Eleştiri Yazıları

Eleştiri Yazıları
Sağat Aşimbayev

Sağat Aşimbayev
Eleştiri Yazıları

Takdim

Abzal SAPARBEKULI
Kazakistan Cumhuriyeti Ankara Büyükelçisi
Son çeyrek asırda Türkiye’de Kazak edebiyatıyla ilgili birçok kitap yayımlanmıştır. Bunların bir bölümünü bilimlik çalışmalar, bir bölümünü de çeviri eserler oluşturmaktadır. Çok sayıda edebî eserin Türkçeye çevrilip yayımlanmasına Elçiliğimizin önayak olduğunu da burada belirtmekte fayda vardır.
Kazakçadan Türkçeye tercüme edilen eserler daha çok hikâye, hikâyet (povest’/novel), roman gibi nesir alanına ait eserlerdir. Bugüne değin sözgelimi eleştiri ilgili hiçbir eser Türkçeye çevrilmemiştir. Hâlbuki Kazak edebiyatı köklü ve güçlü bir edebî eleştiri geleneğine de sahiptir. Elinizdeki eser, Kazak edebiyat ve sanat eleştirisini Türkiye’de tanıtmak için atılmış ilk adım özelliğini taşımaktadır.
Sağat Aşimbayev (1947-1991), Kazak edebiyat eleştirisinin önde gelen temsilcilerinden biridir. Kısa ömrüne çok sayıda eleştiri çalışması sığdıran Aşimbayev, aynı zamanda iyi bir yazar ve gazetecidir de. Eleştirmenin bütün ömrü Kazak edebiyatını millî ve yerli çizgilerini koruyarak evrenlik ve uluslararası alanda söz sahibi bir edebiyat hâline getirmek için çalışmakla geçmiştir. Sovyet döneminde sosyalistik realizmin yetişmekle beraber çok yönlü bir kişiliğe sahip olan Aşimbayev, sanat ve edebiyata da farklı açılardan bakmayı başarabilmiş bir aydındır. O, eleştiriyi disiplinler ve kültürler arası bir bağlamda ele almış ender eleştirmenlerdendir. Elbette bu, büyük bir birikimin tezahürüdür. Nitekim Sağat Aşimbayev, Kazak kültür ve edebiyatını bildiği kadar Rus, Batı, Arap, Amerikan, Çin, Hint kültür ve edebiyatından da haberdardır. Diğer yandan yazılarında edebiyat tarihi, tarih, coğrafya, sanat, estetik, felsefe, toplumbilim, ruhbilim, ruh çözümlemesi gibi birçok disiplini edebî değer açısından harmanlamayı başarmıştır. Bu bakımdan Aşimbayev’in yazılarını okumak bir kültür, sanat ve bilgi şölenidir aynı zamanda.
Eleştiri Yazıları adlı bu kitapta Sağat Aşimbayev’in değişik yıllarda yazılmış yirmi altı yazısının Türkçe çevirisi yer almaktadır. Kitabın, Türk okurlarına yeni bir eleştirici bakış açısı kazandıracağı muhakkaktır. Eseri Türkçeye kazandıran Nilüfer Sevde’ye ve yayımlanmasına vesile olanlara teşekkürü bir borç bilirim.

Büyük Katkı
Günümüz Kazak edebiyatında profesyonel sanat seviyesine yükselmiş bir edebî eleştiri bulunduğu sık sık dile getiriliyor. Bu görüşün elbette kendine göre delil ve dayanakları vardır.
Eleştiri sahasında uzun yıllardan beri yapageldiği incelemeleriyle dikkatleri çeken birikimli edebiyat araştırmacılarından biri de Profesör Muhamedjan Karatayev’dir. Karatayev eleştiri cephesinde ilk göründüğü günden itibaren millî edebiyatımızın en önemli işinde bütün birikimini ortaya koyarak yüksek yeteneğiyle hizmet etmektedir.
Karatayev’in derin bilgi, yüksek kültür ve popüler bir ruhla yazdığı estetik etkisi güçlü eleştirileri, Birlik çapında da bilinmektedir. Sıkılmadan ilgiyle okunması ve düşüncelerinin mantıki kesinliğiyle okuyucuyu kendine bağlaması onun eleştirilerinin önemli özelliklerindendir. Eleştirmen ele aldığı her eseri büyük bir ustalıkla estetik ve sosyolojik açılardan çözümlemektedir.
M. Karatayev’in eleştirilerinin diğer önemli bir yanı, kendi ifadesiyle “Eleştirmenin ustalığı, yazarın ustalığını gösterebilmelidir.” ilkesine son derece bağlı kalmasıdır.
Bizde edebîliği herkes kendine göre anlıyor ve anlatıyor. M. Karatayev’in “Kazak Nesrinde Sosyalist Realizmin Oluşumu” (1965) adlı monografisinde ifade ettiği şu görüş çok isabetli gibidir: “Edebîlik dediğimiz şey, tip ile hayat gerçeğinin uyumu, başka bir deyişle biçim ile içeriğin uygunluğudur.” Söz konusu kitapta buna benzer önemli ve ciddi fikirler oldukça çoktur.
Müellifin iki kitabı Kazak SSC Devlet Ödülü’ne aday gösterildi. Söz konusu kitaplar hakkında vaktiyle gazete ve dergi sayfalarında birçok olumlu düşünce beyan edilmişti. M. Karatayev’in özellikle sosyalist realizm hakkındaki kitabı Kazak edebiyat biliminin önemli başarılarından biridir.

    1967

Ciddi Söz, Özgün İz
Her edebî türü denemesiyle dikkat çeken genç yazar Abiş Kekilbayev’in “Bir Tutam Bulut” adlı eseri, kitapçılarda yerini alalı fazla olmadı.
Kitapta kısa bir hikâyet ile iki üç hikâye yer almaktadır. Eser, edebiyatımızın son kuşağı sayılan, söz sanatına büyük ülkü, yüksek amaç, derin zevk ve temiz yürekle bakan yetenekli öbekteki bilgili gençlerimizden biri A. Kekilbayev’in ciddi nesirdeki ilk imzasıdır.
Çok yönlü, sayısız gizeme sahip, fethetmesi zor, geçitleri ve aşıtları çok olan bir türdeki ilk eseridir. Buna rağmen A. Kekilbayev bu ilk eseriyle edebiyatımızda önemli bir yer edineceğini, bütünüyle yeni bir olgu gibi yüksek bir zirveye yerleşeceğini göstermiş bulunmaktadır.
Kitabın baş eseri olan hikâyet (povest’), savaş yıllarının avılındaki[1 - Avıl, köy demektir. (Çev.)] olaylar temelinde yazılmıştır. Anlatının merkezinde yani olay örgüsünün odağında, kirpiklerden kan damladığı sıkıntılı savaş zamanında taşradaki uzak bir Kazak köyünde yaşanan hayat gerçeklikleri, insanlar arasındaki dostluk ilişkileri, kardeşlik görünüşleri yer almaktadır. Daha açık söylemek gerekirse “ağıldaki kuzuları dahi birlikte emen” iki ailenin savaşın açtığı yaradan sonraki yazgıları realist bir biçimde anlatılmaktadır.
Müellifin eserdeki temel düşüncesi, bir tutam bulut kadar küçük bir ailenin başındaki bel büken tragedyalık ve sert dramatik çatışmalarla dolu hayat kesitlerinin o devirde herkesi yakan, herkesin başındaki bir gerçeklik olduğunu göstermektir.
Eserin merkez kahramanları Akkaymak ile Şayzada’dır. “Hareketi az, hayali çok” bozkırda yetişen lale gibi güzel kız ile başından geçen nice zorluklara, ağır günlere rağmen şikâyet etmeyen ve işini savsaklamayan “yer sallansa bile sarsılmaz” Kazak kadınlarının portresi çok sağlam ve inandırıcıdır.
Akkaymak ile Şayzada’nın iç dünyalarını, karakter özelliklerini, tutum ve davranışlarını müellif, oldukça başarılı vermiş, dış görünüşlerini ustaca betimlemeye gayret etmiştir. Ayrı ayrı özeliklere ve ruh dünyasına sahip bulunan, farklı insani tabiatları birbirine benzer olan bu iki kişi, her bakımdan birbirini tamamlamaktadır.
Hikâyette Akkaymak ve Şayzada’nın aydınlık görünüşleri, okuyucunun hayalinde tam olarak belirdiği için güçlü bir etki bırakıyor. Bunlar sıradan, mütevazı, merhametli, güzel yürekli, temiz ruhlu, tabiatları güneş gibi parlak insanlardır.
Müellif özellikle Akkaymak tipini çok sağlam ve açık bir biçimde resmetmiştir. O, acımasız feleğin buyruğuna baş eğmeyen zirvedeki bir çınar gibi dik başlı ve hayata âşık iyimser bir candır. Öz babasını savaş aldı. Can anasını kendi elleriyle vakitsizce kara toprağa verdi. Sevdiği delikanlı Karjav, yelin önündeki yaprak gibi sürüklenip başka diyarlara gitti. Can dostu ve tek dayanağı kaynanasını da ecel yendi. Hayata gözlerini yumdu koca başörtülü koca kadın Şayzada.
Güz gelmeden yaprağı dökülüp çırılçıplak akkayın gibi Akkaymak da yapayalnız kaldı. Sürekli feleğin sillesini yemesine rağmen asla yıkılmadı, pes etmedi. Direndi. Eğilip de ne yapacaktı? Hayat onu eskisinden de güçlü hâle getirdi. İnsan, insansız yapamaz. Akkaymak, karısı ölüp ikisi çocuğu ile yalnız kalan, iki gözünü ise savaş alan Taybağar ile hayatını birleştirirler. Bu da tabii idi. Akkaymak’ın karakterine tamamıyla uygun tabii bir olgu. İnsan mutluluk için yaratılmıştır. Onun bir insanı mutlu edip yüzüne üzüntü gölgesi düşürmeyeceğine, yanına üzünç izi düşürmeyeceğine okuyucu şüphesiz inanır. Çünkü Akkaymak’ta merhametli bir yürek, akıl ve anlayış var.
Akkaymak’ın namusu dağ suyu gibi temiz ve duru. Avılın itinden dedikodusu daha ısırıcıdır. Karjav’ı beklerken Akkaymak’ın arkasından nice dedikodular yapıldı. Bire bin katıldı, yalan gerçek oldu ve dedikodu ateşi tutuşturuldu. Onun dalayan alevinden, boğazını sıkıp soluğu kesen derdi daha yamandır. Akkaymak buna da dayandı. Gerçek eğilse bile kırılmaz diye düşündü.
Akkaymak’ın içi tertemiz, ahlakı ise yüksek. İnsanlığı benzersiz. O, geçici ve anlık duyguların insanı değildir, kendisini denetlemeyi biliyor. Parti temsilcisi delikanlının açgözlülüğüne teslim olmuyor. Böyle yüreğini aklın denetimine aldığı zaman okuyucu Akkaymak’ı takdir ediyor.
Yazar, hikâyette Ojan ve Janılsın tiplerini de çok iyi tasvir etmiştir. Deveyi pire yapan, ayak işlerinin adamı olan postacı Tüsip de çok dikkat çekici bir kişiliktir. Yazar, onun iç dünyasını özel ayrıntılarla ortaya koymamıştır ancak dış görünüşü, hâl ve hareketleri nasıl bir adam olduğunu göstermektedir.
Hikâyetin diğer önemli bir özelliği ise yalınlığıdır, ancak bu sıradan bir yalınlık değil bedii yalınlıktır. Eserde olay örgüsüne fazla gelen çatışmalara, anlatıya sığmayan çekişmelere, anlaşmazlıklara yer verilmemiştir. Olay yavaş yavaş gelişerek devam ediyor. Olay örgüsünde akla sığmayan, mantıki olmayan gelişmeler yoktur. Hikâyetin omurgasını oluşturan olay hayat gerçekliğinden alınmıştır. Yazar anlatıyı kurarken iç ve dış ahengi sağlamayı başarmıştır.
Elbette anlatı hata ve eksiklikten azade değildir. Sözgelimi eserin dilinde, üslubunda ve olay örgüsünde bazı kusurlar vardır. Ancak hususen hikâyet, umumen ise kitap, Kazak nesrine yeni ses ve renk getirmiştir. Bunun içindir ki genç yazarın kusurlarından ziyade başarılı olduğu yönlerini dile getirmeyi uygun gördük. Edebiyatımıza ciddi ve düşünen bir nasirin katıldığını sevinerek belirtmek istedik.

    1967

Edebiyat Ufku Genişlemeye Devam Ediyor
İlk değerli eserlerinin bir kısmı dünya edebiyatında hak ettiği yeri almış, bugün artık enikonu gelişip büyümüş bulunan Kazak nesrinin sanat hayatından ve gelişim yönlerinden bahsederken geleneğin tabii devamı, ayrılmaz parçası sayılan gençlik edebiyatının hâl gidişatını gözden ve gönülden ırak tutmamak, iyi niyetle koruyup kollamak gerektir.
Edebiyatın taze kanı, temel kaynağı gençlerdir. Edebiyat sadece gerçek yakutlarını derinlerde saklayan dünü ve incileri olgunlaşıp henüz su yüzüne çıkmamış bugünüyle değil aynı zamanda değerli elmaslar çıkaracak yarınki vârisleriyle de güçlüdür. Genç kuşakların dalga dalga gelip katılmadığı bir edebiyat, besleyici kaynağını yitirmiş, çekilmeye başlamış ve nihayet büsbütün kurumuş denize benzer. Çünkü koskoca edebiyatı yapan sadece bir yazar değildir. Gökyüzü de sayısız yıldızlarla güzel ve çekici değil midir?
Gençlik nesri dediğimiz şey ağızdan öylesine çıkıverip giden basit bir tamlama değildir. Gençlik nesri, hikâye, hikâyet, roman yazmayı en önemli amaçları hâline getirmiş ve bunları yazmanın elifbasını ancak bulmuş gençlerin oluşturduğu bir edebiyattır. Bunların sayısı oldukça çoktur.
Genç yazar denen şey göreceli bir kavramdır, meşe ağacının özü gibi kaskatı kesilmiş bir kavram değildir. Genç yazarlık, yazarın hayatının belli bir dönemini, henüz tüylerinin güçlenmediği çağını kapsar. Ak tüylerden kartal kanadının hışırtısını işitmek mümkündür, ancak göklerde süzülüşünü görmedik demek için çok erkendir…
Madalyonun iki yüzü olduğu gibi edebiyatta yetenek de istek de hep yukarıları bakmaktadır. Yukarı ise basit bir yer değildir, göğü delen yüksek doruklara denktir. Zirveye tırmanmak tepe aşmadan farklı bir şeydir. Bu yolda sevinç ile üzünç, başarı ile başarısızlık omuz omuza durmaktadır. Daha açık söylemek gerekirse edebiyat, geniş anlamıyla halkın bedii tarihi, manevi ruh sistemi, onuru, aklı, duygusu, inancı, ahlaki andı, estetik ve hümanistik ülküsüdür.
Dünya ulusları Kazak kavramını yalnızca Baykonur ve Manğıstav[2 - Baykonur’da uzay üssü vardır, Manğıstav ise petrol yataklarıyla ünlüdür. (Çev.)] dolayasıyla bilmez; M. Avezov’un romanları da Kazakların tanınmasında çok önemli rol oynamıştır.
Elbette hikâye zor bir türdür. Bu, söylene söylene artık enikonu kanıksanmış bir tespittir. Buna rağmen söylemeden geçmek olmaz. Kolay bir türdür deseniz de hiç kimse inanmaz, hatta herkes güler.
Hikâye, diğer türlere nazaran biraz da şanssız bir türdür. Hacminden dolayı çabucak okunmakta, dolayısıyla bir anda övgülere veya yergilere muhatap olabilmektedir. Buna rağmen hikâye bir tür olarak devam edegelmiştir. Nice zor zamanlar geçirmesine rağmen itibarı hiç düşmemiş, bilakis artarak devam etmiştir.
Hikâyenin çekirdeğini gerçekliğin bir parçası oluşturur. Romanın özünü teşkil eden düşünceyi usta yazar, hikâye vasıtasıyla da verebilir. Bu ispat edilmiş bir olgudur.
“Karanlık Hıyabanlar” hikâyeler dizisi için Nobel Ödülü alan İ. Bunin’in “Üç Ruble”, “Geceleme Evi” hikâyelerini okuyan kişinin, bu edebî türün gücü karşısında saygıyla eğileceği açıktır. İ. Bunin hikâyelerindeki psikolojik lirizmden bir miskal dahi olsa alabilenin sırtı yere gelmez. Genç kuşak hikâyelerinde psikolojik lirizmin hâlâ geniş biçimde kullanılmıyor olması sevinilecek bir durum mudur?
Bunu burada dile getiriyoruz çünkü kısa nesirlerde de büyük meseleleri ele almak mümkündür ve bu, kıs nesrin tabiatına ters değildir. Bizde Bunin’inki gibi Birlik arenasına çıkabilecek hikâye yok denecek kadar azdır.
Genç nasirlerin hemen hepsi hikâye ile tanınmışlardır. Kaliyhan ve Sayın gibi yazarları katmadan da bayağı bir isim saymak mümkündür: K. Jumadilov, S. Narımbetov, D. İsabekov, T. Abdikov, A. Sarayev, K. Kaziyev, K. Muhambetkaliyev, M. Kumarbekov, T. Nurmağanbetov…
Bazen yazar olmak için dili bilmenin yeterli olduğunu veya ön şart olduğunu ileri sürerler. Bu, tartışmalı bir meseledir. Yazarlık için ön şart dil değildir, doğuştan yetenekli doğmak birinci şarttır. Yazara sıra dışı zekâyı, ufku, anlayışı, duyguyu tabiat bin kere ölüp tartarak cimrice vermektedir.
Kabdeş Jumadilov adı geçen gençlerin bazılarından önce dikkat çekmiş olmasına rağmen bazılarıyla da birlikte ortaya çıkmıştır.
Kabdeş’in hikâyelerinde dikkat çeken en önemli şey lirizm bolluğudur. Yazar iletmek istediği duygu ve düşünceyi, çok samimi bir heyecanla dile getirmeyi bir tarz hâline getirmişe benziyor.
Ana vatan hakkında yazmak çok karmaşık bir iştir. Bu temi her yazar kendince ele almaktadır. Kimi romanı, kimi ise şiiri kullanmayı tercih eder. Kabdeş ise vatan duygusunu “Kazlar Göç Ediyor” hikâyesinde oldukça başarılı bir biçimde ortaya koymuştur. Bir ayağı mezarda olan, hâlden güçten düşmüş ihtiyar adamın, vatanına ve milletine beslediği temiz sevgiyi kanat yaparak düşe kalka yürürken tanık olunan acınası hâli herkesi derinden etkileyecektir. Kabdeş’in hikâyede psikolojik çözümlemeye başvurmasını destekliyoruz.
Satıbaldı Narımbetov’un yazarlığa yeteneği ve eğilimi olduğunu söylersek mübalağa etmiş olmayız. Son yıllarda ortada çok görünmemesine rağmen Narımbetov’un yayımladığı ilk hikâye üzerinden dört beş yıl geçti. Bu süre içinde müellifin bu süre zarfında bazı yazı teknikleri konusunda ustalaştığı kesindir. Narımbetov’un “Şımarık” adlı hikâye kitabı yakında elimize geçmiş bulunuyor.
Bazen falanın veya filanın özelliği, farkı demeye istekli olmuyoruz. Gençlerin özelliği veya farkı konusuna gelince ise ağzımızı açmaktan imtina ediyoruz. Genç dahi olsa herkesin özelliğini ve farkını söylemekten neden çekiniyoruz? Bu çekince, çoğuz zaman gelişmenin önünde bir engel olarak durmuyor mu?
Her canlı varlıkta çeşitli biçimlerde özelliklerin bulunması tabii bir olgudur, hatta bu durum canlıların varoluş sebebidir. Bunu hiçbir eski ve yeni öğreti inkâr etmemiştir.
Genç yazarın cana yakın bulduğumuz iyi yanlarını, özelliklerini açıkça dile getirmek, onun gelişimi bakımından çok önemlidir; bu, genç yazar için büyük teşvik ve destektir.
Genç yazarların yürüdüğü inişli çıkışlı yollara göz ucuyla bakan okuyucu, Enes Sarayev’in adını işitince her hâlde şaşırmayacaktır. Çok fazla hikâyesi bulunmayan yazar, edebiyat eşiğinden geçeli çok uzun zaman da olmadı. Enes, bu kapıdan böbürlenmeden, alçak gönüllü ve kibar bir şekilde girdi.
Enes’i meşhur eden hikâyelerden biri “Dombıra”dır. Bu hikâye, E. Sarayev’in yazı kabiliyetinin açık göstergesi gibidir. Enes’i diğerlerinden ayıran ise akıcı üslubu ve inandırıcılığıdır.
“Kaldıramayacağın topuzu beline bağlama.” diyor halk bilgeliği. Bu atasözü edebiyat dünyası için de geçerlidir. Zira bazı genç nasirlerimiz temi gücüne göre seçmiyorlar. Parlayan her şey altın değildir. Seçici davranmıyorlar. Öncelikle yazarın iyi bildiği, sonra önemli düşünceler verebilecek, mutlaka yazılması gereken bir temi seçmek gerektiği evvelden beri bilinen bir gerçektir. Lakin bu mesele nedense unutuluyor. Yürekten çıkmayan bir nesne yüreklere nasıl yol bulsun!
“Dombıra”daki sevindirici husus, Enes’in yazacağı konuyu iyi bilmesidir. İyi bilinen bir yere her hâlükârda bir yolunu bularak ulaşmak mümkündür. Tem de buna benzer. Enes, bu hikâyesini hangi tarzda yazarsa yazsın başarılı olurdu çünkü tem avuçlarının içindedir.
Karavılbel Kaziyev’in “O Tek, Biz İkiyiz”, Tınımbay Nurmağanbetov’un “Kadın Dünür” hikâyeleri de müelliflerin doğru yolda olduklarının göstergesidir.
Tölen Abdikov’u “Sabah Çiyi” kitabındaki “Reyhan” hikâyesinden tanıyoruz.
Elimizdeki eserlerinden Tölen’in hikâyeyi düşünceyle yoğurmaya, duygu üzerine kurmaya meyilli olduğunu anlıyoruz. Hikâyeleri kısa, yoğun ve canlı. Tölen’in yüğrük at gibi koştuğunu görmek istiyoruz.
Okuyucu, Duvlat İsabekov’u esasen “İstasyon” adlı kitabıyla tanımaktadır. Son yıllarda da bazı hikâyeler yayımladı ancak bunların çok da etkili olmadıklarını düşünmeden edemiyoruz.
İliyas Jakanov esasen bestekâr olarak ünlenmiştir. Ancak seyrek dahi olsa hikâyeler de yayımlıyordu. Müellifin bu yıl basılan küçük hacimli kitabı elimize geçmiştir. Kitabın adı ve sanı yoktur. İçinde “Geri Dönen Şarkı” adlı hacimli anlatı yer almaktadır.
Kısaca söylemek gerekirse Jakanov’da yazı kabiliyeti vardır, yazdıkları takdire şayandır. Yine belirtilmesi gerekir ki müellif, önemli bir mesele olan hümanizm temini işlemiştir. Diğer yandan eserin dilinde bazı sorunlar var. Cümleler ile söz öbeklerinde bir kısım hatalar ve boşluklar mevcut.
“Jüreginiñ jupar iyisin iyiskep jatıp köz şımırın alatınbız.” (s. 96) (Yüreğinin mis kokusunu koklayarak şekerleme yapardık.) Bu, Askar adlı okumuş adamın sözüdür. Gepgenç adamdır. Müellifin, kahramanının ağzına böyle bir söz yakıştırması öncelikle karakterinin ortaya çıkması açısından hiçbir şey ifade etmiyor. İkinci olarak, genç Askar’ın böyle bir cümle kurması hiç de inandırıcı değildir. Diğer yandan çiçekten alınması gereken mis gibi kokunun yürekten alınması ise büsbütün abestir!
Burada genç nasirlerimizin sürekli bir arayış içinde olduklarını da belirtmeliyiz. Kendilerinden talep edilenleri ileride vereceklerdir. Şimdilik bu gençlerin isimlerini okurlara tanıtmakla yetiniyoruz.
Her şeye rağmen şunu da belirtmek zorundayız. İster birkaç hikâye ile edebiyat dünyasına adım atanları olsun, ister enikonu tanınmışları olsun, genç yazarlarda iki kusur dikkati çekmektedir: Birincisi konu benzerliği, ikincisi ise olgunlaşmamış, zayıf kahramanlar.
Genç nasirler henüz gününüz sosyal gerçekliğini tanıtan eserler verememişlerdir. Dikkat çekilmesi gereken başka bir mesele şudur: Esasen şiir eleştirisinde felsefi düğüm, değer gibi kavramlar sıkça zikredilir. Bunlar nesre yabancı kavramlar mıdır? Elbette hayır!
Edebiyat ufku yalnızca gençlerle genişleyecektir.

    1968

Genç Eleştirmenler Üzerine
Kazak edebiyat eleştirisinin gündeme getirilecek sorunları olduğu bir gerçektir. Bugünkü eleştirinin durumu, sanat atmosferinin seviyesi, gelişme eğilimleri de üzerinde konuşulması gereken konulardır. Çünkü günümüzde eleştirinin önemi artmıştır, bundan dolayı eleştirinin görevleri de çoğalmıştır, diğer yandan insanların eleştiriden beklentileri de oldukça yükselmiştir.
Edebiyat, yüreği uyanık, gözü açık, gönlü aydınlık insanların zevkle tutunduğu manevi bir tutamaktır. Onsuz insanın ruhu karanlık bir zindandır, düşüncesi puslu bir çöldür, duygusu boş bir mekândır. İmdi edebiyat eleştirisi de edebiyat gibi manevi bir tutamaktır. Onu edebiyattan ayrı düşünmek asla mümkün değildir. Büyük eleştiriyi, büyük edebiyat doğurur. Herhangi bir ulusun eleştirisine bakarak edebiyatının durumunu, edebiyatına bakarak eleştirisinin durumunu tespit etmek mümkündür. A. S. Puşkin’in yerinde tespitiyle “Eleştirisinin seviyesi, edebî bilginin seviyesini gösterir.”
Sosyopolitik olarak keskin, felsefi olarak derin gerçek eleştirinin etkisi edebî çıkarmadan daha az değildir. Düşünüldüğünde sanatın aynı köklere ve etkiye sahip olduğu görülecektir. Ancak bu etki hepsinde farklı estetik biçimler vasıtasıyla oluşturulur.
Marksizm-Leninizm öğretisi eleştiriyi, insanlığın estetik düşüncesinin, devrimci tarihî gelişiminin bir neticesi olan, sosyal gereklilikten doğmuş bir hayat gerçekliğini tanıtıcı eğitim araçlarının en önemli parçası olarak görür. Eleştirinin sosyal ve estetik işlevini bundan daha iyi güzel, daha yansız, daha açık biçimde değerlendirmek de mümkün değildir sanırım.
Kazak edebiyat eleştirisi, Marksizm-Leninizm öğretisinin gösterdiği kuramlık duruşu esas alarak elli yıl içinde çok önemli gelişmeler gösterdi ve estetik ustalıkta önemli seviyeler kaydetti. Uzman sayısı arttı, taze kan sayılan yeni kabiliyetler eleştiri kervanına katıldı. Edebiyata özgü meseleleri çözme konusunda eleştirimiz, edebiyat bilimi ile birlikte hareket ederek işin tam merkezinde bulunagelmiştir.
Eleştiri dünyası son on yıl içinde birçok genç insan, yeni güç, taze kan kazanmıştır. Şöyle birazcık düşününce aklımıza hemen birkaç isim gelmektedir: Z. Serikkaliyev, A. Kekilbayev, M. Mağavin, R. Nurğaliyev, O. Sarsenbayev… Bunlardan bazıları akademik unvan sahibi kişilerdir ve yazdıklarında araştırmacılık yönlerini de göstermektedir. Bunu da memnuniyetle alkışlamak lazımdır. Sözgelimi genç eleştirmen M. Mağavin’in “Kopuz Sarını”[3 - Sarın sözü “motif” anlamında kullanılmıştır.] kitabında edebiyatınızın gerçek tarihinin on beşinci yüzyılda başladığın ispat edilmesi bilim dünyası açısından büyük bir yeniliktir. M. Mağavin eleştiri alanında da başarılı çalışmalar yapmaktadır. Sözgelimi eleştirmenin, önemli ve büyük olarak tanınan romanlar hakkında yazdığı makale de umumen takdirle karşılanmıştır. Eleştirmen bu yazısında söz konusu romanların başarılı yönlerini de, ilkelik eksikliklerini de yansız bir biçimde ortaya koymuştur. Ancak M. Mağavin’i son zamanlarda eleştiri cephesinde göremez olduk.
Genç Z. Serikkaliyev biraz farklı yazmaktadır. Farkı, eleştiri yaparken şahsi düşüncelerini söylemeye gayret edişi ve edebî eseri çoğu kez bir kahramanı derinlemesine tahlil yoluyla eleştirmesindedir. Onun eleştiri yazıları çoklukla ciddi fikirleri, somut delilleri ve inandırıcı sonuçlarıyla diğerlerinden ayrılmaktadır.
Z. Serikkaliyev’in “Teme ve Yazgı”, “Anlayan Söylenecek Söz” adlı makaleleri de düşüncelerindeki canlılık ve dinamiklik ile dikkatleri çekmektedir.
Bu makaleler üç dört yıl önce yazılmıştır. Bu kabiliyetli gencin o zamanki heyecan ve hızı biraz azalmış gibi görünmektedir. Bugünkü eleştirilerinde o eski coşku yok, düşünce hızı ise yavaş. Genç eleştirmenin bu kadar ara vermiş olması, edebî sürece soğuk bakması, edebiyat dünyasına mesafeli durması okuyucularını endişelendirmektedir.
Genç eleştirmeler arasında kendine özgü sesi, yazma tarzı ve üslubu bulunanlardan biri de A. Kekilbayev’dir. Abiş Kekilbayev’in eleştirmen olarak ünlenmesini sağlayan ise “Ölü Canları Niçin Puşkin Yazmadı?” adlı makalesidir. Eleştirmen söz konusu yazıda düşüncelerini tam olarak ortaya koymamıştı. Buna rağmen yazı, tür meselesi hakkında öne sürdüğü fikirler ve gündeme getirdiği konular açısından değerli ve ilgi çekicidir. Müellifin aşırıya kaçtığı ve açık biçimde ortaya koyamadığı konular vaktiyle yeterince tartışılmıştı. Ancak bütüncül olarak bakıldığında makale, Abiş’in yabancı edebiyatlardan haberdar olduğunu, birçok meselenin kökenine indiğini, sanata derin bir estetik bakışa sahip bulunduğunu da göstermektedir. “Eleştiri Neden Eleştiriliyor?” başlıklı makalesi de Abiş’in derin düşünce, yüksek anlayış ve ciddi bir felsefeye sahip olduğunu ispat etmektedir.
Abiş’in artık edebî nesre yöneldiği görülüyor. Buna rağmen ara sıra eleştiri de yazdığı için şu hatırlatmada bulunmak istiyoruz: Yazılarında edebî değeri düşük, inandırıcılık vasfından uzak eserleri açık bir şekilde ifşa etmekten uzak durması, meseleye şöyle bir değinip geçmesi üzüntü vericidir. Okuyucu, ağzını açar açmaz eleştirmeden her eser hakkında yansız ve doğru değerlendirmeler beklemektedir.
Düşüncesini hiç kimseden çekinmeden cesurca ortaya koymak, eleştirmenin en önemli özelliğidir. Bunsuz her eleştirmen kanadı kırık kuş gibidir.
Eleştiride ileri görüşlülük örnekleri akraba Rus edebiyatı tarihinde sıkça görülmektedir. V. G. Belinski’ni “Biçare Canlar” yazarında büyük Gogol’ün halefini görmesi yazmaya yeni başlayan F. M. Dostoyevski için büyük bir teşvik olmuştur. Hiç şüphesiz yazarın gelişmesine olumlu etkide bulunmuştur. Taşra köyünden gelen delikanlı Sergey Yesenin’in şiirlerini dikkatle dinleyen A. Blok’un söylediği sözler, geleceğin büyük şairinin duygu ve heyecanının alabildiğine yükselmesini sağladığı bir gerçektir. Biz ise gençler şöyle dursun, büyüklerin bile herkesçe bilinen özelliklerine söylemekten çekiniyoruz. Bu durum elbette kabul edilemez.
Ciddi yazmayı amaç hâline getiren genç eleştirmen R. Nurğaliyev de kendine özgü bir sese sahiptir. Burada yazar Ğ. Müsirepov’un “Ömür Seferi” hikâyesi hakkında yazdıklarına değineceğiz. Söz konusu hikâye hakkında hiç kimse ağzını açıp bir şey söylememişti. Eseri çoğunluk beğendi, ancak zevkleri farklı olan insanlardan bazılarının da beğenmemesi gerekmez miydi?
Rımğali Nurğaliyev’in adı geçen hikâyenin iç estetik gücünü tespit edip onu büyük bir hikâyecilik başarı olarak değerlendirmesi boşuna değildi. Hikâye gerçekten de bu övgüyü hak ediyor. Bunu hemen hissetmiş olması, bu cesur eleştirmenin tespitlerindeki isabetini de göstermişti. Peki, biz bu delikanlıyı, kabiliyetinin gerektiği yerde yani eleştiri meydanındaki açık mücadelede görebilecek miyiz?
Yakın zamanlarda Askar Süleymenov da eleştiri yazıları yazmaya başladı. Askar’ın neşredilen yazıları iki elin parmağını geçmez. Ancak eleştirmenin yazıları ciddiyeti ve ağırlığı ile temayüz etmektedir. “Biçim Üzerine”, “Genç Nasirler Hakkında” makaleleri bu bilgili gencin kendine özgü bir tarza sahip; derin edebî bilgiye, düşünceye ve kavrayışa sahip olan; estetik bir duruşu bulunan kabiliyetli bir eleştirmen olduğunu göstermişti. İleri sürdüğü düşüncelerde yanlışlık veya çelişki mi vardı, bir eseri çok sert bir şekilde mi eleştirdi (Ne de olsa biz böyle gençlerden hoşlanmayız!) bilinmez, artık eleştiri cephesinde hiç görünmez oldu.
Aşırıya kaçmak, genç eleştirmenlerde rastlanan tabii bir özelliktir. Gelişme düz bir çizgi biçiminde olmaz. Çelişki ve aykırılık da Marksçı felsefeye göre bir tür gelişme değil midir? Vaktiyle büyük eleştirmen D. İ. Pisarev de şüpheyle bakarak A. S. Puşkin’in şairliğini eleştirmemiş miydi? A. Süleymenov, Kazak edebiyat eleştirisi için lüzumlu bir yetenektir. Bunu Askar’ın da diğerlerinin de iyice anlaması lazımdır.
Umumen genç eleştirmenlerden ziyade genç şairler ve genç yazarlar hakkında daha çok konuşulup yazılmaktadır. Onlar hakkında sürekli resmî toplantılar düzenlenmekte, makaleler yazılmakta, yazılar yayımlanmaktadır.
Elbette bütün bunlar faydalı ve gerekli işlerdir. Bu işlerin birer sosyal düşünce ve bilinç görünüşü; genç edebiyatçıların eserlerine gösterilen ilgi ve sevginin samimi birer tezahürü, genç yazarlar için gerçek birer destek olduğu inkâr edilemez.
İmdi esas meseleye dönecek olursak genç nasir ve şairlere gösterilen ilgi ve himayenin hiçbirinin genç eleştirmenlere gösterilmediğini söylemek zorundayız. Hatta çok az dikkate alındıklarını da belirtelim. Belki de bu yüzden bilgili ve hevesli gençlerden bir kısmı bu sahada kalamıyorlar. İşte bundan dolayıdır ki genç eleştiri alanı durgundur, bu alanda hareket çok az ve yavaştır.
Biri belli bir eser hakkında eleştiriş yazısı yazdığını çoklukla bunu yansız değerlendirme ve yerinde tespit olarak kabul etmiyoruz, bilakis müellifin kuyusunu kazma, fitne çıkarma, öç alma hatta kin besleme şeklinde değerlendiriyoruz ve böylece eleştirinin değerini düşürüyoruz. Bazen kötü eserler çoğalınca yansız eleştiri azalır demek yanlış olmayacaktır. Elbette son zamanlarda eleştirinin iyice niteliksiz zayıf eserlerin çoğalmasına bağlamak düşüncesinden uzağız. Lakin bizde edebî eleştiriyi eğitimci değil de dayakçı olarak algılama âdeti hâkimdir. Genç eleştirmenlerin böylesine önemli bir sanattan âdeta kaçar gibi uzaklaşmasının bir sebebi de bu olmalıdır.
Burada şunu da belirtmek lazımdır ki yukarıda adı anılan gençlerin büyük çoğunluğu kendilerini altmışlı yılların başında göstermeye başlamıştır. Ondan sonra büyük eleştiri kervanına katılan bir genç aday bile bulunmuyor. Bu elbette sebepleri araştırılması ve üzerinde düşünülmesi gereken bir meseledir. Yeni ve orta kuşağın, elde bulunanla yetinmeyip eski kuşakların yaptıklarını yeterli görmeyerek gelişip büyüdüğü gerçeğini kabul edersek söz konuşu yeni kuşağın, eski kuşağın taşıdığı bayrağı alıp daha ileri götürecek bilgi ve beceriye sahip olması gerektiğini de unutmamalıyız.
Yeri gelmişken söylemek gerekir ki bizde edebiyat dışındaki sanat eleştirmenlerinin yani resim, müzik, sinema ve tiyatro eleştirmenlerinin de hâlâ bir iki kişiden aşmaması da eleştiriye karşı soğuk bakışımızın açık göstergesidir. Bizde söz konusu sanat alanlarının eserlerini tahlil ve tenkit edebilecek gerçek eleştirmenler yok denecek kadar azdır desek yanlış olmaz.
Yukarıda genç eleştirmenlere destek ve ilgi gösterilmediğini söyledik. Bu iddiamızı ispatlamak için somut delillere ihtiyaç olduğu bir gerçektir. Bunun için çok araştırmaya yapmaya gerek yok. “Genç eleştirmenler vardır!” diye bağırıp işi bitirmek de mümkündür. Ancak bir nesnenin daima iki yüzü bulunur. Öyleyse genç eleştirmenlerin başarılarının da eksiklerinin de olduğunu belirtmek durumundayız. Gazete ve dergi sayfalarında genç şair ve nasirleri değerlendiren -çok eleştiri içermese de- birçok yazı yayımlanmaktadır. Ancak herhangi bir genç eleştirmen hakkında böyle hoşa gidecek güzel bir söylendiğini işittiniz mi? Elbette değişik yerlerden gelen, telgraf uzunluğunda bir iki söz oluyor; ancak bunların bir sürü parlak gence ne yararı olabilir? Kısaca söylemek gerekirse eleştiriye de eleştirmenin hem hatasını hem savabını gösterecek akıllı ve ciddi kişiler gerektir.
Genç eleştirmelerin az yazması, gazete ve dergilerde seyrek görünmesi, kendilerine gösterilen ilgi, yapılan destekle doğru orantılıdır. Destek de gerekli olduğuna inanılan işler için geçerlidir.
Eleştiriyi estetik mantığa sahip bir sanat olarak kabul etmeleri, genç eleştirmenlerin en önemli başarısıdır.
Kendi kuşağından olan şair ve nasirlerin eserlerini çözümlemedeki isteksizlikleri ise genç eleştirmenlerin eksikliği olarak kayda geçmelidir. Bazen yazdıkları olmuyor değil ancak belli kişileri ele alıyorlar ve yalnızca bir okşayıp geçiyorlar.
Genç eleştirmenlerin, eleştirinin estetik önemine çok fazla dikkat etmeleri gerekir. Eleştiri estetiğini ise dış güzellik, biçim ve içerik uyumuyla sınırlandırmak mümkün değildir.
Marksist-Leninist estetik, bilimi estetik ile birlikte ele alır. Estetikten uzak duran bir eleştirinin hayatı tanımaya yaramayacağını, bilakis ilkesizliğe yol açacağını belirtir. Eleştirimizdeki bazı ilkesizlikler, hiç kimseyi üzmeme, gönül yıkmama alışkanlığına doğru gitmektedir.
Eleştiri cephesinin ön saflarında keskin kalemlerini eline almış gençleri daha fazla görmek istiyoruz.

    1968

Vazifesini İfa Eden Bir Eser
Bugün Sovyet Kazak edebiyatı, biçimi millî, içeriği sosyalistik ve enternasyonal özellikler taşıyan, uzun soluklu, köklü ve gelişen edebiyatlardan biridir. Güçlü edebî eserlerden önde gelenlerinin dünya edebiyatında layık olduğu yeri aldıkları da malumdur. Günümüzde durum böyledir. Ancak bu edebiyatın temellerinin on sekizinci yüzyılda yaşamış Bukar Jırav’la[4 - Jırav, ulus açısından büyük önem arz eden önemli olayları yırlayan eserler veren ve bunları daha kopuz veya dombıra ile icra eden, on beş ile on sekizince asırlar arasında yaşamış Kazak halk ozanları ve bilgelerine verilen addır. (Çev.)] atıldığı söyleniyor. Öyle ise Bukar Jırav bir anda ortaya çıkıp hiç yoktan bir edebiyat mı meydana getirmiş oluyor?
Hiç şüphesiz, Bukar Jırav’ın edebî talim terbiye aldığı, manen beslendiği birçok kaynak, söz sanatını öğrendiği benzersiz birçok üstat olmuştur.
İşte bu ve bunun gibi çözümü zor meseleler, genç bilim adamı, edebiyat tarihçisi M. Mağavin’in “Kopuz Sarını”[5 - Sarın sözü “motif” anlamında kullanılmıştır. (Çev.)] adlı monografisinde etraflıca ele alınmıştır. Daha açık söylemek gerekirse monografinin anasarını[6 - Aansarın , laytmotif anlamında kullanılmıştır. (Çev.)] on beşinci yüzyıl ile on sekizinci yüzyıl arasında yaşamış, kimi bilinen, kimi ise bilinmeyen jıravların sanatıdır.
Halkın kaderi ile edebiyatın kaderi ortaktır, ikisi de doğrudan tarihî bir bağlantı içindedir. Bunları birbirinden ayırmak mümkün değildir. Edebiyat, ulus tarihinin estetik görünüşüdür. Bundan dolayıdır ki edebiyatımızın tarihini çok eskiden yani Kazak halkının on beşinde yüzyılda Kazak olarak teşekkül ettiği devirden başlatmaya ahlaken hakkımız vardır. Söz konusu monografi de bu meseleye hasredilmiştir.
“Sanat ve edebiyatın gelişme hızı, toplumun üretim güçlerinin gelişimiyle uyumlu değildir.” M. Mağavin eserinde K. Marks’ın bu düşüncesini esas alarak Kazak Bozkırı’nda Orta Çağ’da üretici güçler ile üretim ilişkileri gelişmemesine rağmen söz sanatının geliştiğini, bunu yapan yüksek bedii söz ustalarının çıktığını ispat etmiştir. Eserin ana düşüncesi, önemi ve getirdiği yeniliğin tamamı bunun içinde yani ispattadır.
Eskiden başlatmak sözle kolaydır; ancak konunun bilimlik delilerle ispatlanıp bir monografi çerçevesinde çözülmesi önemli bir sorundu. Burada söz konusu eserle birlikte H. Süyinşeliyev’in monografisinin önemini de vurgulamak gerektir. Ancak hakkında söylenecekler vaktiyle söylendiği için burada Süyinşaliyev’in eseri üzerinde durmayacağız. M. Mağavin, her dönemde bir değinip kaçılan bu karmaşık ve önemli konuyu cesurca çözmek için çok çok çalışmıştır.
Araştırmacı, o devirde ömür sürmüş, isimleri yüzyıllar geçtikçe unutulmaya ve silinmeye başlamış, eserlerinin çoğu kaybolmuş veya unutulmuş, birçok eserleri arşivlerde toz toprak içinde kalmış veya rüzgârın önündeki yaprak gibi sağa sola savrulmuş jıravları ve eserlerini bilimlik yöntemlerle yeniden ele almış; hakkında söylenenleri bilim adamı gözüyle yeniden yazmış, eserlerini de büsbütün yok olmaktan kurtarmıştır. Mağavin, eserde söz konusu edilen jırav ve eserlerini inceleyip değerlendirirken Marksist-Leninist klasik estetik ilkelerine dayanmaktadır.
Monografi, giriş ve sonuçtan başka üç ana bölümden oluşmaktadır. Eser, belli sebeplerden dolayı mimari bir ilkeyle yapılandırılmıştır. Müellif, Ketbuğa, Jumakul, Sıpıra ve Kodan-tayşı jıravlar hakkında topladığı az ama sağlam malumatı ayrı tutarsak edebiyat yolu, sanatçı tabiat ve sanat hayatı on iki olgu gibi benzer olan on iki jıravın eldeki eserlerini, edebî çalışmalarını; şiir sanatını getirdikleri saf yenilikleri, kendilerine has kahramanlık yırı özelliklerini, takip ettikleri edebî gelenekleri, estetik yöntemleri günün talepleri ve anlayışı açısından genişçe tahlil etmeyi en önemli amaç olarak görmüştür.
Belirtilmesi gereken önemli bir şey de eserin dilinin sağlamlığı ve akıcılığıdır. Müellifin düşüncelerinin hedefine kolayca ulaşmasının; araştırmanın beğenilmesinin, sıcaklığının, anlaşılırlığının sebebi de dilinin akıcı ve samimi oluşudur.
Dilin yalnızca edebî eserin değil aynı zamanda ilmî eserin de en birinci ve önemli unsuru olduğu, genç bilim adamının monografisini okuma sürecinde bir kez daha anlaşılıyor. Eser sağlam bir ilmî üslupla kaleme alınmıştır, iyi bir edebî eser gibi rahat anlaşılmaktadır.
Monografide yazarın evvelce bilinmeyen birkaç jıravdan da söz ettiğini yukarıda belirtmiştik. Bize göre bunlar içinde en güçlü çözümleme, Şalkiyiz hakkında olandır. Araştırmacı, öncelikle jıravın hangi yıllar arasında yaşadığını delillerle ispat etmeye çalışıyor. Sonra şairin eserlerini mevcut verilere göre tahlil ediyor: “Şalkiyiz’in eserlerinin özelliği, felsefi düşünceler bakımından zengin oluşudur. Kendinden önceki örneklerle karşılaştırıldığında Şalkiyiz’in eserleri, zamanın ilerlediğinin ve edebiyatın geliştiğinin tanığı gibidir.” gibi ciddi çıkarımlar ve değerlendirmeler yapıyor. Yazar “Şüphesiz Şalkiyiz’in talim ve terbiye aldığı beşik, Kaztuvğan, Kodan-tayşı, Asan Kaygı ile adları bize ulaşmayan birçok ozan ve jıravın eserleridir.” diyerek Şalkiyiz’in öz edebiyatımızın tarihinde önemli yere sahip bir şahsiyet olduğunu belirtiyor. Yazarın bundan sonra Şalkiyiz ile Mahambet’in yırlarını karşılaştırması da önemlidir. Bilim adamı bunu yaparken Şalkiyiz’in şiirindeki cengâverlik, erlik, yiğitlik ruhunun Mahambet’in şiirine etkisini ortaya koymak istiyor. Müellif, Şalkiyiz’in yenilikçiliği, şiirlerinde birçoğunda derin anlamlı sözlerin bulunduğu gibi meseleler üzerinde de duruyor.
Monografide dikkat çeken önemli noktalardan biri de yazarın, Bukar Jırav Kalmakanulı’nın doğum tarihini kendi yazdıklarına dayanarak, tarihî olayları dikkate alarak tespit etmesidir. Bu da edebiyat tarihi için çok önemli bir meseledir, zira tarih tespit etmedeki yöntemsizlik göz yumulacak bir konu değildir. Bukar Jırav hakkında çok şey yazıldığı doğrudur. Ancak M. Mağavin sadece bunları tekrarlamakla yetinmiyor, kendi düşüncelerini de ortaya koyuyor. Sözgelimi Bukar Jırav’ın kendinden önce yaşamış göçebe, bozkırlı söz ustalarının tabii bir devamı olduğu, şiirinin geçmişle yani Şalkiyiz gibi yır ustalarının sanatındaki felsefi unsurlarla, edebî gelenekle doğrudan bağlantılı olduğu; bu bağlantının çok derin bir biçimde kurulduğu ve sürdürüldüğü üzerinde duruyor. Araştırmacı üçüncü bölümde kitapta söz konusu edilen jıravların eserleri üzerinde umumi kuramlık tahlil yapmıştır. Bunu yaparken de şiirin kuruluşuna dikkat ediyor; akın ile jırav arasındaki farkı -diğer bilim insanlarının fikirlerini de göz önünde bulundurarak- tespit ediyor. İfade edilmesi gereken bir gerçek de şudur ki M. Mağavin eserinde, ilk Kazak bilim adamı Ş. Valihanov’un düşüncelere sık sık başvuruyor ve böylece bunlara çok değer verdiğini göstermiş bulunuyor.
Bu eserin okuyucuları sevindireceğine şüphe yoktur. Monografinin hiçbir kusuru yoktur demek de yanlış olur. Böyle karmaşık bir konuyu yazarken ufak tefek hataların yapılması, bazı noktaların eksik bırakılması tabiidir. Bundan dolayı eserin gölgesinden ziyade güneşli tarafı, iyiliği ve yeniliği üzerinde durduk.

    1968

Ancak Arayan Bulur
Tölen Abdikov, ilk kitabına “Ufuk” adını uygun görmüş. Kitapta bu adı taşıyan bir hikâye mevcut değil. Ancak içeriğe bakıldığında bu adın cuk oturduğunu da söylemek lazımdır.
İnsan bir hedefe ulaşmak üzere yola çıkar. Bu düşüncesini gerçekleştireceği de şüphesizdir. Zorluklar ve engellerle dolu sanat yolunda ise hedeflenen menzile bir anda varmak mümkün değildir. Belki de büyük yazarlar bile yaptıklarını beğenmeyerek göçmüşlerdir bu dünyadan.
Sanat yolu da ufka doğru dosdoğru yürünen bir hayat yoludur. Ufka ulaşmak mümkün müdür? Asla mümkün değildir. Ancak gönlündeki hedefe göre ulaşılan yere kanaat edilebilir belki…
Tölen’in bu kitabını sanat ufkuna yapacağı yolculuğun başlangıcı olarak görüyoruz. Peki, gidişat nasıldır? Bunun üzerinde duracağız.
Hikâye türü üzerine yazılıp çizilenlerin ardı arkası yoktur. Bu konuda çok çeşitli düşünceler bulunduğu da malumdur.
Kısa bir metinde büyük meseleleri gündeme getirmek, hayatta ara sıra karşılaşılan uygunsuz durumları cesurca yermek hikâyenin tabiatını aykırıdır demek doğru değildir.
Bu açıdan bakıldığında Tölen’in kitabı üzerinde durmaya değer bir eserdir. “Ufuk” kitabından bazı çıkarımlar yapmak mümkündür. Sözgelimi bazı hikâyelerde idrak, yazar düşüncesi ve insani bir ses var. Buna “Konuklar” ve “Kafatası” hikâyelerini örnek gösterebiliriz.
İki hikâye de entelektüellerin hayatıyla ilgilidir. Yazarın kahramanları yaşça kendi akranları sayılacak kişiler. Birinci hikâyede doğup büyüdüğü yere gelen entelektüelin “entelektüellikleri” anlatılmaktadır.
Hikâye sahneyi sadece göz önünde canlandıran değil, aynı zamanda gönülde ve yürekte derin izler bırakan ayrıntılarla doludur. Sapabek’in hikâye anlattığı anlar, “ufacık kıymık gibi bir minderin üstüne nasıl oturacağını bilmeden kâh ellerini yere dayayıp kâh yanına dayanan; milletin anlattıklarını anlamayarak sessiz sessiz yüzlerine bakan” Toma’nın durumu gibi ayrıntılar…
Hikâyede, canlı, boyu boşu yerinde, safdil, merhametli baba Ğabılbek; şarkıcı delikanlı Aspandiyar gibi gerçek ve inandırıcı kahramanlar vardır.
Başkahraman Sapabek, dünyanın her yerinde bulunmasa bile birçok yer dolaşan; tatil yapacak, gezip dolaşarak eğlenecek vakti ve imkânı bulunan; memleketinde her gün defalarca oğlunun selameti için dua ederek Yaradan’a yalvaran, enikonu yaşlanmış ana babasının yanında bir gece olsun gecelemeye vakit bulamayan bir delikanlıdır.
Öz evini özlemeyen kişi, öz yurdunu da hiçbir zaman özlemez. Yurduna beslediği sevgiye bakarak da kişinin nasıl biri olduğunu anlamak mümkündür. Öz vatana beslenen sevgiden, öz millete beslenen büyük sevgi doğar.
Hikâyede anlatıcı yazar Saparbek’in karşısında olduğunu açıkça göstermektedir. Anlatıda gözle görülmediği hâlde bağırıp duran bir ironi hâkimdir. Bu, “okumuş, öğrenmiş” delikanlıya yönelik bir ironidir. Hikâyedeki insani ileti de bu sayede ortaya çıkmaktadır.
Tölen’in “Kafatası” hikâyesinin de ciddi iletiler içeren ve okuyucuyu derinden etkileyen bir anlatı olduğu kanaatindeyiz. Bu eser, Abdikov’un karakter yapma beceri ve başarısını da göstermektedir.
Anlatıda Hamit adlı heykeltıraşın portresi çok başarılı bir şekilde çizilmiştir. Hamit, eski dönemlerde yaşamış Javbörü adlı baturun heykelini yapmak niyetindedir. Ancak baturun gerçek portresini ortaya koyamaz. Görenlerini düşüncesine göre yaptığı heykelin Javbörü ile uzaktan yakından alakası yoktur. Bundan sonra heykeltıraş bu işi beceremeyeceğini kabul eder.
Müellifin başarılı olduğu nokta, hikâyenin ulaştığı son estetik çözümüdür. Hamit’in baturun yüzünü ortaya çıkaramaması hikâyenin gerçekçiliğini artırmaktadır.
Sanat eseri, manevi sevginin en yüksek görünüşüdür.
Hamit ise böyle işe gönlünden ve yüreğinden geldiği için değil, tarihçi bir arkadaşının “meşhur olursun, ödül alırsın” tavsiyesi üzerine girişmiştir. Ayrıca öz ulusunun geçmişini iyi bilmiyor, geçmişini merak edip tarihini öğrenmiyor da. Tarihe özensiz ve dikkatsiz bir bakışla yaklaşıyor. Böyleleri ise ulusun tarihini bilmedikleri için bu ulusun içinden gerçek bir ihtiyaç sonucu çıkmış Javbörü gibi baturların ruhunu da anlayamazlar. İşte hikâyedeki örtülü ileti budur.
Hikâyede ihtiyar ağzından şöyle bir gerçek de dile getiriliyor: “Javbörü son seferine çıkmadan önce yakınlarını toplayarak ‘Kazak halkı diriyken kadrimi bilmedi, öldükten sonra da üstüme türbe yapayın.’ demiş. Mübarek adam geleceği görmüş demek ki. Lakin bu baturların ruhunu yükseltmeyi amaç edinmeyen kişi, gidip nerede sultan olabilir ki diye düşünüyor insan… Baturun ot basmış kabri bugün Kalmakkırğan’daki bir tepenin üstündedir. Muhasip Ermekbay ise bıldır ölen babası için süslü bir kümbet yaptırdı. Gördün mü?” İhtiyarın portresi akılda kalacak biçimde, çok tabii olarak çizilmiştir. Bu da yazarın bir başarısıdır.
Kitaptaki üçüncü hikâye “Reyhan” adını taşıyor. Bu anlatı çok önceden yazılmışa benziyor çünkü edebî renk bakımından solgun. Tölen bu hikâyede kendisini yalın tahkiyeye kaptırmıştır. Buradaki kahramanlar da inandırıcı değildir. Hikâyedeki en büyük eksiklik ise kahramanların davranışlarının gerekçelerinin zayıflığıdır. İşte bu yüzden Dameş ve Reyhan’ın yaptıkları okura inandırıcı gelmiyor.
“İki Buluşma” ve “Sendiköl” hikâyeleri de oldukça basittir. Bildik olay ve olay örgüsünden ileri geçemiyor bu anlatılar.
Tölen’in hikâyelerinin dili güzel ve anlaşılır, anlatımı akıcı. Bu iyi bir özelliktir. Ancak yazar bazen oldukça itici kelimelerle lüzumsuz bir tahkiye işine girişiyor. Bu özellikle son iki hikâyede vardır.
Bizim edebiyat ortamında görülen bir hastalık vardır. O da olmadan oldum diyerek mevcutla yetinmek, ilerlemenin yolunun arayış olduğunu unutmak, yükselmenin bilgiden geçtiğini hatırlamamak. İşte sırf bu yüzden bazı yazarlar on yıl önceki seviyesinde kalmaya devam ediyor.
Son olarak şunu söylemek istiyoruz: Tölen böyle bir ruh hâlinden uzak olsun! Onu sonraki kitaplarında yeni edebî zirvelerde görmek istiyoruz.

    1969

Dala Balatları
Genç yazar Abiş Kekilbayev, nesir sahasında iki kitabın müellifidir. Bunlardan sonuncusu “Dala Balatları”dır. Bu kitapta değişik temleri işleyen üç hikâyet (povest’ / novel) yer almaktadır. Yazıda bu hikâyetler söz konusu edilecektir.
“Küy”[7 - Küy, Kazaklara özgü, sözsüz bir müzik forumudur ve daha çok dombıra ile icra edilir. (Çev.)] adlı hikâyet, bir küycünün hayatını konu edinmektedir. Müellif bu hikâyette, çok eski zamanlarda hayatını küy çalarak geçiren masum bir insanın feci bir şekilde ölmesi vasıtasıyla devrin tragedyasını gözler önüne sermek istemiştir.
Hikâyetin olay örgüsü, eski zamanlarda komşu Kazak ve Türkmen avılları arasındaki sebepsiz anlaşmazlık ve ezelî düşmanlık üzerine kurulmuştur. Sözgelimi biri diğerinin malını mülkünü gece çapul ederken, ertesi günü o diğeri de onun malını mülkünü yağlamaktadır. Bundan dolayı kan dökülmekte, suçlu suçsuz demeden bir sürü insan ölmektedir. Bu karmakarışık dönemde bir Kazak küycü tutsak düşer. Kısacası olay örgüsü budur.
Şimdi hikâyetteki başlıca kişiler üzerinde duralım:
Cüneyt ve Kökbörü kardeşler, Türkmen avılının önemli güçlü bahadırıdır. Bunlara azılı demek de yanlış olmaz. İkisi de gece gündüz kimin için dolaşıp durduklarını bile bilmezler. İki bahadırın dış görünüşleri başka olduğu gibi karakterleri de birine tamamen zıt. Âdet ateş ile su gibiler.
Kökbörü, küçük olanıdır. Kökbörü ağabeyine nazaran anlayışı kıt biri, söz anlamak gibi bir şeyden haberi bile yok. Helal ile haramı birbirinden ayıracak zekâya da sahip değil. Öyle bir şey yazgısında yok. Mambetpana’nın öz kardeşi hakkında söylediği kötü sözlere inanıvermesi Köbörü’nün bu özelliklerini tescil ediyor. Zira adamın sözlerine hiç sorgulamadan inanır.
Kökbörü’yü yalanlarıyla devamlı kışkırtıp duran Mambetpana seyrek rastlanan bir karakterdir. Ancak hikâyetteki bütün kahramanlardan kötülük ve kurnazlık bakımından kıyas edilmeyecek kadar önde olduğu kesindir. Zaten köyde de kırda da vurup kırmaktan başka bir şey bilmeyen bu Kökbörü, Mambetpana’nın doldurmasıyla, tenhada Düyümkara’ya saldırır ve ölür. Hikâyette iki adamın vuruşması çok güzel bir şekilde anlatılmıştır.
Küçük kardeşinin ölümü Cüneyt’e çok ağır gelir. Kendisini eşinden ayrılmış kuş gibi hisseder. Artık ellili yaşlara gelmiştir. Gücünün tükenmeye başladığını da bilmektedir. Bu onun zayıflığının değil azıcık da olsa anlayışının bulunduğunun göstergesidir. Cüneyt’in iki oğlu da genç yaşta çarpışmada ölmüştür. Artık tek direği küçük oğlu Devlet’tir. Artık onu yetiştirmeye karar verir.
Düyümkara’ya iliklerine kadar kin ve nefretle dolan Cüneyt, sonunda dutarcı oğlu Devlet’i can düşmanı Düyümkara’nın üstüne salar.
İnsan içine çok çıkmayan Devlet herkesçe sevilen biridir. Diğerlerinin içinde insanlık sultanı gibidir, çok hassas ve duyguludur, kendine göre bir derinliği de vardır. Devlet’in karakteri, babasın tutsak yiğitleri acımasızca cezalandırmasına için için karşı çıkışıyla ortaya konmaktadır. Yazar, Devlet’in iç güzelliğini dış görünüşünü tasvir ederken de belirginleştirmektedir. Devlet, düşmanlarının arkasından ilk gidişinde ölür. Yanındaki hizmetçileri, babasının kahrından korktukları için, bozkırda kendi hâlinde av avlayarak dolaşan küycü Kazak’ı oğlanın katili diye tutup getirirler.
Bu tutsağın adı hikâyette belirtilmemiştir. Dış görüşü de çok belirgin değildir. Dışarıdan bakılınca dikkat çekici hiçbir özelliği bulunmayan silik bir kişidir küycü. Ancak onun nasıl bir kişi olduğu iç monologlar ve Cüneyt ile bir öbek Türkmen önünde çaldığı son küyün anlattığı felsefi düşünceler sayesinde anlaşılmaktadır.
“İnsanın ancak avuç içi kadar yerine razı olduğu zaman gönlünün zenginleşeceğini, kişinin kendi gönlü zenginleşmeden yerin de elin de genişlemeyeceğini, koparılan başlar ile saçılan kemiklerin hiçbir ele sınır olamayacağını, insanlığın temelinin merhamet olduğunu, merhametin olmadığı yerde insanlığın da bulunmayacağını, sen kimseye acımazsan sana da kimsenin acımayacağını” küycü dombırası[8 - Dombıra, bağlamaya benzeyen, mızrapsız çalınan, iki telli Kazak millî çalgısıdır. (Çev.)] ile anlatmaktadır. Bunu dinleyen herkes anlar. Zira küycünün cezalandırılmasına hiç kimsenin gönlü razı değildir. Küycü cezalandırıldıktan sonra bir Allah kulunun Cüneyt’in kapısını çalmaması da bunun delildir.
Hikâyette küycüyü yol kıyısına başı dışarıda kalacak şekilde Cüneyt ve yandaşları gömüp giderler. Bu korkunç manzarayı okuyucu da yadırgamaz. Bunun iki sebebi vardır. Öncelikle Cüneyt’in can düşmanı Düyümkara o kadar beklemelerine rağmen gelmedi. Meşhur küycüsünü bu şekilde bu şekilde gömersek bu olay mutlaka Düyümkara’nın kulağına gider. Dolayısıyla bu hakarete dayanamayan Düyümkara ne yapıp edip buraya bir uğrar diye düşünürler. Bu bozkır adamının vahşi izleminin bir görünüşüdür. İkinci olarak, küycüyü sağ salim eline gönderecek olsa başkaları yani düşmanları Cüneyt’in artık savaşma gücünün olmadığını, düşmanının önünde diz çöktüğünü düşüneceklerdi, onun onuruyla oynayacaklardı. Bu o devrin hem gerçekliği hem de tragedyasıdır.
Hikâyet, Cüneyt’in ölümüyle biter. Bununla ilgili birkaç şey söylemek lazımdır. Cüneyt’in ölümü ile küycünün akıbeti arasında sıkı bir bağlantı vardır. Küycünün etrafa saçılan kemikleri gece gündüz yaşlı bahadırın gözünün önünden gitmez. Buna diyeceğimiz bir şey yok. Çünkü o da bir insan, iyiliklerini de kötülüklerini de sürekli hatırlaması gayet tabiidir. Bozkırda kalan küycüyü kurt mu yedi, kuzgun mu yem kıldı belli değildir. Öldüğü bir gerçektir lakin Cüneyt’in ölüyü bizzat gördüğü yahut başkalarından onunla ilgili bir haber aldığına dair hikâyette herhangi bir şey yoktur. Buna rağmen küycünün saçılmış kemiklerinin Cüneyt’in gözünün önüne gelmesi sahnesi inandırıcılıktan yoksun gibi görünmektedir. Cüneyt psikolojik rahatsızlıktan ölür. Böyle bir şeyin özne ile nesnenin doğrudan bağlantısı sonucu olacağı açıktır.
Kitaptaki ikinci hikâyet “Hanım Derya Hikâyesi” adını taşımaktadır. Bu anlatıda meşhur Cengiz Han’ın hayatının son saatleri hikâye edilmektedir. “Dünyanın yarısını kuru ot gibi yerle bir eden” Cengiz Han’ın “kendi mezarını kazışı” ilgi çekici bir şekilde dile getirilmiştir. Anlatıda ilk bakışta göze çarpmayan asıl düşünce vatanseverlik düşüncesidir. Hikâyetin değeri de bu düşüncenin gerçekçi bir biçimde dile getirilmesindedir. Cengiz Han’ın gözünü toprakla dolduran hikâyenin asıl direği olan vatanseverlik düşüncesi, Gülbelcin karakteri vasıtasıyla verilmiştir.
Gülbeljin’in Cengiz Han’a yaptığı kötülük durup dururken vuku bulmuş, rastgele bir hareket değildir. Bu, kadının yüreğinde yaşattığı, yok olmakla karşı karşıya bulunan vatanına duyduğu sınırsız sevginin başkaldırısıdır. Böyle bir hareketi sıradan bir olayla karıştırmamak gerektir.
Vatanını çok seven bu şerefli kadın orada değil de başka yerde bulunsaydı bile o suikastı muhakkak gerçekleştirirdi. İşte buna hikâyeti okurken tam anlamıyla inanıyor insan.
Yazar, Gülbelcin, Cengiz Han ve Kasar karakterlerini çok gerçekçi ve inandırıcı bir biçimde ortaya koymuştur. Her bir karakter inandırıcı olduğu kadar düşündürücüdür de.
Kitaptaki son hikâyet “Yarış”tır. Bu anlatı önceki iki anlatıya çok benzemez. Çünkü bu hikâyeti okurken okuyucunun “Yazar acaba burada ne anlatmak istedi?” diye düşünmesi mümkündür. Ayrıca “Olay yeni değildir, bazı şeyler de tekrarlanmıştır.” diye düşünenler de çıkacaktır. Çünkü hikâyetin olay örgüsünde halk anlatılarında rastlanan bir zenginin biricik kızını hiç kimseye vermediği için sonunda bir kele vermek zorunda kalması sarını (motifi) bulunduğu açıktır. Ancak bu eserin değerini azaltmış değildir.
Edebiyatta itibarilik kuramının yazarın gerçek niyetini anlatmasının bir yolu olarak kabul edilir. Abiş’in “Yarış” hikâyetinin olay örgüsünde de bu itibarilik mevcuttur. İtibarilik kavuz gibidir. Dolayısıyla bu tür eserlerin özüne ulaşabilmek demek yazarın amacını anlamak demektir.
Abiş, “Yarış”ta zengin Balapan’ı yüceltiyor mu veya esrik Esen’e taraf mı tutuyor? Kesinlikle hayır. Yazar, eskiden olduğu gibi bugünkü hayatımızda da ara sıra rastlanan zayıflığı ve basitliği eleştirmektedir, burada acı bir alay vardır.
Bu üç hikâyeti okurken ortaya çıkan gerçek şudur: Abiş yazarlık üslubunda hâkim bakış açısıyla iç monolog yöntemlerini çok usta bir şekilde bağdaştırmıştır.

    1969

Güzellik Olmadan Şiir Olmaz
Yakın zaman önce tanınmış edebiyat bilimcisi A. Konıratbayev’in “Devir ve Gelenek” adlı makalesi yayımlandı. Yazılış ilkesi ve makalede gündeme getirilen bazı meseleler, bizdeki bazı fikirlerin de dışa çıkmasına sebep oldu.
Öncelikle gazete sayfalarında devam eden bu müzakere, genç şairlerin önemli meselelerini gündeme getirdiği için tam zamanında ortaya çıkmıştır. Çünkü yeni, bilhassa son yıllardaki şiirimizin öncü, orta ve son kuşak temsilcileri ciddi eleştiriye ve kılavuzluğa muhtaçtır. Bu açıdan bakıldığına A. Konıratbayev’in yazısının -ateşe su taşıyan karıncanın çabasına benzemesine rağmen- önemli olduğunu düşünüyorum. Makale, doğru hedefe yönelerek iyi niyetle yazılmasına rağmen bazı eksiklik ve kusurları da bünyesinde barındırmaktadır. Bunlar bir bakıma tabiidir de, çünkü küçük bir makale bir yana, monografilerde bile bir konunun bütün yönlerini kucaklamak mümkün değildir. Zira şu bir gerçektir ki Kazak şiiri hızla gelişmektedir, yalnızca nicelikte değil nitelikte de büyük bir gelişme görülüyor. Şairlerimizde başarı da var, boş çaba da.
Şiirin canı güzelliktir. Bu, ezelden beri söylenegelen bir gerçektir. Ancak bu gerçeği sık sık dile getirmeden yapamıyoruz. Güzellik, yalnızca şiirin değil hayatın da ebedî süsüdür. Şiir ise bu hayattan kopan billur damla, değerli parça. Öyleyse bu güzellik nasıl meydana geliyor? Meselenin buraya geliş sebebi, söz konusu makaleyi okurken doğan izlenimlerdir. Esasen müellifin yazısının özeti şudur: Günümüz genç şairlerinin eserleri avılda neden anlaşılmıyor? Bunun sebebi derin kökleri bulunan edebî geleneğe kayıtsız kalıp geçmiş şiir ustalarının eserlerini dikkatli okumamaktan mı kaynaklanıyor? Diğer yandan müellifin bazı fikirlerinin daha olduğu düşüncesi de doğmuyor değil. Müellif, şairin kesinlikle sıfırdan yani alıştırmalardan başlamaması gerektiğini söylüyor. Yine gençlerin halk edebiyatı geleneğinden ve Abay geleneğinden faydalanmalıdır diyor, elbette bu isabetli bir görüştür. Ancak bu son görüş bir önceki görüşe ak ile kara kadar zıttır. Öyle ise şair bu gelenekleri öğrenmiş olarak mı doğacaktır?
Talim ve temrin, sanatta önemli bir ulamdır. Bu doğrudan doğruya çalışma süreci demektir. Temrinden birçok şey öğrenmek mümkün değil midir? Müellifin, G. V. Plehanov’un “Adressiz Mektuplar” adlı eserinde sanatın oluşmasında ve gelişmesinde çalışmanın rolüne çok önem verdiğini bile bile temrinden başlamamak lazım demesine şaşmamak mümkün değildir. Temrin dediğimiz şeyin doğrudan doğruya çalışma demek olduğunu herkesçe bilinmektedir.
Yazar yine yalnızca Avezov gibi başlamak lazımdır diyerek düşüncesini kesin bir dille ifade ediyor. Destekli düşünce mi dediniz? Elbette yok.
Ancak makalenin ana fikrine umumen katıldığımızı belirterek, müellifin düşüncesine katılıyoruz ve bazı genç şairlerin şiirlerinin sevilerek okunmayışının okunsa bile estetik etkisinin uzun sürmeyişin, etkisinin kibrit alevi gibi yok oluverişinin şiirde güzellik unsurunun bulunmayıştan kaynaklandığını söylüyoruz.
Esasen güzel şiirde başka sanat kollarının ögeleri de iç içe bulunmaktadır. Sözgelimi güzel şiirde mimarideki simetri, musikideki ahenk, resimdeki renk cümbüşü gibi unsurlar da bulunur. Bunlar şiire ayrı bir ışık ve güzellik verir.
Güzelliğin olduğu yerde imge de vardır. Birincisinin olmadığı yerde ikincisi de yoktur. İkisi ikiz kavram gibidir, ayrılması mümkün değildir.
İmge yalnızca bir ulusun şiirine değil bütün dünya şiirine özgü bir özelliktir. Ancak her ulusun şiirinde yalnızca biçimi değil iç kuruluşu da millî özellikler gösterir.
Çöz gönlümün bilmecesini,
Yoksa her şey bomboş.
Toy yürek çıkarıp parmağını,
Uzanır aya, ne hoş. (Abay)
Bu dizelerin gücü âşığın arzusunu ve aşk duygusunu harika bir imgeyle vermesindedir. Düşünce ürünü, güzel ve anlaşılır bir imge. Şiirin güzelliği de işte bundadır. Biçim ile içeriğin tam uyumu…
Gogol, millîliğin sarafanı[9 - Sarafan, Rus köylü kadınlarının giydiği kollu veya kolsuz uzun elbisedir. Çev.)] tasvirden değil, halkın öz ruhunu tasvirden başladığını söylemiştir. Bunun gibi Abay yukarıdaki “yüreğin parmağı” imgeyi, büyük bir ustalıkla halkın anlayışına uydurarak Kazakçaya çevirmiştir. Çünkü bu imgeyi anlamak, Kız Jibek ile Tölegen’i[10 - Qız Jibek destanının başkahramanlarıdır. (Çev.)] doğuran bir halk için zor değildir.
Moi somneniye razreşi,
Bıt’ mojet eto vse pustoye.
Obman neopıtnıy duşi,
İ sujdeno sovsem inoye. (Puşkin)
Bu, Abay’ın çevirdiği dörtlüğün özgün biçimidir. Bunda da güzel bir uyumun olmadığını söyleyemeyiz. Ancak şair bunu bize olağanüstü parlak bir imge ve renkle aktarmıştır. Yani güzelleştirmiştir!
Bir de şuna bakalım:
Böğürerek halka oy[11 - Düşünce demektir. (Çev.)] geldi,
Buzağısı ölen inek gibi. (Duvlat)
Burada realist imge vardır. İç âlemi altüst ederek dışarı çıkan olağanüstü bir düşünceyi anlatmak için bundan daha iyi bir imge bulmak zordur herhâlde. İmgedeki güzelliği ve gerçekliğe uygunluğu kabul etmemek mümkün değildir. Ancak, Duvlat’ın bu imgesini Rusçaya kelimesi kelimesine çevirecek olsak imge bizdeki bütün özelliğini kaybedecektir. İmgenin karşılığını bulmak lazımdır! İşte bunda dolayı büyük Abay, Puşkin’in şiirini Kazak ruhuna ve anlayışına yaklaştırarak çevirmiştir. Bu her bir poetik imgenin millî özellik taşıdığını göstermektedir.
Peki, son kuşak genç şairler güzelliği ve imgeyi nasıl veriyorlar?
Kazakistan Lenin Komsomolu Ödülü sahibi Jumeken Nejimedenov’un şirinin çekiciliği, şairin duygu ve düşünceyi güzel imgelerle vermeye çalışmasıdır. Bu imgeler çoklukla güzeldir de. Şairin 1966 yılında çıkan “Işık ile Isı” kitabında bu iddiamızı destekleyecek birçok delil bulmak mümkündür.
Şair son zamanlarda eleştiri de almıştır. Bunların bir bakıma yerinde eleştiriler olduğunu kabul etmeliyiz. Çünkü okuyucu, şairin son iki kitabında da “Işık ile Isı” kitabındaki heyecan eve ateşi aramıştır. Adı geçen kitabında şair şiirde bayağı bir mesafe aldığını göstermişti.
Çalıların arasında derin uykuya dalmış,
Uyuyan gece kımıldayamadı yer pusup.
* * *
Sabırlı gök azıcık kımıldasa yıldızlar,
Damlayıverecek yere.
Bu mısralarda bir imge sağanağı ve güzellik vardır. Böyle yoğun imgeli kıtalara “Vakit Ezgileri”nde çok az rastlıyoruz. Umumen sanatın, hususen ise şiirin vazifesinin, gerçekliği yalın bir biçimde ifade etmek değil, imge yoluyla göz önünde canlandırmak olduğunu artık mektep çocukları da biliyor. Şiirin gerçekliği anlatma yöntemi imgelemdir.
Ancak bu ilkenin unutulması üzüntü vericidir. İyi şiirler yazan Jumeken de çoğu zaman bu engele takılmadan edemiyor.
Bilim, varsayımı çürütene kadar sanat, denemeye de bu gözle bakar, bu bakışla bakar. Edebiyatta denemelerin önü açıktır. Ancak bu “Boyacı dedik övdük, o da sakalını boyuyor.” sözünü haklı çıkaracak tarzda olmamalıdır.
Gelenekten kopuk basit denemeler şiiri iyi yere götürmez, şiirin derinliğini artırmaz. Taş üstünde bir şey biter mi? Hayır! Temelsiz şey, her zaman temelsizdir!
Genç şair Sabit Baymoldin’in A. Konıratbayev’in yazısı ile aynı zamanda yayımlanan şiirlerinde gelenek içinde kabul edilecek, basit olmayan denemeler hâkimdir. Bunun da hiç durmadan arayış içinde olmanın bir sonucu olduğu anlaşılıyor.
Biz deneme kavramın şiirin biçim açısından kullanıyoruz. Şair, bazen sağanak hâlinde dökülen duygu ve düşüncelerini belli ölçütleri yok sayarak anlatır. Sabit, körü körüne bir memnuniyetsizlikten ve aykırılıktan uzaktır.
Yaz görsen,
Tepeye ırmak çıkmış sanki.
Kökçe orman,
Gönüle sinmiş gibidir tam.
Şairin kendine özgü bir sesi olduğunu inkâr edemeyiz. Duygu ve düşünce yoğun. Şiirlerinde taşkın düşünce, coşkun duygu, serbest dil de yok değil. Ancak bunları gönül çelici bir biçimle verme yönü eksik, insanın gözü bir şeylere takılıp duruyor.
Şiirde uygun bir biçimle verilmeyen duygu ve düşünce, çıplak insan gibi sevimsiz ve itici görünür. Tam tersine biçim var, duygu ve düşünce yoksa şiir, boş bağırış çağırıştan öteye geçmez.
Şiirin güzelliğinin başlıca ölçütü biçim ile içerik arasındaki canlı oranın korunması ve diyalektik bağlantının koparılmamasıdır. Bu dogmatik bir kural değildir, bilakis şiir sanatının tabiatından doğan ve gücünü uygulamada göstermiş bir kuraldır.

    1969

Yetenekli Yeni Nesil
Eleştirmen M. Düysenov “Kazak Adebiyeti” gazetesinde yayımlanan “Ortak Borcumuz” adlı makalesinde “İtibari olarak söyleyecek olursa Kazak edebiyatında üç dört kuşak vardır.” demiş. Eleştirmenin bu görüşü görüşünün isabetli olduğunu düşünüyoruz. Üç kuşağın bulunduğuna kimsenin şüphesi yok, ancak dördüncü kuşağın da sona doğru yaklaştığı da bir gerçek. Burada söz konusu dördüncü kuşağa girdiği düşünülen genç şairlerin şiirin en önemli unsuru olan imgeleme nasıl baktıkları üzerinde duracağız.
M. Düysenov, üçüncü kuşağın, Ğafuv Kayırbekov ile Ötejan Nurğaliyev’e değinki şairleri kapsadığını söylüyor. Yani bunların sonuncuları iki üç kitap çıkarmayı başarmışlardır. Esasen bu kuşağın herkesçe tanınması 1965 yılında önce olduğu kesindir. Tumanbay, Saği, Kadır, Mukağali ve Jumaken, altmışlı yılların başında şiir dünyasına ayak basan şairlerdir. Dördüncü kuşağı ise altmışlı yılların ikinci yarısında yazmaya başlayan şairlerin oluşturduğunu söylemek yanlış olmaz. Çünkü gelişme süreçlerini bıçakla keser gibi birbirinden ayırmak mümkün değildir. Süreçler birbiri ardınca kesintiye uğramadan devam eder. Sözgelimi ırmak dediğimiz şey, sayısız irili ufaklı gözelerin birleşmesinden doğmuyor mu? Kazak şiiri de tıpkı özen gibidir; ilerledikçe yolda eklenen bulak suları sayesinde o da genişleyip büyümüyor mu? Öyle ise her yeni kuşak, ırmağa sonradan eklenen bulak gibidir.
Biz burada, son kuşak içinde yer aldığı düşünülen Marat Otaraliyev, Seyden Muhtarulı ve Temirhan Medetbekov hakkında fikir beyan edeceğiz.
Adı geçen gençlerin şiirlerinin başlıca temi kendi hayatlarıdır. Yani bu şairler, hayatta gördükleri, öğrendikleri ve yaşadıkları az çok ne varsa onu şiir vasıtasıyla terennüm ediyorlar. Zaman zaman tabiat ve aşk hakkında yazıkları da oluyor.
Görgüsü, bilgisi, hayat tecrübesi ne kadar çok olursa şair okuyucu tarafından o kadar iyi kabul görür. Dolayısıyla insan, şiirindeki zayıflığın sebebinin bu gençlerin yalın hayat hikâyeleri olduğunu düşünmeden edemiyor. Bu yalınlığın sorumlusu da kendileri değil aslında, zira hayatı yeni yeni tanıyorlar.
Bu gençlerin şiirlerindeki en başarılı yan ise sabah çiyi kadar duru duygu ve özgün düşünce beyan etme gayretidir. Şiirin, duygu ile düşüncenin sentezi olduğu bir gerçektir. Şairin gerçeği gösterirken kullandığı temel araç imgedir. Yani hayat gerçekliği, imge vasıtasıyla verilir. Şairin duygu ve düşüncesi ise bu imgenin içinde gizlidir. Düşüncenin olduğu yerde duygu da vardır. Burada V. G. Belinski’nin “Duygu yüklü bir eserde anlam olmaması mümkün değildir. Ve elbette duygu ne kadar derin olursa düşünce de o kadar derin olur.”(Tandalmalı Makalalar, M., 1965, s. 70) sözünü hatırlamakta fayda vardır.
Şiirde imgelemin güzel örneklerini Abay’ın sanatında buluruz.
Genç kavağın
Yaprağı
Gürülder yel esince.
Bu, Abay’ın şiirindeki sayısız imgeden sadece biridir. Bu imgelerin duyguyla, düşünceyle çepeçevre kuşatıldığını söyleyebilir misiniz? Tabii ki hayır. İşte esasen böyle gerçek şiir, akılda ve gönülde uzun süre kalır. Başka bir deyişle, genç şair adaylarının Abay gibi önemli şairin şiirlerine dikkatle eğilmeleri büyük bir baht sayılmaz mı? Önlerinde örnek alacakları Abay gibi ulu bir çınarı olan genç şairlerin sorumlulukları da büyük olacaktır. Bu şairlerden çok şey beklenmesi de tabiidir. Çünkü öğrenecekleri bir çevreye ve örnek alacakları ülküye sahipler.
Yukarıda anılan gençlerin eserlerinde şiire özgü güzelliğin teminatı olan imgelem bulunmadığını söylemeyiz. Marat Otaraliyev’in “Karanfil” adlı kitabında ateşli şair kalbinin amansız vuruşunu duymamak mümkün değildir.
Ruhuma bu ülkenin sırrı malum,
Fırtınada kum savrulur inleyerek.
Başından ak kumluğun apak karı,
Şımarık yel götürür sürükleyerek.
Marat’ın şirinin bu sadece bu mısralarında bile memleketin etkili resmini görüyoruz. Onun şiirlerinde böyle resimsi tasvirlere, imgeli söz öbeklerine sık rastlanmaktadır. Sözgelimi “inleyen kum” imgesi ne kadar da güzeldir!
Bu yer üstündeki gece asuman,
Şımarık yel iç çekti, yırladı dal.
İniyor, akıp duruyor durmadan,
Çiçeklere atılarak bulaklar.
Yüzüyor altın ay uzakta,
Bağrını okşuyor tül gibi bulut.
Yine olağanüstü tablolar… Bu şiiri okurken avıl gecesini ve açık gökyüzünü gözünde canlandırıyor insan. O güzel günleri arar gibi oluyor. Bu dizelerde yalnızca harika resimler değil aynı zamanda dupduru duygular da vardır.
Marat Otaraliyev’in şiirinin süsü, duygudaki gerçekçiliktir. Ancak Marat’ın kimi şiirlerinin basit bir öykünmeden doğduğu da anlaşılıyor. Özellikle ana temli şiirler serisinde bu daha açık görünmektedir.
“Yavru” adlı kitabı, Seysen Muhtarulı’nın şiire adım attığını göstermektedir. Genç şair yere sağlam basmaktadır. Şiirin biçiminde ve içeriğinde cesurca yenilikler yaptığını belirletmek lazım. Şiirin güzelliği olan imgeye Seysen’in kitabında bolca rastlanmaktadır.
Kıvır kıvır kıvırcık kum,
İleri atılıyor koşarak,
Ak develer uzatır taş bacağını,
Tepecik olmuş sanki kırılıp.
* * *
Biçare yollar bağrını görünce,
Çevre yatamaz irkilmeden.
Yakınlaşır yer ile gök,
Tekerlerler gümbürder yürek gibi.
Böyle gönül çelişi resimler yapmayı Seysen çok seviyor. Bu gayretini destekliyoruz, ancak sebepsiz yere hece sayısını artırıp eksilmesini makul görmüyoruz. Gözyaşı gibi duru lirik resimler yapabilen Seysen’in bundan sonra herkesi ilgilendiren temlere yönelmesini ümit ediyoruz.
Temirhan Medetbekov’in şiirleri düşünce yoğunluğu ve duygu derinliği ile dikkatleri çekmişti. Medetbekov’un şiirlerini okurken Şiir, şairin ölçütüdür sözünün doğruluğunu bir kez daha teyit ediyor. Diğer yandan Temirhan Medetbekov’un şiirleri imgelemiyle de kayda değerdir.
Dallara ak yeni asılsın ak karı,
Silkeliyor soğuk yer öfkeyle.
Tramvaylar koşuyor tepinerek
Asılarak üstündeki kara telden.
Bu soğuk yer tutuveriyor ağacı,
Bir dalını kırarak alıp kaçacak.
Damar damar dallar direniyor,
Kaslı bileklerini sıvayarak.
Dallara asılmış kar, silkeleyen soğuk yel, tepinerek koşan tramvaylar, bir tabloyu seyreder gibi gözümüzün önünde canlanıyor. Hatta okurken soğuğun ve rüzgârın öfkesini de hisseder gibi oluyoruz. Bütün bunlar, söz konusu tasvirlerin tabiiliğinin delidir.
Deli gönlü tuzaklayan,
Bana benzeyip kalan
Dağlar da çökermiş ah,
Ufukları kucaklayan.
Bu tür dizeleri Temirhan’ın şiirlerinde bolca bulmak mümkündür. Böylece şair duygularının duruluğuna tanık oluyoruz. Şiirlerin kusuru şudur: Şairin, insani temlerde bazen kuru gürültüye ve laf kalabalığına düştüğü oluyor. Umumen Medetbekov’un kuşağının yetenekli bir temsilcisi olduğunu söylememiz gerektir.
Bu kısa makalede Kazak şiirinin tabii devamı sayılan dördüncü kuşağın bazı temsilcilerine dair kısa değerlendirmelerde bulunduk. Bu kuşağın güçlü bir kuşak olduğu açıktır.

    1969

Büyük Yazarın Uzun Soluğu
Kazak hikâyeciliğinin son yıllarda katettiği gelişme, ulaştığı bedii seviye söz konusu olduğunda ilk önce tecrübeli yazarımız Ğabiyt Müsirepov’un ismini anarız. Bu elbette sebepsiz değildir. Çünkü bugün Kazak hikâyesinin durumu ve gidişatı, onun ismiyle doğrudan bağlantılıdır.
Kazak hikâyeciliği tarihinde B. Maylin ile M. Avezov ne kadar önemli ise Ğ. Müsirepov da o kadar önemlidir demek yanlış olmaz. Nitekim Müsirepov “Yassı Burun”[12 - Deyim olarak “domuz” anlamında kullanılmıştır. (Çev)] hikâyesi vasıtasıyla bütün sanatkârlık gücüne sahip bulunduğunu ve eşi bulunmaz bir usta olduğunu göstermiştir. Yazar bu hikâyede devrin gerçekliğini çok küçük ayrıntılarla süsleyerek sosyal psikolojiyi açık bir şekilde ortaya koyabilmiştir.
“Rastlanılmayan Bir Kişilik” adlı kitabı yazarın tamamıyla olgunlaşmış ve zirveye ulaşmış sanat gücünü yeni yönleriyle ortaya koydu.
Müsirepov’un adı geçen kitabını okurken E. Hemingway’ın ünlü Buzdağı Kuramı’nı hatırlamamak mümkün değildir. “Buzdağının hareketini etkileyiciliği, yalnızca sekizde birinin su yüzünde olmasındadır.” (s. 186, c. 2, 1966). Bu, yazarın sanat gücünün sanatkârane bir biçimde ifadesidir. Hemingway, gerçek düşüncesinin yalnızca bir ucunu elinize tutuşturmaktadır.
Ğ. Müsirepov’un söz konusu kitabı, Kazak edebiyatında kıtlığı çekilen bedii renkleri bir araya toplama tecrübesi, düşünceyi simgeleştirme yoluyla verme denemesinin bir yemişi gibidir. Zamanın ilerlemesine, estetik zevkimizin değişmesine bağlı olarak düşünceyi meydana çıkarmanın bir yöntemi olan simgeleştirmenin kullanılması çok tabiidir.
Yayımlanır yayımlanmaz kitap hakkında bazı değerlendirmeler yapılmıştı. Ancak bir mesele unutulmuş gibidir. Yazarın başarısı büyük övgülerle dile getirilirken bu başarıya ulaşma sırrı hiç gündeme getirilmemektedir. Ğ. Müsirepov’un kaleminden çıkan karmaşık ve renkli desenlerin anlamını ve farkını ortaya çıkarma gayretlerinin şimdilik çok az olduğunu belirtmek lazımdır.
Ğ. Müsirepov’un yeni hikâyelerinin dikkat çeken, hoşa giden yanları, simgelik ve romantik unsurların tam bir iç içe geçmişliği ve kaynaşmasının bir sonucudur. Bu da bugünkü hikâyeciliğimizin eksik yönlerinden biridir.
Simgeleştirme ana düşünceyi belirsizleştirme ve bir nevi gizleyerek söylemek demektir. Diğer bir ifadeyle, estetik zevki gelişmiş günümüz okurlarına ekmeği çiğneyerek vermek mümkün değildir ilkesini benimsemek yani söyleyeceğiniz şeyi hazır bir şekilde ellerine tutuşturmaktan kaçınmak demektir. Buradaki “kaçmak”yı “soyutlayarak anlaşılmazlaştırma” ile karıştırmamak lazımdır.
A. P. Çehov’un şu düşüncesi değerini hâlâ korumaktadır. “Yazar meseleyi çözmek değil doğru ortaya koymak zorundadır. Yani meselenin çözümü değil doğru dürüst anlatılması esastır. Sanatkâra gerekli olan da budur.” (c. 14, s. 203, 149).
Ğ. Müsirepov’un söz konusu ettiğimiz hikâyelerinde bu durum hâkimdir. Hikâyelerde hiçbir meselenin çözülmediği görülür. Yazar, ele aldığı sorunun çözümünü elinize tutuşturuvermiyor. Sonucu sessizce kendiniz arıyorsunuz. Bunun da yazara hiçbir zararı olmadığı hatta birçok yararı olduğu açıktır.
“Kokmuş ete tuz kâr etmez, anlamayana söz kâr etmez.” diye bir söz vardır. Edebiyatta im yani işaret ile de çok şey anlatmak mümkündür. Mesela Ğ. Müsirepov’un “Kurdu Öldüren Hangisi?” hikâyesinde konyağın dökülmesi boşuna değildir, bu yerle bir olan onurun simgelik ayrıntısıdır.
Beklediklerinden fazla “ganimet” elde eden üç avcı dinlenmektedir. Hepsinin de kulağı kiriştedir. Bu hâllerine bakılırsa hâlâ bir şeyler ümit ettikleri çok açıktır. Birden bir hışırtı duyuldu. Avcılar dönüp bakıverdiler. İki oğlanı peşine takmış bir ana sayga su içmeye geliyor. Üç avcının o andaki ruh hâli hikâyede şöyle verilmiştir:
“– Aha, elik, diyen bilim adamı, gazeteden yayılmış sofranın üstüne pusuverdi. Boynu kıvrılmış, gözleri “elik” diye bağırılan tarafa dikilivermiş.
– Elik değil, ceylan deyip bakan da pusuverdi. Onun da kâsesi yan yattı ve konyağı dökülmeye başladı.
Hiçbir şey görmemiş olmama rağmen ben de pustum. Benim konyağım da dökülmekte…”
İlk bakıldığında bu sahnede fazla sözler ve cümleler var gibi görünüyor. Üç kez dökülen konyak ile yazar ne söylemek istiyor sorusu akla geliyor. Erguvani konyak, sayga yavrusunun ecelini simgelemektedir. Bu şekilde kurdun sağ kalması ama buna karşılık elik yavrusunun öldürülmesi anlatılmaktadır.
Aynı şekilde “Kartal Yırı”nda da ele alınan ahlaki mesele imler ve simgeler vasıtasıyla anlatılmıştır. Bu hikâyede de yazarın ne anlatmak istediğini bir anda anlamak zordur. Ancak derinlerden hareket eden düşünce akışını takip edince yazarın amacını anlamamak da mümkün değildir.
“Akranlar, oyununuza ve düşüncenize bakıyorum… Yüksek uçarsanız sevinirsiniz, alçak uçarsanız yine kendiniz yerinirsiniz… Ben de sevinmiş ve yerinmiş bir büyüğünüzüm. Bazen hevesleniyorum, bazen de sıkılıyorum… Kendim uçarak ulaşamadığım zirveyi size bırakıyorum. Kendiniz gökte, düşünceniz yerde olacağına kendiniz yerde, düşünceniz gökte olsun, canım! Yüksek denen neymiş, alçak denen neymiş, o vakit anlarsın.” (s. 110) “Kartal Yırı”ndan kartalın ağzından dile getirilen simgelik düşünce budur. Dışarıdan bakılınca hikâyenin, kartalların hayatını anlattığı zannedilir. Aslında hikâye, insan ilişkilerini, iyi işler ile kötü işleri ele almaktadır.
Romantizm de eserde bulunması gereken temel bileşenlerden biridir. Romantizm esere ayrı bir güç, coşku ve hareket bahşeder. Bununla alakalı olarak Ğ. Müsirepov şunları yazmıştır: “Bizde romantizmin anlamını anlamama, onu sosyalist realizmin karşısına koyma ve sürekli kötü bir akım gibi gösterme hastalığı vardır.” (28 Mart 1968, Kazak Edebiyatı)
Devrim ruhuna sahip romantizmi sosyalist realizmin karşıtı gibi göstermenin hiçbir mantığı yoktur. Nitekim M. Gorki de “Devrimci romantizm dediğimiz şey gerçekte sosyalist realizmin takma adıdır.” demiştir. (s. 159, c. 27, 1958).
Bu düşünceleri dile getiren büyük yazarın hikâyeleri, gücünü devrimci romantizmden değil de neden almaktadır?
Romantizm, hikâyeyi kanatlandıran etkenlerden biridir. Kazak hikâyeciliğine romantizmi getirenlerden söz ederken Ğ. Müsirepov’un ismini ilk başta zikretmek lazımdır. Nitekim onun hikâyelerinin güzelliği de romantizm ruhuyla doğrudan ilintilidir. “Japon Baladı” eserinde Taş’ı, Sırt’ı, Göz’ü konuşturması da alışılmış bir durum değildir ancak romantizmin gerçek bir tezahürüdür. Yazarın Hiroşima gerçeğini başka bir yöntemle yansıtmak yerine bu yöntemi tercih etmesi daha isabetli olmuştur. Hülasa yazarın hikâyelerinin okuyucuları heyecanlandıran yeniliğini de romantizm ve sembolizmi güçlü biçimde kullanmasında aramak lazımdır.
Kitabın en hacimli eseri “Rastlanılmayan Bir Kişilik” adlı poema yani destandır. Anlatının destan olarak adlandırılması sıradan bir tercih değildir. Böyle adlandırılması öncelikle eserin estetik tabiatının bir sonucudur. Çünkü “Rastlanılmayan Bir Kişilik” bildiğimiz şiir diliyle ve coşkun duygularla yazılmış bir eserdir. Esere şiirin başlıca gücü sayılan lirik iniş çıkışlar ile yüksek heyecanlar hâkimdir; ayrıca vaka şiir kıtalarında olduğu gibi yumuşak ve hafif geçişlerle okuyucuya da kolaylık sağlamaktadır.
Bu denli gerçekçi ve inandırıcı biçimde verilen duygu katmanlarını okurken hayranlık duymamak elde değildir. Erkebulan ile Akliyma’nın ilk buluştukları yer, sonra Erkebulan hapse düşünce Akliyma’nın yaptığı ziyaretler, sürgünün hayatının zor şartlarına rağmen Erkebulan’ın kaçarak ölüm döşeğinde yatan Aklima’yı bulduğu sahne, burada Erkebulan’ın içinde bulunduğu ruh hâli, tabii ve unutulmayacak bir biçimde gözler önüne serilir. Bu sahnelerin her birinde Erkebulan ile Akliyma’nın ruh portreleri daha da derinleştirilir. Akliyma, kır lalesi gibi güzel ve akıllı bir kızdır. Lakin zalimlerin ve zorbaların hışmından kurtulması mümkün değildir. Her an bozkır vahşetinin elinde ziyan olmak tehlikesiyle karşı karşıyadır. Nitekim ziyan olmuştur da.
Poemada etkili bir dramatiklik, kahramanlar arası çekişme ve sosyal vasıf kazanmış bir çatışma vardır. Zamanın ortaya çıkardığı iki gücün yani vahşet ile hümanizmin çatışması… Otarbayları da azgınlaştırıp nobranlaştıran zamanın gücüdür. Onlara karşı başkaldırtıp bileyen, mücadeleye çağıran da yine o zamanın gücüdür. İşte bu yer ile gök kadar bir birinden uzak ve farklı iki güruhun, çıkarları birbirine tamamen zıt iki öbeğin mücadelesi, gittikçe şiddetlenir ve vaka örgüsü mantığı içinde çözülür. Ciddi bir mücadele olur lakin hakikat, adalet tarafı üstün gelir, hükümran olur, yeni zaman gelir.
Eseri okurken insan yazarın ustalığına hayran oluyor. Kitap yazarın zirve eserlerinden biri gibidir.
Erkebulan ve Akliyma’nın Kazak edebiyatında yeni karakterler, meçhul kişiler olduğunu söylemek mümkündür. Yalnızca bu ikisini değil, eserde ara sıra sahneye çıkıp kaybolan tipleri de unutmak olanaksızdır.
“Göz, gönlün aynasıdır.” diye bir söz vardır. Yazar çoğu zaman kahramanların gözlerini tasvir ederek nasıl bir olduklarını verir. Gerçekten de insan -bütün özelliklerini ortaya koymamakla birlikte- bazı sırlarını gözleriyle de ifşa edebilir.
“Gözleri hiç durmadan koşturarak birinin koynundan çıkıp gelerek diğerinin koynuna atlayıveren ufacık kara sıçanlara benziyor.” İşte Beriş’i teşhis eden adamın karakteri ve ne menem bir adam olduğu…
“Yalnızca gözler birbirine dokunup geçiyor. Koyancırık’ın gözlerine düşen ateş ışığı parlıyor, ruhunun derinliklerinde yatan ala yılan yuvasını göz önüne getiriyor.” Bircan Sal’ı döven Poştabay’ın Koyanjırık’ın portresi böyle canlanıveriyor.
“Bir gözü sana bakarken diğer gözü çevreye bakıyor. Sana bakan gözü hafice oynayıveriyor. Çevreye bakan gözü yeni doğmaya başlayan yıldızları sayıyor gibi.” Böyle bir Otarbay’dan iyilik beklemek akıl kârı mıdır? Onun bu pörtlek gözlerinden nasıl bir adam olduğunu anlamak zor değildir.
Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz: Bu kitap ve içindeki anlatılar, büyük yazarın yalnızca sanatkârlığının seviyesini göstermekle kalmıyor, aynı zamanda hayata ve sanata bakışını da gösteriyor. Kazak eleştirisi bu eseri henüz hak ettiği biçimde çözümleyip kitlelere tanıtabilmiş değildir. Hülasa Ğabiyt Müsirepov’un “Rastlanılmayan Bir Kişilik” kitabı Kazak SSC Devlet Ödülü’ne aday gösterilmesi gereken bir eserdir.

    1970

Nesir Anlığı ve Arayış
Günümüz Kazak nesrinin gelişme eğilimi herkesin dikkatini çekmektedir. Başka bir deyişle Kazak edebiyatının belli ve saygın alanı, öncü gücü nesirdir. Çünkü günümüzün önemli meseleleri, toplumluk sorunları esasen bu alanın imkânlarıyla ortaya konagelmektedir. Edebî niteliği değişik seviyelerde olmasına rağmen büyük küçük bütün nasirlerimizin ele almadığı konu yok denecek kadar azdır dersek mübalağa etmiş olmayız. Bu, nesrin gelişme ve büyüme hızını göstermektedir; yazarlarımızın hayatın içinde bulunduğunu, sürekli arayış içinde olduğunu ifade etmektedir. Diğerleri bir yana, yalnızca bir avıl hayatının yazılmasına bakmak yeterlidir! Son yıllarda bu konuda iletisi güçlü, edebî seviyesi yüksek eserler yazılmaktadır. Bu eserler bir dönemin suni çatışmalarından, basit düşüncelerinden arınmıştır ve bugünkü avıl insanının hayatını gerçekçi biçimde ortaya koymaya çalışmaktadır. Diğer yandan eserlerde zamana bağlı olarak insan tabiatında meydana gelen her türlü ahlaki, psikolojik, sosyal değişimler, umumen bütün yenileşmeler daima birinci plandadır. Büyük Vatan Savaşı’ndan önceki ve sonraki yıllardaki avıl hayatını -zorlukları ve kolaylıklarıyla- bugünküyle karşılaştırdığımızda arada çok büyük ve önemli farklar olduğunu görürüz. İşte meselenin söz konusu yanını, bu vadide kalem yürüten bazı yazarlarımız iyi anlamış görünüyorlar.
Bundan dolayıdır ki avıl hayatı konusunda hödüklüğün, miskinliğin, uyuşukluğun, bencilliğin eleştirilmeye başlaması şaşılacak bir durum değildir. Çünkü bu olguların artık iyice artmaya başladığını görmemek mümkün değildir. İmdi S. Muratbekov, K. Iskakov, A. Tarazi, D. İsabekov, O. Bökeyev, T. Abdikov gibi yazarların hikâye ve hikâyetlerinde hödük ve kaba insanların psikolojisinin cesurca eleştirilip bu sevimsiz huyların doğma ve yayılma sebeplerinin etraflıca irdelenmesi çok tabii bir durumdur. Elbette avıl hayatında ele alınacak bunlardan başka da birçok mesele vardır. Sevinilecek güzellikler ve yenilikler az değildir. Ancak iyiliği söylemek her zaman mümkündür, o hakkı elimizden hiç kimse alamaz. Hödüklük ise salgın hastalık gibidir, bir an evvel önünü almak lazımdır. Onun olduğu yerde yalnızca kendini düşünme vardır; sorumluluk duygusu ayaklar altına alınır. Bu durum her toplumda eleştirilmiştir. Demek ki bugün komünist toplumda hödüklüğe karşı açık bir hücum başlatmak bizim en önemli partici ve halkçı vazifemizdir.
Kentsoylu cemiyetin sözde kuramcılarının sürekli övdükleri “İnsan, bilinci geliştikçe, maddi refahı arttıkça bencilleşir, yalnızca zenginleşmeyi düşünür, kendi çıkarını cemiyetin çıkarının üstünde görür.” kuralının yangın gibi her yanı sardığı, sürekli ekranlara çıktığı bir dönemde edebiyatımızda hödüklüğün eleştirilmesi, ideolojik düşmanlarımızın sahte felsefelerine karşı indirilen bir darbedir.
* * *
Kazak edebiyatında karmaşık ve zor temlerden biri olan tarih ve tarihî devrim temidir; edebiyatımızı dünyaya tanıtan meşhur roman ve hikâyetlerin çoğunluğu bu alanın meyvesidir. “Abay Yolu”, “Botagöz”, “Uyanan Ülke” gibi eserler tarih temini işleyen ilk başarılı örneklerdir. Bunlardan sonra kaleme alınan “Kan ile Ter” ve “Ak Yayık” üçlüleri de tarihî devrimci temi işleyen başarılı eserlerden sayılmaktadır. Bu romanların bedii ve fikrî değerleri yıllar geçtikçe artmasa bile azalmamıştır.
Tarih temli eserlerin sayısı, son yıllarda yazılan yenileriyle artmaya devam etmektedir. Yeni eserlerin niteliğinin eskilerden daha iyi olduğunu da belirtmek lazımdır. Bunlar, bu saygın ve sorumluluk isteyen temlerde daha nice nice roman ve hikâyetlerin yazılacağını göstermektedir. Sözgelimi İliyas Eserberlin’in “Gazap” ile Enver Alimjanov’un “Mahambet’in Oku” romanlarını, Abiş Kekilbayev, Askar Süleymenov ve diğerlerinin hikâyetlerini okuyucular takdirle karşılaşmışlardır. Demek ki çağdaş temler ile tarihî temleri aralarına duvar örerek ayırmanın lüzumu yokmuş. İkisinin de önemini inkâr etmek mümkün değildir. Bunlar, terazinin iki kefesi gibidir. Çünkü dünsüz bugün, bugünsüz de yarın yoktur. Toplumluk sorunları uygun ve mantıklı bir biçimde gündeme getiren tarihî konuları işleyen eserlerin çoğalması, halkın vatanseverlik duygu ve bilincini artıracak, ruhunu uyandıracaktır. Mesela 1812 yılındaki Fransız-Rus Savaşı’na ilişkin tarihî roman yazan Lev Tolstoy veya Rus halkı tarihinde özel yeri olan büyük devlet adamlarından biri Birinci Petro hakkında roman yazan Aleksey Tolstoy, kılıcından kan damlayan Cengiz Han hanedanını yazan V. Yan, yukarıdaki amacı hedeflemiştir. Bunu bizzat hayat da teyit etmektedir. Tarih temli eserler yalnızca tek bir halkın malı değildir. Onlardaki insancıllık ve vatanseverlik düşüncesi bütün insanları etkilemektedir. Bu da örnek verip ispatı gerektirmeyen bir şeydir. İşte bundan dolayıdır ki bugün tarihî konuların çok yazılmasının sebeplerini sosyal düşünce ve bilincin gelişmesinde aramak lazımdır. K. Marks’ın sözleriyle söylemek gerekirse “Bir halkın, millî düşünce ve bilinci uyandıkça tarihindeki önemli olaylara, başarılara, başarısızlıklara gözü yumuk bakması mümkün değildir. Bu, insanın büyüdükçe bebeklik, çocukluk, gençlik çağlarını çokça hatırlamayıp düşünmesi gibi bir olgudur.” Demek ki son yıllarda Kazak edebiyatında tarihî temli eserlerin artması çok tabiidir. Bunu öykünme ve gündeş konulardan kaçma olarak izah etmek mümkün değildir. Bilakis tarih temi, handikaplarla dolu zor ve karmaşık bir temdir. Elbette tamamen tarihî temlerde yazmak gerektiğini iddia etmiyoruz. Her yazarın kendisini düşündüren ve heyecanlandıran temleri tercih edeceği malumdur. Yazar her şeyden evvele halkının geleceğini düşünen kişidir. İmdi bizim ideolojik düşmanlarımız “Kazak ulusunun tarihi yoktur, Kazaklar tarihte vahşi ve sömürge bir topluluktu.” gibi hezeyanlarından arınamadıkları bir dönemde yazarların atalarımız hakkında yazması veya tarihimizdeki önemli olayları edebî esere dönüştürmeleri takdire şayan bir iştir. Ancak bu tem, hiçbir hazırlık, araştırma, inceleme, düşünme safhası geçirmeden “Bir an evvel yazıp bitireyim.” mantığıyla ele alınacak bir tem değildir. Ayrıca partici bir tutum açıklığı, sınıf ideolojisi bakış açısı gerektiğini de unutmamak lazımdır. Çünkü yerin dibine sokarcasına toptan yermek veya göğe çıkarırcasına yalnızca övmek, estetik amaç olmamalıdır fikri de bundan doğmaktadır.
Son yıllarda tarihe mal olmuş bazı insanlarla ilgili eserler yazıldı. Sözgelimi sanat adamları yani meşhur şair, şarkıcı ve besteciler… Tarihî bir şahsiyeti yazmak demek, tarih temini işlemek demektir. Edebiyatımızda bu temde yazılmış hikâye, hikâyet, destan, roman ve piyesler mevcuttur. Sultanmahmut, Madi, Akan Seri, Birjan Sal hakkında yazılan eserlerde tarih temini işlemedeki hatalarımız ve savaplarımızı umumen görmek mümkündür. Mesela Sultanmahmut’un portresini çizerken yazar, dönemin tarihî durumunu ve sosyal şartlarını göz ardı edemez. Çünkü Sultanmahmut tarihte belli bir yeri olan adamdır. Diyhan Abilov, bu ilkeye sıkı sıkıya bağlı kalmıştır. Ancak müellif, şiirlerinden tanıdığımız şairin portresini tam olarak ortaya koyamamıştır. Diğer yandan kitaba yayması mümkün olan vakaları ise kahramanla ilgisi olsun veya olmasın, gereksiz yere uzattıkça uzatmıştır. Epizotluk durumlar bazen sayfalarca betimlenmiştir. Şairin yiğitlik ve mücadele ruhuyla ilintili ve mutlaka yazılması gereken toplumluk olayların seçilip alınması gerekirdi, yazar bu konuda çok başarılı değildir. Olay oldukça gelişmesine rağmen şairin iç ızdırabı, ruh dünyası dinamik biçimde ortaya konamamıştır. Olay örgüsü geliştikçe kahramanın hareketleri de karakteri de dinamik biçimde gelişmeliydi.
* * *
Edebiyatımızda günümüzün, bilhassa avıl hayatının, ayrıca tarihimizin tem olarak yeterince ele alındığını yukarıda söz konusu ettik. Şimdi ise estetik arayış, sanatlık yeniliklere yöneliş konusunda ne tür çalışma süreçlerin dikkati çektiği hususu üzerinde duracağız.
Yazarlarımızın önemli bir kısmının sağlam ve geniş çaplı bir arayış içinde oldukları, yayımlanan eserlerden bazılarını okurken hem hissedilmekte hem de -eleştirmen bakışıyla- görülmektedir. Bunu Muhamedjan Karatayev’in 1971 yılında “Sotsialistik Kazakstan” gazetesinde Abdijemil Nurpeyisov’un üçlemesi üzerine yazdığı hacimli makalesinde, Şeriyazdan Elevkenov’un Kazakistan Yazarları Altıncı Kurultayı arifesinde “Literaturnaya Gazeta”da çıkan makalesinde; T. Nurtazin, R. Berdibayev, R. Nurğaliyev, B. Vakatov, C. Ismağulov, Z. Serikkaliyev gibi edebiyatçı ve eleştirmenlerin eserlerinde, hatta SSCB Yazarları Beşinci Kurultayı’nda yaptığı konuşmanın Kazak edebiyatını ilgilendiren bölümünde G. Markov dile getirmiştir.
Günümüz Kazak nesrinde her türün imkânlarını derinlemesine incelemek; düşünce beyan etmek ve insan tipini bütün yönleriyle ortaya koyma yöntemlerini araştırmak yönünde arayışlar devam etmektedir. Bu özellikle son dört beş yılda artmıştır. Bazı tanınmış yazarlarımızın hikâyeye daha fazla mesai harcaması, romanın hacminin küçülmeye başlaması, bütün türlerde simgelik romantizmin görülmesi, psikoloji ve psikolojik çözümleme, eserin entelektüel özelliğinin derinleşmesi gibi birçok mesele sanatlık arayış evriminin tezahürleridir.
Çoğumuz “Rastlanılmayan Bir Kişilik” hikâyetini severek okuduk ve eserden edindiğimiz izlenimleri memnuniyetle anlatageldik. Bir rengi azıcık da olsa fazla yahut eksik kullanmayan gerçek bir ressam gibi her bir söze önem veren, birbirine gölgesi düşecek iki sözü yan yana yazmayan büyük sanatkârın bu eserini “poema/destan” diye adlandırılmasına ise pek önem vermiş değiliz. Dikkat edilince anlaşılıyor ki yazar, esrine laf olsun diye “destan” dememiştir. Eserde Ğ. Müsirepov’un yenilikçi kalemine özgü özellikler vardır. Müsirepov iki türün üstün yanlarını kullanarak yeni bir eser ortaya koymuştur. Erkebulan gibi gözü yükseklerde olan sıra dışı bir şairin ruh hâlini dinamik olarak vermek için insanın duygusunu kabartıp duyarlı perdelere dokunarak ağlatıp inleten destan türünün lirik gücünü hikâyetin/povest’in yapısına uydurmuştur. Saf lirik coşkular, hassas şair ruhunun en küçük titreyişlerine değin her şeyi resmetmiştir. Bu da geniş soluklu sanatkârın olgunluk çağında da yenilik peşinde olduğunun delilidir. Eserde şairin yüreğinin atışıyla, yüzünün ışığı aracılığıyla verilen psikolojik içerikli çağrışımlar da insanda hayranlık uyandırmaktadır. Sınırına ölçüsüne çok dikkat edilerek sanatkârca yazılmış kahraman monologlarındaki düşünceler ve duygular şairin portresini enikonu belirginleştirmektedir. Burada psikolojik lirizmin veriliş biçimi, öğreniş ve arayış yolculuğunda birçok genç yazara örnek olacak mahiyettedir. Çünkü sanatta etkinin başka eserlerin doğuşunu sağlayacağı aşikârdır.
Mesela altmışlı yıllarda yazılan lirik eserlerin çoğunun ortaya çıkmasında “Şuğıla’nın Belgisi” gibi bir klasik hikâyeye yeniden kavuşmanın etkisi olmadığını söyleyemeyiz. Aynı şekilde altmışlı yıllardaki Kazak şiirindeki hızlı ve ani yükselişte Saken ve İliyas şiirinin güzelliğinin etkisi olduğu açıktır.
Çoğu zaman edebiyatın gelişmesi, toplumun içtimai ve iktisadi gelişimiyle doğrudan alakalıdır. Altyapının değişmesine, karmaşıklaşmasına bağlı olarak üstyapı da değişmekte ve altyapıya uyum sağlamaktadır. Yani içtimai bilincin karmaşık bir türü olan edebiyat ve sanatın içeriği ile biçimi eskisine göre daha da derinleşmektedir. Demek ki toplum hayatının olabildiğince karmaşıklaşması, bilim-lik ve teknik ilerleme hiç şüphesiz edebiyatı da etkilemektedir. Günümüz romanının teknik yönünün karmaşıklaşmasında elbette toplumun gelişmesinin de rolü vardır. Bugünkü roman, yirmi otuz yıl önceki romana göre yapısı ve tasvir araçları açısından da oldukça değişmektedir.
Kısaca söylemek gerekirse ediplerimizin arayış meşakkatin girmeleri doğrudan doğruya hayatın bir talebidir. İnsan tipi oluşturmanın ilke kuralları ister istemez eskimektedir. Karakter yapmanın, insan ruhunu diyalektik çelişkileriyle vermenin yeni yöntem ve biçimlerini bulma çabası, günümüz yazarının başlıca vazifesidir. Bir dönemin “Bu iyi, şu kötü; bunu örnek al, şundan uzak kal…” ilkesine dayanan eski yönetimi günümüz estetik zevki açısından hiçbir işe yaramıyor.
İşte bundan dolayıdır ki anlığı (entelekt) yüksek bazı yazarların hikâye, hikâyet ve romanlarda söyleyeceği şeyi sanatkârlık bakışını kullanarak psikolojik karşıtlıkla vermesi veya felsefi simgeciliğe başvurması çok tabiidir diye düşünüyoruz. Bizim edebiyatımızda felsefi simgecilik M. Avezov’un eserleriyle başlar. “Kökserek” hikâyesi bu mecranın başıdır. Yazgı draması ilk kez bu eserde söz konusu edilmiştir. Son zamanlarda hayvan temi fazla ilgi görmeye başlamıştır. Bunun sebebini tem kıtlığına bağlamak doğru değildir.
Özellikle Ğabiyt Müsirepov’un “Hayat Seferi” ve “Kartal Yırı” adlı hikâyelerinden sonra birçok hikâye ve hikâyet yazıldı. Demek ki adı geçen iki hikâyedeki örtülü fikirler birçok kimseyi harekete geçirmiştir. Gerçekten de bu iki anlatı, belli bir tabakanın anlayış ve kavrayışına uygun biçimde yazılmış gibidir. Çünkü eserlerdeki felsefi ayırtılar kolayca çözülüp her herkesçe anlaşılabilecek gibi değildir. Yazar, hayat ve insanların yazgısına dair dille değil, sesle ve imle ipuçları vermektedir. Yazar neden böyle enikonu bilmeceleştirmiştir? Onu suçlamaya hakkımız yok. Müellif meseleyi ortaya koyuyor, onu çözmek ise okuyucunun işidir. Okurun da zaman zaman düşünmesi lazımdır. Bu yöntem, Kazak nesrine iyice yerleşmiş bir yöntem hâline gelmeye başlamıştır. Buna sevinmemek mümkün değildir. Tipin çözümlemesini hazır bir biçime ele koyuvermek veya dört beş sayfa sonra işin sonunun ne olacağını bildirmek, günümüz yazarına itibar kazandırmaz. Öyleyse okuyucuyu düşündürüp kafa yormaya zorlamak, nesrimizin arayışlarının meyvesidir.
Müsirepov’un iki hikâyesinden sonra bazı eserler yazıldığını söyledik. Ancak bunların çoğu bir kez okundu ve sonra unutulup gitti. Bunun sebebi, söylenmek istenen düşüncenin önemsizliği ve küçüklüğü, ana düşüncenin ve iletinin umumen insan hayatıyla, davranışıyla, karakteriyle ve yazgısıyla ilgisizliğidir. Umumen bu konuları yazmak yani kuşun, itin vesair hayvanların tabiatını egzotik ve salt biçimde anlatmak demek değildir.
L. N. Tolstoy’un “Holstomer”i, Jack London’un “Beyaz Diş”i, A. P. Çehov’un “Kaştanka”sı, A. İ. Kuprin’in “Zümrüt”ü gibi klasik yazarların adı geçen temi işleyen eserleri, değişik insanların yazgılarını göz önüne getirmiyor mu? Bunları okurken insan tefekkür ediyor. Olay çevresinin sosyal durumunu tanıyor.
Bizim için söz konusu temi işleyen hikâyeler ve hikâyetler ancak âdemoğluna özgü iş ve hareketleri simgeleştirip gösterdikleri ölçüde değerlidir. Yeri gelmişken edebiyatta farazilik denen ulamın da buna bağlı olarak doğduğunu belirtmekte fayda vardır. Burada en önemli nokta hikâyenin it, kuş hakkında olması değil, arka planda insan yazgısının söz konusu edilmesidir. Çünkü insanın her zaman ön planda bulunması şart değildir.
Bu bağlamda Abiş Kekilbayev’in “Yarış Dorusu” hikâyesi ile Oralhan Bökeyev’in “Buğra” hikâyesi üzerinde düşünülmesi gereken eserlerdir. Yalnızca müellifleri başka olduğu için değil elbette, bunların her birindeki estetik çözümlemeler de farklı farklıdır. İki eser birbirine hiç benzemediği gibi birbirini tekrarlamıyor da. “Yarış Dorusu”nu okurken bir sanat adamının inişli çıkışlı, tozlu topraklı, karlı çamurlu hayat yolunun sayısız sahneleri akla geliyor ve vakitsiz esen soğuk yelden yüreğe acı bir sızı düşüyor. “Hayata birileri gelir, hayattan birileri gider. Kaç insan varsa o kadar hayat yolu vardır. Bunların içinde de böyle yazgılar olabilir.” deyip gayriihtiyari iç geçiriyor. Hayatın kuzeyi ile güneyinin gece ile gündüz gibi sürekli yer değiştirdiği, iyiliğin de bir gün kuma sinen su gibi yitip gittiği, kötülüğün de hiç beklenmedik anda aniden ortaya çıktığı akla geliyor. Bir zamanlar her yarışı uzak ara birinci bitiren Yarış Dorusu’nun şimdiki perişan vaziyeti ne kadar acıklıdır! Hayatta her daim önde yürümek mümkün değildir. “Yanılmayan yak,[13 - Yak sözü burada “kişi” anlamında kullanılmıştır. (Çev.)] sürçmeyen toynak yok.” Yarış Dorusu da ne zamana kadar birinci olabilirdi ki? Evet, hepi topu bir kez geride kaldı ve bütün şöhreti ile itibarı kuş gibi uçup gitti. Her şey tersine döndü, herkes sırt çevirdi… Hikâyedeki felsefi çıkarım şudur: Bir kez artta kalmasına rağmen Yarış Dorusu’nun ileride yeniden öne geçmesi mümkün idi, lakin insanlar onu terk edip yapayalnız bıraktılar.
… Hayatta her insanın yazgısının başkalarını tekrarlamayan kendine özgü bir ahengi vardır. Eğer bu ahenk küçük bir engelden dolayı azıcık bozuluverirse bir daha düzelmemesi mümkündür. Hayattaki karmakarışık felaket ve sıkıntıların başlangıcı da işte “düzelmeme” oluyor gibi. Hikâyedeki “Yarış Dorusu”nun yazgısı bu tür düşüncelere salıyor insanı.
Abiş’in son hikâyeti “Çukur” ile “Yarış Dorusu” arasında fikrî benzerlik olduğu anlaşılıyor. Diğer bir deyişler bu hikâyet, “Yarış Dorusu”ndaki düşünceyi hem derinleştirmiş hem de başka yönden ortaya koymuştur. Hikâyette ilk bakışta kuyu kazmanın hikâyesi anlatılıyor gibi. Evet, gibi… Eğer böyle söyleyecek olursak müellifin söylemek istediği hiçbir şeyi anlamamışız demektir. Burada kuyu felsefi bir simge olarak alınmıştır. Abiş’in asıl anlatmak istediği ise sanat adamının yazgısı, gerçek kabiliyet sahibi kişinin insani karakteri ve duruşudur. Başka biçimde söyleyecek olursak kartal ile kerkenez, yüğrük ile beygir arasındaki iç çekişme, bunların farkını da anlatmaktadır. Zirvelere kartalın da yılanın da çıkması gibi sanatta da aynı şey söz konusudur. Abiş’in vermek istediği ana fikir budur. Rastgele bir anda ortaya çıkarak kolay lokmaya ve sahte şöhrete konanlar ile bütün ömrünü sanat yolunda harcayanların iş ve hareketleri, hikâyetin olay örgüsündeki temel damarlardan biridir. Hikâyetteki estetik sonucun çok derinlerde olduğunu söylemek lazım. Felsefi sonucu ise genç nasirin arayış sırasında bulduğu kesindir.
Bunu yalnızca Abiş’e özgü bir şey olduğunu düşünmek doğru değildir. Yukarıda anılan gençlerin hepsi de eserlerinde yeni ve özgün çözümlemeler yapmak gayretindedirler. Bütün bir eser müellifin estetik ülkülerine uygun olarak entelektüel bir konu üzerine kurulur ve estetik çözümleme felsefi çözümlemeye dönüşür.
Bizim genç nasirlerimizin eserlerinde yazarın düşüncesi ve felsefi yargı denen meseleye çok önem verilmektedir. Bu yazarlar düşünüp taşınarak nihayetinde yargısı açık olmayan eserler yazmaya çabalıyorlar. Bu tamamıyla takdir edilecek bir iştir. Bir şeyin sonucu başlangıcından belli olur kaidesi sanatta geçerli değildir. Bazen çok güzel başlayan bir anlatının sonu iyice cıvıklaşabiliyor. Bundan dolayı genç nasirlerin eserin başından sonuna değin çekici ve sağlam olmasına dikkat etmeleri sevindiricidir.
Askar Süleymenov’un “Beşatar” hikâyetinin konusu meşhur 1916 olaylarıdır. Bu edebiyatımızda çok yazılan bir konudur. Buna rağmen A. Süleymenov kendisini aynı yollardan geçme, bilinenleri tekrar etme hatasından korumayı başarmıştır. Yazar, 1916 yılı tragedyasına bugünkü neslin gözünden bakmıştır. Askar’ı karmaşık olaylar, kıyasıya çatışmalar, yüzü parıldayan kılıçlar, beşatarın uzun namluları ilgilendirmiyor. Yazar ulus temsilcilerinin söz konusu tragedyaya dair ne düşündüklerini öğrenmeyi amaç edinmiştir. Halkın yazgısı hakkında başka insanların ne düşündüğünü göstermeye çalışıyor. Millî karaktere sahip başarılar ve başarısızlıklar, dışarıdan yapılan değerlendirmeler aracılığıyla ortaya konuyor. 1916 yılından önce de sonra da bir türlü arınamadığımız bazı gereksiz ve yararsız özelliklerimiz eleştiriliyor. Eski anlatılırken bugünkü meseleler gündeme getiriliyor. 1916 yılındaki halk isyanının tarihî nesnelik sebepleri olduğunu, ancak bu isyanın millî bilincimizin uyanışında bir dönüm noktası olduğunu anlatmaya çalışıyor.
Hülasa Askar’ın anlattığı her vaka, iyice yoğunlaştırılmış, bunlara sanatkâr gözüyle psikolojik tahliller yapılmış ve böylece eser olabildiğince sıkıştırılmıştır. Bazen kahramanın karakterindeki psikolojik kıvrımlardan okuyucunun zar zor çıkmasının sebebi de bu olmalıdır. Sanatçı, kahramanın ruh dünyasına bazen gereksiz yere kurcalayarak iyice ağırlaştırıyor. Askar’ın psikolojik çözümlemesinde yalnızca Kazak ve Rus toprağına özgü değil, aynı zamanda Avrupa nesrinin gelişmiş geleneğinden alınmış unsurlara da rastlanmaktadır. Genç yazarın tip oluşturmadaki arayışlarını destekliyoruz. Diğer yandan cümlenin akışını bozan, cümleyi gereksiz yere karmaşıklaştıran ağdalı ve sanatlı sözleri ve söz öbeklerini çok kullandığını da belirtmeliyiz.
Kazak nesrindeki yöneliş istikametlerini, her yeni eser aracılığıyla millî edebiyatımızın tipler galerisine çekine çekine giren tanıdık tanımadık tipler ve karakterlerin niteliğine bakarak da tespit etmek mümkündür. Esasen bunlardan bir kısmı dikkate alınmakta, bir kısmı ise yok sayılmaktadır. Sözgelimi Kalihan Iskakov’un “Pusu Sarını”ndaki ihtiyar Kerjak tipini alalım. Kalihan’ın ihtiyarı, iki toplum arasındaki geçiş döneminde rastlanan çok ilginç bir dramatik karakterdir. Bu, günümüz Rus edebiyatında kendisinden övgüyle söz edilen V. Belov’un “Alışılmış İş” hikâyetindeki İvan Afrikanov karakterinden hiçbir bakımdan geri değildir ancak ahlaki olarak onun zıddı bir karakterdir. Kalihan’ın ihtiyarı Kazak edebiyatında evvelce yazılmamış ancak yazılması gereken, sosyal değişimler, karışıklık ve belirsizliklerle dolu bir dönemde yaşamış bir karakterdir. Yazar bu kısa hikâyette karmaşık insan ve toplum meselesini kendince irdelemiştir. Yani toplumun içinde yaşadığı hâlde toplumluk değişimlerin gerisinde kalan bir kişinin çelişkili tragedyasını anlatının merkezine yerleştirmiştir. Hödüklük anlayışının acı tecrübelerine maruz kalan ihtiyarın portresi okuyucuyu düşünceye sevk etmektedir.
Kendi anlayışının güdümüyle yaşayıp hayatın akışına karşı yüzmekte olduğunu kabul etmeyen, kabul etse bile hödüklük psikolojisinden sıyrılamayan, kalın kafalı, bir adım ötesindeki adamı bile görmeyen, gönlündeki ışık tamamen karanlığa esir düşmüş kişilerin bütün hayatını K. Iskakov’un ihtiyarına bakarak hayal etmek mümkündür. İmdi bu karakterin hangi ulusun temsilcisi olduğu hiç de önemli değildir, esas mesele Kalihan’ın umum insanlığa özgü yepyeni bir karakter ortaya koymasıdır. Dolayısıyla her halkın içinde böyle insanların bulunması mümkündür. Kalihan, bu ihtiyarı ülküleştirmemiş bilakis yermiştir; onun feleğin tokadını yemesini sebeplerini ortaya koymaya çalışmıştır. Demek ki ihtiyar karakterinin eğitici bir yönü de vardır. Kalihan, insan bilincinin bu şekilde çıkmaza girerek sakatlanması durumunu başka kişilerin de yaşaması taraftarıdır. Tabiatında mücadele ruhu bulunmayan kişilerin her şeyin günlük güneşlik olduğu dönemlerde de yanılgıya düşeceğine, ümitlerini yitirip perişan olacağına ihtiyar karakteri tanıktır. Bu tür insanların günümüzde de yaşadığına hiç şüphe yoktur. Gogol dünyadan göçüp gitti ancak onun yaptığı Akaki Akakeyeviç karakterinin örneklerinin aramızda yaşadığı bir gerçektir…
Aynı şekilde Akim Tarazi’nin acı alaycılık temeli üzerinde yükselmiş, hödüklüğe atılan kurşuna benzer akıllı kahramanları, Sayın Muratbekov’un hikâyelerindeki insan ruhunun en hassas noktalarına değin inen psikolojik duruluk, Oralhan Bökeyev’in hikâyelerindeki ateşli romantik ruh ile duygulu ses ve renk, Enes Sarayev ile Tölen Abdikov’un hikâye ve hikâyetlerindeki hayat gerçekçiliği ile bilgili çağdaş insanların portreleri, ustalarımızın teslim ettiği bayrağı taşımakta olan genç nasirlerimizin yeteneğinin ve yenilikçiliğinin tanıklarıdır. Bu gençlerin hâlihazırdaki gidişatı, büyük sanatkârlık ilhamı içinde olduklarını ispat etmektedir. Tem ve konu kapsamının genişliği, hayata özgün bakışları, kendilerine has düşünce ve görüşleri, insani düşünce ufukları, gelecek vadettiklerinin delilidir.
Uzun sözün kısası, son dört beş yıl içinde millî edebiyatımızın şahdamarı sayılan nesrin eskiden çehresi eskisinden de belirginleşmiş ve güzelleşmiştir. Nasirler cephesi, edebî bilgi ve görgüleri yüksek, enikonu tecrübe edinmiş taze kanla güçlenip gelişmeye devam etmektedir.

    1971

Büyük Deha

M. Avezov’un Doğumunun
75. Yıl Dönümü Münasebetiyle
Edebiyatın ulus vicdanının estetik görünüşü olduğu; milletin estetik, etik amaç ve ülkülerinin kendini öncelikle edebiyatta gösterdiği herkesin bildiği bir gerçektir. Bir ulusu diğer bir ulusa bütün yönleriyle tanıtan, iki ulusu birbirine yakınlaştıran; halkları birbirini samimiyetle saymaya çağıran, kısacası manevi açıdan eşitleyen de sanattır. Sanat dalları içinde ise edebiyatın kaldırdığı yük ve ettiği hizmet çok büyüktür.
Edebiyat tarihi, ulus tarihidir. Bu, ispata ihtiyaç duymayan bir belittir. Öyleyse ulusun olduğu yerde edebiyatın sahneden düşmesi mümkün değildir. Edebiyatı halkın fikrî gelişmesinin, manevi olgunlaşmasını bedii tarihi olarak değerlendiriyoruz. Çünkü umumen insani düşünce ve bilincin alabildiğince gelişmesi de ilkin halkın edebiyatında görünüş bulur. Buna her milletin edebiyat tarihinden sayısız örnek vermek mümkündür. On dokuzuncu yüzyıl Rus edebiyatı ile yirminci yüzyıl Japon edebiyatı bunun en somut delilleridir.
Edebiyat, ulusun en değerli hazinesidir, onu yapanlar ise ulusun içinden çıkan kabiliyetli ve gayretli evlatlarıdır. Tam da bundan dolayı şahısların yaptığı edebiyatı binler, milyonlar okumaktadır. Ondaki yüksek fikirlerden yararlanmaktadır.
İşte, edebiyatın kudreti, sosyal eğitimlik önemi de bu özelliğinden kaynaklanmaktadır.
Abay’ın “Ben yazmıyorum şiiri eğlenmek için / Varı yoğu, masalı derlemek için.” demesi de edebiyatın gücünü kabullenip eğitimlik önemini anlamasındandır. Şiddetli eleştiri, taşkın insani öfkeyle dolu Abay şiirleri, şairin yaşadığı dönemde düşünen birkaç kişinin manevi uyanışına önayak olmuştur. Abay, şiirlerinde Kazak ulusunun eksiklik ve kusurlarını çok dile getirmiştir. Bunun da halkın onuru ve saygınlığı için olduğunu belirtmiştir. Dolayısıyla Abay’ın şiirleri halkı birliğe, ortak harekete ve insanlığa çağırıyor.
Çekişerek boş yere,
Düşman olarak kardeşe,
Hor olup kuruyup gidiyorsun.
* * *
Birbirini, Kazak, dost
Görmezsen her şey boş.
Bu dizelerde şair, yüzyıllar boyunca devam eden tefrika belasını öfkeyle ve cesurca eleştirmektedir. İşte bu da Abay’ın halkının derdiyle dertlendiğini, çıkar ve yararını savunduğunu, diğer halklarla eşit seviyeye gelmesini istediğini göstermektedir. Demek ki on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında Kazak ulusunun bilincinin uyanıp gelişmesinin en güzel göstergesi Abay’ın şiiridir. İmdi millî bilincin uyanması Abay Kunanbayulı’yla başlamış, gelişmesi ve olgunlaşması ise Muhtar Avezov’un eserleri sayesinde olmuştur. Ele alacağımız esas mevzu da budur.
Kazak edebiyatının Ekim Devrimi’nin ardından, bahar yağmurundan sonra çıkan yeşil ot gibi hızlı bir biçimde gelişmesi de halk bilincinin doğru gelişme yolları bulamadığından için için sıkışıp kaldığını ispat etmektedir. Bu sıkışıp kalan olağanüstü gücün dışarı çıkmasının şartlarını hazırlayan Büyük Ekim Devrimi sayesinde Kazak’ın adı ve şanı yalnızca bozkırın öbür yanına değil, dünyanın dört köşesine yayıldı. Bunun en harika örneği M. Avezov’un “Abay Yolu” romanıdır.
Büyük Ekim Devrimi’ne değin Kazaklar değişik biçimlerde adlandırılmış, Kazak adı tahrif ve tahfif edilmiş, Kazaklar ise yalnızca sömürge bir topluluk olarak görülmüştür. Su gider, taş kalır; bu büyük devrimden sonra da bazı art niyetli ve gerici yabancılar, Kazak ulusunu eski Çarlık Rusyası’nın bir sömürgesi olarak görmeye devam etti. Bunlar Kazakları, bütün insanlara özgü insani tutum ve davranışlardan, millî karakterden, umumi örf ve âdetten yoksun; sanatı, bilimi, felsefesi bulunmayan medeniyetsiz bir ulus olarak görme vahşiliğinden ve saplantısından bir türlü kurtulamadılar. İşte tarihin böyle inişli çıkışlı, sıkıntılı ve zor bir döneminde yüreği millet için çarpan, vatan için çırpınan bilinçli insanın en önemli vazifesi, ruhunu kurt gibi kemiren yukarıdaki ters düşüncelere her hâlükârda sanatın kudreti ve sözün gücüyle darbe indirmek, bunları ifşa etmekti. Elbette bu vazife öncelikle edebiyatın uhdesindeydi. M. Avezov, millî gelişme tarihimizin böyle çok hassas ve ağır bir döneminde Kazak’ı kendine tanıtmak ve onu geçmişiyle barıştırmayı değil, esasen kendisini başkalarından üstün gören, kendi kültürünü diğerlerinden gelişmiş gösteren kibirli uluslara Kazakların hiç kimseden geri olmadığını göstermek için “Abay Yolu” romanını kaleme almıştır. Demek ki M. Avezov’un bu romanı ciddi bir düşünce sonucu ortaya çıkmıştır. Kazak halkının diğer uluslarla her bakımdan eşit, kabiliyetli, akıllı, neşeli, cömert, centilmen ve yapıcı bir halk olduğunu; hiç kimseye benzemeyen özel bir karakteri, millî töre ve âdetleri bulunduğunu bu roman sayesinde ispat etti. Avezov geçmişi yeniden canlandırırken geçmişte de halkın güzel özelliklerinin, iyi yönlerinin, kötü yönlerinin bulunduğunu görebildi. Dolayısıyla başkalarını sevindirecek güzel özellikleri de yerindirecek kötü özellikleri de gerçekçi bir biçimde ortaya koydu. Bundan dolayıdır ki bu roman, yalnızca Abay’ın şairliğini değil, Abay’ı yetiştiren ulusun akıllığını, iç güzelliğini, insanlık anlayışını, ciddi hayat ülkülerini, ayrıca tragedyalık özelliklerini de bütün çıplaklığı ile gözler önünde serdiği için değerlidir.
Muhtar, bahis mevzusu romanda, on dokuzuncu yüzyıl Kazakları arasındaki uruk çekişmelerini geniş biçimde ve bütün ayrıntılarıyla anlatmıştır. Kunanbay ile Böjey ve diğerleri arasındaki çatışma ve çekişmeler bunun ispatıdır. Ancak uruklar arası çatışmanın bir egzotik unsur olarak ele alındığını düşünmek doğru değildir. Birinci olarak, bu çatışmanın derinliklerinde umum insani karaktere özgü sosyal hareketler vardır. Avezov’un resmettiği karakterler arası çatışma, Shakespeare’in anlattığı Henrichler çatışmasından yani krallar ile çevresindekiler arasındaki çatışmadan hiçbir bakımdan geri değildir. İkinci olarak, Avezov bu uruklar arası çatışmayı öfkeyle eleştirmektedir. Bu çatışmanın halkın manevi birliğine büyük zarar verdiğini Abay “Çekişerek boş yere / Düşman olarak kardeşe / Hor olup kuruyup gidiyorsun.” şiiriyle anlatırken Avezov geniş planda ve başka durumlar vasıtasıyla anlatmaktadır.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/sagat-asimbayev/elestiri-yazilari-69499963/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Avıl, köy demektir. (Çev.)

2
Baykonur’da uzay üssü vardır, Manğıstav ise petrol yataklarıyla ünlüdür. (Çev.)

3
Sarın sözü “motif” anlamında kullanılmıştır.

4
Jırav, ulus açısından büyük önem arz eden önemli olayları yırlayan eserler veren ve bunları daha kopuz veya dombıra ile icra eden, on beş ile on sekizince asırlar arasında yaşamış Kazak halk ozanları ve bilgelerine verilen addır. (Çev.)

5
Sarın sözü “motif” anlamında kullanılmıştır. (Çev.)

6
Aansarın , laytmotif anlamında kullanılmıştır. (Çev.)

7
Küy, Kazaklara özgü, sözsüz bir müzik forumudur ve daha çok dombıra ile icra edilir. (Çev.)

8
Dombıra, bağlamaya benzeyen, mızrapsız çalınan, iki telli Kazak millî çalgısıdır. (Çev.)

9
Sarafan, Rus köylü kadınlarının giydiği kollu veya kolsuz uzun elbisedir. Çev.)

10
Qız Jibek destanının başkahramanlarıdır. (Çev.)

11
Düşünce demektir. (Çev.)

12
Deyim olarak “domuz” anlamında kullanılmıştır. (Çev)

13
Yak sözü burada “kişi” anlamında kullanılmıştır. (Çev.)
Eleştiri Yazıları Sağat Aşimbayev
Eleştiri Yazıları

Sağat Aşimbayev

Тип: электронная книга

Жанр: Историческая литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 16.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Eleştiri Yazıları, электронная книга автора Sağat Aşimbayev на турецком языке, в жанре историческая литература

  • Добавить отзыв