şey konuşmaz zaten diyordum. Öyle doğruluk dolu, akıl verici sözler ilgili insanlardan duyulur. Tabii, Kanay’ın da çok iyi taraftarı var. Sırf kötülemeyle olmaz. Ne olursa olsun Kanay, Azim’e denk olamaz.
İşin doğrusu, ikisini birbirleriyle kıyaslamıyordum. Bazen bana Kanay’ın tek özelliği sadece boyunun uzunluğu ve salladığı saçları gibi geliyordu. Açık konuşmasa da o kalbinin derinliklerinde Azim’den nefret ediyordu. Ne kadar belli etmemeye çalışsa da fark ediliyordu. Azim’in çalışmalarındaki başarılarından dolayı çoğunluk onun hakkında iyi düşüncelerini söylerken Kanay duymazdan gelirdi. “Yanılmayan çene, kaymayan ayak olmaz.” derlerdi. Ne münasebetse, bazen Azim ceza alıp, ödemeye giderse, Allah yanıltmasın, o zaman çırağı onun dedikodusunu yapıyordu.
Sanki Azim bunları bilmiyor mu? Biliyor, ama hiçbir şey demiyordu. Dese de… Hepsi Kanay’ın sözüne inanıp onun tarafında mı olacaklardı?
Hâlâ aklımda, Azim’in bölge başkanı olduğunun ertesi günü, Yakovlev bize bu duyuruyu bildirdi.
Hepsi:
– Doğru, doğru yapmışlar diye kolladılar. Önceden genç, tecrübesi az diyen Yakovlev’in kendisi bile:
– Evet, doğru seçmişler. Gerçekten becerikliymiş, dedi. Becerikli ve bu işi yapabilir. Bilmiyorum, kim nasıl düşünür, ama ben güveniyorum.
Ben içten içe mutlu oluyordum.
Svetlana çaktırmadan bana bakıyordu. Kanay, yüz şekli bozulmuş, sessizce kenara geçmiş oturuyordu.
– Bak Kanay, şu andan itibaren senin birlikte çalışacağın kişi Nujdov değil, bu Kurmanov’dur, dedi ona dönüp Yakovlev.
– Ne zamandandır onu iyi tanıyorsun.
– He he, tanımaz mıyım? Ne olsa da Vasiliy Petroviç, bence protokolü pek doğru yapmadılar. Açıkçası, Kurmanov bu işe göre değildi. O, o… Kanay bir an kendini kaybedecek gibi oldu.
– O arkadan mütevazı, cömert görünüyor, aslında öyle değil. Yoksa burada kendini tek mühendis sanıyor da kalanını basit işçi yerine mi koyuyor, kısacası, her zaman kendini beğenen…
Svetlana onun sözünü kesti:
– Kendini beğenmek derken?! O sana; “Ben mühendisim, sen sadece basit bir teknik elemansın.” mı dedi? Bu yanlış bir şey, Kanay.
Anlık bir sessizlik oldu.
Svetlana konuşmaya devam etti:
– Sadece sana böyle demiş ve üstten bakmış olabilir. Ancak hiçbirimiz Azim’in öyle tavırlarını bu zamana kadar görmedik. Şu da var: “…bu işi yapamaz.” diyorsun, o zaman madenciler neden övgü ve saygı ile karşılıyorlar bu durumu! Her zaman Azim’le çalışanlar mı daha iyi tanıyacak Azim’i yoksa sen mi daha iyi tanıyacaksın?
Kanay oturanların arasında tek kaldığından mı, yoksa Azim’in hakkında olumlu bir şey daha duymak istemediğinden mi bilmem gözlerini yere dikerek, dışarıya doğru giderken:
– Bakacağız, dedi duyulur duyulmaz. Bakacağız…
Şubat ayı. Çarşamba. Dayım büyük çocuğunu alıp komşuya doğru gitmişti. Çok güzel bir hava vardı. Etraf bembeyaz, karın parıltıları ile güneşin nuru çarpışıp, göz alıyordu. Yengemle beraber, evden çıkıp güneş vuran köşeye oturduk. O, çocuklarına dikiş makinesi ile elbise dikiyordu, ben de ders çalışmaya giriştim. Yengemin zaman zaman bana bakıp durduğunu hissediyordum. İlk önce o kadar da alınmadım. Sonuçta insan insana bakar. O beni ilk defa görmüyordu sonuçta, vakit geçiyordu. İkimizin de ses ettiği yoktu. Hala o sırlı sınama bakışları… Ara sıra fark edilir edilmez ofluyordu. Nedense bu durum uzayınca canım sıkılmaya başladı. O halimi yengeme belli etmiyordum. Hiçbir şey fark etmemiş gibi, son kez kitabıma bakıyordum. Kalbim sanki olumsuz bir şey olacağından şüphelenir gibi ara sıra çarpıyordu. Yengemin bir bildiği var gibiydi. Nasıl? Düşüncelerimde boğulup meraklanmaya başlamıştım.
Son zamanlarda yengem de dayım da eskisi gibi değillerdi. Açık konuşmuyorlardı. Sanki benden bir şey gizliyor, içlerine atıyor gibilerdi. Kız çocuğu yetiştirmek biraz zor oluyor değil mi? Olacakları ben de tahmin ediyordum. Böyle durumlarda öksüzlüğün etkisiyle akıldan geçenlere bile alınıyordun. “Bu… Nasıl bir kader benimki?”
Belki de böyle durumlarda herkes kendi yaralarını düşünüyordu. Ondan dolayı mı kaygılanıyorum? Yoksa benim fazlalık olduğumu mu düşünmeye başladılar? Yok, o mümkün değil, inanmak istemiyordum. Nasıl olur da dayım beni kaderime mahkûm etsin! Ne olursa olsun o bana kötülük düşünmez. Öyle kötü durumlara bırakılacak bir yaramazlık yapmadım. Ah, kahrolası öksüzlük!
İçim doldu, boğazım düğümlenmeye başladı. Dudaklarımı ısırıp ne kadar tutmaya çalışsam da sonunda dayanamadan ağlayıverdim. Kitabım elimden düştü. Titreyen ellerimle yüzümü kapatıp dizime kapandım:
– Öksüz, öksüz… Demek ki öksüzlük öksüzlükmüş? Ne kadar içten davransam, öz olmaya uğraşsam da beni bir başkası gibi yabancı gibi görüyorlarmış.
O anda benim “Ba” diyen sesimi duyar duymaz canını veren annemi, yeni yeni adım atmaya başladığımda savaşa gidip, geri dönemeyen babamı hatırlayıp, hıçkırarak ağlayıverdim: Anne… Kurban olduğum babacığım! “Bir taneciğim, şımarığım” diye bana seslenirdin. Şimdi de şımarığın gördüğü güne bak. Bakın…
Ben aniden kendimi tutamayarak nefes nefese sesli ağlamaya başlamıştım.
Dikiş makinesinin sesi tık edip durdu.
– Camal, Camalcım, ay! Yengem oturduğu yerden sıçrayarak kalktı. Ney, ne oldu?
Daha çok ağladım ve bir şey diyemedim. Yengem sarılıp sevgiyle yalvarıyordu. Ben kendimi durduramıyordum. Gözyaşım bitmiyor, ağlamam da kesilmiyordu.
Cakin? Yengem başını başıma dokundurup, sessizce:
– Söyle, güneşim, ne oldu?
Onun sesi bir değişik duyuldu. Ben gözyaşları içinde:
– “Ne oldu…” Ne olduğunu ben nereden bileyim. Ne zamandır sürekli bana bakıyorsunuz. Bir şey de anlatmıyorsunuz, dedim.
– Ne zamandır dayım da…
– Şimdi dayın… Dayının yapısı öyledir. Konuşmayı pek sevmez.
Bayağı zaman geçtikten sonra can sıkıntım geçer gibi oldu, ağlamam durdu. Altımdaki minderin kenarını elleyerek, zaman zaman da oflayarak oturmaya devam ettim. Tuhaf… O arada bile aklımda Azim vardı. Belki o da az ağlamamıştır, diye düşündüm. Öksüzlüğü yüzünden çok çektiği olmuştur. Ona üzüntümden ciğerim parçalanacak gibi oldu.
Yengem sofrayı kurdu, çay getirdi. Çayından bir iki yudum alır almaz:
– Cakin’ciğimm, kurban olduğum… Senin hakkında kötü düşündüğümüzü sanıyorsun. Allah var, dedi sözüne başlarken. Sen artık küçük kız değilsin. On sekizine girdin. Senin yaşında ben anne olmuştum. Sana niye kötülük isteyelim ki. Bak şunlara, şu bizimle sofrayı çevirip oturan çocuklara… Onlara sırayla baktı..
– Bizim için bunlardan farkın yok. Bunlar bizim için nasılsa sen de aynısın.
Yengem sanki benden bir şey duymak ister gibiydi. Ben hiçbir şey demedim.
– Öyle, bereketim. Kötü bir şey düşündüğümüzü sanma, köyde senin hakkında laf söylenmesinden tedirgin oluyoruz. Genç kızların hakkında türlü dedikodular yaparlar. “Milletin ağzı torba değil ki büzesin.” Demişler.
Yengem nedense, durdu. Sadece, yazmasını düzeltir gibi oldu ve sessizce kaldı. İçinde diyemediği bir şey olduğu belliydi. Ama onu bana söylemek istemediğini de anlıyordum. Gizliyor mu? Kalbimi kırıp, hepten derde sokmayı istemiyor mu?
Ben çekinerek:
– Yenge, o ne demekmiş? dedim.
He, ne diyecek ki… Kaçamak cevapladı yengem.
– He, söyleseniz, anlatsanız? Eğer hakkımda bir şey demişlerse er ya da geç zaten duyulacak. Başka birinden duyacağıma… Anlatır mısınız?
O biraz çekinerek, sessizce oturdu; sonra duyduklarını, durmadan, eksiksiz anlatmaya başladı. Sonunda:
– Şimdi beni dinle, kurban olduğum, öteki… Nasıl bir delikanlı olduğunu bilmiyorum. Nasılsa daha gençsin, Cakincim. Ee, erkek erkektir. Geleceğini de düşünmen lazım. Kötü düşünmeyelim ama eğer olumsuz bir şey olursa, “Ne yaptım?” diye parmağını ısırırsın! Hayatının sonuna kadar gençlikte yaptığın hatalar yüzünden kedini pişmanlıkla sorgularsın. Ötekisi de o sana göre değil.
Kalbim çıkacak gibi oldu. Ne zamandır, değer verdiğim, gönlümdeki kıymetli hayallerim, bir anda toza toprağa karışarak gözümün önüne serilmiş, düşüncelerimi bulanıklık içinde savurmuş gibiydi. Oturduğum yerden anında sıçrayarak kalktım. Eve doğru yürüdüm. Yastığı kucaklayarak, sırt üstü yattığımda, uzun süre ağlamıştım. Bu sözleri, bu doğruları hiç kimseden duymamalıydım. Sadece kendi gönlümde, sakinleştirici gibi kalsa da olurdu. Keşke!
“Sana göre değil…”
Bu olaydan sonra, evde de dışarıda da her zamanki gibi değil, özgüvensiz davranmaya başladım. Bazen birileri bana baksa veya öylesine benimle sohbet etse bile üzerime alınıyor, kendimden şüphe ediyordum. İşe gidip gelene kadar gözlerimi yerden ayırmıyordum. Azıcık olsa da sükûnetimi sağlayan, şerefimin kirlenmemiş olması ve gönlümün temizliğinden dolayı hissettiğim suçsuzluğumdu.
Azim eskisi gibiydi. Olan bitenden haberi yoktu. Karşılaştığımızda okulum, işim hakkında sorular sorar, âdeta duymuş gibi akıl verirdi. Hepsi de yararlı ve yerinde sözlerdi. Ona sadece göz ucuyla bakıyordum. Kendisi bu kadar genç yaştayken, hayat… Yaşamın şartlarını bu kadar iyi anladığına şaşırıyordum. Bir şey daha var, bana bakışı… Ben o bakışları anlayamıyordum. Belki, o sadece, sıcakkanlı olduğu içindir, büyüğüm olarak bakıyordur? Yoksa onda da mı hasretli sezgi, kalbinin derininde saklanan içini kemiren aşk, sevgi var? Oho… Eğer öyle olsaydı…
Bunları düşünürken aniden irkildim. Doğrusu, ben ona göre değildim ki. Onun yanında benim neyim vardı? Güzelliğim veya sevimliliğim mi? Çoğunun gözünü alan yüzümün tatlığı mı veya gençliğimin taze, daha dökülmemiş çiçeği mi? Hayır, bu yetersizdi. Bunun hepsi onun ruhunun iyiliğinin karşısında yetersizdi. Ona tıpkı kendisi gibi (eğer tabii ki varsa öyle daha birisi) aşırı derecede nazik biri yakışırdı. Benim Azim’e karşı olan narin duygularım her gün yeni bir umuttan güç alıyordu. Umut hiç biter mi? Yavaşça yanıyordu. Beni engelleyen, ona karşı olan saygımdı. Saygılı olmak. Öyle işte…
Son günlerde nedense Kanay benimle pek fazla ilgilenmeye başladı. Bunu sadece ben değil, bölümdeki herkes fark etti. O, çekik mavi gözlerinin boş ve anlamsız bakışları, sanki ruhuna sığmayan bir sevincini anlatıyor gibi, arada gülümseyerek, bana bakıyordu.
Sabah saat dokuz civarında, her zamanki gibi blokta toplandık. Cetvel ile ölçmeyle uğraşırken, Kanay alıştığı “damgalama” işi ile meşguldü. Ben çekicim elimde hazır olarak karşı tarafta bekliyordum. Bloğun en sonundan kaya delici tabancanın sesi duyuluyor, o taraftan çok az aydınlık görünüyordu.
Ben işime bayağı alışmıştım. Eskisi gibi etrafa korkuyla bakınmıyordum. Saklamayayım, ilk başta çok korkuyordum. Sanki yukarıda koca taşlar beni bekliyordu ve üstüme düşecekler gibiydi. Şu bölgelere girerken “
Yere kocaman taşlar düşüp, çıkışımızı kapatsa ne yapacağız?” derdim. Oranın başka acil çıkışı da varmış. O ne ki numune alınacak damgalanmış yerleri kırarken, sanki taşın canı acıyacak gibi hafiften döverdim. Bazen nefesimi kısıp, donup kalıyordum. Şimdi onları hatırlayınca gülüyorum.
– Camal, bak… Damgalar bitti, dedi Kanay.
– Çuvalları götüreyim mi ağebey?
– Olur.
– Muşamba nerede? Yoksa sizde mi?
– Evet, buradaymış.
Ben oturduğum yerden kalkıp onun yanına vardım.
– Nereden başlamam lazım?
– Ya, niye acele ediyorsun? Gel, otur, dinlen.
– Ne dinlenmesi…
– Onu bırak da… Söyler misin Camal, ne zamana kadar “Ağabey” diyeceksin?
O sustu, lafını bitirmedi. Dalgınlıkla bana baktı. O an kendisi de gözleri de bana tuhaf göründü. Nedense kalbim çıkacak gibi olup gerilmeye başladım. Onun kalın dudakları kıpırdayarak bir şey diyecekti. Hayır, diyemedi. Cesaret bulamadı.
Ben kenardan numune almaya başladım. Yan tarafımda Kanay vardı. Yine kendini zor tutarak, muşambadaki kırılan taşları oraya buraya atıp, mineralleri seçiyordu. Arada elimdeki çekici alıverip benim işime devam ediyordu. Onu da sonuna kadar yapmıyordu.
– Yeter bu kadar, diye mırıldanarak ver torbayı, dedi.
Ben de torbaları uzattım. Birlikte numuneleri doldurduk. Doldururken de az önce yaptığı gibi, mineralsiz taşları seçip atıyordu.
Ben:
– Siz neden öyle yapıyorsunuz? Kurallar… O kitapta yazılanlara bu uymuyor ki, dediğimde Kanay:
– Ee, ne kitabı! Kitap ilim adamlarının kendileri içindir. Üreticilikte onun ne gereği varsa? Orada öyle yazılmış, böyle yazılmış diye fazla yükü kaldırmaktan kim hoşlanır, dedi ve konuyu değiştirdi.
Son zamanlar da neden öyle yaptığını anlamıyordum. Daha doğrusu, onu çok da kafama takmıyordum.
Yolda giderken:
– Uzun zamandır Kurmanov görünmüyor, dedi Kanay, beklemediğim bir şekilde. Sabahtan akşama kadar madenden hiç çıkmıyor diyorlar.
– …
– Bizim Svetlana da hep onun yanındaymış. Kısacası bu boşuna değil.
– Kanay, boşuna değili vurgulayarak söyledi.
– Ne ki meslektaşlar. Üstelik Svetlana, o tarafın kazı yerlerini iyi bilmiyor.
Yeni bölge, yeni sorumluluklardı. Kendi jeologdu. Geçen aydan itibaren o birinci bölgenin, geçici markşeyderi[1 - Sovyetler Birliği Ülkelerinde kurulan madenlerde bir bölgeden sorumlu yetkiliye verilen ad. (ÇN.)] olarak atandı. Çünkü ondan başka uygun kimse yoktu. Üstelik “Svetlana birinci derecedeki markşeydermiş.” dedi.
Kanay savunarak “Yok, ben sadece düşüncelerimi söyledim.” dedi.
“Bayram olur, bayramın ertesi de olur.” deyimindeki gibi, çoktan beklenen Mayıs bayramı da geçti. 1 Mayıs öğleden sonra, sanki kutlamaların bitmesini beklemiş gibi, sağanak yağmur başladı. 2 Mayıs… Gökyüzünde tek parça bulut yok; tabiat yemyeşil renkte, ağın üzeri güzelleşmiş ve serin bir esinti vardı. İlkbaharın taze çiçeklerinin kokusu yayılmıştı. Irmağın akışının sesi vadiyi kaplamış gibiydi. Sağ taraftaki Oyon Serenin gölgesi, sanki güneyden başlayarak, tepeden aşağıya doğru yavaş yavaş kayıp geliyordu.
Biz Kırbanın tepesine öğleye doğru geldik. Sinek sesi bile yok. Geçen yıldan kalma uzun çimler ayaklarımıza dolanıyordu. Bu senenin taze otları, buralarda hala büyümemişlerdi. Arasıra rengârenk kanatlı minik kuşlar, ötüşerek yere doğru uzanmış ardıç dallarının arasında kaçışıyorlardı.
Biz erkekler ve kızlar olmak üzere on beş kişi civarındaydık. Aramızda “en yaşlımız” Svetlana idi. Boynundaki incecik şalını düşerken tutup göğsünü dolduran derin bir nefes aldı. Uzaklara bakarak:
– Ah, ne kadar güzel ne kadar muhteşem manzara!
Onun baktığı tarafa ben de bakıyordum.
Dağlar, dağlar… Uçları sivri, bir bakışta sanki acayip bir okyanus dalgalanarak gelip, dalgaları donarak kalmış gibiydi. Köpükleri de gökyüzüne sıçrayıp, evvelki asırlarla beraber habersiz kaybolup gitmiş devirlerin sesini duymak umuduyla beklentide kalmış gibiydi. Kırlar, bozkırlar, ırmaklar çırpınarak, akarak gökyüzü ile yerin bitişine kadar mütevazı devamlılığını sürdürmekteydi.
Ana Göl… Işıldayıp maviliğini sergilemişti.
Kırgız’ımın gururu! Kırgız yerinin incisi… Ben onu anlatamam, o güzelliğin karşısında çekinirim. Görmemişsen, gel görmeye. Eksik kalma. Geniş bir solukla havasından derin nefes çek. Göl kenarı, engel olan tat yok. Halk Göldür, Göl Halkıdır. Gölün rengi halkın düşünceleri: mavi, benekli, temiz. Gölün genişliği halkın cömertliğidir: Geniş ve derin.
Azim ilerleyerek, yakasınındaki düğmeyi çözdü, sağ kolunu yukarıya kaldırarak:
– Ege-e-ey!
– Ege-e-ey!
– Ege-e!
– Ee-e!
Yankı dağdan dağa çarparak belirsiz bir boşlukta içlenmiş gibi kayboldu.
Ben Azim’in kolunu sallamasına bakarken gözlerimi kapatıverdim. Kulağımdaki o peş peşe uzaklaşan, uzaklaşınca kısılan yankı sesini uzatıyordum.
Gözlerimi tekrar açtığımda:
– ?
Azim’in kaldırdığı kolunun şekli, bembeyaz kireç gibi gökyüzünde çizilip kalmış gibiydi. Ondan başka bulut bile görünmüyordu. Tek onun kolunu sallama huyu vardı. Azim aynı yerde, adım bile atmadan duruyordu. Benim orada gördüklerim içinde, ondan daha büyük, daha yüce hiçbir şey yoktu.
Hepimiz yemek yemeğe sofraya oturduk. Sanki düğün sofrasıydı. Getirdiklerimizin hepsi ortada: konserve, ekmek, içecekler… (arak – şarap) Bir sürü… Eğlence başladı. Öğle vakti akşama dönmüş, eve gitmek kimsenin umurunda bile değildi. Çoğunun neşesi yerindeydi. Sevinç, gürültü, kahkaha içinde, türkü şarkı söylüyorduk. Fark etmemiştik ama Kanay bayağı komikmiş. Kimsenin aklına gelmeyen oyunlar yaratıyordu, şaşırıyorduk.
Sadece Azim ile Svetlana açılmıyorlardı. Herkesle beraber gülüp neşeleniyorlarsa da çaktırmamaya çalıştıkları bir gizemleri olduğu belliydi. Özellikle bana. O ikisine dikkatle bakan, ayrıca Azim’i göz ucuyla takip eden, burada benden başka kimse yoktu. Ötekilerden ayrı, kendi kendilerince “ ayrılıp” durmaları beni karanlık düşüncelere sevk ediyordu: Bu nedir? Kanay’ın geçen dedikleri aklıma geliyordu:
“Bizim Svetlana da hep onunla beraberdi. Kısacası, bu boş işler değil…” Aynen, boş söylemler değildi sanki. Ama ne olursa olsun gerçekten onların hakkında hiç kötü düşünmüyordum. Şüphelerim anında dağılıyordu.
En son “Mendil saklama” oyununa geçtik.
Oyunun bayağı kızıştığı andı. Azim dolanıp koşarak gelip yazmayı benim arkama bıraktı ama esintiden dolayı o, Kanay’ın yanına düştü. Kanay anında yazmayı kaldırıp onun peşinden koştu. Azim pek de yetişmek için kaçmadı. Sadece:
– Üzgünüm, istediğim olmadı, değil mi? diye gülümseyerek hızlandı.
– Ne zaman istediğin olmuş ki?! Kanay bayağı ciddiyetle Azim’in sırtına birkaç sefer tokat attı.
Oyunda oturanlar bir şey anlamadan onlara bakarak kendi aralarında fısıldaşıyorlardı. Ben de hemen yerimden kalkıp Kanay’ı boğmak istiyordum. Svetlana da hissetti sanki bana göz ucuyla bakarak, hafif başını sallayıp işaret verdi…
Azim Kanay’a hiçbir şey demedi. Ne kızdığını ne de sinirini belli etmeden geri yerine gelip oturdu.
Çok geçmeden oyunu da bitirdik. Bu olaydan sonra devam etmemizin bir anlamı kalmamıştı. Azim’in bölümünde çalışan iki delikanlı Kanay’ı sıkıştırmaya başlamışlardı. Azim onların yanına gelip:
– Delikanlılar, yapmayın. Ne gereği var. Eğer bir sıkıntısı varsa biz kendi aramızda konuşuruz, dedi.
İlçeye gelene kadar Azim ile Svetlana işle alakalı bir meseleyi konuşup durdular. Bazen tartışıyorlardı. Anladığım kadarıyla Azim’in bölümünde bir takım sıkıntılar vardı.
Azim bizimle vedalaşırken “Doğrusu, bu mesele üretim toplantısında konuşulacak gibi.” dedi.
O gün ne olduğunu anlayamadım. Tam o gün, bizim son dersimiz vardı. Gece okuyanlar çok değildik. Toplam 20 kişiydik.
Zil çaldı, “Büyük sınıfa” müdür, öğrenci işleri müdürü ve daha birçok öğretmen girdi. Sessizlik oldu.
Müdür oturduğu yerden kalkıp:
– Vay vay, şunların sessizliğine bak. Şu okumayı tekrarlatsak mı, acaba? dedi şakalaşarak.
Bu bizim için son dersten ziyade daha çok muhabbete benzedi.
Herkes düşüncelerini söyledi. Öğretmenlerimize sınavlarla ilgili merak ettiklerimizi sorduk. Nasıl olacak, Eğitim Kurum Başkanlığı’ndan katılacaklar mı? Müdür bey:
– Ondan niye korkuyorsunuz? dedi. Önemli olan hazırlık derslerinizde başarılıysanız, Eğitim Kurum Başkanlığı değil, ta merkezinden gelsin, yine de kolay şaşırmazsınız! Evet, önemli olan hazırlık, hazırlık…
Sınıfın içi konuşma ve uğultuyla doldu. Ben kenarda oturuyordum. Pencereye baktım. Dışarısı kararmaya başlamıştı. Sanki biri bakıyordu. Kim olduğu pek görünmüyordu. “Azim mi?” diye düşündüm. Hayır, o bahsedilen toplantıdadır.
Tam o an öğrenci işleri müdürü sınıfa:
– Çocuklar, aranızda tek bir tane kız var. Mm… Ben ona şöyle bir soru sormak istiyorum, dedi. Kanimetova, okulu bitirdiniz. Diploma elinizde…
Birisi sözünü kesti:
– Öğretmenim, okulu bitirdik de ama diplomayı elimize aldığımız… Kim bilir…
Oturanlar güldüler.
– Kim bilir ki… Müdür beyin de dediği gibi bu iyi hazırlanmanıza bağlı. Şimdi, kızım sen nereye gitmeyi düşünüyorsun? Hangi üniversiteye?
Ben hemen cevap veremedim. Doğrusu, aklımda bir şey yoktu. Matematik… Başka derslerde yardım ederken Azim bazen soruyordu. Ben de susarak omuzlarımı kaldırıyordum. O: “Hayır, Camaş, şimdiden düşünmen lazım. Eğer istediğin bir okula gitmezsen, sonra pişman olursun.” diyordu.
Oturduğum yerden kalkıp:
– Bilmiyorum, öğretmenim, dedim.
– Nasıl bilmiyorsun?
– Üniversiteye gitmek için çalışmak lazım.
– Çalışıyorsun ya.
– Öyleyse de stajım yetersiz.
– Şimdi… Stajı olmayanlar da kazanıyorlar. Sen kötü okumadın. Bir senedir yerin altında çalıştın. Bu az bir şey değil.
– Doğru diyorsunuz, dedi müdür bey ona dönüp.
Bayağı oturduk.
Sonunda öğretmenlerimiz bize şans dilediler.
Bizim oturduğumuz sokağa döndüğümde karşıma Kanay çıktı. Galiba pencereden bakan o idi:
– Bitirdiniz mi? dedi.
– Evet.
Yanımda yürüyordu. Bana yaklaşınca ben yolun kenarına çekiliyordum. Aklında ne vardı bilmiyordum.
Postane göründü. Onun önündeki elektrik direğininin lambasının aydınlığı etrafa yayılmıştı.
– Ağabey, siz bu tarafa gitmiyor muydunuz? dedim, taşla döşenmiş ince yolu göstererek.
– Camal, sevgiyle söyler gibi. Müsaade edersen, evine kadar yolcu edeyim?
– Teşekkür ederim, ağabey. Bir senedir kendim gidebiliyorum.
– Diyeceğim vardı.
– Diyeceğiniz mi? Söyleyin.
Kanay sanki leylekler gibi konuşmadan, gözlerini yere dikmişti.
– Dinliyorum, ne diyecektiniz? diye ona baktım.
– Camal… Camal… Ben… Ben, seni seviyorum.
– Seviyorum? Ha ha!
– Neden gülüyorsun?
– Neden gülmeyeceğim?
– Ben seni önceden, Azim’den de önce seviyordum. Ama…
– Kanay, ben onu ilk defa adıyla çağırdım. İlk defa “sen” dedim. Birincisi, Azim şimdiye kadar o konuyla ilgili hiçbir şey demedi. Sadece sana söylediyse onu bilmem. Eğer seviyorsan, bu zamana kadar neden demedin, bildirmedin? Yoksa biri engel olup yolunu mu kapattı?
– Evet. Azim. Bana, benim işime, sevgime tuzak kuran odur. Bundan dolayı ondan nefret ediyorum, ondan dolayı… Sonunda olacağı varmış, istediğimi kazandım. Şu andan itibaren kimse ikimize karışamaz. “Camal?” O bana doğru adım attı. Ben de geriledim. O andaki yüzünün ifadesi değişikti.
“…İstediğimi kazandım.” Nedense bedenim yorulmuş gibi oldu. Kanay’ın karşısında durmak istemiyordum artık. Hemen dönüp yoluma devam ettim. O da peşimden gelmedi. Dalgınlıkla olduğu yerde kaldı.
Bulanıklık içinde geçmişi hatırlamaya çalışıyordum. “Hayır, hayır! O hiçbir zaman sevmedi. Onun zihni sevmeye kalkmaz. Aklında başka bir şey var. Tüü!”
Dayımla yengem beni bekliyorlarmış. Çocuklar uyumuş.
– Ne oldu, kurban olduğum? Geç kalmazdın…
– Bugün son dersimizdi, yenge. Sonra öğretmenlerimiz toplantı yaptı, dedikten sonra çantamı pencerenin kenarına koydum.
– Aa… Dayın da şimdi geldi. Yüzünün rengi solmuş? Bir yerin mi ağrıyor?
– Hayır, hayır. Öylesine…
Yengem kendi kendiyle konuşarak ileriye gidip, yeleğini getirip bana örttü:
– Bu akşamki esinti iliğine kadar işler.
– Deme ya! Şu kızın gerçekten üşüttü gibime geliyor? dedi dayım, ayaklarının üstüne oturarak. “Sıcak çay içir.” dedi. Ben yeleği sıkıca sarıp sofraya yaklaştım. Çay içtikten sonra yengem:
– Ee, babası sen konuş, dedi.
– Sizin toplantı da bayağı uzadı?
– Tabii ki… Birinin hakkında sonuca varmak kolay değil. Dahası toplantı konusu bayağı ciddiydi.
– Mesele neydi, dayı? Ben ona döndüm. Aklımda…
– Madenin kalitesi hakkındaydı.
– Genel olarak mı? Yoksa…
– Tabii. Ama birinci bölüm, özellikle onun başındakilere kötü oldu.
Başka soru sormadım. Nedense bana her şey anlaşılır geliyordu, her şey daha önceden belli olduğu gibiydi. Azim ile Svetlana daha geçenlerde, gece gündüz demeden bu işle alakalı koşuşturuyorlardı sanki.
“Boş yerden değil…”
Ben odama gelip başköşeye geçtim. Dayımlar hâlâ konuşuyordu.
– Kalitesine ne olmuş? diyor yengem.
– Ne olacak… Ondan bir şey anlıyor musun sen?
– Anlamasam da… Yaa! Erkek etrafından gördüğünü, duyduğunu anlatır diyorduk.
– Of, kısacası, o delikanlı bölümün başkanı olduğu zamanlardan, oradan üretilmiş madenlerin kalitesi, içeriği diyorlar ona da yüzdesi de düşüktür.
– Aşk olsun! Ne zaman okumuş bilmiş oldun, basit dille anlatsan.
– Öyle yaparsın, ha. Kısacası, dediğim gibi çok kötü ettiler o delikanlıyı.
– Kimi?
– Öteki delikanlıyı.
– Öteki delikanlı kim ya?
– O “Mühendis delikanlı”
– Ay, yavrum… Azim’i mi?
– İkisi fısıldadılar.
– He, sonra ne oldu?
– Ne diyecekler, galiba görevden alacaklar. Markşeyderi kızı da. İkisi de sebebini anlatamadılar. Yetenekli, becerikli delikanlıya benzetmiştik, gençlik hatasıdır umarım veya tecrübesi yeterli değildir. Yoksa Nujdov başkan iken her şey yolundaydı. Bir şey daha, o Kanay dediğimiz delikanlı…
Onlar gene fısıldadılar.
– Aferin. Etkili konuştu. Sanki taşa duvara vurmuş gibi. Çaktırmadan herkesi o mu geçecek?
Artık ben onun hakkında hiçbir şey duymak istemiyordum. Yatağıma yattım. Onun akşamki duruşu, şekli, tuhaf, tiksindirici bakışları, gözlerimin önünden gitmiyordu, söyledikleri hâlâ kulağımda tekrarlanıp duruyordu: “Ondan dolayı ondan nefret ediyorum, ondan dolay… Sonunda… İstediğimi kazandım.” “İstediğimi kazandım.” Nasıl acaba? Düşünmeye çalışıyordum. Henüz kendi soruma kendim cevap bulamıyordum. Ama nasıl?
Sınavlara hazırlanmak için bize izin verildi.
Ertesi gün sonuçları öğrenmek için, Maden Başkanı’na gittim. Az bekleyiniz, dedi müdürün sekreteri, bir acele ile hepsine bir imza atsın.
“Hepsine nasıl olurmuş?”
Engel olmamak için, dışarıya çıktım, ileride gölgedeki banka oturdum. Kendi bölümümüze girmedim. Çünkü orada Kanay da vardı.
Çok geçmeden o sekreter kız:
– Kanimetova, Kanimetova! Gelebilirsiniz, dedi. Tamam, bitti.
Anında koşarak girdim içeri. Seçim sonucunun fotokopisini elime verdi. Alır almaz ona baktım. Ama sonuna kadar okumadım… “Demek ki dayımın dedikleri doğruymuş da? Demek ki…”
O açık pencereye doğru baktım:
– !
Azim, başında kasketi yok. Saçları hafif yel esintisinde havalanıyor, yeleğinin önü açık. Birini bekliyor gibi yavaşça adım atarak başını yere eğdi, önüne doğru bakıp hızlandı.
Azim perişan görünüyordu. İçim acıdı. Görüşmeyeceğim, görüşmem dedim. Kapıdan çıkıp, tam merdivenden inerken, karşıma çıktı. Uçarak mı geldi? Gözleri yorgun, yüzü soluktu. Canı sıkılmış görünüyordu. Bir anda yüzü güldü:
– Oo, Camaş? Nasılsın? dedi.
– Maalesef zamanım yoktu. Sınavlara az zaman kaldı. Başladın mı hazırlanmaya?
– Evet, hafifçe kafamı salladım. O tamamen işinden ayrılacaksa bundan sonra hiçbir zaman göremeyeceğimi, karşılaşmayacağımı sanıyordum.
– İznini ne zaman başlatacaklarmış?
– İznimi mi? Ben elimde tuttuğum katlanan kâğıdımı ne yapacağımı bilmiyordum.
– Eee… Bu neymiş? Buyruk gibi? Bakayım? O elini uzattı. Ben vermek istemiyordum. Ama kırılır… Uzattığı elini havada nasıl bırakırım. Yüzümü çevirip kâğıdı uzattım.
Azim sesli okumaya başladı:
– “Buyruk No 29…” Sonunda okuyup bitirdi, kısa süre ses çıkarmadan durdu, sonra:
– Evet. “Elin ile yaptığını boynunla çekeceksin.” mi diyorlardı?
– Suçunuz olmasa da mı?
– Suçumuz var mı yok mu, o ayrı bir konu. Demek ki ortada büyük bir inatlaşma var. Hiçbir şey diyemezsin.
– Azim buyruk kâğıdını bana geri uzattı:
– Bana karşı yaptıkları tamam da, dedi üzülerek.
– Ne karar vermişseler de Svetlana’nın hakkında verilen karar yanlış oldu. Onun suçu ne? Hayır, bu böyle kalmayacak. Er ya da geç doğruluk galip gelecek Camaş, doğruluk…
Azim geç kalmadı. Dediği vakitte geldi. Bizim sınıfın en son sırasına oturduk. Pencerenin önü de aydınlıktı.
– Ee, başlayalım mı? dedi Azim şakayla. Bakalım, yanlış olanlar hangileriymiş?
Ben ona göz ucuyla bakıyordum. Evet, sanki yıpranmış gibiydi. Yıprandığından mı bilinmez; kaşları, gür saçları, beyaz tenli yüzünden daha siyah görünüyordu.
Sıradaki sınav fizik dersinden olacaktı. Önceden de Azim bayağı yardım etmişti. Özellikle zor olan fen bilimleri derslerinde bayağı yardımı oldu.
Ben kitabımın sayfalarını karıştırarak:
– İşte burası… Aa evet ya, şu Makswell’in teorisiydi bu da…
– Ben sırayla sayfaları açıyordum. Buraya kadardı. Son nükleer fizik! Ben durdum. Azim bana yaklaşarak oturdu. Ben yerimden hareket etmedim. Azim her zaman yaptığı gibi genel olarak konuların hepsine baktı. Sonra acele etmeden bana anlatmaya başladı.
Benim için onun öğretmenden hiçbir farkı yoktu. Acele etmiyordu. Kullandığı kelimeler basit, anlaşılır. Anladığımı veya anlamadığımı sanki o benim gözlerimden görüyor gibiydi. Ayrıca dudaklarımı ısırmaya başladığımda, kalkıp tahtada yazarak, çizerek en baştan anlatırdı.
Gerçek şu ki Azim’e şaşırıyorum. Müzik, edebiyat, teknik bilimler olsun, her şey hakkında bilgisi var. Geçen dağa gittiğimizde de Panama Barajı’nın nasıl yapıldığı, Verdi’nin “Aida” operasını nasıl yazdığı, onu bırakalım “Kanguru”nun neden kanguru olarak adlandırıldığı hakkında uzun uzun konuşmuştu.
Bilmem, belki sadece bana öyle görünüyor? O da herkes gibi bir insandı. Nasıl her şeyi düzgün ve parlak olsun! Onun da karakterinde benim fark edemediğim eksikleri vardı.
Her şeyini bilmek için hep onun yanında ve sürekli onunla beraber olmam lazımdı. Bir de bu aşk dediğimiz şey de sevdiğinin çirkinliklerini bir gölgelikte bırakıp sadece gülümseyen yüzünü görüyormuş gözler, ruhunu sahipleniyormuş.
Azim bana anlatıyordu. Önce zor görünen sayı ve hesapları şimdi daha iyi anlıyordum.
Ben ona hiçbir zaman teşekkür etmedim, ne işe girdiğimde ne de şu derslerimde yardım ettiğinde… Benim basit bir teşekkürüm onun her zaman bana zamanını ayırıp, sabırla elinden gelen yardımını edip, akıl vermesinin yanında çok az olurdu. “Camaş” dediğinden fazlası yoktu. Kim bilir, belki kardeşin bile bu kadar zahmet etmezdi. Karşılaştığımızda işimle ilgilenir, okulumu merak eder; o ne ki evdekiler bana nasıl davranıyorlar, kalbimi kırmıyorlar mı diye kaygılanırdı. Ben ondan hiçbir şeyi gizlemezdim. Merak ettiği her şeyden haberdar ederdim. Diyemediğim, kimsenin bilmediği, sadece kendime söyleyebildiğim, kalbimin derinliklerinde sakladığım sevgimdir. İlginç… Bazen o, benim içimdeki sezgiyi, ruhumu kurcalayan isteğimi açıklamaya cesaret etmesem bile, anlıyor gibime geliyordu. Üzülsem onun da kaşları çatılıyor; sevinsem her şeyini unutup tıpkı çocuk gibi alkışla, benimle beraber kahkahayla gülerdi.
Sanki onun yaşamında, işinde canını sıkan eksikler yok muydu? Hiç mi üzülmezdi? O kadar uzağa bakmayalım, sadece o olaya ne kadar üzmüştür? Ama belli etmiyordu. Bazen her zamanki gibi güler yüzlü, gönlü açıktı. İlk geldiği günden beri nöbet başkanı olarak çalışıyordu.
– Ben… Ne kadar hazırlansam da onun ismini söyleyemedim.
– Ben size çoktan rezil olmuştum.
Azim’in gözleri kocaman açıldı.
– Kendi işleriniz ile ilgileniyorsunuz, zorluklarına bakmadan.
Ben ona acıyarak baktım.
– Zorlanmaktansa… Boş ver Camaş, iştir. Öyle durumlar olur.
– Ben hiç anlayamıyorum. Sizi önceki görevinizden neden çıkardılar?
Azim üzüldü. Yüzünün solup moralinin bozulduğunu ilk defa gördüm. Hâlbuki bu halinde bile sabır ve metanet vardı.
– Neden mi? Şu madenin kalitesinin azaldığını söylediğim içindir. Tövbe… Haa bak… Kanay yazmış. Azim göğüs cebinden uzun katlanmış bir gazeteyi çıkardı.
Emgekçil (Emeklenenler) adlı ilçe gazetesiymiş. İkinci sayfasını açıp önüme doğru kaydırdı. “Umurunda olmayanların sonu bilmezliktir.” Bayağı kapsamlı bir makaleydi. Sonunda da “Bölümün jeologu K. Şarşegaliev” yazısı vardı. Aşağısında alt bilgi olarak yazı kurulu tarafından: “Makale birçok düzeltme ve kısaltmalardan sonra yayımlandı.” bilgisi verilmiş. “Kısalttıktan sonraki bu kadar ise Kanay bayağı zahmet etmiş” dedim içimden. Makalede çok sayıda gösteriler, tespitler belirlenerek: “Ön planın belirtilerine göre kazılan madenin kalitesinin değeri yüzde on yediye inmiştir. Bundan dolayı maden, tonluk ölçülerde değerli metalleri eksik üretiyordu. Malzemelerin tekliği geçen döneme göre, bayağı yükseldi. Pahalanmasının sebebi de o özlü olan kurallara uymamaktır. Örnek, sırf sertleştirmede kullanılacak altyapılar yirmi üç kup dağ madenini doğru getirmediğindendir, o boş harcamalara uğramıştır. Bu toplam belirtilen eksiklerin yoldaş Kurmanov’un umurunda olmaması, sadece işini bilmediğinden dolayı değil, bunu bilerek yaptığı da akla gelir.”
Kendi kendime üzüldüm: “İnsan bu kadar ileri gidebilir mi?”
“Kurmanov sadece maden üreticiliğine zarar vermekle kalmamış, madenin ve başka bölümlerin çalışanlarına da kanun üzerinden şikâyetlerini söylemiş.”
Ben ondan sonrasını okumadım bile. Boş baktım ve sustum.
Makalede: “Bu mesele bu neticeye geldiyse artık durmaması lazımdır. Yoldaş Kurmanov Sovyet mühendisi yüksek unvanına denk değil ve sorgulanması şarttır. Kısacası o üretimden ayrılmalı, en önemlisi de Sovyet partisinin açıkça cezasını almalıdır.” diye şikâyetle sonlandırılmış.
– Nasılmış, Camaş? Fena yazılmamış, değil mi?
– Öyle şeyleri uydururlarsa da öncelikle incelemeleri lazımdı.
– Bu incelendikten sonra baştan sona kadar tespit edildikten sonra yayımlanmış. İlginç değil mi? Ben de anlamıyorum, Camaş. Hiçbir şey anlayamadım. Yakın zamanda yüksek kurumdan da gelecekler varmış. Azim parmaklarıyla masanın üstünü (…) susarak kalakaldı.
– Şimdi nasılmış madenin gösteriş oranı?
– İyi, sözün kısası bu bir sır gibiydi. “Her şeyi yapan sen, senin sunumunun sonucu.” dediler. Şimdi de aynı denemelerde kazılıyordu. Doğrusunu söylemek gerekirse öncekine göre daha çok üretiliyordu.
– İlginç, birileri ihanet etmiş olmasın? Kanay diye direk söylemeye çekindim. Eğer kötülüğü düşünürsek, sadece Kanay’dır. Ondan başka kim yapar?
– Ne ihaneti. Svetlana bütün numuneleri tekrar çevirdi. Her şey yerinde: jeolojik kesintiler, laboratuvar tahlili… Bırak, şüphelenecek bir şey yok. “Hainlik…” Azim şakayla “Hainlik yapıp belki son numuneyi bilerek yanlış almak lazım.” dedi.
Nedense, sanki o da bir şeyden şüphelenmiş gibi, kalbim güm güm ederek geçmiş günlerden bazı şeyler hatırlıyordum.
Yapacak bir şey yok, sanki Kanay benim hakkımda dayıma bir şeyler demişti. Henüz dayımın onun hakkında ne düşündüğünü bilmiyordum. Bazen:
– Kötü bir delikanlıya da benzemiyor. İyidir, iyi delikanlı, diyordu. Tek bir şey…
Cümlesinin sonunu getirmeden sessizliğe büründü. Aklında ve yüreğindeki o “tek bir şey…” onu kaygılandırıyordu. Hâlbuki yengeme az olsa da bir şeyleri anlatırdı.
Avlunun kapısından dayım girdi. Ben saçlarımı açıp, yeniden yıkamaya hazırlanıyordum.
Dayım katlanmış bir miktar parayı yengeme uzatarak “Al!” dedi. Sinirliydi. Öbürü parayı da elinde buruşturarak:
– Bu ne parası? dedi. Nerden aldın? Maaşa daha çok zaman var?
– Ee, verileni alıver.
– Alırım tabii… Hey, senin niye sirken su kaldıramıyor gibi, ha? Normalde ona başkaldırmayan yengem, bu sefer dayanamadı:
– Adama bak! Ben nerden bileyim, belki birini kemik oyununda yendin falan…
– Dur dedim! Benim ne zaman kumar oynadığım vardı? Ödül para buymuş. Ne zamandır bir geri zekâlı yüzünden tartışma içindeydik, iki tarafın hangisinin haklı olduğunu bilmeden…
Dayım eve girdi. Yengem bana bir göz atıp dayımın peşinden gitti. Ben saçımı ne topladım ne de yıkamaya kalktım, tarak yere düştü. Dayıma şaşırıyordum. Bu güne kadar böyle tersliğini ve kaba konuşmalarını ilk defa duydum. “İçkili mi?” Hayır, o içki içmiyor ki.
“Bir geri zekâlı yüzünden…” Nedense o, bu sözle bana laf soktu gibi geldi. “Geri zekâlı…” Kulağım çınlayıp, damağım kurumaya başladı. O arada evden dayımın sesi geldi:
– Ya sana bugün ne oluyor? Düşünür müsün az da olsa…
Dayım kendi düşüncesinden vazgeçecek değildi:
– O çocuktur, çocuk! Onunla konuşmamız ve ona anlatmamız lazım. Önemli olan sadece insanın yüz güzelliği ve okumuşluğu mu?
Öyleyse. Azim, Azim… Kanay ondan güney, kuzey kadar daha önde!
Ben kulaklarımı ellerimle kapatıp oturdum. Nefesimi tutup bakışlarımı yere diktim. Geçen Azim ile ikimiz görüştüğümüzde, onun “şaka” sözü aklımdan çıkmıyor, doğru cevap da bulamadan kendimi kabahatli buldum: Neden? Belki de…
Bu benim için bir bulmacayı çözebilmek gibiydi. Şimdi de dayım… Yok! Ben artık dayanamam! Dayandım, ezildim bittim! Her neyse…
Akşam olup, hava kararmaya başlamıştı. Yerimden hemen kalkıp, ileri tarafa doğru koştum. İlk önce nereye, kime gittiğimi de anlamıyordum. İki tarafıma bakmayı bile düşünmüyordum. O an hiçbir şey umurumda değildi. Sadece üstümdeki gökyüzünü, yerdeki toprağı fark ediyordum. O gökyüzü gibi temiz, toprak gibi güçlü bir dürüstlüğü arayıp bir bilsem diyorum.
Bu eğlence sahası, ondan sonra okul… Delirmiş gibi hangi tarafa gideceğimi şaşırıp, bir o yana, bir bu yana koşuyordum; sonra sokağın sol tarafındaki çatılı eve doğru döndüm.
Kapı çalmak o ara aklıma bile gelmedi, direk içeriye girdim. Svetlana, bir şeylere bakarak tek başına oturuyordu.
– Camal? Sen misin? Hayırdır! O şaşkınlıkla bana doğru acelece yürüdü.
– Evet…
– Ben iki elimi arkama saklayarak kapının eşiğine dayandım. Gülümsemeye çalıştım ama gülemedim. Svetlana şimdi bana yaklaşmıştı, gözlerime bakarak:
– Yok, Camal. Senin bir diyeceğin var, Gel şöyle geç? O, bana sandalye çekti.
Ben yavaşça sandalyeye oturdum. Svetlana bardağa soğuk suyu doldurup:
– Yorulmuşsun. İçiver? dedi.
Ben onu alırken, duvarda asılı küçük aynadan kendimi gördüğümde korktum; saçlarım dağınık, yarısı arkamda, yarısı omzumdan göğsüme kadar sarkmıştı. Bezmiş gibi dudağım dudağıma dokunmuyordu. Burnum iki tarafından sıkılıp kalmış, sanki gözlerim kan çanağına dönmüştü.
Biraz kendime geldikten sonra:
– Evet, şimdi konuş. Ne oldu? dedi Svetlana merakla bakarak. Ne, Kanay mı?
– Kanay? Haa… Evet, Kanay… dedim ben nefesim kısılarak. Bence o.
– Camal, daha açık konuşur musun? Bir şey mi dedi, yoksa…
– Yok, yok.
– Tamam?
– Bilmiyorum, Sveta. Henüz… Benim düşünceme göre sen de Azim de kabahatli değilsiniz. (Hâlbuki “siz” demekten vazgeçerek nasıl da “sen” demeye geçtiğimi fark etmedim) Boş yere yandınız.
– Nasıl yani? O artık geçmişte kalan iş Camal. O konuyu tekrar konuşmanın bir faydası yok.
– Öyle diyelim… Konu namus değil mi? Belki benim düşüncem yanlış çıkar. Ne zamandır bazı düşüncelerden kafam karıştı. Svetam, o kalite tespiti madenin kalitesinin delili. Numunenin de alakası var mı?
– Derken?
– Nasıl desem… O kitapta yazılan kurallara göre değil, farklı alınmışsa.
– Öyle bir şey olamaz. O zaman o kuralları, ölçüleri yaratmanın ne anlamı vardı?
Ben ondan sonrasını dinlemedim bile. Sveta’nın bu sorularına cevap olarak Kanay’ın geçenlerde bölümde söyledikleri kulağımda tekrarlanıyordu: “Ee, kitap diye. Kitap bilim insanların kendileri içindir. Üretimde onlar lazım mı? Orada öyle yazılmış, böyle yazılmış diye, fazla yükü kaldırmak kimin hoşuna gider?”
“Fazla yük…” Peki, sonra Azim görevinden alındıktan sonra, niye o fazla olmaya devam etmedi?
Ben her şeyi, hepsini gözümün önünden geçirdim: Oo?!
Sevincimden mi bilmem ama kendimi tutamadım. Ağlamayla karışık, ne gördüysem ve ne biliyorsam tamamen Svetlana’ya anlattım. O, ilk önce pek aldırmadı, dikkat etmeden oturuyordu. Sonra zaman zaman alnı kırışıp, bir de kaşları çatılıp, vakit geçince canlanmaya başladı. Ben son sözümü söylemeden…
– Camaş! dedi o, oturduğu yerden hızla kalkarak. Gözleri parlayıp yüzü gülümseyiverdi. Her şey anlaşıldı. Teşekkürler sana. Hadi, Camaş, Azim’e gidelim. Odasındadır. Bugün toplantı var. Üretim ofisinden ve bu ilçeden gelecekler demişlerdi. Orada tam bu işin konusunu konuşacaklardı…
Ertesi gün toplantının sonucu her tarafa şimşek çakmış gibi yayıldı. Azim’i sevemeyenler bile yok ama çoğunluk pek memnun kaldı. Kanay ve Kanay’ın tarafını tutanlar, kalpaklarını aşağıya doğru indirip, utancından sokağa sığamıyorlardı.
Dayım Azim’i suçladığı için pişman olmuştu.
Bana hiçbir şey demezdi. Yengem (anne mi desem?) önce nasılsa aynıydı; sevgi sözünü, verecek yemeğini şaşırıp, ağzını açıp öpmüş, gözünü açtığında ben sanki gördüğü ilk göz ağrısı olduğum gibi kendini aşıyordu. Ben de ondan beter ona hayrandım. Hiçbir şeyimi gizlemiyordum, gizleyemezdim.
Eve girer girmez boynuna sarılıp:
– Yenge size bir… Haber vereyim mi? dedim.
– Söyle, yavrum.
– Azim’i genel mühendislik görevine vereceklermiş.
– Ay, kurban olduğum… Hayırlı uğurlu olsun. Kimden duydun onu?
– Sveta’dan
– Hangi, o Rus kız mı?
– Evet.
– Ya, Cakin, o kızı bir ara eve getir. Olur mu?
– Tamam yenge. Neden olmasın.
– Sonra… Azim’le kendin görüşemedin mi?
Ben nedense utandım. Bildim bileli o Azim’in ismini ilk defa söyledi. Önceden hep “Mühendis delikanlı”, “O delikanlı” diyordu. Onu daha yakın gördüğü için “Azim” dedi gibime geldi, sanki ona olan sevgisi arttı.
– Evet. Görüştük. Yenge, bakar mısın? Ben tedirgin oldum.
– O, “Genel mühendislik görevini sonra da onaylattırırım. Sen işinden istifa et, şehre götüreceğim.” diyor.
– Götüreceğim derken… Nereye?
– Yengem sorgulu bakışlarını bana dikti. Onun bu bakışında hem sevinç hem de bir yandan üzüntü var gibiydi.
– Taa başkente, Frunze’nin (Bişkek) kendisine. Okumaya götüreceğim diyor.
– Haa okumaya mı?
– O, sadece bir şeylerden şüphe duyarak kafasını salladı.
Benim aklımda da… Yengemle ikimiz birbirimizi sanki sessizce de anlayabiliyorduk.
Aradan üç gün geçti. Ben derin uykudaydım.
– Camal… Cakin, dedi biri beni uyandırarak.
– Efendim?
– Kalk, kurban olduğum. Azim geldi. Araba bekliyormuş…
– Yengem, gözüm anında açıldı. Dışarısı daha yeni aydınlanmaya başlamıştı. Evin içerisi daha yarım karanlık içindeydi. Girişteki odada dayım ile Azim oturup konuşmuşlardı.
– Kurban olduğum, kusurum varsa gönlüne alma. Biz ney, biz sana…
– Dayımın bu sözleri, Azim’e değil bana iletilmiş gibi sezildi.
– Cakin, Cakin, kalktın mı, bereketim? dedi yengem mutfak tarafından. Gel…
Ben iç kapıyı yavaş açıp, dayımları fark etmemiş gibi dışarıya doğru yürüdüm.
İyi ki yeniden sabah aydınlanmaya başlamış. Venüs yıldızı ay tacının ucuna değer değmez pırıl pırıl parlıyordu. Serin, ta ileriden serin suyun şırıltısı duyuluyordu. “Nasıl, yani, ben bunların hepsini bırakıp tamamen gidiyor muyum? diyordum içimden. Gittiğim yer de neresi? Başka yer, başka insanlardı. Dayım ile yengem gibi bana destek olacak kimim var oralarda. Bir tek Azim…” Kısa bir süre kendimi tuttum. Hâlbuki tekrar içim gidiyordu…
O arada yengem evden çıkıp yanıma geldi:
– Eyvah, dünyana, dedi çenemi tutarak. Tamam, ağlama. Hangimiz yaşamamışız bunları…
Her neyse Allah’ım yolunu açık etsin, bahtını bağışlasın. Ondan başka daha neyi dilemeliyiz. Gel eve…
Sofraya dua edip kapıya doğru yöneldik. Dayım, sonra Azim… Yengem benim yanımda. Ben, uyku sersemliğiyle tepinirken nevresimleri üzerlerinden açılmış minik kardeşlerimi tek tek öptüm ve ayakta onlara bir müddet daha bakıp durdum. Kalbim ezilecek gibi… Kısacası zor ve hüzünlü bir vedaydı.
Şimdiye kadar dayımın çenesi titreyerek, yengemin kafasını benim göğsüme saklayıp, boğularak ağladığı hâlâ aklımda. Onlar bana: “Sağlam gidip sağlıkta ol. Her şeye dikkat et…” demişlerdi; iyi yolculuklar, mutluluklar dilemişlerdi.
Frunze’nin (Bişkek’in) akşamı ılık bir hava ile bizi karşıladı.
Benim çoktan beri hayal ettiğim, sanki istediğim gibi olmuştu. Azim yanımda, neşesi yerindeydi. Bana bundan başka ne lazım? “Seviyorum! Camaş, ben bir tek seni seviyorum” dedi mi? Yok. O fazlalık yapar. Daha ilk baştan bana olan davranışları, bana yaptığı yardımı onun sevgisinin temiz, gerçek sevgisinin ispatı değil mi? Vakit geçtikçe sabredemiyordum. Kalbim atıp kanım kaynıyordu: Ne zaman? Azim, canım, ne zaman sırını açıklayacaksın? Yük olmaktan biteceğim. Beni bu kadar eziyet içinde bırakma. Göğsüne sıkı sararak sev beni. Sevgi mi?
Evet, ne zamandır sessizce ruhumda sır olan dileğim de kabul oldu. O beni kucaklayarak alnımdan öptü. Henüz…
Ertesi gün ikimiz beraber Teknik Bilimler Üniversitesi’ne geldik. Evrakları teslim ettikten sonra dışarıya çıktık. Tam merdivenlerden inerken:
– Camaş, bir dakika… Biri gelecekti, bekleyebilir miyiz? dedi.
Ben gülerek ona doğru yaklaştım. O anda, bütün bünyem tuhaflaştı, bana bir şey oluyordu. Sarılıp onu sevmek istedim. Hayır sevemedim. Utangaçlık, kadına has olan utangaçlık beni engelledi. Keşke!
Etraf kalabalık. O arada önümüzden birisi:
– Oo, merhabalar. Eski bir tanıdık gibi samimiyetle, açık davranarak.
Biz selamlaştık.
O esmer, selvi boylu, güzel bir kızdı. Yuvarlak, kara gözleri sanki nur saçıyor gibiydi. Gizlediği neydi, açıkçası içim daraldı.
– Yanılmıyorsam… Bu, Camal değil mi? dedi o gülümseyerek.
Azim kolumdan yavaşça tutarak:
– Camal, dedi. Tanıştırayım sizi, Zıynaş, benim eşim olur.
“Zıynaş…” bu söz benim için, insan adı değil, sanki yaydan çıkan oktu. Ayaklarımın altından yer kaymış gibi oldu. “Zıynaş… Benim eşim olur. Azim’in bu dedikleri, sanki ta Ala Dağlar’dan gelen yankı gibi duyuluyordu.
“Hayda! Benim ne zamandır, alevlenip yanan tatlı hayallerime, nazik sezgilerime böylece, sanki buz gibi su serpilmiş değil miydi? Demek ki benim talihimde mutluluk denilen şey yazılmamış.”
Ben kendi adımı söyleyip elimi uzattım mı, uzatmadım mı bilmiyorum. Duruyordum, bedenim kaskatı kalmış gibi ağzımı açamadan şaşkınlıkla.
– Camal, dedi Azim, sonra beni yavaşça kendine doğru çekti. Bak, Camaş, vedalaşma zamanı geldi. Seninle ilk karşılaştığımızı hatırlarsın. O zaman seni görüp sözünü dinlediğimde, o sözünü kendime bir hedef koymuştum. Onların hepsi de sen ve senin geleceğin içindi. Ben elimden geleni yaptım. Düşüncelerim, muradım, maksadım ne kadar işe yaradı bilmiyorum. Sen daha gençsin, Camaş, çocuksun. Hayat, hayatın acısı da tatlısı da daha önünde. Her şeye dayan, alış. Mutluluklar dilerim, Camaş. Hoşça kal! dedi ve beni alnımdan öptü. Evet, bu onun beni ilk ve son öpmesiydi.
O kızla ikisi el ele tutuşarak uzaklaşıyorlardı. Ben hızla dönüp içeriye girdim. İki elimle kafamı sıkarak dar merdivenlerden yukarıya doğru gidiyordum. O da bitti.
Küçük pencereler, şehrin dört köşesi de gözümün önünde. Henüz doğruca uzanan sokaklar, yeşil bahçeler, o bahçelerin aralarından yükselen bembeyaz, güzel binalar, caddeleri fark etmemiş gibiydim. Fark edebildiğim tek şey yavaşça uzaklaşan iki insan görüntüsüydü. Ağlayıp sızlıyordum. Akan gözyaşlarım, yüzümü yıkayıp göğsümden aşağıya sızarak akıyordu.
Ondan sonra tam beş yıl geçti. Yükseköğretimi bitirip jeolog oldum. Hocalarımın dediklerine göre, Kırgız kızlarından ilk ben bu bölümü okuyup bitirmiştim. “Ben bunu kime borçluyum? diyorum kendi kendime. Sadece Azim’e! O olmasaydı, kim bilir bu zamana kadar nerede, ne durumdaydım?”
Şimdi yine o küçük pencerenin önünde duruyorum. Azim’in gittiği tarafa bakıyorum. Şimdi o yoldan geri gelirse ne! O zaman boynuna asılıp, öz ağabeyim gibi nefesimi içime derin çekerek, koklayarak öperdim. “Güvenini boşa çıkarmadım. Emeğin boşa gitmedi.” derdim.
Ben onu şimdi de seviyorum. Öncekine göre on kat, bin kat fazla seviyorum. Şimdiki sevgim sadece ilk sevdalık değil; insanı, doğru ve dürüst gerçekten, insanı sevmektir!
Azim her daim benimle beraberdir. Zorlandığımda destek, üzüldüğümde dayanak olmuştur. Ömrümdeki sönmez ışık, bitmeyecek umuttur. Şimdi nerelerde? Beni hatırlar mı, düşünür mü?
Acaba benim onu sevdiğimi biliyor muydu?

ANNE ŞEFKATİ
Hey, kardeş! Sana sesleniyorum. Yüz yüze oturup konuşmamamıza rağmen, senin bana baktığını hissediyorum ve hatta göz göze gelmiş gibiyiz. Kendime çok yakın hissediyorum seni
İçimdekilerin hepsini, hiçbir şey bırakmadan anlatmak istiyorum. Umarım anlayacaksın. Belki benden küçüksündür, belki de büyük…
Ne fark eder ki?
Kardeşiz. Hayatımız aynı.
Ben sana büyük konular ya da siyaset anlatacak değilim. Hayat, hayatta yaşananlardan söz edeceğim. Aklımdan ne geçerse onun hepsini dökeyim…
Anne babamı çok erken yaşlarda kaybettim. Ondan sonra bir sürü sene geçti. Sanki babam ile annemin hayali zaman geçtikçe siliniyor aklımdan. Keşke en azından bir resimleri olsaydı!
Evet, çok seneler geçti.
Albert ihtiyarın teorisini saymadığımızda tüm dünyada zamanın geçmesi aynı ki! Ya da ondan beri dünya bazen hızlı, bazen yavaş dönmeye başladı diyebilir misin? Öyle olsa da benim için günler bazen uzun, bazen çok kısa olarak geçmişti.
Tamamdır, hepsi geçmişte kaldı. Onları hatırlamakta ne fayda var? Acı verip, gözyaşı döktürmekten başka bir şey yapmaz. Başkalarını bilmiyorum ama ben bunlardan bıktım.
Anne, baba sözü eskimiyormuş. İnanıyor musun? Şu an bile anne, baba sözü kulağıma gelse kalbim acıyıp kendimi çocuk gibi hissediveriyorum. İçimden “Babacığım! Anneciğim!” diyorum. Keşke, o zaman birisi “efendim” dese…
Daha sözün başında kendisinden bahsediyor, kendisinin başından geçenleri anlatıyor diye düşünme. Söz; anlatacağım, hayatı benim hayatıma benzemeyen yine bizim bir kardeşimizle ilgili olacaktır.
İkimiz geçenlerde Moskova’da “Yunnost” otelinde buluştuk. Söylediğine göre o, okumak için gelmiş. Ben ise birçok genç ile “Uluslararası Öğrenci Merkezine” gidiyordum.
Benim hemşerim hem çok konuşan hem de güler yüzlü biriymiş.
Ayrılacağımız gün otelin yan tarafındaki açık verandada sohbet ederek oturduk. O bana ya çok güvendi ya da büyük diye saygı mı gösterdi bilmiyorum, kısacası kendisiyle ilgili birçok şeyi anlattı.
Maden ve madencilikteki birçok iş hakkında çok fazla bir şey anlatmadı. Galiba, “Kendisi madenciyse onları benden daha iyi biliyordur.” diye düşündü.
Özellikle annesiyle ilgili anlatırken onu kendi gözlerinle görmeni çok isterdim.
Anne demek, anne…
Onun anlattıklarını hiçbir zaman unutmayacağım, nasıl unuturum ki?
Hatta şu an bile o olay, kendi başımdan geçmiş gibi gözümün önünde canlanıyor.
Halktan saklayacak ne var, biz onu anlatalım. Hayat şahittir! Hepsi anlatsın. Anne ve çocuk da anlatsın.
***
Kışın soğuk günleriydi. Üstelik o sene kış çok soğuk ve uzun sürmüştü. O zamanlarda şu andaki gibi otobüsler yoktu. İkisi üstü açık arabayla gittiler.
Araştırma partisinin olduğu yer biraz sıcakmış. Öteki giriş yerinde bariyer inşa edilerek “pas sistemi” yerleştirilmiş. Silahlı askerler varmış. Bunları görünce Satımkul donakaldı. Bu görüntüler ona savaş meydanının bir bölümüymüş gibi geliverdi. Yutkunarak, sağ eliyle börkünü sıkıca basıp, uzaktaki kabine doğru yürüdü.
Kaliman ise biraz ev eşyası bulunan çıkının yanında kaldı.
Şoför, montunun yakasının üzerine sarılmış olan atkısını düzeltip, başını kabinden çıkararak:
– Mardca, nu! diye arabasını sürmeye başladı. Bu onun “Tamam o zaman, hoşçakalın.” demesiydi.
Araba düz yolda giderken oradaki dağa doğru yöneldi. Elindeki eşyasını kaybetmişe benzeyen yol üzerindeki kar, arabanın arkasından savrularak onun izini ararmışçasına tekrar yere düştü. Sonra Kaliman’ın ayakkabısına ve çorabına yapışarak ceketinin eteğini biraz uçuşturuverdi.
Satımkul kabinde çok uğraştı. Güvenliğe partinin yöneticisinin imzası olan kâğıdı gösterince güvenlik “Bu bir şeye yaramaz.” der gibi bir şey bile demeden, dudaklarını büzerek kâğıdı tekrar uzattı.
İşçi şubelerinin telefonu da hiç müsait olmadı. Satım-kul tereddüt etmeye başlamıştı.
Sonunda yöneticiyle konuşarak izin istedi. “Kabinden” fırlayarak çıkıp Kaliman’a yaklaştı. Aceleyle konuştu:
– Hadi gidiyoruz. Üşümüşsündür.
– Yürüyerek mi?
– Evet.
– Yükü kim kaldıracak?
– Hangi yükü diyorsun? diye Satımkul uzun uzun çizgileri olan, kırmızı dağarcığa sıkı şekilde bağlanmış eşyalara eğildi ve:
– Hadi omuzuma asıver, dedi ve bağlanan ipi tuttuğu halde diz çökerek oturuverdi.
Bariyerden sonra da çok uzakmış. Satımkul, yolun tam ortasında, sırtında ağır yükü taşımasına rağmen arada sırada sallanarak önde gidiyordu. Kaliman peşinden geliyordu, elinde valiz vardı. Belli etmese de kocasına acıyordu. Arada sırada:
– Satım, dinlensene biraz? diyordu. Satımkul cevap vermiyordu. Ağzından çıkan buhar sağ omzundan geçerek arkaya doğru uçuşuyor, kısa zamanda kaybolup gidiyordu. Börkünün sağ kulağını kapayan bağı ve yakası beyaz kırağı olmuştu.
Akşama doğru ulaştılar. Partinin ofisi tek katlı uzun yüzgecin altındaymış. İşçiler bölümünün yöneticisi avluda karşıladı onları. El sıkışarak selamlaştılar:
– Ha, Orazaliev siz mi? Merhabalar! Tanışalım. Ben Tarasov.
– Merhabalar. Evet, benim Orazaliev.
– İyi, bu eşiniz mi? diye Kaliman’a da elini uzattı:
– Merhabalar, çok yorulmuşsunuz. Hadi içeri giriniz.
Ofis çok darmış. Masa, onun beri tarafında iki üç sandalye vardı. Tarasov mum yaktı:
– Bizim durum böyle. Uğraşıyoruz işte. İkisi etrafına bakınıyorlardı:
– Hm, işte! Geçende mektubunuzu alıp, nasıl edip çağırmalı diye düşündük, dedi Satımkul.
– Yanılmıyorsam askere dağ madenleri meslek okulunda okurken gittim demiştiniz değil mi? diye sordu Tarasov.
– Evet.
– Kaçıncı sınıfta gittiniz?
– İkinci.
– Ha, asker unvanınız?
– Teğmen.
– İyi, hangi dağ madenlerini araştırmakta olduğumuzdan haberdarsınızdır herhalde? diye sordu Tarasov biraz suratını asarak.
– Tabi ki…
Biraz birbirlerini sınıyorlarmış gibi bakışıp sonra gülümsediler.
– Kardeş Orozaliev, affedersiniz. Bana göre araştırma ve kazılmış çukurlarda çalışmak sizin için zor olabilir, diye Tarasov biraz ciddiyetle konuştu.
– Evet, doğru diyorsunuz. Satımkul onun düşüncesini anlamış gibi cevap verdi.
Tarasov ince, kara kaşlarını kıpırdatarak masanın üzerine koyduğu sol elinin kıpırdayan parmaklarına biraz baktıktan sonra tekrar Satımkul’a destek vermiş gibi konuştu:
– Kardeş Orazaliev, size şimdilik sıradan bir iş verelim. Çalışadurunuz, sonra uygun olan işlere bakacağız. Ne dersiniz?
Ne diyecekti ki. Satımkul bunu kabul etti.
Tarasov “yönetici arazinin” müdürüne mektup yazdı ve Satımkul’a verdi:
– Yarın telefonla arayacağım. Şimdi kalacağınız yer var. Ancak, çok konforlu değil, diye gülümsedikten sonra konuşmasına devam etti:
– Size bir şey olmaz da… Yengemize uyar mı acaba? Hadi o zaman size göstereyim.
Yüzgeç evlerinden sadece beş altı tane varmış. Onların yanından geçince biraz uzaklıkta sırasıyla kurulmuş çadırları gördük. Dörtgen şeklinde, küçücük pencerelerinden ateşin aydınlığı görünüyordu. İnsanların konuştukları duyuluyordu.
– İşte geldik, dedi Trasov ve:
– Bizim Ceniş Sokağı dediğimiz işte bu, dedi.
Tarasov ortada yerleşen çadırın kapısını açıp:
– Merhabalar! Sizlere yeni komşu geldi, karşılamayacak mısınız? diye şaka yaptı. Çadırın içinden:
– Oo!
– Nerede?
– Kimmiş o? diye sesler çıktı. Hemen iki üç kişi dışarıya çıkıverdiler. Karanlıktan suratları iyi görünmüyordu. Aralarında bir kadın vardı.
– Niye duruyorsunuz? Hadi eve girelim? deyiverdi onların birisi.
– Teşekkürler, teşekkürler şimdi… diye Tasarov Satımkul’u kolundan tuttu ve:
– Arkadaşlar öncelikle komşunuz evini görsün.
– Ev nereye kaçacak ki? Olsa olsa beşinci çadır olacak.
– Soğuk…
– Hey, karanlıktır belki. İra, bizim öbür mumu getirsene. Petrolü var mıymış? dedi sesi kalın birisi.
Hepsi konuşarak beşinci çadıra girdiler. Mumun aydınlığı biraz sönüktü. Üstelik çadırın içinden de çürümüş ot kokusu geliyormuş gibiydi. İki tarafında iki tahta vardı. Girişinde bir demir hurda yatıyordu. Az önce dedikleri gibi karanlıktı, soğuktu. Soğukluğu dışarıdaki soğukluktan farksızdı. İra bu evin yeni sahiplerine baktı. İkisinin de suratları biraz solgunlaşmıştı, ses çıkartmıyorlardı. Üstelik hepsi yas tutuyormuş gibi sessizlerdi. İra çevreye bir baktıktan sonra:
– Nasılmış? dedi. Satımkul göz ucuyla ona baktı ve hafif gülümsemiş oldu.
– İra neşeli birşekilde “Hadi o zaman çıkalım mı?” dedi.
Satımkul ile Kaliman komşularının çadırında çok oturdular. Oradakiler işte, Satımkul’un gideceği yerde çalışıyorlarmış. Satımkul’un heyecanı biraz dindi, biraz alışmış gibi oldu: “Bunlar da çalışıyormuş. Durum o kadar da kötü görünmüyor. Savaştan zor değildir tabi.”
Bir buçuk, iki saat oturmuşlardı. Yemeklerini yedikten sonra Satımkul “Biz kalkalım.” dedi. Üstelik yolda yorulmuşlardı. Kaliman çadırı düşününce kalbi hop hop atıyordu. Çünkü burası onun hoşuna gitmemişti. “Deli, neden buna razı oldum?” diye içinden kendi kendini azarlıyordu.
Çadıra İra uğurlayarak geldi.
Ne ilginç! Satımkul ile Kaliman’a filmin sahnesi değişmiş gibiydi. Çadırın içi süpürülmüştü. Tertemizdi. Eşyaları çıkarılıp tahtaların üzerine koyulmuştu. Sobada ateş yanıyordu.
“Arkadaşlık sadece kan dökülen savaş meydanında değil, burada, barış hayatında da böyleymiş!” diye düşünen Satımkul çok memnun oldu. O, İra’nın ellerini tuttu.
– Teşekkürler size…
Kaliman da İra’ya gülümseyerek baktı.
– Bir şey değil, dedi İra çıkarken ve:
– İyi geceler. Ha, sobada ateş sönerse orada kömür var, diye kömürün nerede olduğunu söyledi.
***
Satımkul zayıflayıp, biraz heybetini kaybetmiş mi ya da bu ağır işinden dolayı mı kısacası yanakları incecik olup gün geçtikçe et kemik olmaya başladı.
Üç ay boyunca “vışkada”[2 - Ahşap kule, teknik amaçlı yapılan metal kuleler] çalışmıştı. Hem de kışın soğuk günlerinde. Çok zorlanmıştı. Sakatlık işte. Eğer sol eli de olsaydı öbür işçiler gibi hiçbir şey hissetmeden çalışırdı.
Bazen her şeyden vazgeçiveriyor…
O doğuştan sakin ve merhametli birisiydi. Başka birisi için canını bile feda edebilirdi. İnsanlarla beraber olmayı çok severdi. Kısacası insanoğlunun karakteri karışık bir şeyden oluşmuş gibi.
Bundan on gün önce o, 17 nolu kuleye tamirci olarak işe girmişti. Daha ilk başlarda “maaşı komşularınki gibi çok değil” diye memnun olmayan Kaliman şimdi de daha abartmaya başladı.
Dün Satımkul işten gelince Kaliman her zamanki gibi onun temiz elbiselerini getirip “yıkansın” diye sıcak su hazırlamadı. Suratı asıktı. Kocası girince, gözünün üstüyle bir bakıp, sağ taraftaki tahtada oturduğu halde kıpırdamadı. Yastık kaplıyordu. Gelsen ne? Gelmesen ne? der gibi davrandı.
Satımkul:
– Hey, sana ne oldu? diye sordu.
Kaliman cevap vermedi.
– Yapma, Kakinciğim, lütfen? Son zamanlarda çok değiştin. Satımkul tekrar dışarıya çıktı ve:
– Su var mı? diye sordu.
Kaliman yalın ayaklarıyla dışarıya çıkıp, içeri girerek su koymaya başladı. Hala susuyordu. Satımkul yıkanırken ona bakıyordu. Kaliman’ın bakışlarından, suyu dikkat etmeden bazen az bazen çok fazla koymasından çok şey anlaşılıyordu.
Satımkul hiçbir şey anlayamıyordu. “Acaba birisinden dedikodu mu işitti? Dedikodu? Hiç kötü iş yapmamışsa dedikodu nereden çıkarki?” O, sağ eliyle kıpkırmızı oluveren yüzünü okşayarak oturduğu gibi yere bakakaldı. Kaliman’ın oradan uzaklaştığını fark etmemişti.
Vakit öğleyi geçmişti.
Satımkul havluyu yastığın üzerine atıp, Kaliman’ın yanına gelerek oturdu:
– Kaliman, ben her şeyi anlıyorum. Ancak, sadece anlamakla senin istediğini yapamıyorum ki. Genciz… Yavaş, yavaş biz de diğer aileler gibi yaşamaya başlayacağız. Baksana, böyle beraber oturup başbaşa olmak mutluluk değil mi? İşim zor değil. Birkaç gün sonra mayın da açılmaya başlarmış. Bunların hepsine şükretmek lazım!
Kaliman konuştu:
– İş… Sadece birlikte olmak mı önemliymiş? Elinde para olmamanın zorluğu nedir biliyor musun?
– Yapma Kaliman, az da olsa eşyalarımız, yiyeceklerimiz var. Başkalarına muhtaç değiliz. Düşünmeden konuşmak olmaz böyle. Hep “onlar böyle, şunlar şöyle…” diyorsun, onların bir sakatlığı yok…
– Ama senin kafan çalışıyor! Emektarsın. Yumuşak huylu olduğun için böyle yaşıyorsun. Ben okumuşum, bu işleri yapamam desene.
– Aman Allah’ım, burada sadece benim mi kafam çalışıyormuş? Benimki gibi herkesin kafası çalışıyor. Eğitimliler de hatta tecrübeliler de var. Onlar da benim gibi çalışıyor.
– Çalışırsa çalışsınlar! Başkasının işiyle başkası ilgilenmez ki? Sen savaşa gitmiştin, onlar diye, onlar için canını bile feda etmeye hazırdın!
Satımkul artık dayanamadı:
– Yeter artık Kaliman! Biz siz için, hepiniz için savaşa gitmiştik. Benim gibi milyonlarca insan gitmişti. Onların hepsi senin dediğin gibi yaparsa geriye ne kalır? Ya da burada savaşa gitmeyenler Tanrı’nın kahrına mı uğramış? Savaş zamanında herkes acı çekmişti! Bırak şu benciliğini!
– Burada söz bencilikle değil, hayatla ilgili oluyor.
– Hayat mı? Sen bununla neyi anlatmak istiyorsun?
– Bunu işte.
– Bunun ismi yok mu?
– Hayatı diyorum işte. Deminden beri suratını asıp sırtını dönerek oturan Kaliman Satımkul’a baktı ve:
– Hayatı diyorum! Bu da hayat mı?
– Sessiz olur musun?
– Olmayacağım sessiz! Komşulardan mı utanıyorsun? Duymasın mı diyorsun? Duyarsa duysunlar! Saklayacak gücüm kalmadı. Madem utanıyorsun iyi hayat için çaba göstersene! Sabah erkenden kalkıp, çamur kazarak bulduğun paran yemekten başka bir şeye yetmiyor. Şimdi bana “sessiz” dediğine bak. Hadi söylesene, kaç aydır buralardasın? Fayda getirdin mi? Kış boyu böyle çadırda yaşadık, en azında yeni elbise aldın mı bize? Nereye kadar dayanacağız? Söyle? Ben sensiz yalnız kaldığım günlerde, bundan daha iyi yaşamıştım. Evim sıcaktı, kıyafetlerim yeniydi. Sadece senin için buraya geldim, diyerek Kaliman ağlamaya başladı.
Satımkul ne yapacağını bilemedi. “Senin için…”. Kaliman’ın dediklerini doğru buldu. Gerçekten de kaç senedir umudunu kesmeden beni bekleyen bu Kaliman’ıma bir iyilik yaptım mı? Kışın hep tarlada, çadırda kalırlardı. Bu çadırın siperden farkı yok ki? Allah kahretsin! Bu günler ne zaman bitecek?
– Tamam, Kaliman, ağlama lütfen.
– Ben de acıdığımdan dolayı söylüyorum. Seni başkaların arasında görünce sana çok acıyorum, dedi Kaliman çok kısa zamanda değişerek:
– Palton ile bluzların çok eskidi. Ben kendim demeyeyim. Tarasov iyi insan görünüyor, konuşup beni de bir işe aldırsan olmaz mı? Evde otura otura bıktım. İra kadar olamıyor muyum? Ben de çalışmak istiyorum.
Bunları konuşmasına rağmen aklında “Utanmadan erkeğim diyor! Çalışıp kendim çaba göstermesem bu beni iyi hayata ulaştıramaz.” diye düşünüyordu.
Bir ay geçmeden Kaliman işe alındı. Çalıştığı yer çok uzak değildi.
İra da orada motorcu olarak çalışıyordu. Bir gün o, öğle yemeğine Kaliman’ı da davet etti. Kaliman vışka yerleşen tepeden aşağıya inerek İra’nın “araba salonuna” gelene kadar o ırmağın kenarındaki yeşil otun üzerine sofrasını açıvermişti. Siyah iş kıyafetinin iki omuzu ve yan tarafları yağdan parlıyordu. Kokusu geliyordu yağın. Kaliman hangisinin gaz yağının hangisinin ise gresin kokusu olduğunu ayıramadı. Onun için bu kokunun hepsi aynıydı. İra jeneratörün altındaki kovayı çekerek elini yıkadı ve:
– Nasılsın komşu, alışıyor musun? Burada da komşu olduk. Çok güzel. Erkeklerin arasına kadın olduktan sonra karışamazmışsın. Hadi o zaman yemeğe başlayalım, diye yüksek sesle konuştu.
İşte o günden başlayarak onlar birbirine yakınlaşmaya başladılar. Kaliman ilk başta onu çok kaba, fazlasıyla şakacı birisi olarak görmüştü. Çünkü o, içinde ne olsa onu hemen söylerdi. Konuşması, davranışları erkeklerinki gibi kabaydı, hatta biraz sertti. Belki de hep erkeklerin arasında çalıştığından böyle olmuştur? Onlarla kendisini eşit düzeyde gösteriyordu. Oradakilerin hepsi onun karakterini iyi anlıyorlardı. Bazen, “Ha, İra mı?” diye gülümsüyorlardı. Kaliman sonradan anlamıştı onu.
Bu yakınlarda… Burguçuları bağlayarak yeniden tekrar deliğe indirmeye başlamışlardı. O zaman nedendir burgu aletinin sesi çıkıp sonra hemen durdu. Elektrik kesilmişti. Aşağıda dizel çalışıyordu. Yeni gelen usta sitem etti:
– Bu ne demek!
Hepsi oraya toplanıverdi. Biraz uzakta olan Kaliman da koşarak geldi. Konuşuyorlardı. Usta biraz yüksek yere çıktı, İra’ya bağırdı:
– Alo! Siz orada ne yapıyorsunuz? Söylemiştik size elektriği kesmeyin diye. Hadi hemen elektriği açın, hemen!
İra ellerini kaldırarak bir şeyler diyordu. Usta ellerini okşayarak biraz bekledikten sonra dayanamadı:
– Kadının işi, kadınlık! diyerek İra tarafına doğru yürümeye başladı. Hemen elektrik mühendisi ve çilingir onun peşine düştü. İra onları durdurmadı bile. Düğmeyi kapatarak demir kutudan kilit ve vidaları aramaya başladı. Usta ne yapacağını bilemeden, kızarak mırıldanıp gidiyordu. Sonunda:
– Hey, siz şu an ne yaptığınızın farkında mısınız? Orada kaza olursa nereye gideceksiniz? Siz bir şey anlıyor musunuz? diyerek İran’ın tam önüne gidip, kızgınlığını biraz bastırarak, kekeleyerek konuştu. İra iki elini beline alarak:
– Siz bir şey anlıyor musunuz asıl? diye bağırıverdi ve:
– Orada kaza olursa burada jeneratörde kaza olmazmış öyle mi? Baksana buna! Eğer burada kaza olursa o makine yarım saate değil yarım ay süreye kadar çalışmadan durur. Siz bunu anlıyor musunuz ha? İra’nın gözleri yaş dolmuştu. Kaliman ona şaşırarak bakıyordu. Kalbi küt küt atıyordu. Demek burada çalışmak zormuş. Maaş almada buna boşuna rekabet olmaya çalışıyormuşum. Önceleri “Kompresörünü çalıştırıp, ona bakıp uzanmaktan başka bir şey yapmıyor? Bunu herkes yapar. Benim gibi harç karıştırsın bakalım.” diye düşünürdü.
Usta, İra’ya kızmaya devam etti. Onunla gidenlerin bazıları “İra işini biliyor, biraz bekleseniz…” dediklerini duymadı. Sonunda İra dayanamadı ve büyük kilidi eline alarak:
– Hey civciv, sen susacak mısın yoksa? Hadi git başımdan! diye elini kaldırdı. Usta korktu galiba, sesi kesildi. Ne yapacak başka, kadın ile dövüşecek değil ya. O, yine bir şey söylemek üzereyken İra ona yaklaşarak:
– Yeter artık! Elimden kaza çıkmadan git buradan, yoksa şu boynunu kırarım. Git! dedi.
Usta şaşkınlıkla geri çekildi.
“Bu kadın deli mi?” diye düşünmüştü galiba. İzleyenler az kalsın gülecekti. Üstelik yeni gelen usta çok gençmiş, üzülmesin diye düşündüler galiba, gülmemek için kendilerini tuttular.
İzleyenler sigaralarını içene kadar İra makinesini tamir ediverdi. Yağ olan ellerini bezle silerek makineye çıkıp “puskaçın” düğmesini çeviriverdi. Dizelin yan tarafından çıkan mavi duman İra’yı biraz görünmez hale getirdikten sonra yukarıya savruluverdi.
O gün, o andaki İra hala Kaliman’ın aklında. İra hiçbir şey olmamış gibi çok kısa zamanda tekrar güler yüzle o ustaya bakmıştı. Onun bu bakışı “Hey, genç, çok fazla kendini yükseklerde hissederek boş boş hırslanma! Fazla hırslanmak her durumda faydalı değildir. Durumu iyi kavramazsan bazen karşındakine karşı küçük düşebilirsin.” diye bir iğneleme vardı.
O tekrar fırlayarak, yere inip dizelin sesiyle beraber:
– Kızgınlığınız dindi mi? Hadi o zaman, neyi bekliyorsunuz? Usta çocuk, bana darılmazsın değil mi? diye gülümseyerek çoktan tanıyormuşçasına ustanın omuzlarına hafif vurdu.
– Özür dilerim, diye usta çocuk da gülümsedi.
***
Satımkul ne kadar kendini işe vererek çalışsa da kendisini memnun edecek düzeyde çalışamadığını da hissediyordu. Açıkçası şuandaki işi çocuk işiydi. Düğmeyi açıp kapatmak herkesin elinden geliyordu. Başka çare yok. Teknik sorunları çözmek için eğitimi yetersizdi. Okumak istiyor ama o da imkânsızdı. Tarasov geçende “Satımkul, mezun olmana az kalmış, hadi sana izin verelim. Şu an seni sınavsız kabul ederler. Meslek okulunu bitir. Dağ madenleri tarafında şu an yerel işçiler yetersiz oluyor. Git, oku. Tekrar buraya geleceksin. Yine söylüyorum, git.” demişti.
Satımkul bir hafta boyu Kaliman’ın karşı çıkmasına rağmen, gitmeyi düşünmüştü. Sevinmişti de.
Evet, kendisi de okumayı istiyordu. Ancak Kaliman itiraz ederek hiç kabul etmedi. Onun bahanesi şöyleydi:
“Hayatımız ne olacak? Yalnızlıktan bıktım ben…” demişti. Kısacası bunun gibi bahaneleri çoktu. Daha gençken hayata bu kadar bağlı olanı kim görmüş. Satımkul bunlara bakmazdı. Onu durduran Kaliman’ın yalnızlığıydı. Öncekisi gibi olsa bırakıp gidebilirdi. Hamileydi. Şimdi nasıl bırakıp gider?
Satımkul, elimden gelse kâğıtlarla uğraşacağım bir yerde çalışsam, diye düşünüyordu. Gün geçtikçe bu düşünce onun kafasını karıştırıyordu. Ancak kimseye hatta Kaliman’a bile söylememişti. Bu sadece kendisinin hayalleriydi bunlar. Çünkü korkmuştu. Aklın ile çalışmanı gerektiren iş eğitimin o kadar yeterli olmadıktan sonra zor olabilirdi. Duyduğuna göre ofiste ekonomi işçisine ihtiyaç varmış. Bununla ilgili Tarasov ile de konuşmuştu.
Kaliman hala kulede çalışmaktaydı. O, Satımkul’u öncekinden daha fazla yönetimi altına almıştı. Arkadaşları şaka olarak Satımkul’a “Hey, sen bize hiç katılmadan uzaklaştın. Kulübe de gitmiyorsun. Ya da karından korkuyor musun?” dediklerinde Satımkul “Yapmayın!” diye yalandan gülümseyerek oradan uzaklaşmaya çalışırdı. Ne kadar kötü niyetle söylenmese de, şaka da olsa bunlar Satımkul’un zoruna gidiyordu. Çünkü bunlar şaka ama bir yandan da acı bir gerçekti.
Her erkek, kadının acı vermesine dayanır ama “yönetmesine” dayanamazdı. “Yönetme” ailede söz konusu olmazdı. Ailede kim daha çok saygı gösterirse o yönetirdi. Burada erkek ya da kadın olması fark etmezdi.
Sonunda Satımkul Tarasov’a gitti. Tarasov yalnızmış:
– Satımkul? Gel, gel, otur, diye yerinden doğrularak elini uzattı.
Satımkul rahatsız bir halde, kürkünü tutarak oturdu ve:
– Ben biraz sizinle konuşayım demiştim…
– Tamam?
Satımkul başını öne eğerek konuştu:
– Ben… Vladimir Nikolaeviç, okula bu sene gitmeyeceğim.
– Nasıl? Biraz kaşlarını çattı ve:
– Biz geçende konuşmamış mıydık? Neden?
– Evet, ama…
– Ben seni anlayamıyorum, Satımkul. Partinin müdürüyle de konuşmuştum…
Başını salladı ve:
– Çok üzüyorsun beni, dedi.
– Vladimir Nikolaeviç sizden özür diliyorum. Durum böyle gerektiriyor. Başarıya ulaşma zamanının sınırı yok. Gelecek sene ve sonraki senelerde de bakacağız… Ben size bir iş için gelmiştim. Satımkul kafasını kaldırarak ona baktı.
– Dinliyorum.
– Ofiste iş var diyorlar, gerçek mi?
– Evet, orada bir ekonomiste ihtiyaçları var. Ekonomist! Tarasov ekonomist kelimesini özellikle vurgulayarak söyledi. O bununla “Sen orada çalışamazsın. Orada çalışmak için eğitim lazım.” demek istemişti. Satımkul onu anlamasına rağmen anlamamış gibi yaparak:
– Vladimir Nikolaeviç eğer öyleyse niye oraya işçi almıyorsunuz? Yanılmıyorsam oranın uzun zamandan beri bir işçiye ihtiyacı var gibi? dedi.
– Evet…
Tarasov bunun dışında bir şey demedi. Sustular. İkisi de birbirlerinin ne düşündüklerini biliyorlardı. O yüzden, bunları öylece bırakmanı doğru görmüşler miydi, kim bilir?
– Vladimir Nikolaeviç, dedi Satımkul ve:
– Ben de anlıyorum. Anladığım için bu güne kadar hiç ses çıkarmadım. İnanıyor musunuz bu düşüncelerimi bırak başkaları hatta karıma bile söylemeden geldim. Siz bilirsiniz.
– Neyi ben bilirim? Satımkul, kısacası sen bana darılma. İnsanı üzmek kötü bir şeydir. Ama şu an ben sana yardım edemeyeceğim. Beni yanlış anlama! dedi ve yerinden kalktı.
– Ben yardım istemiyorum. Düşüncemi söyleyerek az çok talep ediyorum, Vladimir Nikolaeviç. Siz de emektarsınız, ben de. Söylesenize, savaşa ilk gittiğimizde kimimiz hemen başarıya ulaşmıştı? Kimimiz hemen iyi savaşmaya öğrenmişti? Özel eğitim, hazırlanma falan bize sorulmuş muydu savaşa alırken? Hayır! Biz yavaşça öğrenmiştik. Başarmıştık.
– O savaştır.
Satımkul biraz kızıverdi:
– Savaş, ha savaş şu andaki gibi miydi? İşte savaş. O, sol elini masanın üzerine koydu. Sonra sağ elini kaldırarak konuşmasına devam etti:
– İşte şu andaki hayat… Bu, işte bu kafa varken nasıl bir diğer kişinin yaptığı işi yapmayayım? O dönemdeki güven niye şimdi yok?
Tarasov başını önüne eğerek onu dinledi. O da Satımkul’a katılıyordu. Ancak talimatları nereye iletecek? Gerçekten de eğitimi olmadıktan sonra birisini bir işe tavsiye etmek de zor. Hiç olmasa biraz tecrübesi olsaydı.
– Hayır, Satımkul beni zorlama. Şu andaki işin de kötü değil. Sonra yine bakacağız, dedi Tarasov.
– …Bu cevabı önce de duymuştum.
– Evet, evet. Bu şöyle ki… Çocuk değiliz. Her şeye adaletli olarak bakmamız gerek. Gerçeği söyleyeyim Satım-kul, ben seni hala iyi tanımıyorum. Sonradan bir sorun çıkarsa ben de kötü duruma düşmeyeyim. Üstelik birisine söz vermiştik. Yarın, öbür gün o da gelir. Diyeceğim, şimdilik bu işinde çalışadur.
– Tüm cevabınız bu mu?
Tarasov kaşlarını kıpırdatarak omuzlarını büktü. Başka ne diyecekti ki? Satımkul üzüldü. Yerinden yavaşça kalkarak biraz düşünceli durdu ve odadan çıkıp gitti. “Üstelik… Üstelik… Üstelik…”.
Akşam olmuştu. Hava serinlemişti, göl tarafından serin rüzgâr esiyordu.
Satımkul biraz yürüdü. Önünde bariyer gözüktü. Alaca boyunlu zürafaya benzeyen bariyer… Onların buraya geldikten sonraki ilk adımıydı. Satımkul kimseyi, Tarasov’u suçlamadı. Tüm problemler zamanla ve uygunuyla çözülecek. O, ilk defa kendisinin diğer insanlardan eksik olduğunu hissetti. Gücendi, keşke Tarasov’a gitmeseydi. Önceki gibi kendi düşünceleriyle uğraşıp, o düşünceleriyle kendini avutarak yaşaması daha iyiydi.
Öbür taraftaki ne çamlı dağı ne de İncil Gölü’nü gördü. Ta uzaktaki Orto-Alkak Dağı’ndan batmak üzere olan güneşe bakarak durdu. Onun insani namusuna dokunup, sakat olmasına neden olan işte o gün batmakta olan taraf değil miydi? Derin derin nefes alıyordu, gözünde beliren yaş o güneşin nurunda parlıyordu.
***
Öncekine göre Satımkul çok dalgın ve düşünceliydi. İşine gidip gelir ve evindeki küçük işleriyle uğraşmaktan başka bir şey yapmazdı. Kaliman da öncekisi gibi onun başının etini yemiyordu. Söylediğinin, istediğinin hepsini yapıyorsa onu neden rahatsız edecekti ki. Ne de olsa kocasının hal hatırını sorup, o böyle durumdayken ona destek olmalıydı. Fakat o böyle yapmadı. “Sonunda ben kazandım.” diye düşünüyordu galiba.
Geldiklerinden bu yana bir sene geçmişti. Yaşamları kötü değildi. Ancak Satımkul, bu güne kadar kendisine yeni bir giysi bile almamıştı. Askerden döndüğünde giydiği çok eski giysileri vardı. O, ona önem vermiyordu. Aslında karısı da öyle güzel kıyafetler almamıştı. O da her şeye rağmen diğer insanlardan geride kalmadan yaşayalım diye ev eşyalarını almaya çalışıyordu. Bir yandan o da haklıydı. Kıyafet nereye kaçacak ki? Satımkul’un her gün aklında olan anne babalarıyla ilgili Kalimana çok defa:
– Kaliman, anne ve babamız çok yaşlandılar. Uzaktalar, buraya gelemezler. Para gönderelim, demişti. Ancak hiç olumlu cevap alamamıştı. Bu neydi, acımasızlık mı? Kendi çocuğu bu kadar acımasız oluyorsa ona ne? Sonra, onlarla ilgili konuşmayı da bıraktı.
Çok geçmeden Kaliman, işinden annelik izni aldı. Şimdi her şey Satımkul’un üzerine yüklenmişti. Bazen komşusu Begimalı’nın karısı gelip yardım ediyordu. Begimalı burada bu parti kurulduğundan beri çalışmaya başlamıştı. İki çocuğu vardı. Büyük kızı bu sene ilkokula başlayacak diyorlardı. Küçüğü üçe yeni geçmişti. Şu an Kaliyka yine hamile gibi görünüyordu. Kısacası çok şefkatli iyi insanlardı. Güzel yemek pişirse ya da konuk çağırırsa hemen:
– Hadi gelin! diye çağırıyorlar.
Hayır demeyi bilmiyorlardı.
Satımkul bazen bundan çok utanırdı. “Neden bizim evde böyle olmaz? Neden bizim eve kimse gelmez? Sadece birimiz değil ikimiz de çalışıyoruz. Begimalı sadece kendisi çalışıyor ama evine konuklar çok geliyor.” Tekrar Kaliman’ın dedikleriyle kendi kendini avuturdu. “Yalnız çalışmasına rağmen üç insanın maaşını tek başına alıyor ki. Onlar cömert olmayıp kim cömert olsun?”.
Evet, o gerçekten de iyi para kazanırdı. Ancak konukların çok gelmesi ondan kaynaklanmıyor ki. Tek bir fincan çay versen de her zaman gülümseyerek gelenlere sıcak davransan kim gelmez ki? Kim ondan nefret etsin?
Birileri gelse Satımkul Kaliman’a bakardı. Kaliman kaşlarını çatıp sorunlarını söyler ve sitem etmeye başlardı. Her zaman böyle davranırdı.
İşte bugün de… Kaliman’ın hal hatırını sormak için İra gelmişti. Onu fark edip komşusu Kaliyka da gelmişti. Satımkul başköşedeki odada kitap okuyordu. Ekonomi ve maliyeyle ilgili kitabını yine okuyordu. Geç olsa da oraya işe alırlar umudundaydı. İra her zamanki gibi şakalarıyla konuşmaya başladı:
– Kaliman vay seni gidi seni, belli olmadan bu kadar aylık olmuş çocuğun? Ama hala karnın küçük. Galiba sen kız doğuracaksın?
– Bilmiyorum.
– Kız mı, erkek mi kısacası sağ salim doğur. Doğurmak da çok acı, üstelik ilk doğum…
Satımkul çıktı:
– Oo, İra nasılsın, iyi misin? Gelin, girin. Kaliyka yenge yukarı geçin. Kaliman çay hazırlasana.
– Dur ya. Onu sen demeden de biliyorum… Ya hazır odun da yok…
– Şimdi…
– Satımkul üzerine bir şey giy. Bugün hava çok soğuk olmaya başladı, dedi Satımkul çıkarken.
– Girişte montu var canım lazım olursa giyer, dedi Kaliman gülümsemiş gibi yaparak.
İra yavaş sesle:
– Bırak ya, olmaz öyle, bunların var olması ne kadar değerli biliyor musun? dedi.
– Var olması mı? Kocanın da daha iyileri vardır. Başkalarının kocası gibi değil… Ondan korkacak halim yok.
– Yapma ya. Elinden geldiği kadar bu da çaba gösteriyor. Yaptıklarının hepsi kendisi için mi? diye İra odaya başını döndürerek baktı.
– Ya İra hangisini anlatayım, onlar da işte benim topladıklarım. Boşuna masraf olmanın ne faydası var? Eğer ben kendi haline bırakırsam Satımkul sokakta kalır. Burada saklayacak bir şey yok. İşte benim böyle güçlü olmamdan sebep böyle yaşıyoruz. İnan, onun kazandığı yemeğe zor yetiyor. “Bunların hepsi…” diyorsun, bunların hepsi kendi bulduğum, topladıklarım. Diyorum ki ondan hiç korkacak halim yok. Ha bir de diyormuş… Böyle parayı Frunze’de de bulurdum. Yaşadığın, çalıştığın yer temiz. Nereye kadar böyle yaşayacağım. Üstelik… Bunlar da eşya mı?
Kaliyka ağzını yazmasının bir ucuyla kapatarak şaşırarak oturdu. Önceleri Kaliman’ı böyle hiç düşünmemişti. Kısa öksürerek:
– Dur, kurbanın olayım öyle deme. Üstelik birkaç gün sonra doğuracaksın. Günah, sevapları da düşünmek lazım, dedi.
Kaliman çekinmeden:
– Günahı sevabı buna mı bağlamış? Çocuk işte… Erkek mi, kız mı büyüyünce annelerini buluyorlar. Onun ne üzüntüsü var? Kısacası sağ salim büyüse yeter.
Deminden beri Kaliman’a bakarak oturan İra soğumuş gibi onu ilk defa görüyormuş gibi: “Oha, sen böyle miydin?” Satımkul’a acıyıverdi. Hakkında söylenenlere rağmen Satımkul Kaliman’dan on kat daha iyi bir insanmış gibi geldi. Kaliyka’yla ikisi “Bu ne demek? Sen bir şey anladın mı?” der gibi birbirlerine baktılar. Kaliman hiçbir şey hissetmeden yavaşça yerinden kalktı ve mutfağa doğru yürüdü. Diğer ikisi ses çıkarmadan ona baktılar, “Hayır bu insanlık değil. Zavallı kocası kendine giyecek kıyafet bile almadan sadece karısı için, sakat olmasına rağmen çalışıyor. Öyleyse bu bezleri toplayıp ne yapacağım? İlk önce karım giysin, diye düşünüyor kocası. Kaliman, dışarıdan güzel, güler yüzlü görünmesine rağmen içi kirli insanmış. Anne olmak üzereyken çocuğuyla ilgili düşündüğü de buymuş.” Çocuk… Evet, İra o çocukla ilgili söylediğine çok kızdı. “Doğru mu duydum, yanlış mı duydum acaba?” diye kendine inanamadı. “Çocuğa muhtaç olanlar çok. Ah be hayat çok zorsun! Birisinde olanı diğerlerine zar yaparsın”. İra’nın düşünceleri karışmıştı. Bu evde daha fazla oturmak ona ağır gelmişti.
O yerinden kalkınca mutfaktan Kaliman çıktı. Kaliman’ın yüzünün sivilceyle dolduğunu, üstelik çok çirkinleştiğini şimdi fark etti.
– İra sen nereye? Kaliman mutfağın kapısından biraz beri gelerek durdu.
– Eve. Stepan işten geldi galiba.
– Oturup çay içseydin.
– Teşekkür ederim, diye vedalaşmadan gitti. Onun peşinden Kaliyka da çıktı.
Kaliman bu “olayı” anladı mı anlamadı mı belli değildi. Ama şaşırmıştı. Yavaşça gelerek yerine oturdu. Dışarıdan Satımkul’un sesi duyuluyordu.
Çok geçmeden kapıyı sert açarak geldi ve elindeki odunları sobanın ağzına atarak durduğu yerden “Ya senin bu karakterin düzelecek mi?” der gibi Kaliman’a sert baktı.
Kaliman ise düşünmüyordu bile. Kaliyka ile İra neyi biliyormuş. Onun sırrını, iç dünyasını eşi Satımkul bile bilememişti. Bırak bilmeyi düşünmemişti bile. Ha, koca diyorduk, gerçekte onlar normal aile olarak beraber yaşayalı çok az olmuştu. Evleneli iki ay olunca Satımkul cepheye gitmişti. Kaliman o zamanlar yirmi yaşındaydı. Yirmi! Bu yaşta yalnız kalmak kadın için çok zordu. Haftalar, aylar geçti. Sonunda Kaliman dayanamadı. Köyü bırakıp şehre gitti. Bir yandan para, (köyde onu nereden bulacak?) diğer yandan çok özgür olmak istedi. Ne de olsa köy dediğinde her şey yok. Dedikodular… Hepsi bir yandan birikmişti.
Bir odalı ev… Anlatılsa ne çok şey yaşanmıştı. Ancak hayat dediğin ilginç bir şeymiş, “şehirlilerin” birisi gerçekten de onun peşini bırakmıyordu. “Neden?” Kaliman anlayamıyordu. Eğitimli, üstelik kendisi de yakışıklıydı. Tek bir eksikliği vardı, öğretmendi. Maaşı azdı.
Satımkul dönüp buraya gelene kadar peşinden koştu. Ancak Satımkul: “Yeni maden ocağı açılıyormuş.” dediğinde yeni maden ocağıysa para çoktur, diyerek buraya sürünmüştü zavallı!
Kaliman’ın her şeye boş vermesi, günahı sevabı düşünmemesi, Satımkul’u hatta daha doğmamış çocuğu da düşünmemesi işte bundan dolayıydı. Giderse beklediği var, evi vardı. Yaşadığı, çalıştığı yer temizdi… Onun hangi yükünü kaldıracaktı ki.
Kaliman işte!
***
Üstelik… Bugün ya da yarın o dediği işçi de gelmeliydi. Evet, bir hafta geçmeden söylediği insan da geldi. Galyatina adlı bir kızmış. Satımkul onu uzaktan tanıyordu. Sevmezdi. Sanki o, onun işini elinden almış gibiydi.
Galyatina İralar ile çok önceden tanıştı. Sadece İralarla değil… Onların bu güne kadar yine bir yerde beraber çalıştıklarını Satımkul sonradan öğrenmişti. Kısacası o kız sabahtan akşama kadar İralar’ın evinden çıkmazdı.
Satımkul, çok önemli işi olmadıkça artık merkez ofise gitmeyi de durdurmuştu. Ancak gidip gelenlerden doğru oradaki olan bitenden haberdar oluyordu. Galyatina’yı sevenlerden daha çok sevmeyenler vardı. Bir taraf “Doğru yapıyor, bazı normlar gerçekten de küçük. Ekonomik düzenin de olması lazım.” diye onun tarafını tutuyorsa diğer taraf da “Kurbanın olayım, tüm devlet onun elinde olsa da! Öyle çok başarılıymış falan boş. Yer altında bir gün çalışsın bakalım. Sonra görelim onun o normlara tekrar baktığını.” diye karşı çıkıyorlardı. Tabi ki de bu Satımkul’un hoşuna gidiyordu. Onun doğru ya da yanlış yaptığı umurunda değildi.
Gerçekten de eski norm artık hiç gerekli değildi. Nereye kadar onu bir kural gibi tutacaklardı? Teknik, sanayi artık değişmedi mi? Sonraki çıkan normlar kimin için? Evet, işte o sonraki normların da eksiklikleri var. Onu tanımak zor. O yüzden “sonuçta” ne yazıyorsa ses çıkarmadan onun hepsini kullanmak ne demek? Eğer böyleyse, demek yerel şartlara bağlı özel norm oluşturmak lazım.
Galyatina işte bunların üzerinde çalışıyordu.
Geçende Stepan işe giderken Satımkullara uğramıştı. Yanında Galyatina varmış. Galiba onların sürüklenme aletlerini ve kesitlerini görmeye geliyordu. İki işçi yeniden maden ocağına inmeye hazırlanıyordu.
– Selam, dedi Stepan.
Onlar da selamlaştılar.
– Selam.
– Selam Stepan. Neden geç kaldın? Kuralı sen de bozuyor musun hmm?
Satımkul ses çıkarmadı.
O, sonra diğer ikisiyle aşağı indi. Stepan cebinden piposunu çıkardı.
– Hadi o zaman Zina’cığım biz de gidelim, dedi.
– Ha dur! Şu Satımkul Orazalieviç. Tanıyorsundur, bizim yakın arkadaşlarımızın biri.
Satımkul dudaklarını sıkarak başını hafif salladı:
– Ha sen miydin?
Yakına gelerek elini uzattı:
– İyi, iyi Galyatina…
– Galiyatina Zinayida Nikolaevna! “Durmayan plancı” denilen işte bu kız. Stepan sağ eliyle eskimiş gri börkünü alnına doğru bastı.
Satımkul sonra konuşmadı. Morali yoktu.
Galiyatina yazmasını sıkı bağlayıp ikisine sırasıyla bakıyordu. “Çok yakın arkadaşlar…” o aniden şaka yaparak gülüverecek oldu.
Gerçekte, onların şu andaki halleri “arkadaşlara” benzemiyordu. Stepan amca dalga mı geçiyor? Hayır, ona da benzemiyordu… nasıl olursa olsun bu, Galyatina’nın hoşuna gitmedi. Birilerinin hoşuna gitmediğini o nereden biliyordu? Stepan, arkadaşının moralsiz olmasını onun son günlerdeki “karakterine” bağladı.
Yine biraz havadan sudan konuştuktan sonra onlar gittiler.
Ondan sonra Satımkul plancı kızı hiç göremedi. Görmediğine de seviniyordu.
Ondan mı ya da başka neden mi var kısacası son zamanlarda İralar ile ilişkisi kesildi. Satımkul bir yandan buna üzülüyordu. Ne de olsa yakın insanlarından uzaklaşmak herkese ağır gelirdi.
Eğer bu sonraki olay olmasaydı, belki Satımkul’un gerçekten de onlarla bağı tamamen kesilecekti, kim bilir.
Geçen hafta salı günüydü. İş bitip işçilerin bazıları evlerine gitmeye başlamıştı. Geç güzdü. Bazı küçük işlerle uğraşırken Satımkul geç olduğunu fark etmemişti. Bir anda birisinin çığlığı duyulmuş gibi oldu.
Satımkul başını kaldırdı. Kimse yoktu.
Karanlıktı. Biraz ileri yürüdü.
Yine geldi ses. Kadın sesiydi… Oradan birisi göründü:
– Yardım edin! Yardım edin!
“Bu kim? Kim olsa da sağ değil!” Satımkul onun önünden çıktı:
– Alo, alo!
O, biraz durdu. Buralarda insan kalmadı diye düşünmüştü galiba:
– Stepan İvanıç… Hızlı! Hızlı! O, ona doğru hızlı yaklaşıyordu.
Galiyatina’ymış. Satımkul ona yaklaşınca tanıdı. Kısa montunun önü açık, alaca kalın yazması boynuna düşmüş, göğsü kirlenmişti. Ulaşır ulaşmaz Satımkul’un elinden tuttu. Gözleri korku içinde, tir tir titriyordu. Ağzını zar zor açarak konuştu:
– Stepan İvanıç!
– Stepan İvanıç, ne Steppan İvanıç, söylesene! Ne! Satımkul onun sağ omuzundan tutarak silkiverdi.
– Ne? Söyle!
– Ölmek üzere! Onun gözleri yaş dolmuştu.
– Ne? Satımkul cevap beklemedi. Direk “yedinci durağa” doğru yöneldi.
Karanlık çökmüştü.
İkisi de susuyordu. Satımkul önde. Galiyatina bazen ona yaklaşıp, bazen arkada kalarak geliyordu. Sadece onların nefesinin sesi duyuluyordu… İşte geldiler.
– Orada, dedi Galiyatina biraz ileriyi göstererek.
– İçeride mi?
– Evet, beri tarafta.
Satımkul bir şey arar gibi oldu.
– Kibrit yok muydu?
– Var.
– Ver!
İçeriye girdiler. Gerçekten de kaza olan yer o kadar da uzak değilmiş. Kazılan yer çökmüş Stepan ile arkadaşı altında kalmıştı.
Aydınlattılar. Kazılmış yerin sağ tarafında yıkılan sütunlar yatıyordu. Bir kolu ile yakasını sıkı tutarak inleyen Stepan da yatıyordu. Kirpiklerinden başlayarak her yeri toz toprak içindeydi. Terlemişti. Satımkul kibritin aydınlığıyla diğerine baktı.
Zinayida kibrit yakıyordu. Onun elindeki küçük beyaz ateş tir tir titriyordu. Onun çevresindeki gölgeler onu takip ediyordu.
Satımkul diz çökerek Stepan’ın kafasını kaldırdı:
– Stepan! Stepan!
Stepan ses çıkarmadı. Satımkul düşen toprak tarafında durakalan Zinayida’ya bakarak:
– Niye duruyorsunuz? Biraz yakına getirsenize! diye sert konuştuktan sonra Stepan’ın kafasını yavaşça tekrar yere koydu:
– Stepan!
O susuyordu. Satımkul onun üzerine düşen taş, toprakları alıp atmaya başlamıştı.
Stepan’ın arkadaşını tamamen kazıp alamadılar. Geç idi… Yüzünü mendil ile örterek orada bıraktılar.
Onlar dışarıya çıktıklarında ay yuvarlak olup göğe yükselmişti. Satımkul Stepan’ı sırt üstü uzatarak vücudunu yokladı. Sonra gömleğinin yakasından aşağı doğru ayırarak, başını eğip göğsünü dinledi.
– Step…
“Stepan, Stepan…” Stepan ses çıkarmadı. O artık gözünü bile açmadı.
Satımkul’un çaresi tükenmişti.
Galiyatina bir ona bir Satımkul’a bakıyordu.
– Şimdi niye duruyoruz? Satımkul yerinden kalkıverdi:
– Halka haber verelim. Hali çok kötüleşiyor. Doktora, doktora ulaşmalıyız!
– Şimdi, hemen… Galiyatina birisinden korkmuş gibi iki elini kaldırdığı halde biraz geri çekinip sonra köye doğru koştu.
– Stepan kendine gelmedi. Biraz önce halsiz olsa da tek tük inliyordu. Şimdi ses çıkarmıyordu. Sadece arada sırada halsiz damağını kıpırdatıyordu.
“Su mu? Su… Nerede su? Yok, o çok uzak. Stepan su mu istiyorsun? Stepan, sen niye bembeyaz olmaya başladın, Stepan?
– Stepan! Satımkul onun başını sallayarak bağırıverdi:
– Sen güçlü değil miydin? Tut kendini, dayan biraz lütfen!
O köy tarafına baktı. Kimse yoktu. Göğe baktı. Bulutlar vardı ve ay… O anda kulağına bir zamanlar duyduğu bir hüzünlü müzik duyuldu. Tüm vücudu titreyip, çok üşüyüverdi.
Satımkul şimdi beklemedi. Arkadaşının bir kolunu yavaşça boynuna geçirerek onu o köye doğru kaldırarak gitmeye başladı.
Gittikçe Satımkul’un gücü kalmıyordu. Gökteki ay da ona acıyormuş gibi bakıp onunla beraber gidiyordu. Sen yalnız değilsin Satımkul dayan diyordu sanki.
Bulut, bulut, bulut… Yine bulut.
Bazen karanlık bazen aydınlıktı. Satımkul bazen durarak Stepan’ın nefesini dinliyordu. Sonra tekrar yoluna devam ediyordu.
Yine adım, adım… Peki güç nerede? Gözleri açılıp ayaklarıyla elleri halsiz olmaya başlamıştı. Dinleneyim, dedi. Yıkılacakmış gibi olup sonra durdu.
– Step?
Cevap vermedi. Sadece damağını kıpırdattı.
“Su, su değil mi? Evet…”
Yine adım adım… Bu güç insanın kendi iradesinden fazla olmasa gerek! Ya da doğada insan için kendisinden başka güç mü var?”
Sonunda Satımkul biraz aşağı inerek düştü. Şimdi arkadaşının değil kendisinin başını kaldıracak gücü kalmamıştı. Yakın bir taraftan suyun sesi geliyordu. Stepan yine dudağını kıpırdatmış gibi oldu.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/danikeyev-oskon/kizin-sirri-69499984/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Sovyetler Birliği Ülkelerinde kurulan madenlerde bir bölgeden sorumlu yetkiliye verilen ad. (ÇN.)

2
Ahşap kule, teknik amaçlı yapılan metal kuleler
Kızın Sırrı Danikeyev Öskön
Kızın Sırrı

Danikeyev Öskön

Тип: электронная книга

Жанр: Историческая литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 16.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Kızın Sırrı, электронная книга автора Danikeyev Öskön на турецком языке, в жанре историческая литература

  • Добавить отзыв