Teselli
Aladin Şamil
Şamil Aladin
Teselli
TATAR HİKAYECİ ŞAMİL ALADİN’İN TESELLİ VE BEN ÇAR VE TANRIYIM HİKAYELERİ
Günümüzde Rusya Federasyonu’na bağlı Kırım Cumhuriyeti, çok uzun yüz yıllardan beri Türklerin yaşadığı güzel bir coğrafyadır. Karadeniz’in kuzeyinde ve otuz kilometrelik Or– Kapı geçidi kapatıldığında tam bir ada görünümünde olan Kırım, tarım zenginliği, Karadeniz sahillerinin güzelliği ve meyvelerinin nefaseti ile tanınır. Bitki ve hayvan çeşidi bakımından fevkalade zengindir.
Tarih boyunca çok hareketli bir alan olarak dikkat çeken Kırım, çok uzun süre Türk Tatar hanlıkları tarafından yönetilmiş, 1475 tarihinde Osmanlı devleti ile imtiyazlı bir sözleşme ile Devlet’in önemli bir unsuru haline gelmiştir. Doğal olarak bu dönemde kültürel anlamda da çok önemli gelişmeler kaydeden bölgede, başta Kırım hanları olmak üzere çok sayıda kültür adamı yetişti. Fakat 1784 yılında Rusya ile yapılan savaşlar sonucunda Kırım Rusya’ya ilhak edilince bu zengin Türkçe birikim yerini suskunluğa bıraktı. Halkın ve aydınların önemli bir bölümü Osmanlı ülkesine göç etti. Kırım Tatarlarının sayısı giderek azaldı. Kırım siyasî ve istisadi bağımsızlığını kaybetmenin yanında, kültürel açıdan da tam bir kıskaca alınmıştı. Zaman zaman görülen kısmi rahatlamalar da kısa süreli oldu. 1928 ve 1931 yılları arasında da, toprakları ellerinden alınanların direnmesi üzerine kırk bin civarında Kırımlı Ural bölgesine sürgün edildi. 1931– 1934 yılları arasında yaşanan kıtlık da, Kırımlılara çok pahalıya mal oldu. Bundan sonraki yıllarda da, Ruslaştırma icraatlarına karşı gelen sayısız Kırımlı aydın öldürüldü yahut sürgün edildi. İkinci Dünya Savaşı ise bir başka büyük felaketle geldi. Almanlar Kırım’ı işgal ettiklerinde bir çok Kırımlı, Şark İşçisi adı altında kafileler halinde Almanya’ya sevkedilmiş ve yerlerine Almanların yerleştirilmesi kararı alınmıştı. Buna karşı çıkan Kırımlılar şiddete tabi tutulmuş, 168 Türk köyü yakılıp yıkılmıştı. Almanların çekilmesinden sonra Kırım’ı yeniden işgal eden Ruslar, bir çoğu Rus ordusunda Almanlar’a karşı savaşmış olan Kırımlı Türklerin tamamını sürgün ettiler. Tarihte emsali görülmemiş bir hadise olarak 1944 yılında alınan bu kararla, Kırım’da tek Türk bırakılmadı; bu sürgünde sayısız insan, vahşice dolduruldukları vagonlar içinde ve gittikleri sürgün yerlerinde can verdiler.
Bu sıkıntılara rağmen Kırımlı aydınlar özellikle her fırsatta eğitim ve kültür alanında çalışmalar gerçekleştirdi, millî edebiyat yolunda çalışmalar yapıldı. Bunda Gaspıralı’nın kurduğu Usul– i Cedid mekteplerinin büyük etkisi oldu, pek çok aydın, halkı cahillikten kurtarmak ve medenî seviyeyi yükseltmek için çalıştılar
Baştan itibaren bütün Türk dünyasında olduğu gibi şiir Kırım Türk edebiyatında da hep başat konumda oldu. İkinci Dünya Savaşından sonra bunun değiştiği, şiir yanında nesrin de öne çıkmaya başladığı görülür.
Bu arada dikkat çeken hususlardan biri de 20. Yüzyılın başından itibaren Rusya coğrafyasında ortaya çıkan fikri tartışmaların kaçınılmaz olarak bölgedeki Türk topluluklarını da etkilediğidir. Özellikle 1917 Bolşevik devriminden sonra pek çok Türk yazar ve şairi de edebî eserlerinde yeni hayatın heyecanını yaşatmışlar, sosyalist fikir ve düşüncelerini ifade etmiş ve bunu topluma aşılamaya çalışmışlardır. Ama bu çabalar da Tatar halkına olumlu bakılması konusunda sonuç vermedi ve Stalin dönemde yaşanan katliamlar, Kırımlı aydınların hemen hemen tamamının yok edilmesi, sürülmesi veya hapishanelerde sürünmeleri neticesinde Kırım edebiyatı ciddî bir durgunluk dönemine girdi. Nazi işgal kuvvetleriyle iş birliği yapmakla suçlanan Kırım Türkleri, 1944 yılında yapılan katliamdan sonra toplu olarak Ortaasya içlerine sürüldüler. Sürgün yeri olan Özbekistan’da Kırım Türklerine uygulanan “Özel İskân” rejimi ile, büyük şehirlere yerleşmeleri, ziraatle uğraşmaları, askerlik yapmaları engellendi. Kültürel gelişmeleri tamamen durdurulan Kırım Türklerinin tarihleri ve kültürel mirasları yok sayılmış, Kırım’da onları hatırlatacak her şey imha edilmiştir. On yıldan fazla süren bu mecburi suskunluk dönemi, 1950 yıllarının sonlarına doğru partinin kontrollü bir şekilde geri çekilmesiyle sona erdi. Bundan sonra Kırım Türkleri sosyal, iktisadî ve kültürel haklarının korunması, etnik varlıklarının tanınması ve Kırım’a dönüp orada yaşama hakkı kazanabilmek için mücadele etmeye başladılar, en başta da Kırım Türkçesi konuşma ve edebî dilinin, edebiyatının ve sanatının geliştirilmesi için gayret gösterdiler. Bu faaliyette 1 Mayıs 1957 yılında Kırım Türkçesi ile yayımlanmaya başlayan “Lenin Bayrağı” gazetesinin olumlu rolü oldu. 1957 yılında, Özbekistan Yazarlar Birliği içinde oluşturulan Kırım Tatar Şubesi, Kırım Türk edebiyatının durgunluk dönemine canlılık getiren mühim bir hadisedir. Bu şubede Stalin mezaliminden kurtulup sağ kalabilen Şamil Alâdin, Abduraim Altanlı, Abdulla Dermenci, Eşref Şemizâde, Yusuf Bolat, Ziyadin Cavtöbeli, Raim Tmçerov, Reşid Murad, Fetta Akim, Gafar Bulğanaklı gibi yazar ve şâirler toplanarak Kırım Türk edebiyatını canlandırmaya çalıştılar.
1968 yılında Gafur Gulam Neşriyatı bünyesinde kurulan Kırım Tatar yayınları bölümünün oluşturulması, Kırım Türkçesi ile yılda 13– 14 kitap neşretme imkânını doğurdu. 1976 yılında Kırım Türkçesi ile hazırlanan “Yıldız” almanağı 1980 senesinde iki ayda bir çıkarılan “Yıldız” dergisine çevrildi. Bundan sonra yazılan roman, hikâye ve şiirlerin hemen hemen hepsi önce bu dergide yayımlanmaya başladı. 1968 yıllarında Nizamî adına Taşkent Pedagoji Enstitüsü’nde Kırım Tatar Dili ve Edebiyatı Bölümü kuruldu. 1970’li yıllarda Özbek, Kazak, Rus okullarında okuyan çocuklar artık ana dillerini de öğrenmeye başladılar. Ancak sistemin sıkı kontrolü ve katı baskısı, bütün sovyet edebiyatında olduğu gibi, hatta çok daha fazla bir şekilde Kırım edebiyatında hissedilmekteydi. Yazar ve şâirler eserlerinde duygularını, düşüncelerini hadiseler karşısındaki tavırlarını istedikleri gibi yazma hakkından mahrumdular. Öyle ki, eserlerinde Kırım, vatan gibi kelimelerin yasaklanması bir yana Kırım’ı hatırlatır korkusuyla deniz, dalga gibi kelimelerin bile kullanılması suç olmuştur.
Bugün Kırım edebiyatı gittikçe canlanmakta, yazar ve şâirler edebî dile her geçen gün daha fazla hâkim olarak eserler yazmaktadırlar. Artık Kırım Türkçesi ile yayımlanan gazete ve dergilerin tamamı da Kırım’a taşınmıştır.
ŞAMİL ALÂDİN’İN HAYATI VE ESERLERİ
(d.12 Temmuz 1912– ö. 21 Mayıs 1996)
Şamil Alâdin, Ay– Petrin Yaylası’nın kuzey yamacındaki Mahuldür köyünde doğdu. Çocukluğundan itibaren bölgenin geleneksel yaşam biçimi içinde yetişti, dağdan odun topladı, ağaç kesmeye gitti, tütün topladı. Yerel bir okulda ilk öğrenimini tamamladı. Eğitimine devam edebilmek için 12 yaşında Bahçesaray’a gönderildi. Burada tanıdığı hocası sayesinde edebiyata karşı ilgi duydu.Bu okuldun mezun olduktan sonra Simferopol Pedagoji Teknik Okulu’na (1928– 1931) girdi, Teknik okuldan sonra Moskova Edebiyat Enstitüsü’de açık öğretime başladı.
Daha Bahçesaray’daki öğrenimi sırasında şiirler yazmaya başlayan Şamil Alâdin bu konumuyla kısa sürede dikkatleri üzerinde topladı. Kendisi gibi sanat ve edebiyatla ilgilenen bir arkadaş gurubu oluşturdu.
1932 yılı sonunda askere çağırıldı. Ukrayna’da eski Konstantinov kentinde (1932– 1934) Kızıl Kazaklar 7. Alayı’nda görev aldı.[1 - Kızıl Kazak Alayı : (Çervonnoye Kazaçestvo: Червонное казачество) Kızıl Kazaklar – İç Savaş sırasında Ukrayna’da, Güney ve Güney– Batı cephelerinde çalışan ve daha sonra Sovyet Sosyalist Ukrayna Cumhuriyeti’nde görev yapan Kızıl Ordu’nun en büyük süvari birliklerinden birinin ortak adıdır.] Oradaki alay okulundan mezun olunca süvari takımı komutanı oldu. Askerlik dönüşü 1936’da Kırım gazetesi olan “Yeni Dünya”nın editör yardımcısı oldu. Sonra Dağıstan’a gitti ve orada bir dağ köyünde öğretmelik yaptı. Ardından Çirçik’de[2 - Çirçik– Özbekistan’da; adını yanıbaşında akan ırmaktan alan küçük bir şehirdir.] ikinci beş yıllık plan içinde yapılmakta olan Komsomol yolunun vinç operatörü olarak çalıştı. Bu çalışma yılları daha sonraları yayımlanan “Eğer Seviyorsan” (“Eger Sevensen”) romanının temelini oluşturdu. Şamil Alâdin 1939 yılında Kırım’a döndü, aynı yıl SSCB Yazarlar Birliği’ne üye oldu. Şamil Alâdin’in edebi kariyeri o kadar hızlı yükseldi ki, henüz 27 yaşındayken, 1939 yılında Kırım Yazarlar Birliği’nin başkanı seçildi. İlk kez, tüm SSCB genelinde T.G. Şevçenko’dan sonra gelen en parlak tercüman olarak ün kazandı ve “Anma Madalyası” ile ödüllendirildi. 26 Haziran 1941 yılında gönüllü olarak askere gitti ve Güney– Batı Cephesi’ndeki birliğe kumanda etti. 1943 yılı Şubat’ında yaralandı. Hastanede geçirilen iki buçuk aydan sonra, Kuzey Kafkasya Cephesi karargahına, oradan da Kırım’daki gerilla hareketinin karargahına gönderildi. 1944 senesinin Nisan ayında Simferopol’a döndü. Kırım Savaşı’nın yol açtığı “Hasarı Değerlendirme Komisyonunun” üyesi oldu. Şamil Alâdin, “Kaytarma” ansamblesini yapmak için sanatçıları bir araya getirmek amacıyla Aluşta’ya gitmek için Simferopol’den ayrıldı, döndüğünde bütün Kırımlılar gibi ailesinin de sürgüne gönderildiğine tanık oldu. Onu “yabancı insanlar” dairesine yerleştirdiler, sonra da gözaltına alınıp Kırım’dan ayrılmak zorunda bırakıldı. Pek çok Tatar aile gibi Özbekistan’a sürüldü. Özbekistan’da, Chinabad[3 - Chinabad (Чинабад /узб. Chinobod) – Özbekistan’ınn Andijan bölgesinin Balıkçı Bölgesinde bulunan küçük bir kasaba.] şehrinde, açlıktan ölmek üzere olan karısını ve küçük kızı Dilyar’ı buldu.
Yaklaşık dört ay Chinabad’da yaşadıktan sonra, Şamil Alâdin ve ailesi Andican’a taşındı ve yerel bir gazetede çalışmaya başladı. Altı ay sonra, 1945 yılı mayıs ayında SSCB Yazarlar Sendikası Başkanı Alexander Fadeyev’in desteğiyle, Taşkent’e taşınma izni aldı. Orada Gençlik Tiyatrosu Müdürü ve sonra Demiryolları Sarayı Direktörü oldu, 1949’dan itibaren Özbekistan Yazarlar Birliği Yönetim Kurulu sekreteri olarak görev yaptı. Taşkent– V. Belinsky Pedagoji Enstitüsü’nde 1953– 1957 yılları arasında akşam öğrencisi oldu.
Şamil Alâdin, memleketine “geri dönmek için mücadele eden inisiyatif grubunun” aktif bir üyesiydi: Sovyet Sosyalist Komünist Partisi– Merkez Komitesinin liderlerine hitaben yazılan “Kırım Tatarlarının Anavatanları Kırım’a geri gönderilmesini” talep eden mektuplara imzalar attı, bir grup Kırım Tatarı milli hareketi katılımcılarıyla Moskova’ya gitti. Milliyetçi hareketteki aktif faaliyetleri yüzünden defalarca girdiği işlerden çıkarıldı.
Kendi çabasıyla kazandığı nüfuz ve yetkisini kullanarak; bir grup Kırım– Tatar aydınını bir araya getirip, yönetiyor; “Kaytarma” ansamblesinin kurulması için resmi izinleri alıyor; “Lenin Bayrağı” gazetesinde ve radyo programlarında Kırım Tatar dilini kullanarak aktif roller üstleniyor; G. Gulyama adlı yayınevinde editörlük yapıyordu. Şamil Alâdin SSCB Yazarlar Birliği’inden ihraç edilen Kırım Tatarı yazarlarının rehabilite edilmesini ve Yazarlar Birliği’nin yeniden kurulmasını talep ediyordu: Doğrudan katılımı ve özel girişimleriyle, Özbekistan Yazarlar Birliği bünyesinde “Kırım– Tatarı Yazarları Bölümünün” kurulmasını sağlamış ve birkaç yıl boyunca bu kurumu kendisi yönetmiştir. Ayrıca, Özbekistan Yazarlar Birliği’nin Edebiyat Vakfı Başkanlığı’na iki defa seçildi.
1980’den 1985’e kadar Şamil Alâdin Yıldız Dergisi’ni yönetti. Edebiyat alanındaki çalışmaları nedeniyle yazara “Sovyet Sosyalist Özbek Cumhuriyeti Kültürü Onur Üyesi” (1973) ve “Sovyet Sosyalist Özbek Cumhuriyeti Sanatının Onur Üyesi” (1982) ünvanları verildi. 1985 yılında Şamil Seyit oğlu Alâdin emekli oldu. Yaratıcı işler için, yazarın sessizliğe ve huzura ihtiyacı vardı, Taşkent yakınındaki Dormen’e yerleşti, burada yeni makaleler, denemeler, romanlar yazdı. Orada, Ukrayna’nın bağımsızlığı için savaşan Bogdan Khmelnitsky[4 - Bogdan Khmelnitsky: Zaporozhsky Ordusu Başkamutanı , askeri lider, siyasi ve devlet ileri geleni. Kazak isyanının lideri.] savaşında Kırım Tatar birliklerinin yardımıyla ünlü Komutan Togay– bey hakkında tarihi bir roman yazmaya başladıysa da bunu tamamlayamadı.
1994 yılında Şamil Alâdin ailesiyle birlikte Kırım, Simferopol’e döndü. Burada bir gün dahi edebi faaliyetine son vermedi: “Kremlin Mağdurları” adlı belgesel denemesi ve ardından Kırım Tatar halkının sürgünde yaşadığı zor yıllardan bahsettiği “Ben – Çarınız ve Tanrınızım” adlı otobiyografik hikayeyi gazetede yayınladı.
21 Mayıs 1996’da Şamil Alâdin, 84 yaşında öldü ve Simferopol’deki “Abdal” mezarlığına defnedildi.
Şamil Alâdin çok sayıda öğrenci yetiştirdi, bunların içinde Kırım Tatarı yazarlar da vardır. Hakkında M. Koschanov ve G. Vladimirov tarafından yazılmış pek çok yazı, deneme ve kitap yazılmış, televizyon filmleri çekilmiştir. Eserleri ortaöğretim ve yükseköğretim kurumlarının ders programına dahil edilmiştir.
Edebi Faaliyetleri
Şamil Alâdin edebiyata şiirle başladı. 1932 yılında, ilk şiir kitabı “Toprak Güldü, Gök Güldü”yü yayınlayan şair, (“Toprak Kuldi, Kok Kuldi”) 1935 yılında orduda geçirdiği yıllardan esinlenerek yazdığı “Kızıl Kazakların Türküleri” (“Kızıl Kazak’nın Yırları”) adlı şiir derlemesini neşretti.
1940 yılında ilk nesir eseri “Merdiven” adlı hikayesinin de bulunduğu “Ömür” adlı kitabı yayımlandı.
Şamil Alâdin’in yaratıcılığının çeşitlenmesi, Tatar tarihinin bir dönüm noktasına, yani halkının sürgün edilme dönemine denk düştü. Yazarın farklı dillere tercüme edilmiş, 70’in üzerinde eseri bulunmaktadır.
Onun sanat hayatında 1979’da yazdığı “İblisin Ziyafetine Davet” adlı kısa romanı özel bir yer tutar. Eser, 1979’da Sovyet hükümetinin Rus olmayan halkların milliyet bilincinin en ufak tezahürünü, acımasızca bastırdığı döneme aittir. Bu eserinde milli kahraman Hüseyin Toktargazi’nin ağzından, Kırım Tatar halkının birliği ülküsünü anlatır.
İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinden sonra, Şamil Alâdin savaş temaları üzerine “Çavuş Oğlu”, “Teselli”, “Eğer Seviyorsan” “Rüzgardan Sallanan Fenerler” gibi çeşitli hikayeler yazdı. Hayatı öğrendiği Siriderya steplerinde[5 - Fergana Vadisi’nden (özellikle Özbekistan’ın Siriderya bölgesinde) ayrıldıktan sonra Siriderya nehrinin sol kıyısında bir ova olan, Güney Açık Bozkırları.] geçirilen onaltı yıl meyvesini verir ve 1971 yılında “Yeşilli Kız” hikayesini yazar, 1972’de hikaye ve kısa romanlarından derlenmiş “Elmas” adlı kitabı çıkar. 1987’de Şamil Alâdin’in eserlerinden oluşan Pınarlar (Çoraçıklar) adlı derleme yayınlanır.
Şamil Alâdin’in çalışmalarının esasını Kırım temaları oluşturmaktadır. Yazarın bizzat kendisinin de yaşamış olduğu, yazarları ve şairleriyle birlikte tüm halkın kendi topraklarından sınır dışı edilmesi ve daha sonra anavatanlarına dönme sürecini derin ve geniş perspektifteki tarihi incelemeleriyle anlatmış bu yaklaşımıyla kuru tarihi bilgilerin ötesinde meseleyi sanatsal bir yaklaşımla yeni nesillere taşımıştır. Şamil Alâdin , mevcut sorunları kişisel izlenim, tecrübe ve hatıralarla birleştirmeyi başaran bir edebiyatçıdır.
Şamil Alâdin’in burada Rusça’dan çevirdiğimiz iki hikayesi tema olarak birbirine yakındır. Bunlardan ilk olan Teselli, şairin çocukluk yıllarını, bu dönemdeki Tatar halkının yaşamını ve yavaş yavaş filizlenmekte olan sosyalist düşüncelerin bu halk arasında nasıl algılandığını dile getirir.
İkinci hikaye olan Ben Çar ve Tanrıyım ise bu kez İkinci Dünya Harbi sonrası Kırım’da yaşananları dile getirir. Yazar bizzat kendisi de bir davaya inanmış, ona destek olmuş ama sonuçta sadece kendisi için değil bütün Tatar halkı için de felaket bir senaryo ile karşılaşılmıştır. Bu kez de bu düş kırıklığı anlatılır.
Her iki hikayenin ortak noktası yalın bir gerçeğe yaslanmaları ve hikayenin kurgusunun bunun üzerinden yürümesidir. Yazarın samimiyeti okuyucu ile de buluşur ve bu avantaj hikayeyi kolay okunur ve inanılır kılar.
TESELLİ
1
Bademlik köyü, Kök Kartal dağlarının eteklerinde gürleyerek akan Tilki Geçti deresinin iki yakası boyunca uzanan meşe ve kayın ağaçları arasına yerleşmişti. Hatırlananlara göre köy, seneler evvel badem ağaçları arasında adeta kaybolmuştu. Ama geçmiş yıllarda bir yaz, vadiye kar yağınca tüm badem ağaçları mahvoldu. Tecrübeli köylüler bu hadiseden sonra, evlerinin avlularına badem yerine ceviz ağaçları diktiler. Ağaçlar büyüdü, dalları Tilki Geçti deresi üzerine uzandı, köy ceviz terekleriyle donandı ama köyün adı evvelki gibi Bademlik olarak kaldı.
Baharda aşırı yağmurlar yağarsa, yüksek yamaçlardan aşağı sele dönüşür, köyü ikiye bölüp, çağlayarak Tilki Geçti deresine kavuşur. Dere yatağından taşar, öyküre kudura önüne çıkanı kırar, kütükleri önüne katar, bağları, bahçeleri evleri yıkar, uğuldayarak çekip gider…
Sağanak geçince, ahşap damlı evlerden kürk kalpaklı, çarıklı adamlar çıkar, ellerine kazma kürek alıp yola düşer, yıkılan evlerini, oyulan yollarını düzeltirler.
Ama daha bir hafta geçmeden, dağ başını gene duman alır. Bademlik üzerine kurşun renkli bulutlar ağar. Ahali tekrar tehlike altında tetikte bekler.
Kök– Kartal dağları uzak değil. Oraya çıkmak için sadece iki geçit var, bunlardan biri Köpek– Boğazı. Ona tilkilerin yaşadığı yoldan ulaşmak mümkün. Kayaların içinde bir mağara var, tepedeki deliğin kenarından tutunup, ellerinden güç alıp, önce ayakları, sonra başı dışarı çıkarmak gerek. Bu iş büyük güç ve cambazlık ister. Fikrimce, buraya böyle ad konulmasının sebebi, mağaradan tepeye çıkarken, bu deliğin köpek boğazı gibi dar olmasından dolayı. Diğer geçidin adı, Erikma, bu yüksek kaya ortasında açılmış derin bir çatlak. Bu mağaranın içinde daima soğuk sular şırıldayıp durur, lâkin dışarı çıkmaz. Duvarlarında yarasalar, ayakları kaya çıkıntılarına ilişik, başları aşağı sarkık… Bu yarıktan geçersen Babuğan yaylasına çıkarsın. Ama buradan geçmek için yerde değil, yüksek duvar kertiği boyunca yürümek gerekir, yoksa su birikintisi içine yığılıp yok olursun… Kök Kartal tepesine çıkınca gözünün önüne müthiş bir dünya serilir. El değmemiş dağlar, vadiler, hoş kokulu çamlar, şelaleler, yabani keçiler, geyik ve karaca sürüleri ve diğer mucizeler artık önündedir.
Aşağıda Bademlik’in içinde yaşayanların, hemen hemen hepsi fukara adamlar. Yalnız iki kişi var, köyün verimli toprakları onların elinde. Biri Kâzım Bey, Cuma Camii’nin yanında süslü konağın sahibi. Diğeri ise Türk Ekrem bey, uzun tütün hangarlarına ve depolarına bitişik cam verandalı evin sahibi…
İhtiyar köylülerin anlattıklarına göre, Ekrem bey bu köye eline tek bir mala alıp gelmiş ve sekiz yıl içinde o derece zenginleşmiş ki köyün yarısını ele geçirmiş. Kazım Bey ise babası Resul efendinin vefatından sonra edindiği miras sayesinde bu konuma gelmiş. Bu iki beyin bahçelerinde ve tütün tarlalarında bütün köy maraba olarak çalışmakta.
Cuma günleri işten çıkan ahâli, kırlardaki kütükleri diplerinden söküp, taşlarından temizleyip mera yahut çayır açıyor ya da oralara buğday saçıyor ve zerzevat dikiyor.
Ama elde edilen kısıtlı ürün, geçinmek için kâfi değil. O sebeple köylüler tan ağarırken döşeklerinden kalkıp bir dilim ekmeği ve bir sarımsağı bohçalayıp, yüksek dağlara gider, bütün gün geçit vermez yüksekliklere, kayalara tırmanıp, akşam geç vakitte sırtlarında yarımşar çuval fındıkla eve dönerler. Sonraki gün bunları kağnıya yükleyip, dağları aşıp, nihayetsiz çöller ve bitmez tükenmez yollardan geçip Kızıl Yar[6 - Metropol pazar yeri. Burası Ukrayna’nın güneyine doğru kıvrımlı ve sarp yollardan gidilen, bir zamanlar Kızıl– Yar denilen ticaret merkeziydi.] pazarına götürüp satarlar, böylece onmayan– öldürmeyen bir ömür sürerler. Kazandıkları parayla çöl beteri şehirlerden, buğday ve et alır, böylelikle ne yapıp edip bahara kadar hayatlarını devam ettirirler, yaz gelince de onları üzüm ve meyveler kurtarır.
Tabiat, ömürlerini ağır emekle geçiren bu adamlara acıyor olsa gerek, onlara güçlü bir beden ve dayanıklılık bağışlamış. Bademlik’te yaşı yüz on, yüz yirmiyi aşmış ihtiyarların sayısı az değil. Akşamları köy kahvehanesinde minderler üzerine bağdaş kurup oturarak, ellerinde kahve fincanları sohbet ediyor, babalarının 1812 senesinde Rus Generali Platovnin’in atlı süvari alayında Fransızlara karşı nasıl cenk ettiklerini anlatmayı seviyorlar.
Kahvehaneye sadece ihtiyarlar değil, gençler de gelir. Burada biri keman, diğeri def çalar. Kimileri Kaytarma[7 - Kaytarma: Kırım Tatar oyun ve müzik sanatının amblemi olan ve Kırım millî oyunları içinde geçmişten günümüze toylarda, nevruz, hıdırellez gibi kültürel miras olarak karşımıza çıkmaktadır.] oynar ya da türkü söyler. Kahvehane önündeki meydandan yükselen oyun ve şarkı sedaları etraftaki kayalıklarda yankılanır. Genç gelinler geç saatlere kadar evlerinin sofalarında oturup uzaktan duyulan türküleri dinler, gecenin ilerleyen saatlerine kadar keyif çatan kocalarını beklerler. Ramazan ayında oruç tutmaya niyetlenenler, sahur vakti yemek yerler, onbeş– yirmi genç, gecenin yarısında minareye çıkıp, hep bir ağızdan ramazan– ı şerif ilahileri okur, ardından tüfeklerle kulakları sağır edercesine ateş ederek, müslümanları uykudan uyandırırlar.
Allahın ve insanların unuttuğu bu küçük köy, kendi kendine böyle yaşayıp gitmekteyken yirminci asır başında ortaya çıkan ağır vakalar, onu da yakıp yandırdı, dağlıların yüreklerinde heyecanlar doğurdu. Kök– Kartal’a giden yol başında duran Selahattin ağanın iki katlı evinde ve bahçeciğindekiler de bu etkiden uzak kalamadı.
Selahattin ağa, elli yaşında kuvveti yerinde bir adam. Dağlardan ağaç kesip, onları kızakla eve taşıyıp, arbaş, pulluk, dirgen, tırmık yapar. Marangoz olduğu için komşuları ona Dülger lakabını takmışlar, saçı– sakalı kızıl olduğu için bazı komşuları ise ona Kınalı Selahattin der.
Selahattin Ağanın evi önündeki küçük yeşil bahçesinde elma, armut, şeftali, kayısı ballanıp olgunlaşmakta, ocaklarında domates, biber, havuç, soğan, sarmısak ve bakla pişip, kıvama gelmekte…
Selahattin’in bir kızı ve üç oğlu var. Aslında altı erkek evladı vardı; dört yıl evvel büyük oğlu Ayder, bir gece kurt avlamak niyetiyle Göbek– Tekne deresine gitti ve bir daha dönmedi. İkinci oğlu Tevfik, önceki sene öldü. Bunaltıcı bir yaz günü Selahattin Ağa evde değildi, ormana gitmişti. Tevfik evin bahçesinde dolaşırken kayısı ağacının dibinde büyük bir yılan gördü. Eve gelip babasının av tüfeğini aldı, silahı atışa hazır hale getirdi. Sebzelerin arasında yılanı ararken bir anda tökezleyince elindeki silah patlayarak boğazından yaralanıp öldü.
Şimdi evde üç oğlu, Fikret, Rüstem ve Mithat ile yegane kızı Seyyare var.
Kınalı Selahattin’in elinden hayatı boyunca bir kerecik olsun baltası düşmemiş, bu sebepten parmakları içe bükülüp kalmış… Elleri nasırlaşıp kabalaşmış, tırnakları çatlamış, kırılmış.
Selahattin ağa, bu evdeki herşeyi kendi kurmuş, kendi yapmış. Bu sebepten, dişi ve tırnağı ile inşa ettiği bu evin avlusunda, ambarda, ahırda ve kümeste örnek bir tertip sezilmekte. Karısı Tenzile, iyi kalpli, hoş çehreli, tombulca bir kadın. Kocasının katı ve zor, ama kimi zaman da şefkatli ve âlicenap olabilen tabiatına çoktandır alışkın…
Dülger adeti üzere her gün tan ağarırken kalkar, kızağını koşar, çıkınına bir dilim ekmek ve bir baş soğan koyar, evin işlerini Seyyare’ye bırakıp, oğlu Fikret’le birlikte dağa çıkıp gider.
Ama eskiden beri ihtiyarlar; kız çocuğu evinin misafiridir! derler. Bahar akşamlarının birinde Selahattin’in evine sağ kaşının yarısı beyazlamış Kurt Şerif geldi. Oturdular, aş yeyip kahve içtiler. Sofra kaldırıldıktan sonra erkek kardeşler yan odaya uykuya geçince, ihtiyarlar gizemli bir fısıltıyla uzun bir konuşma yaptılar. Sabaha Seyyare’nin köydeki boyacı Bilal’in oğluna nişanlanacağı dedikodusu yayıldı.
Bir kaç ay sonra, fındık ağaçlarının yaprakları bahçede dökülmeye başladığında, dört gün, dört gece düğün yaptılar. Düğün töreninden sonra davul çaldırarak Seraye’yi gelin arabasına oturtup, şairane bir adı olan güzel, saray gibi zengin Kök– Köz köyüne alıp gittiler.
Evde üç oğlan kaldı.
O sırada uzak Rusya’da iki seneden beri savaş devam etmekteydi… Birinci Cihan Harbi… Bu meşakkatli günlerin birinde, Selahattin ağayı Volost[8 - Volost İdaresi: İlçe yönetim kurulu. Rusya İmparatorluğu’ndaki köylülerden vergi tahsil eden idari birim.] idaresine çağırdılar… Tenzile yenge bütün gün üzüntüsünden bir yerlere sığamadı. Akşam Dülger heyecanlı ve perişan bir halde dönüp geldi. Sofra başında ağzından tek söz çıkmadı. Aşağı inip sigarasını yaktı ve geç vakit olmasına bakmadan komşusu Keski Mustafa’nın evine gitti, epey vakit geçtikten sonra evine dönüp, karanlık odada sedirin üzerine uzanıp yattı.
Rüstem sofa önündeki duvar boyunca uzanan taş sedire oturmuş:
– Size ne oldu baba? Keyfiniz yok, dedi.
Dülger cevap vermedi. Bir süre sonra içerden bir hırıltı işitildi. Tenzile yenge başını sağa sola sallayarak:
– Görmüyor musun yoruldu galiba, dedi oğluna. Bir belâya mı maruz kaldı diye ben de korktum. Bırakalım uyusun. Yarına kadar tekrar canlanır, sarmısak gibi dirilir.
– Ben bir şey anlamadım. Tamam uyusun da! Lakin simâsı iyi değil, dedi Fikret, anasına korku dolu gözlerle baktı, aklından kötü şeyler geçti.
– Bunda bir iş var!
– Başka ne olabilir ki oğlum? Tenzile yenge gamlı bir sesle sorduğu sorunun cevabını beklemeden odasına gitti.
Fikret ve Rüstem ikinci kattaki sofaya çıkıp, yataklarına yattılar. Rüstem anında uykuya daldı. Fikret ise uzun süre yatakta döndü durdu, bahçeden gelen çegirge seslerine, ceviz ağacının dalına tünemiş baykuşun usulca ötüşüne kulak kabarttı, bugün– yarın cepheye çağrılabileceğini düşündü.
Baba tan ağarırken kalktı. Çift yüzlü baltasını aldı, her zamanki kahvaltısını, ekmek ve sarmısağı çıkınına sardı, atını avluya çıkardı, sonra ağır ağır asma kata çıktı. Geniş sedir üzerinde kucak kucağa uyuyan oğullarının yanında dineldi. Dülger, oğullarının gamsız çehrelerini hayli vakit süzdü, onların derin uykusunu bölmeye kıyamasa da, dağlar ardında gök gittikçe ağarmakta, bağlarda ve bahçelerde kuşların cıvıltısı hepten artmaktaydı. Uyandırmasa geç olacak!
– Fikret! dedi yavaştan, Selahattin ağa, oğlunun omuzlarına dokundu.
Oğul gözlerini araladı, babasına baktı baktı, sonra duvara döndü.
– Kalk oğlum, kalk, dedi ihtiyar, omuzlarından sarstı.
Fikret gözlerini açtı.
– Kalk, ormana gitme vakti!
Fikret ayağa fırlayıp kalktı, hızla giyindi, merdivenlerden aşağı sofaya indi. Kilerdeki süt kovasına maşrapayı daldırıp süt aldı, ekmeği ısırırken çarığını ayağına geçirdi ve avluya çıktı. Atının yularından tutu, dağa doğru taşlı– tozlu dik yol boyu yürümeye başladı. Selahattin ağa baltasını ve bohçasını alıp oğlunun ardında gitti.
Güneş Kuş – Kaya ardında yükseldiğinde, baba oğul Kara Fırtına deresine varmışlardı. Biraz soluklanıp kıvrılarak yükselen yokuşu çıkmaya devam ettiler. Kuzgun– Çokrağı[9 - Kuzgun– Çokrağı: Kuzgun Kaynağı] yolu yeterince dikti. Selahattin ağa su kaynağında atını suvardı, ön ayaklarını kementleyip orman içine bıraktı. “Git, karnını doyur” – dedi. Sonra çıkınını açtı. İri kepekli buğday unundan pişirilen ekmekten bir dilim kesip Fikret’e uzattı, diğer dilimi kendi aldı. Baba ve oğul at arabasının göldesinde oturup ekmeklerini sarmısakla katık edip yediler. Sonra Selahattin kalkıp, at arabasındaki artık ılımış olan su kabından su içti. Baltasını alıp, kalın yüksek sık ağaçlar arasına girdi.
Baba oğul ağaçları kesip, dallarını sıyırdılar, kalın uçlarını çatıp, kütükleri arabaya doldurup eve döndüler.
Bademlik üzerine karanlık çökmeye başladığında avlu kapısı açılmış ve ağaç yüklü araba içeri girmişti.
Akşam yemeğinden sonra, Selahattin ağa kahırlı gözlerini karısına doğrulttu. Karısı onun ciddi birşeyler diyeceğini sezdi.
– Fikret’in köyden gitmesi gerek, dedi.
– Niçin? -diye şaşırdı Tenzile yenge. Bir şey mi oldu?
– Onu askere alacaklar, kaçıp, gitmesi gerek ki kimse yerini bilmesin. Keski Mustafa’nın oğlu Settar da gizlenmek istiyor.
İkisi de sustu, düşüceliydiler.
– Settar, Çar hakimiyetine hizmet etmek istemiyor. Selahattin ağa sözüne devam etti.
– Fikret de onunla beraber olsun… Padişah hazretlerinin bizlere karşı merhametini gördük, ondan bize hayır gelir diye beklemeye hacet yok. Ekrem bey, Kazım bey, elbette bekleyebilirler. Fikret ya Settarla kaçar, yahut benimle birlikte Kızıl Yar’a gelir. Başka çare yok.
– Kızıl Yar’a gitse kurtulacak mı?
– Bilmem, belki … Onbaşının gözlerinden uzak olsun yeter. Biz ana yoldan gitmeyiz, tali yollardan gidersek kimse bizi yakalamaz.
– Ya Çongar’da? Köprüden geçebilecek misin?
– Bir şeyler yaparız… Selahattin ağa lafını kısa kesti, çünkü köprüde yakalanabileceğini düşünmek istemedi.
Tenzile yenge suskun, kocası düşünceliydi. İçeri Rüstem girdi, sessizce eşiğin önündeki kilim üstüne çöktü.
– Bu saate kadar niye uyumadın sen, diye sordu Selahattin ağa. Fikret nerede?
– Kapı önündeler. Settar ağayla duruyorlar.
– Çağır, hemen gelsin!
Rüstem yıldırım hızıyla gitti ve beş dakika sonra içeri Fikret girdi. Babasının gözlerindeki endişeyi, annesinin düşkün halini farketti, evde durumun iyi olmadığını anladı.
– Fikret! – dedi baba yavaştan, ama ona değil Rüstem’e baktı, gidip dışarıyı yoklaması için başıyla işaret etti. Fikret, oğlum!
– Ne diyeceksiniz baba, sizi bir şey mi rahatsız etti?
– Zaman fena oldu. Sen, benim büyük oğlumsun, benim aklım fikrim senin geleceğinde. Ekrem beyin oğlu gibi yaşamanı istemiyorum. Bu cengin nasıl biteceği belli değil, lâkin bittikten sonra da adamlar, “Fikret Çarın tahtı için hizmet etti” derler ise pek kederleneceğim.
– Anlamıyorum sizi, baba!
– “Çar çoktan mağlup oldu” deniliyor. Selahattin istemeden heyecanla söylemişti.
– Nasıl yani?
– Bilmiyorum, lâkin öyle diyorlar. Senin niyetin ne? Nasıl yaşamak istersin? Bunu bilmeliyim.
– İnsanları savaşa gönderiyorlar. Ben nasıl edip kenarda kalırım?
– Nasıl etmeli? Settar oğlunun gözlerine endişeyle baktı. Her şeyin bir çaresi var. Bu savaş sadece fukaraların, bizim gibilerin kanını döker. Öyle diyor Settar. Bu cenkler zenginler için.
– Settar saçmalıyor, dedi Fikret, sesi yükseldi. Dünya yaratıldığından buyana büyüksüz– küçüksüz, aşağısız– yukarısız bir hayat olmadı. Tabiatın kanunu böyle. Birileri çalışır, birileri çalıştırır.
Dülger bir anlam veremeden şaşkın oğluna döndü:
– Ya herkes çalışsa, kimse kimsenin alın terini sömürmese … öyle mümkün değil mi?
– Öylesi, hiç bir zaman olmadı.
– Bizim evimizdeki bu züğürtlük… Zaruret mi?
– Yok. Benim için, zannedersem sizin için de, bir değil birkaç atımız olabilseydi iyi olurdu; çeyrek dönüm değil daha büyük arazilerimiz olsaydı… İşte o vakit hayatın bir anlamı olurdu…
– Kim verecek bize bunları? – Selahattin ağa kollarını iki yana açtı. Ekrem bey mi?
– Bilmiyorum baba, – diye cevap verdi Fikret. Ama onlara sahip olmak güzel.
– Sen genç bir adamsın, Fikret!.. Ama çocuk da değilsin! İyi düşünmelisin? Söyle bana, Settar’la aynı fikirde değil misin?
– Settar kim ki, onun fikrinde olacağım! Keski Mustafa’nın oğlu işte…
– Peki ne konuşuyordun onunla bu kadar uzun?
– O ormana kaçmayı teklif etti.
– Sen ne dedin?
– Kaçmak da neymiş? Bu küçük köyden kaçan beş altı adam ne yapacak dağlarda?
Selahattin ağa, kokulu tütün çubuğundan birkaç nefes çekti, sonra boğuk bir sesle:
– Sen bu hayatta az şey öğrendin. Fikirlerin göklerdeki bulutlar içinde… Diyorum ki, senin saklanman gerek.
– Kimden?
– Onbaşıdan… Nahiye Kurulu’nun denetiminden. Anladın mı? Saklanmazsan seni savaşa gönderecekler. Bana öyle bakma! Sana hakikatleri anlatıyorum. Üç gün sonra seni askere alacaklar. Ben cahil bir adamım ve ihtiyarım… Kazım bey ve Ekrem bey köyün gençlerini askere göndermeye pek kararlılar. Demek ki olara böylesi lazım. Yarın tan ağarmadan köyden gitmen gerek.
– Nereye?
– Ben göstereceğim!
Ertesi gün Fikret evinde değildi. Ortalıktan kayboldu. Babası bir yerlere göndermişti, ama nereye? Bunu kimseler bilmiyordu. Birkaç gün sonra Selahattin ağanın kapısı çalındı, onbaşı avluya girdi ve Fikret’i sordu.
– O Kök Köz Hastanesi’nde yatıyor, dedi Selahattin.
Onbaşı inanmayarak başını sağa sola sallasa da, başkaca soru sormadı ve ihtiyarın üstüne gitmedi. Kök Köz Hastanesi’ne varmak için dağlar taşlar aşmak gerekirdi. Dağlar ise kaçak kaynıyordu.
Bir ay içinde Bademlik’ten kırktan fazla adam cepheye alındı. Köy, kadınların figanıyla doldu.
Babasından sade ve sert bir eğitim almış olan Dülger Selahattin, kendi oğullarını da korku bilmez yiğitler olarak büyütmüştü. Yaz günlerinde hemen her hafta, ceviz ağacı dibinde Fikret ve Rüstemi güreştirip, izlerdi. Böylece onlara güreş kurallarını öğretiyordu. Eğer onlardan biri kural dışı davranırsa güreşi durdurur, akşam geç saate dek doğrusunu öğretirdi.
Güz gelip de ceviz toplandığı vakitte, Selahattin ağa en üstteki dala çıkıyor, bir şeye yaslanmadan, iki eliyle uzun sırığı cevizlere vuruyor, oğullarına da öyle yapmalarını öğütlüyordu… Selahattin ağa iyi bir avcıydı. Oğullarını sırasıyla avlanmaya götürür, tavşanı kendisi vurmaz, oğlunu teşvik ederdi. Eğer oğlu ilkini kaçırırsa, başka bir tavşanı avlamadan eve dönmezlerdi. Kuru ve sert topraklarda tavşan izi sürmesini; dağlarda gündüzleri çeşitli kuş seslerini ve geceleri vahşi hayvanların dövüşlerini ayırt etmesini onlara öğretmişti.
Rüstem’in tek merakı avcılık değildi. Onun en sevdiği meşguliyeti ata binmekti. At yarışlarının en ilginci düğün günlerinde olurdu. Köyde mert arkadaşı Mehmet’in düğününe epey hazırlık yapıldıysa da türlü sebeplerden ertelenmişti. Sonra babası demirci Kurtbeddin askere alındı. Sol kolunu kaybeymiş olarak döndüğünde karısına:
– Ayşe, dedi, benim kaç yıl daha yaşayacağım belli değil… Oğlum henüz çok genç olsa da, onu evlendirip, bahtını görmek istiyorum. Onun mürüvvetini, evlendiğini görmek istiyorum.
Bundan sonra Mehmet’in düğün günü belirlendi.
Düğünde çok davetli vardı, komşu Gavr köyünden en namlı üç delikanlı geldi. Lâkin Rüstem sakindi, üç gün üç gece Ak– Taban’ı besledi, atı uzun mesafelere koşturup nefes alışını izledi.
Yarış olacağı gün Rüstem atını avluya çıkardı, kaşağı ve fırçayla temizledi, kuyruğunu ve yelelerini sabunla yudu, kuruladı, kuyruğunu ördü ve ucunu düğümleyip bağladı. Öğleden sonra Cuma Camii’nin arkasından geçen dar sokakta gençler toplanmaya başladı. Rüstem ayaklarına Fikret’in çizmesini giydi, başına da kendi astragan kalpağını taktı ve Ak Taban’ın sırtına atlayıp, davetlilerin toplandığı sokağa gitti. Genci yaşlısı nefeslerini tutmuş, kuyrukları bağlı yarışa hazır atları ve genç yiğitleri seyrediyorlardı. Yarışlara alışık olan Ak Taban düğün ziyafeti verilen evin kapısından geçerken heyecanlandı; kibar başını kaldırıp, öne atıldı sonra geriye çekilip şaha kalktı.
Rüstem, atının dizginlerini çekiyor gideceği yöne çevirmeye çalışıyordu. Bu sırada düğün evinden iki genç kız çıktı. Birinin ipek saçları beline dek sarkmış, diğerininki ise bürümceği altında gizlenmişti. Kızların başlarında altın işlemeli fesleri vardı. Boyunlaından altın ve gümüş takıları şıngırdamaktaydı. İpek saçlı kız, Rüstem’e ve atına baktı, arkadaşına dönüp kasıtlı olarak yüksek sesle:
– Atını pek süslemiş. Anlaşılan en arkadan nal toplayıp gelecek, dedi.
Kızlar kıkırdaşıp gülerek çeşmeye doğru yürüdüler. Yüzleri ipek bir peçeyle kapalıysa da, Rüstem onları hemen tanıdı. Sarı saçlı olan, Gülara’ydı. Yukarı mahalledeki Gaffar ağanın kızı; yanındaki ise Kayışçı Nafi’nin kızı Zemine idi.
Bu şaka Rüstem’e dokundu, arkalarından bağırdı:
– Hangimiz nal toplayacak göreceğiz, ben mi yoksa ağan Veysi mi?
Kız durdu, yüzünü azıcık açtı:
– Ağam köye geldiğinde, siz Tarakçı Ali’nin evi yanında olacaksınız!
– Yanılıyosunuz, dedi yiğit, sonra alçak bir sesle sordu: Ya siz Gülara, düğünden niye ayrılıyorsunuz? Ne aceleniz var?
– Niçin soruyorsunuz?
– Yani, dedi Rüstem, kekelemeye başladı Ben bişey diyecektim de…
Gülara şakacıktan:
– Bana mı? Pek acelecisiniz. Haliniz belirsiz. Koşudan nasıl geleceğiniz belli değil!
– Şüpheniz mi var?
– Şüphem yok, öyle olacağından eminim!
Gülara yüzünü peçeyle yeniden örttü. Zemine’nin koluna girdi ve uzaklaştılar.
Önce çalgıcılar, ardından misafirler sokağa çıkıp, çeşmeye doğru yürüdüler. Meydanda halk toplanmıştı, yirmi genç atlarına binmişlerdi, davul ve zurna eşliğinde üçerli sıra oluşturdular, posta yoluna doğru yöneldiler. Genç kızlar kendi aralarında şu ya da bu oğlanı gösterip birbirlerini dirsekleriyle dürterek gülüşüyorlardı. Her biri kendi sevgilisinin yarışta birinci olacağını iddia ediyordu.
Atlılar Asma– Kuyu sokağında sıraya girdiler.
Çeşme önündeki meydanda oyun başladı. Davulcular tokmaklarını aynı ritimle vurmaya başladı. Yüz yaşındaki ihtiyarlardan en küçük çocuklara kadar herkes oynadı. Seyirciler oynamakta olan genç kızların fesleri ve oğlanların kalpakları altına kâğıt paralar kıstırdılar.
Düğünde şarap içip keyiflenen gençler, bellerinden silahlarını çıkarıp havaya ateş ettiler.
Ekrem Bey’in arabacısı Veli ile sünnetçi Osman’ın oğlu İbrahim halkaya girip, ellerini yukarı kaldırarak, Ah Benim Turnam oyunu oynadılar. “Aşağı in!” deyince çömeliyorlar, “yukarı kalk!” deyince kalkıyorlardı.
Bu oyun esnasında iki neşeli köylü, düğün evinden çeşme meydanına iki fıçıyı yuvarlayıp getirdiler, erkeklere şarap ikram ettiler.
Bu şenlik en üst seviyedeyken sesler birden kesildi, herkesin bakışı onbaşı Abdurrahman’a çevrildi.
– Kamçısını havada sallayıp
– Bu nasıl şamata, -diye kemçirdi. Bu nasıl aymazlık? Cephelerde adamlar padişah uğruna canlarını feda etmekteler… Ya siz… burada keyif çatıyorsunuz! Tez çalgıyı toplatın!
Çeşme meydanına bir ölüm sessizliği çöktü ve bu durum epeyce sürdü. Nihayet cemaâtin ortasındaki halkayı aralayıp Selahattin ağa çıktı:
– Abduraman dedi, ardından boğuk bir sesle konuşmaya devam etti, hepimizin oğulları silah altına yollandı. Senin için böylesi azgeldi de bir hafta evvel cephede tek kolunu kaybeden Kurtbedin’in oğlunun düğününü mü yasak edersin?
– Sen sus Selahattin, diye haykırdı onbaşı. Ben senin kim olduğunu bilirim. Sen iktidarın düşmanısın! Zaten seni Sibirya’ya sürmek lâzım!
– Evet bunu yapabilirsiniz, dedi Dülger, bu sizin için kolay bir şey.
– Yeter, karabacak, diye bağırdı onbaşı.
– Yosunlu yeşil bir taşın üstünde oturmakta olan aksakallı Vacip, – Oğlum, yüreklerimiz keder dolu. Cemaât, bedbaht halde. Kurtbeddin şu haliyle oğlunun düğününü yapıyor. Bu düğün kanuna karşı dersin! Allah senin cezanı vermez mi?
– İmparatorluk azap içinde, siz ise davul zurna eşliğinde oynarsınız, dedi, ihtiyar Vacip’e bakıp onbaşı. Kurtbeddin cepheden bir kolunu kaybederek geldi bu doğru, ama köye hastalık getirdiği de doğru. Her gün köyün erkekleri dağlara kaçmaktalar.
– Kurtbeddin değerli biridir, dedi Vacip, onu suçlaman doğru değil!
– O değerli adamın dili pek uzun.
– Allah yazısı. Er kişiye bir ölçü dil bağışlamış. Senin dilin kısa … Lakin bizim başımıza ne kadar belâlar getirdi bilir misin?
– Vacip Ağa, diye öfkeli bir halle dişini gıcırdattı, öyle ki onbaşının boyun damarları şişip kalktı. Ben hükümet temsilcisiyim! Beyaz sakallarına hürmetim olduğuna bakmadan, sizi…
– Sibirya’ya sürerim mi, demek istiyorsun? Beni Sibirya’yla korkutamazsın. Ben orda oldum… iki defa. Aşımı yedim – yaşımı yaşadım. Ben, Abdurrahman, senin deden Nezir’in gençliğini bilirim.
Onbaşı elindeki kırbacı çizmesinin konçlarına yavaşça vurdu, çevresindekileri ititip kakarak Asma Kuyu’ya doğru yürüdü.
– Ağzını tut, dedi Selahattin’e dönüp: Bir daha boş lakırdılar işitmeyeyim.
Onbaşı çıkar çıkmaz zurna çalmaya, insanlar oynamaya başladılar.
İkindi ezanı okunduğunda, Murat köyün aşağısından yani posta yolundan yukarı doğru yorgun– argın çıkageldi:
– Koşudakiler geliyor! Geliyorlar!
Müzik hemen kesildi. Herkes yarışın sona ereceği Asma Kuyu ardındaki kır bayırına toplandı.
Gerçekten de, atlılar Tarakçı Ali’nin tütün ambarının yanından geçip, köye yaklaşmaktaydılar. Bu bayırdan bakarken, yarışçılardan kim önde, kim ikinci, kim en arkada rahatça görülmekteydi. Sokaklar, koşudan etkilenen seyircilerin sedası ile doldu.
– Yularını çek, Veyis! Yularını!
– İşte, işte! Recep!
– Rüstem? Rüstem nerde?
– Heyyy! Allah belâsını..!
– Recep… Yok yok, o değilmiş.
– Kim miş?
– Eğilme sersem! At yorulur, kafan çalışmıyor mu? Heyy, hey, Veyis’e kötek gerek! Öyle durursa at üstünde, arkada kalacak…
Atlılar Ekrem Bey’in evi yanındaki tepeyi aştılar, mezarlığın yanındaki posta yolundan çıkıp doğruca köyün en aşağı mahallesine girdiler. Ağaçların arasında kaybolmuşlardı ki kır bayırındaki seyirciler bir ağızdan bağırdılar.
– Maşallah Rüstem’e! Aferin Rüstem’e!
– Elbette Rüstem! Başka kim kazanacaktı?!
– Selahattin ağa, nereye kayboldun!.. Senin oğlana bak! Oğlun…
Tekrar çeşme başına toplanan cemaât, kenara çekilip atlara yol açtılar. İlk olarak, köpükler içinde kalmış Ak Taban’ın üstünde Rüstem geçip gitti. Ardından Gaspar Halil’in oğlu Veli geldi, Onun ardından Veyis ve Ekrem Bey’in oğlu Şevket göründü. Biraz geçince iki at geldi ama üstlerinde binicileri yoktu. Diğer yedi atlı ise halen ortalıkta görünmüyorlar, yarı yolda kalmışlardı.
İnsanlar kıpırdandılar, birbirlerine karıştılar. Rüstem, Veyis, Veli ve Şevket Cuma Camii tarafından yürüyüp geldiler. Atları heyecanlı, vücutlarından duman çıkıyordu, kâh sağa, kâh sola dizleri kırılarak ilerliyorlardı. Genç ve güzel bir kız, yarışı kazanan gence küçük kadife yastık takdim etti. Bu yastık, koşuda galip gelen yarışçı için hazırlanmıştı. Rüstem adet olduğu üzere; küçük kadife yastığı dişlerinin arasına kıstırdı, at üstünde dostları ile birlikte sokak sokak dolaştı. Genç kızlar, yiğitlere deste deste çiçekler verdiler, atların üstüne güller serptiler.
Bu kalabalık içinde gözler birden Gaffar ağanın kızına döndü, Gülara, elinde karanfil buketi, kalabalık arasından gözleri yere bakar halde yavaş yavaş Rüstem’in yanına geldi.
– Bu çiçekleri size en samimi duygularımla, yürekten takdim ediyorum Rüstem. -dedi gülümseyerek, gizlice ilave etti: Sizin birinci olacağınızdan hiç şüphem yoktu. Bana incinmeyiniz, Rüstem!
Rüstem sağ kaşının üzerine düşen kalpağını düzeltti. Bir tutam kıvırcık saçı rüzgarda dalgalandı. At üstünden aşağı eğilip Gülara’nın elinden çiçekleri alırken cilveli gözlerine aşkla baktı.
– Teşekkür ederim, Gülara, dedi yavaştan. Doğrusu, sabah atım hakkındaki sözlerinizden biraz kederlenmiştim. Bu karanfilleriniz kalbimi sevinçle doldurdu. Gülara, dedi ve daha da eğilerek: Ben bu akşam Teselli’de sizinle görüşmek isterim.
– Siz? Benimle mi?
– Gelir misiniz?
Kız cevap vermedi. Peçesini çekip yüzünü örttü, arka arka geri çekildi. Bu ne demekti… Rüstem anlam veremedi, tekrar düşünceli bir hal almıştı, sonra kamçısını alıp atının sağ yanına indirdi, Cuma Camii yönüne sürdü.
Çalgıcılar tekrar düğün yerine döndüler. Bazıları onların ardından gitti, içmek isteyenler şarap fıçılarının başında kaldılar.
Rüstem kendi evlerine gelince attan indi, kapı önünde duran Selahattin Ağa Ak Taban’ın üstündekileri indirdi, yularından tutup üzerindeki teri soğuyuncaya dek bir o yana bir bu yana dolaştırdı, ardından ağıla götürüp istediği gibi rahatlasın diye onu kendi başına bıraktı. Rüstem’in yanına geldi biraz övgü dolu sözler ettikten sonra hataları için uyardı.
– Sana kaç kere anlattım, eyer üstünde doğru ve dik otur dedim. At koşarken öne eğiliyorsun. Niçin? Bunun ne faydası var? Dizlerinle atın böğürlerini sık ki, at güçlü bir jokeyi olduğunu sezsin. Çuval gibi sallanmak olmaz. Ondan sonra ne diye dizginleri boş bırakırsın? Onları kısa tutacaksın. O vakit at yavaşlamaz. Eğer eyerde bu günkü gibi oturmaya devam edersen bir daha at yarışlarına katılmana izin vermem.
– Ben hepsini biliyorum baba, heyecanlanınca insanın aklından her şey çıkıyor…
Gelecek koşularda Ak Taban’ın üstünde otururken kurallara tam uyacağına söz verip, yukarı kata çıktı Rüstem. “Düğüne gitsem mi, diye düşündü, pencerenin önünde durup…
Karanlığa gömülmekte olan dağlara baktı. Orada, dağlarda, Gülara’nın güzel gözleri göründü. Kulaklarında onun çekingen sesi çınladı: Siz? Benimle mi? derken dudaklarında hoş bir tebessüm oluşmuştu. “Gülara sen nasıl da güzelsin!” diye fısıldadı kendi kendine.
Düğüne gitmedi, sedir üzerine sessizce uzanıp yattı. Teselli’de olabilecek görüşmeyi hayal etti. Gelir mi acaba, diye kendi kendine sordu ve hemen cevap Verdi, belki gelir! Gelse… Pekiyi ama evvelden beri mukaddes olan kuralları bozmaya nasıl cesaret eder? Hayır, çok düşünmeye gerek yok. Gülara cahil bir ailede yetişmedi. Babası öğretmen okulunu bitirdi. Petersburg’da okudu ve çalıştı. Oraya karısını ve çocuklarını çok defalar götürdü, orada yaşadılar. Gelir!.. Gelir!
Teselli köy kenarında, dağ içinde, kaynak bir pınar. Görüşmek için gayet uygun bir yer, Gülara şimdi güğümünü eline alır, pınardan su almaya gelir. “Neredeydin, diye sorar ona anası, “Su almağa vardım” diye cevap verir, vesselam!
Gözyaşı gibi arı, çini gibi parlak, buz gibi soğuk su içmek isteyen insanlar bir mil uzaktaki Teselli’ye varmaya erinmezler. Vay, o su! Yerin derinliklerinden ufak çağıltılarla kaynayan, gizli sesler çıkaran o acayip su! Böylesi yalnız Bademlik’te var. Ve ona, o pınara ikindi vaktiyle akşam namazı arasında gidilir.
Köyün üstündeki yüksek dağlar Buyka ve Gotfrid’in tepesine alacakaranlık iyice çökmeye başladığı zaman, Rüstem Teselli’ye yollandı. “Henüz erken, lâkin sabrım kalmadı” dedi kendi kendine, dar sokakta yürürken.
Lâkin boşuna öyle düşündü. Sivri kaya yanındaki dar aralıktan geçerken Gülara’yı gördü. Genç kız bakır güğümü kumla ovmakla meşguldü. Rüstem’in ayak seslerini işitince arkasını döndü ve onu çoktandır beklediğini sezdirmemek için güğümü çarçabuk pınarın altına soktu.
– Geldiniz, öyle mi Gülara, dedi Rüstem. İçindeki heyecanını gizlemeye çalıştı. Ben korktum, gelmezsiniz sandım. Çeşme meydanında ricama cevap vermediniz!
Kızın kaşları çatıldı. Gözlerinde korku sezildi.
– Lakin red de etmedim… dedi.
– Elbet reddetmediniz. Onun için teşekkür ederim, Gülara!
– Ben uygunsuz davrandım. Erkek ile görüşmek için Teselli’ye geldim. Bu töreye uygun değil.
– Töreler, evet! Lakin Gülara, ben sizi çok görmek istedim! Rüstem şaşırdığından sağ potininin ökçesiyle yeri oydu, sonra yeniden üzerini kapattı. Kuralları sen değil, ben bozdum!
– Bugün siz herkesi geçtiniz, dedi Gülara: yastıkçığı kazandığınız. Siz kahramansınız!
– Ben bahtlıyım. Yastıkçığı kazanmamış olsam, ellerinizden o çiçekleri alamayacak ve o hoş sözlerinizi işitmeyecektim. Kısacası, sizi bulamazdım.
– Siz beni kayıp mı etmiştiniz?
Bu sual Rüstem’i çaresiz bir vaziyete soktu. Ne diyeceğini bilemedi. Kız bu köyün içinde doğdu ve onsekiz yıllık ömrünü burada geçirdi. Rüstem bu vakte kadar Gülara ile karşılamayı arzulamış mıydı? Hayır. Ne onu düşünmüş ne de bir başkasını hayal etmişti. Evlilik onun hiç aklından geçmemişti. Selahattin ağanın sert kanatları altında büyümüş olan Rüstem aşkı hiç düşünmemişti. “Dağa git! Odun getir! Atları çayıra sür!” Birbiri ardına hergün olup duran bu işlerden aşkı düşünmeye hiç vakti kalmamıştı. Nereden bilecekti bu zarif duyguları? Duyguları sessizce uyuyordu. Fakat her şeyin bir vakti var. Genç kız ona kırmızı karanfilleri verince önce onda tatlı bir heyecan uyandı. Kalbinde susup duran sevgi gözlerini açınca da Gülara’yı gördü.
Kız pınarın altından güğümü çekti ve üzerine yapışan ıslak kumu yıkamaya başladı.
– Yok. Ben sizi yeni fark ettim, diyebildi Rüstem.
Bu sözleri işitmek Gülara’nın çok hoşuna gitmişti, ama biraz da kayıtsızca gelmişti, utandı. Utandığı için başka lafa geçti.
– Erkek kardeşim size çok kızıyor, diye ortaya laf attı Gülara, Ne yaptınız ona ?
– Bir şey de… şaka yaptım. Atı geride kalmasın diye onun atına iki kez kamçı vurdum. Bunun için darılmak olur mu?
– Atı tökezlemiş, yığılıp kalıyormuş
– Bunu fark etmedim, dedi Rüstem.
Genç kız sustu, kardeşiyle ilgili laf açtığına pişman oldu.
– Gülara, dedi Rüstem, ne konaşacağını kendisi de unuttu. Siz ormana kızılcık toplamaya gidiyor musunuz?
– Niçin soruyorsunuz?
– Ben yarın dağa gideceğim. Belki siz de katılırsınız. Veyis, siz ben üçümüz.
– Fena olmazdı. Lâkin annemi ikna etmek güç
– Neden?
– Dağda kaçaklar çok diyorlar.
– Korkuyor musunuz? Hepsi köyümüzün gençleri. Eğer onlarla karşılaşacak olursak sadece yiyecek isterler.
– Siz onları hiç gördünüz mü, Rüstem?
– Gördüm. Babamla dağa giderken evden ekmek götürüyoruz. Eğer onları görmezsek, Selim dayının kulübesinin yanındaki kayın ağacının dibine bırakıyoruz, sonra kendileri gelip alıyorlar.
– Her gün cepheye adam gönderiyorlar, dedi kız düşünceli, düşünceli. – Yalnızca gençleri değil… Belki yarın birgün babamı da alırlar diye korkuyorum. Diyorlar ki, Ekrem Bey, köyümüzden kırk adam göndermeye söz vermiş. Rus çarının gözüne girmek ister. Allah, bu dangalağın belâsını versin!
– Cepheye kırk adam daha gitse, onun tarlalarında tütünü kim toplayacak? Kim kurutacak? Sabahları onun çayırlarını biçmek için köyün yarısından fazlası yollara düşüyor. Mevsimlik işler için yüzlerce Ukraynalı geliyor. Cenge kimleri yollayacak?
– Ondan memnun olmayanları…
– O bir tek Kâzım Bey’den memnun. O da tütün toplamaz
Bu arada kaya ardından bir atın ayak sesleri ve birilerinin konuşması işitildi. Gülara aceleyle ayağa kalktı ve güğümü alıp uçuruma asılı sokaktan aceleyle eve döndü.
II
Savaş devam etmekteydi. Köyün gençleri cepheye gittiler, ahali için yaşamak ölümden beter oldu. İhtiyaçlar, Dülger Selahattin’in evinde de hissedilmeye başlandı ve Rüstem’i, Celal’in tütün tarlasında çalışmaya mecbur etti. Bademlik’de sık sık vergi ve icra memurları görülmeye başlandı. Volost idaresi köylülerin atlarını ve sığırlarını alıp götürdüler. Rüstem de Ak Taban’dan mahrum kaldı. Bütün aile gece demeyip, gündüz demeyip çalıştılar ve yiyeceklerinden kısıp nihayet çelimsiz bir at aldılar. At öyle zayıftı ki bütün kaburgalarını saymak mümkündü, ince boynu kemikli başını zor tutuyordu. Selahattin ağa bu atı yaz boyu besledi. Sonbahar geldi, ardından kış… Gündelik ihtiyaçlar, Bademlik köylülerinin boğazını sıktıkça sıkmaya devam etti.
Bahar geldiğinde yeniden ortalık yeşermeye başladı, Dağlarda ormanlar çiçeklendi, ahali de yeniden ümitlendi.
Sabahtan akşama kadar işlerle boğuşan Rüstem, kız ile seyrek görüşüyordu. Ama sürekli onu göresi geliyordu. O sebepten tarla dönüşlerinde, yarlar başında onu hatırlayarak yürüyordu. Haziran akşamlarından birinde Gülara’ya rastgeldi.
Kayaların arkasından ansızın peydâ olan genci görünce şaşıp kaldı Gülara..
– Bu saatte burda ne yapıyorsunuz, dedi Rüstem’e titrek bir sesle. – Vayy, öyle korktum ki… kaçaklardan biri belledim.
– Ben çoktan burdayım. Sizi bekliyorum.
– Bişey mi oldu?
– Sizsizlik bana pek güç… Gülara!
– Ah, Rüstem! Bana güç değil mi?
Rüstem kıza durumunu anlattı:
…Fikret ise günlerdir ortalıkta yok. Kimi zaman geceleri geliyor, tan ağarırken çıkıp gidiyor ve haftalarca görünmüyor. Kimseye bir şey söylemiyor, benim ağam tuhaf. Onu dağlarda gizlenip durur bellerdim. İki gün önce bize Settar ağa geldi, o da Fiket’i uzun zaman görmemiş.
– Öyleyse, Fikret nerede pekiyi?
– Bilmiyorum. Korkarım, gene Şevket’e takıldı.
– Ekrem Bey’in oğluyla mı? Gülara hayrete düştü. Onunla ne işi olabilir?
– Geçen sene Fikret, Şevket’in kardeşi Zeynep’le evlenmek istemişti, babam razı olmadı.
– Zeynep güzel kız ve akıllı, dedi Gülara. Onun huyları ağabeyine benzemez.
– Şimdi evlenme vakti değil!
– Siz çok değiştiniz Rüstem. Sizden korkmaya başladım.
– Neden Gülara? Ben korkunç biri mi oldum?
– Hayır, ama son zamanlarda yönetim aleyhine lâflar etmeye başladınız.
Aşağıdaki çayır tepeciğinden ansızın Fikret’in başı göründü. Gülara korkuyla bir çığlık attı, derhal güğümü eline alıp kaçacak oldu. Fakat Rüstem onu kolundan tuttu. O anda Gülara güğümün içindeki suyu boşaltıp tekrar pınarın altına koydu.
– Geç vakitte burda ne yaparsın, dedi Fikret kardeşine, çitten atlayıp inmişti. Gülara’yı görünce kurnazca gülümsedi. – A– a… sevgi, özlem! Selâm aleykûm Gülara!
– Aleykûm selâm Fikret ağa!
– Sesiniz çıkmıyor. Teselli susulacak yer değil. İnsanların birbirlerine hassas işleri açıkladıkları yer.
– Ben, Gülara’nın güğümü dolsun diye bekliyorum.
– Güğümü doldu, dedi ironiyle.
Rüstem, Fikret ağabeyinin sesini duymamış gibi ona cevap vermedi.
– Nereden geliyorsun? Anam senin için endişeleniyor?
Gülara bileğini güğümün sapına geçirip yola çıktı, ikisiyle de vedalaşıp eve gitti. Fikret güya kızın dediklerini işitmemiş gibiydi, cevap vermedi.
– Anam ne oldu da, benim için meraklandı?
– Kendileri git dediler, ben de gittim. Daha ne yapmam lazım, desinler onu da yapayım.
– Anam huzursuz, bunu anlaman lazım.
– Öyleyse niçin beni oraya– buraya göndermek istiyorlar?
– Savaşlarda ölmeni istemiyoruz.
– Niçin beni mutlaka ölecek diye belliyorsunuz?
– Yok… Niçin mi? Çar uğruna kan dökülmesine karşıyım, sadece ben değil.
– Çar için değilse, ya kim için ölmek lazım.
– Bizi fakir olmaktan kurtaracak gaye için…
– Öyle gâye var mı?
– Settar ağanın fikrince var!
– Settar hayal görüyor: Fakirler hakimiyeti, zenginler hakimiyeti… bunları nerden bulup çıkarır bilemiyorum. Babamın kafasına saçma şeyler sokuyor.
– Sen ne diyorsun Fikret, senin aklın başında mı?
– Kendime yetecek kadar başımda. Settar nereden “fukaralar hakimiyeti” çıkardı. Köyde yalınayak ve çıplak insanların çokluğunu bildiğinden, onlar arasında bir yer edinmek ister.
– Sen nesin, fukara değil mi?
– Fukarayım, lâkin öyle olmaktan bezdim, yaşamak istiyorum.
– Nasıl? Köylülerden bağ bahçelerini alıp, sahibi olarak mı?
– Niçin köylülerden? Kendim de elde edebilirim.
Pınar başındaki bu sohbette Rüstem öz kardeşinin dünyaya ve hayata bakışını anladı. Pek üzüldü Fikret daha büyüktü. Rüstem onun yanında çocuk sayılırdı. Ama fikirleri bir değildi.
– Zenginlik iyi şey, dedi Rüstem. Fakat başkasının emeği ile kazanıldığında değil. Sen Şevket ile çok yıllar dost– arkadaş oldun. Zeynep’in peşinden koştun. Sırça köşkteki hayatla tanış oldun, demek etkilendin.
– “Sırça köşkteki hayat.” Fikret kardeşinin sözlerini öfkeyle tekrarladı. Ukalalık yapıyorsun ama burnun boklu, halen mülâhaza edersin.
– Benim burnumla alıp– vereceğim yok, dedi Rüstem, Ama senin kafanda ne var ne yok anlamak için çok şey bilmeye gerek yok. Daha iki yıl evvel Şevket’le sen İstanbul’a gidip üniversitede okumaya hazırlanıyordun. Niçin gitmedin?
– Gitmedim, o benim bileceğim iş -dedi Fikret, acıyla. Ama Zeynep’i bu işe karıştırma. Gülara, onun bir tırnağı bile olamaz, geceleyin dağlarda gezip dolaşıyor, töreden korkmuyor.
Rüstem’in içinde engelleyemediği birşeyler kıpırdandı, söylenenler yüreğine inecekti, yumruklarını sıktı, az kalsın ağabeyinin üzerine atılacaktı.
– Ben Gülara’yı seviyorum, dedi ve bunu kimseden gizlemiyorum, vakti geldiğinde kızın babasının ve anasının huzuruna çıkıp onu isterim. Ama senin gibi Ekrem Bey’in sarayında itilip kakılmam.
– Sen bana ahlâk dersi verme! Ona ihtiyacım yok, omuzlarım üzerinde kendi kafam var.
– Var… lâkin boş görünüyor!
Fikret diklendi… Bir süre ters ters bakıp sonra ellerini ceplerine sokarak dere boyundaki kıvrılıp giden sokak boyunca yürüdü. Gölgesi kaybolunca Rüstem taşın üstüne oturup düşünceye daldı. Fikret ile böyle tartıştığı için pişman oldu. Her halükârda ağabeyi idi…
Bir süre sonra arkasında bir hışırtı işitip, döndü… Fındık ağaçları arasında Gülara’yı gördü.
– Siz gitmediniz mi diye sordu Rüstem hayretle. Demek ağam ile lakırdımızı işittiniz!
– Yok! dedi kız. Ben evdeydim, sofadan sokağı gözledim, eve gittiğinizi görmek istedim. Lâkin aşağı sokak boyu tek Fikret ağa geçti. Duramadım size geldim.
– Fikret nereye gitti gördünüz mü?
– Gördüm eve gitti!
– Oturunuz Gülara! – Rüstem taş üzerinde kenara çekilip ona yer verdi. Azıcık da olsa yanımda olunuz ben çok sıkıntılıyım.
Gülara onun yanına oturdu.
– Size anlatacak şeylerim çok, Rüstem. Ama bizim hep acelemiz var, konuşmaya vakit bulamıyoruz. Tez zamanda savaş bitecek derler. Eğer biterse, Petersburg’a gitmek istiyoruz. Lâkin babam… benim garip babamdan haber yok, askere alındı. Ne yapmalıyız bilemiyorum.
– Savaş bitecek diye kim söyledi?
– Settar amca, evvelsi gün cepheden geldi. Savaş biterse bizimle Petersburg’a gelir misiniz Rüstem?
– Ben orada ne yaparım Gülara?
– Benim üvey ağabeyim Enver ne yaparsa siz de onu…
– Enver okumuş adam, ben ise…Savaş başladığından beri okul kapalı.
– Babama yardım edersiniz. Kendisi antikacı dükkanını tekrar açacak.
– Babam razı olmaz dedi Rüstem. Kaçıp gitsem annem üzüntüsünden ölür.
– Bu köycükte, bu kayalar arasında ebediyyen kalacak mısınız?
– Savaş bitince hayat başka olacak diyorlar, Gülara! Lâkin kim için? Babam savaşlardan sonra iktidarlar değişir, diyor. Bunu babam söylüyor. Ama gerçekte ne olacak kim bilir!
Rüstem sustu, gecenin hoş seslerini dinledi.
– İşitiyor musun Gülara? Bu gözyaşı kadar berrak suyun gizli nağmelerini, kaynayan suyun etkileyici nefes alışını? Bu yamaçlara ve kayalara bakınız! Giderseniz bunları göremeyeceksiniz. Böyle güzellik başka yerde yok. Biz bu güzel yerde doğduk.
Derenin aşağı tarafından tanıdık bir ses işitildi:
– Gülara! Kız Gülara!
Genç kız aceleyle taşın üzerinden kalktı.
– Bu anam, dedi. Sağlıkla kalınız Rüstem! Siz aşağı yoldan gidiniz. Bizi kimse görmesin!
Gülara aceleyle gitti. Rüstem biraz daha oturdu, sonra o da eve doğru yürüdü, ama ağabeyi ile karşılaşmadı.
Fikret avlu kapısına geldiğinde babasına rast geldi. Selahattin ağa komşu avluda onbaşı Abdurrahman’ın geldiğinden haberdar olmuştu, oğluna ortalıkta görünmemesini söyledi.
– Tavşan Dere’deki çayıra git, dedi ona Dülger. Oradaki barakada bekle. Gece olunca ben geleceğim. Sessiz gecede at arabasının tıkırtısını işitince, Tarakçı Ali’nin tütün ambarları yanındaki köprü altına in, birlikte pazara gideriz.
Fikret eve girmedi. Keski Mustafa’nın bahçesinden çayıra doğru giderken, yüksek meşe ağacının dibindeki kaynak su başında Settar’a rastgeldi.
– Sen misin Settar, diye fısıltıyla sordu, karanlıkta karşısındakini zor seçiyordu. Geç saatte burada ne yapıyorsun?
– Yavaş ol! dedi Settar sinirlenip, adımı demesen olmuyor mu? Kimi arıyorsun?
– Kimseyi… Çayıra gidiyorum.
– Niçin Çayıra? Evde bir şey mi oldu?
Onbaşı, Zeytullah ağanın avlusunda dolanıyor, dedi Fikret yakınlaşıp, sen kimi arıyorsun?
– Ondan mı kaçıyorsun?
– Babam Kızıl Yar’a gidelim der.
– Pazar yerine mi? Bu mümkün değil, Süyren boğazında kontrol var. Seni yakalarlar.
– Babam yan yoldan gitmek istiyor.
– Yan yol Süyren’den sonra başlıyor, dedi Settar, oraya kadar tek bir yol var.
– Bilmiyorum babamın emri öyle, dedi Fikret.
– Baban emretse de… Sen çocuk değilsin. Kendin düşünmelisin!
– Neyi düşünmeliyim? Savaşı nasıl bitirebileceğimizi mi? Onu yapacak adamlar başka, o güç yok bende.
– Dağdan niye kaçtın, diye sordu Settar. Orada kimler gizleniyor Ekrem Bey’e yetiştirmek için mi?
– Ben acımdan ölüyordum, size niye ihanet edeyim. Bunun bana bir yararı yok.
– Ne yapmak istiyorsun, diye sordu Settar.
Fikret omuzlarını kaldırdı. Belirgin bir fikri yoktu.
– Kendim de bilmiyorum. Kızıl Yar’a gidip bakayım… Belki savaş bana dokunmadan geçer. Ama dağa gitmek istemiyorum, yok ben öyle yaşayamam!
– Dağdakiler, sence ne? Haydutlar mı?
– Haydut değiller. Açlar, yolda rast geldiklerini soyuyorlar.
– Kimi soyuyorlar ahmak! Haberin var mı? Piştovunu Fikret’in burnuna doğrultup sağlı sollu salladı. Dağda çeşitli adamlar var. Hepsinin düşüncesi bir değil. Herkesi birden kötülemeye hakkın yok.
– Ben akıl yürütmeyeyim. O bende de yok, sende de!
– Fikir yok, doğru! Onu kazanmak gerek, dedi Settar. Ama sana uğramaz.
– Fikret çekilip yoluna giderken
– Ben buraya seninle görüşmeye gelmedim, tesadüfen karşılaştık, dedi.
– Tamam git! Belki bir yere ulaşırsın! – Settar piştovunu kuşağına tıktı. – Benim kendi yolum var. Savaş gördüm…. Sonra askerden kaçtım. Kendi kardeşlerime karşı savaşmak istemedim. Babamın evine değil, dağa geldim. Biz orda üç beş adam değiliz. Gizleyeceğimiz şey yok, kapılarımızı örtmeden duracağımız vakitlerimiz çok olacak, ama ne uğruna güreş tutuyoruz bilmeliyiz. Biz Bademlik’in garip ve fakir halini görmekten yorulduk. Onu eziyetten kurtarmak isteriz.
– Kurtarılabilir mi?
– Kurtarılır. Şimdi Karpat eteklerindeki savaş meydanında öyle adamlar var ki, eziyetten kurtulmanın mümkün olduğuna eminler. Onun için gayret gerek. Bademlik’te cesur adamlar yok değil.
Settar torbasını arkasına vurdu, sokak boyu babasının evine doğru gitti. Fikret köyün batı tarafındaki bayırı tırmanmaya başladı.
Rüstem Teselli’den eve geldikten sonra, ambarın saçağı altında duran yüklü arabayı gördü, içinde testi, tırmık, bir kaç çuval kızılcık, üvez, ahlat vardı, arabanın yanı başında yerde atın koşun takımı duruyordu.
Yukarı sofaya çıktı, soyunup Mithat’ın yanına yattı. Gözlerini kapayıp uykuya geçerken, bahçeden bir ses işitildi. Sessizce doğrulup bahçeye baktı. Ceviz ağacına bağlı at, saman yiyordu.
Babası atı bugün eve getirmişti, bir aydan beri meradaydı. Demek uzak yola çıkacaktı. Selahattin ağa önceleri Fikret’i yanına alırdı. Şimdi Fikret yoktu. Lâkin Rüstem’e “sen benimle gideceksin” demeye hiç hevesi yok. Neden acaba?
Gecenin bir vakti, avluda bir tıkırtı duyuldu, nedir diye merak edip Rüstem kafasını kaldırıp pencereden baktı, annesi avlu kapısını kapatmıştı. Saçak altındaki araba şimdi yoktu.
– Ana! dedi Rüstem cılız bir sesle, babam nerde?
– Pazara gitti.
Tenzile yenge kilerin kapısına yöneldi.
– Tek mi gitti?
– Tek gitse ne? Korkacak mı?
Biraz sonra Tenzile merdiven aralığında Rüstem’in dibinde peyda oldu: Fikret’le gitti, dedi gizliden. Fikret Tarakçı Ali’nin tütün ambarları yanında bekleyecek. Kadın tekrar basamaklardan aşağı inerken: Sen uyu! Kimseye sezdirme, dedi.
Sabah Mithat Rüstem’i böğründen dürttü.
– Araba yok! At yok! Babam nereye gitti?
– Pazara!
Mithat’ın dudakları titredi, hırslanıp ağladı:
– Ne getireyim diye bana sormadı bile, babam!
– Sen artık çocuk değilsin. Getirmezse bir yerin şişmez, dedi Rüstem. Aşağı sofaya indi, çarığını giyip Ekrem Bey’in çayırına çalışmaya gitti.
Tütün tarlasındaki işçibaşı adet olduğu üzere hep tarla sahibinin akrabası olurdu. O işçileri karşılardı. Bugün kapı önünde Ekrem Bey’in kardeşi Abdullah duruyordu.
– Ooo nereye geldin, Pazara mı? diye bağırdı Rüstem’e. İşe tan ağarırken gelinir. Geciktiğin için ücretinden keseceğim. Çabuk ol!
– Ben vaktinde geldim, diye cevap verdi Rüstem
Yürüyüşünü değiştirmeden Abdullah’ın yanından geçti. Omuzlarında çapaları, tütün tarlasına girerken kadınlara ve erkeklere dönüp baktı. Hepsi de çalışmaya isteksiz göründüler, Rüstem’e. Herhalde, Abdullah onlara da çemkirmişti.
Ukraynalı genç kadın Nastasya Tukalenko kuru otlar üzerine oturmuş ağlıyordu.
– Rüstem onun yanına gelip ne oldu, seni kim incitti, diye sordu.
– Vatanıma dönmek istiyorum, dedi kadın, kazandığım paramı vermiyorlar. Mektup aldım, ablam ölüm döşeğindeymiş. Onunla görüşmek, vedalaşmak gerek. Yola çıkacak param yok. İşveren güz gelince gidersin diyor.
– Ama güzün ablanız dünyadan göçmüş olur belki!
Arkadan Abdullah’ın sesi duyuldu.
– Kazık gibi ne dikilip duruyorsun? Senin yerine kim çalışacak?
Rüstem bu sözlerin kendine söylendiğini anladı. Türk’e göz edip kadına sordu:
– Bunun kuyruğuna kim bastı?
– Nastasya şaşırarak bilmiyorum diye cevap verdi. Bugün o, adeta canavar gibi!
Abdullah Rüstem’in sözlerini işitmedi, lâkin dudaklarının hareketinden ve kötü bakışından kendisinden söz edildiğini sezdi, parmağını salladı.
– Ben seninle sonra konuşurum!
Genç adam ona cevap vermeye kalkışınca yanındaki ihtiyar işçi onu dürttü:
– Bırak, Rüstem, dedi. Onlarda para var, kuvvet ve kanun var. Bizde birşey yok.
Rüstem Sefer ağanın sözünü tuttu, belini hiç doğrultmadan tütün diplerini çapaladı. Başkaları da öyle, birbirleriyle konuşmaya korktular. Abdullah tarla boyu kurt gibi dolanıp durdu, öğle yemeği için eve gidince insanlar rahat bir nefes aldı. Soluklanmak ve bişeyler yemek için yere oturdular.
Öğleden sonra Abdullah’ın yerine Şevket geldi. Bu tıknaz genç başına püsküllü bir fes geçirmiş; tütün işlerinden anlayan biri değil, yorulan biri belini biraz doğrultsa hemen çemkiriyor. Artık ikindi namazı yaklaştığında kendisi de yorulup durdu ve köylülerin evlerine gitmelerine izin verdi. Bitkin haldeki ırgatlar, çapalarını tarlanın bir köşesine bırakıp evlerine dağıldılar.
Rüstem dere başında durup elindeki fışkınla parlak çizmelerini temizlemekte olan Şevket’in yanında durdu:
– Beyefendi lütfediniz, bu kadına yardım ediniz, dedi, ardından gelen Nastasya’yı işaret edip. Ablası hasta… Ölüm döşeğindeyken varıp görmek istiyor, yol parası yokmuş.
– Onun için sen niye dertleniyorsun? Kadının kendi dili var.
– Abdullah ağanın kendisine yalvardım, dedi Nastasya Tatarca! Ama o razı olmadı!
– Demek ki öyle gerekiyor. Abdullah amca ne yapmak gerektiğini bilir. Parmağı ile Rüstem’in başını göstererek kafası seninki gibi boş değil, dedi.
Rüstem’in yüreği sıkıştı, gövdesi titredi. Şakaklarındaki damarları zonkladı.
– Sizce sadece beyler akıllı, bizlerin yani kölelerinizin kafaları boş, öyle mi?
– Siz karabacaklarda akıl nerden olsun? – Şevket elindeki fışkını Rüstem’in burnuna doğru sallayıp kahkaha ile güldü, kıyafetine bak, maskaralık akıyor, ama sen Gülara’nın peşinden koşup duruyorsun..
Şevket böyle söyleyip sonra posta yoluna çıkmaya niyetlendi, arkasını döndü. Rüstem yerinden kımıldamadı. Üzüntü ve keder dolu yüreği öfke dolmuştu. Şevket’in geniş omuzlarına baktı, baktı. Bey oğlu, Rüstem’in bakışını kendi üzerinde hissettii, ona tekrar dönüp:
– Ne beklersin? Lâf bitti!
– Yok, bitmedi, dedi Rüstem.
– Ne? Gülara’nın peşinden yürüdüğünü inkâr mı etmek istersin?
– Sana ne ondan?
– Şu ki, o kızla asla evlenemeyeceksin!
– Ben mi? Rüstem biraz öne atılıp, Şevket’in boğazına yapıştı. Niçin evlenemeyeceğim? Söyle!
– Çek şu pis ellerini! diye sinirlendi Şevket. Pişman olursun!
– Sen buraya daha dün geldin. Benim küçük garip dünyama karışıyorsun. Elimde bir tek Gülaram var, onu da tutup almak mı istersin!
Rüstem, onun sağ elmacık kemiğine güçlü bir yumruk indirdi. Şevket bir kaç adım geriye savruldu, sonra yere yığıldı. Düştüğü yerden derhal bileğine dayanıp, sağ dizi üstünde yukarı kalkarken ayağı kaydı, uçurumdan aşağı kayıp, dere içine yuvarlanıp gitti.
Rüstem, ne olup bittiğini anlayamadan hayli vakit derenin içini gözetip durdu, karanlıkta bir şey göremedi, sadece köyün üstündeki sarkık Buyka kayaları gizliden inildemekte ve yanındaki dere suyu inceden seslenmekte idi. Oraya gitmeli miydi, belki de kaçmalıydı. Nereye? Nasıl? Çıkışa doğru bir kaç adım attı, yumuşak bir şeyin üstüne bastı. Eğildi, yerde, toz içinde Şevket’in püsküllü fesi durmaktaydı. Ayağını arkaya doğru gerdi, hızla fese vurdu. Fes sahibinin peşinden dere içine yuvarlandı. Rüstem yola çıktı. Köprüden geçtikten sonra durdu, uzun uzun düşündü geri döndü. Eve değil, köyün batısında uzayıp giden yüksek kırlığa doğru yürüdü.
Ertesi gün Mithat köydeki bütün evleri dolaşıp Rüstem’i soruşturdu. Hiç bir yerde bulamadı. Kök– Köz’e Seyyare’nin evine de vardı. Rüstem orada da yoktu. Bağatır’daki Uman ablanın evine varıp sordu. Rustem’i orada da kimse görmemişti. Tenzile yenge üzüldü, kederlendi, gözyaşları döktü.
Bu ağır günlerin birinde eve Özenbaş’tan, Kekre Mevlüd geldi. Bu adam, iki yanına zembiller bağlı atın üstünde köy köy gezip ucuz fiyatla yumurta satın alır, Yalta’ya götürüp satar, geçimini böyle sağlardı.
– Mevlüd ağa, bizim Rüstem kayıp, dedi ona Tenzile yenge ve gözlerinden gene yaşlar boşandı. Babası pazara gitmişti, bundan haberi yok. Gelince üzüntüsünden ölür. Yalta’ya gideceksin değil mi? Yalvarırım size, bize bir iyilik yapınız! Mithat’ı yanınıza alınız, belki ağasını orada bulur.
Kekre Mevlüd pek üzüldü:
– Büyük şehir içinde Rüstem bulunur mu? Kimden soralım? Kim ne bilsin? Belki gemiye binip Batum’a gitmiştir. Savaş zamanı!
Bedbaht kadın dizleri üstüne çöktü ellerini göğe açtı:
– Rüstem bulunmazsa, ben deli olurum, dedi Tenzile. Yalvarırım size, Mevlüd ağa!
– Pekâla!.. Mithat benimle gelsin, dedi Mevlüd. Lâkin ben Autka[10 - Autka: Çehova– Yalta] vadisinden geçerim. Oğlunuz daha çok genç. O, dik ve sarp yollardan geçebilir mi?
– Geçerim diye bağırdı Mithat, sofanın önünden; hemen çarıklarını ayaklarına geçirdi Tenzile yenge Mevlüd’e lakşa çorbası[11 - Lakşa çorbası: Erişte ve kuru fasulye ile yapılan bir tür çorba] ve sütlü çay ikram etti. Kekre çorbayı içerken, köylerdeki tavukların azalmasından şikâyetlendi.
Öğleden sonra Mevlüd yola çıktı. O, atının dizginini tutarak önde, çocuk ise ardında gittiler.
Altı gün, altı gece geçmişti ki, Mithat dönüp geldi, ağasını bulamamıştı. Rüstem’in kaybolmasından bu yana on altı gün geçmişti, Dülger Selahattin arabasıyla çıkıp geldi.
Baba yorgun atını suvardı, buğday çuvallarını, kuyruk yağı keselerini ve diğer erzakları taşıdı, işleriin bitirmeye yakın Rüstem’in hiç görünmediğini farketti, hayretle:
– Rüstem nerede, diye sordu Mithat’a.
Kederinden çöp gibi incelip kalan Tenzile yenge höykürerek ağlamaya başladı.
– Rüstemimiz yok, kayıp!
– Kayıp! Bu ne demek şimdi?
Arabayı boşaltıp, atı ağıla aldıktan sonra, Mithat babasına, ne oldu, ne bitti hepsini anlattı.
– Senin pazara gittiğin gün, Rüstem işten dönmedi. İki haftadan beri onu Nahiye İdaresi arıyor.
– Nahiye İdaresi mi? Niçin?
– Rüstem Şevket’i dövmüş. Önceleri öldürmüş diyorlardı, halbuki, Kök Köz Hastahanesi’ne alıp götürüldüğünü görenler var. Rüstem’i bulsalar hapishaneye kapatacaklar.
Sofa önündeki sedirin üstünde oturan Selahattin bu haberi işitince kahroldu, önünde tütüp duran kahvesini içmeyi unuttu. Ağzındaki çubuğunu bir kaç defa fokurdatıp çekti, sonra gidip, ağıldaki atını çözdü, dizginini tutup, avlu kapısına doğruldu. Yola çıktıktan sonra, durdu:
– Fikret’i askere aldılar, dedi, gözlerinde biriken yaşları gizleyerek, başını önüne eğdi. – Fikretimiz yok, Rüstem de…
Dülger, bunları mırıldanarak duvarın ardında gözden kaybolurken karısı birden sendeleyip taş basamaklar üstüne yıkılıp kaldı. Selahattin bu sahneyi görmedi.
Mithat anasını zar– zor çekerek içeri alabildi, sedirin üzerine yatırdı. Evin içini derin bir hüzün kapladı.
Dülger gece yarısı dönüp geldi. Yüzü tekrar açılmış, gözlerinde bir ışıltı hasıl olmuş gibiydi. Sessiz halde yatan karısını gördükten sonra yeniden kederlendi, eli ayağı tutmaz oldu.
– Fikretim! Rüstemim, diye inledi anaları, Oğullarım… nerelerdesiniz?
– Rüstem sağ– selâmet, dedi ona Selahattin usulca.
Tenzile yenge derin uykudan uyanır gibi gözlerini açtı, heyecanlandı, gövdesini kocasına çevirdi.
– Sağ– selâmet? Rüstemim sağ– selâmet mi? diye ağlamaya başladı, nerden öğrendiniz?
– Kök– Köz’e varıp geldim. Orda, Sivastopol’de oğlan. Damadın ağabeyi Sait– Celil öğrenmiş, “Rüstem burada, dert etmesinler ama köyde kimsenin haberi olmasın” demiş.
Tenzile hem kederinden hem sevincinden ağlayıp inledi. Rüstem’in esenliğine sevinmişti, Fikret’in ise askere gitmiş olmasına kahr oldu.
– Onu nasıl aldılar?
– Bizi Süyren’de durdurdular. Askerler yolumuzu kesti, kimliklerimizi istediler. Fikret’e işaret ettim. Arabadan atlayıp, bağa– bahçeye kaçtı, lâkin yanlış sokaktan gitti, onu bulup, Bahçesaray’a getirdiler. Orada Fikret gibi çok kişi vardı. – “Siz, gidiniz, baba!” dedi Fikret. – “Bundan kurtulmak mümkün olmaz!” Ben oradan ayrılıp pazara yalnız gittim.
– Bahtsız evlatlarım! Tenzile yenge gene ah çekti. İkisinden de mahrum kaldık. Rüstem’e bir varıp gelsek, onunla görüşsek fena olmaz. O daha çok genç, ateşli! Başımıza bir belâ daha açmasın!
– Ben, belki bu günlerde giderim, dedi Selahattin ve ilâve etti: Ringolot eriği olgunlaştı. Pazara götürüp satsam, bir kaç gümüş kazanmak, yol masrafını çıkarmak mümkün, lâkin at… bu çelimsiz atın Sivastopol’e varmaya gücü yeter mi?
Sabah horozlar ötmeye başladığında, pencerenin camlarına gümüş renkli ay ışıkları düşmüştü. Selahattin kilimin üstünde, başının altına bir yastık koyup yattı. Yorgunluk üzüntüsünü bastırdı ve hemen uyuyup kaldı.
Yarın onu ne bekliyordu, belli değildi. Her şey sürekli değişip durmaktaydı. Lâkin Allah’ın idaredesiyle mi oluyordu bütün bunlar? Selahattin Allah’ı inkâr etmiyordu, ama beş vakit namazını da kılmıyordu. Camiye sadece cuma günleri gidiyordu, o da Keski Mustafa’dan utandığından… Dülger evlatlarını okula vermişti ama harp başlayınca okullar kapandı. Bu duruma içi yanmaktaydı. Erkekler, çeşme başında toplanıp, kendi aralarında konuşurlarken Keski Mustafa’nın oğlu Settar hakkında konuşulmaya başlandı, Selahattin’in onu daima savunuyor olmasına diğer köylüler şaşırıyordu.
Settar yenilikçi hareketlerde yalnız değildi, köyde başkaları da vardı.
Settar bazı geceler dağdan köye indiği vakitlerde, gizliden Selahattin’in evine girip çıkıyordu ve laf arasında, bu savaş beyler aleyhine bitecek diyordu. Dülger bu savaşın bitmesini sabırsızlıkla bekliyordu.
Bugün Selahattin tan ağarırken uyandı. Kahvesini içtikten sonra, atını suvarmaya götürdü, dönüp gelirken evinin önünde onbaşı Abduraman’ı gördü.
– Senin Nahiye İdaresine varman gerek, dedi Selahattin’e ve bıyığının ucunu burdu.
Nahiye İdaresi Bademlik’ten on iki mil uzakta, Özenbaş ve Kök– Köz ırmaklarının birbirleriyle buluştuğu yerdeydi.
– Orada ne yapacağım?
– Bilmiyorum! Lâkin hatırlatmak için bir daha gelmem, bilesin, dedi onbaşı, sonra çekip gitti.
Selahattin sakalını sıvazladı, düşüncelere daldı.
– Rüstem için olmalı, dedi Tenzile.
Dülger cebinden kesesini çıkardı, çubuğunu tütünle doldurdı ve sigarasını tüttürerek avlu duvarını geçip gitti.
Nahiye İdaresine yaklaştığında öğle saati çoktan geçmişti. Taşköprü yanında, atlardan koşumları çıkarılmış arabaların yanında sakalları uzamış askerler yatıyorlardı.
Selahattin köprü üstünden geçti, iki katlı taş binaya doğru yürüdü, her iki tarafında yüksek beyaz kapılar olan koridor boyunca bir sürü insan bekliyordu. Kimi ziyaretçiler uzun kaftanlarını başlarının altına koymuş, yere uzanmışlardı, kimileri ayakta sırtlarını duvara yaslamışlar, yavaşça bir şeyler konuşuyorlardı. Hiç kimse bu yaşlı adama bakmadı. Dülger iki kere koridor boyunca ağır ağır ileri geri yürüdü; nihayet kapısı biraz aralık olan odalardan birinin önünde durup içeri baktı, masada oturan jandarma komiseri Malinin’in kel kafasını gördü. Selahattin ağa kapıyı açtı çekingen bir şekilde sordu:
– Beni çağırdınız mı, Malinin efendi?
Masa başında koltuğuna yaslanmış oturan Malinin, beyaz kostümlü, karakul kalpaklı genç ile lâflamaktayken, birden yüzü ciddileşti, elindeki kalemini ters çevirip masa üstüne vurdu, kaşlarını çattı, kibar ve kararlı bir ifadeyle:
– Çağırdım. Gir!
Dülger içeri girdi. Uzak yoldan yürüyüp geldiği için ayakları ve bedeni sızlamaktaydı, yanıbaşındaki boş sandalyeyi görünce, sevindi, oturmaya niyetlendi, Malinin hiddetlenip, yumruğunu masaya vurdu:
– Kalk, diye bağırdı Dülgere. Burası kahvehane değil!
Selahattin derhal kalkıp duvar kenarına çekildi.
– Nureddin efendi! dedi Malinin Tatarca, beyaz kıyafetli adama dönüp: Bu adam Rüstem’in babası. Tanıyor musunuz?
– Tanırım, dedi Nurettin efendi: Bademlikten…
Koltuk üzerinde, ayaklarını göğe doğru uzatarak Selahattin’e güzel kara gözlerini çevirdi, Malinin, – Rüstem nerede, diye sordu
– Bilmiyorum, dedi Selahattin.
– Alıp– götürüp, sakladın! Şimdi nereye sakladığını unuttun mu?
– Ben pazar yerindeydim. Döndüm geldim… Baktım Rüstem evde yok.
– Kimin malını alıp gidip sattın?
– Özümün. Testi, tırmık… Kimin olacak?
– Malinin yumuşak ve hilekâr bir sesle devam etti, Rüstem’i kendin alıp gittin, kaçırdın! Öyle mi? – .
– Ben kimseyi kaçırmadım. Fikret’le gittim.
– Nerede Fikret?
– Askerlikte.
Malinin Nurettin efendiye göz ucuyla baktı. Nurettin efendi ise gözlerini aşağı indirip, sesiz kaldı.
– Rüstem, hürmetli Ekrem Bey’in oğlu Şevket’i öldürdü. Haberin var mı?
– Selahattin’in yüreği sıkıştı, yüzü bembeyaz oldu.
– Yok… Benim oğlum… Şevketi mi?
– Rüstem’in yerini söylemezsen, sen kürek cezasına gideceksin! Düşün, bak! Aklını başına devşir.
Malinin böyle dedikten sonra, ayağa kalktı, ileri geri yürümeye başladı. Selahattin dikkat ve merak ile bakarken, Nureddin efendi de yerinden kalktı. İnce, uzun bıyığını serçe parmağı ile sıvazladı, sonra kapı üstündeki anahtarı bir kere çevirip kilitledi, duvarda asılı örme kamçıyı eline aldı.
– Malinin efendi, dedi ince sesiyle, Siz bu karabacaklı ile pek nezaketli konuşuyorsunuz. Oğlunun nereden geçip nereye gittiğini bilmeyen baba… Öylesini gördünüz mü? Haydi, yakına gel diye çemkirdi Dülger’e.
Selahattin yerinden kıpırdamadı. Başını aşağı eğdi, sustu. Sonra tekrar:
– Ben, Rüstem nereye kayboldu bilmiyorum, dedi
– Bilmiyorsun demek?! Hayretle sordu Nurettin efendi; kamçısını Selahattin’in yüzünde şaklattı. Dülger titredi, ayakları boşaldı… duvara dayanıp kaldı. Sen ancak böylesinden anlarsın. Kamçısının sapı ile çenesinden dürttü, Dülgerin. Şimdi? Rüstem nerede anlatacak mısın? Yoksa, elin ayağın zincirle bağlanıp Sibirya’ya gitmek ve orada çürümek mi istiyorsun?
İhtiyar zar– zor gözlerini açtı, karşısındaki beyaz gömlekli, ince bıyıklı kişiye fersiz gözlerle baktı. Burnundan ve yarılmış yanağından kan akmaktaydı.
– Bilmiyorum, dedi işitilir işitilmez bir sesle. Ben Rüstem’i görmedim.
Yüzbaşı Selahattin’e tekrar kamçı ile vurdu. Yüzüne, sırtına, ayaklarına… nereye rast gelirse, oraya vurdu. Dülgerin bedeninde yaralanmayan yer kalmamıştı, nihayet yere yığıldı, bir daha da ayağa kalkamadı.
Nurettin efendi örme kamçısını köşeye bıraktı.
– Alıp çıkınız ve hapse atınız, dedi Malinin’e. Peşinden oğlu gelmezse çıkarmayınız!
Malinin koridora çıktı. Beş dakika sonra iki asker ile dönüp geldi. Biri Selahattin’in kollarından, diğeri ayaklarından tutup, alıp gittiler.
Dülgeri iki gün– iki gece sorguya çektiler, vahşice köteklediler. Tenine yanan sigara bastılar. Lâkin, “bilmeyrim” sözünden başka bir şey işitemediler. Üçüncü gün Dülgeri çıkarıp serbest bıraktılar.
Akşam üstü Selahattin, Bademlik’e ezgin ve yaralı vücuduyla zar zor geldi. Arabanın kapısını açtı, avluya girerken iki adım atmıştı ki, başı döndü, meşe ağacı gibi, güm diye yere yıkıldı.
III
Sivastopol körfezinin doğu tarafındaki iskeleye yakın mahallede Han avlusunun etrafında tek katlı binalarda fırınlar, kahvehaneler, bozahane ve meyve ambarları var. Han avlusunun sahibi Kök Köz köyünden Seyit Celil, yani Seyyare’nin kayın biraderi.
Seyit Celil bu şehre altı yıl evvel gelmiş, lisede iki yıl okuduktan sonra parası yetmediğinden okuldan ayrılmış. Nereye gideceğini, ne yapacağını bilmeden gezelediği vakitte, Nahimov caddesindeki kahvehanede tesadüfen tüccar Karaim Mangubi ile tanışmış ve onun manifaturacı dükkânına ayakçı olarak işe girmiş. Bir yıl geçmeden, işverenin oğlu ile kavga edince işten kovulmuş. Seyit Celil tekrar işsiz kalmış. Bir süre sonra, küçük kardeşi Bilâl’in yardımıyla bir manav dükkanı açmış. Dükkânda satacağı meyveleri, Yakusidi’nin Hanındaki avludan gelip geçen köylülerden ucuz fiyata aldıklarından temin ediyormuş. Yakusidi çoluksuz – çocuksuz, soyu– sopu olmayan yalnız yaşayan ihtiyar bir Rum.
Bu Rum, günlerden bir gün Seyit Celil’i kendi evine misafirliğe davet etmiş. Yemek yenip, kahve içildikten sonra alışveriş konusunda sohbete başlamışlar. Yakusidi, delikanlıya:
– Evlenme fikrin var mı? diye sormuş.
– Bu hususu henüz düşünmedim diye cevap vermiş Seyit Celil, sonra ilâve etmiş, acele etmek istemiyorum.
– Kim ile yaşıyorsun?
– Tek başıma.
İhtiyar eski koltuk üzerinde hayli vakit düşünceli oturduktan sonra Seyit Celil’e dönüp “sen kendi dükkânını kapat, benimkinde çalış” demiş. “Ben senin ananı– babanı bilirim, iyi insanlardır. Sen de biliyorsun, benim ihtiyar karım kısa zaman önce vefat etti. Yalnızlık bana çok zor geliyor”.
Seyit Celil itiraz etmek istemiş:
– Ben sizin için uygun bir yardımcı olabilir miyim? Bende hiç sermaye yok!
Bu cevap üzerine ihtiyar, Seyit Celil’in omuzunu tıpışlayıp:
– Bana sermaye değil, iş yapacak adam gerek! Senden sermaye talep etmiyorum, diye eklemiş.
Bu görüşmeden sonraki bir hafta içinde Seyit Celil dükkânındaki meyveleri satıp bitirmiş, bina sahibi ile hesabı kesmiş, Yakusidi’nin yanına gelip ticari ortaklıkları hakkında mukavele imzalamışlar.
Seyit Celil ile dört ay çalıştıktan sonra yardımcısının becerikli ve dürüstlüğünden emin olan Yakusidi, zeytin getirmek için Suhum’a gitmiş. Geri dönüp gelmemiş. Celil, Suhum şehri yöneticisine, jandarma idaresine kaç defa mektuplar yazmış. Cevap olarak, “1849 senesi doğan, Yakusidi Harlampiy İvanoviç Suhum’da hiç bir vakit bulunmamış ve yaşamamıştır…” diye yazılar gelmiş. Ne ettiyse ihtiyar Rumun kaderi hakkında bilgi edinememiş, böylelikle Han Azbar’ının sahibi olmuş.
Bir gün sabaha yakın vakitte, Seyit Celil’in ambarına dağ yemişleri yüklü, branda çekilmiş bir araba gelip girdi. Arabadan mavi kalpaklı, pantolonu uçkurlu köylü bir delikanlı indi, kahvehane sahibinden Seyit Celil’in hangi evde yaşadığını öğrenip, kapısına gitti.
Seyit Celil uykusundan kalktı, kapıyı açtı. Yarı uykulu gözlerle bakarken, tanıdığı bir çehreyi görünce şaşıp kaldı.
– Hayırdır Rüstem? Niçin böyle zayıfladın, dedi misafire.
– Beni beklemiyordunuz, dedi genç. Ben biliyorum.
– Kimle geldin?
Seyit Celil ve Rüstem hanın iç avlusundan çıktılar, köylerden gelen meyve arabaları ve şehir müşterileri arasından yol bulup taş döşeli geniş yoldan deniz kenarına indiler, sonra çakıllı sokak boyu gittiler.
Celil yüksek demir kapı önünde durdu, Rüstem’e heyecanlı gözlerle baktı.
– Evvelâ İdare’ye girelim dedi. Sen yanımda duracak ve hiç lafa karışmayacaksın! Şimdi laflamaya değil, çalışmaya geldin. Sandler’e tek gereken geniş omuzlar, güçlü eller, onu da Allah sana bağışlamış.
– Ben gayret ederim, Seyit Celil ağa dedi Rüstem. İşimden dolayı yüzünüz kızarmaz.
Avluya girdiler. Kapıları açık binalar içinden çekiç vuruşları, tornavida ve eğelerin gıcırtıları işitilmekteydi. Pencereleri kapalı büyük atölye arkasındaki kalın bacadan sarı kurum ile karışık akçıl kıvılcımlar çıkmaktaydı. Avlunun sağ tarafı açık, deniz kenarına bakıyordu, kıyıda duran sandallar, kayıklar ve yatlar dalgalar üstünde ağırdan sallanıyorlardı. Burnu ezik eski gemi güvertesinde yağlanmış kıyafetleriyle işçiler paslı zincirlerle gemiyi yanaştırıyorlar. Alt güverteden hüzünlü bahriyeli türküleri işitiliyordu. Avlunun ortasında hamallar arabaya demir ızgaralar ve dökme demir saclar yüklüyorlardı. Etrafta, durmak bilmez işlerin sedası yankılanmaktaydı.
Seyit Celil ve Rüstem ofise girdiler.
Açık pencere yanında beyaz çehreli, küçük kafalı, uzun boylu bir adam durmaktaydı. Avludaki arabalara mal yükleyen hamallara bazı talimatlar veriyordu. O anda kapının açıldığını ve olan bitenleri işitmedi. Belki işitmiyor değil, ehemmiyet vermiyordu. Seyit Celil selâm verdikten sonra heyecanlanıp, aceleyle onlara döndü:
– İşte, benim size bahsettiğim kişi, Yakov Samsonoviç, dedi, Celil. Ben ona kefilim!
Yakov Samsonoviç Rüstem’i baştan– ayağa süzdü.
– Kaç yaşındasın, diye sordu ondan.
– Yirmi, onun yerine Celil cevap verdi.
– Mesele şöyle, dedi Sandler koltuğa oturup, delikanlıyı işe alırım, çünkü onu Mangubi tavsiye etti. Sizi de Seyit Celil, çoktandır bilirim. Eminim ki yüzümü kara çıkarmazsınız.
– Ben âlicenaplığınızı hiç bir vakit unutmam, dedi Celil, nezaketle eğildi.
– Atölyemizde insanlar mühim işlerle meşgul, diyerek sözüne devam etti Sandler: Benim her bir işçinin hareketlerini rapor etmem gerek…
– Yok, canım, siz, Seyit Celil bir şeyler açıklayacak oldu ama, Sandler pencereye döndü ve onu dinlemedi.
– Nahodkin’i çağırınız, diye seslendi.
O sırada sarı kıyafetli, yüzünü ince kırışıklıklar kaplamış, köse sakal biri aceleyle ofise girdi.
Sandler, Rüstem’i gösterip:
– Şu delikanlıyı Andrianov’a takdim ediniz, ona çilingirlik öğretsin. Siz de göz– kulak olunuz! Sakın boş durmasın, dedi.
– Pekala, Yakov Samsonoviç, dedi Nahodkin, Rüstem’e işaret edip, çıktı, Rüstem de onun peşinden gitti.
Seyit Celil Sandler’in elini sıkıp vedalaşırken:
– Teşekkürler, Yakov Samsonoviç! Önümüzdeki pazar günü bana uğrayınız! Acayip güzel vişneler olacak.
Sandler memnuniyetle gülümsedi. Rüstem o günden itibaren büyük şehrin işçileri arasına katıldı, yoğun bir işe gömüldü.
Gemi atölyesindeki iş onun için başlangıçta ağır, hatta tuhaf ve anlaşılmaz göründü. Bademlik’te sabahtan akşama Ekrem Bey’in tütün tarlasındaki belini büken işlerden sonra, akşam eve ayaklarını zar zor sürükleyerek dönüyordu. Ama orada, o küçük köyde doğmuş, kendine yakın kişiler yaşamaktaydı, onlarla lâkırdı edip, kalbindekileri paylaşabiliyordu. Burada, demir dövme sesleriyle birlikte tek tek atölyeleri dolanıp, kimin ne ile meşgul olduğunu gözleyip, çalışanları azarlayan, her şeyi Sandler’e yetiştiren Nahodkin’in kemçirmelerini işitiyordu. Böyle bir kaç ay geçtikten sonra, tesviyecilik Rüstem’in merak sardığı zanaat oldu. İlk vakitlerde atölyelerdeki Tatarlar ile sık– sık görüştü, bir süre sonra iyi bir ustabaşı olan Andrianov’a alıştı, onun bilgi ve tecrübesini benimsemeye başladı, o temiz kalpli bir adamdı, bildiklerini içtenlikle aktarmaya çalışıyordu. Rüstem yeni zanaati tez öğrendi. Onun gayreti Andrianov’un hoşuna gitmişti. Nahodkin’in bile heyecanla: – ”Bu kara Tatar işe pek sarıldı” dediği işitildi. İhtiyar ustabaşı, Rüstem’e bakarken, onun derin ve esrarlı işleri olduğunu seziyordu. Coşkulu ve canlı Rüstemi, nelerden dolayı hüzün kaplıyorsa, ansızın dalgın ve düşünceli bir adama dönüşüyordu. İşçilerin bazıları onun pazar günleri sokakta başı önde yürüdüğünü görüp: “Hayırdır, Niçin böyle mutsuzsun, diyorlardı… Rüstem gerçeği söylemek-den kaçınıyor, şakayla karşılık verip kurtuluyordu.
İkinci güz de sessizce geldi. Birgün sabahın ilk saatlerinde atölyede beklenmedik bir biçimde Sandler peyda oldu. Novorossiysk yakınlarında zarar gören bir geminin acele tamir edilmesi için sipariş alındığını söyledi.
– İki aylık mühlet veriyorum, dedi işçilere. Vaktinde bitirirseniz, maaşlarınızı arttırırım. Bitiremezseniz bana lâzım değilsiniz!
Başka bir şey söylemedi. Ellerini arkasına bağlayıp çıkıp gitti. İşçiler ve ustalar birbirlerine bakıştı, omuzlarını indirdiler, bir şey demediler.
Akşam İnkerman Kayaları üstünde bulutlar koyulaşmaya başladığı saatlerde Andrianov ve Rüstem işten çıkmaya hazırlanıyorlardı.
– Senin içini bir şey kemiriyor, dedi delikanlıya, ustabaşı. Ne, acaba?
– Sizinkini, Sergey Akimoviç, bir şey kemirmiyor mu? diye cevap verdi Rüstem.
– Kemirir… şüphesiz!
– Öyleyse, niçin ben ayrıcalıklı olmak zorundayım?
– Sen, konuşmuyorsun, insanlardan kaçıyorsun. Ben her konuda baban kadar yakınım sana. Seninle açık açık konuşalım. Benden bir şey gizlemen için sebep yok!
– Ben sizi sever ve size güvenirim, dedi Rüstem.
– Öyle ise, seni üzen ne?
– Beni?.. Bir dakika… Bunu nasıl anladınız?
– Gizleme! Ben hepsini seziyorum, dedi Andrianov. Köyde işlerin yolunda mı?
– Ekrem Bey’in oğluyla yumruklaştık.
– Ekrem? Yel değirmeninin sahibi, öyle mi? Değirmenin mekanizmasını biz yapmıştık… Hayrını görmesin!
– Jandarma idaresi bizim ihtiyarları sorguya çekiyormuş.
– Nerden öğrendin?
– Köyden gelip– gidiyorlar. Onlardan.
– Yazık… Ama bu konuda ben sana yardım edemem. Bademlik’te Ekrem gibiler çok mu?
– İki adam.
– Baban gibiler?
– Dört yüz yetmiş.
Andrianov düşünceli, başı öne eğik halde sözüne devam etti:
– Böyle hayattan memnun musun? Yüzlerce erkek ve kadın tan ağarırken işe başlayıp, akşam karanlığına kadar iki beyin tarlalarında çalıştıktan sonra, kazandıkları parayla ailelerini zor geçindiriyorlar. Sence bu olacak iş mi?
Ustabaşı ile çırak, sokak boyunca ağır ağır yürüdüler. Sol kıyıdan denizin dalgaları vurmaktaydı… Balık dükkânı yanında Rüstem durdu, sad ve alçak gönüllü ustasına dikkatle baktı.
– Bademlikteki hayat, diyorsunuz! Rüstem iç geçirip, öyle hayatlar tek Bademlik’te değil, dedi.
– Yok, tek orada değil. Sen Ekrem Bey’in oğlunu köteklemişsin. Böyle beyler Kök– Köz’de de, bizim Berdânsk’ta da, Rusya’nın her köşesinde varlar. Hem sizin Ekrem’den daha zenginler. Hepsi bizim emeğimizin geliriyle yaşıyorlar. Savaş meydanında kanlarını– canlarını verenler de bizim kardeşlerimiz!
– Komşumuz Settar, “bu zulüm tezden bitecek…” diyordu. Ne vakit bitecek, kendi de bilmiyor. İnsan dünyaya yaşamak için gelir. Biz yaşıyor muyuz?
– Daha iyi bir hayat elde etmek için, hep birlikte gayret gerek, dedi Andrianov. Bizim atölye…
Bu sırada dükkanların ardından, gece nöbetindeki jandarmanın düdüğünü işittiler. Sergey Akimoviç lafını yarı kesti:
– Başka görüşmemizde konuşmaya devam ederiz, dedi. Şehir terazisi yanında birbirlerine hayırlı geceler dileyip, ayrıldılar.
Bir hafta geçtikden sonra, dinlenme saatinde Sergey Akimoviç avludaki boş kutu üstünde yaşlıca biriyle yanyana oturmuş lâflamaktaydı. Konuştuğu kişinin sağ elinin iki parmağı kesik, kafası keldi… Rüstem demirden çitlere ayağını dayamış, çizmesinin üstündeki balçığı sıyırıp temizlemekle uğraşıyordu, adam ona gizliden göz ediverdi. Bu adamı ilk defa görüyordu, lâkin ikisinin konuştuğu konuyu sezinledi. “Sergey Akimoviç’e her şeyi açıktan– açığa anlatıp bitireyim… bu doğru olur mu acaba” diye düşündü Rüstem. “Seyit Celil ağa her vakit tembihliyor, ‘geçmişten konuşma’ diye. Ben ise hiç dilimi tutamıyorum… Yok asla Sergey Akimoviç beni satmaz. Öylelerinden değil”.
Rüstem diğer çizmesini de temizlemeyi bitirirken, kesik parmaklı adam hiddetle ayağa kalktı, var sesi ile haykırdı:
– Efendiler! Beni dinleyiniz, dedi. Petrograd’da Çar tahttan indirildi. İşittiniz mi, arkadaşlar! Beni işittiniz mi? Memlekette artık monarşi yok!
Andrianov adamın koluna girdi, atölyenin içine doğru çekti:
– Sus, Fedor! dedi ona sessizce. Niçin gürültü çıkarıyorsun! Ne olacağını biliyor musun?
Kesik parmaklı adam daha yüksek sesle bağırdı.
– Susmayacağım! Yeter! Gardaşlar! Devrim diyorum! Petrograd’da Devrim oldu! Çar tahttan indirildi. Niçin susuyorsunuz?
Kalabalık çalkalandı, gürüldedi… Çarşı ortasında toplanmaya başladılar. Yeni haber atölyelere hızla dağıldı. Çalışanların hepsi dışarı çıktılar.
– Allah aşkına, Fedor’u alıp gidiniz, diye yalvardı Andrianov. Burası miting yeri değil. Dağılınız! Başımıza belâ açacaksınız!
Meşin şapkalı, yaşlı biri yüksek sesle bağırdı:
– Devrim dersin! Lâkin nasıl devrim, düşünüp baktın mı?
Fedor tekrar bağırarak:
– Despotizme son! Devrim, Kardaşlar! Nihayet, bizim zamanımız geldi!
İşçilerin bu heyecanlı gürültüsü arasından, Nahodkin’in kulakları sağır eden sesi duyuldu:
– Susun, iblisler! Dağılın diyorum size!
– Yaklaşma, dedi ona Fedor. Sen, bu fener direğine asılacaksın!
Nahodkin öfkeyle bağırdı:
– Alın onu! Bağlayın ellerini!
Güçlü kuvvetli üç kişi, Fedor’u yakalamak istediler, lâkin işçiler alel– acele onun çevresini sardı, itekleyerek avlu kapısından yola çıktılar. Onun kaçmasına yardım ettikten sonra atölyelerine dönüp geldiler.
Rüstem ustasına:
– Bu ne demek oluyor, Sergey Akimoviç, diye sordu, tezgahın başına geçti. Bizde artık hükümet yok mu?
– Hükümet var, diye cevap verdi yutkunarak, lâkin Çar hükümeti değil.
– Nasıl bir hükümet? Biz şimdi kim için çalışacağız?
– Üzülerek söyleyim ki yine Sandler için çalışacağız.
Atölyelerde derin bir sessizlik oldu. İnsanlar henüz işittikleri haber konusunda ne düşüneceklerini bilemediler. Nahodkin’in çehresi apak, gözleri kıpkırmızı bir haldeydi, kalbi çarpmaktaydı. Günün sonunda, tesviye atölyesindeki genç usta Kazantsev “Hepsi bitti! Hükümdarlığın sonu geldi”
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/aladin-samil/teselli-69499957/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
notes
1
Kızıl Kazak Alayı : (Çervonnoye Kazaçestvo: Червонное казачество) Kızıl Kazaklar – İç Savaş sırasında Ukrayna’da, Güney ve Güney– Batı cephelerinde çalışan ve daha sonra Sovyet Sosyalist Ukrayna Cumhuriyeti’nde görev yapan Kızıl Ordu’nun en büyük süvari birliklerinden birinin ortak adıdır.
2
Çirçik– Özbekistan’da; adını yanıbaşında akan ırmaktan alan küçük bir şehirdir.
3
Chinabad (Чинабад /узб. Chinobod) – Özbekistan’ınn Andijan bölgesinin Balıkçı Bölgesinde bulunan küçük bir kasaba.
4
Bogdan Khmelnitsky: Zaporozhsky Ordusu Başkamutanı , askeri lider, siyasi ve devlet ileri geleni. Kazak isyanının lideri.
5
Fergana Vadisi’nden (özellikle Özbekistan’ın Siriderya bölgesinde) ayrıldıktan sonra Siriderya nehrinin sol kıyısında bir ova olan, Güney Açık Bozkırları.
6
Metropol pazar yeri. Burası Ukrayna’nın güneyine doğru kıvrımlı ve sarp yollardan gidilen, bir zamanlar Kızıl– Yar denilen ticaret merkeziydi.
7
Kaytarma: Kırım Tatar oyun ve müzik sanatının amblemi olan ve Kırım millî oyunları içinde geçmişten günümüze toylarda, nevruz, hıdırellez gibi kültürel miras olarak karşımıza çıkmaktadır.
8
Volost İdaresi: İlçe yönetim kurulu. Rusya İmparatorluğu’ndaki köylülerden vergi tahsil eden idari birim.
9
Kuzgun– Çokrağı: Kuzgun Kaynağı
10
Autka: Çehova– Yalta
11
Lakşa çorbası: Erişte ve kuru fasulye ile yapılan bir tür çorba