Sarayda Düğün

Sarayda Düğün
Saadet İlhan

Saadet İlhan
Sarayda Düğün

Desteklerini esirgemeyen çok kıymetli anneme, babama ve sevgili eşime teşekkür ederim.


TAKDİM
“Yazarlığın okulu olmaz. Çünkü yazar olunmaz, yazar doğulur!” diyenleri duydum. Aynı sözü şairler için söyleyenler daha da çok. Böyle konuşanları tamamen değil de kısmen haklı sayabiliriz. Çünkü yazmak, bir edebiyat eseri meydana getirmek, öncelikle yetenek gerektirir. Yazarlığın doğuştanlığı da işte buraya kadardır. Bundan sonrası okulun ya da okul yerine geçecek kişilerin, çevrelerin işidir.
Yazar olabilmek için doğuştan getirilen yazma yeteneğinin önce keşfedilip ortaya çıkarılması, sonra da geliştirilmesi şarttır. Köylerimizde kentlerimizde, yetenekli oldukları halde bu özelliklerinin farkında olmayan, keşfedilmemiş, keşfedilse de ortamını bulup yeteneğini geliştirememiş nice insanlar vardır. Öyle inanıyorum ki bu insanlar; zamanında keşfedilip yetiştirilmiş olsalardı kaleminden nice güzel, kalıcı eserler dökülecekti.
Ülkemizde yazarlığın okulu vardır; hatta çok fazla sayıda vardır. Önceleri bu işi, bir anlamda kültür edebiyat dergileri, edebiyat toplulukları üstlenirken şimdilerde hemen her ilimizde “yazar okulu, yaratıcı yazarlık kursu, yazı atölyesi, editörlük eğitimi” gibi isimlerle çeşitli kurum ve kuruluşlar tarafından pek çok etkinlikler düzenlenmektedir. Genelde belediyelerin desteklediği bu etkinlikler elbette yararlıdır. Bu çalışmaların yararına devlet de inanıyor olmalı ki Millî Eğitim Bakanlığı “yazma” derslerini orta öğretim programına seçmeli ders olarak koymuştur. Yeterli öğrenci sayısına ulaşabilen okullarda yazarlık eğitimi veren sınıflar açılmaktadır. (Ne yazık ki sosyal bilimler liseleri dışındaki okulların çoğunda, ehil öğretmen ve yeterli sayıda öğrenci bulunamadığı için bu sınıflar açılamamaktadır.)
Biz; Avrasya Yazarlar Birliği olarak ilkleri gerçekleştirdiğimiz bazı alanlarda olduğu gibi bu alanda da kendimizi başarılı sayıyoruz. Çünkü işinin ehli hocalarla yaptığımız gerçek atölye çalışmalarıyla Türk Edebiyatına küçümsenmeyecek sayıda edebî ürün, küçümsenemeyecek sayıda yazar kazandırdık. Seviyeli eserler ortaya koyabilen gayretli, yetenekli, çalışkan yazar adaylarımızı kitapla buluşturduk. İlk kitaplarını yayınladığımız bu arkadaşlarımız, farklı yayınevlerinden çıkan ikinci, üçüncü dördüncü kitaplarıyla yollarına devam etmektedirler. Yolu yazarlık atölyelerimizden geçen, yayınladıkları her yeni kitapla biraz daha ustalaşan, estetik seviyelerini biraz daha yükselten bu arkadaşlarımız gurur kaynaklarımızdır. Onların Türk edebiyatında farklı bir ses, farklı bir renk, farklı bir iz bırakacaklarına içtenlikle inanıyoruz.
On dönemdir şiir atölyesinde usta şair Ali Akbaş; deneme atölyesinde akademisyen, dilci ve deneme yazarı Hüseyin Özbay; hikâye atölyesinde hikâyeci ve roman yazarı Osman Çeviksoy gönüllü olarak, özveriyle çalıştılar. Hikâye atölyesinde yazar Ataman Kalebozan, deneme atölyesinde yazar Sema Tanrıverdioğlu Ersöz, aynı gönüllülük esasına bağlı kalarak yardımcı hocalık görevlerini üslendiler. Yani AYB Edebiyat Akademisi, atölye çalışmalarının devamını sağlayacak olan ikinci nesil hocalarını da yetiştirmeye başlamıştır.
Ulaştığımız başarı seviyesinde hocalarımızın sanatçı ve eğitimci kişiliklerinin elbette payı büyüktür. Ancak en büyük pay; yazarlığın çilesini baştan kabullenerek eleştirileri dikkate alıp inanarak, bıkmadan, yorulmadan yazmaya devam eden katılımcı arkadaşlarımızındır. Elinizdeki kitabın yazarı Saadet İlhan bunlardan biridir. Annelik, öğretmenlik, ev hanımlığı gibi sorumluluklarının yanında yazar olma sorumluluğunun da nasıl üstesinden geldiğini hikâyelerini okudukça anlayacaksınız. Özellikle, gönlünde yazma sevdası taşıyan, çeşitli sebeplerden dolayı atölye çalışmalarımıza katılamamış olan arkadaşlarımız, bu kitabı dikkatle, inceleyerek okumalıdır. Konuların hangi bakış açılarıyla, nasıl kurgulandıklarını görecekler, belki de yazarlığın sırlarını ve sınırlarını keşfedeceklerdir. Saadet İlhan’ı bu sevimli, sıcacık ve bir solukta okunuveren eserinden dolayı kutluyor, gelecekte yeni yeni eserlerle karşımıza çıkmasını diliyor ve bekliyorum.

    Osman Çeviksoy
    AYB Edebiyat Akademisi Bşk.


SAADET İLHAN
1981 Düzce doğumlu Saadet İLHAN, aslen Kayseri’nin Develi İlçesi Şıhlı Kasabası’ndandır. İlkokul birinci sınıfı Düzce’de okuduktan sonra babasının tayini nedeniyle Ankara’ya geldi. İlkokulu Sofuoğlu İlkokulunda bitirdi. Ortaokulu, lise 1. ve 2. sınıfları Tevfik İleri Anadolu İmam Hatip Lisesinde okuduktan sonra lise 3. sınıfı Çağrı Kız Lisesinde tamamladı. Gazi Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünden mezun oldu. Aynı üniversitede tezsiz yüksek lisans yaparak pedagojik formasyon aldı. 2005 yılında Ankara’nın Polatlı İlçesi Poyraz Köyü’nde Türkçe öğretmenliğine başladı. Paşalı Necati Ortaokulu ve Mehmet Memişoğulları Ortaokulunda çalıştı. Halen Ankara’da Kutalmışbey Ortaokulunda görevine devam etmektedir.
Yazı hayatına öğrencilik yıllarında şiirler yazarak başladı. 2016-2018 yıllarında Avrasya Yazarlar Birliği/Edebiyat Akademisinin hikâye atölyesine katıldı. Hikayeleri çeşitli edebiyat dergilerinde yayımlanmıştır.
Evli ve üç çocuk annesidir.

BABAMIN GÖZYAŞLARI
Tandır için gerekli olan son çalı çırpıyı da ateşin yanına yığdıktan sonra annemin yamacına çömeldim. Elimdeki küçük çubukla toprağa şekiller çiziyordum. Annemse evde hazırladığı hamur bezelerini teker teker açıyor, içlerine patates ya da peynir koyduktan sonra bunları hızlıca kapatıyor ve tandıra veriyordu. Tandırda yeterince gözleme olunca sıcaktan al al olmuş yüzünü kaldırıyor, bir süre soluklandıktan sonra aynı hızla kaldığı yerden devam ediyordu.
Elimdeki çubuğu ateşe atıp ellerimle dizlerimi sararak tandırın sıcağına kaygılı gözlerimi bıraktım. Annem ılımış gözlemelerden birini bana uzattı. Tandırdan gözlerimi ayırmadan:
– Yemeyeceğim, dedim.
– Bir tadına bak bakalım, güzel olmuş mu?
Ben yine aynı isteksizlikle:
– Canım istemiyor, diye cevap verdim. Annem can sıkıntımı çoktan anladığından ısrar etmedi, gözlemeyi eski yerine koydu.
Elime yeni bir çubuk alıp toprağı eşelerken içimi kemiren kurdu bir an önce ortaya çıkarmak istiyordum. Bu sıkıntıyla:
– Okumak şart mı, diye sordum.
Annem:
– Okuyup büyük adam olacaksın, dedi sadece.
Köyümüzdeki ilkokulu başarıyla bitirmiştim. Zaten biraz da bu yüzden beni okutmak istiyorlardı. Benim okumak gibi bir derdim yoktu. Annemin sıcak kucağından ayrılıp soğuk yurt odalarında uyumak bana göre değildi. Köyün diğer çocukları gibi köy işleriyle meşgul olmak istiyordum. Sürüleri otlatmak; otlatırken biraz kestirmek; ağaçlardan meyve toplamak; yakındaki ormandan soba için yakacak taşımak; ilkbahar geldiğinde koyunların, keçilerin, ineklerin yavrularını ilk karşılayan olmak; onlara arkadaşlarımla isimler koymak; her sabah bahçemizdeki domateslerin ne kadar kızardığını görmek istiyordum. Bütün bunları yaparken okula gidebilsem ne iyi olurdu. Köyde yapmayı en sevmediğim işler bile yatılı okumak fikrinden daha sevimsiz gelmiyordu bana. Ama köyümüzde ortaokul yoktu. Mevsimine göre şehirde inşaat işçiliği, boyacılık ya da köyde ırgatlık yapan babam beni ve benden on üç ay büyük ağabeyimi okutmakta kararlıydı.
Ağabeyim ortaokula birlikte gidebilmemiz için ilkokuldan sonra bir yıl benim mezun olmamı beklemiş, köy işlerinde babama ve anneme yardım etmişti. Şimdi onunla beraber aynı kaderi yaşayacaktık.
Annem gözleme sinisini zar zor taşıyıp eve getirirken ben de kalan malzemeleri yüklenmiş bir halde peşindeydim. Gözlemeleri bembeyaz bir bezin arasına özenle yerleştirdi. Sıcaktan hamurlaşmasın diye sık sık dizmedi. Sabahtan hazırladığı tahta bavulun yanına bir de azık torbasını yerleştirdi.
Annem de endişeliydi. İki evladını hiç bilmediği bir yere gönderiyordu. Önümüzde herhangi bir örnek yoktu. Ailenin de köyün de ilk okuyanları olacaktık. Annem tahta bavulu son kez kontrol ettikten sonra koşup ona sarıldım, başımı göğsüne dayayıp hüngür hüngür ağlayarak “Gönderme n’olur!” diye yalvardım. O da bana sıkıca sarılıp “Korkma, ben size dua edeceğim.” dedi.
Ağabeyim de nemli gözlerle bizi izliyordu. Onun durumu daha zordu. Benden sadece bir yaş büyük olmasına rağmen evimizin “ağabey”iydi. Benim gibi kızsa, çırpınsa “Sen büyüksün, ağabeysin. Sana yakışıyor mu böyle yapmak? Kardeşine böyle mi örnek olacaksın?” denerek susturulacaktı. Bu yüzden mecbur olgunluğuyla gözyaşlarını içine akıttı, “Gitmesek olmaz mı?” diyebildi sadece.
Ertesi gün, yola çıkmamıza iki saat kala kahvaltı sofrasında annemin hazırladığı gözlemeleri sıcak çayımıza katık ediyorduk. Üstü tereyağlı sıcak gözlemenin lezzeti bile ağabeyimin ve benim asık suratımızı güldüremiyordu. Annem tatlı tatlı konuşarak havayı ısıtmaya çalışıyor, gitmemizin ne iyi olacağından, orada soba yakmak zorunda kalmayacağımızdan, ağabeyimle ayrı yataklarımızın olacağından, her gün yumuşacık beyaz ekmeklerden yiyeceğimizden bahsediyor, bahçemizdeki meyve ağaçlarına biz gelene kadar bir çocuğun bile çıkmasına izin vermeyeceğine dair sözler veriyordu.
Babam gidişimizle ilgili tek kelime etmemişti. Sadece bir gün gelip kaydımızı yaptırdığını söylemiş ve konuya son noktayı koymuştu. Zaten her zaman böyle olurdu. Biz ona hiçbir zaman itiraz edemedik. Etsek ne olurdu bilmiyorum. Ama kararlılığı, soğuk duruşu bunu engellemişti. Babamdan bir şey isteyeceğimizde anneme söyler, annemin punduna getirip bunu babama aktarmasını iki, üç gün beklerdik.
Kahvaltıyı hızlıca yaptıktan sonra babam “Dolmuşa geç kalmayalım, çıkalım artık.” diyerek bavulu yüklendi, bahçe kapısının orda annemle vedalaşmamızı bekledi.
Önce ağabeyim annemin elini öptü. Annem ona sarıldı. Her gece biz uyumadan önce yaptığı gibi salavat getirerek başını sıvazladı. Yanaklarından öptü. Sıra bana geldiğinde salavatla sıvazlanan başım onu bırakmak istemiyordu. Dün yaptığım gibi başımı göğsüne dayadım ve ağlamaya başladım. Annem bu vedanın uzayacağını ve bu yüzden ayrılmamın daha zor olacağını bildiğinden beni hafifçe itti, iki omzumdan tutarak “Melekler yoldaşın olsun. Size hep dua edeceğim.” dedi.
Babam önde, ağabeyim ve ben arkada yola koyulduk. Bizi ilçeye götürecek dolmuşun durağı yakın değildi. Babamın benim isteksizliğimi görmezden gelişi, kararlı duruşu sinirimi bozuyordu. Birden durdum:
– Ben okumak istemiyorum, dedim.
Babam arkasını dönerek isyanımdan biraz şaşkın:
– Okumayıp ne yapacaksın?
– Çırak olacağım, dedim. Sesimi biraz yükselterek:
– Berber Halil’in çırağı Hasan’ın cebine günde ne kadar bahşiş giriyor biliyor musun, diye ekledim. Babama ilk kez bu kadar diklenmiştim. Babam yaklaştı, yanağıma okkalı bir tokat savurarak:
– Okumayıp benim gibi inşaatlarda mı çürümek istiyorsun, diye bağırdı.
Sonra başka söze meydan vermeden yere bıraktığı bavulu eline alıp yola devam etti. Ben, tokatın şoku hala üzerimde, gözyaşlarımı sessizce akıtarak peşleri sıra devam ettim.
Durağa vardıktan on dakika sonra dolmuşun kalkma vakti geldi. Yarım saatlik yolculuğun ardından gara gelmiştik.
Babam iki bilet almıştı. Birimiz tahta bavulun üzerinde idare edecekti. Ağabeyimle sırayla koltukta oturuyorduk. Bavulun üzerine oturmaktan sırtı ağrıyan yerini diğerine veriyordu.
Uzun bir yolculuktan sonra yurda vardık. Yurt müdürü bizi sıcak karşıladı. Başımızı okşadı. Babamda şimdiye kadar hiç görmediğim endişeyi, yurt müdürüne bizi önce Allah’a, sonra ona emanet ettiğini söylerken hissettim.
Müdür bir görevliyle bizi odamıza gönderdi. Odalar altışar kişilikti. Şimdilik kimse yoktu. Hayatımda ilk kez ranza görmüştüm. İki ranza yan yana, hemen karşıda bir ranza daha ve dolaplar. Ve bunları çevreleyen “buz gibi” dört duvar…
Görevli yataklarımızı, dolaplarımızı belirledikten sonra gitti. Babam yerimizin çok rahat olduğunu, müdürün babacan bir insana benzediğini söyleyerek her şeyi daha sevimli göstermeye çalışıyordu.
Veda vakti geldiğinde önce ağabeyim babamın elini öptü. Babam da onun başını sıvazlayıp gözlerinden öptü. Sıra bana geldiğinde ben de aynı vedaya daha soğuk karşılık verdim. Böylece annemden sonra babamdan da ayrıldık.
Ağabeyimle yalnız kaldığımızda yatakların yumuşaklığını test ettik. Bilinçsizce pencereye yöneldiğimde odamızın girişe baktığını fark ettim. Bir süre sonra babamı merdivenlerden inerken gördüm. Odamızdan çıkana kadar dimdik duran babam, tırabzanlara tutuna tutuna inerken birden basamağa oturdu, kasketini eline aldı ve hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Bize güç vermek için sert duran babamın yumuşacık kalbi, daha yurttan çıkamadan kendini bırakıvermişti.

    (Avrasya Yazarlar Birliği/Edebiyat Akademisi/Hikaye Atölyesi)

FATİHA
Komşumuzun annesinin cenazesinde hoca duasını bitirip “Bütün ölmüşlerimiz için el-Fatiha.” deyince topluluktaki herkes sükûnete bürünmüşken iki yıl önce vefat eden Orhan Amca’nın çarptığı kapının sesi kafamda yankılandı.
Geceleri kardeşimle birlikte girdiğimiz odamızda kardeşim uyuduktan sonra usulca perdeyi aralar, zifiri karanlığa meraklı ve korkak gözlerimi dikerdim. Eğer uykuya yenilmezsem Orhan Amca’nın gecenin kör karanlığında sallana sallana penceremizin önünden geçişini beklerdim. O, evimize yaklaşınca perdeyi biraz daha kapatır, küçücük bir aralığa simsiyah gözümü dayar, sadece o koyu geceyle benim bildiğimiz bir günaha, ayıba, bir sırra şahit olmanın tedirginliğini yaşardım. Sonra Orhan Amca’nın, evinin kapısını gümbürtüyle kapatmasıyla film biter, ben de yatağıma dönerdim.
Yatağımda uyuyana kadar benimle yaşıt büyük oğlu Hasan’ı, küçük oğlu Hamza’yı düşünür, babalarının onlara neler yaptığını hayal ederdim. Seyrettiğim filmlerdeki alkolik babaların, çocuklarını nasıl hırpaladıklarını hatırladıkça arkadaşım Hasan için gözyaşı dökerdim.
Hasan babasıyla ilgili tek kelime konuşmazdı. Bazen sokakta oynarken Orhan Amca’nın, içmediği akşamlarda sessiz, sakin, her zamanki gülmeyen yüzüyle marangozhanedeki işinden gelişini görürdük. O zaman sekiz yaşındaki Hasan ve ondan üç yaş küçük kardeşi bile babalarının tek söz etmesine fırsat vermeden arkası sıra evlerine giderlerdi.
Kardeşim bir akşam yemeğinde büyük bir sırrı ifşa edercesine heyecanlı bir şekilde: “Biliyor musunuz Hasan’ın babası sarhoşmuş.” deyince dedem, kızdığı zaman daha da toklaşan sesinin o en sert tonuyla “Bir daha böyle konuştuğunuzu duymayacağım” demiş ve böylece evimizde hiç açılmamak üzere bu konu kapanmıştı.
Bundan sonrası benim için muammaydı. Sadece arada bir annemin mahalledeki kadınlarla sabah kahvesinde Orhan Amca’dan bahsettiklerini duyar ve onlara kulak kabartırdım. Eşini, çocuklarını sefalete sürüklediğinden, kazandığı iki kuruş rızkı heba ettiğinden, zavallı karısının evi geçindirebilmek için büyük bir gayretle dantel ördüğünden, aslında Orhan Amca’nın çok iyi bir insan olduğundan, şu meretten kurtulsa hayatlarının nasıl da düzeleceğinden bahseder dururlardı.
Gerçekten de Orhan Amca’nın yüzündeki hüzün, pişmanlık onun iyi bir insan olduğunu düşündürürdü. Bazı içen insanlar gibi içince dünyayı bir tarafa koyamıyordu. Sanki içtikçe içine daha çok kapanıyor, ayık olduğu günleri öncekilerin üzüntüsüyle geçiriyordu. Belki utandığından mahalleliye sokulamıyordu. Bazen dedem yolda rast gelince halini hatırını sorar; onun verdiği kısa, soğuk cevaplara kırılmadan yoluna devam ederdi. Dedem hacdan geldiğinde nerdeyse bütün mahallenin “hoş geldin”e gelmesine rağmen hemen yan tarafta oturan Hasanlardan ses çıkmamıştı.
Bir akşam üstü dedem balkonda çayını yudumlarken Orhan Amca’nın işinden döndüğünü gördük. Tam bizim evin önünden geçerken dedem “Uğurlar olsun Orhan Bey oğlum, bir zemzemimizi içmeye gelmeyecek misin?” dedi. Orhan Amca şaşkınlığını üzerinden attıktan sonra önce itiraz edecek oldu sonra isteksizce bizim eve yöneldi. Zaten mahallede sadece dedem onunla konuşurdu. Dedem onu sıcak bir şekilde karşıladı, salonda yer gösterdi, halini-hatırını, işini –alacağı kısa cevapları bildiği halde- sırf sohbet olsun diye sordu. Kardeşimle ben de sesini şimdiye kadar nerdeyse hiç duymadığımız Orhan Amca’yı pür dikkat dinliyorduk. Hurmalar yenip de sıra zemzem suyunu içmeye gelince dedem kıbleyi gösterdi. Orhan Amca dedemin hacdan getirdiği dışı sırmalı küçücük zemzem bardağını eline aldı, içip içmemekte kararsız bir şekilde bir süre elinde tuttu, sonra bıraktı. Dedem soran gözlerle ona bakınca duyulur duyulmaz bir sesle “Benim ağzım buna layık değil.” dedi. Dedem hiç bozuntuya vermeden kalktı, “Olur mu Orhancığım. Bak senin için ne mübarek yerlerden geldi bu su. İnşallah sana iyi gelir. Bu, senin kısmetin.” deyip bardağı Orhan Amca’nın eline adeta tutuşturdu. Orhan Amca kalktı, tarife uygun bir şekilde içti, sonra dedemin ellerini öpüp buğulu gözlerle evden çıktı.
Orhan Amca’yla bu ilk münasebetimizin arkası çabuk geldi. Bize gelişinden birkaç gün sonra kardeşimin dört tekerlekli bisikletinin, yerinde bir türlü durmayan zinciri yine atmıştı. Onun mızırtılarının eşliğinde yapmaya çalışırken elim, kolum, üstüm, başım bisiklet yağı olmuştu. Ama yine de o zinciri bir türlü yerine yerleştirememiştim. Biz bisikletin altıyla, üstüyle uğraşırken nerden çıktıysa birden Orhan Amca yanımızda beliriverdi. “Bakayım şuna” deyip ters dönmüş bisiklete eğildi, zinciri evirdi çevirdi, yerleştirmeye çalıştı. Bakışları ve hareketleri her zamankinden daha canlıydı. Sonunda “Bunun işi bitmiş.” deyip apartmanın bodrumunda depo gibi kullandığı yerden başka bisikletten çıkarılmış bir zincir getirdi, kardeşimin bisikletine taktı. Sonra da bir güzel yağladı. Kardeşim bisikletle deneme turları atarken Orhan Amca elinin kirini temizliyor ve yüzünde ilk kez gördüğüm hafif bir tebessümle onun arkasından bakıyordu. Her şeyin yolunda olduğunu görünce “Borcumuz ne kadar?” diye sordum. Orhan Amca gözlerini bisikletten bana çevirdi, iki omzumdan tutup “Ne borcu çocuk! Ölünce arkamdan Fatiha okusan yeter.” dedi ve malzemelerini toplayıp gitti.

    (Avrasya Yazarlar Birliği/Edebiyat Akademisi/Hikaye Atölyesi)

TOKAT
Kapıyı tıklatıp içeriden gelecek cevabı beklemeden açtım:
– Günaydın Müdür Bey. Beni çağırmışsınız.
– Günaydın. Buyurun.
Masanın önünde duran iki deri koltuktan birine oturdum. Müdür vereceği evraka son kez bakıp bana uzatırken:
– Tebrik ederim. Stajyerliğiniz kalkmış. Üstelik iyi bir puanla. Sonuçlar bugün geldi, dedi.
Bir yıllık stajyerliğim nihayet tamamlanmıştı. Çok sevindim. Kurslar, sınavlar en önemlisi de bunların stresi sona ermişti. Gerekli yerleri imzaladıktan sonra tebrik için uzattığı elini sıkarken Müdür Bey söylemeden geçemedi:
– Artık bunu kutlarız. Güldüm:
– Tabi tabi. En kısa zamanda.
O gün okulda nöbetçiydim. Bu yüzden okula herkesten önce gelmiştim. Boş koridorda dolaşırken müdürün verdiği haberden sonra, bir yıldır çalıştığım bu okula farklı bir gözle bakmaya başladım. Tam o anda bu okulun gerçekten benim okulum olduğunu hissettim. Duvarlar, duvarlardaki panolar beni kucaklıyordu. Sevilen birini sahiplenir gibi elimi duvarlarda gezdirdim bir süre.
İçim içime sığmıyordu. Mesleğe ilk adım attığım günden daha heyecanlıydım. Madem bu güzel köy okulunun bir öğretmeni de bendim artık o zaman burası için canımı dişime takmalıydım. Yapacağım işlerin heyecanı içindeyken tören için zil çaldı. İçerideki, dışarıdaki bütün çocuklar bahçede toplandılar.
Yaz tatiline bir aydan az bir süre kalmıştı. Baharın, ılıklığını iyice hissettirdiği günlerdi. İnsanların içine işleyen rehaveti biz, öğretmenler olarak, görmezden geliyor; okulun ilk açıldığı günkü dinçliğimizi muhafaza etmeye çalışıyorduk. Çünkü öğrencilerde gözle görülür bir gevşeme vardı. Bu, sadece derslerde değil, törenlerde bile göze çarpıyordu.
Nöbetçi öğretmen olduğum için o gün töreni ben idare edecektim. Üç kez “rahat – hazır ol” komutu verdikten sonra çocuklar ancak kendilerine gelmişlerdi. Müdür Bey de okulun düzeniyle ilgili yaptığı kısacık konuşmayı bile üç-dört kez öğrencileri susturmak için kesmek zorunda kalmıştı. Hele tam çaprazımda kalan birkaç sekizinci sınıf öğrencisi, konuştukları yetmiyormuş gibi hal ve hareketleriyle de diğer sınıfların dikkatini dağıtıyordu. Yanlarına gidip uyardığımda sessizlik sağlansa bile kısa süre sonra aynı davranışlar kaldığı yerden devam ediyordu. Nihayet İstiklal Marşı’nın okunmasına sıra geldi. Marş okundu. Fakat Müdür öğrencilerin okuyuşlarındaki lakaytlıktan dolayı bana tekrar edilmesi gerektiğini söyledi. Sinirler iyice gerilmişti. Marşa başlamadan önce komut verdim:
– Rahat! Hazır ol!
Tam bu sırada çaprazımdaki bir öğrenciden:
– Olmazsak n’olur? diye bir tepki geldi.
Ardından gülüşmeler…
Bu kadar öğretmeni yok saymalarına, İstiklal Marşı törenini sabote etmelerine inanamıyordum. Sinirden elimdeki mikrofonu un ufak edecek haldeydim. Dayanamadım. Gittim. Bunu söyleyen öğrenciye bir tokat attım. Sanki havaya bir el silah atılmıştı da ortalık sus pus olmuştu. Şimdiye kadar görmediğimiz bir sessizliği yaşıyorduk.
Tören bitti. Çocuklar yine aynı sükunetle sınıflarına giderken iki öğrencinin konuşması kulaklarıma geldi:
– Hasan mıydı o?
– Evet evet. İsmail Ağa’nın Hasan.
Mutlu değildim. Stajyerliğimin kalktığı ilk gün böyle bir şey yaşamayı hayal etmemiştim. Arkadaşlarıma kutlama için yapacağım ikramları düşünürken öğretmenlik hayatıma bu kötü anıyı katmış olmaktan dolayı canım çok sıkılmıştı.
Törenden sonra Müdür beni odasına çağırdı. Canı sıkkın bir şekilde:
– Tokat attığınız öğrenci İsmail Bey’in torunu Hasan’dı, dedi.
Tokat dışında başka bir şekilde müdahale etmek isterdim ama olmuştu işte. Bunu yaşamayı ben de istemezdim. Zaten Müdür tokattan ziyade tokatın kime atıldığıyla ilgileniyordu.
Hasan’ı tanımıyordum. Dersine hiç girmemiştim. İsmail Ağa’ya ise birkaç kez Cuma namazında rastlamıştım ama gıyabında tanıyordum. Okula pek çok maddi yardım yapmıştı. Okulun bir ihtiyacı olsa ilk onun kapısı çalınır, o da hiç çekinmeden gerekeni yapardı. Sadece okula değil, köyün sağlık ocağına, camisine de katkısının çok olduğu anlatılırdı. Köyde sevilen, sayılan biriydi ama kimin oğlu, kimin torunu olursa olsun yapılan büyük saygısızlıktı. Bunu Müdür Bey de kabul ettiği halde İsmail Ağa’dan dolayı bana arka çıkmıyordu. Müdür’ün bu tavrı can sıkıntımı ikiye katladı. Hani her zaman öğretmenlerinin arkasındaydı?
Ne öğretmen arkadaşlarda ne de bende sabahki haberin tadını çıkaracak hava kalmıştı. Günü zar zor bitirip kendimi eve attım. Anacığımın otobüs firmalarına bin bir ricayla, memleketten gönderdiği koliyi bile açmadan kendimi divana bıraktım. Hasan’a, dedesine, müdüre karşı öfke doluydum. Gün boyu yaşadıklarım film şeridi gibi gözümün önünden geçerken telefonun sesiyle kendime geldim. Arayan annemdi. Sağlığımı, okulumu sorduktan sonra en sevdiğim çörekleri gönderdiğini söyledi. Daha bantını bile çıkarmadığım koliye bakarak: “Eline sağlık. Niye yordun kendini!” dedim. Neşeli konuşmaya çalışıyordum. O uğursuz hadiseyi anlatıp da kadıncağızı üzecek değildim. Kapatırken aklıma geldi:
– Stajyerliğim kalktı, dedim.
Tepkisiz kalışından ne demek istediğimi anlamadığını fark ettim. İlave ettim:
– Yani esas öğretmen oldum.
– Yaradan’a kurban. Bey duydun mu? Akif esas öğretmen olmuş.
Yaşadıklarım o gece uykumda bile rahat bırakmamıştı beni. Kabuslarla dolu bir geceden sonra dinlenmek bir yana külçe gibi vücutla okula gittim. Öğretmenler odasında kendime demli bir çay doldururken kapı tıklatıldı. Ardından, uzun, bembeyaz sakalı ve elinde bastonuyla İsmail Ağa kapıda belirdi. Onu iyi tanıyan öğretmenlerden biri:
– İsmail Bey hoş geldiniz, diyerek kalktı, elini sıktı. Bir diğeri oturması için yer gösterdi. Başka biri halini hatırını sordu. Bir öğretmen de daha onun sebeb-i ziyaretini açıklamasına fırsat vermeden “Müdür Bey sabah erkenden ilçeye gidecekti. Birazdan gelir.” dedi.
Öğretmenlerin ona olan hürmeti dikkat çekiciydi.
İsmail Ağa, “Müdür Bey için gelmedim. Akif Bey’i görecektim.” deyince biraz önce tebessüm eden yüzler asıldı.
– Buyurun, Akif Bey benim, dedim.
– Müsaitseniz sizinle görüşmek istiyorum.
Kütüphanenin daha uygun olduğunu söyleyip oraya yöneldim. Kütüphaneye gidene kadar etraftaki öğrenciler uğraşlarını bırakıp gözleriyle bizi takip ediyor, dünkü olayın yankısı olan bu görüşmenin nasıl sonuçlanacağını merakla bekliyorlardı. Benimse kafamda tek bir düşünce vardı: “Bu kadar saygı duyulan, görmüş geçirmiş bir insan nasıl olmuştu da yememiş içmemiş, sabahın köründe torununun terbiyesizliğine gösterdiğim tepkinin hesabını sormaya gelmişti?”
Yaşlı olduğu için kütüphaneye girerken ona yol verdim. Ardından meraklı gözleri dışarıda bırakarak kapıyı kapattım. Odanın her bir köşesini yerden tavana kadar inceledi. Kitaplara hızlıca göz attı. Elindeki bastonuyla duvarın yere yakın kısmına bir iki vurdu. Duvardaki boyaların döküldüğünü görünce:
– Buraya sıva attırmak lazım. Müdür Bey’e hemen söyleyeyim, dedi.
Karşımda sanki çocuğu hakkında konuşacak bir veli değil de müfettiş vardı. Neyi ima ediyordu? Okulun onun sayesinde bu kadar imkana kavuştuğunu mu? Tokat attığım çocuğun köyün ağasının torunu olduğunu mu? Daha konuşmaya başlamadan sinirlerim bozulmuştu. Ona hayatının dersini vermeye karar verdim. Çok zengin olmasına karşın öğretmenle nasıl konuşulacağını bile bilmeyen; milli, manevi değerlere duyarsız bir çocuk yetiştirdiklerini söyleyecektim. Bu tokadın geç kalmış bir tokat olduğunu yüzüne haykıracaktım.
İnsan üzerinde garip bir ağırlığı vardı. Sadece yaşından değil duruşundan da o başlamadan söze giremiyordum. Asık suratımdan olsa gerek, teftişini daha fazla uzatmadan konuya girdi:
– Sizinle tanışmadık. Belki duymuşsunuzdur. Ben doğma büyüme bu köylüyüm. Dedelerimin dedesi de buralı. Köyün büyük kısmı bize ait. Allah verdi. Biz de vatana, millete harcıyoruz. İstiyoruz ki gençler ilimle meşgul olsunlar. Ölünce defterimiz kapanmasın.
İhtiyarların konuşmayı seven hali bu adamda da görülüyordu. Konuya girmesini sabırsızlıkla bekliyordum.
– Oğlum, yani Hasan’ın babası uzak bir köyde imam. Hasan’ı bize emanet etti. Tahsiliyle ben meşgul oluyorum.
Biraz durduktan sonra çabalarının karşılığını alamamış bir insanın hüznüyle:
– Kulağıma geldi ki dün Hasan büyük bir saygısızlık yapmış. Onun adına sizden özür dilerim.
İhtiyarın son cümlesi kulağıma girdikten sonra tepemdeki tavanın bir-iki kez döndüğünü hissettim. Herkesin, önünde el pençe divan durduğu koca İsmail Ağa, yirmi beş yaşındaki yeni yetme bir öğretmen özür diliyordu. Biraz önce onunla ilgili kafamda kurduğum düşünceler buhar olup gitmişti.
– Estağfurullah, diyebildim sadece.
Sonra toparlanmaya çalışarak devam ettim:
– Gençliklerine vermek lazım. Havalar da gevşetiyor çocukları. O gün törende çok zorladılar bizi. Hasan’ın davranışı son damla oldu. Ben de daha yumuşak davranmak isterdim.
Savunmaya hazır bir savaşçı gibi beklerken İsmail Ağa’nın sözleriyle dilimden bu cümleler döküldü.
Belki ikimizin de sözleri daha bitmemişti ama derse giriş zilinin çalmasıyla İsmail Ağa izin istedi. Onu çıkışa kadar uğurladım. Bir eli bastonunda, diğer eli –sanki benden de destek almak istiyormuş gibi- koluma girmiş bir şekilde kütüphaneden çıktık. Bu samimi halimizi gören öğrencilerin şaşkın bakışlarını üzerimde hissedebiliyordum. Çıkışta Müdür Bey’le karşılaştık. O da halimize şaşırmıştı. Ayrılırken, “En kısa zamanda ziyaretinize gelmek isterim.” dedim. Memnun olacağını söyledi.
Ertesi gün okul bahçesine daha keyifli girerken arkadan bir öğrenci yetişti. Hasan’dı. Mahcup bir şekilde iki gün önceki olaydan dolayı özür diledi. Dün dedesinin bana yaptığı gibi ben de onun koluna girdim. Sohbet ede ede okula kadar beraber gittik.

    (Avrasya Yazarlar Birliği/Edebiyat Akademisi/Hikaye Atölyesi)

HOŞ GELDİN YUSUF
Bizim oralara yaz geç gelir. Yurdun her köşesi ilkbahardan yaza geçişin o tatlı ılıklığını hissederken biz köyümüze baharın girmesini beklerdik. Haberlerde deniz sezonunu açan insanları gördükçe -hele de akşamları- sırtımızdaki yün hırkalara daha bir sokulurduk.
Yine sırtımızda hırkalar sıcak tarhana çorbasına annemin kendi eliyle yaptığı tulum peynirini katık ediyorduk. Babam –benim hiç yakıştıramadığım- tarhana çorbası ve tulum peynirinin arkadaşlığına bayılırdı. Sırf ortada diye peynire yufkamı isteksiz isteksiz götürüyordum. Babam bu ikiliyi büyük bir iştahla yerken anneme:
– Yarın eşeği hazırla, onunla gideceğim, dedi. Annem:
– Niye? Hasan Emmi almayacak mı?
– Sabaha Yusuf gelecekmiş. “Cumadan sonra gelirim.” dedi.
O anda ağzımdaki tulum peyniri sanki bir cennet lokması olup boğazımdan kayıp gitti. Güneşin işte tam o sırada bizim yer soframıza en parlak ışıklarını saldığını hissettim. Benim için bahar gelmişti.
Demek Yusuf gelmişti. Aylardır beklediğim, annesinin komşu kadınlara anlata anlata bitiremediği, -o anlattıkça- beni yeni hülyalara daldıran Yusuf gelmişti. Tarlayla ev arasında arşınladığım yolları gül bahçesine çevirecek Yusuf gelmişti.
Daha önceki gecelerde olduğu gibi o gece de Yusuf’u düşündüm. Bu sefer “Acaba şimdi n’apıyordur?” diye düşünmedim. Kaldığı yer, arkadaşları hep gerilerde kaldığından oralara kafa yormadım artık. Şimdi köydeki Yusuf’la doluydum. Taa çocukluğu geldi hatırıma.
On bir-on iki yaşlarındaydık. Çamura bata çıka sürdüğüm el arabasının ön tekeri artık daha fazla dayanamamış, koyu balçıktan kendini kurtaramamıştı. Soğuktan buz kesmiş ellerimin de el arabasını itip tekeri çamurdan kurtarmaya dermanı kalmamıştı. İmdadıma o yetişti. Bir şey demeden tekerin etrafındaki çamuru ayaklarıyla tepe tepe temizledi. Sonra kolları ve göğsüyle arabayı itekleyip öncekine göre daha düz ve daha az çamurlu bir tarafa çekti. Belli ki eve kadar götürecekti.
– Sağ olasın. Bundan sonrasını hallederim, dedim.
– Ben götürürüm.
– Yok, zahmet etme. Zaten çok kalmadı. Zor kısmı bitti, dedim. Israr etmedi.
Onun belki hatırında kırıntısının bile kalmadığı bu anıyı ben yıllarca kalbimde besleyip büyüttüm.
Anasının, babasının, bütün köyün yardımına koşardı Yusuf. Babasının bir lafını iki etmezdi. Babası “tarlaya” derdi, tarlaya koşardı. “Camiye” derdi. Camiye Kur’an öğrenmeye giderdi. Köyün bütün çocukları kurstan kaytarmak için sebep ararken Yusuf her yaz hocanın dizinin dibine oturur, önce kendi okur sonra küçüklerin okumasına yardım ederdi. Yüzü gibi huyu da Yusuf Peygamber kadar güzeldi. Babası işten, güçten, yokluktan, hayattan şikayet edecek olsa “Sana Yusuf yeter.” derlerdi.
Anası oğlu gibi huyu güzel, yüzü güzel bir gelin arıyordu. Komşu köylerden tavsiye edilen bir kız oldu mu sorup soruşturuyor, huyu suyu hakkında malumat alıyordu. Bazen komşu kadınlar takılırlardı:
– Ne biliyorsun Emine Bacı? Bakalım Yusuf senin bulduğun kızı isteyecek mi? O artık şehir gördü, şehir insanlarını gördü, okumuş insanları gördü. Belki kendi bulduğu şehirli bir kızı takacak koluna.
O zaman Emine Bacı mahzunlaşır:
– N’apalım. Yusuf’um üzülmesin de kimi alırsa alsın, derdi.
Yusuf’la ilgili bir umudum, bir hayalim yoktu. Ben ona denk değildim. O benim çocukluk aşkım, gençlik sevdam olarak kalacaktı. Hem Yusuf en iyilere layıktı. Kendi gibi faziletli, bilgili, kültürlü bir insana eş olmalıydı.
Bir yolunu bulup görmeliydim onu. Cuma namazı çıkışı geldi aklıma. Ama onunla birlikte köyün bütün erkekleri çıkışta olacağından bu uygun olmazdı. En iyisi Cuma’ya giderken evlerinin önüne bir yol düşürmeliydim. Beş aydır görmüyordum onu. En son yarı yıl tatilinde gelmişti.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/saadet-ilhan/sarayda-dugun-69499975/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
Sarayda Düğün Saadet İlhan
Sarayda Düğün

Saadet İlhan

Тип: электронная книга

Жанр: Современная зарубежная литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 16.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Sarayda Düğün, электронная книга автора Saadet İlhan на турецком языке, в жанре современная зарубежная литература

  • Добавить отзыв