Açlık Baratası

Açlık Baratası
Rukayye Kebiri

Rukayye Kebiri
Açlık Baratası

“Bu romanı yurdumun kıtlık döneminde yaşamlarını yitiren insanların anısına ithaf ediyorum.”


AÇLIK BARATASI HAKKINDA
Tebriz’de Hiyabani okulundaki Aşdöken mezarlığının açıldığı haberini alınca, Açlık Baratası romanı kafamda şekillendi. 100 yıl evvel Ruslar’ın saldırısı ve İran devletinin liyakatsizliği yüzünden açlığa maruz kalarak yaşamlarını yitiren insanların cesetleri, Aşdöken mezarlığında toprağa verilmiştir. Romanın, açlığı anlatan bölümünde halkın saygısını kazanmış iki pehlivan figürü yaratarak o bölümlerin anlatım biçimini zorhane sporunda kullanılan spor aletleri ve çukur içindeki hareketlerin manevi anlamları ödünç alınarak anlatılmıştır.

TEŞEKKÜR
Zorhaneye ait edindiğim bilgiler için; Ali İbn-i Abi Talib Zorhanesinin mürşidi Sayın Sefidi beye, ayrıca Tebriz şehrinin; Surhab, Emire Kız, Saman Meydanı, Sahibül Amir Meydanı, Deveçi ve eski mahalleleri adım adım benimle takip edip bilgi sağladığı için Samiye Akparpoor hanıma ve Rusça diyalogları çevirdiği için Shiva Farahmand Rad hanıma teşekkür ve saygılarımı arz ederim.

AÇLIK BARATASI[1 - Barata: Çobanın kurda yem olan koyundan arta kalan deri ve kemiği, hırsızlık iftirasından kurtulmak için koyunların sahibine teslim eder. Barata, bu teslim edilen parçalara denir.]
Her zaman yaptığım gibi bir elimle çay bardağının altından diğer elimle de bardağın belinden tuttum. Gazi’nin göz ucundan beni süzdüğünün farkındayım. Şimdi kafamı kaldırıp da onunla göz göze gelirsem şüphesiz yine tatsızlık olacak, biliyorum işte. Gazi Amber’i sever, beni hiç sevmez. Acı diliyle beni sokmak için hep bahane arar. Masa arkasına geçip eskimiş tarih kitapları okuduğu zamanlar bile masanın üzerindeki kitap yığının arkasından laboratuvarın tüm köşe bucağını kontrol eder. Gözleri hassas kameralar gibidir. Bu hassasiyet ona tarihin unutulmuş döngülerinde defnedilmiş yedi sülalesinden kalmış bir miras gibidir. Bu hassasiyet nedeniyle gözüne yanlış gelen herhangi bir işten dolayı öğrencilere uyarıda bulunurdu. Şimdi yine kendine hâkim olamayacak zil sesi ve yalaka tarzıyla her zamanki sözünü tekrar edecek, yanakları da kızaracak.
“Terbiyeli ol, oradan değil, iskelet olmasında ne var ki! İskelete de saygı duymalısın! Çek elini oradan, baldır kemiğinin oradan tut, kucağına alarak taşı… Dikkatli ol, ayağını burkup da iskeleti kırma, okula yeniden iskelet almak için idarenin bütçesi yok.”
Gazi’yi umursamadan, iskeleti istediğim gibi yerinden kaldırıp laboratuvarın kapısına doğru yol aldım. Onun ise bir gözü, alkol lambasının ışığı üstünde tuttuğu balon camda, diğer bir gözü. Takip ediyor. İçi içini kemiriyor. Bakışlarından anlıyorum. İşte elinde işi olduğu için, sinirli adımlarıyla gelip de elimi iskeletin kasığından alıp butlarını kollarımın üstüne koyup kucağıma yerleştiremeyeceğini de biliyorum. Bir meşguliyeti olduğunda kimsenin yüzüne bakmadan konuşur. Söylediği yerine getirilmeyince de aynı cümleyi defalarca tekrarlar durur.
Oradan değil, iskelet olmasında ne var ki, buradan da değil, bu nasıl bir tutuş biçimi ki, vesaire vesaire…
İstediğimi yaparım ben. İskeleti istediğim gibi taşırım. O benim biricik Brejit’im. İskeletin adını Brejit koyduğumu bir bilse, kesin elindeki balon camı sıcak sıvısıyla birlikte tepeme indirir.
“İskelet, Gazi’nin de matruşkasıydı!”diyor Amber aklımdan geçenleri okumuşçasına. Amber’in bu lafına gülesim geliyor. Gazi’nin matruşka adının “m” harfini bile aklının ucundan geçireceğini zannetmiyorum, hele bir de iskeleti hayal gücüyle matruşkanın yerine koyacağı hiç düşünülemez.
***
“O zaten Tanrıdan tokadı yemiş, siz neden bu kadar üzerine gidiyorsunuz?”
“Sence o geniş omuzlu vücudun ve sarkmış kara bıyıkların altından çıkan incecik ses hiç ona yakışıyor mu?”
“Sen de her şeyi ihtiyarlar gibi Allah’a bağlıyorsun be! Gazi’nin incecik sesinden Allah’a ne? Sen, bu dersi neden okuyorsun ki? Neden Gazi’nin anne karnındayken ses tellerinin gelişimini tamamlayamadığını düşünemiyorsun.”
“Tamam, senin dediğin olsun. Doğum öncesi süreçte ses telleri oluşmadığı için, şimdi onu küçümseyecek miyiz? Aramızda yabancı yok, hele sen bir kendine bak. Ellerine bir bak, küçük fan büyüklüğünde. Şimdi sen buna bedel mi ödemelisin? Seninle bundan dolayı dalga geçilmesini ister misin?”
Amber küçük şakaları bile çok ciddiye alır. Neredeyse her zaman Gazi’den yana tavır alır. Gazi’nin incecik sesinden ötürü ders vermekten mahrum bırakıldığı hiç de umurumda değil. Adeta sürgüne uğramış biri gibi emeklilik zamanına kadar, laboratuvarda işe yaramaz kimyasal sıvılar içinde, eskimiş tarih kitaplarını okuya okuya çürüyecektir. Çocuklar Gazi’deki noksanla değil, yersiz hassasiyetiyle dalga geçiyorlar. Ne fark eder ki, ben iskeletin kasığından mı tutmuşum yoksa baldırını mı kollarıma alıp kucağımda taşımışım. O, iskelete canlı bir varlık gibi yaklaşıyor. İskeletin tarih kitapları gibi yeşerip filizlenip laboratuvarın bir köşesinde meyve vereceğini zannediyor herhalde. Onunla dalga geçmemizin sorumlusu da kendisidir.
Gazi durduk yerde, gözünü balon camdan çekip bana bakıyor. Aslında beni değil ellerimi izliyor. Değil dört gözü, isterse on dört gözü olsun. Ne kadar isterse takip etsin. Zihnim ayna değil ki Brejit’e olan duygularımı yüzümde gözümde görebilsin!
Amber, “Boşu boşuna hayal kurma, iskelet erkektir.” diyor. Fakat iskeletin elleri ve ayaklarının ince kemikli olması, kalça kemiklerinin de çıkık olmasından dolayı bunun kadın iskeleti olduğunu düşünüyorum. Hele yüz kemiklerinin yapısından Brejit’in güzel bir kadın olduğu gayet net anlaşılıyor. Yüzüne bir iki katman et ve deri gelirse, Brejit tam hayalimdeki kadın olur.
Amber kendi ellerine baktı. İkiz olsak da ayaklarımızla ellerimiz ikiz değil. Üstelik her birimizin kendine ait dünya görüşü var. Amber, biyoloji öğretmeninin sözünü ezberlemiş, “İnsan yalnız cisim değil, cisim dışında her insanın kendine özgü kişiliği vardır.” deyip duruyor. Amber’in elleri, iskeletin elleri gibi ince fakat onun kişiliği ile iskeletin kişiliğinin aynı olmadığına eminim.
Amber, “Senin beyninle ağzın arasındaki mesafe azdır. Zihninden geçen ağzına gelir, diline dökülür.” diyor. O, her zaman haklı değil. Bazen de yeri geldiğinde zihnimle ağzım arasında bir dere kadar mesafe olur benim. Aklıma gelen sözler ve tasvirlerle huzura kavuşuyorum da Amber bunu niye anlamak istemiyor ki? Bazen aklıma gelenlerden ötürü kendi kendimden korktuğum da olmuştur. Daha bunlardan Amber’e hiç bahsetmedim. Etmem de.
Amber’in sözleri umurumda bile değil, ne derse desin. Bence Gazi de bu konuda benimle aynı görüşte. O da iskeletin kadın olduğunu düşünüyor. Bundan dolayı da biz iskeleti biyoloji dersine götürdüğümüzde bizi kıskanıyor ve durmadan uyarıyor; yok öyle tutmayın, yok şöyle tutun, aman dikkatli götürün, sakın ha tökezlemeyin! Eğer Gazi rüyalarımdan haberdar olursa… Bazı geceler Brejit’in, odama geldiğini bir bilse… Ayağımı laboratuvardan tamamıyla keser hemen. Kucağıma alıp sınıfa taşımam bir kenara kalsın, iskelete serçe parmağımı bile sürdürmez.
“Gazi iskeleti öğrencilerden kıskanır!”
“İskelet insan mıdır ki kıskansın?”
“Zamanında insanmış ya!”
“İskelet yapay kemikten yapılmış, gerçek kemik bile değil.”
“Yapay iskeleti de senden öğrendik. Kardeşim diyor ki bu iskeletler tıp fakültesinin anatomi bölümünden geldi.”
“Değişen ne ki ister yapay kemik olsun ister doğal, sonuçta birbirine kenetlenmiş kemikler işte.”
“Laboratuvardaki iskeletin kemikleri yapay mı doğal mı diye bunu şimdiye kadar hiç düşünmemiştim.”
“Gazi, anne karnından itibaren kıskançtı. Sadece iskeleti kıskanmıyor, göz bebeği öğrencilerini de diğer öğrencilerden kıskanıyor.”
“Ne?”
“Annelerinin kuzuları olan öğrencilerin, Gazi’nin de kuzuları olduğunu herkes bilir.”
Ben ne annemin ne de Gazi’nin kuzusuyum. Kapıyı ayağımla itip içeri girdim. Gazi’nin elinde camdan balon olmasaydı şu anda gizlice arkamdan gelip, laboratuvarın camından iskeleti sınıfa sokup sokmadığımı göz ucundan süzerdi. Onun özel hassasiyeti nedeniyle sınıftaki çocuklar, Gazi’nin adını kendi aralarında “Yok oradan, yok buradan!” koymuşlar. Az bile.
Laboratuvar okul bahçesinin kuzeyindedir. Oradan basketbol sahası ile voleybol sahası arasından sınıflara kadar iç içe girmiş yol var. Laboratuvardan çıkıp merdivenleri inmeden, verandada biraz duruyorum. Gazi’den uzaklaşınca Brejit’e ait duygularım güçleniyordu. Sanki kanlı canlı olan bir varlığı taşıyormuş gibi hissediyordum. İskeletin organları bir bir aklımda tamamlanıyordu. Bodrum kattan yükselen güm güm sesinin bile hayalimi dağıtmaya gücü yetmedi. Ses verandaya kadar geliyordu.
Güm… Güm… Güm…
Bodrumdan gelen ses gürültülü olsa da ahenkli ve ritmik bir sesti. Sanki işçiler sırayla ve nota üzerine darbeleri yere indiriyorlardı. Birkaç gündür işçiler bodrum katta tamir yapıyorlardı. Okul hizmetçisinin babası Reyhan amca, her gün olduğu gibi Polonya sandalyesinin üzerinde oturmuş kayısı kurusu gibi güneşleniyordu. Amber sınıfın penceresinden verandaya doğru baktı. Onun aklından geçeni tahmin edebiliyorum. Kesin benim, Gazi ile dalga geçtiğimi düşünüyor ya da iskeletin erkek olduğu aklından geçiyor.
İskeleti dikey biçimde taşıdığımdan belime ağırlık çökmüştü. Merdivenleri çok dikkatli iniyordum. Hayalim aklıma üstün geliyordu. Beynimde dalgalanan tasvirleri gözlerimin aynasında canlandırmak hoşuma gidiyordu. Bu sırada Reyhan amcanın da bakışları beni takip ediyordu. Onun bakışları, Gazi’nin şüpheli bakışlarına ve Amber’in boş bakışlarına benzemezdi hiç. Duvara bakar gibi, musluklardan akan damlalara bakar gibi bakıyordu.
Ayaklarımı merdivenin son basamağına koyduğumda bodrumdan gelen gürültü iyice yükseldi. Belki gürültünün nedenini anlarım diye eğilip bodrumun merdivenlerine baktım. Bakmaz olaydım. Bembeyaz olmuş renkleriyle korku içinde, bodrumun merdivenlerinden iki işçi bağırarak yukarı doğru geliyorlardı ki kucağımdaki iskeleti görünce bağırtıları daha da yükseldi. Elleriyle kalçalarına vurarak avlunun ortasına koştular. Her ne sebepten ise bir şeyden çok korktukları belliydi. Ben de Reyhan amca da şaşkındık.
“Ölü… Ölü… Ölü hortlayıp…”
İşçiler çığlıklar içinde bir şeyler anlatmaya çalışıyorlardı. Ağızlarından ölü sözü çıkıyor, bir de garip sesler. Reyhan amca, Polonya sandalyesinden ayağa kalkıp şaşkın vaziyette, bastonunun yardımıyla bodruma doğru yürümeye başladı. Gazi, elinde camdan balonla verandaya doğru koştu. Bir başka işçi, merdivenlerden aceleyle yukarı çıkarken kucağımdaki Brejit’e çarptı. Brejit elimden düştü. İşçiyle Brejit birlikte yere serildiler. İşçi bayıldı. Zavallı Brejit’imin el ve kol kemikleri parçalanarak yere dağıldı. Baldır kemikleri kalçadan ayrıldı ve dibi düşmüş cam gibi parçalanarak baygın işçinin böğrüne düştü. Kopmuş eli merdivenlerden aşağı doğru yuvarlandı. Aklımdaki Brejit de iskeletle birlikte paramparça oldu. Adeta kendimi kaybettim. Ne yapacağımı bilemiyordum. Brejit’in dağılmış kemiklerini mi düşüneyim, kemiklerle yan yana yatıp duran baygın işçiyle mi ilgileneyim yoksa bahçenin ortasında kıyameti koparan işçileri mi düşüneyim?
İşçilerden biri, Reyhan amcanın kolundan tutmuş sallıyordu. Reyhan amca ise kendini onun elinden kurtarıp neredeyse bodrumun merdivenlerine varmıştı. O anda müdür nefes nefese olay yerine geldi. Yuvarlak ve tombik göbeği yüzünden ter içinde kalmıştı. Önce bodruma girdi. Reyhan amca bastonunu yere vura vura müdürün arkasınca aşağı inmeye başladı. Biyoloji öğretmeni onu kolundan tutup birlikte indiler. Öğrencilerin bir kısmı bodruma doğru koşturdular, bir kısmı da müdür muavini ile bağırıp çağıran işçilerin etrafına toplaştılar. Başka bir kısmı da baygın düşen işçinin başına toplaştı. Spor öğretmeni işçinin kafasını dizine yatırıp ağzına kaşıkla şekerli su döküyordu. O karışıklıkta şekerli su vermeyi kim akıl etmişti?
Öğretmenler ve öğrenciler şaşkın bir vaziyette işçileri izliyorlardı. Ben ise verandanın merdivenlerinin sonunda çivi gibi yere çakılmıştım. İskeletin parmakları müdürün ayakları altında çıtırdadığında gözlerimi kapattım. Sanki müdür, Brejit’in ince, beyaz ve sıcak parmaklarını ayakları altında eziyor gibiydi.
Bir anda Gazi’yi yanı başımda buldum. Camdan balon bir elinde, diğer eliyle de Brejit’in dağılmış kemiklerini topluyordu. Amber ise öğrencilerin arasından sıyrılarak bana ulaştı. Kolumdan tutup kaygılı bir kardeş gibi sıktı. Dudağında hüzün dolu bir tebessüm vardı.
“Korktun mu?”
“Hayır korkmadım. Şaşkınım. İşçilerin bodrumdan bağırıp çağırarak bahçeye koşmalarını da hâlâ anlamış değilim. Öğrenciler neden birkaç saniye içinde sınıftan bahçeye akın ettiler?”
Gazi, iri yapılı vücudu ile çocuk gibi diz çökmüştü. Reyhan amca, bahçenin köşesinden ekmek kırıntısı toplarmış gibi öğrencilerin ayakları altından iskeletin kemiklerini bir yere topluyordu. Ancak ekmeği öpüp alnına koyduğu gibi kemikleri öpmüyordu. İskeletin kutsal kalçasını bir cam gibi ihtiyatlı bir şekilde alıp ince kemiklerin yanına koyuyordu. Amber kolumu bıraktı, iskelet kemiklerini toplayan Gazi’nin yardımına koştu. Gazi ise bir şeyler söylenip duruyordu:
“Beceriksizler! Sizi beceriksizler! Bir bak da gör, tek iskeletimize ne yaptılar! Sanki ölü hortlayıp da sizi yiyecek. Ölü de bir zamanlar senin gibi bir insandı be. Bir kimse yok mu bu beceriksize söylesin, senin de bedeninin çerçevesi taştan değil, bu iskelettendir diye. İskelet korkulacak şey midir? Ahmaklar!”
Gazi, okulun bütçe darlığına mı yoksa laboratuvarın iskeletsiz kaldığına mı söyleniyor, belli değildi. Belki de benim Brejit gibi onun da matruşkasının paramparça oluşuna söyleniyordu.
Reyhan amca bastonunu yere vura vura bu sefer bodrum merdivenlerinden yukarı doğru çıkıyordu. Merdivenin son basamağına varınca soluklanıyor ve yüksek sesle; “Korkmayın, korkmayın, ölü hortlamamış! Aşdöken Mezarlığının üstü açılmış. Korkmayın, korkmayın ölü hortlamayıp Aşdöken Mezarlığının üstü açılmış!”diye tekrarlayıp duruyordu.
O karışıklıkta elinde baston merdiven üzerinde durup, “Korkmayın!” diye bağıran Reyhan amcanın konuşma tarzı Robin Hood filmini hatırlattı bana. Leş kartalları, süngüleri omuzlarında, yüksek sesle; “Saat on iki! Şehir güven ve asayiş içinde… Saat on iki!” diye bağırıyorlardı.
Saatime baktım, gerçekten de saat on ikiyi gösteriyordu.

– 2 -
“Beyler, bugünkü dersimiz Hermafroditlik konusu üzerinedir. Aranızda Hermafroditliğin ne anlama geldiğini bilen var mı?”
Amber’in koluna yavaşça dokundum ve, “Bu konu tam senin kanayan yaran.” dedim. Amber’in yüzü gözü değişti. Biraz kızardı biraz da beyazlaştı fakat bana cevap vermedi. Okuyup bildiklerini sınıfta anlatmak için hiç özgüveni yoktu. Hem de korkaktır. Öğretmenin, konuştuğumuzu duyup sözlü defterinde eksi not vermesinden korkuyordu. Bunda ne var ki! Eksi not da diğer notlar gibi öğrenci içindir.
Biyoloji öğretmeni beyaz tahta üzerine bir kalça kemiği çizdi. İçimden, Brejit’in kalçasına hiç benzemiyor dedim. Yine, o karışıklıkta Brejit’in kalçasını altı düşmüş kutsal bir cam gibi korumaya çalışan Gazi aklıma geldi. Amber’in kulağına, “Yazık, iskelet nasıl da darmadağın oldu!”diye fısıldadım. O ise her zamanki gibi sessiz sedasızdı. Gözü biyoloji öğretmenin ağzındaydı.
“Beyler, iskeletimiz Aşdöken Mezarlığı yüzünden kırılıp parçalandığına göre bugün dersi tahtada çizdiğim resimle işleyeceğiz.” Brejit’in paramparça olmasının derdi bana yetmezmiş gibi, öğretmenin bana tuhaf tuhaf bakması sanki büyük bir cinayet işlemiş gibi hissetmeme neden oldu. Tekrar Amber’in kulağına fısıldadım, “Hamal oğlu hamal sanki cin görmüştü, bodrumdan öyle bir aceleyle yukarıya, iskeletin üzerine koştu ki dengemi kaybettim. Şimdi otur sınıfta bakalım, hem öğretmenin laf sokuşturmasını dinle hem de iskeletin hasretini çek.”
Öğretmen beyaz tahtada kalemle kalça kemiğini çizerken kemiklerin yerlerini açıklıyordu,“Daha önce de anlattığım gibi kalça dört çeşit kemikten oluşuyor. Çocukken bu kemikler kıkırdak şeklinde olur fakat büyüdükçe sert kemiğe dönüşürler.”
Yine Amber’e dokunarak, “Şimdi Gazi sınıfta olsaydı ve bu sözleri duysaydı, yalaka dili ile öğretmene oradan konuşma derdi, yürü git ağzını suyla yıka, derdi.” diye fısıldadım. Milletin ağız temizliğinden ona neyse. Benim konuşmam, Amber’in umuru bile olmadı. Fakat ben ders havasında değilim. Öğretmenin sözlerini dinlemek için hiç keyfim yok. Tüm öğrencilerin gözleri beyaz tahtaya dikilmiş, ne anlıyorlarsa ders dinlemekten. Kim bilir, belki onlar da benim gibi boş boş bakıyorlardır da çaktırmıyorlardır. Akılları başka yerlerde geziyordur. Öğretmenin el hareketiyle kırmızı kalem yağ gibi beyaz tahtanın üzerinde akıyordu. Kalça parçalarının adını tahta üzerinde yazıyor, akabinde Brejit’in da parçaları gözümün önünde parçalanarak yere serpiliyordu. Neden Amber ve Gazi gibi ben de eğilip yerden onun parçalarını toplamadım ki? O benim Brejit’im idi, Amber’in değil! Hamal adam, kendime gelebilmem için müsaade bile etmedi.
“Hermafroditlik kelimesinin kaynağının ne olduğunu kim biliyor?”
Öğretmenin sesi bana sınıfta olduğumu hatırlattı. Amber bir zamanlar bu kelimenin kaynağını bir kitaptan bana anlatmıştı. Beynimi o kaynağı hatırlamak için zorluyordum fakat beynimin kapısı Kırk Haramiler mağarasının taş kapısı gibiydi. Dilden çıkan bir şifreye bağlıydı sanki. Bazen herhangi bir insanın ağzından çıkan sıradan bir söz, zihnimin taş kapısını açar, hatıralar tahıl ambarlarının buğdayları gibi dilimin ucuna gelir ve işte o zaman ben saatlerce konuşabilirdim ama şimdi…
Amber’e, “Dur, bak hemen söyleyeceğim. Fakat Brejit’in parçalanması kafamı karıştırdı. Hatırlayamıyorum, eğer sen biliyorsan söylesene.” dedim.
“Unutuvermişim!”
“Ben seni bilirim, unutmamışsındır.”
Öğretmen, Amber’e soru sormayınca onun dili açılmazdı. Öğrencilerden de ses yoktu. Öğretmen,“Birçok adın ortaya çıkışı gibi Hermafroditlik adının da ortaya çıkışı Yunan mitolojisine dayanır. Batı mitolojisine göre Hermafrodit, Hormos ile Aphrodisias’ın oğlu idi. Günün birinde ona bir su perisi verilir. Bir gün Hermafrodit suda yüzdüğü esnada, su perisi Tanrıdan ikisinin birleşmesini ister. O günden beri Hermafrodit çift cinsiyetli olmuştur.”
Öğrencilerin biri sınıfın ta sonundan, “Öğretmenim filmlerde görüyoruz, Batı’da her şey için izin alırlar. Su perisi neden Hermafrodit’ten izin almamış?” diye seslendi. Torpil gibi patlayan kahkahalar konuşan öğrencinin lafının bitmesine engel oldu. Öğretmen elindeki kalemi tahtaya vurdu. Öğrenciler susacak gibi değildi. Brejit’in kırılıp dağılması onlara da konuşma cesareti vermişti.
“Öğretmenim, biz Aphrodisias’ın kim olduğunu biliyoruz.”
“Buyurun söyleyin, kim olduğunu öğrenelim!”
“Öğretmenim, Aphrodisias aşk tanrıçasıdır!”
“Öğretmenim, serçenin de aşk tanrıçası olduğunu söylüyorlar!”
“İyi de fakat bunlar biyoloji konuları değil. Bizim tartışma konumuz Hermafrodit üzerinedir.”
Başka bir öğrenci,“Öğretmenim, serçe ne ki bir de onun aşk tanrıçası olsun!” Yine sınıf, öğrencilerin kahkahasıyla doluyor. Öğretmen, “Arkadaşlar konumuza dönelim. Hermafrodit hakkında söylediğim sözler sırf eğlenmek için değildir. Hem tıpta hem de psikolojide bu isimlerin bir nedeni olduğunu bilmenizi istedim. Gece uyuyup sabah kalkıp da bu isimleri koymamışlar.” dedi sesini biraz daha yükselterek.
İçimden,“Anasını satayım böyle iznin. O gölde ben olsaydım herhalde gök yere inmezdi. Brejit de öyle izinsiz gelip de suya atlayacakmış… Sonra iki can bir beden… Of, böyle can birliği hiç fena değil!”diye geçirdim.
“İsim konulmasından sonra gelelim Hermafrodit’in ne olduğu konusuna. Çift cinsiyetli olmak hayvanlar arasında sıradan bir meseledir, sorun olmaz. Fakat insana gelince onun bilinçli bir varlık olmasından dolayı fiziki bozukluğunun yanı sıra psikolojik bozukluklara da yol açılır.”
Öğretmen, dersi lastik gibi uzattıkça uzatıyordu. Böyle bir sorundan banane. Öğrenip öğrenmemek ne işime yarar ki! Bana ne kim dişiydi, kim erkekti, kim çift cinsiyetli! İsa kendi dinine Musa kendi dinine. Öğretmen ders anlatmakta ben ise hayallerime dalmıştım. Brejit, bir yerlerden kopup üstüme doğru geliyordu. Ben ise okul giysilerimle göl içinde, sırt üstü yatıp onu izliyordum…
“Ben de birçok erkek gibi Brejit’ten kalma hatıra için ruhumu şeytana satabilirim.” diye mırıldandım.
Amber bu sözü duydu, “Şeytan ile alışveriş bir yana, sen ruhun ne olduğunu biliyor musun?” dedi.
“Efendi, bilgin! Herkes şeytanın cehennemin sultanı olduğunu biliyor!”
“Hayır, şeytan insanın zihnindedir.” dedi. Bilmiş bilmiş konuştu yine Amber. Amber, büyük laflar etmeyi alışkanlık haline getirip gece gündüz kafasını kitaptan kaldırmayıp papağan gibi kitapların sözlerini ezberlerse, lafları başından büyük olur haliyle. Ben odamın duvarına resmini yapıştırdığım Brejit uğruna, ruhumu şeytana bedava satmaya hazırdım. O, etrafımda yaşayan kadınların hiçbirine benzemezdi. O benim meleğimdi. Brejit topuklu ayakkabısını çıkarıp suya atlamak istiyor, giysilerini çıkarıp çıkarmama konusunda bir karara varamıyordu. Beni giysili görünce o da soyunmaktan vazgeçiyordu. Kollarını açıverip suya atlar atlamaz kemikleri birbirinden ayrılarak suya dağılıyordu. Bedeni parçalanarak kutsal bir cam gibi kucağıma düşüyordu. İrkildim. Ne kucağıma düşmüş Brejit’in bedeninden ne de su içinde sırt üstü yatmamdan bir eser kaldı. Öğretmen hâlâ kırık bir pikap gibi cızırdamaktaydı. Ne anlattığını hiç anlamıyordum. Brejit’in kırılmış ve suya serpilmiş kemikleri aklımdan çıkmıyor ve kendi kendime, “Antik han, senin ruhunu şeytana satmaya hiç gerek yok. Sen zaten şeytanın ta kendisisin! Böyle de abuk sabuk saçma hayal kurmak olur mu?” diyordum. Kitabımın sayfalarını birer birer çeviriyordum. Vücut organlarının resimlerine bakıyordum ki iskelet resmi içeren sayfada durakladım. İskeletle ilgili kardeşime sorular sormaya başladım.
“Sus da derse kulak ver!” dedi.
Aklımda garip bir yaratık canlanmıştı. Hayalimde kalça ile omzun yerini değiştiriyordum. Karnından soluklanan bir insan nasıl hayal edilebilirdi ki? Eğer akciğerler bağırsağın komşusu olursa kesin insanın soluğu her zaman pislik kokar. İşte o zaman insanlar birbirleriyle konuşmaktan çekinirler. Kim bilir belki de birbirlerinin nefes kokularına alışırlardı.
“Acaba insanın vücudu böylesine garip ve çirkin olsaydı o zaman yine de ona insan diye hitap edilir miydi?”
“Ders dinliyorum. Konuşma!”
Konuşmuyorum. Çirkin kadınlar, çirkin çocuklar, çirkin erkekler aklımda geçit yapıyorlar. Çirkin insanları düşündüğümde hem gülelim geliyor hem de içimi ıstırap kaplıyor. Tüylerim diken oluyor. Etimle kemiklerim arasında kurtların süründüğünü düşünüyordum. Amber’in gözü öğretmendeydi yavaşça, “O zaman insan kendi çirkinliğinin farkında olmazdı, insan hep böyle olduğunu zannederdi.”dedi.
Hayal kurmayı değil ben bedenin güzelliğini seviyorum. Çirkin yaratıklara bakmayı hiç sevmiyorum. Kalça ile omzu tekrar olduğu yerlerine geri getirdim. İçimden, ne mutlu Reyhan amcaya, özgür o. Ne ders dinlemek zorunda ne de iki saat sıraya çivi gibi çakılıp oturmak zorunda. Şimdi Reyhan amcanın Polonya sandalyesi üzerinde oturup da omuzlarımı güneşlendirseydim gök yere inmezdi herhalde.
Pencereden, bahçeyi seyrediyordum. Reyhan amca her zamanki gibi kendi sandalyesi üzerine oturmuştu. Yine Gazi’yi laboratuvar merdivenlerinden inerken gördüm. Kesin her gün olduğu gibi bodruma girecek. Gözümü üzerinden ayırmıyordum. Gazi, Reyhan amcaya doğru gidiyordu. Sanki bugün bodruma inme niyeti yoktu ama Gazi, Reyhan amcaya bir şeyler söyleyip bodruma doğru yürüdü. Merdivenleri inip göz önünden kayboldu. Yine Amber’i yavaşça sarsıyorum, “Gazi yine bodruma girdi!” Amber ise dikkate almıyor. “Acaba açılan mezarların içinde define mi buldu?” diyorum. Amber kendini öğretmenin sözlerine kaptırmış, beni duymuyordu.
“Beyler, grupların adlarını yazıp bana verir misiniz? Eğer biraz çaba gösterirseniz kırılmış iskeletlerin yerine Aşdöken Mezarlığının kemiklerinden birkaç iskelet yapabilirsiniz belki.”
“Kim iskelet yapacak? Biz mi?” Amber konuşmak yerine kafa sallıyordu. Sınıfta otursam da aklım Gazi’deydi. Bodrumda ne işi olabilirdi ki? Orada üstü açılmış mezarlığın kemiklerinden başka ne var ki? Onun her gün bodruma gitmesi bana dert olmuş; sınıf sırasının ahşabı da diken olup kalçalarıma batıyordu. Meraktan çatlamak üzereydim. Onun orada ne yaptığını öğrenmeliydim. Yerimden kalkıp öğretmenden izin aldım. Ben elimi kaldırıp izin aldığım sırada Amber, “Öğretmenim, Aşdöken Mezarlığının adı nereden geliyor?” diye sordu.
Öğretmen, “Bu soruyu Reyhan amcaya sorun.” dedi. İlginçtir ki Amber’in de soru sormaya ağzı açıldı! Bahçeye indim. Reyhan amca beni görünce, “Oğlum, sen yine sınıfta duramadın mı?” dedi. Reyhan amcanın etrafı ağzı açık seyrederken, bizim her halimize dikkat ettiğini bilmezdim. Bodruma doğru yürürken, “Reyhan amca, hazır ol. Az sonra tüm sınıf üzerine gelecek ve seni soru yağmuruna tutacaklar.”dedim. Reyhan amcanın cevabını beklemeden bodrum merdivenlerinden inmeye başladım…

– 3 -
Ayak parmaklarımın ucu üzerinde bodrum merdivenlerini iniyordum. Ayaklarımı yavaşça yere basıyordum Gazi duymasın diye. Kapıdan içeri girdim. Ortalık alacakaranlıktı. Rutubet kokuyordu. İlginç bir duygu içindeydim. Kalp atışlarım giderek hızlanıyordu. Filmlerdeki gibi kafama bir kadın çorabı geçirseydim kendimi tam bir hırsız gibi hissederdim fakat ben hırsızlığa gelmedim ki. Bu bodrumda insan kemiğinden başka çalınacak ne olabilir ki?
Kafamı kapının girişinden içeri soktum. Kocaman kemikler odun yığını gibi pinpon masasının kenarında duvar dibinde toplanmış, ufakları irilerden ayırmışlar. Kaç ölünün olduğu belli değildi. Eğer pinpon masasının altından eğilip de kafataslarını sayacak olursam, o zaman ölülerin sayısı belli olurdu. Bodrumun döşemesi baştanbaşa kazılmış ve sürülmüş tarlaya benziyordu. Fakat tohum ekmeden sanki kemik biçmişlerdi bu tarlada.
Masanın üzerinde bir matkap vardı bir de kalçanın içinden geçirilmiş ince bir boru. Gazi, masanın kenarına toplanmış kemiklerle uğraşıyordu. Usta bir kemik uzmanı gibi omurga kemiklerini gözden geçirip bir bir seçiyordu. Seçtiği omurgaları borunun kafasına yerleştiriyordu. Yüzünü göremiyordum ama elleri kemikleri getirip götürüyordu. Böyle izledikçe giysileri altından onun bel, kol ve bilek omurga kemiklerini tasavvur ediyordum. Tasavvurlarım her zaman beni beklemediğim an yakalar, zihnimde asılı kalır zaten. Gazi’nin dirseği kaldıraç gibi onun kolu ile bilek kemiklerini harekete geçiriyordu. Masa ile göz mesafesinde hareket eden bileği mekanik bir araç gibiydi. Kemikleri bir bir eline alıp bakıyor, ters çeviriyor sonra geri yerine koyuyordu. Başka bir kemiği eline alıyor, sanki beyninin dışında elleri de ayrıca kemiklere bakarak düşünüyordu. Belli, aynen benim gibi kemiklere ilgisi çoktu. Fakat ben böylesi dağılmış ve serpilmiş kemikleri değil, çerçeveli kemikleri tasavvur etmekten hoşlanıyorum. Kemiğe dokunmaktan daha ziyade, zihnimde tasavvur edip, ona göre hayal kurmayı seviyorum. Gazi’nin ilgisi ne zaman ve nereden başladı bilemem fakat bu alışkanlık bende altıncı sınıfta okuduğum zaman başladı. Hâlâ da yakamdan düşmedi. Amber diyor ki, sen altmış yaşına da gelsen bu alışkanlık seni terk etmeyecek.
Her şey o gözlükle başladı.
Tuba Mezarlığında etsiz, derisiz, perdesiz, örtüsüz cesetleri gördüğümde başladı gözlük macerası.
Ahmet şöyle söylemişti, “Ulan bilmiyorsun ki insanı çırılçıplak gösteriyor! Dayım yurt dışından getirmiş.”Sonra gözlüğü gözüne takmıştı. Her ne kadar gözleri gözlüğün siyah camları arkasında saklandıysa da dudakları inceden inceye gülümsemişti. Ben ise gözlüğü onun gözünden çıkarmaya çalışmıştım. Ahmet’in vücudumu çıplak görmesinden hoşlanmıyordum. Elimden kurtulup kaçarken, “Baksana… Hele çırılçıplak göstermek bir yana dursun, et ile deri altındaki kemikleri de gösterir. Ulan senin göğüs kemiklerin sanki tavuk kümesi.” demişti.
Elimi göğsüme çapraz bir şekilde koydum. İnsanın göğüs kemiklerinin tavuk kümesine benzemesi hiç aklıma gelmezdi. O zamana kadar kendim ve Amber’den başka doğru düzgün çıplak insan görmemiştim. Amber’i de tam çıplak görmemiştim çünkü annem bizi banyoda iç çamaşırımızı çıkarmadan yıkardı. Banyodan ilk hangimiz çıkarsak diğeri annemin emriyle yüzünü duvara çevirip gözünü kapatırdı.
Annem ise ne gözünü kapatırdı ne de bizim çıplak vücudumuzu dikkatle süzerdi. Annemiz, Tanrı gibi bizim çıplaklığımızı görürdü.
Ahmet, kemikleri de gösterir deyip kaçtıktan sonra aklım hep kurcalanıyordu. Üstelik tavuk kümesi sözü gururuma dokunmuştu. Kemikleri gösteren gözlüğü bir türlü unutamıyordum. Kime baksam, kemikleri et deri altından çıkıverip gözüme giriyordu sanki. Geceleri rüyamda göğsümde tavuklar gıdaklıyor, horozlar ötüyor, civcivler cıvıldaşıyorlardı.
Gözlüğü ele geçirmeliydim.
“Söylenenlere göre mezarın ilk gecesi münker ve nekir gelip soru soracak. Acaba insan anasının rahmine düştüğü gün de enker münker gelip insanı…”Amber elini ağzıma koymuştu. İkiz olmamıza rağmen birbirimizden farklı düşünüyorduk.
“Bu gözlük senin aklını başından almış, böyle devam ederse tımarhaneye kadar yolun var.”
Ahmet’in çıplak gösteren gözlüğünün kirası pahalıydı. Bin bir bahane ile Amber’i bir haftalık harçlıklarımızı biriktirelim belki beş on dakikalığına gözlüğü kiralar gözümüze takarız diye ikna ettim.
Amber, “Ahmet blöf yapıyor. Kitapta okuduğuma göre insanın kemikleri sadece x ışını ile gözükür. Ayrıca, izinsiz birini çırılçıplak seyretmek kötü iştir.” dedi. Benim onla bunla ne işim olabilir?
Ahmet , “Ben komşu kadına baktım. Bakmaz olaydım. Kemikleri üzerinde yedi kat etten duvar örülü.” demişti. Amber, “Ahmet’in söylediklerine, sen neden inandın?” dedi. Beni kolumdan tutup, “Şu blöfçü adamın yalan palanına inanma… Babam öğrenirse boğar seni.” dedi. “Demek ki sen de gözlüğün kemikleri gösterdiğine inanıyorsun belli oldu.”diye karşılık verdim.
Ahmet’le ertesi gün karşılaştığımızda,“Ben mahalle kadınları ve kızlarının çoğuna baktım.” dedi böbürlenerek. Bir anda Ahmet’in gözlük arkasından annemi seyrettiğini düşündüm. Etimle derim arasında bir şeyler titredi. Yüzüm hırstan alev alev yandı. Amber de kıpkırmızı kesildi. Kesin benim aklımdan geçen onun da aklından geçmişti. Düşünmesi bile insanı deli ediyor. Bir anda öfkeyle Ahmet’in üzerine yürüdüm, yakasından tuttum. Gözlüğü gözünden çıkarıp yere fırlattım. Kavga eden iki dana gibi boynuz boynuza geldik. Birbirimizi yere serip boğuştuk. İkiz olsak da Amber anadan doğma korkaktı. Her zaman kavgadan korkardı. Şimdi de kardeşinden yana durmak yerine, yabancı gibi bizi ayırmaya çalışıyordu. Bir an Amber’in elinde kırık gözlüğü görünce ikimiz de boğuşmaya ara verdik ve gözlüğe baktık. Gözlüğün hangimizin ayakları altında kırıldığı belli değildi. Ahmet tozlu topraklı elleriyle gözünden akan yaşı silerek,“Şimdi gider dayımı kapınıza gönderirim. Gözlüğün parasını sizden alır. Görürsünüz siz gününüzü.” dedi.
Ben ise bağırdım,“Ulan bana bulaşma yoksa seni rezil ederim. Açarım sandığı dökerim pamuğu…[2 - Azerbaycan Türkçesinde atasözüdür. Kimse hakkında bildiklerimizi ayan etmek, herkese söylemek anlamına gelir.] Mahallede herkese, bu manyak şu gözlükle sizin karılarınızın, kızlarınızın vücutlarına bakmıştır, onları bu gözlük çırılçıplak gösteriyormuş. O da seyretmiş derim. Söyledim ki hesap elinde olsun!”
Gazi kafasını masaya doğru eğmişti. Dönüp beni arkasında görürse, irkilecek. Durduğu pozisyona bakıyordum. Onun boynunun omurgalarını zihnimin gözünde görmek için hiçbir gözlüğe ihtiyacım yoktu. Eğer irade edersem onun iskeletini de zihnimin gözüyle görebilirdim fakat nedense Gazi’nin göğüs kemiklerindeki tavuk kümesin zihnimde tasavvur etmeye hiç hevesim yoktu. Aynen başka insanlar gibidir. Gazi’nin kaba kemikleri benim hiç umurumda değil!
Hiçbir zaman Ahmet’in gözlüğünün insanları gerçekten de çıplak gösterdiği belli olmadı fakat o zamandan beri ne ölüden ne de ölü kalıntısından korkmadığımı anladım.
Evimizin karşısındaki Tuba Mezarlığının yerinde cami yapılacağından ölülerin sahipleri mevtaları başka mezarlığa taşımak zorunda kalmışlardı. Ben de her gün mezarlığa gidip açılan mezarlardan çıkarılan ölülerin kalıntısını izliyordum. İçimde doğan merak her an beni Tuba Mezarlığına doğru çekiyordu. Açılan mezarların kenarında durup, mezarın içinde boylanıp kıbleye doğru yatan insan kalıntılarına bakıyordum. Bazen de mezar sahipleri bana engel oluyorlardı. Ben her şeyden önce göğüs kafeslerindeki tavuk kümeslerine dikkatle bakıyordum. Nedense tavuk kümeslerinin hepsinin içi toprak dolmuştu. Tavuk kümeslerinden sonra iskeletin kalça kemiklerine bakarak da erkek mi kadın mı olduklarını tahmin edebiliyordum.
“Kim bilir şimdiye kadar bu iskeletin göz çukurundan kaç yılan sürünüp geçmiştir?”
Amber korkaktı. Hem yılandan korkar hem ölüden hem de Tuba Mezarlığının yüz yıllık ölülerinin baratalarından.
“Sen sonunda ölü güldüren olacaksın!”
Fakat ben ölüleri güldürmüyordum. Her ölünün kendine özel bir hikâyesi olmalıydı. O hikâyeleri duyup öğrenmek istiyordum. Ölü sahipleri her zaman acele içinde ölülerinin kemiklerini toplayıp bir an evvel mezarlığı terk etmek istiyorlardı. Bazı geceler, ölüler dansı şarkısıyla, zihnimde ölülerin iskeletlerini mezardan hortlatıp, sıraya dizip, kalıntılarıyla, baratalarıyla dans ederdim. Amber benim hayal kurmamı hor görürdü.
“Neden dirileri bırakıp da ölülerin peşindesin? İskeletlerle hayal kurmanın yolunun tımarhaneden geçeceğini bilmiyor musun?”derdi.
Amber benim kurduğum hayallerimden bir şey anlamazdı. Bu hayaller yalnız bana aitti. Hiç kimse benim aklıma girip de bunları benden alamaz. Ne güzel ki zihnimin gözü görünmezdir, zaten ben hayallerimi dile getirinceye kadar kimse eline cetvel alıp da kendi ölçüleriyle hayallerimi ölçemez.
Bazen de mezar kazıcılar, mezarın içine hopladığında, baratanın bütününe dokunur dokunmaz tavuk kümesi de bozulurdu. Kemikleri bir bir toprak üzerinden alıp torbaya koyarlardı ve ölü sahibinin eline verirlerdi. Baratalar ne kadar uzun süredir mezardaysa, bütünlüğü de o kadar çabuk bozulurdu.
“Kum[3 - İran’da dini ağırlığı olan bir kent, halk tarafından kutsal bilinir.] yolcusuydu veya Meşhed[4 - İran’da dini ağırlığı olan bir kent, halk tarafından kutsal bilinir.]?”
Ölü sahipleri şaşkınlıkla bana bakarlardı. Ben ise cevap beklemeden, “Belki de Rahmet Vadisi[5 - Tebriz’de bir mezarlık adı.]!” derdim.
Gazi’nin el hareketlerine bakıyorum. O hareketleri anlamlandırabilecek gücüm olsaydı, Gazi’nin aklından geçenleri çözebilirdim.
Belki Gazi’nin de benim gibi her bir kemik parçası ile ilgili özel bir tasavvuru vardır. Keşke duvar köşesinde toplanmış kemiklerin de yaşam hikâyelerini bilseydim. Acaba duvar köşesine birikmiş kemikler yaşarken bir gün bu bodrumda üst üste toplanacaklarını hiç düşünmüş müydüler? Acaba kemik de canlı vücut gibi acıyı, ağrıyı hissediyor mu? Kim bilir, belki de hissediyor. Belki de kemiklerin dili olsaydı bize konuşurlardı. Belki de kemikler bizim anlayamadığımız bir tarzda ağrıyı hissederler. Acaba kemik de zevki hisseder mi? Şimdiye kadar böylesi kemik yığınına rastlamamıştım. Sanki kemik yığınına bakarken bir titreşme oluyordu. Bana öyle geliyor ki kemikler durduğu yerlerinde kıpırdıyorlardı. Korkmuyorum fakat heyecandan dizlerim titriyor ve hemen bodrumun merdivenlerinden yukarı koşup, “Kemikler hortluyorlar diyesim geliyor fakat aşırı heyecan nedeniyle bacaklarım kitleniyor, sesim gırtlağımda tıkanıyordu. Peki, neden kemiklerin kıpırdayışı Gazi’nin umurunda bile değildi?

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/rukayye-kebiri/aclik-baratasi-69499978/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Barata: Çobanın kurda yem olan koyundan arta kalan deri ve kemiği, hırsızlık iftirasından kurtulmak için koyunların sahibine teslim eder. Barata, bu teslim edilen parçalara denir.

2
Azerbaycan Türkçesinde atasözüdür. Kimse hakkında bildiklerimizi ayan etmek, herkese söylemek anlamına gelir.

3
İran’da dini ağırlığı olan bir kent, halk tarafından kutsal bilinir.

4
İran’da dini ağırlığı olan bir kent, halk tarafından kutsal bilinir.

5
Tebriz’de bir mezarlık adı.
Açlık Baratası Rukayye Kebiri
Açlık Baratası

Rukayye Kebiri

Тип: электронная книга

Жанр: Легкая проза

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 16.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Açlık Baratası, электронная книга автора Rukayye Kebiri на турецком языке, в жанре легкая проза

  • Добавить отзыв