Özbek Edebiyatı Yazıları

Özbek Edebiyatı Yazıları
Karakaş Şuayip

Prof. Dr. Şuayip Karakaş
Özbek Edebiyatı Yazıları

SÖZ BAŞI
“Özbek Edebiyatı Yazıları” adlı kitap, 1996-2020 yılları arasında yayımlanmış olan yazılardan meydana gelmektedir. Kitap, evvelâ üniversitelerin Çağdaş Türk Lehçeleri ve Edebiyatları, Türk Dili ve Edebiyatı ile Türkçenin Eğitimi bölümlerinde okuyan öğrenciler için yardımcı olabilecek yazıları ihtiva etmektedir. Kitap, aynı zamanda Türk dünyasının 20. yüzyıldaki siyasî ve edebî hayatına ilgi duyan herkese hitap etmektedir.
Kitaptaki yazılar, genel olarak evvelâ Rus idaresi altında kalan Türk topluluklarının Çarlık ve Sovyet dönemlerinde nasıl bir hayata mahkûm edildiklerini ve sınırsız bir hürriyet ve mutlak bir adaletin cenneti olarak takdim edilen Sovyetler Birliği’nde gerçekleştirileceği iddia olunan “her bakımdan eşitlik”, “hürriyet” ve “halkların dostluğu” prensiplerinden neyin anlaşılması gerektiğini izah etmektedir. Yine bu yazılar, Sovyet ideolojisine iman ettirilen insanların nasıl bir muamele ile karşılaştıklarını, Özbek edebiyatının 20. yüzyılda yetiştirdiği şair ve yazarların hayat ve eserleri üzerinden ortaya koymaktadır.
Yine bu yazılarda, Türkistan’ın istiklâl ve istikbâli üzerinde düşünen Ceditçilerle birlikte Sovyet ideolojisini eserlerinde terennüm eden kalem sahiplerinin de ne kadar zor şartlar altında eser vermeye zorlandıkları, görüleni ve düşünüleni değil, bilâkis görülmesi ve düşünülmesi emredilen şeyleri “şeklen millî, rûhen sosyalist” sanat anlayışıyla yazmak mecburiyetinde kaldıkları söz konusu edilmekte; aynı zorlama sebebiyle gerçekten kabiliyet sahibi olan şair ve yazarların resmî ideolojiye muhalif oldukları için susturuldukları görülmektedir. Komünizmi gerçekleştirmek bahanesiyle Rus kültürü dışında hiçbir millî değere hayat hakkının tanınmadığı, insanların iyi, güzel ve faydalı olan bütün değerlerin sadece Rusların eseri olduğuna nasıl inandırıldıkları, buna mukabil Rus olmayan milletlerin her şeyleri inkâr edilerek nasıl aşağılandıkları, bu uygulamaları itirazla karşılayanların nasıl ikna edildikleri (!), bu yazılarda işlenen konular dolayısıyla görülmektedir.
Çok zengin bir tarihî mirasa sahip bulunan Özbek edebiyatı, elbette bu yazılanlardan ibaret değildir. Bu kitaptaki yazılar, Özbek edebiyatının 20. yüzyıldaki macerasının sadece küçük bir kısmını hikâye etmektedir. 20. yüzyılda eserler vermiş olan Özbek fikir ve sanat adamlarının hayat ve eserleri üzerinde Türkiye’de yapılmış ve yayımlanmış olan çalışmalar son derecede sınırlıdır. Bunda, üniversitelerde, daha ziyade lehçelerin grameri üzerinde yapılan çalışmaların öne çıkmış olmasının önemli bir rolü bulunmaktadır. Hâlbuki gramer çalışmalarıyla birlikte çağdaş Türk dünyası edebiyatı araştırmalarının da aynı şekilde devam ettirilmesi gerekmektedir. Zira edebiyat, yaşanan hayatın kendisi ve hafızası durumundadır. Bunun için de edebiyat araştırmalarının devam ettirilmesi, bugün nasıl bir dünya ile karşı karşıya bulunduğumuzu anlayabilmek bakımından büyük bir önem arz etmektedir. “Özbek Edebiyatı Yazıları” adlı kitabın bu maksada hizmet edeceğini ümit ediyoruz.
Bu yazıların kaleme alınması ve kitap hâlinde yayımlanması fikri, sevgili hocam ERCİLASUN Bey’e aittir. Bana, Türk dünyasının edebiyat kapılarını açtıkları için kendilerine minnettarım. V. Savaş YELOK ile Tolga ARSLAN yazıları toplayıp tertip ettiler. Bengü Yayınları mensupları ise kitabı yayımlamak nezaketini gösterdiler. Bu sebeple, kitapta emeği bulunan herkese teşekkür ediyorum.

    Prof. Dr. Şuayip KARAKAŞ
     İstanbul Aydın Üniversitesi Öğretim Üyesi

20. YÜZYIL TÜRK DÜNYASI ÜZERİNE BİR DENEME

Bu yazıda, Türk dünyasının 20. yüzyıldaki siyasî ve edebî macerası, ana hatlarıyla ele alınacaktır.
Türkler, 20. yüzyıl boyunca, maşrıktan mağribe uzanan geniş vatan coğrafyasında, dünyada adı bilinen hemen hemen bütün milletlere karşı istiklâl ve istikbâl mücadelesi vermek zorunda kaldılar. Diğer milletlerin tarih boyunca şahit olmadıkları rejimleri, maruz kalmadıkları katliamları, bu yüzyılda bizzat yaşadılar.
Yendiler, yenildiler; bir ölüp, bin dirildiler. Top yekûn imha edilerek unutturulmak istendikleri sırada, tarih sahnesine her zamankinden daha kalabalık bir kadro hâlinde yeniden çıktılar.

A. Türk Dünyasının 20. Yüzyıldaki Siyasî Panoraması
20. yüzyıl, bütün Türk dünyası için çok önemli hâdiselerle dolu bir devri ifade eder. Türklerin kurdukları en büyük devlet olan Osmanlı devleti, bu yüzyılın başlarında yıkılmış, yerine Türkiye Cumhuriyeti kurulmuştur. Kırım, Kazan, Kafkasya ve Türkistan Türkleri de bu yüzyılın başlarında çarlık Rusyası yıkılınca, önce kendi millî devletlerini kurmuşlar, fakat çok kısa bir süre içerisinde tekrar istiklâllerini kaybederek eskisinden daha şiddetli bir Rus idaresine boyun eğmek zorunda kalmışlardır.
Bu yüzyılın başlarında Osmanlı devleti siyasî, ekonomik ve sosyal bakımlardan gelişip kuvvetlenemediği için ülke içindeki etnik çatışmalara ve Avrupalı devletlerin devamlı baskılarına artık dayanamaz hâle gelmiştir. Bu şartlar altında girilen 20. yüzyılda meydana gelen ilk önemli hâdise, 1908 yılında meşrutiyet idaresinin kurulmasıdır. Böylece Sultan II. Abdülhamîd’in 1876’dan beri devam eden mutlak otoriteye dayalı disiplinli idaresi sona ermiş, ülke meclisten idare edilmeye başlanmıştır. Fakat bunun yanı sıra Osmanlı devleti 1908’den itibaren, içinde bulunduğu olumsuz şartlar sebebiyle yıkılışa doğru da hızla sürüklenmiştir. Bu yüzden Türkiye Türkleri, İtalya’nın 1911’de Trablusgarb’i işgal etmesinden itibaren 1922 yılı sonuna kadar on bir yıl boyunca devamlı savaşmak zorunda kalmıştır.
Trablusgarb savaşından sonra patlak veren Balkan savaşı (1912) ve onun ardından bütün ülkeyi yangın yerine çeviren Birinci Dünya Harbi, 1918 yılı sonunda, Osmanlı devletini tasfiye etmiştir. Balkanlar’dan Yemen’e, Kafkaslar’dan Kuzey Afrika’ya uzanan devletin yıkılışının ardından, son vatan parçası Anadolu’nun da yarıdan fazlası İstanbul, Bursa, İzmir gibi önemli şehirleriyle birlikte işgal edilmiştir. Ordu dağıtılmıştır. Son derecede fakir ve yorgun düşen millet, işgal edilen bölgelerde Yunan ve Ermeni mezalimine uğramıştır. Yunanlılar ve Ermeniler tarafından köyler, şehirler yakılmış, Türk nüfusunu tamamen yok etmek için insanlık tarihinin bir benzerini daha kaydetmediği toplu cinayetler işlenmiştir.
1911 yılından beri âdeta bütün dünyanın hücumuna uğrayarak İtalyan, Yunan, Sırp, Bulgar, İngiliz, Fransız, Rus, Ermeni, Arap, Avustralyalı, Yeni Zelandalı ve Hintlilerle savaşmak zorunda kalan Türkiye Türkleri, 1919 yılında bugünkü vatanını kurtarmak ve istiklâlini korumak üzere son bir gayretle ölüm kalım mücadelesine girişir. Türkün ateş ve ölüm karşısında azimle, sebatla, heyecanla verdiği bu millî mücadele imtihanı, Mustafa Kemal Paşa’nın önderliğinde, 1922 yılında zaferle sonuçlanır.
Türkiye Türklerinin kadınıyla erkeğiyle, fakiriyle zenginiyle, âlimiyle cahiliyle, doğulusuyla batılısıyla, yediden yetmişe omuz omuza çarpışarak, kan terleyerek son kuruşunu ve son kurşununu harcayarak, can vererek, Avrupalı devletlerin vurmak istedikleri esaret zincirini parçalaması, dünya tarihinin şahit olduğu bedeli en ağır bir istiklâl mucizesidir. Önce kendi eseri olan Osmanlı devletini kurtarmak ve ardından istiklâlini korumak uğrunda ne kadar asker ve sivilin can verdiğini hiç kimse bilemez. Bilinen bir şey varsa, o da her aileden en az bir kişinin bu yolda şehit veya gazi olduğudur. Bu sebeple Türkiye Cumhuriyeti, hesapsız ve emsalsiz şehit ve gazilerin hayatlarını feda ederek bütün dünyaya rağmen kurdukları mukaddes bir ocaktır. Şartlar ne kadar kötü olursa olsun, Türk milletinin asla teslim olmayacağını bütün dünyaya ispat eden bu mucizevî istiklâl mücadelesi, Asya ve Afrika’daki esir milletler için de bir örnek olmuştur.
Bu büyük zaferden sonra Türkiye’de, 1923 yılında cumhuriyet idaresi kurulur. On bir yıl aralıksız devam eden savaş felâketinin yol açtığı yaraları sarmak üzere hızlı bir kalkınma hamlesi başlatılır. Avrupalı devletler örnek alınarak resmî kurumlar gözden geçirilir, devlet âdeta yeniden kurulur. Ülke imar edilmeye başlanır. Ekonomik gelişmeye, sanayileşmeye önem verilir. Her seviyede yeni okullar açılır. Sosyal hayatta modern yaşayış tarzını hedef alan değişiklikler yapılır. Böylece medeniyet yolunda Avrupa ile Türkiye arasında evvelce meydana gelen fark giderilmeye çalışılır.
Osmanlı devleti, 19. yüzyılın başlarından itibaren çok önemli miktarda toprak ve nüfus kaybına uğramıştır. Her geri çekilmeyle birlikte milletin önemli bir parçası da başka devletlerin idaresi altına girmiştir. 1918 yılına kadar devam eden bu süreçte, devletin merkezine doğru büyük kafileler hâlinde göçler olmuş; fakat Kuzey Afrika, Orta Doğu ve Balkanlar’da her şeye rağmen yurtlarını terk etmeyen kalabalık bir Türk nüfusu kalmıştır. Türkiye Cumhuriyeti sınırları dışında kalan ve sayıları milyonları bulan bu önemli Türk nüfusu, bugün Irak, Suriye, Eski Yugoslavya, Bulgaristan ve Yunanistan’da her türlü siyasî, sosyal, kültürel ve ekonomik haklardan mahrum olarak yaşamaktadır. Bugün yine aynı ülkelerde mühim bir kısmı imha edilen Türk nüfusuyla birlikte Türk mimarî eserleri de tamamen yok edilmeye çalışılmaktadır.
Rusya hâkimiyeti altında yaşayan Türklerin de 20. yüzyıldaki macerası, karışık ve kanlı hâdiselerle doludur. Bu Türklerin hepsi, Rusya’da cereyan eden olayların tesiriyle hemen hemen aynı kaderi paylaşmışlardır. 19. yüzyılın sonlarından itibaren gittikçe hızlanan işçi grevleri ve ihtilâlci grupların faaliyetleri, 20. yüzyıl başlarında çarlık rejimini tehdit eder boyutlara ulaşmış, 1905 yılında Japonya karşısında alınan ağır mağlûbiyetten sonra Rusya’da 1905 yılında meşrutiyet ilân edilmiştir.
Meşrutiyetin ilân edilmesinin ardından Türkler de siyasî bir örgütlenme içine girmişler; İsmail Gaspıralı, Kadı Abdürreşid İbrahim, Yusuf Akçura, Fatih Kerimî, Ali Merdan Topçubaşı, Musa Carullah Bigi, Abdullah Apanay, Ahmed Ağaoğlu, Hüseyinzâde Ali Turan, Sadri Maksudî Arsal gibi isimlerin önderliğinde kongreler düzenleyerek 1906 yılında Müslüman İttifakı adıyla bir de siyasî parti kurmuşlardır. Bu parti, meşrutiyetle birlikte Ruslara tanınan siyasî, sosyal ve kültürel hakların Türklere de tanınması için mücadele edecek; Rusya idaresi altında yaşayan Türkler arasında siyasî, sosyal ve kültürel birliği sağlamaya çalışacak; Türkleri günün şartlarına göre eğitmek üzere her yerde yeni okulların açılması, kitap, gazete, dergi neşredilmesi, kütüphaneler kurulması yolunda faaliyetler gösterecektir. Eğitim sisteminin her yerde aynı olmasına, mahallî şive ile birlikte bütün Türkleri birleştirmek üzere edebî dil olarak Türkiye Türkçesinin okutulup öğretilmesine dikkat edilecektir. Bu kültürel faaliyetlerin yanı sıra Türklerin partisi siyasî faaliyetlerde de bulunmuş, katıldığı seçimlerde Rus parlamentosu Duma’ya birçok Türk milletvekili göndermiştir.
Müslüman İttifakı’nın kongrelerine Kırım, Kafkasya, İdil-Yayık, Sibir, Türkistan, Kırgız-Kazak ili vb. yerlerden temsilciler katılmış, alınan kararları Türk yurtlarında uygulamak üzere hummalı bir faaliyet başlamıştır.
Yine bu dönemde Ermeniler, Rusya’nın da tahrikiyle bir Türk şehri olan Erivan’dan başlayarak Karabağ, Nahçıvan, Gence, Bakû gibi yerlerde silâhsız Azerbaycan Türklerine saldırmaya başlayınca Ahmed Ağaoğlu, 1905 yılında yurdunu savunmak üzere Difâî adlı siyasî bir dernek kurmuştur. Ağaoğlu, 1908 yılında Türkiye’ye göç etmek zorunda kalınca bu dernek dağılmıştır.
Bu dönemde, 1900’lü yılların başlarından itibaren Türkler tarafından millî uyanışa hizmet eden birçok gazete ve dergi çıkarılmıştır. Kırım’da, 1883 yılından beri çıkarılmakta olan Tercüman’dan başka Millet ve Vatan Hâdimi; Kazan’da Vakit, Şûrâ, Kazan Muhbiri, Tan Yıldızı, Âzat Halk, Ülfet, Beyânü’l-hak ve Yıldız; Azerbaycan’da Hayat, İrşad, Füyûzât, Terakki ve Molla Nesreddin; Kırgız-Kazak ilinde Kazak; Özbekistan’da Terakki, Hurşid ve Şühret; Türkmenler arasında ise Mecmua-yı Mâverâ-yı Bahr-i Hazar adlı gazete ve dergiler yayımlanmıştır.
1905’te meşrutiyetin ilânından sonra üç yıl müddetle devam eden kısmî serbestlik döneminde Türkler, siyasî bir güç hâline gelmeye çalışmışlar, eğitimde reform sayılabilecek yeni okullar açmışlar, birçok kitap, gazete ve dergi çıkarmışlar, millî aydınlanma ve şuurlanma yolunda büyük gayretler göstermişlerdir.
1907 yılından sonra Türkler arasındaki millî uyanışı bastırmak üzere Rus hükûmeti tarafından sıkı tedbirler alınmıştır. Türklerin gelişmesine hizmet eden okullar, gazete ve dergiler kontrol altına alınmış, büyük bir kısmı kapatılmış; birçok Türk aydını tutuklanarak hapsedilmiş veya sürgüne gönderilmiş, bu tutuklamalardan kurtulanlar ise Türkiye’ye göç etmişlerdir. O sırada Türkiye’de II. Meşrutiyet ilân edilmiştir. Rus baskısı sebebiyle İstanbul’a göç etmek zorunda kalan Yusuf Akçura, Ahmet Ağaoğlu, Hüseyinzâde Ali Turan gibi aydınlar, 1908’den sonra Türkiye’de Türk Derneği, Türk Yurdu ve Türk Ocağı’nın kurulmasında görev alarak Türkçülük akımına büyük bir hız kazandırmışlar ve İstanbul’u bu akımın merkezi hâline getirmişlerdir.
Bu dönemde Azerbaycan’da Mehmed Emin Resulzâde, daha önce Ahmet Ağaoğlu’nun Difaî derneğinde görev alan kadro ile birlikte 1911 yılında Müsâvat Partisi’ni kurar. Parti, Azerbaycan’ı Rus idaresinden kurtarmak ve İstanbul’un himayesinde Türk birliği fikrini gerçekleştirmek üzere kurulmuştur. Müsâvat Partisi kısa zaman içinde hızla gelişmiş, 1919 yılında, “Bir defa yükselen bayrak bir daha inmez!” sloganıyla Azerbaycan’ın istiklâlini kazanmasında en önemli rolü oynamıştır.
Birinci Dünya Harbinde Rus orduları büyük kayıplar verince Çar hükûmeti, 1916 yılı Ocak ayında bir kararname yayımlayarak Özbek, Kazak ve Kırgız Türklerinden yaklaşık 500.000 kişiyi askere alacağını ilân eder. Daha önce yüz binlerce Tatar, Başkurt, Türkmen ve Azerbaycan Türkünü cepheye süren Rusya, bu defa şiddetli bir tepkiyle karşılaşır. Rus işgalinden beri köle muamelesi görerek toprakları ellerinden alınıp sefalete mahkûm edilen Türkler, bu asker toplama kararnamesi karşısında haklı olarak isyan ederler. 1916 Temmuzunda başlayan isyan, kısa zamanda bütün Türkistan’a yayılarak bir millî hareket hâlini alır.
Münevver Kaarî, Pehlivan Niyaz, Osman Hoca gibi Türkistanlı Ceditçilerin önderliğinde başlayan ve istiklâl hareketine dönüşen isyan, teşkilâtsızlık sebebiyle başarıya ulaşamamıştır. İsyan sırasında 673.000 Türk hayatını kaybetmiş, 168.000 Türk Sibirya’ya sürülmüş, 300.000’den fazla Kazak ve Kırgız Türkü de canlarını kurtarabilmek için Çin idaresi altındaki Doğu Türkistan’a kaçmak zorunda kalmıştır. Kaçanların yarıdan fazlası da açlık, hastalık ve soğuk sebebiyle dağlarda ölmüştür. Bir milyondan fazla Türkün hayatına mal olan bu isyan, Türkistan’a istiklâlini kazandırmaz, fakat Çar idaresinin de yıkılışını hazırlar.
1917 yılı Şubat ayında başlayıp Kasım ayında gerçekleşen Bolşevik İhtilâli, Türklere istiklâllerini kazanmak için yeni bir fırsat vermiştir. Zira ihtilâlin liderleri Lenin, Stalin ve Troçki, yayımladıkları 2 Kasım 1917 tarihli beyannamede, milletlerin kendi kaderlerini serbestçe tayin edebilme haklarını kabul ve ilân etmişlerdi. Bunun üzerine Türkler, Azerbaycan Türk Cumhuriyeti, Hîve (Harezm) Devleti, Buhara Millî Devleti, İdil-Ural Millî Muhtariyeti, Kırım Millî Cumhuriyeti, Başkırt Muhtar Cumhuriyeti, Alaş-Orda Kazak Millî Hükûmeti ve Hokand Millî Muhtar Cumhuriyeti’ni kurmuşlardır.
Fakat Rusya’da Bolşevik ihtilâlini yapanlar, idareye hâkim olduktan sonra verdikleri sözde durmamışlar, bu yeni kurulmuş bulunan millî devletleri birkaç yıl içinde birer birer yıkarak çarlık rejiminden daha sert bir politika takip etmeye başlamışlardır. Sovyet ordusunun 1918 yılı Şubat ayında Hokand Cumhuriyetini kanlı bir şekilde yıkması, yeni bir isyan hareketinin başlamasına sebep olmuştur. Türkistan Türklerinin asıl adı “Korbaşı Hareketi” olan bu son millî ayaklanması, Rusların hareketi tezyîf etmek maksadıyla verdikleri “Basmacı Hareketi” adıyla tarihe geçmiştir.
Hokand’da başlayan ve çok kısa zamanda bütün Türkistan’a yayılan bu istiklâl mücadelesi, 1924 yılına kadar şiddetli bir seyir takip etmiş, bu tarihten sonra, 1932 yılına kadar gittikçe zayıflayan ve nihayet Sovyet idaresi tarafından kontrol altına alınan mevzi bir hareket hâlini almıştır. Fakat kısa bir süre Enver Paşa’nın da liderlik etmesine rağmen bu istiklâl hareketi de teşkilâtsızlık sebebiyle 1916 isyanı gibi başarısızlığa uğramıştır. Türkiye’deki İstiklâl Harbiyle aynı yıllara tesadüf eden bu millî hareket sırasında ne kadar insanın hayatını kaybettiği hâlâ bugün bile bilinmemektedir.
Kızılordu’nun Korbaşı/Basmacılık millî hareketini kontrol altına alıp hâkimiyetini sağlamasının hemen ardından 1924 yılında Türkistan, Moskova tarafından Rus millî politikasına uygun şekilde parçalanarak Sovyetleştirilmiştir: Özbekistan, Türkmenistan, Kazakistan, Kırgızistan ve Tacikistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri kurulmuştur. Bunun ardından Rusya’nın sultası altında Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği kurulmuş, Sovyet ideolojisine hizmet edecek yeni bir toplum yaratmak üzere inkılâplar başlatılmıştır. Bu sırada Türkler arasında millî vatan ve millî birlik fikrini daima besleyip canlı tuttuğu için Türkistan adı da yasaklanmış, yerine bir coğrafya terimi olan Orta Asya adı ikame edilmeye çalışılmıştır. Sovyet Rusya’nın hâkimiyeti altında yaşayan Türklerin Türkiye ile olan kültür bağını koparmak için Arap kaynaklı Türk alfabesi yerine, Lâtin alfabesi kullanma mecburiyeti getirilmiş; İsmail Gaspıralı’dan beri istiklâl, millî birlik ve sosyal gelişme yolunda gayretler gösteren Ceditçi aydınların Türk dünyasında İstanbul Türkçesini dikkate alan ortak bir edebî dil meydana getirme çalışmalarının aksine, Bolşevik idaresinin yerleşip yaşayabilmesi için mahallî şiveleri öne çıkaran ve Türk topluluklarının isimleriyle anılan Özbekçe, Kazakça, Kırgızca, Türkmence, Azerice, Tatarca vb. yeni diller ve hepsi de Türk ırkına mensup oldukları hâlde birbirlerine yabancılaşan yeni milletler yaratma faaliyetleri çok büyük önem kazanmıştır. 1926’dan sonra hürriyet, istiklâl, Türk birliği, millî birlik gibi fikirleri temsil eden ve bu yolda eserler veren Ceditçi fikir adamları, şair ve yazarlar tutuklanarak hapsedilir. Bu arada ateizmi yayma çalışmalarına büyük bir hız verilir, fikir hürriyeti tam bir baskı altına alınır.
1930’u yıllarda Sovyet rejimini benimsemeyen milliyetçi aydınlar tutuklanmaya ve öldürülmeye başlanır. Bilhassa 1937-1938 yıllarında bütün Sovyetler Birliği’nde toplu tutuklamalar, sürgünler, katliamlar yapılır. Sovyet idaresi altında yaşamak mecburiyetinde kalan Türk topluluklarında bir milyondan fazla din ve devlet adamı, şair, yazar, gazeteci, fikir adamı, öğretmen, eğitim görmüş okur-yazar olan her sınıftan insan, birkaç yıl içinde halk düşmanı ilân edilerek öldürülmüştür. Öldürülen şair ve yazarların eserlerini okumak, bulundurmak şiddetle yasak edilmiş, buna uymayanlar da aynı şekilde cezalandırılmıştır. Sovyet rejimini benimsemeyen insanların yok edildiği bu dönem tarihe kızıl terör veya katağanlık (yasaklılık) yılları olarak geçmiştir.
1928 yılında Türkiye’de de Lâtin alfabesine geçilince, Türkiye Türkleri ile Rus idaresi altında yaşayan Türkler arasında yeniden alfabe birliği sağlanmıştır. Bunun üzerine Sovyet Rus idarecileri, Türk topluluklarının hem birbirleriyle, hem de Türkiye ile olan bu kültür köprüsünü bir daha yıkmak için yeniden alfabe değiştirmek lüzumunu hissetmişler, her topluluğa birbirinden farklı özellikleri bulunan Rus Kiril harfli 19 ayrı alfabe kullanma mecburiyeti getirmişlerdir.
Bütün bu ateist propagandalar, baskı ve sindirme politikaları, yasaklar, tutuklamalar, sürgünler, katliamlar, alfabe değişiklikleri gibi uygulamalar, millî direnişi tamamen kırmış Türk topluluklarının Moskova tarafından idaresini kolaylaştırmıştır.
İkinci Dünya Harbi yıllarında, Sovyetler Birliği’ni meydana getiren milletleri Almanya’ya karşı cepheye sevk etmek maksadıyla kısa bir süre kızıl baskılara ara verilmiş, savaştan sonra tutuklama, sürgün ve katliam politikasına tekrar dönülmüştür. Savaştan sonra Kırım ve Ahıska Türkleri, son ferdine varıncaya kadar tamamı yurtlarından sürülmüş, her biri yabancı bir diyarda yaşamaya mecbur edilmiştir. 1924’ten 1953’e kadar devam eden Stalin döneminde, Rus haber alma teşkilâtı KGB’nin açıklamasına göre bütün Sovyetler Birliği’nde 60 milyondan fazla insan öldürülmüştür. Kurşuna dizilen, hapishanelerde ve Sibirya’daki çalışma kamplarında öldürülen bu insanların önemli bir kısmının Türk olduğunu unutmamak lâzımdır. Canını kurtarmak için bu Sovyet cehenneminden kaçabilen Türkler, başta Türkiye olmak üzere Japonya’dan Arjantin’e kadar dünyanın her tarafına dağılmışlardır.
1953’te Stalin’in ölümünden sonra Sovyetler Birliği’nde nispeten bir yumuşama meydana gelmiş, 1937-1938 yıllarında yok edilen aydınlar başta olmak üzere Stalin döneminde öldürülenlerin suçsuz oldukları ilân edilerek itibarları iade edilmiştir. Ancak 1960’ların ortalarından itibaren Sovyetler Birliği’nin tamamında baskı rejimi tekrar uygulamaya konulmuş, bu arada kızıl imparatorluk ideolojik ve ekonomik bakımdan tam bir iflâsa sürüklenmiştir. 1980’lerin ortalarında hayata geçirilen açıklık politikasıyla birlikte Komünist Partisi ve Sovyet idaresiyle ilgili gizli bilgiler yayımlanmaya başlanınca Sovyetler Birliği de dağılma sürecine girmiştir.
Artık komünist sistem çökmüş, bütün değerler alt-üst olmuştur. Millî ve dinî değerler, hürriyetçi fikirler, imparatorluğu meydana getiren milletleri ayağa kaldırmıştır. Bu son gelişmeler, Sovyetler Birliği’nin dağılması ve yeni müstakil cumhuriyetlerin kurulması sonucunu meydana getirmiştir. 1991 yılında bazı Türk toplulukları, Sovyetler Birliği’nden ayrılmak isteyen diğer milletlerle aynı yolu takip ederek Azerbaycan, Türkmenistan, Özbekistan, Kırgızistan ve Kazakistan adlarıyla kendi millî cumhuriyetlerini kurmuşlardır.
Doğu Türkistan’da Çin esareti altında yaşayan Türklerin 20. yüzyıldaki hayatı, Rus idaresi altındaki Türklerin hayatından pek farklı olmamıştır. Bu bölgede yaşayan Türkler, devamlı olarak Çin idaresiyle mücadele etmek zorunda kalmışlardır. 1931 yılında Türklerin elindeki toprakların müsadere edilerek Çin’den getirilen göçmenlere dağıtılması, büyük huzursuzluklara yol açar. Bunun üzerine Türkler, Hoca Niyaz Hacı’nın önderliğinde geniş çaplı bir isyan başlatırlar. İsyan, Doğu Türkistan’ın bütün bölgelerine yayılır. Çin idaresi isyanların önünü alamaz. 1933 yılında Doğu Türkistan Cumhuriyeti ilân edilir. Kendi idaresi altında yaşayan Batı Türkistan Türklerine örnek olmasından dolayı endişeye kapılan Rusya, bu yeni gelişmeler karşısında Çin’le iş birliği içerisine girer. Bu Türk Cumhuriyeti, 1934 yılında Kızılordu ve Çin birlikleri tarafından yıkılır. Bunun ardından yüz binlerce Türkün hayatına mal olan yeni bir isyan hareketi başlar. Aralıksız olarak 1937 yılından 1944 yılına kadar devam eden bu çok çetin mücadelenin sonunda bağımsızlık tekrar kazanılır. Ali Han Töre, Osman Batur, İsa Yusuf Alptekin gibi her biri birer kahraman olan idarecilerin başında bulunduğu bu bağımsız Türk hükûmeti, varlığını ancak 1951 yılına kadar sürdürebilir. Bu arada Ali Han Töre, esrarengiz bir şekilde ortadan kaybolur. Kendisinden bir daha haber alınamaz. 1951 yılında Çinlilere esir düşen Osman Batur idam edilir. Komünist Çin idaresi, bütün ayaklanmaları bastırarak Doğu Türkistan’ı Çin’e bağlı bir eyalet hâline getirir. Bu olaylar sırasında yüz binlerce Türk, büyük kafileler hâlinde vatanlarından ayrılarak başka ülkelere göç etmek zorunda kalır. Doğu Türkistan’daki istiklâl mücadelesinin sembol isimlerinden biri olan İsa Yusuf Alptekin de bu göç sırasında Türkiye’ye gelip yerleşir.
İran’ın kontrolündeki Güney Azerbaycan’da yaşayan Türkler de istiklâl mücadelesinden asla vazgeçmemişler, bunun için her fırsattan yararlanmaya çalışmışlardır: Güney Azerbaycan Türkleri, önce 1906 yılında, Settar Han’ın önderliğinde bir Türk şehri olan Tebriz merkez olmak üzere istiklâl mücadelesine başlamışlar, fakat Kuzey Azerbaycan’ı da etkilemesinden korkulan bu hareket, bölge üzerindeki menfaatlerine zarar vereceği için Rusya, İngiltere ve İran tarafından bastırılmıştır. Daha sonra 1920 yılında, Şeyh Muhammed Hıyabanî başkanlığındaki istiklâl mücadelesi başarıya ulaşmış, Tebriz başkent olmak üzere bütün Güney Azerbaycan’ı içine alan Âzâdistan adlı Türk devleti kurulmuştur. Fakat bu devlet de bir yıl sonra Rusya ile İran tarafından yıkılmıştır.
İran’ın ırkçı politikalarına maruz kalan Türkler, 1945 yılında yeniden harekete geçerek Güney Azerbaycan’ın tamamını içine alan İran’a bağlı Muhtar Azerbaycan Cumhuriyeti’ni kurmuşlardır. Çok kısa ömürlü olan bu cumhuriyet, iki yıl sonra İran tarafından işgal edilmiştir. Bundan sonra İran hükûmetleri, Azerbaycan Türkleri ile beraber Afşar, Kaçar, Göklen, Kaşgay gibi diğer bütün Türk boyları üzerinde baskıcı bir politika takip etmiş; ana dili eğitimini, “Türk” ve “Türkçe” gibi milliyeti ifade eden isimleri yasaklamıştır. Ders kitaplarında, yüzyıllarca İran’ı idare eden bu boyların, aslında İran soyundan gelen bir halk oldukları anlatılarak Türkler tamamen eritilmeye çalışılmıştır.

B. Türk Dünyasının 20. Yüzyıldaki Edebî Panoraması

Türk edebiyatının 20. yüzyıldaki macerası, Türk milletinin Balkanlar’dan Çin Seddi’ne kadar uzanan çok geniş vatan coğrafyasında maruz kaldığı siyasî ve sosyal fırtınaların bütün edebî türlerdeki keskin akislerinden ibarettir. Zaten kalem sahibinin birinci görevi de yaşanan olayları estetik bir görüşle tespit etmektir. Yukarıda kısa bir panoraması verilen bu fırtınaları, Türkçenin değişik şivelerinde yazılmış eserlerde kronolojik olarak takip etmek mümkündür.
19. yüzyılın ikinci yansından itibaren görülmeye başlanan millî gelişmeler, sadece Türkiye’de değil, bütün Türk dünyasında etkisini göstermiştir. Bu gelişmeler, 20. yüzyılın başlarında hemen hemen aynı siyasî ve sosyal olayların yaşandığı bütün Türk yurtlarında, Türkiye’deki ile aynı özellikleri taşıyan millî bir edebiyatın doğmasına zemin hazırlamıştır.

1. Türkiye Türkleri Edebiyatı
Türkiye’de bu yüzyılın başında (1901), Servet-i Fünûn mecmuası geçici bir süre kapatılınca, 1895’ten beri eserlerini burada neşreden şair ve yazarlar dağılmış, edebî hayata da bir durgunluk hâkim olmuştur. 1908 yılında Meşrutiyetin ilân edilmesiyle birlikte edebî hayatta da bir canlanma meydana gelmiş, pek çok gazete ve dergi kısa zamanda yayın hayatına başlamıştır. Edebî topluluk olarak önce bazı gençler, Fecr-i Âtî adı altında birkaç yıl müddetle sanatın şahsî ve muhterem olduğu prensibini benimseyerek Edebiyât-ı Cedîde (Servet-i Fünûn)’nin devamı sayılabilecek eserler vermişlerdir. Bu gençlerin arasında ileriki yıllarda edebiyat ve sanat hayatımız için çok önemli birer şahsiyet hâline gelecek olan Ahmet Haşim, Fuat Köprülü, Hamdullah Suphi Tanrıöver, Refik Halit Karay, Yakup Kadri Karaosmanoğlu gibi isimler yer almıştır. Meşrutiyetin ilânı, fikir hayatına da bir canlılık kazandırmıştır. O dönemde devletin içinde bulunduğu kötü durumdan kurtulmasını sağlamak üzere Osmanlı aydınları arasında Osmanlıcılık ve İslâmcılık fikirleri tartışılmaktadır. Bu tartışmaların yanı sıra Osmanlı devletinin himayesi altında yaşayan Balkan kavimlerinin, Ermenilerin, Rumların ve hatta Müslüman Arnavutların ve Arapların, Türkiye’den ayrılarak kendi devletlerini kurmak üzere teşkilâtlanmaları, Avrupalı devletlerin müdahaleleri, büyük toprak kayıpları, 19. yüzyılın sonlarında hızlanan dil ve tarih çalışmaları, Namık Kemâl ve Mehmet Emin Yurdakul gibi şairlerin eserleri, İsmail Gaspıralı ile Yusuf Akçura’nın milliyetçi çalışmaları, Türkler arasında milliyet duygusunu kuvvetlendirmiş, Türkçülük akımının doğmasına zemin hazırlamıştır.
Meşrutiyetin ilânından sonra, Türkçülük sahasındaki bu gelişmelerin bir devamı olmak üzere Türklerin eski ve yeni hayatlarını incelemek ve Türk dilini sadeleştirmek maksadıyla Necip Âsım, Veled Çelebi İzbudak, Yusuf Akçura gibi şahsiyetler tarafından 1908 yılında İstanbul’da Türk Demeği kurulmuş, aynı adla bir de dergi çıkarılmıştır. Bunun ardından 1911’de yine aynı gayelerle Mehmet Emin Yurdakul, Ahmet Ağaoğlu, Hüseyinzâde Ali Turan, Doktor Âkil Muhtar Özden, Ahmet Hikmet Müftüoğlu ve Yusuf Akçura tarafından Türk Yurdu derneği kurulmuş; Türk Yurdu adlı dergi, bu derneğin yayın organı olarak yayımlanmaya başlanmıştır. 1912 yılında çalışmalarına başlayan Türk Ocağı ise, Türkçülük fikrinin bütün yurda yayılmasını sağlamıştır.
Bu yıllarda dikkati çeken başka bir önemli faaliyet de, 1911 yılında Selânik’te Genç Kalemler adlı derginin çıkarılmasıdır. Ömer Seyfettin, Ali Canip Yöntem ve Ziya Gökalp, bu dergide “Yeni Lisan” adını verdikleri dil milliyetçiliği hareketini başlatırlar. Genç Kalemler’in gayesi, Türkçeyi anlaşılmayan yabancı kelime ve tamlamalardan kurtarmak ve dilde sadece Türk dil bilgisi kurallarının kullanılmasını sağlamaktır. Sonuç olarak bu hareket, Türkiye’de herkese hitap eden yeni bir yazı dilinin doğmasında en büyük hizmeti görmüştür.
Bütün siyasî şartların yanı sıra dernek ve dergi faaliyetleri ve bilhassa Ziya Gökalp ile Fuat Köprülü’nün ilmî araştırmaları, Türkçülük hareketini siyasî, sosyal ve edebî hayata hâkim bir fikir hâline getirmiştir. Bu gelişmelerin tesiri altında edebî anlayış değişmiş, “Millî Edebiyat” doğmuştur. Bu edebî anlayışın en önemli özellikleri, şiirde aruz yerine hece vezninin kullanılması ve millî hayatın sevinç ve ıstıraplarının sade bir dille anlatılmasıdır.
Millî Edebiyatın nazım ve nesir sahalarındaki bazı önemli şahsiyetleri şunlardır: Mehmet Emin Yurdakul, Ali Canip Yöntem, Ömer Seyfettin, Ahmet Hikmet Müftüoğlu, Ziya Gökalp, Hamdullah Suphi Tanrıöver, Mithat Cemal Kuntay, Ebubekir Hazım Tepeyran, Şükûfe Nihâl Başar, Halide Edip Adıvar, İbrahim Alaaddin Gövsa, Aka Gündüz, Necmettin Halil Onan, Refik Halit Karay, Enis Behiç Koryürek, Halit Fahri Ozansoy, Orhan Seyfı Orhon, Yusuf Ziya Ortaç, Faruk Nafiz Çamlıbel, Hâlide Nusret Zorlutuna, Reşat Nuri Güntekin, Yakup Kadri Karaosmanoğlu.
Bütün Türk edebiyatının yetiştirdiği büyük sanatkârlar arasında zikredilmeye lâyık şahsiyetler olan Mehmet Akif Ersoy ile Yahya Kemal Beyatlı da dil ve vezin yönünden farklı bir yol takip etmiş olsalar bile Millî Edebiyatın içinde değerlendirilmesi icap eden çok önemli şairlerdir.
1923 yılında Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasından sonra edebiyat, zaferle sonuçlanan İstiklâl harbinin verdiği yeni heyecanla Millî edebiyat hâlinde gelişmeye devam eder. 1940’lı yıllara kadar süren bu dönemde, şair ve yazarlar toplum hayatında görülen aksaklıklarla birlikte ferdî duyuş ve düşünceleri ve henüz “Yazılmamış bir destan gibi duran Anadolu”yu eserlerinde çokça işlemişlerdir. Millî edebiyatta isimleri sayılan şair ve yazarlardan başka bu dönemde eserleriyle öne çıkan bazı şahsiyetler şunlardır: Ahmet Kutsi Tecer, Kemalettin Kamu, Necip Fazıl Kısakürek, Ahmet Hamdi Tanpınar, Ziya Osman Saba, Ömer Bedrettin Uşaklı, Cahit Sıtkı Tarancı, Peyami Safa, Fazıl Hüsnü Dağlarca, Arif Nihat Asya, Memduh Şevket Esendal, Osman Cemal Kaygılı, Sait Faik Abasıyanık.
1940’lı yılların başlarından itibaren edebiyatta yeni arayışlar kendini hissettirmeye başlar. Klâsik edebiyata bir tepki olmak üzere vezin ve kafiyeye karşı çıkarak gündelik hayatı işleyen yeni bir şiir anlayışı ortaya çıkar. Bunun yanında bir grup şair de geleneği devam ettiren şiirler yazmıştır. Nesir sahasında ise yazarlar kültür bunalımını, köy hayatını ve tarihî konuları eserlerinde işlemişlerdir. Bu son dönemde eserler veren bazı şair ve yazarlar şunlardır: Orhan Veli Kanık, Ahmet Muhip Dranas, Munis Faik Ozansoy, Mehmet Çınarlı, Attila İlhan, Cahit Külebi, Hüseyin Nihal Atsız, Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu, Yavuz Bülent Bakiler, Tarık Buğra, Kemal Tahir, Yaşar Kemal, Mustafa Necati Sepetçioğlu, Aziz Nesin, Emine Işınsu, Sevinç Çokum.

2. Kuzey Azerbaycan Türkleri Edebiyatı
“Milletler hapishanesi” olarak tarif edilen Çarlık Rusyasında 1905 ihtilâlinden sonra baskılar azalınca, Azerbaycan Türklerinin siyasî ve edebî faaliyetlerinde millî bir uyanış bakımından büyük bir gelişme meydana gelir. 1905’ten sonraki yıllar, Azerbaycan edebiyatı için uyanma, dünyayı tanıma ve şahsiyetini bulma yıllarıdır. Bu dönemde edebiyat, Türkiye ile Kırım ve Kazan’daki edebî hareketlerin ve siyasî gelişmelerin tesiri altındadır. Kısa zamanda birçok gazete ve dergi yayın hayatına başlar. Yüzyılın başlarından itibaren Azerbaycan’da yayın hayatına giren bazı önemli gazete ve dergiler şunlardır: Hayat, İrşad, Füyûzât, Molla Nesreddin ve Açık Söz. Devrin şair ve yazarları bu gazete ve dergilerin etrafında toplanarak millî ve sosyal meseleler hakkındaki fikirlerini açıkça ilân etme imkânına kavuşurlar. Yazılan eserler, bu yayın organları vasıtasıyla en kısa yoldan okuyucunun eline ulaşır. Kalem sahipleri, gazete ve dergilerde Azerbaycan’ın ve bütün Türk dünyasının geleceği hakkında tartışmalar yaparlar. Türkçülük, İslâmcılık, medenî gelişme, eğitim seferberliği ve istiklâl, bu dönemde tartışılan en önemli konulardır. Devrin siyasî ve sosyal şartlarının tabiî bir sonucu olarak edebiyat da bu gelişmelerin etkisi altında kalır.
20. yüzyılın başlarında Azerbaycan edebiyatı, esas olarak her ikisi de 1906 yılında yayın hayatına başlayan Füyûzât ile Molla Nesreddin dergileri etrafında gelişir. Füyûzât dergisinin başyazarı, Türkiye’de eğitim görmüş olan Hüseyinzâde Ali Turan’dır. Molla Nesreddin ise Celil Memmedkuluzâde tarafından çıkarılmıştır. Hüseyinzâde Ali Turan, Füyûzât dergisinde, Türk dünyasının birlik ve çağdaşlık ideallerini öne çıkaran bir yayın politikası takip etmiş, Azerbaycan Türklerini Ruslaştırma siyasetine, şiddetle karşı koymuştur. Hüseyin Cavid, Abdullah Şâik, Mehemmed Hâdi gibi şairler, edebî faaliyetlerini bu dergi etrafında sürdürmüşlerdir.
Molla Nesreddin dergisinde ise Mirza Elekber Sâbir, Abdürrahimbey Hakverdili, Ali Nazmi, Alikulu Gamküsar, Ömer Fâik Nemanzâde, Memmed Said Ordubadî, Üzeyir Hacıbeyli gibi şair ve yazarlar, eserleriyle Molla Nesreddin edebî mektebini kurmuşlardır. Bu grupta yer alan sanatkârlar, sosyal meselelere daha fazla yer vermişler, toplum hayatında görülen yozlaşma ve çarpıklıkları mizahî bir üslûpla tenkit etmişlerdir.
Bu yüzyılın başlarından itibaren eğitim veya başka sebeplerle İstanbul’da bulunan Mehmet Ağa Şahtahtlı, Hüseyin Cavid, Mehemmed Hâdi, Yusuf Vezir Çemenzeminli, Ahmet Ağaoğlu, Mirza Ali Mu’ciz gibi edebî şahsiyetler, Türkiye ile Azerbaycan arasındaki kültürel bağları kuvvetlendirmişler, çıkardıkları Füyûzât, Hayat, Şelâle, İrşad ve Açık Söz gazete ve dergilerini Türkiye Türkçesiyle neşretmişlerdir.
1920’ye kadar devam eden bu edebî devrede vatan ve millet sevgisi en üst seviyede terennüm edilmiş, sosyal meseleler ve toplumun günlük hayatı, eserlerin konusunu oluşturmuştur. Azerbaycanlı tenkitçilerin ifadesiyle, “Azerbaycan köylüsü, çamurlu çizmeleriyle edebiyata dâhil” edilmiştir. Bu dönemde eserler veren diğer bazı şair ve yazarlar şunlardır: Ahmed Cevad, Sultan Mecid Ganizâde, Abbas Sehhet, Mehmed Emin Resulzâde.
1920’de Azerbaycan Cumhuriyeti’nin yıkılışından sonra edebiyat, Sovyet ideolojisinin emri altına sokulmuştur. Klâsik edebiyatla birlikte yüzyılın başından beri eserler veren millî edebiyat reddedilmiş, eski kitaplar yakılmış, şair ve yazarlara Sovyet sistemine methiyeler yazmaları emredilmiştir. Sovyet sistemini benimsemeyen Hüseyin Cavid, Ahmed Cevad, Mikayil Müşfik gibi sanatkârlar, 1937’de halk düşmanı ilân edilerek öldürülmüşlerdir.
Bu kızıl terörden canını kurtarıp yurt dışına kaçabilen bazı şair ve yazarlar, gittikleri yerlerde “Muhaceret edebiyatı” denilen yeni bir edebiyat kurmuşlardır. Elmas Yıldırım, Mirzabala Mehmedzâde, Ceyhun Hacıbeyoğlu gibi sanatkârların temsil ettikleri bu edebiyatta vatan hasreti, milliyetçilik, istiklâl, hürriyet, Sovyet yönetimine duyulan nefret gibi konular işlenmiştir.
Bu dönemin diğer şairleri arasında Süleyman Rüstem, Resul Rıza, Samed Vurgun, Osman Sarıvelli, Nigâr Refıbeyli ile İkinci Dünya Harbi sırasında edebî hayata atılan Bahtiyar Vahabzâde, Nebi Hazrî, Hüseyin Hüseyinzâde, Zeynal Cabbarzâde vb. sayılabilir.
Stalin’in 1953’te ölümünün ardından başlayan yumuşama devrinde şair ve yazarlar dil, tarih, vatan gibi millî kimliği ifade eden kavramlara eserlerinde çok yer verirler. Böylece sistemi tenkit ve hatta reddeden yeni bir millî edebiyat doğmaya başlar. “İtiraz edebiyatı” denilen bu edebî devrede, daha önceki dönemlerde edebiyat dünyasına giren sanatkârlarla birlikte Tevfık Bayram, Halil Rıza Ulutürk, Sabir Rüstemhanlı, Mehmet Araz gibi sanatkârlar eserler vermişlerdir. 1980’li yıllarda “millî azatlık” hareketini doğuran bu edebî harekete daha sonra İlyas Efendiyev, Anar, Elçin, Ekrem Eylisli gibi sanatkârlar da katılmıştır.

3. Güney Azerbaycan Türkleri Edebiyatı
Güney Azerbaycan, 1828 yılında Rusya ile İran arasında imzalanan Türkmençayı Antlaşması’ndan sonra İran hâkimiyeti altında kalmıştır. Ülkenin siyasî olarak parçalanması, kültür hayatını da etkilemiş; kuzeyde Rus ve Batı kültürleriyle olan temas neticesinde modern bir edebiyat doğmuştur. Güney Azerbaycan’da ise Andelib Karacadağî, Seyyid Ebulkasım Nebatî ve Hacı Mirza Mehdi Şükûhî, eski edebiyat geleneğini 19. yüzyılda da devam ettirmişlerdir.
19. yüzyılın ikinci yarısında Mirza Ağa Tebrizî, Kuzey Azerbaycanlı yazar Mirza Fethali Ahundzâde’nin tesiriyle 1870’ten sonra ilk tiyatro eserlerini kaleme alır. Komedi tarzında yazılan bu eserler, sadece Güney Azerbaycan değil, İran edebiyatı tarihinde tiyatro türünde yazılmış ilk örneklerdir. Yüzyılın sonlarında yaşayan Tebriz Türkü Mirza Abdürrahim Neccarzâde ise yazdığı romanlarıyla bu türü İran edebiyatına tanıtmıştır. 20. yüzyılın başında Kuzey Azerbaycan’ı da etkilemiştir. Bu gelişmelerle birlikte Güney Azerbaycan’da Türklük şuuru kuvvetlenmiş, edebiyatta da bu şuur etrafında eserler verilmiştir. Settar Han’ın 1906 yılındaki istiklâl mücadelesi ile Şeyh Muhammed Hıyabanî önderliğinde 1920’de kurulan Âzâdistan devleti, Güney Azerbaycan edebiyatındaki millî heyecanlara ilham kaynağı olmuştur. Âzâdistan devletinin 1921’de yıkılmasından sonra, Güney Azerbaycan Türklerinin kendi dilleriyle okuyup yazmaları yasaklanmış, Türkçe basılan kitaplar imha edilmiş, Türk okulları kapatılmıştır. İran idaresinin bu korkunç baskısı, buradaki Türk edebiyatının gelişmesini de durdurmuştur. Bundan sonra uygulanan ırkçı politikalar yüzünden bazı Türk şairleri, Farsça eserler yazmak zorunda kalmışlardır. Güney Azerbaycan’da yaşayan Türk şairleri, her türlü baskıya rağmen gizli de olsa Türkçe şiirler yazmaya devam etmişlerdir. Bulud Karaçorlu Sehend, Habib Sâhir, Ali Tebrizî, Muhammed Hüseyin Şehriyar ve Yahya Şeyda, Güney Azerbaycan Türk edebiyatının en tanınmış şairleridir.
1978’den sonra Güney Azerbaycan Türkleri Varlık, Yoldaş, Köroğlu, Birlik, Dede Korkud, Yeni Yol, Güneş, Ülker gibi dergileri neşretmişlerdir. Ancak bu dergilerden sadece Dr. Cevat Heyet tarafından yayımlanan Varlık dergisi ayakta kalabilmiştir.

4. Özbek Türkleri Edebiyatı
İsmail Gaspıralı’nın 19. yüzyıl sonlarından itibaren “Dilde, fikirde, işte birlik” prensibine dayanan milliyetçi çalışmaları ve modern tarzda eğitim vermeyi hedefleyen Cedit okulları Türkistan’da da tesirini göstermiş, 1900 yılında Semerkand’da ilk Usûl-i Cedit mektebi açılmıştır. Bunun hemen ardından çar idaresinin baskılarına rağmen Taşkent’te, Buhara’da, Fergana’da birçok okul, yeni usûlde eğitim vermek üzere faaliyete geçirilmiştir.
Bu yeni okulların açıldığı yıllarda Türkistan’da bir de aydınlar hareketi başlar. Müftü Mahmudhoca Behdûdî tarafından 1903’te Semerkand’da “Ceditçiler Tôdesi” (Topluluğu) adında bir aydınlar klübü kurulur. Bu topluluk içinde yer alan aydınlar, milleti uyandırmak, cehaletten kurtarmak ve istiklâl mücadelesini başlatmak üzere çalışmaya başlarlar. Bir yıl sonra Münevver Kaarî, bu milliyetçi aydınlar klübünün Taşkent şubesini açar. Türkistanlı aydınlar “Ceditçiler Tôdesi”nde birleşirler. Daha sonra Buhara’da “Yaş (Genç) Buharalılar”, Harezm’de “Yaş Hiveliler” adlı dernekler kurulmuştur.
1905 ihtilâlinden sonra Türkistan’da millî fikirleri yayan birçok gazete ve dergi yayın hayatına başlar. 1917 ihtilâline kadar devam eden bu dönemde Terakki, Şühret, Hurşid, Semerkand, Sadâ-yı Türkistan, Turan, Necat, Uluğ Türkistan, El Bayrağı, Kengeş, Tirik Söz, Yurt, Ayna, El-Islah, El-İzah adlı gazete ve dergiler yayımlanır. Ceditçi aydınlar tarafından çıkarılan bu gazete ve dergilerin, millî uyanışta çok önemli tesirleri olmuştur.
Türkistan’da ilk tiyatro faaliyetleri de yine bu dönemde başlar. Mahmudhoca Behbûdî’nin 1911’de yazdığı Pederküş (Baba Katili) adlı ilk piyes, 1913 yılında neşredilir. Abdullah Avlânî ise 1913 yılında Turan adlı ilk profesyonel tiyatro topluluğunu kurar. Pederküş piyesinin yayımlanması büyük bir ilgiyle karşılanır. Onun tesiriyle hemen aynı yıllarda Abdullah Kadirî, Abdullah Avlânî, Hamza Hekimzâde Niyazî, Abdullah Bedrî, Hacı Muin Köknarı, Mirmuhsin ve bilhassa Abdurrauf Fıtrat, Özbek tiyatro edebiyatının ilk önemli eserlerini yazarlar. Aynı şekilde roman türünün ilk örnekleri de bu dönemde kaleme alınır. Mirmuhsin’in Beferzend Açıldıbay (Çocuksuz Açıldıbay-1914) ve Hamza Hekimzâde Niyazi’nin Yeŋi Saadet (1915) adlı eserleri, Türkistan’da roman türünün ilk örnekleri sayılır.
19. yüzyılın ikinci yarısındaki Rus işgalinden beri çetin mücadelelere sahne olan Türkistan’da edebiyat, cereyan eden hâdiselere paralel bir gelişme gösterir. 20. yüzyılın başlarındaki aydınlanma, eğitim seferberliği ve istiklâl, bu yeni edebiyatın esas konularını oluşturur. Edebî eserlerde vatan ve millet kavramları çok sık işlenir. Yeni yazılan şiirlerde, eskiden beri kullanılan teşbihlere, mecazlara yeni mânalar yüklenir. Aşkı ve sevgiliyi tarif eden sıfatlar, artık ilim, fen, ilerleme, millî birlik, vatan ve milleti anlatmak için kullanılır. Dil, bazı Arapça ve Farsça kelimeler atılarak sadeleştirilir. Aruzla birlikte hece ve serbest vezinler, yeni şiire vücut verir. Bu yüzyılın başlarında ortaya çıkan bu yenilikler, 1920’li yıllarda kurulan modern Özbek şiirinin genel karakterini meydana getirir. “Cedit Edebiyatı” adı verilen bu millî uyanış devri edebiyatının, aynı yıllarda Türkiye’deki Millî Edebiyattan hiçbir farkı bulunmamaktadır.
Bu dönemin başka bir özelliği de gazeteciliğin Mahmudhoca Behbûdî, Abdurrauf Fıtrat, Münevver Kaarî ve Mirmuhsin gibi şahsiyetler sayesinde büyük önem kazanmış olmasıdır. Ubeydullah Hocayev’in neşrettiği Sadâ-yı Türkistan gazetesi ile Behbûdî’ye ait Ayna dergisi etrafında edebî topluluklar teşekkül eder. Makale yazarlığı, sosyal ve edebî tenkidin gelişmesinde önemli rol oynar. Tarih, millet, edebiyat, şiir, belagat ve ahlâk konularında ciddî münakaşalar olur.
1917 yılında çar idaresinin yıkılmasından sonra Türkistan’da birçok kültür ve edebiyat topluluğu kurulur. 1918 yılında kurulan “Çağatay Gürüngi” (Çağatay Meclisi), hiç şüphesiz bunların arasındaki en önemli topluluktur. Devrin şair ve yazarları tarafından büyük ilgi gören bu toplulukta, dil ve edebiyat ağırlıklı olmak üzere millî meseleler tartışılır. Abdullah Kadirî (Culkunbay), Abdülhamid Süleyman (Çolpan), Mahmud Hâdiyev (Batu), Maşrık Yusupov (Elbek) gibi kabiliyetli gençler, ilk eserlerini bu topluluk çevresinde vermişlerdir. Daha sonra edebiyat dünyasına giren Gafur Gulam, Musa Taşmuhammedoğlı (Aybek), Abdullah Kahhar, Hâmid Âlimcan gibi gençler ise, kendilerinden önceki bu şair ve yazarların etkisi altında kalarak millî ruhta yazdıkları eserlerini Muştum (Yumruk), Meşreb, Elenge (Alev), Maarif ve Okıtuvçı gibi dergilerde yayımlamışlardır.
Yeni Özbek şiiri, 1920’li yıllarda Çolpan’ın eserleriyle yüksek bir mertebeye ulaşmıştır. Abdurrauf Fıtrat, Hamza Hekimzâde Niyazî ve Gulam Zaferî, bu yıllarda Özbek tiyatro edebiyatının en güzel eserlerini yazmışlardır. Yine bu dönemde Abdullah Kadirî, 19. yüzyıl ortalarında Türkistan’da yaşanan siyasî ve sosyal hayatı anlattığı Ötgen Künler (Geçmiş Günler) ve Mehrabdan Çayan (Mihraptaki Çıyan) adlı eserleriyle Özbek roman sanatının ilk büyük örneklerini vermiştir.
Korbaşı/Basmacılık millî hareketinin 1924 yılında bastırılmasından sonra Ceditçileri tasfiye programı uygulamaya konulur. Milliyetçi fikir adamları, şair ve yazarlar tutuklanarak hapse atılmaya başlanır. Bu sırada ateizmi yayma faaliyetleri hızlanmış, fikir hürriyeti tam bir baskı altına alınmıştır. Bu gelişmelerin sonucu olarak Sovyet ideolojisini benimseyen yeni bir edebiyat kurulmaya başlanmıştır. Ceditçilik hareketi ise, 1929 yılında sona erdirilmiştir. 1929 yılı, tarihe Sovyet ideolojisine doğru “kette burılış” (büyük yöneliş) yılı olarak geçmiştir.
Bu “burılış”tan sonra, 1930’lu yıllarda Ceditçiler yok edilmeye başlanmıştır. İlk olarak 1931 yılında Münevver Kaarî öldürülmüştür. 1932 yılında bütün şair ve yazarlar Komünist Partisi ve Sovyet ideolojisinin kontrolü altına alınmıştır. Bundan sonra edebiyatın sosyalist gayelere hizmet etmesi kararlaştırılır. Buna göre, sosyalist gayelere hizmet etmeyen her türlü sanat ve sanat eseri reddedilecek, bu eserlerin sahiplerine hayat hakkı tanınmayacaktır. Nitekim çok geçmeden 1937 yılında Sovyetler Birliği’nin tamamında tutuklamalar, sürgünler ve katliamlar başlamıştır. Özbekistan’da da Abdullah Kadirî, Abdurrauf Fıtrat, Abdülhamid Süleyman (Çolpan), Batu, Elbek, Atacan Hâşim, Osman Nâsır, Gulam Zaferî, Kayum Ramazan, Gazi Âlim gibi birçok şair ve yazar, 1937-1939 yılları arasında halk düşmanı ilân edilerek tutuklanmış ve öldürülmüşlerdir.
Bu tasfiye hareketinden sonra edebiyat, kızıl imparatorluğun sadık bir hizmetkârı hâline dönüştürülmüştür. Lenin’i ve Komünist Partisini yüceltme, ülkeyi Sovyetleştirme, tarihi karalama ve Sovyet hayat tarzını idealleştirme, bu devir edebiyatının temel konularını teşkil eder. Bu dönemde Sovyet ideolojisini benimseyen şairler tarafından halk adına Stalin’e hitaben manzum teşekkürnameler, “şükrâneler” yazılmıştır.
1930’lu yıllarda Gafur Gulam, Hamid Âlimcan, Aybek, Mir-temir, Osman Nâsır, Maksud Şeyhzâde gibi şairler eserler vermişlerdir. Nesir sahasında ise Abdullah Kahhar, Hüseyin Şems, Aybek gibi yazarlar hikâye ve romanlar neşretmişlerdir. Bu dönemde yazılan eserlerin çoğunda sosyal hayattaki değişiklikler ve sosyalizmin kuruluşu, büyük bir heyecanla tasvir edilmiş, işlenmiştir. Sovyet adamı olarak adlandırılan ve aslında millî değerlerini kaybederek yozlaşan beynelmilelci kozmopolit insan tipi idealize edilmiştir. Bu sırada asıl vahim olan şey, geniş halk kitlelerinin, kızıl imparatorluğun fakirliği ve fakirleri yücelten sloganlarına hayran olarak gerçeklerden habersiz yaşamasıdır. Bu dönemde bir yandan milletin önde gelen aydınlarını öldürme politikası şiddetle uygulanmış, diğer yandan edebiyatta tabiat güzelliklerinden, sevinç ve neşeden, aşktan bahsedilmiştir.
İkinci Dünya Harbi yıllarında, edebiyat politikasında değişiklikler meydana gelir. Türkistan Türklerini, Rusya’yı işgal eden Almanlara karşı savaşa seferber edebilmek maksadıyla millî konuların, tarihî şahsiyetlerin edebî eserlerde konu olarak işlenmesine müsaade edilir. Hamid Âlimcan, Aybek ve Maksud Şeyhzâde tarihî roman ve piyeslerini bu yıllarda yazmışlardır.
Savaştan sonra sanat eserlerinde Sovyet hayatını ve Sovyet insan tipini yüceltme politikasına tekrar dönülmüştür. Buna uymayan Maksud Şeyhzâde, Mirzakalan İsmailî, Mirtemir, Şühret, Seyid Ahmet, Şükrullah gibi şair ve yazarlar, siyasî suç işlemiş sayılarak hapsedilmişlerdir. Tarihî hayatı ve gelenekleri terennüm eden “Alpamış” destanı, zararlı âdetleri ve feodal burjuva ahlâkını aşılayan eser şeklinde değerlendirilmiştir. Bu yıllarda Gafur Gulam, Uygun, Zülfıye, Mirtemir, Mamarasul Babayev, Aybek, Perde Tursun, Askad Muhtar, Abdullah Kahhar, Behram Rahmanov gibi şair ve yazarlar eser vermişlerdir.
Stalin’in ölümünden sonra, Komünist Partisinin 1956 yılında toplanan 20. kurultayında, otuz yıldan beri uygulanan bütün politikalar şiddetle tenkit edilir. Bunun bir sonucu olarak hayatın her sahasında nispî bir yumuşama başlar. 1930’larda öldürülen şair ve yazarların, devlet adamlarının suçsuz oldukları ilân edilerek itibarları iade edilir. Savaştan sonra hapsedilen şair ve yazarlar serbest bırakılır. Eski kültür mirasına sahip çıkılmaya başlanır. Klâsik edebiyatı sınıf mücadelesi açısından değerlendirme alışkanlığından vazgeçilir. Fakir şairlerle birlikte, hükümdar şairlerin de isimleri hatırlanır. Bu son değişiklikler, 1960’lı yıllarda yeni bir edebiyatın doğmasına ve yeni bir edebî neslin yetişmesine yol açmıştır. Tarihi ve yaşanan zamanı yeniden yorumlama, vatan ve millet kavramlarını değerlendirme, sosyalist hayat tarzı ve halkların kardeşliği meselelerini sorgulama, yeni teşekkül eden bu edebiyatın en önemli özelliğini meydana getirir. Âdil Yakubov, Pirimkul Kâdirov, Ölmes Ömerbekov, Hüsniddin Şeripov, Abdullah Âripov, Erkin Vâhidov, Şükür Hâlmirzayev, Ötkir Hâşimov, Muhammed Ali, Cemal Kemal, Aman Metcan, Rauf Parfi, Gülçehre Nurullayeva gibi şair ve yazarlar bu dönemin önemli sanatkârlarıdır.
1960’lı yılların sonunda Sovyet İmparatorluğu, iktisadî ve ideolojik bakımlardan durgunluk batağına saplanınca, şair ve yazarlar üzerindeki baskı politikası tekrar başlar. Fakat edebiyat millî uyanış yolunda büyük hizmetler görmüş, artık insanların gözünü açmıştır. Yeni baskı politikası, 1960’larda başlayan bu millî uyanış hareketini bu sebeple tamamen silememiştir. Bu durum, Sovyetler Birliği’nin 1991’de dağılmasına, Özbekistan’ın bağımsız olmasına kadar devam etmiştir. Âdil Yakubov, Öktem Osmanov, Ötkir Hâşimov, Erkin Vâhidov, Maksud Karıyev, Mirmuhsin, Azim Süyün, Muhammed Ali, Uygun, Aman Metcan, Abdullah Âripov, Sadullah Siyayev, Maksud Şeyhzâde, Pirimkul Kâdirov, Rauf Parfi, Gülçehre Nurullayeva, Muhammed Salih, Şükür Hâlmirzayev, Tâhir Melik, Tagay Murad, Ölmes Ömerbekov, Abdukahhar İbrahimov gibi şair ve yazarlar, son otuz yıldan beri Özbek edebiyatında eserler veren sanatkârlardan bazılarıdır.
Özbekistan’ın 1991 yılında bağımsız olmasından sonra millî kültür ve edebiyatın gelişmesine yeni imkânlar tanınmıştır. Stalin devrinde vatan haini ilân edilerek kurşuna dizilen Ceditçi şair ve yazarların eserleri tekrar yayımlanma ve okunma imkânına kavuşmuştur. Bugün “İstiklâl Fidâiyleri”, “İstiklâl Kahramanları” sayılan Ceditçiler hakkında seri hâlinde kitaplar yazılmakta, yerli ve millî özelliklere sahip bir edebiyat gelişmektedir.

5. Türkmen Türkleri Edebiyatı
Türkmen edebiyatı, 20. yüzyılın başında önce şiir türünde eserler vermiştir. Türkmen sahasının 19. yüzyılın ikinci yarısında Rus idaresine girmesi ve bilhassa kanlı Göktepe olayları, bu şiirlerin en önemli konusunu meydana getirir. 1908 yılında neşredilmeye başlanan ilk Türkmen gazetesi Mecmua-yı Mâverâyı Bahr-i Hazar ile 1915’ten itibaren Rus idaresi tarafından RusçaFarsça-Türkmen Türkçesiyle yayımlanan Ruznâme-yi Mâverâ-yı Bahr-i Hazar adlı gazeteler, edebiyatı canlandırır. Bu gazetelerde Rus çarını öven şiirlerin yanı sıra Göktepe savaşlarıyla ilgili şiir ve hikâyeler de yayımlanır.
Sovyet döneminin başladığı 1920’li yıllarda toprak-su reformu, kadın hakları, zengin-fakir kavgaları, edebî eserlerin muhtevasını teşkil eder. Ahlâkî değerler reddedilir. Sovyet ideolojisini kabul etmeyen şair ve yazarlar, ağır suçlamalarla karşılaşırlar. Bu dönemde, şiir daima önde olmak üzere nesir tarzında da gelişmeler olmuştur. Roman ve hikâye, bu yıllarda büyük rağbet görmüştür.
1930’lu yıllarda bütün Sovyetler Birliği’nde olduğu gibi Türkmenistan’da da yeni rejimi kabul etmeyen şair ve yazarlar şiddetli cezalara çarptırılırlar. 1931 yılında Abdılhekim Gulmuhammedov ile Oraz Vepayev, 1937 yılında ise Oraz Taçnazarov ile Hocanepes Çarıyev kurşuna dizilirler. Berdi Kerbabayev, Garaca Burunov, Şalı Kekilov, Ruhi Alıyev ve Hıdır Deryayev hapsedilirler. Diğer birçok şair ve yazar ise İkinci Dünya Harbi sırasında askere alınarak cepheye gönderilir. Bu şair ve yazarların çoğu savaşta ölmüştür. Bu hâdiseler sebebiyle edebî hayatta bariz bir duraklama meydana gelir. Bu dönemde yazılan eserlerde, devlet çiftliklerinde ve köylerde yaşanan hayat geniş bir şekilde anlatılmıştır. Savaştan dönen şair ve yazarlarla diğer bazı sanatkârlar, eserlerinde savaş hatıralarını malzeme olarak kullanmışlardır.
Berdi Kerbabayev, Berdinazar Hudaynazarov, Ata Atacanov, Nuri Bayramov gibi romancılar, 1960’tan sonra yazdıkları eserlerinde şehir ve köy hayatına, çöldeki imar faaliyetlerine dikkat çekerler. Aynı konular hikâyelerde de geniş şekilde ele alınır. Bu dönemde bazı yazarlar, tarihî konuları millî bakış açısıyla eserlerinde yeniden yorumlarlar. Gılıç Kulıyev, hikâye ve romanlarında sömürge hâlindeki Şark milletlerinin ıztırabını dile getirir. Ata Govşudov, Gurbandurdı Gurbansehedov, Sapargeldi Annasehedov, Bazar Amanov, Nazar Gullayev gibi yazarların eserlerinde de millî tarih unsurları önemli bir yere sahiptir.
1960’lı yılların ortalarından itibaren lirik şiir büyük önem kazanır. Durdı Haldurdı, Ata Atacanov, Gara Seyitliyev, Memmet Seyidov, Kerim Gurbannepesov, Berdinazar Hudaynazarov ve Allaberdi Hayıdov gibi şairler, yeni Türkmen şiirinin muhtevasını zenginleştirerek sanat seviyesini yükseltirler. 1980’li yıllardaki yeniden yapılanma döneminde ise siyasî ve sosyal muhtevaları işleyen edebî eserler, günün şartlarına uygun olarak daha fazla rağbet görür.
Türkmenistan, 1991 yılında bağımsızlığını kazanınca, şair ve yazarlar üzerindeki Sovyet baskısı da sona erer. Bu gelişmeler, edebiyat üzerinde müspet tesir uyandırır. Bunun tabiî bir sonucu olarak millî tarih, millî gurur ve istiklâl, edebî eserlerde heyecanla terennüm edilmektedir.

6. Kazak Türkleri Edebiyatı
1905 yılında Rusya’da meşrutiyet idaresinin kurulması, Kazak sahasında da müspet tesir uyandırmış; İstanbul’da, Kazan’da ve Rus okullarında eğitim görmüş olan aydınların daha rahat çalışmalarına imkân vermiştir. Bu dönemde faaliyet gösteren Yusupbek Köpeyulı, Spendiyar Köpeyulı, Sultanmahmut Toraygırulı, Ahmet Baytursunulı, Mircakıp Duvlat, Alihan Bükeyhanulı gibi şair ve yazarlar şiir, hikâye, roman, tiyatro ve makale türünde yazdıkları eserlerde ve çıkardıkları gazetelerde, halkı millî uyanışa davet etmek için hürriyetçi fikirleri işlemişlerdir. Bilhassa Mircakıp Duvlat’m 1908 yılında neşrettiği Oyan Kazak (Uyan Kazak) adlı şiir kitabı ile Ahmet Baytursunulı, Alihan Bükeyhanulı, Mustafa Urazulı ve Mircakıp Duvlat tarafından 1913-1918 yılları arasında çıkarılan Kazak gazetesi, Kazak Türklerinin millî uyanışında çok önemli bir rol oynamıştır. 1916 yılında meydana gelen büyük isyan hareketi ve bu isyanı anlatan eserlerin yayımlanması, Kazak Türkleri arasında istiklâl düşüncesini kuvvetlendirmiş; bütün bu gelişmeler 1917’den sonra Alaş-Orda Kazak Millî Hükûmeti’nin kurulmasıyla sonuçlanmıştır. Mağcan Cumabayulı ve Muhtar Avezov, bu devrin diğer önemli şair ve yazarlarıdır. Sovyet idaresinin kurulduğu 1920’li yıllarda, şair ve yazarlar üzerindeki ağır baskı, edebiyatı olumsuz yönde etkilemiştir. Bu dönemde Sovyet ideolojisine uygun olarak sınıf çatışmalarını esas alan yeni eserler yazdırılmıştır. Bundan dolayı edebiyatta bir gerileme olmuştur. Milliyetçi şair ve yazarlar tutuklanmış, sürgüne gönderilmiştir. 1930’dan sonra ise Sovyet ideolojisini kabul etmeyen sanatkârlar, bu defa öldürülmeye başlanmıştır. 20. yüzyıl Kazak edebiyatının en büyük temsilcileri sayılan Ahmet Baytursunulı, Mircakıp Duvlat, Mağcan Cumabayulı gibi şair ve yazarlar, bu dönemde milliyetçi ve Türkçü çalışmalarından dolayı kurşuna dizilmişlerdir.
İkinci Dünya Harbi yıllarında tanınan kısmî serbestlik döneminde, edebiyatta yeni bir canlanma görülür. Kazak askerlerinin savaşta gösterdikleri kahramanlıkları anlatan pek çok manzum ve mensur eser yazılır. Savaştan sonra edebiyat üzerindeki baskı politikasına tekrar dönülür. 1991 yılındaki bağımsızlığa kadar süren Sovyet döneminde Saken Seyfullin, Muhtar Avezov, Sabit Mukanov, Âbit Müsirepov, Kalmağan Abdülkadirov, Tahir Cankulı, Abdullah Tacıbayev, Ali Ormanov, Olcas Süleymanov gibi şair ve yazarlar eserler vermişlerdir.
1991’de bağımsız Kazakistan Cumhuriyeti’nin kurulmasından sonra edebiyat, ideolojik baskılardan kurtulmuştur. Son yıllarda Kazakların millî hayatını dile getiren ve Sovyet dönemini tenkitçi bir gözle değerlendiren yeni bir edebiyat kurulmaya başlanmıştır.

7. Kırgız Türkleri Edebiyatı
Türkistan, 19. yüzyılın ikinci yarısında Çarlık Rusyası tarafından işgal edilince, verimli arazilere Rusya’dan getirilen göçmenler yerleştirilmiş, toprakları ellerinden alınan Kırgızlar ise dağlık bölgelerde yaşamaya mecbur edilmişlerdir. Bu işgal ve sürgünün yarattığı huzursuzluk sebebiyle Kırgızlar zaman zaman isyan etmişlerdir. 1917 yılına kadar devam eden bu dönemde Moldo Kılıç Şamırkanuulı, Toğolok Moldo, Toktoğul Satılganuulı ve Cenicok gibi şairler eserler vermişlerdir. Bu şairler eserlerinde çarlık Rusyasının idaresinden bunalan Kırgız Türklerinin hayatını ve istiklâl düşüncesini terennüm etmişlerdir. Bilhassa 1916 yılındaki bütün Türkistan’ı içine alan isyan sırasında yüz binlerce Kırgız Türkünün öldürülmesi, edebî eserlerde çokça işlenmiştir. Daha çok bu son katliam sebebiyle Kırgızlar, 1917 ihtilâlini bir kurtuluş olarak değerlendirmişlerdir.
Kırgızistan, çarlık Rusyası devrinde, ekonomik ve kültürel bakımdan imparatorluğun en geri bırakılmış bölgelerinden biridir. Sovyet dönemiyle birlikte edebiyatta da canlanma olmuş, modern şiir, hikâye, roman, tiyatro, makale gibi edebî türler Kırgız edebiyatında ilk örneklerini vermeye başlamıştır. 1924 yılında ilk Kırgız gazetesi olan Erkin Too (Hür Dağ) yayın hayatına başlar. Daha önce diğer Türk toplulukları tarafından çıkarılan gazete ve dergilerde eserlerini neşreden Sıdık Karaçev, Kasım Tınıstanuulı, Aalı Tokombayev, Mukay Elebayev, Raykan Şükürbekov, Cuma Camğırcıyev, Böri Kenensarıyev, Kubanıçbek Malıkov ve Kası-malı Bayalınov gibi şair ve yazarlar, bundan sonra bu gazete çevresinde faaliyet gösterirler.
1920’li yıllara gelinceye kadar Kırgızlarda tiyatro çalışmaları yapılmamıştır. 1926 yılından sonra Kasımalı Cantöşev ve Sıdık Karaçev gibi yazarlar, Kırgız tiyatro edebiyatının ilk örneklerini vermişlerdir.
1924’ten sonra, daha çok siyasî mahiyette eserler yazılmıştır. Eski hayatı kötüleme, sosyalist sistemi ve yeni hayatı övme, bu eserlerde işlenen başlıca konulardır. Eserlerinde Sovyet ideolojisine yer vermeyen, yeni rejimi benimsemeyen Kasım Tınıstanuulı, Sıdık Karaçev, Moldo Kılıç gibi şair ve yazarlara hayat hakkı tanınmamış, hepsi halk düşmanı ilân edilerek öldürülmüşlerdir.
İkinci Dünya Harbinden sonra, “ideolojik temizlik” adı altında sözlü gelenekte yaşayan Manas destanı gibi eserler, milliyetçilik fikrini aşıladığı için yasaklanmıştır. Kırgız yazılı edebiyatının 1924’te başladığı, bu tarihten önce yazılı eser verilmediği ilân edilerek bu görüşü benimsemeyen Tazabek Samancın, Taşım Bayayev, Ziyaş Bektenov gibi yazarlar tutuklanarak sürgüne gönderilmişlerdir.
1991 yılındaki bağımsızlığa kadar devam eden bu dönemde Tölögön Kasımbekov, Cengiz Aytmatov, Kazat Akmatov, Süyünbay Eraliyev, Alıkul Osmanov, Turar Koconberdiyev, Toktobolat Abdmomonov, Begsultan Cakeyev, Calil Sadıkov, Nuri’a Cetikaşkayeva, Mayramkan Abılkasımova, Subayılda Abdıkadırova, Süyünbay Eraliyev, Kubat Cusupaliyev, Ramiz Rızkulov eserler vermişlerdir.
1991’deki bağımsızlıktan sonra siyasî baskılardan kurtulan edebiyat, farklı bir yol takip etmeye başlamıştır. Önce eski edebî mirasa sahip çıkılmış, halk düşmanı sayılarak öldürülen şair ve yazarların itibarları iade edilip eserleri tekrar yayımlanmıştır. Bunların hayatını anlatan romanlar yazılmıştır. Geçen yüzyıllara ait tarihî olaylar, yeni yazılan eserlerde konu olarak işlenmiş; bazı eserlerde ise Sovyet rejiminin insanlar üzerindeki menfî tesirler, çevre felâketi, dürüstlük, ahlâkî ve millî değerler ele alınmıştır.

8. Kıbrıs Türkleri Edebiyatı
1878 yılına kadar Osmanlı devletinin sınırları içinde kalan Kıbrıs adası, bu tarihten sonra, Lozan Barış Antlaşması’na kadar İngilizlerin kontrolü altında kalmıştır. Bu sebeple Kıbrıs Türk edebiyatı, arzu edilen gelişmeyi gösterememiştir. 1923 yılında imzalanan Lozan Barış Antlaşması’yla adanın idaresi tamamen İngilizlere bırakılır. Bu tarihten itibaren Kıbrıs Türkleri için kültürel alanda bir gerileme ve suskunluk dönemi başlar. Bu dönem, 1940’lı yıllara kadar sürer. 1940’lı yıllarda Samet Mart, Hikmet Afif Mapolar, Rauf Raif Denktaş, Taner F. Baybars, Özker Yaşın, Semih Sait Umar, Cem Sual, Urkiye Mine Balman gibi şahsiyetler nazım ve nesir tarzında eserler verirler. Bunlardan bilhassa Özker Yaşın, İngiliz ve Rum baskılarını yansıtan şiirleriyle tanınmıştır. 1943 yılından itibaren gazete ve dergilerin sayısında artış görülür. Ocak, Dünya ve Yeni Mecmua gibi dergiler yayımlanır.
Rumların 1963’te kanlı Noel, 1964’te ise Erenköy baskınları meydana gelir. Bu hâdiseler tabiî olarak edebiyata da akseder. Çeşitli gazete ve dergilerde şiir ve nesir tarzında bu baskınlarla ilgili eserler yayımlanır. Bu dönemde neşredilen eserlerin ana teması, geçmişe duyulan özlemdir. Milliyetçilik, ahlâk, politika, savaş, kahramanlık ve Türkiye’ye bağlılık, işlenen diğer konulardır.
Cereyan eden hâdiselere paralel olarak Kıbrıs Türk edebiyatındaki türlerde de çeşitlilik görülür. Bu durum, 1974’ten sonra çok hızlı bir gelişme gösterecek olan son dönem edebiyatına zemin hazırlamıştır. 1974 yılında adadaki siyasî dengenin Rumlar tarafından Türklerin aleyhine değiştirilmesi üzerine Türkiye, Kıbrıs Barış Harekâtı’nı gerçekleştirir. Bu tarihten sonra adada, yeni bir siyasî dönem başlar. Bu gelişmeler edebiyata da tesir eder. Kazanılan zafer, Kıbrıslı şair ve yazarları derinden etkiler. Bu dönemde yayımlanan eserlerin temel konusu, bağımsızlık ve zaferdir. Bunların yanı sıra barış, eşitlik, hürriyet, kardeşlik gibi konulara yer verilir. Son dönem Kıbrıs Türk edebiyatında eserleriyle öne çıkan bazı şairler şunlardır: Oktay Öksüzoğlu, Fikret Demirağ, Kâmil Özay, Osman Türkay, Özker Yaşın, Mehmet Levent, Neriman Cahit ve Orbay Deliceırmak.

9. Irak Türkmenleri Edebiyatı
Asırlarca Osmanlı sınırları içinde yaşayan Irak Türkmenleri, 1918’de bölgenin İngilizler tarafından işgalinden sonra Anadolu’daki Türklerden ayrı yaşamak zorunda bırakılmışlardır. 1918 sonrası Irak Türkmenleri edebiyatı, klâsik şiir geleneğinin devamı şeklinde gelişmesini sürdürür. Meşhur şair Hicrî Dede, mahallî ağız özelliklerini koruyarak yazdığı “Kerkük Hâtırâtı” adlı şiirinde klâsik tarzı, halk şiiri tarzına yaklaştırmıştır. Hıdır Lütfi, Mehmed Sâdık, İzzettin Abdi Bayatlı, Hasan Görem, Osman Mazlum, Ali Marufoğlu, Celâl Rıza, Mehmet İzzet Hattat, Fahrettin Ergeç bu tarzda eserler veren diğer şairlerdir.
Dönemin en önemli yayın organı olan Kardaşlık dergisinde, klâsik-modern edebiyat tartışmaları yapılır. Ata Terzibaşı, bu tartışmalar sırasında klâsik şiirin yanında yer alır. Salâh Nevres ise yeni şiiri müdafaa eder. Bu tartışmalar devrin şairlerini etkiler. Nesrin Erbil, Necmettin Esin, Nihat Akkoyunlu, Ata Bezirgân gibi genç şairler, modern tarzda şiirler yazarlar.
Irak Türkmenleri arasında yetişen bütün şairler, halk edebiyatı ürünlerine özel bir önem vermişler, bunları eserlerine de aksettirmişlerdir. Mustafa Gökkaya ile Nâsıh Bezirgân, mani ve horyat tarzında şiirler yazmışlardır. Mustafa Gökkaya, Türkmenlerin dillerine ve milliyetlerine olan bağlılıklarını, Türk milletine mensup olmaktan duydukları gururu, 1959 Kerkük katliamını şiirlerinde işlemiştir.

10. Batı Trakya Türkleri Edebiyatı
Lozan Barış Antlaşması’na göre Yunanistan’a bırakılan Batı Trakya’da, 1923’ten günümüze kadar Türklerin meydana getirdikleri edebiyata, Batı Trakya Türkleri edebiyatı diyoruz. Yunan idaresi altında kalmanın sıkıntılarını yaşayan Batı Trakya Türklerini, ayrıca Yunan İç Savaşı ve İkinci Dünya Harbi derinden etkilemiştir. Bir sebeple 1923’ten 1960’a kadar devam eden dönemde, önemli bir edebî gelişme olmamıştır. Bu dönemde yetişen en önemli şahsiyet Mehmet Hilmi’dir.
1960’tan sonra edebiyatta gelişmeler görülür. Türkiye’de öğrenim gören gençler, dönüşte çeşitli gazete ve dergiler yayımlamışlardır. Birlik, Öğretmen gibi yayınlar, edebî harekete canlılık kazandırmıştır. 1980’den sonra edebiyat dışa açılarak Türkiye’de ve dünyada adından söz ettirmeye başlar. Bilhassa bu dönemde yayımlanmaya başlanan Şafak dergisi, Türk sanatkârların sesini dünyaya duyurmada önemli bir hizmet görmüştür.
Yunanlıların Türklere uyguladığı siyasî, sosyal, ekonomik ve kültürel baskılar, Batı Trakya Türkleri edebiyatında işlenen en önemli konudur. Yoğun bir şekilde işlenen bu konu, “Huzursuzluk edebiyatı” adı verilen bir edebiyatı ortaya çıkarmıştır. Türkçe ile beraber Müslümanlık, Türklerin millî kimliklerini belirleyen en önemli iki unsurdur. Bu sebeple dinî muhtevalı eserlerin Batı Trakya Türkleri edebiyatında özel bir yeri bulunmaktadır.
Batı Trakya Türkleri edebiyatında 1960’tan sonra Mehmet Arif (Kemal Şevket Batıbey), Asım Haliloğlu, Ali Rıza Saraçoğlu, Hüseyin Mazlum, Rahmi Ali, Abdurrahim Dede, Mustafa Tahsin, Tevfik Hüseyinoğlu, Hüseyin Salihoğlu, Fehim Mehmedoğlu gibi şair ve yazarlar, bütün edebî türlerde eserler vermişlerdir. Bu edebiyatın teşekkülünde ve gelişmesinde, “Türklük”, “Rumelilik” ve “Batı Trakyalılık” duygulan büyük rol oynamıştır.

11. Bulgaristan Türkleri Edebiyatı
19. yüzyılın sonuna kadar Osmanlı devleti sınırları içinde yer alan bugünkü Bulgaristan, diğer Balkan ülkeleri gibi Türk kültürünün canlı olarak yaşadığı yerlerden biridir. Türk nüfusu bakımından Balkan ülkeleri arasında önemli bir yere sahiptir. Bütün Balkanlar’dan olduğu gibi Bulgaristan’dan da Türkiye’ye büyük kafileler hâlinde göçler olmuştur. Bu göçlere rağmen bugün Bulgaristan’da hâlâ önemli miktarda bir Türk nüfusu bulunmaktadır. Burada yaşayan Türkler, Bulgar hükûmetlerinin her türlü baskı ve soy kırım politikalarına rağmen kültürlerini canlı tutmaya çalışmışlardır.
Bulgaristan Türklerinin edebiyatında iki önemli kaynaktan söz etmek mümkündür. Bunlardan birisi klâsik Türk edebiyatıdır. Bu kaynak, son dönemdeki edebiyat üzerinde ciddî mânada etkili olmasa bile sanat ve edebiyat zevkini devam ettirmesi bakımından önemlidir. İkinci kaynak halk edebiyatıdır. Halk edebiyatı bir yandan sözlü gelenek tarzıyla kültür hayatını ayakta tutarken diğer yandan da tabiî bir söyleyişle eli kalem tutanlara ışık olmuştur. Bu eserlerde dilin daha rahat kullanıldığı görülmektedir.
Türk sanat ve edebiyatının köklü ve zengin bir geçmişe sahip olduğu bu topraklarda, 20. yüzyıl başlarına kadar kırkın üzerinde Türkçe gazete ve dergi yayımlanmıştır. İkinci Dünya Savaşına gelinceye kadar bu gazete ve dergilerin sayısı yüzü aşmıştır. Bulgaristan Türk Muallimleri Mecmuası, Rodop, Deliorman, Mücadele, Tuna Boyu ve Özdilek, bu süreli yayınların en önemlileridir. Fakat bu yayınların ömürleri çok kısa olmuş, hatta çoğu çıkmaya başladığı yıl kapatılmıştır. Her şeye rağmen kültür ve sanat faaliyetleri bu yayınlarda varlığını devam ettirmiştir. Bu dönemde eserleriyle öne çıkan şair ve yazarlar arasında Süleyman Sırrı, Osman Nuri Peremeci, Hafız Abdullah Meçik, Mehmet Masum, Muharrem Yumuk, Ali Kemal Balkanlı, Zeki Tunaboylu, Ahmet Faik, Mehmet Fikri, Ahmet Merdivenci, Ethem Ütük, Ali Haydar Taner, Mehmet Behçet Perim, Mustafa Şerif Alyanak, Mahmut Necmettin Deliorman, Ali Osman Ayrantok, Osman Sungur, Mehmet Müzekkâ gibi isimler sayılabilir. Bu şair ve yazarlar, eserlerinde Bulgaristan Türklerinin hayatı, Türkiye’ye duyulan sevgi, baskılara direniş, hürriyet mücadelesi, göçler vb. konuları işlemişlerdir.
İkinci Dünya Savaşından sonra Todor Jivkov devrindeki komünist Bulgaristan’da çok kısa aralıklarla çıkan ve Komünist Partisinin yayın organı durumunda olan birkaç Türkçe gazete vardır. Bu dönemde, Türk okullarında Türkçe yerine Bulgarca derslerin konulması ve Türkçenin iki saatlik bir yabancı dil olarak okutulması, ana dilleriyle öğrenim göremeyen nesilleri Türkçeyi sadece evlerinde konuşmak zorunda bırakmıştır. Dili bozarak ortadan kaldırmaya yönelik bu anlayış, son yıllarda uygulanan kimlik değiştirme politikasının da önemli bir adımı olmuştur.
İkinci Dünya Savaşından sonra şair ve yazarlar Komünist Partisinin emirleri doğrultusunda bütün millî değerleri inkâr eden propaganda eserleri yazmaya zorlanmışlardır. Hapishaneler, bu emirlere uymayan edebiyatçı ve fikir adamlarıyla doldurulmuştur. Bu dönemde, daha önce eserler veren bazı isimlerle birlikte Ahmet Şerif, Mefkure Molla, Recep Küpçü, Sabahattin Bayram, Mehmet Çavuş, Niyazi Hüseyin, Lütfı Demir, Mehmet Davut, Sabri Tata, Halit Aliosman, Selim Bilâl gibi şair ve yazarlar eserler vermişlerdir.
1969’dan sonraki dönemde Komünist Partisinin kararıyla Türkçe konuşmak, Türkçe eser yazmak yasak edilmiş, Türkçe eser yayımlayan matbaalar kapatılmış, daha önce yayımlanan Türkçe eserler kütüphanelerden ve evlerden toplanarak imha edilmiş, Türklerin çıkardığı gazete ve dergilerin yayınları durdurulmuştur. Ali Kadir, Recep Küpçü, Enver İbrahim, Hüsmen İsmail, Yakup İsmail, Fuat Salih, Selim Bilâl, Rıza Molla gibi şair ve yazarlar öldürülmüştür. Birçok sanatkâr hapsedilmiş, Belene adlı ölüm kampına gönderilmiştir. 1984-1985 yıllarında silâh zoruyla Bulgarlaştırma işkencesi sırasında mezar taşlarına varıncaya kadar bütün Türk varlığı yok edilmek istenmiştir. Bu yıllarda edebî eserler vermek bir yana, şair ve yazarların kendi aralarında bile Türkçe konuşmaları siyasî suç sayılmıştır. Böylece Bulgaristan’da yaşayan Türklerin edebiyatı âdeta ölüme mahkûm edilmiştir. 1990’dan sonra Türkçe üzerindeki yasaklarda nispî bir yumuşama görülmektedir.

12. Eski Yugoslavya Türkleri Edebiyatı
Göçler sebebiyle Türklerin nüfusu azalmış olmakla birlikte Türk edebiyatının canlılığını koruduğu ülkelerden biri de Eski Yugoslavya’dır. Bu bölge 20. yüzyılda İkinci Dünya Savaşı sonuna kadar devamlı siyasî çalkantılara sahne olmuş, bunun üzerine burada yaşayan Türklerin önemli bir kısmı Türkiye’ye göç etmek zorunda kalmıştır. Bu hâdiseler sebebiyle Türkler, 1940’lı yılların ortalarına kadar Eski Yugoslavya’da önemli bir edebî faaliyette bulunamamışlardır.
Savaştan sonra Türklere sosyalist rejimin şartlarına uygun insan yetiştirmek üzere kültür faaliyetlerinde bulunma, gazete ve dergi çıkarma izni verilmiştir. 1944’ten sonra Makedonya’da çıkarılan Birlik gazetesi, Pioner, Sevinç, Tomurcuk ve Sesler dergileri, Kosova’da 1969’dan sonra yayımlanan Tan gazetesi, Çevren, Esin ve Kuş dergileri ile Türkçe eğitim veren ilkokullar, Eski Yugoslavya’da yeni bir Türk edebiyatının doğuşunu hazırlamıştır. Edebiyat, hükûmetin kontrolü altındaki Birlik ve Tan gazetesi, Çevren, Esin ve Kuş dergileri ile Türkçe eğitim veren ilkokullar, Eski Yugoslavya’da yeni bir Türk edebiyatının doğuşunu hazırlamıştır. Edebiyat, hükûmetin kontrolü altındaki Birlik ve Tan gazeteleri çevresinde gelişmesini sürdürmüştür. Üsküp ve Priştina’daki yüksekokullarda Türkçe eğitimin başlaması ve Türkiye ile olan kültürel münasebetler, bu gelişmeyi hızlandırır. Bu dönemde eserler veren şahsiyetlerin hemen hepsi öğretmen ve gazetecidir.
İkinci Dünya Savaşını takip eden ilk dönemde eser veren şairler arasında Enver Tuzcu, Şükrü Ramo, Mustafa Karahasan, Naim Şaban, Necati Zekeriya, Fahri Kaya, Mahmut Kıratlı ve Süreyya Yusuf’un adları zikredilebilir. Bunları İlhami Emin, Nusret Dişo Ülkü, Nimetullah Hafız, Hasan Mercan, Recep Murat Bugariç, Enver Baki, Arif Bozacı, Avni Abdullah, Alaaddin Tahir ve Şecaaddin Koka’nın mensup olduğu ikinci nesil şairler takip etmiştir. 1970’ten sonra Suat Engüllü, Rifat Yeşeren, Zeynel Bek-saç ve Osman Baymak gibi şairler eserler vermişlerdir. Hikâye dalında ise Necati Zekeriya, Fahri Kaya, Nusret Dişo Ülkü, Hasan Mercan, Enver Baki, Şecaaddin Koka, Avni Abdullah, İskender Muzbeğ, Alaaddin Tahir ve Avni Engüllü’nün eserleri yayımlanmıştır.
İlk dönemde yetişen şair ve yazarlar, eserlerinde İkinci Dünya Savaşı ile ilgili konuları işlemişlerdir. Daha sonra yazılan eserlerde ise ferdî konulara yer verilmiştir.

13. Kırım Türkleri Edebiyatı
1905 ihtilâlinden sonra, Rus idaresi altında yaşayan diğer Türklerin edebiyatlarında olduğu gibi Kırım Türklerinin edebiyatında da millî karakter, en belirgin özellik olarak kendini hissettirir. İsmail Gaspıralı’nın çıkardığı Tercüman gazetesi çevresinde yetişen gençler, bu dönemde eserler verirler. Bütün Türk boylarında istiklâle giden yolun başlangıcı sayılan bu dönemdeki fikir hareketleri, edebî eserlerde terennüm imkânına kavuşur. Devrin şair ve yazarları, eserlerini Tercüman’dan başka Vatan Hâdimi, Millet ve Uçkun gazetelerinde neşrederler. 1917’ye kadar devam eden bu dönemde Abdürreşid Mediyev, Osman Akçokraklı, İsmail Lemanov, Hasan Sabri Ayvazov, Hasan Çergeyev, Hüseyin Şâmil Toktargazi, Mehmet Nüzhet, Seyyid Abdullah Özenbaşlı, Cafer Seydahmet Kırımer, Cemil Germencikli, Numan Çelebi Cihan gibi aydınlar, halkın medenî seviyesini yükseltmek ve millî şuuru daima canlı tutmak üzere eserler vermişlerdir.
1917’den sonraki dönemde şair ve yazarlar yeni rejimin etkisi altında eser vermek zorunda kalırlar. Bu yeni dönemde Ömer İpçi, Hamdi Giraybay, Abdullah Lâtifzâde, Bekir Sıtkı Çobanzâde, Abdürrahim Altanlı, Cafer Gaffar, Şevki Bektöre, Abdurrahman Kadrîzâde gibi şair ve yazarlar, Kırım Türk edebiyatını devam ettirirler. Bunlardan Ömer İpçi, Cafer Gaffar, Abdullah Lâtifzâde, Hamdi Giraybay ve Bekir Sıtkı Çobanzâde, yeni rejimin şartlarına uygun eserler verdikleri hâlde Stalin döneminde öldürülmüşlerdir.
İkinci Dünya Harbinin hemen ardından 1944 yılında tamamı Türkistan içlerine sürülen Kırım Türkleri, toplumdan ve hayattan tecrit edilerek insanlık dışı bir hayata mahkûm edilmişlerdir. Böylece edebiyatları da zorla durdurulmuş, tarihleri ve kültür mirasları yok sayılmıştır. Bu suskunluk dönemi on yıl devam etmiştir. Kırım Türkleri, ancak Stalin’in ölümünden sonra edebî eserler verebilmişlerdir.
1957 yılından itibaren Özbekistan’da Kırım Türkçesi ile neşredilen Lenin Bayrağı (bugünkü adı Yeni Dünya) adlı gazete ile 1980 yılında çıkmaya başlayan Yıldız dergisi, Kırım Türklerinin edebiyatına bir canlılık kazandırmıştır. Bu son dönemde Şâkir Selimov, Yunus Temirkaya, Alaaddin Şâmil, Yusuf Bolat, Osman Ayder, Rıza Fâzıl, Eşref Şem’izâde, Abdullah Dermenci gibi şair ve yazarların eserleri yayımlanmıştır.
İkinci Dünya Harbi sırasında yurdunu kaybeden romancı Cengiz Dağcı, Kırım Türklerinin yetiştirdiği en büyük yazarlardan biridir. Cengiz Dağcı, Türkiye Türkçesiyle yazdığı eserlerinde, Kırım Türklerinin Rus esareti altındaki acılarla, sürgünlerle, katliamlarla dolu korkunç hayatını anlatır.

14. Tatar-Başkurt Türkleri Edebiyatı
Kazan, 20. yüzyılın başlarında, Rus idaresi altında yaşayan Türklerin siyaset ve kültür merkezi hâline gelmiştir. Rusya’ya karşı siyasî ve kültürel direniş ve istiklâl hareketleri, 1905’ten sonra birkaç yıl müddetle Kazan’dan idare edilmiştir. Bunun için Kadı Abdürreşid İbrahim, Yusuf Akçura, Fatih Kerimî, Ali Merdan Topçubaşı, Musa Carullah Bigi, Abdullah Apanay, Sadri Maksudî, İsmail Gaspıralı gibi şahsiyetlerin idaresi altında Rusya Müslümanları Kongreleri toplanmış, pek çok gazete ve dergi çıkarılmıştır. Bu faaliyetler, bütün Türkler arasında millî şuurun kuvvetlenmesine ve millî edebiyatların gelişmesine ilham kaynağı olmuştur.
20. yüzyılın başlarında millî hareketlerin merkezi olan Kazan’da Tatar-Başkurt edebiyatı, bu faaliyetlerin etkisi altında gelişmesini devam ettirmiştir. Bu dönemde Rızaeddin b. Fahreddin, Zâkir Hadi, Ayaz İshakî, Sadri Maksudî, Fatih Kerimî, Aliasgar Kemal, Abdullah Tukay, Mecid Gafurî, Fatih Emirhan, Alimcan İbrahim, Şerif Kemal, Kerim Tinçura, Derdmend, Zarif Beşiri, Hacibünnecar Öteki, Şehzade Babiç, Necip Dumâvî, Ziya Yermekî, Mirhaydar Feyzî vb. şair ve yazarlar eserler vermişlerdir.
Sovyet döneminde Kazan Türkleri parçalanarak Tataristan, Başkurdistan ve Çuvaşistan adlarıyla Moskova’ya bağlı üç ayrı muhtar cumhuriyet hâline getirilmiştir. Bu siyasî bölünmenin ardından şair ve yazarların baskı altına alınarak Sovyet ideolojisine uygun eserler vermeye zorlanmaları, Kazan Türklerinin edebiyatını olumsuz yönde etkilemiştir. Söz konusu baskılar yüzünden Ayaz İshakî, Sadri Maksudî, Zeki Velidî Togan gibi ilim ve fikir adamları, ülkeyi terk etmek zorunda kalmışlardır.
Kazan Türklerinin 20. yüzyılda en tanınmış şairi Abdullah Tukay’dır. Dinî ve millî ruhta lirik şiirler yazmıştır. Eserleriyle geniş halk kitlelerini ve yeni yetişen nesilleri etkileyen Tukay, Kazan Türklerinin millî şairidir.
Sovyet döneminde ise Hadi Toktaş, Seyfı Kudeş, Musa Celil ile Mustay Kerim, yazdıkları kuvvetli eserleriyle tanınmış önemli şahsiyetlerdir.

15. Karaçay – Balkar Türkleri Edebiyatı
Kuzey Kafkasya’da yaşayan Karaçay-Balkar Türklerinin edebiyatı, 19. yüzyılın sonlarına kadar sözlü edebiyat olarak devam etmiştir. Bu yüzyılda sözlü edebiyat geleneğinin en önemli temsilcileri Appa Canıbek, İsmail Semen ve Kâzım Meçi’dir. İlk şiirlerini 19. yüzyılın sonlarında yazan Kâzım Meçi, Karaçay-Balkar yazılı edebiyatının da kurucusu sayılır.
Sovyet döneminde kaleme alınan eserlerin büyük bir ekseriyeti parti ideolojisi doğrultusunda yazılmıştır. Bu eserlerde Karaçay-Balkar Türklerinin eski hayatları, sınıf çatışması şeklinde gösterilmiştir. Daha sonra şair ve yazarlar ideolojiden uzaklaşarak tabiat, insan, tarih ve kültür konularında eserler vermişlerdir.
Sovyet döneminde yetişen sanatkârlar arasında Hasan Appa, Azret Örten, Hamit Laypan, Magomet Bayçora, Halimat Bayramuk, Tohtar Borlak, Abdülkerim Baykul, Kaysın Kuliy, Osman Hubiy, Azamat Süyinç, Bilâl Köbek, Bilâl Laypan, Hüseyin Tohçuk, İbrahim Baba, Kerim Otar, Tanzilye Zumakul’un isimleri zikredilebilir. Bunlardan Hasan Appa’nm 1930’lu yıllarda yazdığı üç ciltlik Kara Sandık isimli roman, Karaçay-Balkar edebiyatında bu türün ilk örneği sayılmaktadır. Eserin ilk iki cildinde komünizmi bir kurtuluş olarak gösteren yazar, son cildinde bunun yanlış olduğunu yazınca, birçok Karaçay-Balkar aydını gibi Ruslar tarafından öldürülmüştür. 19. yüzyılın sonlarından itibaren eserler veren Kâzım Meçi de son şiirlerinde yurt sevgisini işlediği için sürgün edilmiştir.

16. Karakalpak Türkleri Edebiyatı
Daha önce sözlü geleneğe sahip olan Karakalpak edebiyatı, 19. yüzyılda Künhoca, Hacıniyaz, Öteş Şair ve Berdak (Berdi Murad Kargabayoğlı) gibi şairlerin kaleminden ilk yazılı eserlerini vermiştir.
20. yüzyılın başlarında yetişen nesil, yeni edebiyat anlayışıyla şiir, hikâye, tiyatro gibi türlerde eserler ortaya koymuş, gazete ve dergi çıkarmıştır. Sıdık Şair, Ömer Sügirimbetoğlı, Kulmurad gibi şairlerin yeni edebiyatın kuruluşunda önemli hizmetleri olmuştur.
Korbaşı/Basmacılık hareketi sırasında teşekkül eden millî edebiyat Abbas Dabilov, Seyfulgabid Macitov, Hıdırniyaz gibi şairleri yetiştirmiştir. 20. yüzyılda Karakalpaklarla Özbekler arasındaki ilişkilerin artması, bu iki Türk topluluğunun edebiyatlarını da birbirine yaklaştırmıştır. Sovyet döneminde her iki topluluğun edebiyatları birbirine paralel bir ilerleme kaydetmiştir. Bu dönemde, Basmacılık hareketi sırasında eserler veren şahsiyetlerden başka Sadık Nurimbetov, Abdurrahman Ötepov, Col-mırza Aymırzayev, Emet Samuradov, Sapar Hocaniyaz, Bayniyaz Kalpnazarov, Keremeddin Sultanov, Hacıbek Seyitov, Öserbay Hacıniyazov ve Tölepbergen Kayıpbergenov gibi şair ve yazarlar, çeşitli edebî türlerde eserler vermişlerdir.
Sovyetler Birliği’nin Türkistan’da uyguladığı yanlış tarım politikaları ve nükleer denemeleri sebebiyle suyu kilometrelerce geri çekilen ve bir nükleer çöplük hâline gelen Aral denizi ile birlikte millî tarih, vatan ve millet kavramları, son dönem Karakalpak edebiyatında en fazla ele alman konular olmuştur.

17. Uygur Türkleri Edebiyatı
Uygur Türklerinin Çin esaretinden kurtulmak için verdikleri mücadeleler, kültürel ve fikrî alanlardaki gelişmeler, edebiyata da aksetmiş; klâsik edebiyatın yanında toplumdaki yanlışlıkları açıkça eleştiren yeni bir edebiyatın doğmasına zemin hazırlamıştır. Edebiyat sadece konu bakımından değil, tür, şekil, üslûp ve dil bakımından da zenginleşmiştir.
Doğu Türkistan Uygur edebiyatı, 19. yüzyılın sonuna kadar klâsik edebiyatın tesiri altında kalmıştır. Bu dönemde Şarkın ünlü hikâyeleri olan Leylâ ile Mecnun, Yûsuf ile Züleyhâ gibi eserler, Uygur Türkçesi ile yeniden kaleme alınmış, ünlü şairlerin şiirlerine nazireler yazılmıştır.
20. yüzyıl Uygur edebiyatında, Doğu Türkistan’daki Çin istilâsını işleyen pek çok eser yazılmıştır. Bu eserler, Uygur millî edebiyatının temelini oluşturur. Bü yüzyılın başlarında Uygur Türklerinin facialarla dolu hayatını Arzu Muhammed, Umudî, Muhammed Alem, Kasim Bey, Muhammed Salih Yarkendî, Molla Yusuf, Seyid Muhammed, Molla Şakir, Şeyh Garibî, Kurban Sufî Seferbay, Molla Musa Sayramî gibi sanatkârlar eserlerinde konu olarak işlemişlerdir.
Bu yazarların yanında, “koşakçı” adı verilen halk şairleri de, Çin istilâsına karşı verilen mücadeleleri anlatan destanlar söylemişlerdir.
1931 yılında Uygurlarla Çinliler arasında başlayan savaş, büyük şair Abdülhâlik Uygur’un şiirlerine ilham kaynağı olmuştur. Lütfullah Muttalip, Nim Şehid, Ahmed Ziyaî, Enver Nâsir ve Kutluk Şevkî, bu dönemin diğer önemli şair ve yazarlarıdır.
1950’den sonra Uygur Türkleri Mao’nun öldüğü 1978 yılına kadar edebî faaliyet gösterememişlerdir. Bu dönemde millî kültür reddedilmiş, Uygur edebiyatı yok edilmek istenmiştir. Uygur yazar ve şairlerinden bazıları işkenceyle öldürülmüş, bir kısmı canını kurtarabilmek için ülke dışına kaçmak zorunda kalmışlardır. Okullarda Uygur edebiyatı yasaklanmış, Mao’yu ve Kızıl Çin’i öven yeni bir edebiyat yazdırılmaya çalışılmıştır.
1978 yılından sonra baskılar hafifleyince, edebî faaliyetler yeniden başlamıştır. Bu son dönemde, daha önce eser yazması yasaklanarak uzun yıllar hapsedilen Abdürrahim Ötkür’den başka Turgan Almas, Hacı Yakup, Seypiddin Ezizi, Zordun Sabir, Turdi Samsak, Zünun Kadirî, Elkem Ethem, Teyipcan Eliyop, İmin Tursun, Rehmitullah Cari gibi sanatkârlar birçok eser vermişlerdir.

18. Saha (Yakut) Türkleri Edebiyatı
Saha Türklerinin edebiyatı, 19. yüzyılın başlarına kadar sözlü edebiyat olarak devam etmiştir. İlk yazılı eserler arasında A. Uvarovskay’ın 1848 yılında yayımlanan Ahtıılar (Hatıralar) adlı eseri zikredilebilir. Çok zengin halk edebiyatı örnekleri içinde “Olonho” adı verilen destanların önemli bir yeri vardır. “Olonho”lar, birbirine bağlı birçok destandan ibaret olup bazıları on bin beyitten fazla bir yekûn tutar. Bu “Olonho”ların en önemlileri Er-Sogotoh, Nurgıın Bootur, Ercimen Bergen, Kulun Kulustur, Elley Bootur’dur. Diğer sözlü edebiyat türleri arasında “Taabırınnar” (Bilmeceler), “Ös Hohoonnoro” (Atasözleri), “Algıstar” (Dualar), “Kırııstar” (Beddualar), “Kepseenner” (Masallar) sayılabilir. Saha Türklerinin neşrettikleri ilk gazeteler, 1905 yılında yayımlanmaya başlanan Saha Doyduta (Saha Ülkesi) ile Saha Oloğo (Saha Hayatı)’dur.
20. yüzyılın başında yazılı edebiyatın temsilcileri arasında Nikiferov, A. Kulakovskiy, A.I. Sofranov, Nikolay Neustroyev ve P.A. Oyunskiy en tanınmış olanlarıdır. Sovyet döneminde ise S.P. Kulaçikov-Elley, A. İvanov-Künde, A. Açugiye gibi şair ve yazarlar eserler vermişlerdir. A. Kulakovskiy’in Şamanın Rüyası ve Aydınlara Açık Mektup adlı eserleri ile P.A. Oyunskiy’in yedi ciltlik külliyatı, klâsik eserler olarak bugün de değerini muhafaza etmektedir. Saha-Sovyet edebiyatının kurucusu sayılan Oyunskiy, daha sonra milliyetçilikle suçlanarak tutuklanmış, 1939 yılında hapishanede ölmüştür. Oranhayef, Kutrin ve Bes Carasin, Sovyet döneminin tanınmış diğer şair ve yazarlarıdır.

KAYNAKLAR
Akar, Metin-Deniz, Sebahat-Bilecik, Fahrünnisa, Türk Dünyası Çağdaş Edebiyatı, İstanbul 1994.
Akkoyunlu, Ziyat-Saatçi, Suphi, Irak Muasır Türk Şairleri Antolojisi, Ankara 1991.
Akkoyunlu, Ziyat, “Irak Türkleri Edebiyatı”, Türk Dünyası El Kitabı, C. 3, 2. baskı, Ankara 1992, s. 586-596.
Akpınar, Yavuz, Çağdaş Türk Edebiyatları, İzmir 1988. Akpınar, Yavuz, “Kazak Edebiyatı”, Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, C. 5, İstanbul 1982, s. 242-251.
Akpınar, Yavuz, “Kırgız Edebiyatı”, Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, C. , İstanbul 1982, s. 311-316.
Akpınar, Yavuz, XIX-XX. Asırda Azeri Edebiyatı, İzmir 1989.
Akpınar, Yavuz, “XIX. ve XX. Yüzyıllarda Azeri Edebiyatı”, Türk Dünyası El Kitabı, C. 3, 2. baskı, Ankara 1992, s. 615-668.
Benningsen, A-Lemercier-Quelquejay, C., Stepde Ezan Sesleri (Terc. Nezih Uzel), İstanbul 1981.
Binark, Naile, “Kazan Edebiyatı”, Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, C. 5, İstanbul 1982, s. 251-255.
Çavuş, Mehmet, “Bulgaristan Türkleri Edebiyatı”, TürkDünyası El Kitabı, C. 3, 2. baskı, Ankara 1992, s. 574-585.
Çay, Abdülhalûk, “Doğu Türkistan Türk Cumhuriyeti”, Tarihte Türk Devletleri; C. 2, Ankara 1987, s. 783-784.
Devlet, Nâdir, İsmail Bey (Gaspıralı), Ankara 1988.
Devlet, Nâdir, Rusya Türklerinin Millî Mücâdele Tarihi (1905-1917), Ankara 1985.
Doğan, İsmail, “Karaçay-Malkar Şiiri”, Türk Dili (Türk Şiiri Özel Sayısı V), sayı: 531, Mart-1996, s. 890-904.
Ercilasun, Ahmet Bican, Türk Dünyası Üzerine İncelemeler, Ankara 1993. Gürsoy-Naskali, Emine, “Sovyet Türk Edebiyatı”, TürkDünyası, sayı: 1, Bahar-1996, s. 54-64.
Gürsoy-Naskali, Emine, “Yirminci Yüzyıl Kırgız Şiiri”, Türk Dili (Türk Şiiri Özel Sayısı V), sayı: 531, Mart-1996, s. 998-1043.
Gürsoy-Naskali, Emine, “XX. Yüzyıl Sovyet Kırgız Edebiyatı”, Türk Dili, sayı: 505, Ocak-1994, s. 25-36; sayı: 506, Şubat-1994, s. 125-136.
Hafız, Nimetullah, Bulgaristan’da Çağdaş Türk Edebiyatı Antolojisi, İstanbul 1987.
Hafız, Nimetullah, Yugoslavya’da Çağdaş Türk Edebiyatı Antolojisi, Ankara 1989.
Hayit, Baymirza, “Türkistan’da Cedidcilik ve Sonu”, Millî Eğitim ve Kültür, sayı: 9, Nisan-1981, s. 45-55.
Hayit, Baymirza, Türkistan-Rusya ile Çin Arasında-, İstanbul 1975.
İsa, Bahtiyar, Erk Yolıda, Taşkent 1992.
Kara, Mehmet, “Çağdaş Türkmen Şiiri”, Türk Dili (Türk Şiiri Özel Sayısı V), sayı: 531, Mart-1996, s. 852-889.
Kara, Mehmet, “Türkmen Edebiyatı”, Türk Dünyası El Kitabı, C. 3, 2.baskı, Ankara 1992, s. 669-683.
Karabey, Turgut – İdrisi, Habib, Güney Azerbaycan Çağdaş Türk Şiiri Antolojisi, Erzurum 1991.
Kasımov, Begali-Rızayev, Şühret, “Ak Taŋlar Küyçisi”, İstiklâl Fidâiyleri, Abdulla Avlâniy, Taşkent 1993, s. 3-7.
Kasımov, Begali, “Cedidcilik”, Milliy Uyganış ve Özbek Filologiyası Meseleleri, Taşkent 1993, s. 12-40.
Kasımov, Begali, İstiklâl Fidâiyleri, Meslekdaşlar, Taşkent 1994. Kasımov, Begali, İzley-İzley Tapgenim, Taşkent 1983.
Kasımov, Begali, Selâm Kelecek, Taşkent 1986.
Kasımov, Begali, “XX. Yüzyıl Başlarında Türkistan’daki Cedidcilik Akımının Başlıca Özellikleri”, Avrasya Etüdleri, sayı: 3, Sonbahar-1995, s. 88-97.
Keskioğlu, Osman, Bulgaristan’da Türkler, Ankara 1985.
Kettebekov, A. – Mamacanov, S. – Nazarov, B. – Narmatov, U. – Sultanov, İ. – Şerefıddinov, Â. – Şükürov, N., Özbek Sovet Edebiyatı Tarihi, Taşkent 1990.
Kirişçioğlu, M. Fatih, Yakut Türkçesinde Fiil, Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayımlanmamış Doktora Tezi, Ankara. 1992.
KKTC Millî Eğitim ve Kültür Bakanlığı, Kıbrıs Türk Edebiyatı – Başlangıçtan Bugüne- Lefkoşa 1989.
Kocaoğlu, Timur, “Çağdaş Özbek Edebiyatı”, Türk Dünyası El Kitabı, C. 3, 2. baskı, Ankara 1992, s. 756-768.
Kocaoğlu, Timur, “Çağdaş Özbek Şiiri”, Türk Dünyası, sayı: 1, Bahar-1996, s. 3-53.
Kocaoğlu, Timur, “Özbek Edebiyatı”, Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, C.7, İstanbul 1990, s. 201-204.
Makas, Zeynelâbidin, Çağdaş Azerbaycan Şiiri Antolojisi, Ankara 1992. Miryeliyev, Sâbir, Özbek Edibleri, Taşkent 1993.
Musabay, İlhan – Turfanî, Polat, “Doğu Türkistan”, Türk Dünyası El Kitabı, Ankara 1976, s. 1217-1250.
Nesim, Ali, Kıbrıs Türk Edebiyatında Sosyal Konular, Lefkoşa 1986.
Özbay, Hüseyin, Çolpan’ın Şiirleri, Ankara 1994.
Özkan, Fatma, “Yirminci Yüzyılda Tatar Şiiri”, Türk Dili (Türk Şiiri Özel Sayısı V), sayı: 531, Mart-1996, s. 1044-1080.
Parlatır, İsmail, “Makedonya ve Yugoslavya’da Çağdaş Türk Şiiri”, Türk Dili (Türk Şiiri Özel Sayısı V), sayı: 531, Mart-1996, s. 579-658.
Sâdık, Sencer, Hâzırgi Özbek Edebiyatı, Taşkent 1992.
Sağlam, Feyyaz, Batı Trakya / Yunanistan’da Çağdaş Türk Edebiyatı Antolojisi, Ankara 1990.
Sağlam, Feyyaz, “Çağdaş Batı Trakya Türk Şiiri”, Türk Dili (Türk Şiiri Özel Sayısı V), sayı: 531, Mart-1996, s. 418-448.
Sâlih, Muhammed, Közi Tiyren Derd, Taşkent 1990.
Saray, Mehmet, Azerbaycan Türkleri Tarihi, İstanbul 1993.
Saray, Mehmet, Gaspıralı İsmail Bey, Ankara 1987.
Saray, Mehmet, Kazak Türkleri Tarihi, İstanbul 1993.
Saray, Mehmet, Kırgız Türkleri Tarihi, İstanbul 1993.
Saray, Mehmet, Özbek Türkleri Tarihi, İstanbul 1993.
Saray, Mehmet, Türk Dünyasında Dil ve Kültür Birliği, İstanbul 1993.
Saray, Mehmet, Türkmen Tarihi, İstanbul 1993.
Serdar, Gülgün, “Çağdaş Kıbrıs Türk Şiiri”, Türk Dili (Türk Şiiri Özel Sayısı V), sayı: 531, Mart-1996, s. 379-418.
Serdar, Gülgün, “Kıbrıs Türk Edebiyatı”, Türk Dünyası El Kitabı, C. 3, 2.baskı, Ankara 1992, s. 551-565.
Tavkul, Ufuk, “Karaçay-Malkar Türk Edebiyatı”, Türk Dünyası El Kitabı, C. 3, 2.baskı, Ankara 1992, s. 727-744.
Temir, Ahmet, “Kuzey Türk Edebiyatı (Tatar-Başkurt)”, Türk Dünyası El Kitabı, C. 3, 2.baskı, Ankara 1992, s. 705-726.
Temir, Ahmet, “Kuzey Türkleri, İdil-Ural ve Yöresi”, Türk Dünyası El Kitabı, Ankara 1976, s. 1251-1271.
Togan, A. Zeki Velidî, Hâtıralar, İstanbul 1969.
Togan, A. Zeki Velidî, Bugünkü Türkili (Türkistan) ve Yakın Tarihi, İstanbul 1981, 2.baskı.
Turan, Şekür, “Uygur Türkleri Edebiyatı”, Türk Dünyası El Kitabı, C. 3, 2.baskı, Ankara 1992, s. 769-778.
Usta, Halil İbrahim, “Modern Azerbaycan Şiiri (Kuzey)”, Türk Dili (Türk Şiiri Özel Sayısı V), sayı: 531, Mart-1996, s. 775-851.
Ülküsal, Müstecip, “Kırım Türkleri”, Türk Dünyası El Kitabı, Ankara-1976, s. 1140-1153.
Yarkın, İbrahim, “Batı Türkistan”, Türk Dünyası El Kitabı, Ankara 1976, s. 1160-1215.
Yenisoy, Hayriye Süleymanoğlu, “Bulgaristan Türkleri Şiiri”, Türk Dili (Türk Şiiri Özel Sayısı V), sayı: 531, Mart-1996, s. 449-578.
Y,T., Türkistan’da Türkçülük ve Halkçılık, İstanbul 1954.
Yüksel, Zuhal, “Kırım Türk Edebiyatı”, Türk Dünyası El Kitabı, C. 3, 2. baskı, Ankara 1992, s. 684-704.
Zülfikar, Hamza, “Çağdaş Irak Türkmen Şiiri ve Şairleri”, Türk Dili (Türk Şiiri Özel Sayısı V), sayı: 531, Mart-1996, s. 727-773.
(1996)

Türkistan Cedit Hareketinin Öncülerinden
MÜFTÜ MAHMUDHOCA BEHBÛDÎ EFENDİ

(Hayatı ve Eserleri)

Mahmudhoca Behbûdî Efendi’nin Yaşadığı Dönemde Türkistan
Türkistan’daki Ceditçilik hareketinin ilk ve en önemli temsilcilerinden eğitimci, gazeteci, tiyatro yazarı, siyaset ve fikir adamı Müftü Mahmudhoca Behbûdî Efendi, 19. yüzyılın sonlarında ve 20. yüzyılın başlarında, can çekişen Türk dünyasının tarih sahnesine yeniden çıkarak varlığını ispat etmeye çalıştığı çetin mücadelelerle dolu karanlık döneminde yaşadı. Bu dönemde Türkiye Türklüğü, hem içeriden hem de dışarıdan gelen tehditler karşısında sarsılmaya ve yıkılmaya başlayan Osmanlı cihan devletini kurtarmanın telâşı içerisinde hızla modernleşmenin ve Avrupa ile arasında oluşan uçurumu kapatmanın çarelerini araştırmaya başlamış; vatanı, kuzeyden gelen Rus ordularının işgâline uğrayan Türkistan Türklüğü ise, hem cehaletten hem de esaretten kurtulmak için mücadele etmek zorunda kalmıştır.
1847 yılında Sırderya boylarından başlayan işgâlle birlikte Türkistan’da zorla kabul ettirilen Rus sömürge idaresinin, ilk günlerinden itibaren takip ettiği tamamen zulümden ibaret politikalar, kanlı kavgaları da beraberinde getirmiş ve Türkistan halkının işgâlcilerden derin bir nefret ve tiksinti duymasına sebep olmuştur. 1892 yılında Taşkent, 1898 yılında Andican’daki Dükçi Eşan, 1904-1907 yılları arasında Rusların “Namaz Oğrı”, Türkistan halkının ise “Namaz Bâtır” dedikleri Namaz Pirimkul liderliğindeki Dehkanlar ve 1916 yılında hemen bütün Türkistan’ı saran Milliy Âzadlık isyanlarıyla birlikte irili ufaklı yüzlerce isyan hareketi, bu zorba Rus sömürge idaresine karşı Türkistan halkının âzatlık hareketleri olarak tarihe geçmiştir.
Türkistan, Rus işgâlinin ardından, önce Türkistan ve Dala (Bozkır) askerî valilikleri hâlinde taksim edilmiş ve bütün valiliklerde de Rus ve Yahudi yöneticiler görevlendirilmiştir. Devlet dairelerine doldurulan Rus, Yahudi ve Ermeni memurlar marifetiyle “ırkçılık” siyaseti, pek kaba usûllerle tatbik edilmiştir. Sömürge idaresinin bu uygulaması, bütün Türkistan’ı, Rusya’nın ham madde ve bilhassa her türlü gıda ihtiyacını karşılayan bir ülke hâline getirmiştir.[1 - D. Ziyâyeva, O’zbekiston Tarıxı (yıl: 2002, nu.: 1-2, s. 22-34) dergisinde yayımlanan “XIX Asr İkkinçi Yarmı XX Asr Başlarıda Çarizmniŋ Türkistan Maddiy Baylıklarını Özleştiriş Siyaseti” adlı kıymetli makalesinde, bu bahse dair çok önemli bilgiler vermektedir. Özbek ve Rus kaynaklarından istifade edilerek hazırlanmış olan bu makalede bildirildiğine göre, işgâl sırasında Rus ordusu tarafından talan edilen hazineler hiçbir zaman tam olarak tespit edilememiş, bu arada ülkeleri istilâ edilen Buhara emirinden 500.000 som (125.000 altın), Hive hanından da 450.000 som (112.500 altın) savaş tazminatı alınmıştır. Hive hanı ayrıca yirmi yılda ödenmek üzere 2.000.000 som (500.000 altın) tazminat ödemeye mahkûm edilmiş, hanlık hazinesinin tamamına da el konulmuştur. Aynı şekilde Mergilan beyliğinden de 500.000 som (125.000 altın) savaş tazminatı alınmıştır. Verilen bilgiye göre bu zikredilenler, sadece Rusya devlet hazinesine intikâl eden meblâğlardır. Bunun yanında, asker ve sivil idarecilerle memurların şahsî tasarrufunda kalan meblâğların ise Rusya devlet hazinesine intikâl edenden daha fazla olduğu bildirilmektedir.Sömürgeciler, işgâlin ardından Türkistan’da üretilen hemen her şeyi Rusya’ya taşımışlardır. Bu bahse dair neşredilen listelerde pamuk, deri, yapağı, ipek ve ipekli mamûller, karaköl derisi denilen çok kıymetli astragan ve diğer kürkler, orman ürünleri, tuz, demir, çelik, kilim, halı, pamuk yağı gibi sanayi mamûlleri, canlı hayvan, tahıl ve her cins yaş ve kurutulmuş meyveye varıncaya kadar her şey, her yıl giderek artan miktarlarda Rusya’ya taşınmıştır. Meselâ, Hokand Ticaret Komitesi’nin tespitlerine göre 1901-1911 yıllarında Türkistan’dan Rusya’ya götürülen sadece pamuk yağı miktarının yıllar itibariyle dağılımı şöyledir: 1901’de 30.800 pud (1 pud = 16 kg.), 1902’de 66.300 pud, 1903’te 73.800 pud, 1904’te 167.700 pud, 1905’te 387.958 pud, 1906’da 556.878 pud, 1907’de 525.685 pud, 1908’de 569.733 pud, 1909’da 1.102.876 pud, 1910’da 1.575.980 pud, 1911’de 1.772.186 pud. Buna göre, Türkistan’dan gasp edilen yağ miktarında, on yıl içinde tam altmış kat artış meydana gelmiştir. Türkistan’da üretilen diğer bütün malların da aynı şekilde gasp edildiği muhakkaktır.Rusya’ya götürülen malların önemli bir kısmı, Rus mamûlü olarak dünya pazarlarında yüksek fiyatlarla satılarak Rusya hesabına büyük gelirler elde edilmiştir. Bunlardan başka Türkistan halkından zekât, ev vergisi, arazi vergisi, can vergisi ve ticarî vergi adı altında ve halkın ödeme gücünün çok üzerinde ağır vergiler toplanmıştır. Ruslar, insanı dehşete düşüren bu soygunlarla hiçbir zaman yetinmemişler, bilâkis Türkistan’ı, “kendileri için yaratılmış bitmez tükenmez zenginlik kaynağı”, Türkistan halkını ise, “bu zenginliği kendilerine teslim etmekle yükümlü itaatkâr kul”lar olarak görmüşlerdir.Bu bilgiler, 19. yüzyılda Türkiye’ye “hasta adam” adını veren Çarlık Rusyasının, aynı dönemde açlıktan can çekişmekte olduğunu düşündürmekte ve Sovyetler Birliği döneminde de devam eden sömürgecilik faaliyetleri de buna ilâve edilecek olursa, Rusya’nın yüz elli sene boyunca Türkistan Türklerinin el emeği ve alın teri sayesinde karnını doyurabildiğini ve nihayet sömürülecek bir şey veya sömürebilecek gücü kalmayınca da Sovyetler Birliği’nin kendi kendisini bilerek ve hattâ isteyerek tasfiye ettiğini akla getirmektedir. Bugün Rus sovyet imparatorluğundan geriye kalan Türkistan Türk cumhuriyetlerinin içinde bulunduğu ekonomik şartların, sömürgeci Fransız, İspanyol, Belçika, Hollânda, Portekiz, İngiliz imparatorluklarından geriye kalan Afrika, Güney Amerika, Güney-Doğu Asya ve Uzak-Doğu ülkelerinden daha iyi olmaması, bu kanaate haklılık kazandırmaktadır.] Bugün Özbek araştırmacılar tarafındanuzun listeler hâlinde neşredilen bu talanın, tarif edilmez boyutlarda gerçekleştiği bir hakikattir. Ancak Ruslar sadece maddî yağmacılıkla yetinmemiş, bunun yanı sıra Türkistan halkının tarih ve kültür mirasına da musallat olmuşlar; Türkistan Türklerinin dili, dini, tarihi, örf ve âdetleri, millî duygu ve inançları, namus ve gururu ayaklar altına alınmış, Cuma namazlarında tehditle çar adına hutbe okutulmuş ve Kur’an-ı Kerim’den “müşrik” ve “kâfir” kelimeleri, Türkistan halkının nazarında Rusları ifade ettiği için çıkarılmak istenmiş, Andican’da halk, Ruslarla karşılaşınca secde etmeye zorlanmış, pek çok yazma hâlindeki kitap, tarihî değeri bulunan kıymetli eşya ve arkeolojik eserler Rusya’ya götürülmüş, bunların önemli bir kısmı da Avrupa’ya satılmıştır.
Türkistan’daki bu maddî ve manevî zenginliklerin talan edilmesiyle ilgili plânlar, Rus müsteşrikleri ile Türkistan halkının dil, tarih, edebiyat ve kültüründen haberdar olan şahıs ve memurlar tarafından birlikte hazırlanmış, Rus Maliye Bakanlığı da listeler hâlinde tespit edilen hazinelerin ele geçirilmesi için özel bir itina gösterilmesi ve hiçbir masraftan kaçınılmaması emrini vermiştir. Tespit edilen kıymetli yazmalar, matbu eserler, tarihî belgeler, eski sikkeler, halı ve kilimler, altın ve gümüş kabzalı bıçaklar, kılıçlar, çok değerli sanat eserleri, inci ve mücevher kakmalı eşyalar ve silâhlar toplanarak Moskova ve Petersburg’a gönderilmiştir. Buhara Emirliği (1868), Hive Hanlığı (1873) ve Hokand Hanlığı (1876)’nı işgâl eden ve bütün Türkistan’ı sömürgeleştirerek Rusya’nın ham madde ambarı hâline getiren askerî vali Konstantin Petroviç Fon-Kaufman (1867-1882), halife Hz. Osman’ın istinsah ettirdiği Kur’an nüshasını, 1869 yılında Semerkand’dan alarak çara hediye etmiştir. 1870 yılında, sadece Şehrisebz ve Kitab kasaba ve köylerinden 97 cilt kıymetli yazma eser toplanarak götürülmüştür. Talan edilen bu kıymetli eşyanın Moskova ve Petersburg müze ve kütüphanelerine taşınmasında bilhassa Rus arkeolog ve şarkiyatçısı Nikolay İvanoviç Veselovski (1848-1918)’nin büyük gayretleri olmuştur. Türkistan tarihi ve arkeolojisi ile meşgûl olan Veselovski, Afrasyab’daki de dâhil olmak üzere yüzlerce arkeolojik kazıyı yönetmiş, Semerkand’da bulunan tarihî eserlerin bir albümünü hazırlamış, bu arada İşrethâne, Bibihanım Mescidi, Uluğbey Medresesi, Emir Timur ve Ahmet Yesevî türbeleriyle birlikte eski mezarlıklara varıncaya kadar her yeri talan ettirmiş; tarihî, dinî ve millî değeri bulunan her şeyi gasp ederek Moskova ve Petersburg müzelerine götürmüştür.
Türkistan’da bu cinayetler işlenirken diğer yanda, sömürge idaresi tarafından neşredilen mahallî gazete ve dergilerde de Rusya’nın Türkistan’a ilim ve medeniyet getirdiğine dair propaganda yayınları yapılmış, Rus kültür ve hayat tarzı benimsetilerek Ruslaştırma çalışmaları aralıksız şekilde devam ettirilmiştir. İşgâlin ardından Türkistan’daki bütün eğitim kurumları Çar hükûmetinin nezaretine girmiş, 1876 yılında eğitim faaliyetlerine rehberlik etmek üzere Taşkent’te “Türkistan Ölkesi Okuv Yurtları Baş Başkarması” kurulmuş ve eğitim programları da yavaş yavaş sömürge siyasetine uygun hâle getirilmiştir. Aynı yıl, Taşkent’te orta derecede eğitim veren kız ve erkek “gimnaziya”ları açılmıştır. Daha sonra 19 Aralık 1884 tarihinde, Taşkent’ten başlayarak “Rus-Tüzem” mektepleri açılmaya başlanmıştır. Bunlar, sömürge hâline getirilen Türk yurtlarını idare etmede faydalanmak üzere tercüman yetiştirmek ve Ruslara karşı sempati uyandırmak gibi maksatlarla mahallî halkın çocuklarına ilkokul seviyesinde eğitim veren Rus devlet okullarıdır. Böylece Türkistanlı gençler, çar hükûmetine bağlı sadık tercümanlar olarak yetiştirilmek istenmiştir. Taşkent’ten sonra bütün Türkistan’da açılan bu mekteplerin sayısı, 1917 yılı başlarında 170’e ulaşmıştır. Bunların 84’ü bugünkü Özbekistan’da, diğerleri ise Kazakistan, Kırgızistan, Türkmenistan ve Tacikistan’da faaliyet göstermiştir.
Ruslaştırma veya Ruslara yaklaştırma olarak değerlendirilebilecek bu faaliyetlerin yoğun bir şekilde sürdürüldüğü dönemde, 19. yüzyılın son çeyreğinden itibaren Rus sömürge idaresine karşı tepki hâlinde başlayan isyan hareketleri, her defasında kanlı bir şekilde bastırılmış, yerli halktan önemli bir nüfus da her fırsatta suçlu görülerek Rusya’nın yaşamaya elverişsiz bozkırlarına sürgün edilmiş, bir buçuk milyon civarında Rus göçmen Türkistan’a getirilerek Özbek, Kazak ve Kırgız bölgelerinde iskân edilmiş, böylece Türkistan’da ekilebilir arazinin %55’i Rusya’dan gelen göçmenlerin eline geçmiş, bütün büyük şehirlerde önemli sayıda yabancı toplanmış, iş yerleri ve dükkânlar Ruslarla Yahudilerin mülkiyetine geçmiş, Türkistan halkı da bu uygulamalar sebebiyle her gün biraz daha fakirleşerek âdeta açlığa ve nihayet yok olmaya mahkûm edilmiştir.
Rus sömürge idaresinin bu faaliyetleri karşısında Türkistanlı aydınların hiçbir tepki göstermeden kaderlerine razı olduklarını düşünmek, elbette mümkün değildir. İşlenen cinayetler, idrâk ve iman sahibi aydınları derinden yaralamış, onlarda işgâlcilere karşı nefret duygusuyla birlikte mücadele arzusunu da uyandırmıştır. İşte bu idrâk, her gün biraz daha kuvvetlenip olgunlaşarak sömürge idaresine karşı istiklâl için mücadele etmeyi hedef kabul eden Ceditçilik hareketini doğurmuştur. Bu hareket, kısa zamanda yenilikçi genç aydınları, din, devlet, ilim ve fikir adamlarını, yazar, şair, gazeteci, hukukçu, yayıncı ve ileriyi görebilen ticaret erbabını kendi bünyesinde toplamıştır.
Ceditçiler, esas olarak milletin menfaatleri, ülkenin imar edilmesi, ticaretin, modern tarım usûlleri ve tekniğin yaygınlaştırılmasında Avrupa’yı örnek almak suretiyle halkın sefaletten kurtarılması, kabiliyetli gençlerin Rusya, Türkiye ve Avrupa’daki üniversitelere gönderilerek okutulması, milletin kendi kendisinden ve dünyadan haberdar edilmesi, açtıkları Cedit mekteplerinde Türkistanlı gençlerin, çağdaş bilgilerle donanmış insanlar olarak yetiştirilmesi, millî şuur ve istiklâl fikrinin uyandırılması ve bu şuur ve fikri daima canlı tutmak suretiyle Türkistan’ın sömürge olmaktan kurtarılması gibi âdeta bütün Türkistan halkını seferber edecek çok geniş bir yelpazede faaliyetlerde bulunmuşlardır. Bu sebeple Ceditçilik hareketini, sadece eğitimde yenilik faaliyeti olarak değerlendirmek, herhâlde haksızlık sayılmalıdır. İlk defa, programını Gaspıralı İsmail Bey’in hazırladığı Cedit mektepleri dolayısıyla telâffuz edilen “Ceditçilik hareketi”, daha geniş bir bakış açısıyla ele alınmalı ve tıpkı “rönesans” gibi hayatın bütün cephelerinde yenileşmeyi ve yeniden doğuşu ifade eden bir terim olarak, Türk dünyasının “ba’sü ba’de’l-mevt”i olarak değerlendirilmelidir.[2 - Rus işgâliyle birlikte başlayan bu yeni dönem hakkında daha geniş bilgi için bkz.: Abdülahad Muhammedcanov, Abdukayum Abdurrahimov, “Rassiya İstilâsı”, Özbekistan Respublikası-Ensiklopediya, Taşkent, 1997, s. 156-159; Hamid Ziyayev, “Özbek Hanlıkları”, Özbekistan Respublikası-Ensiklopediya, Taşkent, 1997, s. 147-156; Ahmed Aliyev, Mahmudhoca Behbudiy, Taşkent, 1994; Şühret Rızayev, Cedid Draması, Taşkent, 1997; Cora Yoldaşev, “Ta’lim Tizimi”, Özbekistan Respublikası-Ensiklopediya, Taşkent, 1997, s. 374-383; Tursunkul (Rahim Hâşim), “Sıddıkiy Toğrısıda Mülâhazalar”, Maarif ve Okıtuvçı (Taşkent), Mart-3 (39), s. 39-42, (yay. haz. U. Dalimov, Ş. Rızayev, Milliy Uyganış ve Özbek Filologiyası Meseleleri, Taşkent, 1993, s. 86-93); Hemdem Sâdıkov, Rüstembek Şemsütdinov, Pâyan Revşenov, Kameriddin Usmanov, Özbekistannıŋ Yeŋi Tarihi, Birinçi Kitab, Türkistan Çar Rassiyası Müstemlekeçiligi Devride, Taşkent, 2000.]

Mahmudhoca Behbûdî Efendi’nin Hayatı
Hayatı ve eserleriyle bu yazının esasını teşkil eden Müftü Mahmudhoca Behbûdî Efendi, yukarıda panoraması çizilen tarihî şartların hüküm sürdüğü bir dönemde, 19 Ocak 1875 (H. 10 Zilhicce 1291) tarihinde, Semerkand yakınlarındaki Bahşıtepe köyünde doğmuştur. Otorite kabûl edilen din adamları yetiştirmiş nüfuz sahibi eski bir âileye mensuptur. (s. 7)[3 - Mahmudhoca Behbûdî Efendi’nin hayatı ile ilgili bilgiler, esas olarak Begali Kâsımov’un “İstiklâl Kahramanları” serisinde yayımlanan Mahmudhoca Behbudiy (Taşkent, 1997) adlı kitabından derlenmiş olup metin içerisinde zikredilen sayfa numaraları da bu esere göre verilmiştir.] Babası Türkistanlı Behbudhoca Sâlihhocaoğlı’nın, Ahmed Yesevî’nin soyundan geldiği rivayet edilmektedir. Anne tarafından dedesi olan Ürgençli Niyazhoca ise, Emir Şahmurad zamanında (1785-1880) Semerkand’a gelip yerleşmiştir.
Dinî ilimlere vâkıf ulemâ muhitinde yetişen Behbûdî Efendi, altı-yedi yaşlarındayken büyük dayısı Kadı Muhammed Sıddık’tan ilk okuma ve yazmayı öğrenmiştir. Küçük dayısı Molla Âdil’den de Arapçanın sarf ve nahvini öğrenmiş; İbn-i Hâcib’in Arapçanın gramerine dair meşhur eseri Kâfiye’yi, Abdurrahman Câmî’nin aynı bahse dair Şerh-i Mullâ adlı eserini, mantık ilmiyle ilgili olarak Şemsiyye’yi, hukuka dair Muhtasarü’l-Vikâye ve Hâşiye’yi okumuş, matematik öğrenmiştir.[4 - Ahmed Aliyev, Mahmudhoca Behbûdiy, Taşkent, 1994, s. 8.] Behbûdî Efendi’nin eğitimi hakkında elimizde daha fazla bir bilgi bulunmamaktadır. Özbekistan’da neşredilen birkaç eserde de bu konu etraflı bir şekilde aydınlatılmamıştır. Ancak kendi sohbetlerinden anlaşıldığına göre, önce Semerkand medresesinde, daha sonra Buhara’da iyi bir eğitim görmüştür. İmam ve hatip olarak hizmet eden babası 1894 yılında vefat edince, dayısı Kadı Muhammed Sıddık’ın himayesine girmiştir. On sekiz yaşında kadılık idaresinde kâtip olarak çalışmaya başlamıştır. İyi bir medrese eğitimi gören Behbûdî Efendi, buradaki çalışmalarının sonunda kadılık ve müftülük derecelerine yükselmiştir. (s.7)
1899 yılında, ilk defa Türkistan dışına çıkmış, Buharalı bir dostu ile beraber hacca gitmiştir: “1318 sene-i hicriyyesi tavâf-ı Beytullahge Kafkaz yolı ile İstanbul ve Mısr El-Kâhire vâsıtasile barıb edim, müddet-i seferim sekkiz aydan ziyâde çözilib edi.” (s.53) Bu seyahat, Behbûdî’nin bilhassa eğitimle ilgili düşüncelerinde önemli değişikliklere sebep olmuştur. Daha önce Gaspıralı İsmail Bey’in mektepleri ıslah etmek ve “usûl-i savtiyye” esasına göre yeni mektepler açmak üzere Türkistan’a olan seyahatlerini yakından takip eden Behbûdî Efendi, hac seferi sırasında Türkistan Türkleri ve Müslüman Araplar arasında şahit olduğu manzaralar karşısında, eğitimde mutlaka bir reform yapılması gerektiğine inanır. Nitekim bu seyahatinden döndükten sonra, kendi şahsî teşebbüs ve gayretleriyle 1903 yılında Semerkand yakınlarındaki Halvâyi ve Recebemin köylerinde, Cedit mekteplerini kurdurur. Onun bu sahadaki faaliyetleri, sadece Cedit mekteplerinin kurulmasına rehberlik etmekle sınırlı kalmamış, bu mektepler için ders kitapları da yazmıştır. Bu faaliyetinin semeresi olmak üzere Kitâbü’l-Etfâl (1904), Risâle-i Esbâb-ı Savâd (1904), Muhtasar Târîh-i İslâm (1904), Ameliyât-ı İslâm (1905), Risâle-i Cuğrafiya-yı Umrânî (1905), Risâle-i Cuğrafiya-yı Rusî (1905), Kitâb-ı Müntahâb-ı Cuğrafiya-yı Umûmî ve Nümûne-i Cuğrafiya (1906), Târîh-i İslâm (1909) adlı ders kitaplarını hazırlamıştır. (s.9)[5 - Ayrıca bkz. S (âbir) Mirveliyev, “Mahmudhoca Behbudiy”, Özbek Edibleri, Taşkent, 1993, s. 11-12.]
Behbûdî Efendi, Recebemin köyündeki Cedit mektebini, 1908 yılında Semerkand’daki kendi evine nakletmiştir. Onun yeni usûlde eğitim veren bu mekteplerle ilgili faaliyetleri, diğer Ceditçi aydınlar tarafından da takdirle karşılanmış, hemen ardından Taşkent’te ve Fergana vadisinde, dönemin Ceditçi aydınları olarak şöhret kazanmış olan İbret, Münevver Kaarî, Abdullah Avlânî, Sofizâde gibi şahsiyetler tarafından birçok Cedit mektebi kurulmuştur.
Behbûdî Efendi, 1903-1904 yıllarında Moskova ve Petersburg’u ziyaret etmiş, 1906 yılında Kazan, Ufa ve Nijni-Novgorod’a gitmiş, aynı yıl 23 Ağustos’ta Nijni-Novgorod’da toplanan Rusya Müslümanları Kurultayı’na, Türkistan delegelerinin başkanı olarak katılmış ve kürsüden bir de nutuk irad etmiştir. Behbûdî, yirmi beş gün süren bu seyahatiyle ilgili olarak daha sonra kendi çıkardığı Ayna dergisinin 31 sayısında (1914) şu bilgileri vermektedir: “1325 sene-i hicriyyesinde Rusiya Müsülmanlarınıŋ muhterem ziyâlı ve ekâbirleriniŋ Nijni yarminkasında milliy işler toğrısında meşveret kılınaturgan meclisge müşerref bolmak üçün Orunburg yolı ile Maskov, Peterburg, Kazan vâsıtasıla Nijni Novagorod barıb edim. Sefer 25 kün sözülüb.....” (s.53)
Begali Kâsımov, adı geçen eserinde, Behbûdî Efendi’nin eğitim konusunda sadece mektep ve ders kitaplarıyla yetinmediğini, bunların yanında, dünyadaki gelişmeleri takip etmek, milletin ve memleketin vaziyetinden ve gündelik hayattan da haberdar olmak ve bunları sevabıyla, günahıyla halka aktarmak gerektiği düşüncesiyle tiyatro ve gazetecilik faaliyetlerine de yöneldiğini bildirmektedir. Behbûdî, bu maksatla Türkistan’da ilk defa kaleme alındığı için çok meşhur olan Pederküş yâhut Okımagen Balanıŋ Hâli (Baba Kâtili yahut Okumayan Balanın Hâli) (1911) adlı piyesi de yazmıştır. Türkistan’ın hemen bütün şehir ve kasabalarında yüzlerce defa sahnelenen bu piyeste, okumayıp cahil kalan bir evlâdın, bir gün hattâ kendi öz babasının canına bile kastedebileceği mesajı verilmektedir. Ancak Behbûdî’nin ve diğer bütün Ceditçi aydınların, halkı eğitmek ve dünyadan haberdar etmek üzere teşebbüs ettikleri faaliyetlerin kolayca gerçekleştirildiğini düşünmek mümkün değildir. Çünkü evvelâ çar hükûmeti, Türkistan halkının bu faaliyetlerle aydınlanmasını ve haklarını aramaya kalkışmasını, tabiî olarak kendi menfaatlerine aykırı görmüştür. Nitekim Türkistan askerî valisi General Aleksey Nikolayeviç Kuropatkin (1848-1925)[6 - General Kuropatkin, 1866-1871, 1875-1877, 1879-1897, 1916-1917 yılları arasında, çok uzun sayılabilecek bir süre Türkistan’da görev yapmıştır. 1916 yılı Temmuz ayından 1917 yılı Şubat ayına kadar Türkistan askerî valisi olmuş; 1916 yılında, hemen bütün Türkistan’ı içine alan meşhur isyan hareketinin bastırılmasında birinci derecede rol oynamıştır. Bkz. Özbek Sovyet Ensiklopediyası-VI, Taşkent, 1975, s. 183.]’in 1916 yılında günlüğüne yazdığı şu meşhur cümlesi de bu durumu açıklamaktadır: “Biz elli yıl boyunca aşağı seviyedeki yerli halkı terakkînin uzağında, mekteplerin ve Rus hayatının dışında tuttuk.”[7 - Begali Kâsımov, “Cedidçilik, Ayrım Mülâhazalar”, Milliy Uyganış ve Özbek Filologiyası Meseleleri, Taşkent, 1993, s. 18.]
Behbûdî Efendi, daha önce 1901’den başlayarak Türkistan Vilâyetiniŋ Gazeti, Terakkî, Hurşid, Şühret, Tüccar, Asiya[8 - Türkistan Vilâyetiniŋ Gazeti (Turkestanskaya Tüzemnaya Gazeta, Turkestanskie Vedomosti), 1869 yılından itibaren Taşkent’te, Türkistan Askerî Valiliği tarafından çıkarılmıştır. 1917 yılı Şubat İhtilâli’ne kadar aralıksız çıkan gazete, 1883’ten 1917’ye kadar meşhur Rus şarkiyatçı Nikolay Petroviç Ostroumov (1846-1930) tarafından yayımlanmıştır. (Bkz. Özbek Sovyet Ensiklopediyası-VIII, Taşkent, 1976, s. 309-310) Türkistan’da mahallî dilde yayımlanmış ilk gazete olmak özelliğini de taşıyan bu yayın organında, Türkistan halkının Ruslaştırılması veya Rusya’ya karşı sempati uyandırılmasını sağlayacak bir yayın politikası takip edilmiştir. 20. yüzyılın başlarından itibaren yenilikçi fikirlere sahip Türkistanlı Ceditçi gençlerin de bu gazetede yazıları neşrolunmuş, fakat bu gençlerin kalem faaliyetleri hiçbir zaman uzun süreli olmamıştır. 1905 ihtilâlinden hemen sonra İsmail Âbidî tarafından Taşkent’te haftada iki defa yayımlanan Terakkî (Ocak 1906-31 Mart 1906), imtiyaz hakkı Türkistan Türklerine ait olan ilk gazetedir. Ceditçilerin ilk yayın organı olarak da bilinen gazete, 19 sayı çıkmıştır. Hurşid, Rus idaresinin Terakkî’yi kapatmasının ardından Münevver Kaarî Abdürreşidhanov tarafından 1906 yılında ve 6 Eylül-16 Kasım tarihleri arasında haftada bir defa olmak üzere toplam 10 sayı yayımlanmış bir gazetedir. Türkistan Vilâyetiniŋ Gazeti ile kalem mücadelesine giriştiği için kapatılmıştır. 1 Aralık 1907 tarihinden itibaren 1908 yılı Mart ayı ortalarına kadar Abdullah Avlânî tarafından çıkarılan Şühret gazetesi de ancak 15 sayı yayımlanabilmiş, ardından kapatılmıştır. 9 Nisan 1908 tarihinden itibaren Ahmedcan Bektemirov tarafından çıkarılan Asiya gazetesine ise Rus sansür idaresi sadece 5 sayı tahammül edebilmiştir. Tüccar gazetesi ise, Taşkent’in zengin tüccarlarından Saidkerimbay Saidazimbayoğlı tarafından 36 sayı çıkarılabilmiştir. (Bkz. Abdulla Avlânî, “Burungı Özbek Vaktlı Matbuâtınıŋ Tarihi”, yay. Şühret Rızayev, 24 Haziran 1924 tarihli Türkistan gazetesinin 295. sayısından naklen Milliy Uyganış ve Özbek Filologiyası Meseleleri, Taşkent, 1993, s. 115-123.)] gibi yayın organlarında yazılar neşretmek suretiyle gazetecilik faaliyetlerine fiilen iştirâk etmiş olmakla birlikte[9 - S. Mirveliyev, age., s. 11.] 1913 yılından itibaren bu sahadaki çalışmalarını hem yazar, hem de yayıncı olarak sürdürmüştür. 1913 yılı Nisan ayından itibaren Türkçe ve Farsça olarak Semerkand’da kendi neşrettiği Semerkand gazetesini, haftada iki defa olmak üzere önce iki, sonraları dört sayfa hâlinde çıkarmıştır. Abdullah Avlânî’nin bildirdiğine göre, “elü halknıŋ közini açışge bâis” olan bu gazete, 45. sayıdan sonra maddî imkânsızlık sebebiyle kapanmıştır.[10 - Abdulla Avlânî, age.] Mahmudhoca Behbûdî Efendi, bu Semerkand tecrübesinden sonra, yine Semerkand’da, 20 Ağustos 1913’ten itibaren Ayna dergisini çıkarmaya başlamıştır. 1915 yılı Haziran ayına kadar yayın hayatına devam eden bu dergide, daha çok Türkçe olmak üzere bazen Farsça şiir ve yazılarla birlikte Rusça ilânlar da yayımlanmıştır. Dergi, önce haftada bir defa, 1914 yılı Haziranından itibaren de ayda iki defa olmak üzere toplam 68 sayı yayımlanmıştır. Ceditçi aydınların en önemli yayın organlarından biri olan bu dergi, Türkistan’dan başka Kafkasya, Tataristan, İran, Afganistan ve Hindistan’da da okunmuştur.[11 - Özbek Sovyet Ensiklopediyası-VIII, s. 173.] Tâhir Pidayev, Ayna’nın ilk Özbek dergisi olduğunu bildirmektedir.[12 - Tâhir Pidayev, “Özbekistan Matbuatı ve Ammeviy Ahbarat Vâsıtaları”, Özbekistan Respublikası-Ensiklopediya, Taşkent, 1997, s. 488-492.]
Mahmudhoca Behbûdî, Ayna dergisinin 31. sayısında yayımlanan “Kasd-ı Sefer” adlı yazısında bildirdiğine göre, 29 Mayıs 1914 (H. 7 Receb 1332) tarihinde, doktorların da tavsiyesi üzerine uzun bir seyahate çıkmıştır. İki ay kadar süreceğini tahmin ettiği bu seyahati sırasında Kafkasya, Kırım, İstanbul, Yunanistan, Beyrut üzerinden Mısır’a kadar gitmeyi ve dönüşünde de tekrar İstanbul’a uğrayarak trenle Bulgaristan’a geçmeyi, Avusturya, Berlin ve Rusya’yı ziyaret ederek Türkistan’a dönmeyi düşünmektedir. Seyahati sırasında, dergisinde neşretmek üzere ziyaret edeceği ülkelerin bir kısım manzaralarıyla birlikte önemli mimarî eserlerin ve tanınmış şahsiyetlerin fotoğraflarını temin etmek ve derginin bünyesinde faaliyet gösteren Kütübhâne-i Behbûdî adını verdiği dükkânında satmak için İstanbul, Mısır, Kafkasya, Kazan, Orenburg ve Hindistan’da yayımlanan kitaplardan satın almak istemektedir. (s.53)
Prof. Begali Kâsımov, Ayna dergisinin 1914 yılına ait 34, 35, 37-52. sayılarıyla 1915 yılına ait 1-6 ve 13. sayılarında neşredilen bu seyahatle ilgili hatıraları, Mahmudhoca Behbûdiy adlı kitabında yayımlamıştır. (s. 53-144) Hatıralarına göre, seyahatine 29 Mayıs 1914 günü Semerkand’dan trenle başlayan Behbûdî, sırasıyla Bayramali (Merv), Aşkâbâd, Köktepe, Kızılavrat, Cebel, Bilik, Krasnovodskiy, Bakû, Kislovodskiy, Esintüki, Petigorskiy Celeznovodsk, Rostov, Odesa, İstanbul, Edirne, İzmir, Sakız, Rodos, Kıbrıs, Beyrut, Şam, Hayfa, Yafa, Kudüs, Halilürrahman ve nihayet Port-Said’i ziyaret eder. Gördüğü yerler hakkında dikkat sahibi birisi olarak önemli sayılabilecek bilgiler verir, değerlendirmelerde bulunur. Meselâ, o gün için Bayramali (Merv) ahalisinin ekseriyeti Rus, Ermeni ve Acemlerden meydana gelmekte olup Türkmenler, şehrin dışında, çadırlarda yaşamaktadırlar. Şehirdeki Rus kilisesi uzaktan görüldüğü hâlde binlerce Müslümanın mescidini görmek mümkün değildir. Cehalet içersindeki Müslüman ahali, şeriattan çok âdetlere riayet etmektedir. Ticaret, daha çok Acemlerin kontrolündedir. Türkmenlerin ise henüz bir mektepleri bile yoktur. Aşkâbâd’daki Rus ve Ermeni nüfusu her gün artmaktadır. Biraz da Acem nüfus bulunmaktadır. Henüz “yarı vahşî” bir hâlde ve sıkıntı içersinde yaşamakta olan civardaki Türkmenlerin, dünyadan ve hattâ kendi içine düştükleri durumdan bile haberleri yoktur; bellerinde ekseriyetle hançer taşımaktadırlar. “Hançer yerine kalem tutma” vaktinin geldiğini henüz fark etmemişlerdir. Gözlerinin önündeki medeniyet eseri şehirden ve “ateş araba”dan, yani trenden ibret almamaktadırlar. Kızılavrat ötesinde tesadüf edilen Kazakların perişanlığı da Türkmenlerinkinden daha az değildir. Bakû, milyoner Müslümanların yaşadıkları bir şehirdir; ticaret canlı, matbaalar harıl harıl çalışmaktadır. Emlâkin çoğu Müslümanların elindedir.
Akdeniz’in Şam sahilinde bulunan Yafa’da on beş binden fazla nüfus yaşamaktadır. Şehrin yakınında, deniz sahilinde bulunan ve bir kısmı ziraate elverişli olup daha çok kumla örtülü bir arazi, Yahudi milyonerlerin kurdukları bir şirket tarafından Türkiye’nin de müsaadesiyle yerli halktan yok pahasına satın alınmış, üzerinde her türlü ihtiyaca cevap verebilecek küçük bir kasaba inşa edilmiş ve dünyanın her tarafından getirilen Yahudi muhacirlere on, yirmi, hattâ elli sene vade ile verilmektedir. Kasabada, bu sûretle beş binden fazla Yahudi toplanmıştır. Asıl malzeme olarak taşın kullanıldığı Avrupaî tarzda binalar, ibadethane ve üniversite inşâ edilmiş, artezyenler açılmıştır. Yahudilerin tam bir birlik hâlinde yaşadıkları bu şehirde, Türk devletini temsilen ne bir polis, ne de bir müdür bulunmaktadır. Müslümanlar, ekseriyeti teşkil ettikleri hâlde Yafa’da bulunan büyük ticarethaneler, dükkânlar, sinema ve büyük okulların hepsi Yahudi ve Hristiyanlara aittir. Misyonerler tarafından hâkim bir mevkie inşa edilmiş mükemmel bir Fransız mektebi de bunlardan bir tanesidir. Türklere ait bir sultanî ve birkaç iptidaî mektep bulunmaktadır. On bin kadar olan Müslüman nüfus, okumak hususunda Semerkand’daki seksen bin Müslüman’dan daha ileri seviyededir. Fransız misyoner mektebinde, yirmi kadar Müslüman öğrenci okumaktadır. Semerkand’daki hükûmet mektebinde okuyan Semerkandlı öğrencilerin sayısı ise %5’i bile bulmamaktadır. Bundan da anlaşılmaktadır ki, Yafa’nın o “çirkin” Arapları, Semerkand’ın “âzâde” Müslümanlarına nazaran daha ileri durumdadırlar. Hâlbuki Arapların bu terakkîsi, Yahudi ve Hristiyanlara nazaran bir hiç mesâbesindedir. Şehirde, Hristiyanlar tarafından üç Arapça gazete çıkarılmaktadır. Yahudilerin bir Arapça gazeteleri, bir de İbranice dergileri yayımlanmaktadır. Müslümanların ise ne bir gazeteleri, ne de bir dergileri bulunmaktadır. Şam sahili, âdeta Fransız nüfuzuna terk edilmiş gibidir. Doğrusu Fransızlar, Paris’ten “çuval dolusu” altın getirerek Müslüman Arap çocuklarını meccânen okutmaktadırlar. O “çirkin, yarı çıplak” Arap çocuklarını giydirmekte, kitaplar hediye etmekte, yiyecek yardımı yapmakta ve her sene “dünya cenneti” sayılan Paris’e yine meccânî olarak götürüp gezdirmektedirler. Mekteplerini bitirdikten sonra, karınlarını Türk devlet kapısında doyursalar bile bu çocukların tabiî olarak “Fransızperest” olmaları icap eder. Türkistan halkına nazaran medenî seviyeleri daha yüksek olan Araplarda elbise, saç-sakal, “kadim-cedit”, tiyatro ve mûsıkînin haram-helâlliği meseleleri çoktan halledilmiş vaziyettedir. Hâlbuki bu meseleler, Türkistan’da henüz yeni başlamaktadır.
İstanbul’da bulunduğu sırada, Mergilanlı bir müderris ile Gülhane Parkı civarında gezerlerken İsmail Gaspıralı ve Hamdullah Suphi Beylere tesadüf ederler. İsmail Bey, daha önce Türkistan’a olan seyahatlerinde tanıdığı ve hattâ evinde misafir olduğu Behbûdî Efendi’yi, kaldığı Şahin Paşa oteline götürür. Fakat İsmail Bey pek zayıf düşmüştür, hastadır, nefes darlığı çekmektedir. Her üç-dört dakikada bir aksırarak balgam çıkarmaktadır. Behbûdî’ye uzun uzun Rusya’dan, Türkistan’dan, İslâm âleminden ve bütün dünyadan söz eden İsmail Bey, Müslümanların günden güne terakkî etmelerinden duyduğu memnuniyetini ifade eder. Behbûdî de Buhara, Taşkent, Semerkand, Hive, Fergana ve bütün Türkistan’ın vaziyetinden bahseder. Gece yarısına kadar yedi saat devam eden bu sohbet sırasında İsmail Bey, Behbûdî Efendi’yi seyahatten dönüşünde Bahçesaray’a davet eder. Otomobille Kırım’ı gezmek üzere sözleşirler. Ancak Birinci Dünya Savaşı başlayınca, Behbûdî Efendi dönüşünde Kırım’a uğrayamaz. Bu, onların son görüşmeleri olmuştur. Bu görüşmenin ardından Kırım’a dönen Gaspıralı İsmail Bey’in 11 Eylül 1914, Perşembe günü vefat ettiği haberi duyulur.[13 - Behbûdî Efendi, bu haber üzerine Ayna (1914, nu. 50, s. 1186-1188) dergisinde neşrettiği İsmailbek Hazretleri adlı yazısında Gaspıralı için şunları yazmaktadır: “Her türlü külfeti kendilerine revâ görerek milleti uyandırmak ve dünyadan, siyasetten ve medenî milletlerin hâlinden haberdâr etmek için bedenen ve rûhen hiç durmadan otuz beş sene çalıştılar. Müslümanları dünyadan haberdâr etmek için bütün Rusya’da, Türkiye, Mısır, Tunus, Cezayir’de, Hint ve Afrika’da, Türkistan ve Buhara’da defalarca seyahat ederek her yerde Müslümanları çağdaş medeniyete, çağdaş ilimlere, sanayi ve ticarete ve Rus medeniyetine davet ve teşvik ettiler. Usûl-i Savtiyye mekteplerinin Rusya’daki kurucusu İsmail Bey Hazretleri’dir. Yeni elif-bâ’nın ilk hazırlayıcısı ve yayıncısı, yine İsmail Bey Hazretleri’dir. Çağdaş ilerlemeye yalnız davet değil, fiilen iştirâk ederek ‘cemiyet-i hayriye, kıraathâne, terakkiyyûn-ı İslâm ve teâvün cemiyetleri’ni kurdular, bunların tüzüklerini hazırlayarak neşrettiler, bugün Rusya’daki sayıları yüzlerle ifade edilen mevcut ilmî ve medenî cemiyetleri kurdular. Yine bugün Rusya’daki binlerce nizamî mektebin, eskiden yayımlanan ve hâlâ yayın faaliyetlerine devam eden yüzlerce İslâmî gazete ve derginin bütün yazar ve müdürleri, bu zâtın öğrencileridir. Aynı şekilde bugün Rusya Müslümanları arasından çıkan her gazeteci, her muallim, her Usûl-i Savtiyye mektebi öğrencisi ve her gazete yazarı, merhumun dolaylı olarak öğrencileri sayılırlar. Yani, büyük üstadın bugün Rusya Müsümanları arasından ulemâ, yazar, muallim ve okuyuculardan ibaret milyonlarca öğrencisi vardır. Hem de nasıl öğrenci!? Bunlar otuz seneden beri daima ondan ders okuyan öğrencilerdir. Bu öğrenciler, ömürlerinin sonuna kadar üstadın mukaddes nefesi sebebiyle ilelebed câri yüce fikirlerinden ders ve feyz alacaklardır. Kısacası İsmail Bey Hazretleri, otuz seneden fazla süren eğitim devresinde, milyonlarca Müslümana ders verdi. Şimdi onun fikirleri ve ruhu sayısız ve sonsuz Müslümana irfan dersi vermektedir… Rusya Müslümanları arasından böyle başka bir zât çıkmamıştır. İşte bu emsâlsiz insan, bu sene 5 Zilkâde (12 Eylül)’de bu fâni âlemden göç ederek Müslüman dünyasının bütün irfan sahiplerini elem ve kedere gark etti. Allah’ın engin rahmeti onun üzerine olsun.” (B. Kâsımov, Mahmudhoca Behbudiy, s. 162-164.)]
Behbûdî Efendi’nin neşrettiği Ayna dergisi, kendi döneminde eğitim ve kültür yönünden önemli bir hizmeti yerine getirmiştir. Dergide, Türkistan halkının millî haklarına dair, tarih, dil, edebiyat ve eğitim meselelerine dair, dünya siyasetine dair kıymetli yazılar yayımlanmıştır. Bu yazılarda, bilhassa dilin muhafazası ve eğitim seferberliği üzerinde daha fazla durulmuştur. Behbûdî Efendi’nin kendisi de burada edebî tenkit, dil, tarih, eğitim ve milliyet meselelerine dair yazılar kaleme almıştır.
Behbûdî Efendi, gazeteci olarak döneminin en velûd muharrirlerinden biri olarak şöhret kazanmıştır. 1910’dan itibaren tevkif edildiği 1919 yılı Mart ayı sonuna kadar, kendi neşrettiği Semerkand gazetesiyle Ayna dergisi dışında Hürriyet, Turan, Sadâ-yı Türkistan, Uluğ Türkistan, Necat, Mehnetkeşler Tâvuşı, Tirik Söz, Tercüman, Şûrâ, Vakit, Taze Hayat gibi gazete ve dergilerde yüzlerce yazısı yayımlanmıştır.[14 - S. Mirveliyev, age., s. 12.] Begali Kâsımov, Behbûdî’nin kaleminden çıkmış yazıların, koleksiyonlara ulaşılamadığı için henüz tam olarak tespit edilemediğini, fakat bunların sayısının üç yüzden fazla tahmin edildiğini bildirmektedir.[15 - Begali Kâsımov, “Cedidçilik, Ayrım Mülâhazalar”, Milliy Uyganış ve Özbek Filologiyası Meseleleri, s. 20.]
Cedit mekteplerinde yeni usûlde eğitim verilmesi, gazete ve dergilerde bu yöndeki eğitim faaliyetleri hakkında yazıların yayımlanması, Cedit mektepleri lehine kuvvetli bir rüzgârın esmesi ve en önemlisi değişen şartların tesiriyle yeni bir insan tipinin ortaya çıkarak dünyaya açık ve farklı tavırlar sergilemeye başlaması, Ceditçilerin aleyhine olmak üzere bir karşı akım doğurmuştur. Hiç şüphesiz Türkistan’daki Cedit hareketinin önderi ve en kuvvetli temsilcisi olduğu için günden güne şiddetlenen bu tepkilerin muhatabı da büyük ölçüde Mahmudhoca Behbûdî Efendi olmuştur. İşte bu tepkilerin sonucu olarak Behbûdî Efendi, yavaş yavaş Müslümanlara ihanet etmekle ve Rusperestlikle itham edilmeye başlanır. Bu karalama kampanyası giderek taraftar kazanmaya başlamış, hattâ resmî makamlara bile intikâl etmiştir. Ayna dergisinin 1914 yılına ait 12. sayısında haber verildiğine göre, bu kampanyanın bir eseri olmak üzere 3 Ocak 1914 tarihinde Mirza Uluğbek Medresesi camiinde binlerce kişinin huzurunda, “Usûl-i Ceditçiler, Rusça okutmayı teşvik ettikleri için kâfir ilân edilmiş, ayrıca her kim evlâdını Usûl-i Cedit mektebine verecek olursa, kendisinin kâfir, karısının da boş” sayılacağı bildirilmiştir. (s. 27)
Kendi oğlu Mes’udhoca’yı da Rus gimnazyumunda okutan Behbûdî Efendi, Cedit mektepleriyle ne yapmak istediklerini ve maksatlarını Ayna dergisinin 44. sayısında (1914), “yüz birinci” defa açıkladığını söylerken şunları kaydetmektedir: “Semerkandnı kette ulemâ ve kâzılarıdan muhterem bir kişi kette meclislerge ve hükûmetge söylegenleri üçün tübendegi sözlerni yüz birinçi def’a yazarmız: Ayna muharririniŋ mesleki on seneden ziyâde bir müddetden beri cerîde ve risâlelerge yazgen makâleleri ilen hükûmetge ve bütün halâyıkga ma’lûmdır. (…) Biz halknı Rus ve Nasârâ kılmakçı emes ve dîn-i mübîn-i İslâmnı harâb kıldurmakçı emes, belki muhterem ehl-i dînimizni maddeten terakkiy etdürmakçi ve dîn-i şerîfimizge mehkem turub, Rusiyada yaşamakçimiz. Rusiyanıŋ gracdeni (= vatandaşı), ilm ve hukuklık çin tebaası bolub ve Ruslardan kaçmay, belki kol kolga berib, Rusiya vatanıga bilfe’l şerik bolub, terakkiy kılmak ve Rusiya devletiniŋ mansablarıga müstahık kılaturgan Rusiyanıŋ ilm ü fenn-i zamâneviy okutaturgan mekteblerige rücû’ kılmakka muhterem hemvatanlarımıznı da’vet ve teşvik etgüvçi bir kişimiz.” (s. 28)
Mahmudhoca Behbûdî, Türkistan’ın 20. yüzyıl başlarında yetiştirdiği en önemli siyaset adamlarından biridir. Siyasî düşünce olarak vatanın ve milletin geleceğiyle ilgili düşüncelerini, Hurşid gazetesinin 10 Ekim 1906 tarihli nüshasında yayımlanan “Hayrü’l-Umûrı Evsâtühâ” (= İşlerin Hayırlısı Mutedil Olanıdır) adlı yazısında ortaya koymuştur. (s.18) Behbûdî, bu yazısında sosyalist anlayışı ve bu anlayışı Rusya’da hâkim kılmaya çalışan Lenin’in partisini reddetmiştir. Yazar, bir siyasetçi olarak Rusya’daki siyasî partileri değerlendirirken Sosyal Demokratlar Partisi (Behbûdî, bu partiye İştirâkiyyûn-ı Ammeviyyûn adını vermektedir.)’nin şeriata aykırı taraflarına dikkat çekerek “hayalî”, hattâ “zararlı” olduğunu belirtmektedir: “Bu tâifege koşılmak biz Müsülmanlar üçün nihâyetde zararlikdir.” Siyasî meseleler karşısında Gaspıralı İsmail Bey gibi düşünen Behbûdî, sosyalizmi bir “zorbalık” olarak değerlendirirken sosyal eşitliğin de adalete aykırı olduğunu bildirmektedir. Ferdin ve milletin yükselmesinde “terakkî”nin en önemli faktör olduğu inancı, Rus işgâl ve yağmacılığıyla birlikte Behbûdî Efendi’de Türkistan’ın istiklâli için mücadele etme fikrini doğurmuştur. (s.18-19)
Millet, hürriyetine kavuşarak kendi müstakil devletini kurmadıkça, adaleti sağlamak da mümkün olamaz. Bu, Behbûdî’nin inandığı temel prensiplerden birisidir. Behbûdî, Vakit gazetesinin 4 Kasım 1907 tarihli nüshasında basılan “Duma ve Türkistan Müsülmanları” adlı yazısında, çar idaresinin sömürge politikalarını ve bilhassa Türkistan’da iskân edilen Rus muhacirlerini temsilen altı milletvekili seçildiği hâlde, yedi milyon Müslüman için beş milletvekilinin seçilmesini açıkça tenkit eder. Bu uygulamayı, “zorevanlik”, “gayr-i ahlâkiylik” ve “gayr-i insâniylik” olarak değerlendirir ve reddeder. (s. 28)
Prof. Kâsımov, 20. yüzyılın başında Türkistanlı aydınların ve tabiî Ceditçilerin istiklâl ve istikbâl hakkında birbirlerinden farklı kanaatlere sahip olduklarını ve istiklâl hedefine üç ayrı yoldan ulaşmaya çalıştıklarını söylemektedir ki, bunlar şöylece hülâsa edilebilir:

1. Rus hâkimiyetinden silâhlı mücadele ile kurtulmak, istiklâli mücadele ederek kazanmak. Begali Kâsımov, Dükçi Eşan ve 1916 isyanlarıyla birlikte Basmacılık hareketini, buna örnek olarak zikretmektedir.
2. Sulh içersinde, önce Ruslardan da istifade ederek eğitim problemini ortadan kaldırmak, ardından hak hukuk sahibi olmak sûretiyle millî hayatı kurmak. Kâsımov, İsmail Gaspıralı ile Mahmudhoca Behbûdî’nin bu maksatla çalıştıklarını bildirmektedir.
3. Çar idarecileriyle ve daha sonra sovyet hükûmetiyle anlaşarak onların programlarına iştirâk etmek ve imkân nispetinde istiklâli kazanmaya çalışmak. Kâsımov’a göre Münevver Kaarı, Hamza Hekimzâde Niyazî ve Abdullah Avlânî’nin niyetleri bu yöndedir. (s. 29)
Behbûdî, 16-23 Nisan 1917 tarihlerinde Taşkent’te toplanan Türkistan Müslümanları Kurultayındaki heyecanlı konuşmasında, milleti ihtilâflardan vazgeçerek istiklâl fikri etrafında birleşmeye davet eder. Aynı yıl 26 Kasım’da Hokand’da toplanan Türkistan Müslümanlarının IV. Fevkalâde Kurultayı, Behbûdî Efendi’yi kurulmakta olan Türkistan muhtar hükûmetinde görevlendirir[16 - Özbekistan Sovyet Ensiklopediyası-II, Taşkent, 1972, s. 203.], gece yarısından sonra da Türkistan Muhtariyeti’ni ilân eder. Kurultayın bu kararı, müstemleke olmaktan istiklâle doğru atılmış çok ciddi ve cesur bir adımdır. İstiklâl kararının mimarlarından birisi de hiç şüphesiz Mahmudhoca Behbûdî Efendi’dir. Behbûdî Efendi, Abdurrauf Fıtrat’ın “milliy leyletü’l-kadrimiz” olarak vasıflandırdığı bu geceden, Hürriyet gazetesinin 29 Kasım 1917 tarihli nüshasındaki yazısında, “27 Kasımda Hokand’da Türkistan Muhtariyeti, Umumî Müslüman Kurultayında ilân edildi. Mübarek ve hayırlı olsun! Bendeniz de bu kurultaya iştirâk etmiş olmakla iftihar ediyorum. Yaşasın Türkistan Muhtariyeti!” diye söz eder. (s. 30) Behbûdî, 26 Ocak 1918 tarihli Hürriyet gazetesinde, “Çirağlarım” diye seslendiği Kazaklara hitaben kaleme aldığı açık mektubunda, bu eski ata yurdu Türkistan’daki bütün kardeş toplulukların beraberce yaşayabileceklerini düşünerek herkesi millî birlik fikri etrafında toplanmaya davet ederken şunları söyler:
“Hepinizin bildiği gibi Türkistan Kazağı, Kırgızı, Özbeği, Türkmeni, Tatarı, velhâsıl hepsi Türk-Moğol çocuklarıdır; cihangir Cengiz Han ve Timur’un evlâdı veya birbirlerinin ağabeyi ve kardeşidirler. Türkistan’daki Arap, hoca ve seyyitler de kendi dillerini kaybetmişler ve hattâ Arap olduklarını da unutarak Türkleşip siz Türk ve Moğollarla her bakımdan birleşmişlerdir. Türkistan’ın şehirlerinde ve bazı dağlarında biraz Fars, yani Tacik vardır ki, onların da tamamı Müslüman olup sizinle aynı mezheptendir. Hayat tarzlarının Özbeklerinkinden farkı yok denecek derecededir.
Kardeşler! Biliniz ki, bugün Türkistan’daki bütün halklar için muhtariyet ilân edildi ve yine bilmelisiniz ki hak alınır, fakat verilmez. Aynı şekilde muhtariyet de alınır, fakat verilmez. Yani muhtariyeti, Türkistan’ın evlâtları birleşerek kendi gayretleriyle alırlar. Elbette başkaları tarafından verilmez. Başkalarının elinden gelse, vermezler. Biz boş bulunup da Türkistan halkları olarak muhtariyet yolunda gayret göstermezsek, elbette şimdilik kâğıt üzerinde bulunan muhtariyetimizi de yok ederler. Bu, elbette söylediğimiz sebepten dolayıdır ve bu söze hiç kimse itiraz edemez.
Şimdi, durum bu hâlde iken bizim hepimiz, yani Kırgız, Kazak, Özbek, Türkmen, Arap, Fars, hülâsa Türkistan’daki, Kazakistan’daki ve Türkmenistan’daki bütün Müslümanlar ve buralarda yaşayan Yahudi ve Hristiyanlar, ittifak ederek bu muhtariyetin hayata geçirilmesi yolunda himmet ve gayret göstermemiz, elbette gereklidir. Eğer bize kendi başımıza şeriata, örf ve âdetlerimize uygun bir ömür sürmek gerekiyorsa, hepimiz zaman içersinde ortaya çıkmış olan bir takım kavga ve bencillikleri bırakıp bütün her şeyi unutarak yalnız muhtariyet için her şeyimizi feda etmemiz lâzımdır. Elimize ilk defa geçen böyle bir fırsatın değerini bilip ona göre çalışmak gerekmektedir. Fırsat kaçtıktan sonra pişman olmak fayda etmez. (…)
Atanız Cengiz’in meşhur nasihati var; kendi oğullarına şöyle demişti: ‘Birleşiniz! Meselâ, bir deste çubuğu beraber bağlarsanız, kimse kıramaz; eğer ayırırsanız, birer birer herkes kırabilir.’ İşte atanızın buyruğu!
Çırağlarım! Başka halklar, meselâ Sırplar, İtalyanlar, Ermeniler, Slavlar, Polonyalılar ve diğerleri, hattâ dünyanın öbür ucundaki kardeşleri ile birleşmektedirler. Başka büyük ve kuvvetli devletlere tâbi olup yutulan, hattâ dillerini kaybetmiş olan kendi soydaşlarıyla birleşmek için can ve güçlerini sarf ediyorlar. Biz kendi içimizdeki kardeşlerimizden ayrılacak olursak, bu bizim için utançtır, ahmaklıktır, Türk damarına balta vurmak demektir. (…)
Çırağlarım, birleşelim! Görüyorsunuz ki, bugün Ruslar da birleşmektedirler. Şimdi birleşmek zamanıdır. Eğer siz ayrılacak olursanız, Türkmen kardeşler de ayrılırsa, Türkistan Türkleri üç yere bölünüp dağılır ve muhtariyet hiçbirine nasip olmaz. (…)
Yalnız sizinle bizim değil, bütün Rusya Müslümanlarının birleşmeleri şeriata ve akla göre farzdır. ‘Va’tesimû bihablillâhi cemî’an velâ-teferrakû.’ (= Hepiniz, toptan Allah’ın ipine sımsıkı sarılın, parçalanıp ayrılmayın.” (Âl-i İmrân / 103)[17 - Hürriyet, 26 Ocak 1918, yay. Narmurad Avazov, Fen ve Turmuş, 11-1991, s. 13.]
Bütün iyi niyet ve gayretlere rağmen Türkistan Muhtariyeti’ni yaşatmak mümkün olmamıştır. Muhtariyet, bu açık mektubun yayımlanmasından yirmi beş gün sonra, bolşevik Rus ordusu tarafından feci şekilde yıkılmıştır. 19-20 Şubat günlerinde, Hokand şehri top ateşine tutulmuş, on bin kadar Türkistanlı öldürülmüş, yüz seksen köy yakılmıştır. (s. 31)
Türkistan Muhtariyeti’nin yıkılmasından sonra, fevkalâde muztarip bir hâlde Mayıs ayı başlarında Semerkand’a dönen Behbûdî Efendi, “Semerkand Müsülman Şûrâsı”nın tensibi üzerine bir süre Semerkand Maarif Müdürü olarak hizmet etmiştir. Kendisi, Mehnetkeşler Tâvuşı gazetesinin 27 Ağustos 1918 tarihli nüshasında yayımlanan yazısında ifade ettiğine göre, bu görevde iken mektepler hakkında bazı lâyihalar kaleme almış, ancak kısa bir süre sonra kendi sağlık ve çiftçilik işlerini mazeret göstererek istifa etmiş; fakat istifa talebi kabul edilmediği gibi Bütün Türkistan Maarif Müdürlüğü görevine getirilmek istenmiş, bu teklifi de sağlık problemleri sebebiyle geri çevirmiştir. (s. 32)
Behbûdî Efendi, maarif müdürü olduğu sırada Semerkand’da büyük çapta yağma-talan hadiseleri vuku bulur, birçok masum insan hapse atılır. Ağır tazminatlarla karşılaşan ve dinî inançları sebebiyle hakaretlere uğrayan halk, yerini yurdunu terk ederek kaçmak zorunda kalır. Behbûdî, bu olanlara karşı bir çare bulmak ümidiyle Türkistan Sovyet Hükûmeti yetkilileriyle görüşmek üzere Taşkent’e gider. Fakat hükûmet yetkilileriyle olan görüşmelerinden hiçbir sonuç elde edemez. (s. 33) Onun maarif müdürlüğünden istifa etmesinin asıl sebebi herhâlde bu hadiseler olmalıdır.
Bolşeviklerin Türkistan’la ilgili korkunç niyetlerinin farkında olan ve bütün hayalleri yıkılan Behbûdî Efendi, 25 Mart 1919 günü, perişan bir hâlde Semerkand’dan ayrılır. Ne yapmak ve nereye gitmek istediği hiç kimse tarafından bilinmeyen Behbûdî, bunu takip eden günlerde Şehrisebz’de tutuklanır. Onun bu yolculuğundan da, tutuklanmasında da kimsenin haberi olmaz. Hakkında yazılan bütün eserlerde, onun esrarengiz bir şekilde ortadan kaybolduğu kayıtlıdır. Dönemin önde gelen şair ve yazarlarından Sadriddin Aynî, 25 Mart 1922 tarihli Zerefşan gazetesindeki yazısında, Behbûdî ile olan son görüşmesini şöyle anlatır: “1919 yılı Şubat ayında Taşkent’e gidip döndü. Semerkand muallimlerini mektep programından ve Taşkent’teki ilmî vaziyetten haberdâr etmek üzere muallimler meclisini toplantıya çağırdı. Bundan sonra sokakta karşılaştığımızda, toplanmasını istediği meclise kendisinin niçin gelmediğini, günü belirlenecek ikinci toplantıya gelip gelemeyeceğini sordum, biraz hastayım, iyi olursam, vaktim olursa haber veririm, dedi.” Prof. Begali Kâsımov, prensip sahibi böyle aydın bir insanın, toplanmasını bizzat kendisinin istediği bir meclise gelmemiş olmasına ve bu durumu izah edememesine, bundan sonraki toplantı hakkında da müphem bir cevap vermesine dikkat çekerek o günlerde Behbûdî Efendi’nin etrafında bir takım esrarengiz işlerin dönmüş olabileceğini düşünmektedir. (s. 33-34)
Behbûdî’nin ortadan kaybolduğuna dair ilk haber yazısı, Semerkand’dan ayrıldıktan yaklaşık bir ay kadar sonra, 23 Nisan 1919 tarihli Mehnetkeşler Tâvuşı adlı gazetede Hacı Muin imzasıyla yayımlanır. Aynı yazı, daha sonra İştirâkiyyûn gazetesinde de neşredilir. Hacı Muin, yazısını, halk arasında anlatılan bir takım rivayetlere dayanarak kaleme aldığını bildirmektedir. Bu yazıda ifade edildiğine göre, Behbûdî Efendi, Mart ayı sonlarında Merdankul Şahmuhammedzâde, Muhammedkul Orakbayoğlı ve Türkiyeli muallim Naim Efendi’lerle birlikte Moskova veya başka bir yere gitmek maksadıyla yola çıkmışlar, Buhara toprağından atla geçerken Karşı şehrinde yakalanmışlar, bazı rivayetlere göre de vahşîce öldürülmüşlerdir. Dedikoduların giderek artması üzerine Mehnetkeşler Tâvuşı gazetesi, 30 Kasım 1919 tarihli nüshasında, İstanbul’da okumakta olan Semerkandlı Temürhan adlı bir gencin verdiği bilgileri, Hacı Muin’in açıklamalarıyla beraber neşreder:
“Temürhan Efendi’nin bildirdiğine göre, Behbûdî Efendi’nin Buhara toprağında hapsedildiği haberi, Bakû’da hemen duyulmuştur. Bakû’da ikamet eden Türkistanlı Saidnâsır Mircelâlov adlı bir zât, Buhara’dan Behbûdî hakkında bilgi almak istemiş, serbest bırakılması için teşebbüste bulunmuş, ancak bu hususta hiçbir netice elde edememiştir.” (s. 34)
Prof. Begali Kâsımov, eserinde, Behbûdî’nin bu son seyahatiyle ilgili olarak farklı kanaatlerin bulunduğunu belirtmektedir. Bunların birincisine göre Behbûdî, hacca gitmek üzere yola çıkmıştır. İkinci kanaate göre ise, Rusya’da bolşevizme karşı mücadele eden muhalif gruplarla birlikte Amerika devlet başkanı Wilson’un teklifi üzerine İstanbul önündeki Marmara adalarında toplanacak olan bir konferansa katılmak için Semerkand’dan ayrılmıştır. Plâna göre Behbûdî Efendi, Bakû’da Saidnâsır Mircelâlov ile buluşacak ve İstanbul’daki konferans mahalline gidecektir. Münevver Kaarî ise bu bahse dair 21 Aralık 1929 tarihli beyanında, 1917 yılında, Türkiye’deki İttihâd ve Terakkî Partisi’ne üye olan Behbûdî ile beraber Merdankul Şahmuhammedzâde, Ubeydullah Hocayev ve Saidnâsır Mircelâlov’un hep birlikte Türkiye’ye gitmek istediklerini yazmaktadır. Türkistan Muhtariyeti hükûmetinin vekilleri olan bu zâtlar, dünya kamuoyu önüne çıkarak Rusya’daki bolşeviklerin Müslümanları katlettiğini, tamamen imha etmeye yönelik bir siyaset izlediğini gözler önüne sermek istemektedirler. Ancak sovyet hükûmeti, Buhara emiri vasıtasıyla bu teşebbüse mani olmuş, Behbûdî Efendi’yi de katlettirmiştir. Naim Kerimov’un yazma hâlindeki Behbûdiyniŋ Soŋgi Seferi adlı eserinde bildirdiğine göre Behbûdî, “kızıl Rusiyanıŋ Buhara elçihâne hizmetçisi Ötkin vasıtasıla emir tamanıdan tutıldı, (…) emirniŋ Karşı şehrindegi valiysi Nuriddin Ağalık tamanıdan 25 Mart 1919 yılda vahşiyâne öldirildi.” (s.35-36)
Begali Kâsımov, bu durumu değerlendirirken sovyet hükûmetinin Behbûdî Efendi’nin öldürülmesi suçunu Buhara emirine yıktığını ve Türkistanlı gençlerle birlikte sahte göz yaşı döktüğünü, böylece emire karşı gençlerde nefret ve öfke hissi peyda ederek Buhara’nın sovyetleştirilmesini çabuklaştırdığını, en önemlisi de böyle bir operasyonla, Türkistanlı Ceditçileri etrafında toplayarak kendisi için önemli bir tehdit unsuru hâline gelen Behbûdî gibi itibar sahibi cesur ve akıllı bir düşmanından kurtulduğunu söylemektedir. (s. 36)
Müftü Mahmudhoca Behbûdî Efendi’nin yakalandıktan sonraki günleri ve öldürülmesi hakkında Hacı Muin Şükrullahoğlı’nın 29 Mart 1921 tarihli Mehnetkeşler Tâvuşı gazetesinde yayımlanan “Müfti Mahmudhoca Hazretleriniŋ Kanday Şehid Bolganlıgı ve Anıŋ Tamanıdan Yazılgan Vasiyetnâme” adlı yazısı, büyük önem arz etmektedir. Daha sonra, İnkılâb dergisinin 7 Ocak 1922 tarihli 1. sayısında da yayımlanan bu yazı, Sovyetler Birliği’nin dağılmasından hemen önce, 16 Eylül 1988 tarihli haftalık Özbekistan Edebiyatı ve San’atı gazetesinde de neşredilmiş, bunlardan başka Milliy Uyganış ve Özbek Filologiyası Meseleleri (Taşkent 1993) adlı muhtelif makalelerden meydana gelen kitaba da dâhil edilmiştir. Bu konuda tek kaynak kabûl edilen yazıya göre Behbûdî Efendi’nin son günleri şu şekilde cereyan etmiştir:
Behbûdî, yol arkadaşları ile beraber 25 Mart 1919 günü Buhara toprağına geçmişler ve Emir Âlimhan’ın adamları tarafından şehit edilmişlerdir. 1921 yılı Mart ayında, Buhara’dan Taşkent’e gelen Hacımurad Hudayberdioğlı, Behbûdî ile arkadaşlarının Karşı şehri valisi Togaybek tarafından nasıl şehit edildiklerine dair bilgi getirmiştir. Bu Hacımurad adlı zât, Buhara inkılâbının başladığı günlerde, hükûmet tarafından görevli olarak Semerkand’dan Şehrisebz ve Kitab taraflarına gönderilmiş, yine görevi sebebiyle Karşı şehrine geçmiş ve bu bölgede altı-yedi ay kadar hizmet etmiş, bu süre içersinde birçok hadiseye de şahit olmuştur. Hacımurad, işte bu görevi sırasında, Karşı valisine bir süre hizmetkârlık eden Ferganalı on yedi yaşlarındaki Sâdıkcan’dan Behbûdî ve arkadaşları hakkında bilgi edinmiştir.
Sâdıkcan’ın anlattıklarına göre, Behbûdî ile arkadaşları, Şehrisebz’de yakalandıktan tahminen iki ay sonra Karşı şehrine getirilmişler ve birkaç gün zindanda yatırıldıktan sonra da Togay-bek tarafından şehit edilmişlerdir. Karşı zindanında bulundukları sırada valinin birinci hizmetkârı ve zindancıbaşısı olan Ahmet ile diğer hizmetkâr Sâdıkcan, Behbûdî ve arkadaşlarıyla sık sık görüşmek sûretiyle onların kimler olduklarını öğrenmişler ve nihayet Behbûdî’nin sohbetlerinden de etkilenerek onlara yakınlık duymaya başlamışlardır.
Bir gün, bu hizmetkârların ricası üzerine vali Togaybek, Behbûdî ile arkadaşlarını huzuruna çağırtarak, “Siz niçin tutuklandınız?” diye sormuş. Behbûdî’nin, “Biz Beytullah’ı ziyaret etmek üzere yola çıkmışken emirin adamları, siz Ceditçisiniz, kâfir ve casussunuz, diyerek bizi tutukladılar. Eğer tetkik edilecek olursa, suçsuz olduğumuz anlaşılacaktır” cevabını vermesi üzerine Togaybek, “Siz Ceditçi ve kâfirsiniz. Buhara emirine isyan edenler, sizin meslektaşlarınız değil miydi? Sizi öldürmek lâzım. Siz, kurtulmak için Beytullah’a gitmek bahanesine sığınıyorsunuz.” karşılığını vermiştir.
Zindancıbaşı Ahmet, bu ithamlara tahammül edemeyerek Behbûdî Efendi ile arkadaşlarının herhangi bir haksızlığa uğramamaları için meselenin tahkik edilmesini isteyince, öfkeye kapılan Togaybek, “Şimdi anladım ki sen de Ceditçiymişsin; çünkü onlara arka çıkıyorsun. Öldürülecek olan Ceditçi üç kişiydi, seninle dört oldu, seni de öldürmek lâzım” diyerek adamı tehdit eder. Togaybek, görüşmenin sonunda Behbûdî ve arkadaşlarıyla beraber zindancıbaşı Ahmed’in de hapsedilmesini emretmiş ve yakında Buhara emirinden gelecek fermana göre bunların öldürüleceğini bildirmiştir. Bunun üzerine Behbûdî Efendi ayağa kalkarak, “Biz ölümden korkmuyoruz, bilâkis hak yolunda ölmeyi kendimiz için şeref sayıyoruz. Doğruluk ve inkılâp yolunda sadece biz değil, daha pek çok kişi şehit olacaktır,” cevabını verdikten sonra tekrar zindana atılırlar.
Sâdıkcan, bu görüşmeden birkaç gün sonra Buhara emirinden vali Togaybek’e öldürme emrinin geldiğini, Behbûdî Efendi’ye haber verir. Behbûdî Efendi de bunun üzerine kendisiyle beraber arkadaşlarının da imzaladıkları meşhur vasiyetnamesini kaleme alarak Sâdıkcan’dan bunu her ne sûretle olursa olsun Semerkand’a ulaştırmasını rica eder. Behbûdî, vasiyetnamesinde şunları kaydeder:
“Ey, Türkistan’ın maarif işleriyle meşgûl olan ülküdaş ve oğullarım! Ben kendim bir mahkûm olsam da sizleri bir an olsun aklımdan çıkarmıyorum ve sizlere vasiyet ediyorum: Beni seven ülküdaşlarım! Benim sözlerime kulak veriniz! Biz iki aydan beri Buhara şehirlerinde mahkûm olarak dolaştırılıyor ve son on günden beri de bir yerde (Karşı şehrinde), bu zalimlerin elinde bulunuyoruz. Ceditçi olarak adımız kâfire çıktı. Hizmetkârlar arasında adımız casusa çıktı. Buradan kurtulmamız pek mümkün görülmüyor. Ülküdaşlarım Sıddıkî (Aczî), (Sadriddin) Aynî, (Abdurrauf) Fıtrat, (Münevver) Kaarî ve Ekâbir Mahdum ve oğullarım Vedud Mahmud, Abdülkâdir Şekûrî!
Sizlere vasiyet ediyorum: Maarif yolunda gayret gösteren muallimleri himaye ediniz! Maarife yardımcı olunuz! Ortadan nifakı kaldırınız! Türkistan’ın çocuklarını ilimsiz bırakmayınız! Her ne yaparsanız milletle birlikte yapınız! Herkese âzatlık yolunu gösteriniz! Buhara toprağına tez zamanda kılavuzluk ediniz! Âzatlığı tez zamanda gerçekleştiriniz! Bizim kanımızın hesabını zalim beylerden sorunuz! Maarifi, Buhara toprağında yaygınlaştırınız!
Bizim adımıza mektepler açınız! Biz o zaman kabrimizde rahat uyuruz. Benim oğullarıma selâm söyleyiniz. Bu arkadaşlarımın evlâdından haberdâr olunuz! İşbu vasiyetlerimi yazıp Ahmed’e verdim.”
Hacı Muin Şükrullahoğlı’nın söz konusu yazısında haber verdiğine göre, vasiyetnamenin yazılmasından üç-dört gün sonra vali Togaybek, Behbûdî Efendi ile arkadaşlarının Ahmet’le birlikte öldürülmelerini emreder. Bu emir üzerine mahkûmlar, zindanın yakınındaki bir bahçeye götürülürler. Dört mezar hazırlanır. Behbûdî ile arkadaşları abdest alıp namaz kılmak isterler. Buna müsaade etmeyen cellât, evvelâ Mahmudhoca Behbûdî Efendi’nin, sonra da diğerlerinin başını keser. Cinayetin ardından görevliler, cesetleri kazdıkları çukurlara, yerleri belli olmayacak şekilde gömerler.
Vali Togaybek’in mahremi olan Sâdıkcan, başından beri şahit olduğu bu hadiseyi, mahkûmlara karşı yakınlık hissettiği için küçük bir deftere kaydetmiş; ondan da dostu Hacımurad istinsah ederek Maarif Kurbanları adını verdiği üç perdelik bir piyes yazmıştır. Hacımurad’ın bildirdiğine göre Sâdıkcan, Şehrisebz, Kitab ve Guzâr taraflarında, Buhara emirinin başlattığı isyan sırasında 21 Aralık 1920 günü, isyancılar tarafından öldürülmüştür. Onunla birlikte, cinayeti kaydettiği defter ile vasiyetnamenin aslı da yok olmuştur.
Mahmudhoca Behbûdî Efendi’nin öldürüldüğü haberi, Semerkand’da tam bir yıl sonra duyulmuş ve 1920 yılı Nisan ayında bütün Türkistan matem etmiştir. (s. 36) Sadriddin Aynî, Abdurrauf Fıtrat, Süleyman Çolpan gibi şairler, Behbûdî’nin arkasından mersiyeler yazmışlardır. Sadriddin Aynî, Behbûdiy Rûhıga İthaf adlı şiirinde teessürünü şu mısralarla dile getirmiştir:
“Seni mundın buyan Turan köralurmu, köralmasmu?
Seniŋ misliŋni Türkistan tapalurmu, tapalmasmu?
Sen, ey üstâd-ı âlî-şân, ediŋ acîbe-i devrân,
Atıŋnı tilge her insan büyük hürmetle almasmu?
Seniŋ târihî devrânıŋ, seniŋ âsâr u irfânıŋ,
Seniŋ nâmıŋ, seniŋ şânıŋ cehân kaldıkça kalmasmu?
Seniŋ köksüŋ çökülgenmü, seniŋ beliŋ bükülgenmü?
Seniŋ kanıŋ tökülgenmü? Munı heç kim soralmasmu?
Başıŋnı kesdüren kâtil, u bed-tıynet, u sengîn dil,
Hudâdan ger ese gâfil, halâyıkdan uyalmasmu?
Vatan evlâdı yâd etdi, seni hürmetle şâd etdi,
Ve lekin intikâmıŋnı alalurmu, alalmasmu?
.................................
Senge rahmet, senge gufrân Hudâyim yetkazalmasmu?!” (s. 219-220)
Sadriddin Aynî, Behbûdiy Efendini Esge Tüşirib, Katl ve Katlgâhge Hitâben adını taşıyan şiirinde de Behbûdî’nin katledilmesinden duyduğu öfkeyi, şu öç alıcı mısralarla dile getirmektedir:
“Ey medfen-i insâniyet, ey maktel-i ahrâr!
Ey merkez-i vahşâniyet, ey mehmen-i eşrâr!
..................................
Kan tök, yene kan tök, yene kan tök!
Kan seli bilen âkıbetü’l-emr, yarıl, çök!
Kan tök de, çömül kanğa! Yıkıl kanğa! Boğul, öl!
Tâ kanğa bulğanmasın âzâde birar kol!
..................................
Ey kâtile, ey fâcire, ey fitne-i Turan!
Turan eli fitneŋ ile bolsunmı perişân?!
...................................
Kur’ânnı, şeriatnı ayağ astıda bastıŋ,
Behbûdiy kebi dâhi-yi Turannı da astıŋ!
Baş kes, yene baş kes, neçe kün keyf ü sefâ sür!
Lekin köziŋi aç! Kelesi künleriŋi kör!
....................................
Bir kün kelür elbet, kelür elbet, kelür elbet!
Ey hâine! Öç almağa âcizlere nevbet!” (s. 220)
....................................
Abdurrauf Fıtrat ise, Behbûdiyniŋ Sağanasını İzledim şiirinde şu mısralarla göz yaşı dökmektedir:
“Çökmişdi yer üzre âlem tosuğı,
Öksüzlik baykuşı kanat kakardı.
Batuvda kızarıb turğan bulutdan
Ezilgen köŋlümge mâtem yağardı.
Haksızlik şehriniŋ kan hidli yeli
Armânım güliden bir yaprak üzüb,
Baharsız çöllerge savurıb koydı.
......................”[18 - Abdurauf Fıtrat, Çin Seviş, Taşkent, 1996, s. 33.]
Süleyman Çolpan da Mahmudhoca Behbûdiy Hâtırası adlı şiirinde, “aziz atam” diye hitap ederek onun arkasından göz yaşı döker:
“......................
Aziz atam, kolımdagi güllerniŋ
Mâtem güli ekenligin bilmeysen.
Şâdlik güli köpden beri solgenin,
Yer astıda pâk rûhıŋla sezmeysen.
Ene saçdım kalbimdegi güllerni,
Termak üçün çakıramen kollarnı.”[19 - Çolpan, Yene Aldım Sazımnı, Taşkent, 1991, s. 401.]
Mahmudhoca Behbûdî Efendi’nin katledildiği Karşı şehrine, 1926-1937 yılları arasında on bir yıl müddetle Behbûdiy adı verilmiş, fakat Behbûdî’nin asıl hüviyeti unutturulmak istenmiştir. Şehre adının verildiği 1926 yılından itibaren Behbûdî’nin öncülük ettiği Ceditçilik hareketine mensup aydınların hepsi, sömürgecilik ve ruslaştırma politikalarını, her türlü zorbalığı ve sınıf kavgalarını reddettikleri için karşı ihtilâlci, vatan haini, halk düşmanı gibi çok ağır ve haksız ithamlara maruz kalmışlar, takibata uğramışlar, hapsedilmişler ve hattâ sovyet ideolojisine doğru “kette burılış” yılı olarak ilân edilen 1929 yılından itibaren öldürülmek sûretiyle “milliy uyganış” adı verilen aydınlık Cedit dönemi hafızalardan tamamen silinmek istenmiştir.

Mahmudhoca Behbûdî Efendi’nin Eserleri

Behbûdi Efendi’den geriye eser olarak bir piyes, ders kitapları ve çeşitli dergi ve gazetelerde neşrettiği yazıları kalmıştır. Ancak yukarıda da ifade edildiği gibi onun kaleminden çıkan ve yüzlerce olduğu tahmin edilen yazıları üzerinde henüz etraflıca bir çalışma yapılmamıştır. Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra başlayan yeni dönemde, Ceditçi şair ve yazarlara bugün Özbekistan’da özel bir ilgi gösterilmesine rağmen Behbûdî’nin dergi ve gazete koleksiyonlarında unutulan yazıları, maalesef bugüne kadar toplanarak bir araya getirilmemiştir. Dolayısıyla bu bölümde, Behbûdî’nin Pederküş adlı piyesi ile temin edilebilen yazılarından söz edilecektir.

1. Pederküş Piyesi
Mahmudhoca Behbûdî Efendi’nin edebiyat tarihi bakımından en önemli özelliği, bütün Türkistan’da tiyatro yazarlığını başlatmış olmasıdır. Onun bir idealist olarak tiyatroya ve tiyatro edebiyatına alâka göstermiş olmasının eğitimcilikle doğrudan bir ilgisi bulunmaktadır. Eğitim hakkındaki düşüncelerini, sahne vasıtasıyla halka duyurmak istemesi ve yazdığı Pederküş adlı piyesinin seyirci üzerinde fevkalâde tesir uyandırması, diğer kalem sahiplerinin de dikkatini çekmiş; bunun tabiî sonucu olarak Türkistan’da ilk doğuşundan itibaren çok canlı bir tiyatro edebiyatı ortaya çıkmıştır. Tiyatro, Ceditçilerin halka yakınlaşmalarında, halkın gündelik hayatına ve fikir dünyasına nüfuz etmelerinde ve kendi fikirlerinin yayılmasında büyük kolaylıklar sağlamıştır.[20 - Begali Kâsımov, Ceditçilerin tiyatroya olan ilgilerini izah ederken bu dönemin temsilcilerinden Abdullah Avlânî’nin 1924 tarihli Tercime-i Hâl’inden şu ifadeleri nakletmektedir: “1913 yılından başlayarak halkın gözünü açmak ve medeniyete yakınlaştırmak için tiyatro işlerine girişip Taşkent’te birkaç temsil verdikten sonra bütün Fergana’yı dolaşıp her şehirde temsiller verdik. Bu sırada bizim maksadımız, zâhirde tiyatro ise de, bâtında Türkistan gençlerini siyasî bakımdan birleştirmek ve inkılâba hazırlamaktı.” “Ceditçilik-Ayrım Mülâhazalar”, Milliy Uyganış ve Özbek Filologiyası Meseleleri, s. 21.] Başka bir ifadeyle, devrin şartları karşısında kendi fikirlerini yaymak için yeni bir edebiyat yaratan Ceditçiler, piyes yazarlığı ile sahne faaliyetlerini, ülkülerini gerçekleştirme yolunda çok önemli bir vasıta olarak değerlendirmişlerdir.[21 - Şühret Rızayev, Cedid Draması, Taşkent, 1997, s. 49.]
Behbûdî Efendi, 1911 yılında, Pederküş yâhut Okımagen Balanıŋ Hâli (Baba Kâtili yahut Okumayan Balanın Hâli) adlı üç perde dört sahneden ibaret ilk millî piyesi yazmış, fakat eser, sansür idaresinin izin vermemesi yüzünden iki yıl boyunca yayımlanamamıştır. Bunun üzerine Behbûdî, eserini, 1812 yılında Moskova’nın 124 kilometre batısındaki Borodino sahrasında cereyan eden Rus-Fransız savaşının Rusların zaferiyle sonuçlanmasının 100. yıldönümüne ithaf edince, Pederküş piyesi, Tiflis sansür idaresinin 23 Mart 1913 tarih ve 19940 sayılı kararındaki “Tiflis sansür idaresinin izniyle Kafkas ülkesi sahnelerinde temsil edilmesi mümkündür” hükmüne istinaden 1913 yılında Semerkand’da risale hâlinde neşredilmiştir.[22 - İsmail Tölek Andicâniy, XX Asr Özbek Edebiyatı, Andican 1993, s. 36; Pederküş piyesinin Türkiye Türkçesindeki neşri için bk.: Şuayip Karakaş, “Türkistan’da İlk Tiyatro Faaliyetleri ve Pederküş Piyesi”, Kırgızistan-Türkiye Manas Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi / Manas Universiteti Koomduk İlimder Curnalı, Sayı: 2, s. 162-186.]
Eserin yayımlanması, bütün Türkistan’da millî tiyatronun doğuşunu müjdelemesi bakımından büyük önem taşımaktadır. Aynı yıl Semerkand’da Behbûdî Efendi, Taşkent’te ise Münevver Kaarî ile Abdullah Avlânî, Pederküş piyesini sahneye koymak üzere çalışmalara başlarlar. Ayna dergisinin 1913 tarihli 10. sayısındaki “Semerkandda Tiyatru” başlıklı haber yazısında, bu eserin sahneye konulması ile ilgili olarak şu bilgiler verilmektedir: “Semerkandnıŋ Özbek ve Tatar yaş ve terakkiyperverleri bir bolıb, Özbekçe ‘Pederküş’ ve Tatarça ‘Aldaduk hem Aldanduk’ eserlerini Semerkand Kıraathâne-yi İslâmiyesi nef’iga 1914 yıl 15 Yanvar akşamında Semerkandda koymakçi boldılar ve hem uşbu gayretli Özbek ve Tatarlar birleşib Hokand ve Buhara ve özge Türkistan şeherlerinde milliy tiyatrlar körsetmakçidürler ki, niyet ve gayretleri şâyân-ı şükrânedür. İdârege kelgen mektublarge karagende Hokand ve Taşkendde hem ‘Pederküş’ fâciasını sahnede koymak üçün meşk kılmakda emişler. Egerde gayretlik yaşlar milliy tiyatrga rivâc berseler, yene başka eserler de tertib ve neşr kılınur.”[23 - Ş. Rızayev, age., s. 53.]
Pederküş, ilk defa 15 Ocak 1914 günü Semerkand’da sahneye konulmuştur. 320 kişilik tiyatro salonuna, 50 kişilik yer ilâve edilmiş ve biletlerin tamamı yüksek fiyatla önceden satılmıştır. Buna rağmen birkaç yüz kişi de bilet bulamadığı için tiyatrodan geri dönmek zorunda kalmıştır. Bazıları oyunu ayakta seyretmeye bile razı olmuş, fakat bunun için de yer bulunamamış; görevlilerin yakın bir tarihte piyesin mektepler yararına tekrar edileceğini ilân etmesinden sonra dışarıda kalanlar dağılmışlardır. Oyunun rejisörlüğünü, bir rivayete göre Azerbaycanlı Aliasker Askerov, başka bir rivayete göre de Mahmudhoca Behbûdî Efendi bizzat kendisi yapmıştır. Perde aralarında, Semerkand’ın meşhur hâfız (hânende)larından Hacı Abdülaziz koşuklar okumuştur.[24 - Ş. Rızayev, age., s. 55.]
Eserin Semerkand’da 7 Mayıstaki ikinci temsilinden elde edilen 235 som’un 110 som’u mektep ıslahına, 35 som Cambay’da Molla Muallim Kâmil idaresindeki mektebe, 15 som Bâğışamal mektebine, 15 som Buhariy köyündeki Molla Corabay mektebine, 25 som Rus mektebinde okuyan Müslüman öğrencilere, 35 som Molla Muallim Abdülkâdir mektebine bağışlanmıştır.[25 - Ş. Rızayev, age., s. 57.]
Pederküş piyesinin temsillerinden elde edilen gelirler, daima Cedit mektepleriyle diğer eğitim kurumlarına, “hayriye cemiyetleri”ne, basın faaliyetlerine ve diğer kültür hizmetlerine tahsis edilmiştir. Nitekim Semerkandlı oyuncular, aynı eseri Hokand’da da Cedit mektepleri menfaatine sahneye koymuşlar ve toplanan 604 som’dan, kendi geçimlerini farklı meslek ve işlerden temin ettikleri için sadece yol parası almışlardır. Ancak Behbûdî Efendi’nin ve çevresindeki Ceditçilerin bu hayırlı niyetlerine mukabil, bazı tiyatro toplulukları da eserin kazandığı şöhretten istifade ederek yazarından izin almaksızın para kazanmak için veya başka maksatlarla Pederküş piyesini sahneye koymuşlardır. Bu durumdan haberdar olan Behbûdî Efendi, kendisinden izin alınmasını talep ettiği Ayna (nu. 47) dergisindeki yazısında şöyle diyor: “Bazılarının yazdıkları mektuplarda haber verdiklerine göre, tiyatro bazen mektep veya cemiyet faydasına sahneye konulduğu hâlde parası belirtilen yerlere sarf edilmemektedir. Ayrıca tiyatro akşamları edep dışı hareketler meydana gelmektedir. Bu sebeple mecbûren ilân ediyoruz ki, bundan sonra piyesi sahneye koymak isteyenler, önce sahibinden yazılı izin alarak hangi maksatla sahneye koymak istediklerini bildirsinler, ondan sonra harekete geçsinler.”[26 - Ş. Rızayev, age., s. 59.]
Behbûdî Efendi, “ibretnâme” adını verdiği tiyatroda, “hilâf-ı edeb” hareketlere izin verilmemesi için de gayret göstermiş, Doğu ve Batı ülkelerini gezerek tiyatronun bazen gönül eğlendirme, bazen de büyük sosyal ve manevî eğitim ve tefekkür vasıtası olduğunu görmüş ve kendisi de bunlardan ikincisini tercih etmiştir. Milletin istikbâli için tiyatroyu en geniş tesirli silâhlardan birisi olarak değerlendirmiş ve diğer Ceditçilerden de bunu talep etmiştir.[27 - Behbûdî Efendi, “Teyatr Nedür?” (Ayna, 1914, nu. 29, s. 550-553) adlı yazısında, tiyatrodan ne anladığını şu şekilde ortaya koymaktadır: “Tiyatro nedir? Tiyatro ibret alınan yerdir, tiyatro dinî nasihat edilen yerdir, tiyatro terbiye yeridir. Tiyatro öyle bir aynadır ki, somut bir şekilde ve açıkça sergilediği genel durumdan görmeyenler işiterek, sağırlar görerek etkilenir. Kısacası tiyatro, nasihat ve ikaz edici, ayrıca zararlı örf ve âdetlerin çirkinliklerini ve zararlarını açıkça göstermektedir. Hiç kimseye boyun eğmeden doğruyu söyleyen ve açık hakikati bildirendir. Aynı zamanda bir temâşâ yeridir, gönül eğlendirendir, millî ve edebî cemiyetlerin esasıdır. İlerlemiş olan milletler, tiyatrolarını terbiye ve ibret mektebi olarak adlandırıyorlar. İlerlemenin en önemli sebeplerinden birisinin de tiyatro olduğunu söylüyorlar. Tiyatroların, güzel ve çirkin âdetlerin sarraf ve tenkitçisi olduğunu bildiriyorlar. İnsanları etkilemek sûretiyle daha çok iyilik etmelerine sebep olmak için âdetlerin fayda ve zararlarından hâsıl olan neticeleri, tiyatro salonunda olduğu gibi gösteriyorlar. Her devrin kendine göre bir hesaplaşma usûlü vardır. Bu devirde tiyatro salonları, kötü ve zararlı âdetleri hesaba çekerek ve tenkit ederek kötü ve çirkin taraflarını halka gösteren nasihat edici bir mekândır. Tiyatro sahnelerinde sergilenen trajik, komik veya dramatik hadiseler, halka tasvir edilerek gösterilir. Tiyatroda tasvir edilen hadiselerdeki kötülük veya iyiliğin ortaya çıkış şeklini ve sebeplerini idrâk edip ibret almak, kötülükten uzaklaşarak iyiliğe yönelmeye sebep olur.(.....) Kısaca tiyatro, bir çeşit mektep hükmündedir. İlerlemiş olan milletler arasında tiyatro o kadar gelişmiştir ki, her gün bir yeni eser yazılarak sahneye konulur. (.....) Sahneye konulan eserin eksik veya fazla taraflarını, millî hayatın dışında kalan kısımlarını yazarlar, gazeteler vasıtasıyla tenkit etmektedirler. Halkın hoşuna gitmesi veya gitmemesi hâlinde eserin yazarı da memnun veya mahzun olur. Eser güzel olursa, herkes yazarını tebrik eder, onun da şöhreti artar. Bu durum, diğer yazarları da harekete geçirir, güzel eserlerin yazılmasına vesile olur. Bir tiyatro eseri için yazarın nasıl iyi düşünebilen, zarif ve nazik biri olması icap ederse, oyuncuların da güçlü, temsil kabiliyetleri yüksek ve her şeyi âdeta kendi nefislerine mâl ederek gösterme gayreti içersinde ve nüktedan olmaları gerekir. Avrupalılar, farklı bir sanat olan oyunculuk için de ayrı bir mektep açmışlardır.Sözün kısası, tiyatro salonları, maskaralık edilen değil, bilâkis ibret alınan bir yerdir. Oradaki oyuncular da ‘maskara’ değil, ahlâk öğretmenidirler. İlerlemiş olan toplumlarda oyuncular kibar ve itibar sahibi insanlardır. Bilhassa kendi şahsî menfaati için değil de mektep ve millet menfaatine oyunculuk edenlerin değeri iki kat fazladır. (.....) Bazı vatan ehli olan kalem sahiplerinin tiyatro eseri yazmakla meşgûl oldukları işitilmektedir. Onların eserlerini dört gözle bekliyoruz.” (B. Kâsımov, Mahmudhoca Behbudiy, s. 150-152.)] Behbûdî’nin tiyatrodan gözlediği maksadı ve genel olarak Ceditçi yazarların tiyatro anlayışı, önemli bir konu olarak karşımıza çıkmaktadır: “İnsanlar, tiyatroya hoşça vakit geçirmek için gelirler; fakat buradan fikir sahibi olarak çıkmaları lâzımdır.” Onların bu tiyatro anlayışı ile onlardan yarım asır kadar önce Mukaddime-i Celâl’i kaleme alan Nâmık Kemâl’in görüşleri arasında tam bir benzerlik bulunmaktadır.
Behbûdî Efendi’nin piyesi, 27 Şubat 1914 akşamı, Taşkent’te, 2.000 kişilik Kolizey salonunda, “Taşkent Müsülman Cemiyet-i İmdâdiyesi faydasıga” sahneye konulmuştur. Temsilden önce Münevver Kaarî Abdürreşidhanov, sahneye çıkarak “Türkistan” dilinde henüz bir tiyatro oynanmadığı için bazılarının buna “oyınbazlik” veya “masharabazlik” gözüyle baktıklarına ve hâlbuki tiyatronun mânasının “ibrethâne” veya “uluğlar mektebi” olduğuna dair bir konuşma yapmıştır. Münevver Kaarî, aynı konuşmasında, tiyatro sahnesinin, her tarafı aynalarla kaplı bir eve benzediğini, orada herkesin kendi “hüsn ve kabihligini, ayb ve noksanını” görerek ibret aldığını ve aktörlerin de birer “tabîb-i hâzık” olduklarını ifade etmiştir. Pederküş piyesi, Taşkent’te de büyük alâka uyandırmış, salon tamamen dolmuş, müşterilerin önemli bir kısmı, Semerkand’da olduğu gibi kapıdan dönmek zorunda kalmıştır.[28 - Ş. Rızayev, age., s. 25; Hemdem Sâdıkov, Rüstembek Şemsütdinov, Pâyan Revşenov, Kameriddin Usmanov, Özbekistannıŋ Yeŋi Tarihi-Birinçi Kitab-Türkistan Çar Rassiyası Müstemlekeçiligi Devride, Taşkent, 2000, s. 277.]
Piyesin bu başarısı, başka şehirlerdeki gençleri de gayrete getirmiş, onlar da kendi tiyatro gruplarını kurmak üzere harekete geçmişlerdir. Ayrıca maddî imkânsızlıktan kıvranan ve hattâ yer yer kapanan Usûl-i Cedit mekteplerinin ihtiyacı olan parayı temin etmek için bu faaliyetler bir zaruret hâline gelmiştir.[29 - Ş. Rızayev, age., s. 84.]
Türkistan’da Ceditçilerle Kadimciler arasındaki kavga, mekteplerden sonra tiyatro meselesinde de şiddetli bir hâl almıştır. Kadimcilerin tiyatroya karşı tavır almaları, bu sanatın gelişmesinde problemler çıkarmıştır. Daha çok din adamları ve dinî ilimlerle meşgûl olanlardan meydana gelen Kadimciler, modern tiyatro faaliyetlerini, eski temâşâ sanatı gibi “masharabazlik” olarak değerlendirmişlerdir. Bu sebeple Ceditçilere, Behbûdî Efendi’nin eserine izafeten “Pederküşler” (= Baba Kâtilleri), “Masharaçiler” gibi adlar verilmiş; halk arasında, “Pederküşler, hükûmet tarafından tutuklanıyormuş” şeklinde dedikodular yayılmıştır. Namangen’de Abdilkâdirhoca adlı bir zengin, halkı gençler aleyhine tahrik etmiş, tiyatro ile meşgûl olanlara bakkal ve diğer esnafın hiçbir şey satmaması ve hattâ berberlerin onları tıraş etmemeleri için faaliyette bulunmuştur. Buna benzer karşı hareketler, başka şehirlerde de cereyan etmiştir.[30 - Ş. Rızayev, age., s. 93-94; Abdullah Avlânî, Kadimcilerin aleyhte propaganda yaparlarken Ceditçilerin “münâfık, müfsid, zındık, dehrî” olduklarına dair dedikodular çıkardıklarını, bunun da aradaki husûmeti artırdığını bildirmektedir. (“Tercime-i Hâlim”, Milliy Uyganış ve Özbek Filologiyası Meseleleri, s. 109.)]
Pederküş piyesinin halktan büyük alâka görmesi üzerine Türkistan şehirlerinde yeni tiyatro toplulukları teşkil olunmuş, devrin kalem sahipleri tarafından kısa zaman içinde birçok tiyatro eseri yazılmıştır. Behbûdî Efendi’den sonra Abdurrauf Samedov (Şehîdî) Mahremler, Hacı Muin – Nusretullah Kudretullah Toy, Hacı Muin Bay ile Hizmetkâr, Köknarı, Mazlûme Hatın, Cüvanbazlik Kurbanı, Eski Mekteb-Yengi Mekteb, Kâzı ile Muallim, Nusretullah Kudretullah Keŋeş Meclisi, Abdullah Bedrî Cüvanmerg, Ahmak, Hamza Hekimzâde Niyazi Zeherli Hayat, İlm Hidâyeti, Mulla Narmuhammed Damleniŋ Küfr Hatâsi, Abdullah Kâdirî Bahtsız Küyav, Abdullah Avlânî Advokatlik Asanmı, Pinek, Biz ve Siz, Gulam Zaferî Bahtsız Şâgird, Abdülhamid Süleyman (Çolpan) Bay, Abdurrauf Fıtrat Begican, Mevlîd-i Şerîf, Ebâ Müslim, Hurşid Bezârı, Ârif ile Ma’rûf, Kara Hatın piyeslerini yazmışlardır. Adı bilinmeyen yazarlar tarafından da Ahmed Parina, Eski Mektebler Hâli, Eşigide Kanlı Köz Yaşlarımız gibi millî darama eserleri kaleme alınmıştır.[31 - Ş. Rızayev, age., s. 129. Begali Kâsımov, 1911-1917 yılları arasında Türkistan’da kırktan fazla piyesin kaleme alındığını bildirmektedir. (“Cedidçilik, Ayrım Mülâhazalar”, Milliy Uyganış ve Özbek Filologiyası Meseleleri, s. 20.)]
Üç perde dört sahneden ibaret olan Pederküş piyesi, muhtevası itibariyle Ceditçilerin eğitim hakkındaki görüşlerini aksettirmektedir. Hayatın bütün cephelerine ilgi gösteren Ceditçilik hareketi, bilindiği gibi önce eğitimde yenilik hareketi olarak doğmuştur. Çünkü bu hareketi şuurlu bir şekilde ortaya koyan ve Türk dünyasına yayan Gaspıralı İsmail Bey’den başlayarak bütün Ceditçiler, Türk ve İslâm âleminin Hristiyan âlemi karşısındaki perişanlığını daima eğitimsizlik ve cehaletle izah etmişlerdir. İslâm âlemi, zaman içersinde kendisini yenileyemeyen eski eğitim kurumları yüzünden çağın gerisinde kalmış ve Osmanlı Türkiyesi dışında tamamı Hristiyan âleminin işgâline uğrayarak sömürge hâline gelmiştir. İşgâlden ve sömürge olmaktan kurtulmanın tek çaresi, eski eğitim kurumlarını ıslah etmek, yeni eğitim kurumları açmak ve genç nesilleri, yeni eğitim programlarına göre tanzim edilmiş okullarda, çağın gerektirdiği bilgilere sahip insanlar olarak yetiştirmektir; yani cehaletin karanlığından ilmin aydınlığına çıkmaktır. Mahmudhoca Behbûdî Efendi’nin bu maksatla Türkistan’da yeni mektepler açtığı ve yeni bilgileri ihtiva eden ders kitapları hazırladığı, gazete ve dergilerde yine aynı maksatla yazılar kaleme aldığı yukarıda arz edilmişti.
Ceditçiler, eğitimci olarak kendilerine sadece genç nesli değil, bilâkis gençlerle birlikte toplumun bütün kesimlerini hedef seçmişler, bütün herkesi dünyadan ve yeni hayat tarzından haberdar etmeye çalışmışlardır. Onların dergi ve gazetecilik faaliyetleri ve hattâ dil, muhteva ve estetik yönünden Türkiye’deki Millî edebiyat cereyanıyla hemen aynı prensipleri benimseyen yeni bir edebiyat kurma gayretleri, hep aynı maksada hizmet eden çalışmalar olarak değerlendirilmelidir.
Halka yeni bilgiler ve değerler kazandırma iddiasını taşıyan Ceditçiler, ideallerini gerçekleştirmek için çok yeni olmasına rağmen edebî türlerden tiyatroya daha fazla önem vermişlerdir. Çok eski ve çok zengin bir geçmişi bulunmasına rağmen şiir, bu dönemde tiyatro kadar popüler olamamıştır. Ceditçileri tiyatroya yönlendiren en önemli sebep, hiç şüphesiz bu sanat faaliyetinin sahne vasıtasıyla doğrudan etkileme gücüne sahip olmasıdır. İşte bu gücün farkında olan Behbûdî Efendi, Cedit mekteplerini ve yeni tarz eğitimin önemini halka anlatabilmek için tiyatrodan faydalanmak istemiştir. Kitap hâlinde basıldıktan sonra eserinin sahneye konulması için gayret göstermesi ve hattâ bizzat kendisinin rejisörlüğe teşebbüs etmesi, onun tiyatro faaliyetinden ne kadar çok şey beklediğini göstermektedir. Nitekim bu beklentisinde de yanılmamış, Pederküş piyesi, belki onun tahmininden de fazla bir ilgi görmüştür. Hemen arkasından pek çok tiyatro eserinin yazılıp sahneye konulması çığırını başlatan bu piyes, kazandığı başarıyı, kendi kabiliyetinden ziyade gördüğü bu olağanüstü ilgiye borçlu olmalıdır. Türkistan hayatından alınmış basit sayılabilecek bir hadiseyi, millî lisanla ve bir facia şeklinde ilk defa sahneye taşımış olması, eserin şöhretini artırmıştır.
Behbûdî Efendi, Pederküş piyesinde, seyircinin karşısına âdeta nasihat etmek üzere çıkmış bir vâiz edasıyla konuşur. Piyes, esas olarak her şeyin paradan ve para kazanmaktan ibaret olduğunu düşünen “Bay” (= Zengin) ile ona bu düşüncesinin yanlış olduğunu anlatmaya çalışan yenilikçi fikirlere sahip “Dâmulla” (= Büyük Molla) ve Rus mektebinde okumuş modern giyimli milliyetçi “Ziyalı” (= Aydın) bir Müslüman arasında cereyan eder. Behbûdî Efendi, eğitimle ilgili düşüncelerini, Dâmulla ve bilhassa Ziyalı tiplerinin ağzından açıklar. Yazar bu tavrıyla, Ceditçi-Kadimci kavgasının şiddetle devam ettiği bir zamanda, eski medreseyi temsil eden Dâmulla ile yeni mektebi temsil eden Ziyalı’yı aynı fikir etrafında buluşturarak birbirlerine zıt gibi görünen bu iki kutbu âdeta uzlaştırmaya çalışır. Kendisi de medresede eğitim gördüğü hâlde yeni mekteplerin açılıp çoğalması için gayret sarfeden Behbûdî Efendi’nin her iki aydın kesimi de kucaklamaya çalışan bu uzlaşmacı tutumu, kendi devri için çok önemli bir davranış olarak kabûl edilmelidir.
Piyesin birinci perdesinde Dâmulla, evinde ziyaret ettiği Bay’dan oğlu Taşmurad’ın Usûl-i Cedit mektebinde mi, yoksa geleneksel tarzda sadece dinî eğitim veren eski mektepte mi okuduğunu sorar. Çünkü okumak, herkese borçtur, saygı ve fazilet sebebidir. Hâlbuki Bay için saygının yegâne sebebi ise zenginliktir. Bunun için okuma yazma bilmeye de gerek yoktur. Bu sebeple oğlunu hiçbir mektebe göndermemektedir. Dâmulla’nın tespitine göre, son yirmi-otuz yıldan beri Türkistan’da ticaret, cehalet sebebiyle Yahudi ve Ermeniler başta olmak üzere yabancıların eline geçmiş, buna bağlı olarak Türkistan’ın yerli ahalisi de her gün biraz daha fakirleşmiştir. Ancak o ne söylerse söylesin, Bay bunların hiçbirine değer vermez.
Dâmulla’dan sonra ziyaretine gelen Ziyalı da Bay’dan fakir çocuklarının okuyabilmeleri için maddî yardımda bulunmasını ister. Zira içinde bulunulan zaman, “yeni ve başka” bir zamandır. Bilgisi ve mesleği olmayan halkın zenginliği, yeri, yurdu, ahlâk ve itibarı günden güne elden gitmekte, hattâ dini de zayıflamaktadır. Bu sebeple, Müslüman çocuklarını okutmak lâzımdır. Ayrıca Müslümanlara bu devirde biri dinî ilimlerde, diğeri çağdaş ilimlerde olmak üzere iki türlü âlim gereklidir. Dinî eğitim görerek imam, hatip, müderris, muallim, kadı ve müftü olmak isteyenler, evvelâ Türkistan’da, daha sonra Mekke, Medine, Mısır veya İstanbul’da okumak sûretiyle mükemmel din âlimi olabileceklerdir. Aynı şekilde çağdaş ilimlere sahip olabilmek için de temel dinî bilgileri ve millî dili öğrendikten sonra hükûmetin açtığı düzenli mekteplere gitmek ve nihayet Petersburg, Moskova, İstanbul, Avrupa, Amerika üniversitelerinde okumak lâzımdır. Bu üniversitelerde okuyacak olanlar tıp, hukuk, mühendislik, iktisat, felsefe ve pedagoji ilimlerini öğrenecekler ve çar hükûmetinin idarî kadrolarında görev alarak vatana ve millete hizmet edeceklerdir. Fakat bu işlerin olabilmesi için Türkistanlı zenginlerin maddî yardımda bulunmaları gerekmektedir. Nitekim Kafkasya, Orenburg ve Kazan’ın Müslüman zenginleri, bu iş için çok para sarfetmekte ve fakir çocuklarını okutmaktadırlar. Bay, Ziyalı’nın bu anlattıklarını uyuklayarak dinlemektedir. Konuşmanın sonuna doğru uykuya dalan Bay, horlamaya başlar. Bu vurdumduymazlık karşısında Ziyalı, mendiliyle göz yaşlarını silerken, “İlâhî ya Rabbî! İslâm ümmetinden ve bilhassa biz Türkistanlılardan merhametini esirgeme!..” diye dua ederek Bay’ın evini terk eder. Behbûdî Efendi, bu düşüncelerini açıklarken İslâm dininin ilme ve öğrenmeye verdiği önemi ifade eden âyet ve hadisleri de delil olarak zikreder.
Türkistan’da fakir çocuklarının okuyabilmelerine imkân sağlamak üzere “cemiyet-i hayriye”lerin kurulup yaygınlaşmasında da önemli hizmetlerde bulunan Behbûdî Efendi, cehaletin, Türkistanlılar için en büyük belâ olduğunu düşünmektedir. İşte bu cehalet sebebiyle Bay, mektebe göndermemek sûretiyle kendisi gibi cahil yetiştirdiği oğlu tarafından parası için öldürülür. Zira oğlu Taşmurad, bilgisizliği yüzünden edindiği fena arkadaşlarının baştan çıkarmasıyla babasının yattığı odasındaki kasanın soyulmasına yardım eder. Ancak kasanın açılırken çıkardığı gürültüyle uyanan Bay, oğlunun da yardımıyla bıçaklanarak öldürülür. Böylece Taşmurad “pederküş”, yani baba kâtili olur. Öldürülen Bay ile baba kâtili olup Sibirya’ya sürgün edilen oğlu Taşmurad, cehaletleri sebebiyle böyle feci bir âkıbete uğramışlardır. Behbûdî Efendi, zenginliğin tek başına bir işe yaramayacağını, bilâkis cahillerin elinde felâketlere sebep olabileceğini ihtar etmektedir. Türkistanlılar, yine cehalet sebebiyledir ki, “vatansız, derbeder, esir, fakir, bîçare” durumuna düşmüşlerdir; “terakkî” bilginin, “esaret” ise cehaletin eseridir. Dolayısıyla Türkistanlıların bu fena vaziyetten kurtulabilmek için çocuklarını okutmaktan başka çareleri yoktur.
Pederküş piyesi, sergilediği olay basit gibi görünmekle birlikte Türkistan’ın kangren hâline gelen bir meselesini, yer yer pendnâme tarzında olsa bile karikatürize ederek seyircinin dikkatine sunması bakımından önemlidir. Türkistan’ın içinde çırpınarak can çekiştiği cehalet batağını, sade bir dille ve Türkistan için tamamen yeni bir teknikle, sahne vasıtasıyla gözler önüne seren bu eser, yeni bir edebî devrenin, yani Cedit edebiyatının da müjdecisi olmuştur. Behbûdî Efendi, bilhassa bu özelliği sebebiyle Türkistan edebiyatında öncü rolünü oynamış önemli bir şahsiyettir.

2. Gazete ve Dergilerde Yayımlanan Yazıları
Yukarıda da ifade edildiği gibi Mahmudhoca Behbûdî Efendi’nin gazete ve dergilerde neşrettiği yazıları üzerinde bugüne kadar herhangi bir çalışma yapılmamıştır. Onun kaleminden çıkan yazıların çok az bir kısmı, ancak Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra çeşitli vesilelerle muhtelif eserlerde tekrar yayınlanmıştır. Bu son bölümde, Mahmudhoca Behbûdî Efendi’nin düşünce dünyası ile zihnini meşgûl eden meseleler hakkında kısmen de olsa fikir sahibi olabilmek maksadıyla, temin edebildiğimiz iki eserde yer alan yazıları hakkında bilgi verilecektir. Büyük bir yekûn teşkil ettiği tahmin edilen ona ait yazıların on iki tanesi, Prof. Dr. Begali Kâsımov’un Mahmudhoca Behbudiy (Taşkent 1997) adlı kitabında yayımlanmıştır. Bu yazılarda, muhtelif konular ele alınmıştır. Yine onun imzasını taşıyan yedi yazı, Kâmilcan Hâşimov ile Safâ Açıl’ın müştereken hazırladıkları Özbek Pedagogikası Antologiyası (Taşkent 1995) adlı eserde kısmen iktibas edilmiştir. Bu eserdeki yazılarda ise sadece eğitim kurumlarının ıslahından ve eğitimin öneminden bahsedilmektedir.
Behbûdî Efendi, Til Meselesi ( Ayna, 1915, nu. 11-12, s. 274-277, 306-311)[32 - Begali Kâsımov, Mahmudhoca Behbudiy, s. 164-170.] adlı yazısında, evvelâ, “Türkçenin şubeleri olan Özbek-Çağatay, Tatar, Azerbaycan, Kazak ve Türkmen lehçeleri”ndeki yeni matbuatın en önemli meselelerinden saydığı imlâ bahsinden söz eder. Vaktiyle Arapça ve Farsçadan alınmış olan kelimelerin, artık Türkçenin aslî unsuru hâline geldiğini ve hattâ Osmanlı dilinin de bu şekilde oluştuğunu bildirdikten sonra, bütün şiveleri, ihtiva ettikleri Arapça ve Farsça kelimeler bakımından değerlendirmekte, Farsçanın Türkistan’daki nüfuz bölgelerini tespit etmekte, “fen ve hüner” terakkî ettiği için yeni çıkan ve yabancı isimler taşıyan eşyaya Türkçe isim verecek kurumları kurarak “Türk dilimize” hizmet edecek ilim adamlarının bulunmaması sebebiyle yabancı dillere ait isimlere mecbur kalındığını söylemektedir. Yazının devamında, Türkistan’da, Türkiye’deki Genç Kalemler’le aynı zamanda ortaya çıkan dilde sadelik taraftarlarına itidâl tavsiye ederek herkesin anlayıp kullandığı Arapça ve bilhassa Farsça kelimeleri muhafaza etmenin lüzumundan bahsetmekte ve bu kelimelere ait çokluk şekillerinin, Türkçenin kurallarına göre yapılması gerektiğini bildirmektedir. Buna dair örnek verirken “ulûm, fünûn, ulemâ, kuzât” yerine, “ilimler, fenler, âlimler, kâzılar” yazmanın daha doğru olacağını kaydetmektedir. Dili sadeleştirirken tasfiyeciliğe kalkışarak “eski Çağatayca, Moğolca, Orhunca ve bozkır dillerini” diriltmeye çalışmanın fayda getirmeyeceğini ve yabancı kelimeleri imkân nispetinde az kullanarak yazmaktan başka çarenin bulunmadığını söylemektedir.
İkki Emes, Tört Til Lâzım (Ayna, 1913, nu. 1, s. 12-14)[33 - B. Kâsımov, age., s. 160-162.] adlı yazıda, Türkistanlıların Türkçe ile beraber Farsça, Arapça ve Rusçayı da bilmeleri gerektiğinden söz edilmektedir. Türkçenin yanında Arapça ve Farsçanın da yüzyıllardan beri ilim ve edebiyat dili olarak kullanıldığı hatırlatılarak bu dilleri bilmenin eski eserlerden istifade edebilmek için şart olduğu bildirilmektedir. Bu arada, Osmanlı Türkçesini öğrenmenin de ayrı bir önemi bulunduğuna dikkat çekilmektedir. Çünkü bütün dillerdeki yeni ve faydalı kitaplar Osmanlı diline tercüme edilmektedir. Bu sebeple, Osmanlı dilini bilen birisinin, “çağı” da bileceği ifade edilmektedir. Rusça ise, Rus idaresi altındaki Türkistanlıların yaşayabilmeleri için, varlıklarını devam ettirebilmeleri için öğrenmek zorunda kaldıkları bir dildir.
Sart Sözi Mechûldür (Ayna, 1915, nu. 22,23,25,26, s. 314-315, 338-340, 386-388, 478-480)[34 - B. Kâsımov, age., s. 171-177.] adlı makalede, Türkistanlıların soy itibariyle “Sart”ların torunları olduğu iddiasına cevap verilmektedir. Behbûdî Efendi, Rus müsteşrik Nikolay Petroviç Ostroumov’un “hiçbir delile dayanmayan” Sartlar adlı kitabına ve Rusların tamamen siyasî maksatlarla ileri sürdükleri bu yöndeki iddialarına cevap verirken tarihin hiçbir döneminde “Türkistan”da ve bütün “Turan”da bu adı taşıyan bir kavmin yaşamadığını kaydettikten sonra, Türkistan’da Türklerden başka sadece Tâcik ve Arapların bulunduğunu bildirmektedir. Behbûdî Efendi, Türkistan’da Sart adını taşıyan bir kavmin bulunmadığını izah ederken evvelce Semerkand’da yapılan cülûs merasimlerini hatırlatmakta ve şunları kaydetmektedir: “Türkistan’da meşhur olmuş doksan iki boyun içinde Sart yoktur. Hanlar zamanında, bu doksan iki boyun temsilci ve aksakalları, Semerkand’da toplanır ve yeni hükümdarı ‘han’lık tahtına oturtmak suretiyle ‘cülûs’ merasimini icra ederlerdi. (…) Köktaş, Emir Cihangir Timur Sâhipkıran’dan kalma taş bir tahttır ki, Türkistan’daki Türk halklarından doksan iki boyun aksakal ve diğer ileri gelenleri toplanır ve beyaz bir keçe üstüne bindirdikleri yeni hanı hepsi birden kaldırarak Köktaş tahtına oturturlardı. Bu andan itibaren han ve emir ilân edilip nakkâre ve boru çalınırdı. Emir, bu doksan iki boyun aksakallarına altın, hil’at, at ve tuğlar vererek biatlarını kabul ederdi. Hanlık tahtına oturtmadan önce doksan iki boyun aksakalları, âdetlere uyması için emirden söz alırlarmış. Bu ‘doksan iki’ sözü, halkın ağzında hâlâ mevcut olup atasözü hükmündedir: ‘Doksan ikinin içinde … dedi’, ‘burası doksan ikinin toplandığı yerdir, sözünü bilerek söyle’, ‘sen soyu bozuksun, şeceren doksan ikiye çıkmıyor.’ Timurnâme ve emsâli kitaplarda Sart adı, bu boylar arasında zikredilmemektedir. (…) Türkistan’ın herhangi bir çöl, dağ veya mâmur yerindeki altmış, yetmiş veya yüz yaşına girmiş birisinden ‘Sart’ sözü sorulacak olsa, bilmez. Fakat Alçın, Barlas, Tuyaklı, Kıpçak, Hıtay, Kavçın, Saray, Mangıt, Karakalpak, Miŋ, Yüz, Kırk, Oraklı, Aytamgalı, Koştamgalı, Nayman, Kaŋlı, Moğol ve bunlara benzer kabile ve boy isimlerinin meşhur olanları ve onların bitmez tükenmez şube ve dallarını bildikleri hâlde bu ‘meçhûl Sart’ sözünü asla telâffuz etmezler. Yaşlılar, filân kişi aslen Özbek veya Tâcik’tir, derler; asla Sart demez ve Sart’ı bilmezler, Sart denilen kabileden hiç haberleri bile yoktur. (.....) Türkistan halkından kendisini bilenlerin, mensup olduğu kabile veya boy ile o kadar sıkı münasebetleri vardır ki, bunlar arasında başka kabileye kız vermeyenler vardır. Kabilesinin ve yedi atasının adını bilmeyenlere, ‘kul, yani merkuk’[35 - Prof. Begali Kâsımov, Cengiz Aytmatov’un romanında geçen “mankurt” sözünün “merkuk”tan bozulma olduğunu düşünmektedir. (Ş.K.)] derler.”
“Türkistan Tarihi” Kerek (Ayna, 1914, nu. 38)[36 - B. Kâsımov, age., s. 154-156.] adlı yazıda, tarihin, “bir milletin ne şekilde ve hangi yolla terakkî ettiğini okuyup ibret almak veya hangi sebeplerden dolayı gerilediğini ve nihayet yıkıldığını öğrenerek istifade etmek” için bilinmesi gereken bir ilim olduğu belirtilerek Türkistan’ın ve Türklerin macerasını bütünüyle anlatan Türkçe bir eserin henüz yazılmadığı bildirilmektedir. Behbûdî Efendi, “Millî tarihimizi kim yazacak?” sorusuna cevap verirken son derecede zor bir iş olmakla birlikte “bu hizmeti, Türkistan tarihiyle âşinâ olmaya başlayan genç tarihçimiz muhterem Ahmet Zeki Velidî Efendi’nin kaleminden ümit ediyoruz” demektedir.
Tenkid-Saralamakdur (Ayna, 1914, nu. 32, s. 621-623)[37 - B. Kâsımov, age., s. 148-150.] adlı yazıda, evvelâ tenkidin mahiyetinden söz edilmekte ve bunun şahsiyetçilik olmadığı bildirilmektedir. Behbûdî Efendi, Türkistan’da tenkit geleneğinin henüz teşekkül etmemiş olmasını, geri kalmışlığın en önemli sebeplerinden biri olarak değerlendirmektedir. Yanlışlıkların ortaya konulması ve kurumların ıslahından söz edilmesi, tepkilerle karşılanmakta ve bu da kalemlerin susmasına sebep olmaktadır. Bu, Türkistan’da eskiden beri var olan “razı olmamak” ve “hatırı kalmasın” hastalığıdır. Yazıda, mahkeme ve medreselerin ıslahından söz edilecek olursa ulemânın hatırı, tekkelerin ıslahından sûfî ve şeyhlerin hatırı, mekteplerin ıslahından muallimlerin, ticaretin ıslahından zenginlerin, yanlış âdet ve eğlencelerin ıslahından bahsedilecek olursa halkın hatırı kalır, denilmektedir. Yazıda, doğruya ulaşabilmek için tenkit mesleğinin geliştirilmesi ve bunun da şahsiyete hücum veya düşmanlık olarak anlaşılmaması gerektiği bildirilmektedir.
Hemen her konuda yazılar kaleme aldığı anlaşılan Behbûdî Efendi, Bizni Kemirgüvçi İlletler (Ayna, 1915, nu. 13, s. 338-342)[38 - B. Kâsımov, age., s. 145-148.] adlı yazısında, bazı yanlış âdetler yüzünden Türkistanlıların günden güne fakirleştiğini, felâkete sürüklendiğini anlatmaktadır. Bunlar, “toy ve ezâ” (= düğün ve cenaze) törenleridir. Behbûdî Efendi, Türkistanlıların bunlardan başka nevruz başta olmak üzere diğer törenler sırasında da haddi aşan miktarda para, mal ve zaman israf ettiklerini söylemektedir. Yahudiler, gündüzleri işten kalmamak için cenazelerini bazen akşam üzeri defnederken Türkistanlılar toy ve cenaze törenleri için “haftalarca, hattâ aylarca” işten kalmaktadırlar. Bazıları, “evinde azığı, öküzü ve sağılacak sığırı olmadığı hâlde toy ve nevruz-ı kâfirî törenlerinde köpkeri[39 - “Kökböri” veya “uulak tartuu” da denilen bir oyun olup kesilen oğlak veya buzağının atlı iki grup tarafından kapışılması şeklinde oynanır. Bugün Türkistan’da Özbek, Kazak ve Kırgızlar bu oyunu bir spor olarak devam ettirmektedirler. (Ş.K.)] oynamak için birkaç yüz som’a at satın almakta ve ona bir Hintli gibi âdeta tapınmakta”, her gün onun için masraf etmektedir. Bu duruma üzülen Behbûdî Efendi, yazısının sonunda okuyucularına nasihat ederken şunları söyler: “Din için, mescit ve mektep için akçe, servet, devlet gerektir. Toy ve taziyeye sarf edilen akçelerimizi biz Turanîler, ilim ve din yoluna sarf edecek olursak, en kısa zamanda Avrupalılar gibi terakkî ederiz, kendimiz gibi dinimiz de itibar görür, revaç bulur. Hayır, bugünkü hâlimize devam edecek olursak, din ve dünyada zillet ve meskenetten başka nasibimiz yoktur. Ey gören göz sahipleri, ibret alın!”
Behbûdî Efendi, görebildiğimiz yazılarının çoğunda eğitim meselesinden söz etmektedir. Muhterem Yaşlarga Mürâcaat (Ayna, 1914, nu. 41, s. 970-972)[40 - B. Kâsımov, age., s. 152-154.] adlı yazısında, Türkistanlı gençleri, millî ihtiyaçlardan doğan bütün müşkül işlerde tek “merci” ve “ümit edilmeye müstehak” saymakta ve eğitim meselesine sahip çıkmalarını isteyerek muallim olmaya davet etmektedir. Çünkü Türkistan’da bu hizmeti verebilecek olanların sayısı son derecede azdır. Cedit mekteplerine gösterilen ilgi ise her gün artmaktadır. Muallim bulunduğu takdirde Türkistan’da her yıl yüzlerce yeni mektep açmak mümkün olabilecektir. Mektepler, açıkça görülmektedir ki, ilerlemenin başlangıcı, medeniyet ve saadetin eşiğidir. İlk mekteplerini zamanın şartlarına göre ıslah edip çoğaltamayan hiçbir millet, medeniyetten faydalanamaz. Çağdaş medeniyetten mahrum kalarak eğitimde reformu gerçekleştiremeyen bir millet, dünyada rahat ve huzur göremez, hayat kavgası verilen meydanda mutlaka mağlûp olur, ayaklar altında ezilir, dinî ve iktisadî işlerinde başkalarının esiri olur, milliyetini de diyanetini de kaybeder.
Tahsil Ayı (Semerkand, 1913, nu. 11)[41 - Kâmilcan Hâşimov, Safâ Açıl, Özbek Pedagogikası Antologiyası, s. 454-455.] adlı yazıda, Türkistan şehirlerinin Ruslarla meskûn semtlerinde sabah saatlerinde iki sınıf halkın görüldüğüne dikkat çekilir. Bunlar, bembeyaz elbiseler içinde istikbâl için okullarına giden Rus, Ermeni ve Yahudi öğrencilerle kirli ve yırtık paçavralar içinde, yalınayak bir hâlde sırtlarında ağır yükler, ellerinde kazmalar, kürekler… hammallık ve amelelik edebilmek için kapı kapı dolaşan Türkistanlı gençlerdir. Yazıda, bu acıklı durumdan kurtulmak için çağdaş ilim ve mesleklere sahip olmaktan başka çare bulunmadığı ifade edilmektedir.
Ehtiyâc-ı Millet (Semerkand, 1913, nu. 26)[42 - K. Hâşimov, S. Açıl, age., s. 455.] adlı yazıda, başka milletlerin ayakları altında ezilmemek için Türkistan’daki mektep ve medreselerin, ticaretin ve her şeyin, zamanın şartlarına göre ıslah edilmesi zaruretinden söz edilmektedir.
Okuvçılarge Yardem Kerek (Ayna, 1914, nu. 31)[43 - K. Hâşimov, S. Açıl, age., s. 450-451.] adlı yazıda, başkalarının ekonomik ve kültürel emperyalizminden korunabilmek için çağdaş ilimlere sahip “Müslüman doktor, Müslüman mühendis, Müslüman hukukçu, ticarethanelerde Müslüman müdür, devlet dairelerinde Müslüman memur ve Müslüman bankacıların yetiştirilmesi” lüzumundan söz edilmektedir. Buna göre, Müslümanların dinî ilimlerle birlikte tıp ve siyaset ilimlerini de öğrenmeleri gerekmektedir. Zira meslek ilimlerini öğrenmek de dinî ilimler gibi farzdır. Bunun için “akçe” sahibi olanların, çocuklarını hiç tereddüt etmeden devlet mekteplerinde okutmaları, “cemiyet-i hayriyeler” kurarak topladıkları para ile zeki çocukların okuyabilmesi için yardım etmeleri lâzımdır. Şartların gerektirdiği insanları yetiştirmek için devlet mekteplerine, mekteplerin ıslahı için Orenburg, Kazan, Kırım, Kafkasya ve İstanbul mekteplerine, medreselerin ıslahı için Mekke, Medine ve Mısır’a öğrenciler göndermek gerekmektedir. Gençlerin himmet ve gayret, zenginlerin de şefkat ve merhamet göstermeleri icap etmektedir.
İbtidâiy Mekteblerniŋ Tertibsizligi yahud Terakkiyniŋ Yolı (Ayna, 1914, nu. 38)[44 - K. Hâşimov, S. Açıl, age., s. 451-452.] adlı yazıda, Buhara, Semerkand, Taşkent ve bütün Türkistan’daki ilköğrenim seviyesinde eğitim veren eski mekteplerin tertipsizliği söz konusu edilmektedir. Bu mekteplerde okuyan çocuklar, okuma-yazmanın dışında hemen hiçbir şey öğrenememektedirler. Bu durumdaki bir milletin elbette “hâli perişan, mazisi berbat, istikbâli karanlık ve ümitsiz” olacaktır. Bu sebeple eski mektep ve medreselerin mutlaka ıslah edilmesi gerekmektedir.
Bizge Islah Kerek (Necat, 1917, nu. 18)[45 - K. Hâşimov, S. Açıl, age., s. 453-454.] adlı yazıda, “Ah, zalim hükûmet ve misyonerler bize neler ettiler!?” denilerek çar hükûmetlerinin, idareci ve misyonerler vasıtasıyla mektep ve medreselerin işleyişini bozduğu, kadılık ve müderrislik kadrolarına ehil olmayanları getirdiği, Türkistanlıları zâhiren medenîleştirmek için “Russkiy-tüzemniy” mekteplerini açarak dünya ve âhirette bedbaht, yani Hıristiyan edecek misyonerlerin eline teslim ettiği ve yine bu mekteplerdeki Müslüman çocuklarını eksik eğitim vermek suretiyle “hayvanlaşmaya” mahkûm ettiği bildirilmektedir.

Sonuç Yerine
Müftü Mahmudhoca Behbûdî Efendi, dünyanın yeniden şekillendiği pek karışık bir dönemde yaşadı. İmparatorlukların yerinde millî devletlerin kurulmaya başlandığı bu dönemde, o da sömürge hâline getirilip her şeyiyle talan edilen ülkesini istiklâline kavuşturmak istedi. Bunun için cehaleti yenerek çağın gerektirdiği şartları taşıyan yeni bir nesil yetiştirmeye çalıştı, modern usûlde eğitim veren mekteplerin açılmasına önderlik etti, yeni ders kitapları hazırladı, Türkistan dışına öğrenciler gönderilmesi için gayret sarf etti, gazete ve dergiler çıkardı, yazılar yazdı, bütün kurumların ıslah edilerek modern hâle getirilmesi düşüncesini telkin etti, Türkistan Muhtariyeti’nin kuruluşunda görev aldı, Türkistanlı aydınları etrafında toplayarak istikbâl için yeni bir heyecan yarattı, eserleriyle yeni bir edebiyatın doğuşunu gerçekleştirdi, Rus hükûmetlerinin lehçe ve şive farklılıklarını istismar ederek laboratuar milletleri yaratmayı plânladığı yıllarda Türkistan’da konuşulan bütün dillerin esas itibariyle Türkçenin şubeleri olduğunu anlatarak kabile ve boy farklılıklarına dayanan iç çekişmeleri sona erdirip millî birliği sağlamaya çalıştı. Pek çok aydın gibi o da, hayatı pahasına da olsa, Türkistan Türklerine düşünce ve hayalleriyle yeni bir ruh, yeni bir heyecan kazandırmak için çırpındı. Bütün bunları yaparken Türkiye’nin tecrübelerinden de istifade edilmesi gereğine işaret etti.
Behbûdî Efendi’nin eserlerini verdiği yıllarda Türk birliği ideolojisinin revaçta olduğu malûmdur. Aynı dönemde bu yolda Türkiye’de ve Türkiye dışında yürütülen çalışmaları, yaşanan heyecanları hatırlamak gerekir. Yapılan incelemeler göstermektedir ki, Sovyetler Birliği’nin hüküm sürdüğü dönemde Türkiye’de de daima küçümsenen, alay mevzuu edilen ve hattâ suç sayılan bu çalışmalar, bu heyecanlar, nihaî hedefe ulaşmak bakımından bugün zannedildiğinden çok daha ileri bir merhaleye ulaşmıştır. Dil ve tarih çalışmaları, gazete ve dergi yayınları, Usûl-i Cedit mektepleri, kaynağını millî heyecandan alan yeni edebiyat, Rusya’nın ve Türkiye’nin yaşadığı şartlar ve bu şartların tabiî sonucu olan siyasî faaliyetler, Türk dünyasındaki aydınların birbirlerini tanımasını ve benimsemesini kolaylaştırmış, Gaspıralı İsmail Bey’in “dilde” ve “fikirde” birlik hayalini gerçekleştirmiş, “işte” birlik idealini gerçek olmanın eşiğine getirmiştir. Türk dünyası, Rusya’da Bolşevik ihtilâlinin yaşandığı 1917 yılında, ortak bir düşünceye sahip olmak ve bu düşünceyi gerçekleştirmek bakımından bugünkünden çok daha arzulu ve kararlı bir manzara arz etmektedir. Dünyanın yeniden şekillenme sancısı çektiği günümüzde, Türkiye’nin ve bütün Türk dünyasının kendi geleceği için yüz yıl geride kalan o dönemi çok iyi incelemesi gerekmektedir.
(2003)

TÜRKİSTAN’DA İLK TİYATRO FAALİYETLERİ VE PEDERKÜŞ PİYESİ

Mahmudhoca Behbûdî Efendi (1875-1919)’nin edebiyat tarihi bakımından en önemli özelliği, bütün Türkistan’da tiyatro yazarlığını başlatmış olmasıdır. Bir idealist olarak tiyatro edebiyatına alâka göstermiş olmasının, onun eğitimciliğiyle doğrudan ilgisi bulunmaktadır. Eğitim hakkındaki kanaatlerini sahne vasıtasıyla halka duyurmak istemesi ve yazdığı Pederküş adlı piyesinin seyirci üzerinde fevkalâde tesir uyandırması, diğer kalem sahiplerinin de dikkatini çekmiş ve bu suretle Türkistan’da ilk doğuşundan itibaren çok canlı bir tiyatro edebiyatı ortaya çıkmıştır. Tiyatro, Ceditçilerin halka yaklaşmalarında, halkın gündelik hayatına ve fikir dünyasına nüfûz etmelerinde ve kendi fikirlerinin yayılmasında büyük kolaylıklar sağlamıştır. Bu sebeple Ceditçi kalem sahiplerinin önemli bir kısmı, piyes yazarlığına ve sahne faaliyetlerine ayrı bir önem vermişlerdir. Hakikaten bu faaliyetler eğitim, ilerleme, aydınlanma, hürriyet ve istiklâl düşüncelerini halka taşıyan en önemli yollardan biri olmuştur (Rızayev, 1997:8)[46 - Begali KÂSIMOV, Ceditçilerin tiyatroya olan ilgilerini izah ederken bu dönemin temsilcilerinden Abdullah Avlânî’nin 1924 tarihli Tercime-i Hâl’inden şu ifadeleri nakletmektedir: “1913 yılından başlayarak halkın gözünü açmak ve medeniyete yakınlaştırmak için tiyatro işlerine girişip Taşkent’te birkaç defa temsil verdikten sonra bütün Fergana’yı dolaşıp her şehirde temsiller verdik. Bu arada bizim maksadımız, zâhirde tiyatro ise de, bâtında Türkistan gençlerini siyasî bakımdan birleştirmek ve inkılâba hazırlamaktı.” (“Cedidcilik-Ayrım Mülâhazalar”, Milliy Uyganış ve Özbek Filologiyası Meseleleri, Taşkent, 1993, s. 21.)]
Türkistan’daki geleneksel halk tiyatrosu, Cedit tiyatrosu ve piyes yazarlığının teşekkülüne tesir etmiş, gelişmesine yardımcı olmuştur. Bilhassa komedi tarzındaki eserler, doğrudan halk tiyatrosu esas alınarak yazılmıştır. Ayrıca hiçbir kültür hareketinin kendi zemininden faydalanmaması da düşünülemez. Bununla birlikte, Cedit tiyatrosu, Türkistan’daki siyasî, sosyal ve kültürel hadiselerin akis bulduğu bir zemin olarak tanınmaktadır. Geleneksel tiyatroda, eserin hem müellifi, hem de sahneye koyan ve icra edenlerinin aynı kişiler olması gibi Cedit tiyatrocuları da ilk teşekkül devresinde aynı fonksiyonları yerine getirmişlerdir. Geleneksel tiyatronun yanı sıra, 1870’lerden itibaren Türkistan’a gelmeye başlayan Rus, Azerî ve Tatar aydınlarıyla birlikte, Avrupaî tarzdaki tiyatro temsillerinin de somut örnekler olarak Ceditçilere tesir ettiği ve Ceditçilerin asıl tiyatroyu bunlardan öğrendikleri bilinmektedir (Rızayev, 1997: 20).
Çar ordularının Türkistan’ı işgâl etmesinin hemen ardından hükûmet tarafından Ruslaştırma politikalarını gerçekleştirmek maksadıyla kültür programlarının da uygulamaya konulduğu hakikattir. Rus okullarının açılması, mahallî okulların kontrol altına alınması, gazete ve dergi yayınları, Rusçanın öne çıkarılarak Türkistan Türkçesinin geri plana itilmesi, diyalektolojiye itibar edilmesi gibi faaliyetler, Ruslaştırma programının unsurlarını oluşturmaktadır. Ancak bütün bunların yanında bir husus daha dikkatleri çekmektedir: Çar hükûmeti, siyasî emellerini gerçekleştirmek düşüncesiyle, Rus ordusuyla birlikte Rus kültürünün de Türkistan’ı işgâl etmesini programına dâhil etmiştir. Rus kültürü, Türkistan’a Rus askerleri ve Rus ilim adamlarıyla beraber gelmeye başlamıştır. İşgâlciler, kendi mevkiilerini daha kuvvetli bir şekilde devam ettirebilmek için mahallî kültür yerine kendi kültürlerini ikâme etmeye çalışmışlardır.
Sahne faaliyetlerinin doğrudan göze ve kulağa hitap ederek seyircileri çabuk ve derinden etkilemesi sebebiyle çok büyük önemi bulunmaktadır. İşte bu sebeple Ruslar, daha Türkistan’ın tamamına hâkim olamadan 1867 yılında Taşkent’te Heveskârlar Drama Tögeregi adlı ilk amatör tiyatro topluluğunu kurmuşlar, ardından 1876’da Semerkand’da Musikalı Drama Tögeregi, 1890’da Heveskârlik Cemiyeti’ni, Hokand Hanlığının yıkılışının ardından Hokand’da Dramatik San’at Heveskârları Tögeregi’ni faaliyete geçirmişlerdir. Bu tiyatro toplulukları, Rus ve Avrupa tiyatrosunun seçkin örneklerini sahneye koymuştur.
Bu mahallî tiyatro topluluklarının yanı sıra, Rusya’dan da birçok profesyonel tiyatro topluluğu Türkistan şehirlerinde temsiller vermiştir. F. İ. Nadler idaresindeki Rus tiyatro topluluğu, 1877’den 1880’e kadar Türkistan şehirlerini dolaşarak daha çok komedi, melodram, fars ve vodvilleri, bazen de ciddî dramatik eserleri sahneye koymuştur. N. İ. Rcevskiy topluluğu da Gogol, Lermontov ve Moliér’in piyesleriyle Goethe’nin Faust ve Puşkin’in Yevgeni Onegin romanlarını sahneye koymuştur. Bunlardan başka, 1880’li yıllardan 1917’ye kadar V. Vasilyev-Vyatsskiy (1890-1896), N. D. Kruçinina (1894-1899), V. İ. Yakov (1900-1903), Z. A. Malinovskaya (1903- 1917), N. P. Kazanskiy (1904-1906), M. S. Kocevnikov (1907-1908), V. F. Komissarcevskaya (1910), M. Şumskaya (1912-1913), A. S. Kostanyan (1913), D. H. Yucin (1916), L. V. Sobinov (1912, 1915) gibi sanatkârların tiyatro ve konser toplulukları, Rusya’dan Türkistan’a gelerek Taşkent, Semerkand, Hokand, Buhara, Hocend, Margılan, Aşkâbâd, Çarcoy gibi şehirlerde temsiller vermiş, müzik geceleri düzenlemişlerdir. Bu toplulukların repertuarlarında Offenbach operetleri, C. Verdi, M. Glinka, P. İ. Çaykovskiy operaları, A. N. Ostrovskiy ve A. P. Çehov’un vodvilleri, Shakespeare ve Schiller’in trajedileri, A. S. Griboyedov, N. V. Gogol, A. S. Puşkin, A. N. Ostrovskiy, A. N. Tolstoy, G. İbsen, L. N. Tolstoy, A. V. Suhovo-Kobilin, A. P. Çehov, A. M. Gorki’nin drama ve komedilerine kadar pek çok eser yer almıştır. Bazı Rus tiyatrocuları ve zengin Rus tüccarları, Türkistan şehirlerinde tiyatro binaları inşa ettirmişler; meselâ N. D. Kruçinina, Taşkent şehir parkında yazlık tiyatro binasını, G. M. Tsintsadze ise Kolizey adlı konser ve tiyatro binasını yaptırmışlardır (Rızayev, 1997: 21-23).
Türkistan’da Avrupaî tiyatro ve drama yazarlığının yayılmasında, Azerbaycanlı aydınların da fevkalâde önemli hizmetleri olmuştur. Azerbaycan tiyatro edebiyatının önde gelen ilk büyük temsilcileri Mirza Fethali Ahundzâde, Necef Vezirli, Celil Memmedkulizâde ve Neriman Nerimanov’un Cedit tiyatro edebiyatının ve sahne faaliyetlerinin başlamasında ve gelişmesinde büyük tesirleri olmuştur.
Azerbaycanlı tiyatro grupları ilk defa 1911 yılında Türkistan’a gelerek Semerkand, Hokand ve Çarcoy’da İ. Turgenyev, Mirza Fethali Ahundzâde, Neriman Nerimanov ve Necef Vezirli’nin eserlerini sahneye koymuşlardır. Bu ilk gruptan sonra 1913 yılında gelen Azerbaycanlı meşhur aktör ve rejisör Aliasker Askerov’un da Türkistan tiyatro tarihinde ayrı bir yeri vardır. İki yıldan fazla Türkistan’da kalan Askerov, Azerbaycanlı yazarların kaleme aldıkları eserlerle birlikte, Türkistan’da kaleme alınmış ilk piyes olan Pederküş’ü, Semerkand’da ilk defa sahneye koymuştur. Askerov, bu temsilden sonra Taşkent, Kettekorgan, Hokand, Namangen gibi şehirlerde de yerli oyuncularla birlikte Pederküş piyesini sahneye koymuştur. Onun Türkistan’daki bu tiyatro faaliyetleri hakkında Ayna dergisinin 14. sayısında (1915) şu bilgi bulunmaktadır: “Namangen yaşlarıge ve muhterem Aliasgar Efendi’ge teşekkür kılınur. Semerkand’da hem birinçi Türk tilinde koyılgen tiyatruge üç-tört sene ilgeri Aliasgar Cenabları sebeb bolıb edi. Türkistan’da Alias-gar Efendi’ni tiyatru koymagan şehri az kaldı ve kalganlarıge hem gayret etib koysa yahşi bolur.” (Rızayev, 1997: 24).
Türkistanlı aydınlara tiyatro konusunda tesir eden, ilham veren başka bir örnek de Tatar tiyatrosudur. Tatar tiyatro grupları Türkistan’a gelmeden önce, 4 Nisan 1904’te, Türkistan’da yaşayan Tatar “heveskârları” tarafından Nâmık Kemâl’in Işk Belâsı (Bu isimden, Nâmık Kemâl’in hangi piyesinin kastedildiği anlaşılamamıştır. Ş.K.) adlı eseri Taşkent’te sahneye konulmuştur. 1910 yılında Taşkent’te çalışmaya başlayan daimî bir Tatar tiyatro topluluğu Azerî, Tatar ve Rus tiyatrosundan eserleri sahneye koymuştur. 1911 yılından itibaren Tataristan’dan Türkistan’a gelmeye başlayan profesyonel tiyatro toplulukları Taşkent, Semerkand, Hokand ve Buhara’da temsiller vermek suretiyle mahallî tiyatronun gelişmesinde etkili olmuşlardır (Rızayev, 1997: 26; Kâdirov, 1997: 588-595; Andicâniy, 1993: 21).
Türkistan’a dışarıdan gelen bütün bu tiyatro topluluklarının temsilleri, Türkistan’da da millî bir tiyatronun doğuşu için gerekli zemini hazırlamıştır. Fakat dikkati çeken en önemli husus, henüz doğuş sürecinde bulunan tiyatro sanatının, modern eğitim seferberliği ve siyasî ve sosyal faaliyetler için kuvvetli bir vasıta olarak kullanılabileceği düşüncesini de beraberinde getirmiş olmasıdır. Bu düşünceyi hayata geçirenler de başta Mahmudhoca Behbûdî Efendi olmak üzere Ceditçi aydınlar olmuştur. Başka bir ifadeyle, devrin şartları karşısında kendi fikirlerini yaymak için yeni bir edebiyat yaratan Ceditçiler, piyes yazarlığı ile sahne faaliyetlerini de ülkülerini gerçekleştirmek için projelerinin çok önemli bir parçası olarak değerlendirmişlerdir (Rızayev, 1997: 49).
Mahmudhoca Behbûdî Efendi, 1911 yılında, Pederküş yâhut Okumagen Balanın Hâli (Baba Katili yahut Okumayan Balanın Hâli) adlı üç perde dört sahneden ibaret ilk millî piyesi yazmış, fakat sansür idaresinin izin vermemesi yüzünden eser iki yıl boyunca yayımlanamamıştır (Andicâniy, 1993: 36).[47 - İsmail Tölek Andicâniy, Pederküş piyesinin yazıldıktan bir yıl sonra Turan gazetesinde tefrika edildiğini ve 1913 yılında da müstakil kitap hâlinde yayımlandığını bildirmektedir.] Behbûdî Efendi, bu eserini, 1812 yılında Moskova’nın 124 kilometre batısındaki Borodino sahrasında cereyan eden Rus-Fransız savaşının Rusların zaferiyle sonuçlanmasının 100. yıldönümüne ithaf edince, Pederküş piyesi Tiflis sansür idaresinin 23 Mart 1913 tarih ve 19940 sayılı kararındaki “Tiflis sansür idaresinin izniyle Kafkas ülkesi sahnelerinde temsil edilmesi mümkündür” hükmüne istinaden 1913 yılında Semerkand’da risale hâlinde neşredilmiştir.
Eserin yayımlanması, bütün Türkistan’da millî tiyatronun doğuşunu müjdelemesi bakımından büyük önem taşımaktadır. Aynı yıl, Semerkand’da Behbûdî Efendi, Taşkent’te ise Münevver Kaarî ile Abdullah Avlânî, Pederküş piyesini sahneye koymak üzere çalışmaya başlarlar. Ayna mecmuasının 1913 tarihli 10. sayısındaki “Semerkandda Tiyatru” başlıklı haber yazısında, bu eserin sahneye konulması ile ilgili olarak şu bilgiler verilmektedir: “Semerkandnıŋ Özbek ve Tatar yaş ve terakkiyperverleri bir bolıb, Özbekçe ‘Pederküş’ ve Tatarca ‘Aldaduk hem Aldanduk’ eserlerini Semerkand Kıraathâne-yi İslâmiyesi nef’iga 1914 yıl 15 Yanvar akşamında Semerkand’da koymakçi boldılar ve hem uşbu gayretli Özbek ve Tatarlar birleşib Hokand ve Buhara ve özge Türkistan şeherlerinde milliy tiyatrlar körsetmakçidürler ki, niyet ve gayretleri şâyân-ı şükrânedür. İdârege kelgen mektublarge karagende Hokand ve Taşkend’de hem ‘Pederküş’ fâciasını sahnede koymak üçün meşk kılmakda emişler. Egerde gayretlik yaşlar milliy tiyatrga rivâc berseler, yene başka eserler de tertib ve neşr kılınur.” (Rızayev, 1997: 53).
Pederküş’ün yayımlanması ve hemen ardından sahneye konulması, bu haber yazısından da anlaşılacağı gibi, sadece Behbûdî ve Semerkandlı aydınlar için değil, bütün Türkistan’ın sosyal ve kültür hayatı için önemli bir hadise olarak karşılanmıştır.
Pederküş, ilk defa 15 Ocak 1914 günü Semerkand’da sahnelenmiştir. 320 kişilik tiyatro salonuna, 50 kişilik yer ilâve edilmiş, biletlerin tamamı yüksek fiyatla önceden satılmıştır. Buna rağmen birkaç yüz kişi de bilet bulamadığı için tiyatrodan geri dönmek zorunda kalmıştır. Bazıları oyunu ayakta seyretmeye bile razı olmuş, fakat bunun için de yer bulunamamış; görevlilerin yakın bir tarihte piyesin mektepler yararına tekrar oynanacağını ilân etmesinden sonra dışarıda kalanlar dağılmışlardır. Oyunun rejisörlüğünü, bir rivayete göre Azerbaycanlı Aliasker Askerov, başka bir rivayete göre de Mahmudhoca Behbudî Efendi bizzat kendisi yapmıştır. Perde aralarında, Semerkand’ın meşhur hâfız (hânende)larından Hacı Abdülaziz koşuklar okumuştur (Rızayev, 1997: 55).
Eserin Semerkand’da 7 Mayıs’taki ikinci temsilinden elde edilen 235 som’un 110 som’u mektep ıslahına, 35 som Cambay’da Molla Muallim Kâmil idaresindeki mektebe, 15 som Bâğışamal mektebine, 15 som Buhariy köyündeki Molla Corabay mektebine, 25 som Rus mektebinde okuyan Müslüman öğrencilere, 35 som Molla Muallim Abdülkâdir mektebine bağışlanmıştır (Rızayev, 1997: 57).
Tiyatro temsillerinden elde edilen gelirler, daima Cedit mektepleriyle diğer eğitim kurumlarına, “hayriye cemiyetleri”ne, basın faaliyetlerine ve diğer kültür hizmetlerine tahsis edilmiştir. Nitekim Semerkandlı oyuncular, aynı eseri Hokand’da Cedit mektepleri menfaatine sahneye koymuşlar ve toplanan 604 som’dan, kendi geçimlerini farklı meslek ve işlerden temin ettikleri için sadece yol parası almışlardır. Ancak Behbûdî Efendi’nin ve çevresindeki Ceditçilerin bu hayırlı niyetlerinin yanı sıra, bazı tiyatro toplulukları da eserin kazandığı şöhretten istifade etmek üzere yazarından izin almaksızın para kazanmak veya başka maksatlarla Pederküş piyesini kendi çıkarları için sahneye koymuşlardır. Bu durumdan haberdar olan Behbûdî Efendi, kendisinden izin alınmasını talep ettiği Ayna (nu. 47) dergisindeki yazısında şöyle diyor: ‘’Bazılarının yazdıkları mektuplarda haber verdiklerine göre, tiyatro bazen, mektep veya cemiyet faydasına sahneye konulduğu hâlde parası belirtilen yere harcanmamaktadır. Ayrıca tiyatro akşamları edep dışı hareketler meydana gelmektedir. Bunun için mecburen ilân ediyoruz ki, bundan sonra piyesi sahneye koymak isteyenler, önce yazarından yazılı izin alarak oyunu hangi maksatla sahneye koymak istediklerini bildirsinler, ondan sonra harekete geçsinler.” (Rızayev, 1997: 59).
Behbûdî Efendi, “ibretnâme” adını verdiği tiyatroda, “hilâf-ı edeb” hareketlere izin verilmemesi için mücadele etmiş, Doğu ve Batı ülkelerini gezerek tiyatronun bazen gönül eğlendirme, bazen de büyük sosyal ve manevî eğitim ve tefekkür vasıtası olduğunu görmüş ve kendisi de bunlardan ikincisini tercih etmiştir. Milletin istikbâli için tiyatroyu en geniş tesirli silâhlardan birisi olarak değerlendirmiş ve diğer Ceditçilerden de bunu talep etmiştir.
Behbûdî’nin tiyatrodan gözlediği maksadı ve genel olarak Ceditçilerin tiyatro anlayışı önemli bir konu olarak karışımıza çıkmaktadır: “İnsanlar, tiyatroya hoşça vakit geçirmek için gelirler; fakat buradan fikir sahibi olarak çıkmaları lâzımdır.” Ceditçilerin bu tiyatro anlayışı ile onlardan yarım asır kadar önce Mukaddime-i Celâl’i kaleme alan Nâmık Kemâl’in görüşleri arasında tam bir paralellik bulunmaktadır. Hatta görüşlerin ifade ediliş tarzındaki şaşırtıcı benzerlik, 20. yüzyıl başlarından itibaren Türkiye’deki neşriyatı takip” ettikleri bilinen Ceditçilerin, Nâmık Kemâl’i okuyarak etkilendikleri ihtimalini düşündürmektedir.
Pederküş piyesinin yazılması, Türkistan’da millî tiyatroyu başlatması sebebiyle fevkalâde önemlidir. Hiç şüphesiz Hokand, Kettekorgan, Andican, Namangen, Buhara şehirlerinde amatör tiyatro topluluklarının teşekkül etmesi de Semerkand’da başlayan bu millî tiyatro teşebbüsüyle doğrudan ilgili olmalıdır. Taşkent’teki millî tiyatronun teşekkülü ise bundan farklıdır.
Abdullah Avlânî, 1932 yılında kaleme aldığı Tercime-i Hâlim yazısında, Taşkent’te tiyatro topluluğunun teşkil olunması ile ilgili olarak şu bilgileri vermektedir: “1913 yılından itibaren, halkın gözünü açmak ve halkı medeniyete yaklaştırmak için teşebbüste bulunanlara ve tiyatro kurmak isteyenlere rehberlik ederek Türkistan’ın birçok şehrinde, Özbekler arasında tiyatroya yol açtım, Turan adlı tiyatro topluluğunu kurdum.” (Avlani, 1993: 110). Turan tiyatro topluluğu, 1913’te amatör olarak kurulmuş, 1914 yılı sonlarında da resmen “Turan Tödesi” adını alarak profesyonel bir topluluk hâline gelmiştir. Abdullah Avlânî ile beraber Münevver Kaarî’nin de bu topluluğun kurucularından biri olarak bütün faaliyetlere iştirâk ettiği bilinmektedir.[48 - Önce dernek olarak kurulan bu topluluğun diğer kurucuları arasında Ubeydullah Esedullahocayev, Rahim İnagamov, Kâmilbek Narbekov, Tölegen Hocamyarov (Tevellâ), Muhammed Paşşahocayev ve Taşpolatbek Narbotabekov’un isimleri de geçmektedir. Bu derneğin kuruluş nizamnamesinde şu hususlar yer almaktadır: “Halk arasında Ceditçiliğe, sahne faaliyetlerine ve eğitim hizmeti vermek üzere kurulmuş olan hayır cemiyetlerine karşı müspet bir alâka uyandırmak; halk için güzel tiyatro temsilleri vermek ve Türkistan ülkesinde yaşamakta olan muhtaç hâldeki Müslümanların maddî yardımda bulunarak durumlarını iyileştirmek.” (Hemdem SÂDIKOV, Rüstembek ŞEMSÜTDİNOV, Pâyan REVŞENOV, Kameriddin USMANOV, Özbekistannıŋ Yeŋi Tarihi-Birinçi Kitab-Türkistan Çar Rassiyası Müstemlekeçiliği Devride, Taşkent, 2000, s. 277.]
27 Şubat 1914 akşamı, Taşkent’te 2.000 kişilik Kolizey salonunda, Taşkent “Müsülman Cemiyet-i İmdâdiyesi faydasıga” sahneye konulan Pederküş piyesinin temsilinden önce Münevver Kaarî Abdürreşidhanov sahneye çıkarak, Türkistan dilinde henüz bir tiyatro oynanmadığı için bazılarının buna “oyınbazlık” veya “masharabazlık” gözüyle baktıklarına, hâlbuki tiyatronun mânasının “ibrethâne” veya “uluğlar mektebi” olduğuna, tiyatro sahnesinin her tarafı aynalarla kaplı bir eve benzediğine, orada herkesin kendi “hüsn ve kabihligini, ayb ve noksanını” görüp ibret aldığına ve aktörlerin de birer “tabîb-i hâzık” olduklarına dair kısa bir konuşma yapmıştır. Oyun büyük alâka görmüş, salon tamamen dolmuş, müşterilerin önemli bir kısmı da kapıdan geri dönmek mecburiyetinde kalmıştır (Rızayev, 1997: 63-64; Sâdıkov, 2000: 278).
Pederküş piyesinin Semerkand ve Taşkent’te olağanüstü başarı kazanması, başka şehirlerdeki gençleri de gayrete getirmiş, onlar da kendi tiyatro gruplarını kurmak üzere harekete geçmiştir. Ayrıca maddî imkânsızlıktan kıvranan ve hatta kapanan Usûl-i Cedit mekteplerinin ihtiyacı olan meblâğı temin için bu faaliyetler bir zarûret hâline gelmiştir (Rızayev, 1997: 84).
Ceditçilerle Kadimciler arasındaki kavga, Cedit mekteplerinden sonra tiyatro meselesinde de şiddetli bir hâl almıştır. Kadimcilerin tiyatroya karşı tavır almaları, bu sanatın gelişmesinde problemler ortaya çıkarmıştır. Din adamları ve dinî ilimlerle meşgûl olanlardan meydana gelen Kadimciler, modern tiyatro faaliyetlerini, eski temâşâ sanatı gibi “masharabazlık” olarak değerlendirmişlerdir. Ceditçilerin tiyatro çalışmaları, halktan büyük bir takdir görmesine mukabil Kadimcilerle hükûmet memurları tarafından hoş karşılanmamış ve hatta Ceditçilere, Behbûdî Efendi’nin eserine izafeten “Pederküşler (= Baba katilleri), “Masharaçılar” gibi adlar verilmiş; halk arasında, “Pederküşler, hükûmet tarafından tutuklanıyormuş” şeklinde dedikodular yayılmıştır. Namangen’de Abdilkâdirhoca adlı bir zengin, halkı gençler aleyhine tahrik etmiş, tiyatro ile meşgûl olanlara bakkal ve diğer esnafın hiçbir şey satmaması ve berberlerin onları tıraş etmemeleri için faaliyetlerde bulunmuştur. Buna benzer karşı hareketler, Taşkent’te de cereyan etmiştir. Turan tiyatro topluluğunun 27 Şubat 1914 tarihinde Taşkent’teki temsili, Kadimcilerin tepkileriyle karşılaşmış, diğer şehirlerde de buna benzer tepkiler meydana gelmiştir.[49 - Şühret RIZAYEV, age., s. 93-94; Abdullah Avlânî, Kadimcilerin aleyhte propaganda yaparken Ceditçilerin “münafık, müfsid, zındık, dehrî” olduklarına dair dedikodular çıkardıklarını, bu durumun da aradaki husûmeti artırdığını bildirmektedir. (“Tercime-i Hâlim”, Milliy Uyganış ve Özbek Filologiyası Meseleleri, Taşkent, 1993, s. 109.); Ahmed ALÎYEV de 3 Ocak 1914 günü Semerkand’da Uluğbey Medresesi Mescidi’ndeki Cuma namazından sonra, binlerce kişinin huzurunda “Ceditçilerin ve çocuklarını Cedit mekteplerine gönderenlerin kendilerinin kâfir, hanımlarının da boş” olduğunun Kadimciler tarafından ilân edildiğini yazmaktadır. (Mahmudhoca Behbudiy, Taşkent, 1994, s. 6.).]
Behbûdî Efendi, ilk piyesi hem yazmanın, hem de sahneye koymanın yanı sıra, tiyatro sanatını Türkistan’da ilk defa tetkik eden kişi olarak da tanınmaktadır. 1914 yılında, Ayna dergisinin 29. sayısında yayımladığı “Teyatr Nedür?” adlı yazısı, Cedit tiyatrosu ve drama estetiğini öğrenmek bakımından önemlidir. Daha önce çeşitli gazete ve dergilerde tiyatro hakkında yazılar neşredilmiş, fakat tiyatronun ne olduğunu ve fonksiyonunu ilk defa Behbûdî Efendi, bu yazısında söz konusu etmiştir.
Behbûdî Efendi, Cedit tiyatrosunun asıl mahiyetini, “ibretnâme” sözüyle hülâsa ederek “va’zhâne, ta’zîr-i edebî, ayna” gibi sıfatlarla tarif etmekte ve “terakkî etmenin en birinci sebebi, tiyatrodur” demektedir. Behbûdî Efendi, tiyatronun, “kabih” âdetleri terk ettirerek “yahşılıkni ziyâde” edici “uluğlar mektebi” olduğunu düşünmekte ve milletin menfaatine olan hizmetinden söz etmektedir. Tiyatro oyunculuğunun önemine de temas eden yazar, bir “muallim-i ahlâk” olarak gördüğü aktörün,”kibar ve muhterem sınflar katârında’’ bir mevkie sahip bulunduğunu bildirmektedir. Buna mukabil Müderris Seyidahmed Vasliy, 1914 yılında Sadâ-yı Fergana gazetesinin 83. sayısında neşredilen “Şeriat-ı İslâmiye” adlı yazısında, tiyatronun “her nev’ oyın ve lu’biyyâtlar” gibi “haram” olduğunu bildirmiştir (Rızayev, 1997: 96-97).
Behbûdî Efendi, bu “Şeriat-ı İslâmiye” yazısına, 1915 yılında, Ayna dergisinin 5. sayısında, “Teyatr, Musika, Şe’r” adlı yazısıyla cevap vermiştir. Bu cevap yazısında, haram denilen bazı oyunların, “şer’an lâzım ve sevâb” olduğunu bildirir: “Teyatr dürüst, belki va’z ve maslahat, ammege yetişli sözlerden bahs bolgeni üçün sevâb bolur… Medâhili (= gelirleri) millî ve dinî ehtiyaclara sarf bolur.” Aynı yazıda devamla şöyle denilmektedir: “Bizçe teyatr oyın emes. Belki meclis-i va’z ve dershâne-i ibret-dür. Teyatr bir âyinedür ki, cemiyetge âid bolgen nâkıs u âdetlerni mücessem körsetür. Bâis- i terbiye ve sebeb-i teâmil ü ıslâh bolur.” (Rızayev, 1997: 98-99).
Pederküş piyesinin halktan alâka görmesi üzerine, Türkistan şehirlerinde yeni tiyatro toplulukları teşkil olunmuş, devrin kalem sahipleri tarafından kısa zaman içinde birçok tiyatro eseri yazılmıştır. Behbûdî Efendi’den sonra Abdurrauf Samedov (Şehîdî) Mahremler, Hacı Muin – Nusretullah Kudretullah Toy, Hacı Muin Bay ile Hizmetkâr, Köknarı, Mazlûme Hatın, Cüvanbazlik Kurbanı, Eski Mekleb – Yeŋi Mekteb ve Kâzı ile Muallim, Nusretullah Kudretullah Keŋeş Meclisi, Abdullah Bedri Cüvanmerg ve Ahmak, Hamza Hekimzâde Niyazi Zeherli Hayat, İlm Hidâyeti ve Mulla Narmuhammed Damleniŋ Küfr Hatâsı, Abdullah Kâdirî Bahtsız Küyav, Abdullah Avlânî Advokatlik Asanmı, Pinek ve Biz ve Siz, Gulam Zaferi Bahtsız Şâgird, Abdülhamid Süleyman Çolpan Bay, Abdurrauf Fıtrat Begican, Mevlid-i Şerif ve Ebâ Müslim, Hurşid Bezârı, Ârif ile Ma’rûf ve Kara Hatın piyeslerini yazmışlardır. Adı bilinmeyen yazarlar tarafından da Ahmed Parina, Eski Mektebler Hâli ve Eşigide Kanlı Köz Yaşlarımız gibi millî drama eserleri kaleme alınmıştır (Rızayev, 1997: 129).
* *
*
Üç perde dört sahneden ibaret olan Pederküş piyesi, muhtevası itibariyle Ceditçilerin eğitim hakkındaki görüşlerini aksettirmektedir. Hayatın bütün cephelerine ilgi gösteren Ceditçilik hareketi, bilindiği gibi önce eğitimde yenilik hareketi olarak doğmuştur. Çünkü bu hareketi şuurlu bir şekilde ortaya koyan ve bütün Türk dünyasına teşmil eden Kırımlı İsmail Gaspıralı’dan başlayarak bütün Ceditçiler, Türk ve İslâm âleminin Hıristiyan âlemi karşısındaki perişanlığını daima eğitimsizlik ve cehaletle izah etmişlerdir. İslâm âlemi, zaman içersinde kendisini yenileyemeyen eski eğitim kurumları sebebiyle çağın gerisinde kalmış ve Osmanlı ülkesi dışında tamamı Hıristiyan âleminin işgâline uğrayarak sömürge hâline gelmiştir. İşgâlden ve sömürge olmaktan kurtulmanın tek çaresi, eski eğitim kurumlarını ıslah etmek, yeni eğitim kurumları açmak ve genç nesilleri, yeni eğitim programlarına göre tanzim edilmiş okullarda, çağın gerektirdiği bilgilere sahip insanlar olarak yetiştirmektir, yani cehaletin karanlığından ilmin aydınlığa çıkmaktır. Behbûdî Efendi’nin bu maksatla Türkistan’da yeni mektepler açtığı, yeni bilgileri ihtiva eden ders kitapları yazdığı ve gazete ve dergilerde yine aynı maksatla yazılar kaleme aldığı bilinmektedir.
Ceditçiler, eğitimci olarak kendilerine sadece genç nesli değil, bilâkis gençlerle beraber toplumun bütün kesimlerini hedef seçmişler, bütün herkesi dünyadan ve yeni hayat tarzından haberdar etmeye çalışmışlardır. Onların dergi ve gazetecilik faaliyetleri ve hatta dil, muhteva ve estetik yönünden Türkiye’deki Millî edebiyat cereyanıyla hemen aynı prensipleri benimseyen yeni bir edebiyat kurma gayretleri, hep aynı maksada hizmet eden çalışmalar olarak değerlendirilmelidir.
Ceditçi aydınların başka bir önemli özelliği de, 19. yüzyılın ikinci yarısında Türkiye’de faaliyet gösteren Tanzimat’ın birinci nesil aydınlarına benzemeleridir. Birinci nesil Tanzimat aydınları da Türkiye’de topluma hitap eden bir edebiyat kurmaya çalışmışlar, bu yönde eserler vermişlerdir. Onların toplum karşısındaki tavrı ile Ceditçilerin tavrı arasında, tam bir benzerlik bulunmaktadır. Ancak Ceditçiler, yaşadıkları devrin siyasî şartları sebebiyle halka ulaşabilmek bakımından daha çok Millî edebiyat dönemi şair ve yazarlarına benzemektedirler.
Halka yeni bilgiler ve değerler kazandırma iddiasını taşıyan Ceditçiler, ideallerini gerçekleştirmek için çok yeni olmasına rağmen edebî türlerden tiyatroya daha fazla önem vermişlerdir. Çok eski ve zengin bir geçmişi bulunmasına rağmen şiir, bu dönemde tiyatro kadar popüler olamamıştır. Ceditçileri tiyatroya yönlendiren en önemli sebep, hiç şüphesiz bu sanat faaliyetinin sahne vasıtasıyla doğrudan etkileme gücüne sahip olmasıdır. İşte bu gücün farkında olan Behbûdî Efendi, Cedit mekteplerini ve yeni tarz eğitimin önemini halka anlatabilmek için tiyatrodan faydalanmak istemiştir. Eserin kitap hâlinde basıldıktan sonra sahneye konulması için gayret göstermesi ve hatta bizzat kendisinin rejisörlüğe teşebbüs etmesi, onun tiyatro faaliyetinden ne kadar çok şey beklediğini göstermektedir. Nitekim Behbûdî Efendi bu beklentisinde yanılmamış, Pederküş piyesi, belki onun tahmininden de fazla bir ilgi görmüştür. Hemen arkasından pek çok tiyatro eserinin yazılıp sahneye konulması çığırını başlatan Pederküş piyesi, kazandığı başarıyı, kendi kabiliyetinden ziyade gördüğü işte bu olağanüstü ilgiye borçlu olmalıdır. Türkistan hayatından alınmış belki de sıradan bir hadiseyi, bir facia şeklinde ilk defa sahneye taşımış olması, eserin şöhretini artırmıştır. Aslında piyes, teknik yönden kuvvetli bir eser değildir. Entrik unsurlardan uzak ve âdeta müsamere tarzında kaleme alınmış bir oyun gibidir. Fakat bütün Türkistan için ilk tecrübe olması sebebiyle son derecede önemlidir.
Behbûdî Efendi, bu eserinde, seyircinin karşısına âdeta nasihat etmek üzere çıkmış bir vâiz edasıyla konuşmaktadır. Pederküş piyesi, esas olarak her şeyin paradan ve para kazanmaktan ibaret olduğunu düşünen elli yaşlarındaki “Bay” ile ona bu düşüncesinin yanlış olduğunu anlatmaya çalışan yenilikçi fikirlere sahip “Dâmulla” ve Rus mektebinde okumuş modern giyimli milliyetçi “Ziyalı” bir Müslüman arasında cereyan eder. Behbûdî Efendi, eğitimle ilgili düşüncelerini, Dâmulla ve bilhassa Ziyalı tiplerinin ağzından açıklar. Yazar bu tavrıyla, Ceditçi-Kadimci kavgasının sürdüğü bir zamanda, eski medreseyi temsil eden Dâmulla ile yeni mektebi temsil eden Ziyalı’yı aynı fikir etrafında buluşturarak birbirlerine zıt olan bu iki kutbu âdeta uzlaştırmaya çalışır. Kendisi de medresede dinî eğitim aldığı hâlde yeni mekteplerin açılıp çoğalması için gayret sarf eden Behbûdî Efendi’nin her iki aydın kesimini de kucaklamaya çalışan bu uzlaşmacı tutumu, kendi devri için çok önemli bir davranıştır.
Piyesin birinci perdesinde Dâmulla, evinde ziyaret ettiği Bay’dan oğlu Taşmurad’ın Usûl-i Cedit mektebinde mi, yoksa geleneksel tarzda sadece dinî eğitim veren eski mektepte mi okuduğunu sorar. Çünkü okumak, herkese borçtur; saygı ve fazilet sebebidir. Hâlbuki Bay için saygının yegâne sebebi maddî zenginliktir. Bunun için okuma yazma bilmeye de gerek yoktur. Bu sebeple oğlunu hiçbir mektebe göndermemektedir. Dâmulla’ya göre, son yirmi-otuz yıldan beri Türkistan’da ticaret, cehalet sebebiyle Yahudi ve Ermeniler başta olmak üzere yabancıların eline geçmiş, Türkistanlılar fakirleşmişlerdir. Ancak Dâmulla ne söylerse söylesin, Bay bunların hiçbirine değer vermez.
Dâmulla’dan sonra ziyarete gelen Ziyalı da Bay’dan fakir çocuklarının okuyabilmeleri için maddî olarak yardımda bulunmasını ister. Zira içinde bulunulan zaman, “yeni ve başka” bir zamandır. Bilgisi ve mesleği olmayan halkın zenginliği, yeri, yurdu, ahlâk ve itibarı günden güne elden gitmekte, hatta dini de zayıflamaktadır. Bu sebeple, Müslümanları okutmak lâzımdır. Ayrıca Müslümanlara bu devirde biri dinî ilimlerde, diğeri çağdaş ilimlerde olmak üzere iki türlü âlim gereklidir. Dinî eğitim görerek imam, hatip, müderris, muallim, kadı ve müftü olmak isteyenler, evvelâ Türkistan’da, daha sonra Mekke, Medine, Mısır ve İstanbul’da okuyarak mükemmel din âlimi olabileceklerdir. Aynı şekilde çağdaş ilimlere sahip olabilmek için de temel dinî bilgileri ve millî dili öğrendikten sonra hükûmetin açtığı düzenli mekteplere gitmek ve nihayet Petersburg, Moskova, İstanbul, Avrupa, Amerika üniversitelerinde okumak lâzımdır. Bu üniversitelerde okuyacak olanlar tıp, hukuk, mühendislik, iktisat, felsefe ve pedagoji ilimlerini öğrenecekler ve Çar idaresinin yönetim kadrolarına girerek vatana ve millete hizmet edeceklerdir. Fakat bu işlerin olabilmesi için Türkistanlı zenginlerin para yardımında bulunmaları gerekmektedir. Nitekim Kafkasya, Orenburg ve Kazan’ın Müslüman zenginleri, bu iş için çok para sarf etmekte ve fakir çocuklarını okutmaktadırlar. Bay, Ziyalı’nın bu anlattıklarını uyuklayarak dinlemektedir. Konuşmanın sonuna doğru uykuya dalan Bay, horlamaya başlar. Bu vurdumduymazlık karşısında Ziyalı, mendiliyle gözyaşlarını silerken, “İlâhî ya Rabbi! İslâm ümmetinden ve bilhassa biz Türkistanlılardan merhametini esirgeme!..” diyerek Bay’ın evini terk eder.
Behbudî Efendi, bu düşüncelerini açıklarken İslâm dininin ilme ve öğrenmeye verdiği önemi ifade eden hadis ve âyetleri de delil olarak zikretmiştir.
Türkistan’da fakir çocuklarının okuyabilmelerine imkân sağlamak üzere “hayriye cemiyetleri”nin kurulmasına da öncülük eden Behbudî Efendi, cehaletin, Türkistanlılar için en büyük belâ olduğunu düşünmektedir. İşte bu cehalet sebebiyle Bay, mektebe göndermemek sûretiyle kendisi gibi cahil yetiştirmek istediği oğlu tarafından parası için öldürülür. Zira oğlu Taşmurad, bilgisizliği yüzünden kötü arkadaşlar edinmiştir. Bu kötü arkadaşlarının baştan çıkarmasıyla babasının yattığı odasındaki kasanın soyulmasına yardım eder. Ancak kasanın açılırken çıkardığı gürültüyle uyanan Bay, oğlunun da yardımıyla bıçaklanarak öldürülür. Böylece Taşmurad eğitimsizliği sebebiyle “pederküş”, yani baba katili olmuştur. Bay ise, kendisine edilen nasihatlere kulak asmadığı için böyle feci bir âkıbete uğramıştır. Başka bir ifadeyle, öldürülen Bay ile baba katili olup Sibirya’ya sürgün edilen oğlu Taşmurad, cehaletleri yüzünden bu hâle düşmüşlerdir. Behbûdî Efendi, zenginliğin tek başına bir işe yaramadığını, bilâkis cahillerin elinde felâketlere sebep olabileceğini ihtar etmektedir. Türkistanlılar, yine o cehalet sebebiyledir ki, “vatansız, derbeder, esir, fakir ve bîçare” durumuna düşmüşlerdir. Terakkî bilginin, esaret ise cehaletin eseridir. Dolayısıyla Türkistanlıların bu kötü durumdan kurtulabilmek için çocuklarını okutmaktan başka çareleri yoktur.
Pederküş piyesi, çok basit gibi görünmekle birlikte Türkistan’ın kangren hâlini almış bir meselesini, yer yer pendnâme tarzında olsa bile âdeta karikatürize ederek seyircinin dikkatine sunması bakımından çok önemlidir. Nitekim Behbûdî Efendi, eserinden gözlediği maksadına ulaşmış, Pederküş piyesi, muhtevası ve meseleyi takdim tarzı sebebiyle hem halktan, hem de sanat çevrelerinden büyük bir ilgi görmüştür. Herkesin içinde çırpınıp can çekiştiği cehalet batağını, sade bir dille ve Türkistan için tamamen yeni bir teknikle, sahne vasıtasıyla gözler önüne seren bu eser, yeni bir edebî devrenin, Cedit edebiyatının da müjdecisi olmuştur. İşte bilhassa bu son özelliği sebebiyle Behbûdî Efendi, Türkistan edebiyatında öncü rolünü oynamış önemli bir şahsiyettir.

KAYNAKLAR
ALİYEV Ahmed., (1994), Mahmudhoca Behbudiy, Taşkent.
ANDİCÂNİY İsmail Tölek., (1993), XX Asr Özbek Edebiyatı, Andican.
AVLÂNÎ Abdullah., (1993), “Tercime-i Hâlim”, Milliy Uyganış ve Özbek Filologiyası Meseleleri, Taşkent.
KADİROV Muhsin., (1997), “Teatr”, Özbekistan Respublikasî-Ansiklopediya, Taşkent.
KÂSIMOV Begali., (1993), “Cedidçilik-Ayrım Mülâhazalar”, Milliy Uyganış ve Özbek Filologiyası Meseleleri, Taşkent.
RIZAYEV Şühret., (1997), Cedid Draması, Taşkent.
SÂDIKOV Hemdem., ŞEMSÜTDİNOV Rüstembek, REVŞENOV Pâyan,
USMANOV Kameriddin., (2000), Özbekistannıŋ Yeŋi Tarihi-Birinçi Kitab-Türkistan Çar Rassiyası Müstemlekeçiliği Devride, Taşkent.

PEDERKÜŞ[50 - Pederküş (= Baba katili) adlı eser, Şühret Rızayev’in Cedid Draması (Taşkent, 1997) adlı kitabından iktibas edilmiştir.] yâhut OKUMAYAN BALANIN HÂLİ
(Türkistan hayatından alınmış ibretnâme)
(3 perde, 4 sahneli ilk millî trajedi) ŞAHISLAR:
BAY – Elli yaşlarında.
TAŞMURAD – Bay’ın oğlu, 15-17 yaşlarında.
DÂMULLA – Yeni fikirli bir molla, 30-40 yaşlarında.
ZİYALI – (Avrupa tarzı elbise içinde) – Rusça okumuş, milliyetçi Müslüman.
HAYRULLAH – Bay’ın kâtip ve hizmetkârı, 18-20 yaşlarında.
TAÑRIKUL – Bay’ın kâtili.
DEVLET ile NAR (Gençler) – Keselerinde dört som kadar bozuk para gerek.
LİZA – Rus kadını, iğrenç bir hâlde.
ARTUN – Ermeni meyhaneci.
Polis müdürü, 2 polis, 2 gece bekçisi, Bay’ın 3 erkek hizmetkârı.
BAYVUÇÇA – Bay’ın hanımı, 35-40 yaşlarında. GEREKLİ EŞYA:
– Sofra, çaydanlık, piyale, pipo.
– Misafir odası için gerekli kilim, yorgan, yastık.
– Bay’ın yatak eşyası ve kerevet.
– Bir değnek.
– On şişe su ve mayalanmış ekmek suyu.
– Beş-altı bardak.
– Bir cüzdan içinde paraya benzer şeyler.
– Bir kasa
– Bir büyük bıçak.
– Bir tabanca.
– Kasayı açmak için demir çubuk.
– Güzel bir polis müdürü elbisesi.
– İki polis elbisesi.
– İki gece bekçisi sopası.
– Bir düdük.
– Bir cop.
– Bir ip.
– Bir kelepçe.
BİRİNCİ PERDE
Bay misafirhanede oturur, Hayrullah ile Dâmulla içeri girer:
– Esselâmu aleyküm.
BAY – Ve aleyküm esselâm, buyursunlar. (oturduğu yerden kalkarak karşılar, Dâmulla’ya yer gösterir, oturur.)
DÂMULLA – Bay, Allah Teâlâ zenginliğini daha da ziyade etsin. (Dua eder.)
BAY – Nefesiniz mübarek, inşallah duanız kabul olur.
DÂMULLA – Evet, Cuma akşamı, duanın kabul olunduğu zamandır.
BAY – Hoş geldiniz, efendi.
DÂMULLA – Sağ olun, sağ olun. (Elini kalbine götürür).
BAY – Hayrullah! Çay ve tepsi getir.
HAYRULLAH – Peki! (Çay ve tepsi getirir, çay doldurur, onlar yiyip içerler, Taşmurad selâmsız, saygısız bir tavırla içeri girer.)
TAŞMURAD – Baba, eğlenmeye gideceğim, para veriniz!
BAY – Oğlum kiminle gideceksin?
TAŞMURAD – Tursun ağabeyimle.
BAY (Kesesinden para çıkarır.) – Elbette, vakitlice dönün ve fena yerlere gitmeyin.
TAŞMURAD – Haydi eyvallah, çok konuşuyorsunuz. (Çıkıp gider. Dâmulla, Bay ile Taşmurad’a tiksinerek bakar, başını eğer.)
BAY – Konuşunuz, efendi!
DÂMULLA – Peki, peki, oğlunuz büyümüş, Allah ömürler versin, Usûl-i Cedit mektebinde mi okuyor, yoksa eski mektepte mi?
BAY – İkisine de gitmiyor.
DÂMULLA – Evinizde mi okutuyorsunuz?
BAY – Yok, hayır. Ben oğlumu okutmayı düşünmüyorum.
DÂMULLA – Hayret, sebep nedir ki okutmuyorsunuz? Hâlbuki okumak herkese borç ve ilim dünyada saygı, âhirette de fazilet sebebidir.
BAY – Benim düşünceme göre dünyada saygının sebebi zenginliktir. Âhirette ise, Allah’ın takdiri ne ise o olur. Çünkü hepimiz görüyoruz ki, insanlar zengine molladan daha çok saygı gösteriyorlar. Bilhassa işte, bankalar çoğaldı. Büyük zenginler ortak oluyor, herkes bu ortaklara saygı gösteriyor. Hatta işi düşenler, bunların malını daha pahalı alıyor. Kaldı ki, bunlara iltifat etmeyenlere bankalar para vermiyor; aksi hâlde verenler itibar kaybeder, küçülür, anladınız mı?
DÂMULLA – Bu sözleriniz bugün için doğru, fakat bu ortaklara ve zenginlere gösterilen saygı, geçici ve halkın gözü açılıncaya kadardır. Hâlbuki onlara sadece işi düşenler saygı gösterir; mollaya ise bütün halk saygı gösterir, yani mollanın ilmine saygı gösterilir.
BAY – Bizim de zenginliğimize saygı gösteriliyor; hatta sadece Müslümanlar değil, Rus ve Ermeniler de saygı gösteriyor.
DÂMULLA – Saygıdan vazgeçtik, eğer oğlunuzu okutursanız defterlerinizi tutar, namazını ve Müslümanlığını iyi bilir, üstelik sizin için de sevap olur.
BAY – Kâtiplik kolay, işte, Hayrullah’a ayda yedi som veriyorum; gündüzleri kâtiplik ediyor, akşamları da misafirhanenin işlerini görüyor, hatta uykum gelinceye kadar hizmetimi görüyor, bana kitap bile okuyor.
DÂMULLA – Şeriat ilmini ve dinî mecburiyetlerini bilmesi için oğlunuzu okutmanız, elbette gereklidir.
BAY – Şeriat ilmini okutmayı gerekli görmüyorum; çünkü onu müftü, imam veya müezzin yapmak istemiyorum, kaldı ki, zenginliğim ona yeter.
DÂMULLA – Dinî mecburiyetlere ne diyorsunuz?
BAY – Ben beş vakit namazı, gerekli dualarıyla birlikte biliyorum, kendim öğretirim.
DÂMULLA – Okuma-yazmaya ne dersiniz? Hâlbuki okuması yazması olmayan adam, hiçbir şeye yaramaz.
BAY – Bu düşünceniz tartışılır; çünkü benim okumam-yazmam yok, fakat bununla birlikte bu şehrin büyük zenginlerindenim ve her işi biliyorum.
DÂMULLA – Siz eski zamanda her nasılsa bir şekilde zengin oldunuz; fakat şimdi zengin olmak şöyle dursun, sadece yaşayabilmek için bile ilim gerek. Görüyoruz ki, yirmi-otuz yıldan beri bütün ticaret Ermeni, Yahudi ve diğer yabancıların eline geçti; bunun sebebi, bizim okumamış olmamızdır. Okumayan zengin çocukları, görüyoruz ki, babasının zenginliğini batırıyor ve sonunda muhtaç hâle düşüyor; bu sebeple oğlunuzu okutmanızı size tavsiye ediyorum.
BAY – Ah, Dâmulla, başıma müfettiş mi kesildiniz? Oğul benim, zenginlik benim, size ne oluyor? Okumuş birisiniz, fakat yiyecek ekmeğiniz yok; bu hâlinizle bana nasihat ediyorsunuz. Hayrullah! Misafirhaneyi kilitle, uykum geldi. (Hayrullah kabı kacağı toplar, hazır bekler.)
DÂMULLA (Seyircilere bakarak) – Okumak ve molla olmak için pul gerek. Zenginlerimizin hâli bundan ibaret, bu gidişle neuzubillâh dünya ve âhirette rezil oluruz. Okumak, bütün Müslümanlara, erkek veya kadın olsun, farzdır. Bu nerede kaldı? Ah, vay bizim hâlimize! (Bay’a bakarak) Bay, ben size dinin emrini tebliğ ettim; böylece şeriatın boynuma yüklediği görevi de yerine getirdim. İnşallah bıyığı terlemiş, elifi mertek zannetmeyen oğlunuzun hâlini görürüz ve okutmadığınız için günahkâr olursunuz. (Dâmulla enfiye çeker.)
BAY – Ah, Dâmulla! Bana nasihatçi gerekmez, bezdirdiniz, (seyircilere dönerek) bu adam beni işimden, uykumdan etti. Hayrullah, misafirhaneyi kilitle. (Dâmulla, yapılanları ayıplıyarak çıkıp gider; Bay oturduğu yerde düşünceye dalar. Ziyalı Müslüman girer, palto ve asasını çiviye asar, Bay sinirli sinirli bakar, memnun olmaz.)
ZİYALI – Esselâmu aleyküm.
BAY (Hareketsiz, duygusuz bir hâlde) – Ve aleyküm esselâm, Hayrullah, sandalye getir. Bu adam yere oturamaz. (Getirir, Ziyalı oturup sigara içer.)
ZİYALI – Muhterem Bay, sizi keyifsiz görüyorum, sebebini öğrenebilir miyim?
BAY – Bir molla gelmişti; oğlunu okutmuyorsun diyerek çok canımı sıktı, âdeta kovdum da zorla kurtuldum, fakat yumruklaşmadık.
ZİYALI – Bak hele, hayret verici ve enteresan bir hadiseymiş, (seyircilere dönerek) bu şehirde zenginlere nasihat edecek molla da varmış, Allah’a şükür. Hakka riayet eden o muhterem mollayı bulup ziyaret etmek lâzım. Bay efendi, siz üzülmeyiniz, bu mesele hakkında ben de size ne zamandır birkaç söz söylemek istiyordum, demek ki bugün nasipmiş; şimdi ilmin faydasından söz etmek üzere sizden birkaç dakika bana kulak vermenizi rica ediyorum.
BAY (Öfkeli gözlerle bakıp) – Şimdi anladım, siz de oğlumu okutmam için beni kolluyormuşsunuz, (seyircilere doğru) bugün sol yanımdan mı kalktım nedir, aklımın köşesinden bile geçmeyen işler başıma geldi; yağmurdan kaçarken doluya tutulduk. Hayrullalı, pipo getir! (Her ikisi de sessiz. Pipo gelir, Bay çeker, öksürür.)
BAY – Hayrullah!
HAYRULLAH – Efendim, buyurun!
BAY – Yerimi hazırla, uykum geldi (esner), yarın iş çok, vakitlice yatmak gerek. (Yine esner.)
HAYRULLAH – Peki, hemen şimdi.
ZİYALI (Ciddi hâlde) – Bay Efendi! Ben size, millet için gerekli olan ilimlerden bahsetmek istiyorum; fakat siz benim sözümü dinlemek istemiyor gibisiniz. İkinci defa söylüyorum, kulak verin, bu sözler sizin ve milletin faydasınadır.
BAY – Sözünüzü zorla mı dinleteceksiniz? Yoksa bana işkence etmek için mi geldiniz?
ZİYALI – Hayır, ben aslında başka bir iş için gelmiştim; fakat ilim bahsine takılıp kaldım. Bu sebeple asıl maksadımdan vazgeçerek size ilimden bahsetmek istedim. Yeter ki, sizin gibi muhterem zenginler milletin çocuklarını okutmaya gayret etsinler.
BAY (Seyircilere bakarak) – Keşke Dâmulla’nın hikâyeleri bitmeseydi. Tamam, mademki yakamı bırakmayacaksınız, sabah söyleyin, uykum geldi, (esner) elâlemin çocuğunu okut, diyorsunuz.
ZİYALI – Bugün içinde bulunduğumuz zaman, yeni ve başka bir zamandır. Bugün bilgisiz ve mesleksiz halkın zenginliği, yeri-yurdu ve her şeyi günden güne elinden gittiği gibi ahlâk ve itibarı da kayboluyor, hatta dini zayıflıyor. Bunun için Müslümanları okutmaya gayret etmemiz lâzımdır. Hâlbuki dîn-i şerifimiz, her çeşit faydalı ilim okumayı, beşikten mezara kadar bize farz kılmıştır. Bu hüküm, şeriatın hükmüdür. Biz Müslümanlara, bilhassa bu zamanda iki türlü ulema gereklidir: Biri din âlimi, diğeri çağdaş ilimlerin âlimi. Din âlimi imam, hatip, müderris, muallim, kadı ve müftü olarak halkın din ve ahlâkla ilgili işlerini idare eder. Bu gruba giren talebelerin evvelâ Türkistan’da ve Buhara’da ilmî ve dinî eğitim görmeleri, Arapça ve biraz Rusça öğrenmeleri, daha sonra Mekke, Medine, Mısır ve İstanbul’a giderek dinî ilimleri hatmetmeleri gerekir; işte ancak bu şekilde kâmil molla olabilirler, (Bay uyuklamakta) anladınız mı Bay?
BAY (Başını kaldırarak) – Evet, evet, anlatın, kulağım sizde.
ZİYALI – Çağdaş ilimlerin âlimi olmak için çocukları, evvelâ Müslümanca okuma yazmayı ve temel dinî bilgilerle milletimizin dilini öğrendikten sonra, hükûmetimizin düzenli mekteplerine vermek gerekir; yani jimnazyum ve şehir mekteplerini okuyup bitirdikten sonra Petersburg, Moskova üniversitelerine gönderip doktorluk, avukatlık, mühendislik, hâkimlik, meslek, iktisat ve felsefe ilimlerini, muallimlik ve diğer ilimleri okutmak lâzımdır. Rus vatanına ve devletine bilfiil ortak olmak gerekir, devletin idarî kadrolarına girmek lâzımdır. Günümüzün hayatî ihtiyaçları konusunda vatana ve İslâm milletine hizmet etmek düşüncesiyle, Çarlık Rus devletinin idarî kadrolarına girerek Müslümanlara faydalı olmak maksadıyla, Rus devletine ortak olmak ve hatta bu yolla okuyan Müslüman çocuklarını Avrupa, Amerika ve İstanbul üniversitelerine eğitim için göndermek gerekir. Hz. Peygamberimiz, “ilim Çin’de de olsa, alınız” demediler mi? (Bay uyuklamakta) Bu işler ancak para ile, sizin gibi büyük zenginlerin himmeti ile olabilir. Meselâ Kafkasya, Orenburg ve Kazan Müslümanlarının zenginleri ve gayret sahipleri, ilim için çok para harcıyorlar ve fakir çocuklarını okutuyorlar, (Bay’a bakarak) elbette söylediklerimi anlıyorsunuz zengin hazretleri. Bay, hey!
BAY (Uyuklamakta iken esneyerek başını kaldırır) – Evet, evet…
ZİYALI – Şimdi bizim Türkistan halkının kötü bir âdeti var, bir kişi Rusça okuyup da Çarlık idaresinde işe girip resmî üniforma giyecek olsa, maskara yerine koyarlar. Eğer faytoncu veya zanaatkâr olarak Avrupalıların eski elbiselerini veya oyuncuların elbisesini giyecek olsa, hiç kimse bir şey demez. Bu, tam bir kendini bilmezliktir, dünyadan bihaber olmaktır. Öyle değil mi Bay amca?
BAY (Oturduğu yerden bir tarafa devrilip yatar) – Hur, hur, hurra, hurra, hurra…
ZİYALI – İlâhi yarabbi! İslâm ümmetinden ve bilhassa biz Türkistanlılardan merhametini esirgeme!.. (Mendiliyle gözyaşlarını silerek çıkıp gider.)
PERDE İNER
İKİNCİ PERDE
(Birahane manzarası: Bay’ın oğlu ile üç kişi oturmaktadırlar.)
TAÑRIKUL – Bu akşam, bilmiyorum neden içki beni etkilemiyor? İkindiden beri bir düzine şişe boşalttım. Deyyusun birası kulağımı ısıtmadı. Doldur, içelim. (Nar, kadehleri doldurur.)
HEPSİ – Bay’ın oğlu Taşmurad’ın sağlığına hurra! Hurra! Hurra! (İçerler.)
DEVLET – Arkadaşlar! Ben ondan içtim, şimdi aklıma sevgili Liza düştü. Ah, sevgili Liza!
HEPSİ – Ah, sevgili Liza, vah sevgili Liza, neredesin!
NAR – Zalim felek ayrılık ateşiyle yaktı beni, vallahi gelmezse olmaz.
DEVLET – Böyle bağırıp çağırmakla, feryat etmekle hiçbir şey olmaz. Bunun gereğini yerine getirmek gerek.
NAR – Elini uzat ey nâmert, buldun. (Elini sıkar) Oldu.
DEVLET – Hey, pala bıyık Taŋrıkul, hiç sesin çıkmıyor. Bunca adamı sadece dinliyorsun. Er kişiye yol vermek, arslana yol vermek demektir. Sohbete katıl! Yoksa bu adamları beğenmiyor musun? Bizim de yanımızda beş tenge paramız var. Arkadaş, sarhoşluk, gerçeğin kendisidir. Gözünü aç!
TAÑRIKUL – Arkadaşlar, sizden sakladığım bir şey yok. Doğruyu söylemem gerekirse, ben içtim, kulağım çınlıyor. Sen Liza dedin, şimdi kendim burada olsam da aklım Liza’da. Eğer Liza’yı getirmezsen beni konuşturamazsın. Fakat Devlet, eğer beni konuşturabilirsen sen büyük adamsın!
DEVLET – Üzülme, istediğin zaman Liza’yı yanında bulursun; gelmezse mi? Başını alırım.
NAR – Bay oğlu! Gitmek istiyor musunuz?
TAŞMURAD – Peki, adam gönderin, meclis kurulsun.
TAÑRIKUL – Lâf, lâfla zaman kaybediyorsunuz, emir verin, emredin erken gelsin, keyfedelim. (Devlet zili çalar, Ermeni meyhaneci Artun girer.)
ARTUN – Ne diyorsun?
DEVLET – Liza’ya birini gönder, gelsin.
ARTUN – Buraya mı?
DEVLET – Evet, buraya getirmeyip de mezara mı getireceksin?
ARTUN – Affedersin, sordum sadece.
DEVLET – Haydi, haydi! Birini gönder.
ARTUN – Bak, ne var bilirsin? Liza bana demiş ki, on beş manatsız bana kişi gönderme. Evet, on beş manat ve fayton parasını da ver, sonra Nikola’yı göndereyim. Liza olmazsa, başkasını getirsin, keyfin nasıl?
DEVLET – Önce getirip sonra parayı alsan olmaz mı?
ARTUN – Devlet zor! Ben sana demişim ki, Liza akçe olmayınca gelmez, bana ne? Sen kendin bilirsin ki, o gâvur kızı, benim değil.
TAÑRIKUL – Artun, biraz bekle, para vereceğiz.
ARTUN – Baş üstüne, hazıram. (Çıkar. Dostların keyfi kaçmış, sükût ederler.)
DEVLET – Doldur, içelim! (Nar doldurur.)
TAÑRIKUL – Parayı peşin istemesi, işin belini kırdı.
DEVLET – İş ters gidince böyle olur. Paranız var mı? Hepiniz çıkarın. (Hepsi çıkarır, Devlet sayar, beş som eksik çıkar.) Bununla hiçbir şey olmaz. Bir çaresini bulmak gerek.
NAR (Hırslı bir şekilde) – Hey Bay oğlu, biz fakiriz. Sizde ne var, kesenizden pul çıkmıyor? İşte Bay oğlunun hâli! (Eliyle gösterir.)
DEVLET – Korkma, Nar. Eğer Bay oğlu razı olursa, ben bir şey düşündüm.
TAÑRIKUL – Neymiş? Ne?
DEVLET – Dur, ne olduğunu öğreneceksin. Önce Bay oğlunun sağlığına içelim. (Taŋrıkul doldurur, Bay oğlunun sağlığına içerler.)
DEVLET – Bay oğlu. Bu geceki gibi çarşamba eğlencesi, ayda yılda bir defa olur veya olmaz, bir gece bin gece olmaz, sabredin, eğer kabul ederseniz Taŋrıkul’u sizin yanınıza katacağım. Beraber gidip babanızın kasasını göstereceksiniz. Gerisini Taŋrıkul halleder.
TAŞMURAD – Taŋrıkul ağabey, gelir misiniz?
TAÑRIKUL – Dostlar emrederse, giderim. Orası sizin eviniz.
DEVLET – Sen ne dersin, Nar?
NAR – Ben de bu gruptan biriyim, git dersen giderim.
DEVLET – Hayır, iki kişi yeter. Görenler şüphelenmesin. Bugünün yarını da var.
NAR – Bay oğlu! Babanıza ait kasanın yerini biliyor musunuz?
TAŞMURAD – Babamın yattığı odada.
DEVLET – Yattığı odanın kaç kapısı var?
TAŞMURAD – Üç.
DEVLET – Hangi kapıdan giriyorsunuz?
TAŞMURAD – Kapının biri annemin odasına açılır. Ben girip avlu tarafındaki kapıyı açacağım, sonra Taŋrıkul ağabeyim girer.
DEVLET – Eyvallah! Daha önce de hırsızlık etmiş gibisiniz. Nar, doldur içelim! (Nar doldurur, içerler. Taŋrıkul ve Taşmurad’a bakarak) Şimdi gidecek misiniz?
TAÑRIKUL – Elbette, gitmeyip de ne yapacağız? (Devlet, tabancasını Bay oğluna verir. Nar, sağ çizmesinden bıçağı çıkarıp Taŋrıkul’a verir. Onlar da ihtiyaten saklarlar.)
DEVLET (İkisine bakarak) – Yolunuz açık olsun, yiğitler!
TAÑRIKUL – Dinle! (Devlet Taŋrıkul’u bir kenara çekerek gizlice bilgi ve emirler verir)
NAR – Âmin, Allah… (Hepsi) Allahu ekber. (Devlet dua eder.)
PERDE İNER
ÜÇÜNCÜ PERDE
Bay, her zaman olduğu gibi kerevet üstünde uyumaktadır. Odanın bir tarafında kasa durmaktadır. Taşmurad bir kapıdan yavaşça girer; sağa sola bakınarak başka bir kapıyı açar ve bir kenarda durur. Taŋrıkul girer, elinde anahtar ve bir demir çubuk, belinde bıçak, kasaya yaklaşarak anahtarı sokar, kasa açılmaz. Taşmurad’a bakar. İşaretle ne yapması gerektiğini sorar. Taşmurad kasayı demir çubukla kırmasını emreder. Taŋrıkul demirle kasayı kırar. Kasadan çıkan gürültü üzerine Bay uyanır. Ayağa fırlayan Bay, sopasını kaptığı gibi “vay, vay” diye feryat ederek Taŋrıkul’un üstüne yürür. Taşmurad yetişip sopayı tutar. Taŋrıkul bıçağı Bay’ın bağrına saplar.
BAY (İnleyerek yıkılır.) – Vay, canım! (Can çekişir, çırpınır, hırıltılı sesler çıkarır. Taŋrıkul kasadan para kesesini alır, bıçakla demir çubuğu üzerinde saklar, dışarıdan birkaç adamın sesleri işitilir.)
ADAMLAR – Ne oluyor, birisi imdat diye bağırdı? (Birkaç erkek ile Bay’ın hanımı girerler. Taŋrıkul ile Taşmurad’ı görürler.)
TAÑRIKUL – Taşmurad, at! (Taşmurad, tabanca ile havaya ateş eder ve orada bulunanları silâhla tehdit ederek kaçarlar.)
BAYVUÇÇA – Vay, zalimin zulmünden! Bu ne kadar kötü bir gündü, vay, imdat! (Kendisini dövünerek Bay’ın üstüne atar, saçını başını yolar.) Evet, sen de gençliğine doyma Taşmurad! Kan kus! Keşke henüz çocukken ölüp gitseydin! Vay baba katili Taşmurad! Vay, imdat-hey!
DAMULLA (Girer) – Sevgili anne, sabretmekten başka çareniz yok. Bu talihsizlik ve musibete sebep, cehalettir, terbiyesizlik ve eğitimsizliktir. Yuvanızı cehalet bozdu. Bilgisizlik, oğlunuzu Sibirya’ya gönderecek. Canınızdan kıymetli evlâdınızı eğitimsizlik belâsı sizden ebediyen ayıracak. Oğlunuzu babası terbiye etmedi, okutmadı. Sonunda belâya uğradı, kötü arkadaşları onu yoldan çıkardılar; böylece cehaletin kurbanı oldunuz.
BAYVUÇÇA – (Kendini yerden yere atarak) – Ay, vay-vay balam! Vay Bay’ım, ah, vay-y-y!
DAMULLA – Bay’ınız da nasihate kulak asmadı ve sonunda bu kötü olay cereyan etti. Şimdi sizin, doğrusu sabretmekten başka çareniz yoktur, sevgili anne. Allah size sabır versin.
BAYVUÇÇA – (Son derecede içler acısı bir hâlde feryat eder.) İmdat, vay balam! Vay Bay’ım. İkisinden de ayrıldım; erimi mezara, balamı Sibirya’ya gönderecekler! Vay, vay, vay-y-y!..
DÖRDÜNCÜ SAHNE
(İkincisinin aynı, meyhane)
Nar ile Devlet içip şarkı söylerler. Taŋrıkul ile Taşmurad sessizce içeri girerler, tabanca ile kanlı bıçağı bir köşeye saklar ve para kesesini çıkarıp masanın üstüne attıktan sonra otururlar.
TAÑRIKUL – Tütün getir, hey!
Artun tütün getirir, çekerler. Artun gider. Taŋrıkul, Devlet’i bir kenara çekerek alçak sesle olanları anlatır, bir takım işaretler yapar. Devlet, alçak sesle “zavallı” diye söylenir, sakinleşmesini işaret eder.
TAÑRIKUL (Para kesesini açıp görür, sevinir, Taŋrıkul ile Taşmurad’ın omzuna vurur.) – Eyvallah, eyvallah. (Devlet zili çalar, Artun girer.)
ARTUN – Ne emredersiniz?
DEVLET – Al şu parayı ve hemen Liza’yı getir!
ARTUN – Baş üstüne. Hemen geliyor. (Parayı alır, içerler. Liza girer.)
LİZA – İyi akşamlar! (Hepsinin hatırını sorar.)
DEVLET – Hoş geldin, sağol, sağol, geldin…
LİZA – Mersi. (Oturur.)
DEVLET – Doldur, Liza’nın sağlığına.
NAR (Doldurur, kadehleri vuruştururlar.) – Liza’nın sağlığına hurra, hurra! (İçerler.)
Nar, şarkı söyler. Dışarıdan düdük sesleri gelir, ayak sesleri duyulur. İçeridekiler, ne yapacaklarını bilemez bir hâlde, şaşkın. Silâhlı polisler, komiser, bekçiler hızla içeri girerler. Liza kaçar.
Polis dört kişiyi tutuklar. Bazı görevliler her şeyi ve her tarafı arar ve kanlı bıçakla tabancayı bulurlar. Tabancayı komisere teslim ederler. Komiser tabancayı koklar ve mermileri boşaltır.
Taŋrıkul ile Taşmurad kaçarlar, bekçiler yakalar.
Taşmurad, hüngür hüngür ağlar, kendini yerden yere atar.
Polis müdürü işaret eder. Kelepçeyi getirip Taŋrıkul ile Taşmurad’ın bileklerine geçirirler. Diğer ikisinin elleri bağlanır.
Polis müdürü, suçlularla bekçileri sıraya geçirir.
ZİYALI (Girer, suçlulara bakarak üzülür. Seyircilere dönerek) – İlimden ve eğitimden mahrum kalan yavruların âkıbeti budur. Eğer bunları babaları okutsaydı, bu cinayet ve baba katilliği onlardan sâdır olmaz ve böyle içki içmezlerdi, haksız yere kan dökmezlerdi. Ömür boyu Sibirya’ya, esarete ve kıyamette cehenneme düşmezlerdi. Eğer bunlar içki içmeseydi, dünya ve âhirette ebediyen azap ve sıkıntı içersinde kalmazlardı. Ah, hakikatte Bay’ı öldüren ve bu gençleri ebedî azaba mahkûm eden, bilgisizliktir. Bizim ocaklarımızı söndüren, yavrularımızı ağlatan, bizi vatansız ve esir eden eğitimsizlik ve cehalettir: Vatansızlık, derbederlik, esaret, fakru zaruret ve bîçarelikler, hepsi bilgisizlik ve eğitimsizliğin tabiî bir sonucudur. Dünyada ilerleyen millet, bilgi sayesinde ilerliyor. Esir ve zebun olanlar da bilgisizlikten… Mademki biz eğitimsiziz ve balalarımızı da okutmuyoruz, böyle kötü olaylar ve talihsizlikler de aramızda daima hüküm sürecek demektir. Bu işlerin yok olması için okumak ve okutmaktan başka çare yoktur. Allah Teâlâ başkalarına daima ibret ve sizlere de sabır versin!
POLİS MÜDÜRÜ (Emredercesine) – Haydi, durma, marş! (Yönelirler.)
PERDE İNER
(2001)

ÖZBEK DİLCİ GÂZİ ÂLİM YUNUSOV
Özbekler, 1929 yılını sovyet ideolojisine doğru “kette burılış”, yani “büyük yöneliş” yılı olarak değerlendirmektedirler.[51 - Begali Kâsımov; “Zamandaşlar, Meslekdaşlar”, Selâm Kelecek, Taşkent, 1986, s. 62.] Çünkü Millî Korbaşı hareketinin tesirini kaybetmesi ve Sovyet idaresinin hâkimiyetini kabul ettirmesiyle birlikte asıl sovyetleştirme politikaları bu yıldan itibaren uygulanmaya başlanmıştır. 1929 yılına gelinceye kadar Ceditçi şair ve yazarlar tehditlere rağmen eserlerini vermeye devam etmişlerdir. Ancak bu tarihten sonradır ki, Ceditçi şair ve yazarların faaliyetleri tamamen yasaklanmış, buna uymayanlar “halk düşmanı” sayılarak uzun süreli hapis ve idamla cezalandırılmışlardır. İlk olarak, tanınmış Ceditçilerden gazeteci ve eğitimci Münevver Kaarî Abdürreşidhanov, milliyetçi olmakla suçlanarak kurşuna dizilmiştir.
1934 yılında toplanan I. Sovyet Yazarları Kurultayı’nda edebiyatın takip edeceği yol “sosyalist realizm” olarak ilân edilmiştir. Artık hayatın bütün cephelerinde olduğu gibi edebiyatta da her şey sovyet ideolojisine göre değerlendirilecek, buna uymayan sanatkârlara hayat hakkı tanınmayacak, eserler de reddedilecektir. Böylece farklı kültürlerden, asıl kaynağını Rus kültüründen alan bir “sovyet kültürü”, farklı milliyetlerden Rus ırkının üstünlüğüne iman eden ve adına da “homo-soviéticus”, yani “sovyet adamı” denilen ve insanî, dinî ve millî değerlerini kaybederek aslına yabancılaşan kozmopolit yeni bir insan ve bu insanlardan meydana gelen bir “sovyet halkı” yaratılacaktır.
Bu “mankurtlaştırma politikası”, Sovyet idarecileri tarafından çok farklı milletleri bir garnizonda yaşatabilmenin en önemli silâhı olarak kullanılmıştır. Bu silâh vasıtasıyla milletlerin hafızasındaki millî bağlar koparılacak ve kendilerini “sovyet halkı” olarak hissetmeleri sağlanacaktır.[52 - Muhammed Sâlih; “Mankurtlık Mefkûresige Cevab”, İkrar, Taşkent, 1995, s. 263-269.] Sovyetler Birliği’nde, bilhassa 1930’ların sonlarında, kendi değerlerini kaybetmiş sovyet halkını yaratabilmek düşüncesiyledir ki, milliyet şuuruna sahip hiç kimseye hayat hakkı tanınmamıştır. Böylece milletler, “Ruslaştırma ideolojisi” karşısında tamamen çaresiz bırakılmıştır. Bu sebeple Türkistan’da Ceditçi şair ve yazarlar, fikir, devlet, din ve ilim adamları, milliyet şuuruna sahip oldukları ve milletin zihninde bu şuuru daima canlı tuttukları için vahşi bir şekilde cezalandırılmışlardır.
“Halk düşmanı” sayılarak öldürülen aydınların adını anmak, eserlerini okumak ve bulundurmak şiddetle yasaklanmış, buna uymayanlar da aynı şekilde cezalandırılmışlardır. Sovyet rejimini ve politikalarını benimsemeyen bütün insanların yok edildiği bu soy kırımı, tarihe “kızıl terör, kızıl kırgın, katağanlık, repressiya” adlarıyla geçmiştir.
1930’lu yıllarda takip edilen sindirme politikaları, yani yasaklar, hapisler, işkenceler, sürgün ve katliamlar, millî direnişi tamamen kırmış, bütün kurumlarla birlikte ilim ve edebiyat da Komünist Partisi’nin sadık birer hizmetkârı hâline getirilmiştir. Aynı yıllarda Lenin ve parti için kasideler düzmek, dini karalamak, millî hayatı ve tarihi küçük düşürmek, sovyet hayat tarzını idealleştirmek, Ruslara ve Stalin’e manzum “şükrâneler” yazmak, yavaş yavaş kütüphanesi teşekkül ettirilen sovyet edebiyatının birinci hedefi olmuştur.
Bu tebliğin konusunu teşkil eden Gâzi Âlim Yunusov, ilmî ve edebî faaliyetlerini işte bu dönemde gerçekleştirmiş bir aydındır. Türkistan Türklerinin ilk dilci profesörüdür. Bugün Özbeklerin de pek tanımadıkları bir şahsiyet olan Gâzi Âlim hakkında yazılmış birkaç yazı dışında kaynak bulunmamaktadır. Gazeteci Nebican Bâki’nin 1992 yılında neşrettiği Katlnâme adlı kitabı, bu bakımdan önemlidir. Bu kitapta, arşiv belgelerine göre Ceditçi şair ve yazarların, özellikle Özbek nesir sanatının ilk önemli temsilcisi ve Ötken Künler romanının yazarı olan Abdullah Kâdirî’nin milliyetçilik suçundan dolayı tutuklanmaları, 1937 ve 1938 yıllarında KGB zindanlarında maruz kaldıkları işkenceler, kendilerine zorla imzalattırılan düzmece ifade tutanakları, kurşuna dizilmeleri, kurşuna dizilmelerinin ertesi günü, bu düzmece ifade ve itirafnamelere istinaden yargılanmadan idama mahkûm edildikleri anlatılmaktadır. Söz konusu kitaptaki sorgu tutanaklarına göre, Ceditçi şair ve yazarlara esas itibariyle Türkçü ve milliyetçi olmalarının hesabı sorulmuş, bu yolda kimlerle birlikte hangi faaliyetlerde bulunduklarını itiraf etmeleri istenmiş ve nihayet hepsi birden 1938 yılında kurşuna dizilmişlerdir.
Türk topluluklarının ortak bir kültür dairesi içinde birbirlerine yakınlaşmaları emelini taşıyan bu insanların, şeklen ve rûhen millî eserler vermek yerine, şeklen millî ancak rûhen sosyalist eserler vermeye yanaşmadıkları için cezalandırılmış olmaları, hiç şüphesiz Türk dünyasının yüreğini bugün de kanatan yaralardan biridir. Dünya kamuoyu, Türk dünyasının 19. ve 20. yüzyıllarda uğradığı soykırımı ve bilhassa aydınların eserleriyle birlikte yok edilmiş olmalarını maalesef hiçbir zaman öğrenememiş veya öğrenmek istememiştir.
Gâzi Âlim Yunusov, Türk olduğu için, Türkçü olduğu için, Türk milliyetçisi olduğu için ve Türkiye ile alâkası bulunduğu için katledilen aydınlardan biridir. 1893 yılında Taşkent’in Şirinkuduk mahallesinde doğmuştur. Aydın bir muhit içinde yetişmiştir. Dedesi Ebubekir Ahmedcanoğlı ile yine akrabasından Bahtıgani İlkin, Arapça ve Farsça bilen folklorcu, edebiyatçı ve etnografyacı olarak tanınmış kimselerdir. Bu sebeple Gâzi Âlim Yunusov küçük yaşlarından itibaren okumaya ve ilim öğrenmeye heves etmiştir.[53 - İslâmcan Tursunov, Haydarali Uzakov; “Tilşünas Âlim Fâciası”, Şark Yulduzı, 1992/1, s. 203-206.]
Medrese eğitimini tamamladıktan sonra, 1909 yılında hukuk ve din ilimlerinde daha ileri eğitim görmek üzere Mısır’daki El-Ezher’e gönderilmiştir. Buradaki eğitiminden sonra bir süre de İstanbul’da okumuştur. Ancak İstanbul’da hangi mektepte ne kadar okuduğuna dair bir bilgiye sahip bulunmamaktayız. Eğitimini tamamladıktan sonra Taşkent’e dönmüştür.
Etnografya ve folklor çalışmalarıyla da tanınan Gâzi Âlim Yunusov, 1922 yılında Alpamış destanını derleyen ilk araştırmacıdır. Semerkand ve Sırderya vilâyetlerinde yaptığı derlemeler sırasında Hemrâkul Bahşı ile Fâzıl Yoldaşoğlı’ndan Alpamış destanının bir kısmını yazıya geçirmiştir. Bu destanın mahiyeti ve nüshaları hakkında kaleme aldığı kısa bir değerlendirme yazısıyla birlikte derlediği destana ait bazı parçaları, 1923 yılında Bilim Oçağı dergisinin 2. ve 3. sayılarında neşretmiştir. Bu sebeple Gâzi Âlim Yunusov, Özbek folklor araştırmalarını başlatan ilk araştırmacı olarak da kabul edilmektedir. Özbek profesör Töre Mirzayev, Gâzi Âlim Yunusov’un derlediği diğer malzeme ile birlikte destan metninin de kaybolduğunu bildirmektedir.[54 - Hâdi Zarif, Töre Mirzayev; Alpamış-Özbek Halk Kahramanlık Dastanı, Taşkent, 1998, s. 8.]
Gâzi Âlim Yunusov, 1923 yılında Birinci Ticaret Cemiyeti başkanlığına tayin edilmiş, 1924 yılında bu cemiyet kapatılınca Adliye Nazırlığında hukuk meseleleri bölümünün başına getirilmiş, buradaki hizmetleri sırasında pek çok kanun maddesinin Özbek diline tercüme edilmesi ve izahı çalışmalarına katkıda bulunmuştur.
1925 yılında Semerkand’da Maarif Nazırlığında çalışmaya başlamış, iki yıl sonra bakanlığın Til ve Atamaşünaslik (Dil ve Terminoloji) Komitesine geçerek ilmî çalışmalarda bulunmuş, Pedagoji Akademisi’nde genel dilbilimi, siyaset, Özbek dilinin semantik ve fonetiği ile ilgili dersler vermiştir. Yine bu yıllarda çeşitli gazete ve dergilerde yazıları yayımlanmış, bilhassa Muştum dergisinde “Kızıl Arslan” mahlası ile hiciv yazıları çıkmıştır.[55 - “Gâzi Âlim Yunusov”, Özbek Sovyet Ensiklopediyası, Taşkent, 1979, c. 13, s. 370.]
1929-1930 yıllarında halk edebiyatı ve Özbek şiveleri üzerinde araştırmalar yapmak maksadıyla Dil ve Terminoloji Komitesi tarafından tertip edilen ilmî gezilere başkanlık etmiştir. Bu heyet içinde tanınmış Türkolog ve şarkiyatçılardan Yevgeni Dimitriyeviç Polivanov, İgor Alekseyeviç Batmanov, Konstantin Kuzmiç Yudahin, Aleksandr Konstantinoviç Borovkov, Viktor Vasilyeviç Reşetov, Özbek dilci Kayum Ramazan, şair ve folklorcu Elbek (Maşrık Yusupov) gibi araştırmacılarla birlikte çalışmıştır. Özbek ağızları üzerindeki ilk ilmî araştırmalar, bu heyet tarafından yapılmıştır.[56 - İslâmcan Tursunov, Haydarali Uzakov; “Tilşünas Âlim Fâciası”, Şark Yulduzı, nu. 1992/1, s. 203-206; Ernest Begmatov; “Özbek Tilşünasligi”, Özbekistan Respublikası-Ensiklopediya, Taşkent, 1997, s. 484.]
Gâzi Âlim Yunusov etnoğrafya, dil ve edebiyat sahalarını ilgilendiren çalışmalarıyla ilim çevrelerinde kendisini kabul ettirmiş bir araştırmacıdır. Nitekim 1930 yılında Leningrad Şarkiyat Enstitüsü’nde araştırmacı olarak çalışırken tanınmış Türkologlardan Nikolay Yakovleviç Marr, Sergey Yefimoviç Malov, Aleksandr Nikolayeviç Samoyloviç, P.M. Melioranskiy ve Yevgeni Eduardoviç Bertels’in tavsiyeleri üzerine kendisine “profesör” unvanı verilmiştir.[57 - İslâmcan Tursunov, age.]
Özbek Tili (1930), Özbek Tiliniŋ Tavuşları (1930), Özbek Uruğlarıdan Katağanlar ve Ularnıŋ Tili (1930), Yüridik Terminler Lûgati (1936), Özbek Lehceleriniŋ Tasnifide Bir Tecribe (1936), Özbek Tili Grammatikası (1936), gibi kitaplar ile Balalar Edebiyatı Toğrısıda Bir Fikr (1925), Elle Toğrısıda Bir-İkki Ağız Söz (1927), Orta Asya Türkleriniŋ Yeŋi Elifbesi (1927) gibi makaleleri, Gâzi Âlim hakkında yazılan yazılarda bilinen önemli eserleri olarak zikredilmektedir.[58 - “Gâzi Âlim Yunusov”, Özbek Sovyet Ensiklopediyası, Taşkent, 1979, c. 13, s. 370.]
Gâzi Âlim Yunusov, asıl eserlerini vereceği bir çağda, 23 Nisan 1937 tarihinde gece yarısı tutuklanarak hapse atılır. Önceleri kendisine ve ailesine suçu hakkında hiçbir bilgi verilmez. Ancak bir buçuk yıl süren tutukluluğu sırasında milliyetçilik, Türkçülük, Turancılık suçlarından dolayı sorgulanır.
Sorgulama sırasında kendisine Pantürkist hareketine ne zaman katıldığı, Türkistan’da İstanbul’daki “Pantürkistlerin” hangi teşkilâtını kurmak istedikleri, bu hareketle ilgili olarak hangi faaliyetlerde bulunduğu, hangi karşı devrimci hareketlere iştirak ettiği, 1918 yılında İstanbul’a tekrar niçin gittiği sorulur. Bu sorulara cevap alabilmek ve polis tarafından tanzim edilen düzmece ifade tutanaklarını imzalatabilmek için diğer Ceditçi şair ve yazarlarla birlikte Gâzi Âlim Yunusov’a da işkence edilir. İsnat edilen suçları kabul ettirebilmek için yapılan işkencelerin şiddeti hakkında Nebican Bâki Katlnâme adlı kitabında bilgi vermektedir. Meselâ Abdullah Kâdirî’den bahsedilen sayfalarda bu konudan söz edilirken, “üç ay mâbeynide it körmegen azabnı köredi” denilmektedir.[59 - Nebican Bâkiy, Katlnâme, Taşkent, 1992, s. 85.] Elbette Gâzi Âlim’in de buna benzer işkencelere maruz kaldığı söylenebilir.
Gâzi Âlim Yunusov, işkencelerin dayanılmaz hâle gelmesi üzerine kendisine sorulan sorulara, sorgu memurlarının istediği tarzda cevaplar vermek zorunda kalır. Buna göre, Türkiye’ye ilk defa 1909 yılında geldiğini, Kahire’ye geçerek El-Ezher’de okuduğunu, herhangi bir teşkilâta girmemekle birlikte bu yıllarda “Pantürkistler terbiyesi” aldığını, İstanbul’da İttihat ve Terakkî Partisi ve Türk Ocağı ile alâkası bulunan ve Türkistanlı talebeleri mekteplere yerleştirmekle meşgul olan Turan Neşr-i Maarif Cemiyeti çevresinde bulunduğunu, Türkistan’a döndükten sonra Taşkent’te Abdullah Avlânî ve Nizâmiddin Hocayev ile beraber “halka Pantürkizm hareketi doğrultusunda eğitim vermek” maksadıyla Turan Cemiyeti’ni kurduklarını, Hokand Muhtariyeti’nin kuruluş toplantılarına temsilci olarak katıldığını, bunlardan başka Taşkent’te Türk Ocağı’nı açtığını, burada “Türkistanlı gençlere Türkçü idealler doğrultusunda eğitim” verdiğini ve 1918 yılında Sovyet Rusyasına karşı İttihat ve Terakki Partisi’nden yardım istemek için İstanbul’a giderek Talat Paşa ile görüştüğünü bildirir.[60 - İslâmcan Tursunov, age.]
Sorgulama safhasında benzer sorular diğer Ceditçilere de sorulmuştur. Meselâ Nazrulla İnâyetov, 28 Kasım 1937 tarihli ifadesinde, işkencelerden sonra kendisine yöneltilen suçlamaları kabul ederek “milliyetçilerin sovyet karşıtı Millî İstiklâl teşkilâtı”na üye olduğunu bildirdikten sonra teşkilâtın üyeleri olarak kırk dokuz kişinin adını sayar; bunlar arasında Gâzi Âlim Yunusov’un adını da zikreder. Aynı şekilde eserleri ve konuşmalarıyla “milliyetçilerin karşı devrimci teşkilâtı”nın üyesi olarak faaliyetlerde bulunmakla suçlanan Abdülhamid Süleymanoğlu (Çolpan), “Özbek edebiyatında karşı devrimci milliyetçilerin ideolojik rehberlerinden biri” olduğunu ve Ekim ihtilâlinin “ilk günlerinden itibaren bu yolu” tercih ettiğine dair ifade verir. Çolpan 10 Ağustos 1937 günü sorgulama sırasında, baskılar sebebiyle şu cümleyi sarf etmek mecburiyetinde kalır: “Ben, Özbekistan’da Şûrâ hâkimiyeti kurulduktan sonra düşman tarafına geçtim ve karşı faaliyetlerde bulundum.” Çolpan aynı sorgulamada kendisiyle beraber Abdurrauf Fıtrat, Atacan Hâşim, Gâzi Âlim Yunusov gibi “karşı devrimci Türkperestler teşkilâtı”na üye olan on sekiz kişinin isimlerini zikreder.[61 - Nebican Bâkiy, age., s. 102-107.]
Gâzi Âlim Yunusov’un arşivdeki 976527 numaralı dosyasında bulunan ve teğmen Trigulov tarafından tanzim edilen 05 Ekim 1937 tarihli sorgulama evrakı, onun “Evvelâ, sorgulama sırasında, uzun süre işlediğim suçları gizlemeye çalıştığım için özür dilemek istiyorum,” cümlesiyle başlamaktadır. Yunusov, aynı evraktaki ifadesine göre, “şahsen dil sahasında araştırmalar yapan âlim maskesi altında ve düzenli bir şekilde burjuva milliyetçiliği propagandası” yaptığını, dilci profesör olarak “millî heyecanla yazılmış kitapları” Özbek diline aktardığını ve “karşı devrimci, milliyetçi teşkilâtın önde gelenlerinden biri olarak Cumhuriyet İlim Terminoloji Komitesi ve diğer ilmî kurumlarda Fıtrat ve Atacan Hâşim’le birlikte karşı devrimci faaliyetler”de bulunduğunu, bunlardan başka 1935 yılı Şubat ayında Taşkent’teki Pedagoji Enstitüsü İngiliz Dili Bölümü’nün başkanı olan Maşkovskiy tarafından İngiliz casusluk teşkilâtına hizmet etmek üzere kiralandığını da kabul eder. Fakat sorgulamanın sona erdiği 15 Aralık 1937 tarihinde bu ifadesini kabul etmez. Bunun üzerine 1938 yılının Mart ayından başlayarak tekrar sorgulanır; Abdullah Kâdirî, Rauf Rahimoviç, Fıtrat, A’zam Eyüpov, Atacan Hâşim, Çolpan gibi diğer tutuklularla yüzleştirilir. Nihayet 24 Eylül 1938 günü yapılan sorgulama sırasında, tutuklandığı güne kadar karşı devrimci teşkilâta üye olduğuna dair daha önce verdiği ifadeyi kabul eder. Askerî mahkeme tutanaklarında ise şu ibare yer almaktadır: “Gâzi Âlim Yunusov suçunu itiraf ediyor, sorgulama sırasında verdiği ifadeleri onaylıyor, sadece casusluk faaliyetlerini kabul etmiyor, bunun bir iftira olduğunu söylüyor.”[62 - Nebican Bâkiy, age., s. 104-106.]
Bu sorgulamadan on gün sonra, yani 04 Ekim 1938 tarihinde gece yarısına doğru Gâzi Âlim Yunusov, Fıtrat, Çolpan, Abdullah Kâdirî, Atacan Hâşim de dâhil olmak üzere Ceditçi şair ve yazarlar üstü kapalı bir kamyona bindirilerek Taşkent’in dışında ıssız bir yere götürülürler. Sonra ellerine kazma kürek verilerek bir hendek kazmaları emredilir. Bunu müteakiben hepsi kazdıkları hendeğin kenarına karşılıklı yerleştirilerek kurşuna dizilirler. Ertesi gün toplanan askerî mahkeme heyeti, yargılanmadan kurşuna dizilen bu talihsiz vatanperver insanların dosyalarını değerlendirerek hepsinin idam edilmesine karar verir. Diğerlerininkiyle beraber dosyası on beş dakika içinde değerlendirilen Gâzi Âlim Yunusov’un da ceza kanununun 58, 62, 64 ve 67. maddelerine istinaden kurşuna dizilmek suretiyle idam edilmesine karar verilir.[63 - Nebican Bâkiy, age., s. 106.]
Bu uğursuz geceden tam on dokuz yıl sonra, mahkeme, 27 Haziran 1957 tarihinde aldığı 4n02-5571 numaralı kararla Profesör Gâzi Âlim Yunusov’un faaliyetlerinde suç unsuru bulunmadığını kabul eder. Gâzi Âlim’in masum olduğu, böylece Sovyet devleti tarafından da itiraf edilir.[64 - İslâmcan Tursunov, age.]
Sonuç olarak, Gâzi Âlim Yunusov’un hayatı ve eserleri üzerinde geniş bir araştırma yapılması gerekmektedir. Bugün artık Özbekistan’da “İstiklâl fidâileri” olarak şükranla yâd edilen Ceditçi şair ve yazarların hayat ve eserlerine dair yapılacak arşiv araştırmalarına dayanan çalışmalar, onlara olan vefa borcunun ödenmesinin yanı sıra Türk topluluklarının 20. yüzyılın başında birbirlerini tanımak ve yakınlaşmak adına ne kadar mesafe aldıkları meselesine de açıklık kazandıracak ve hepsinden önemlisi aynı ideali takip eden bugünün aydınlarına da Türk dünyasının hangi merhalelerden geçtiği ve Türklüğü daha ileri merhalelere ulaştırmak için nasıl bir yol takip edilmesi gerektiği hususunda yol gösterici olacaktır. Yine bu çalışmalar, her fırsatta herkes tarafından itham edilen Türklerin hakikatte tarihin en mazlum ve en mağdur milleti olduğu gerçeğini de ortaya koyacaktır.
(2006)

ÖZBEK ROMANCI ABDULLAH KÂDİRÎ VE “ÖTKEN KÜNLER” ROMANI
Özbek romancılığının ilk büyük temsilcisi olan Abdullah Kâdirî, 1894 yılında Taşkent’te doğmuştur.[65 - Bu yazıda, Abdullah Kâdirî’nin hayatından söz ederken oğlu Habibullah Kâdirî’nin yazdığı Atam Hakıda (Taşkent-1983) adlı kitaptan birinci derecede istifade edilmiştir. Metin içerisinde zikredilen sayfa numaraları, bu kitaptan tespit edilmiştir. Diğer eserlere ait farklı bilgiler dip notlarda ayrıca gösterilmiştir.] Babası Kadir Muhammed, 1821 veya 1822 yılında doğmuş, okuması yazması olmayan, fakat bedenen kuvvetli, çok gayretli, cesur ve güngörmüş birisidir. Gençliğinde han ve beylerin yanında asker olarak hizmet etmiş, daha sonra ticaretle meşgul olmuş ve bu sebeple uzak şehir ve memleketlere sık sık seyahat etmiştir, (s. 5) Rus işgali sırasında (1865) Taşkent’in müdafaasına katılmış, işgalden sonra da tahminen 1870’e kadar ticarete devam etmiştir. Bu tarihten sonra iflâs edince ticareti bırakmış ve vefat ettiği 1924 yılına kadar küçük arazisinde tarımla uğraşarak çok fakir bir hayat sürmüştür. Bu ihtiyar babanın maceraları, yazarın eserlerine, bilhassa tarihî romanlarına birinci derecede kaynak teşkil etmiştir.
Abdullah Kâdirî’nin doğduğu yıllarda babası, yetmiş yaşını aşmış ve belli bir geliri olmayan bir ihtiyardır. Bu yıllar hakkında Kâdirî, oğlu Habibullah’a şu bilgileri vermiştir: “Önceleri zengin mi, yoksa fakir bir ailede mi doğdum, anlayamadım. Fakat 7-8 yaşıma gelince, karnım doymadığı ve sırtım güzel elbise görmediği için iyice anladım ki beş boğazın nafakası, sadece seksen yaşlarındaki ihtiyar babamın emeğinden ve yarım hektardan biraz fazla olan bağın yaz mevsiminde yetiştirdiği mahsûlden geliyormuş. Eğer bahar mevsimi kötü geçip de bağdaki meyveler bir felâkete mâruz kalırsa, biz de açlık felâketine uğruyorduk.” (s. 6)
Abdullah Kâdirî, ailesinin yoksul olması sebebiyle ancak dokuz-on yaşlarından itibaren birkaç yıl müddetle eski usûlde eğitim veren bir mektebe gönderilir. Büyük bir hevesle mektebe devam eden Kâdirî, bu yıllarda Yûsuf ve Züleyhâ, Hayrilikâ, Leylî ve Mecnûn, Ferhâd ve Şîrîn, Çâr Derveş, Kısasü’l- Enbiyâ, Kelile ve Dimne, Nevâyî, Meşreb, İskendernâme, Rüstem-i Dâstân, Hâtemtây, Cemşîd gibi kitapları okur. (s. 11)
Kâdirî, bu mektepteki eğitimini, ailesinin son derecede yoksul olması sebebiyle terketmek zorunda kalır. Onu, henüz on iki yaşındayken bir zenginin yanına hizmetçi olarak verirler. Ticaretle meşgul olan efendisi, Rusça bilen bir adama ihtiyacı olduğu için onu Rusça eğitim veren Rus-tüzem mektebi (Russko Tüzemnaya Şkola)’ne gönderir. Bu mektepler, Türkistan’da yerli ahaliden Rusça bilen, güzel Rusça konuşabilen tezgâhtar ve Rus idaresinin ihtiyaç duyduğu tercümanlar yetiştirmek maksadıyla açılmıştır. Kâdirî, eve dönünce efendisine hizmet etmek zorunda olduğu için bu mektepten istifade edemez. İki yıl sonra, bu hayata tahammül edemediği için babasına yalvararak evine döner. Bundan sonra aynı mektebe babasının evinden devam eder. (s. 13)
Kâdirî, tüzem mektebinden mezun olduktan sonra bir süre ağabeyinin küçük marangozluk işlerine yardım eder. 1912 yılında Resulmuhammed adlı zengin bir manifaturacının dükkânında hem tezgâhtar, hem de kâtip olarak çalışmaya başlar. (s. 14)
Bu yeni işiyle birlikte Kâdirî’nin hayatında önemli değişiklikler meydana gelir. 1914 yılında damat olacağı efendisi misafirperver, âlimlere hürmet ve iltifat eden bir insandır. Bu sebeple dükkânı, devrin bazı aydınları için bir buluşma ve sohbet etme mekânıdır. Kâdirî, dükkâna gelenlerle tanışır, dost olur. Gündüzleri dükkânı açmak, Rusça mektuplar yazmak, ticarî belgeleri tanzim etmek, zengin Ruslarla iş görüşmek, akşamları hesapları kapatmak ve misafirlere hizmet etmek, onun görevidir. Bu arada kendisi de sohbetlere iştirak eder; boş vakitlerinde misafir odasında veya dükkânda kitap okumak ve yazmakla meşgul olur. Kâdirî, hâl tercümesinde o yıllarla ilgili olarak şunları yazmaktadır:
“1912 yılında, manifaturacılık yapan birinin yanında kâtip olarak çalışmaya başladım. Bu işime 1915 yılına kadar devam ettim. Orada çalışırken Tatarların çıkardıkları gazeteleri okuyarak dünyada gazete diye bir kelimenin varlığına iman getirdim. 1913 yılında Özbekçe Sadâ-yı Türkistan, Semerkand ve Ayna gazeteleri çıkmaya başlayınca, bende de bunlara haber yazma hevesi uyandı.” (s. 16)
Oğlu Habibullah’ın tespit ettiğine göre Kâdirî’nin basındaki Yeŋi Mescid ve Mekteb adlı ilk yazısı, 1 Nisan 1914 tarihinde Sadâ-yı Türkistan gazetesinde neşredilmiştir. Ciddî bir eğitim ve öğretmen yüzü görmeyen ve kendi kendisini yetiştiren genç Kâdirî, yazarlık hayatına haberler ve birtakım küçük yazılar kaleme almak suretiyle başlamıştır. Bu yazılar, o zaman için basit görülmekle birlikte Kâdirî’yi istikbâle hazırlamıştır. 1914-1916 yıllarında, Bahtsız Küyav adlı dört perdelik tiyatro eseriyle Cüvanbaz, Ulakda ve Cinler Bezmi adlı hikâyelerini yazıp neşreder. (s. 18)
Kâdirî, 1917 Ekim ihtilâlinden önce, bu eserlerinden başka Ahvâlimiz ve Milletimge Bir Karar ( Cüvanbaz, Taşkent-1915) adlı şiirlerini, Şadmerg ( Necat, Mart-1917) adlı hikâyesini ve Teşabay Yamakçi Bilen Aynisâ Bayvuçça adlı komedi tarzındaki sahne eserini de kaleme almıştır. Son eser neşredilmemiş, fakat Ekim ihtilâlinden önce sahneye konulmuştur. (s. 20) Genç yazar, Cedit hareketinin eğitimcilik mefkûresini terennüm eden bu ilk edebî eserlerinde, yanlış âdetleri tenkit ederek halkı kendi kendisini tanımaya ve yeniliğe davet eder.
Kâdirî, 1917 yılına kadar hiçbir siyasî fikre karşı kendisinde mensubiyet veya yakınlık hissetmez. Bunun sebebi, kendi ifadesiyle savadsız avamî oluşudur, yani esaslı bir bilgiye sahip bulunmaması ve cahilliğidir, Şubat ihtilâlinden sonra ortaya çıkan Turan Cemiyeti, Türk Adem-i Merkeziyeti, Muhtariyet, Ulemâ Cemiyeti ve Şûrâ-yı İslâm dernekleri karşısında şaşkına döner; Turan Cemiyeti’ne üye olur. O sırada gazete ve dergilerde, Rusya’daki siyasî partilerden bahseden yazılarda Sosyal Demokrat, Sosyal Revolüsyoner, Kadet, İnternasyonalist gibi adlar sık sık geçmeye başlar. Kendi ifadesine göre, gazete okumasına rağmen bunların gerçek mânâsını anlayamaz. Çünkü ne Özbek ve ne de Tatar şivesiyle, bu siyasî partilerin mahiyeti hakkında henüz hiçbir eser yazılmamıştır. Yine kendi bildirdiğine göre, aslında o sırada Türkistan’da komünizm ve sosyalizm hakkında kuvvetli bir bilgiye sahip olan hiç kimse yoktur. (s. 24)
1920 yılında Şûrâ hükûmetinde kâtip olarak çalışmaya başlar. Aynı zamanda çeşitli gazetelerde ve bilhassa İştirâkiyyun gazetesinde propaganda yazıları kaleme alır. 1919-1920 yıllarında, Rus Telgraf İdaresi tarafından çıkanları RosTA adlı duvar gazetesinde yazılar yazar. 1921 yılında, Kızıl Bayrak gazetesinde yazıları yayımlanır. Aynı yıllarda İnkılâb ve Kommünist Yoldaşı dergilerinde sekreter olarak çalışır; yumruk mânâsına gelen Muştum adlı hiciv dergisinin kurucusu ve yazı kurulu üyesi olarak 1924 yılına kadar görev yapar. (s. 31) Kendisi hâl tercümesinde bu dönemden bahsederken, “Ben, şark âzatlığının ve mazlum proletarya saadetinin sadece Leninizmle mümkün olacağına inanan biriyim; Marks ve Lenin’in coşkun bir öğrencisiyim. Çünkü ben Lenin’den ruh kazandım, Marks’tan ilham aldım”, demektedir. (s. 33)
Bu yıllarda yayın organlarındaki kalem faaliyetleri, Kâdirî’nin bir gazeteci olarak tanınmasında önemli rol oynar. Bilhassa Muştum dergisindeki yazıları sebebiyle “felyeton (fıkra yazısı) kıralı Culkunbây” olarak büyük şöhret kazanır. (s. 35) Yazar, çoğunu hiciv ve fıkra üslûbunda kaleme aldığı bu yazılarında din adamlarını, ticaret erbabını, israftan çekinmeyen zenginleri, yüzsüzleri, dalkavukları ve makam düşkünlerini şiddetle tenkit eder.
Bu şiddetli hiciv ve tenkit yazıları sebebiyle tehditlerden kurtulmak için yazılarında elliden fazla müstear imza kullanır. Oğlu Habibullah Kâdirî’nin tespit ettiğine göre bu imzalardan bir kısmı şöyledir: “Culkunbây, Cırkınbay, C- bay, Cu-bay, U-bay, C., Culkunbây Savrınbay oğlı Mulla Culkunbay, Culkınçıtır, Dümbülbay, Cülbülbay ciyeni, Dümbülbay oğlı, Dümbül Devâne, Dümbülnisâ, Damledümbül, Ciyen, Ciyeniŋiz Muştum, Kelvek Mahzum, Kelvek Manzum ciyeni, Kelvek Mahzum Şâşiy, Taşpolat, Taşpolat Teceŋ, Alimov, A.K., Baykuş, Yolavçi, Kempir, Kamayçi, Kolhozçi, Gaznitçi, Lekeleŋ Mahzum, Mevlân Küfür, Muştum, Sanı Hudâ, Telbe, Avsar, Çin Dost, Çirmende Bâtır, Çi Çâre, Şepek Mahzum, Şâşiy, Şılgay, Bağban, Kakıldak Hoca, Matbuat Arısı, Maşhordaçi, Şekkâk, Mulla Eşanbay, Goshor, Mulla Müşfikiy.” (s. 38)
Abdullah Kâdirî’nin 1923-1926 yılları arasında Muştum dergisinde 21 sayı boyunca tefrika ettiği Kelvek Mahzumniŋ Hâtıra Defteriden adlı hicvî hikâyesiyle 1924-1927 yılları arasında Muştum ile Kızıl Özbekistan gazetesinde tefrika ettiği Taşpolat Teceŋ Nime Deydi? adlı hicvî eseri, Özbek hiciv edebiyatının parlak örnekleri arasında kabul edilmektedir. Halkı, gerçek hayatla ilgisi bulunmayan ve değişen şartlar karşısında şaşırıp kalan din adamlarının tesirinden kurtarmak gayreti, birinci eserin esasını meydana getirir. İkinci eserde ise içki, kumar, fuhuş, hırsızlık gibi her türlü kötülüğü işlemekten çekinmeyen câhil ve son derecede aksi bir adam olan Taşpolat’ın hikâyesi anlatılmaktadır.
Kâdirî, 1924 yılında Moskova’da Devlet Jurnalistler Enstitüsü’nde, gazetecilik bilgisini artırmak üzere özel bir eğitime tâbi tutulur. Bu enstitüde bir yıl boyunca idealizm, realizm, romantizm, füturizm gibi edebî akımlarla birlikte diyalektik, mantık, endüksiyon ve dedüksiyon kanunları hakkında dersler görür. (s. 50)
Abdullah Kâdirî, ihtilâlin ilk yıllarında gazete ve dergilerde neşredilen yazılarında, fikir hürriyetinden duyduğu memnuniyetini ve bunun sonucu olarak da hakikatleri yüksek sesle duyurmaya çalışır. Sosyal hayattaki yenilikleri alkışla karşılar, yeni hayatın önündeki engelleri ifşa eder, Sovyet sistemindeki tezatları ve yapılan siyasî yanlışlıkları iyi niyetlerle ortaya koymaya çalışır. Onun bu gayretleri yavaş yavaş tenkide uğramaya başlar. 1926 yılında Muştum dergisinde çıkan Yığındı Gepler adlı hicvî yazısında, yapılan yanlışlıklar ve idareciler hakkındaki tenkit edici ifadeleri yüzünden karşı-inkılâpçı harekete teşebbüs etmekle suçlanır ve hapsedilir. Dört aydan fazla süren sorgulama sonunda iki yıl hapse mahkûm edilir. Daha sonra mahkûmiyet kararı bozularak serbest bırakılır. Bu olaydan sonra Kâdirî, gazetecilikle olan ilişkisini tamamen keser, sadece edebî eserleri ve tercüme işleriyle meşgul olur.
Kâdirî, sadece hikâye, piyes, hiciv, makale ve fıkra yazıları kaleme alan bir yazar değildir. O, Özbek edebiyatında, daha çok roman yazarı olarak tanınmış bir sanatkârdır. Özbek roman mektebinin kurucusu olarak kabul edilmektedir. Özbek edebiyatı tarihinde ilk realist ve tarihî roman türünün örneğini veren[66 - İzzet Sultanov; “Abdulla Kâdiriy İcâdı Hakıda”, Ötgen Künler, Taşkent, 1958, s. XXI.] ve yeni nesir dilinin de kurucularından olan bir yazardır. (s. 54) Roman yazmaya başlamadan önce, Rus ve Avrupalı yazarlarla birlikte Türkiye’den Yakup Kadri, Refik Hâlit, Fâlih Rıfkı, Rûşen Eşref ve Yahya Kemal’in mensur eserlerini, Arap dünyasından da Corci Zeydan’ın eserlerini inceler.[67 - Umarali Narmatov; Kâdiriy Bağı, Taşkent, 1994, s. 45.]
İlk romanı olan Ötken Künler, önce 1923-1924 yıllarında İnkılâb dergisinde tefrika edilir, 1926 yılında da kitap hâlinde yayımlanır. (s. 63) İkinci romanı olan Mehrabdan Çayan ise, 1929 yılında Semerkand’da yayımlanır. Romanda, 19. yüzyıl ortalarında ve Rus işgalinin hemen arefesinde, Hokand hanlığında taht ve makam kavgası veren hanedan mensupları ve valilerle birlikte dergâh ve camiler etrafında toplanan tufeyli tiplerin hikâyesi anlatılır. Esere, daha çok dergâh ve camiler etrafında cereyan ettiği için Mehrabdan Çayan adı verilmiştir.
Yazar, 1920’li yılların sonunda Tatar ilim adamı Abdullah Şünasi’nin orta mektepler için hazırladığı Fizika Kursı adlı ders kitabını tercüme eder ve değer görmediği için kendi imzasını koymadan yayımlar. (s. l42) Bir ara sözlük işiyle de meşgul olur; Rusça-Özbekçe Tola Sözli Lügat adlı eseri, 1934 yılında Lâtin harfleriyle basılır. Oğlunun haber verdiğine göre, “P” harfine kadar hazırlanan sözlükte 11.000 kelime bulunmaktadır. (s. 159) Romancı, 1932-1934 yılları arasında Âbid Ketman adlı romanını kaleme alır. Eser, Özbek Sovyet edebiyatında kolhoz ve köy hayatından bahseden ilk romandır. (s. l60) Eserde, kolhoz sisteminin insandaki teşebbüs kabiliyetini ve mülkiyet duygusunu yok edeceği, bunun da toplumun geri gitmesine sebep olacağı anlatılır.
1935 yılında, Gogol’dan tercüme ettiği Üyleniş piyesi sahneye konulur. Aynı yılın yaz aylarında, yazmak istediği Emir Ömerhanniŋ Kenizi adlı romanı için bilgi toplamak ve yerinde incelemeler yapmak üzere Hocend, Hokand, Fergana, Mergilan, Andican, Üçkorgan ve Namangen taraflarına seyahat eder. (s. l97)
1935’ten sonra bütün Sovyetler Birliği’nde olduğu gibi Özbekistan’da da Stalinist kızıl terör politikaları bütün şiddetiyle uygulamaya konulur. Gazetelerde, bilhassa 1937 yılında Ceditçi şair ve yazarlar aleyhinde şiddetli bir kampanya başlatılır. Bu kampanyanın sonunda şair ve yazarlar 1937 yılının son aylarından itibaren hapse atılır. Abdullah Kâdirî de 31 Aralık 1937 günü, Türkistan Türklerine millî birlik fikrini telkin ettiği için tutuklanır. Ceditçi yazar ve şairlerin sorgulamaları devam ederken Pravda Vostoka gazetesinde “Özbek Halkının Düşmanları” (04.11.1937), “Özbekistan Emekçileri Şiddetli Halk Düşmanlarının Kurşuna Dizilmesini Arzu Etmektedir!” (05.3.1938), “Hâinlere Ölüm!” (05.3.1938) ve “Kötülere Şefkat Yok!” (06.3.1938) gibi mahkûm edici yazılar neşredilir.[68 - Nebican Bâkiy; Katlnâme, Taşkent, 1992, s. 101.]
Kâdirî, sorgulama sırasında işkenceye maruz kalır, kaburgaları kırılır, göğsü ezilir, yüzü parçalanır. Katlnâme adlı eserin yazarı Nebican Bâkiy, tutukluluğunun ilk üç ayında Kâdirî’nin “it körmegen azabnı kör”düğünü haber vermektedir. Nihayet Kâdirî, 04 Ekim 1938 günü, Abdurrauf Fıtrat ve Süleyman Çolpan gibi Özbek millî edebiyatının çok tanınmış âbide şahsiyetleriyle birlikte kurşuna dizilmek suretiyle idam edilir. Hakkında hazırlanan dava dosyası, ertesi gün mahkeme heyeti tarafından on beş dakikada (saat 12.45-13.00 arası) incelenir ve Millî İttihad, Millî İstiklâl ve Turan cemiyetlerine üye olmak, bu cemiyetlerin faaliyetlerine iştirak etmek, İngiliz casusluk teşkilâtıyla ilişkisi bulunmak, “gizli bir dinî mezheb”in mensubu olmak, Özbekistan’da faaliyet gösteren Troçki taraftarlarıyla işbirliği yapan karşı-inkılâpçı ve milliyetçi teşkilâta girmek, Sovyet hükûmetine ve Komünist Partisine karşı mücadele etmek, hükûmet ve parti aleyhine gazete ve dergilerde şiddetli yazılar yazmak, milliyetçilerle ilişkisi bulunmak, etrafına karşı-inkılâpçı unsurları toplamak, toplantılarda devamlı surette milliyetçi konuşmalar yapmak, sınıf, mücadelesine karşı çıkanlar aleyhinde olmak üzere okuyucularında hiçbir öfke ve gazap hissi uyandırmamak, dine karşı yürütülen propaganda faaliyetlerine katılmamak, bilâkis dindar olanları yüceltmek, eserlerinde tasvir ettiği komünistleri kasıtlı olarak fazilet sahibi komünistler arasından seçmemek, yine eserlerinde Leninci, Stalinci Komünist Partisi temsilcilerini değil, sıradan insanları anlatmak, Rus milletini hedef gösteren eserler yazmak, Sovyetler Birliği’ni sömürgeci devlet olarak değerlendirmek, Türkistan’ın Rusya’nın bir sömürgesi hâline getirildiğini söylemek ve başka devletlerle ilişkisi bulunmak suçlarından dolayı idama mahkûm edilir.[69 - Age., s. 76, 85-89,115.]
Kâdirî, tutuklandıktan sonra mektupları, fotoğrafları, kütüphanesi ve aleyhinde delil olarak kullanılabilecek bütün eşyası ve evi müsadere edilir. Askerî savcının açıklamasına göre Mukîmî, Furkat, İbn Sina, Feridüddin Attar, Ali Şîr Nevâyî, Nizamî, Bîdil ve Abdurrahman Câmî’ye ait yazma eserlerin de bulunduğu bütün kütüphanesi 05 Nisan 1947 tarihinde yakılarak imha edilir. Taşkent Tıp Fakültesinde okumakta olan oğlu Habibullah Kâdirî, “halk düşmanı”nın oğlu olmak suçundan dolayı önce hapsedilir, daha sonra sürgüne gönderilir. Müsadere edilen evi ise domuz ahırına çevrilir.[70 - Narmatov; age., s. 57.] Eserlerini okumak ve elde bulundurmak, yazar hakkında müspet beyanda bulunmak, şiddetle yasaklanır. Bu yasağa uymayanlar, tıpkı Kâdirî gibi cezalandırılırlar. Bu takip ve tehditler yirmi yıl boyunca devam eder. Nihayet Stalin’in ölümünden sonra Kâdirî’nin de totaliter rejimin bir kurbanı olarak suçsuz yere idam edildiği açıklanır, itibarı iade edilir, 1958 yılından sonra da eserlerinin tekrar basılmasına izin verilir. Özbekistan’ın 1991 yılında bağımsızlığını ilân etmesinden sonra Ali Şîr Nevâyî devlet ödülüne ve istiklâl nişanına lâyık görülmüş; hatırasına hürmeten edebiyat, sanat ve mimarî dallarında onun adına devlet ödülleri ihdas edilmiştir.
* *
*
Abdullah Kâdirî’ye Özbek edebiyatında yazar olarak en geniş şöhreti kazandıran eseri, hiç şüphesiz Ötken Künler (Geçmiş Günler) adlı romanı olmuştur. Özbek okuyucusunu roman türüyle tanıştırmak düşüncesi, Ötken Künler’in yazılma sebeplerinden biridir. Bu sebeple romanı bir mübtedî eseri olarak değerlendirmek de mümkündür. Tarih ve coğrafyayı ilgilendiren açıklamalarda bulunulması, 19. yüzyılda kullanılan bazı kelimelerin yeni dildeki karşılıklarının verilmesi, birçok yerde yazarın romana müdahale ederek düşüncelerini kendi ağzından söylemesi ve hatta zaman zaman doğrudan okuyucuya hitap etmesi bakımından Ötken Künler romanı, bizim edebiyatımızda Ahmet Mithat Efendi’nin eserlerini hatırlatır.
Romanda, edebî eserin ifade kudretinden yararlanılarak 19. yüzyıl ortalarında (1845-1850), Hokand hanlık merkezinde ve hanlığa bağlı Taşkent ve Mergilan şehirlerinde meydana gelen bir kısım olaylar hikâye edilir. Yazar, eserin başına ilâve ettiği “Yazguçıdan” başlıklı kısa yazısında, romanın konusunu “yakın geçmişten, tarihimizin en kirli ve en karanlık günleri olan son han (Hudâyâr Han) döneminden seçtim” (Ötken Künler, Taşkent-1994, (s. 6) demektedir.
Taşkentli Atabek ile Mergilanlı Kümüş’ün aşkları, Ötken Künler romanının mihverini teşkil eder. Eser, bu yönüyle güzel bir aşk hikâyesidir. Ancak bu aşk hikâyesi, taht kavgaları ve kabile savaşları yüzünden Türkistan’ın siyasî istikrarsızlık, yoksulluk ve cehalet batağında can çekiştiği bir dönemde cereyan eder. Yazar, Atabek ile Kümüş’ün hikâyesini, Türkistan’da yaşanan siyasî, iktisadî, sosyal ve kültürel hayatı gözler önüne sermek ve bunlardan ibret alacak olan okuyucusunda millî şuuru uyandırmak için romanı sırtlayan bir vasıta olarak kullanır.
Roman, 1917 yılında, Ekim ihtilâlinin hemen ardından kurulan Türkistan Muhtariyeti’nin Bolşevikler tarafından kanlı bir şekilde yıkılmasından sonra yazılır. Romanda anlatılan olaylar ise, Türkistan’ın Ruslar tarafından işgaline zemin hazırlamış ve işgalin hemen arefesinde cereyan etmiştir. Nitekim romanın kahramanı olan Atabek de 1858 yılında Almata civarında, Ruslara karşı savaşırken şehit düşer. Rusları Türkistan üzerine celbeden en önemli sebep, kabileler arasındaki bitmek bilmeyen savaşlardır; yani millî şuur eksikliğidir. Romanın yazıldığı yıllarda Türkistan, yeni bir işgale, Bolşevik Rus işgaline uğramıştır. İlk işgal sırasındaki kabilecilik ruhu hâlâ devam etmektedir. Türkistan Muhtariyeti’nin Ruslar tarafından yıkılmasından sonra başlayan ve tamamen millî istiklâl karakteri gösteren Basmacılık hareketi sırasında Türkistan’da müşahede edilen dağınıklık, bunun en önemli göstergesidir. Yazar, seksen yıl öncesine işaret ederek ibret alınmasını ister. Millî birlik ve istiklâl düşüncesi, Ötken Künler romanına kuvvetli bir heyecan kazandırmaktadır.
Romanın merkez şahsiyeti olan Atabek, birinci bölümde, bir Rus şehri olan Şamay (Semipalatinski)’ı görmeden önce, diğer ülkelerin de Türkistan gibi idare edildiğini ve diğer ülkelerde de Türkistan’daki gibi her türlü kargaşanın hâkim olduğu bir hayatın yaşandığına inanır. Ancak Atabek, Şamay’daki siyasî, iktisadî ve sosyal gelişmeleri görünce son derecede etkilenir, zihni karışır. Rus idaresi karşısında Türkistan’daki idarenin ancak bir oyun sayılabileceğini düşünmeye başlar. Bu idarenin aynı düzensizlikle devam etmesi hâlinde, işin sonunun nereye varacağını tahmin bile edemez; Türkistan’da yaşanan facianın âkıbeti hakkında “aklım âciz kaldı” der. Yazar, Atabek’in ağzından mevcut idarî karmaşanın mutlak bir feci âkıbete yol açacağını söyler.
Gördüklerinden fevkalâde etkilenen Atabek, tatlı bir hayâle kapılır: “Kanadım olsa da vatanıma uçsam, han sarayına gitsem ve Rus’un hükûmet tarzını, kanunlarını birer birer arz etsem; han da arzımı dinlese ve ülkenin her tarafına fermanlar göndererek Rus’un hükûmet tarzının derhâl tatbik edilmesini emretse ve ben de kendi yurdumun bir ay içinde Rus’un vatanıyla aynı seviyeye geldiğini görsem… Ancak ülkeme dönünce gördüm ki Şamay’da düşündüklerim, imrendiklerim tatlı birer hayâlmiş. Burada derdimi anlatacak kimse bulamadım.” Bunun üzerine derin bir ümitsizliğe kapılan Atabek, gördükleri karşısında ülkesini baştan başa bir mezarlığa benzetir ve “Doğrusu şu ki, mezarlıkta ‘hayyâlelfelâh’ hitabını kimse işitemez.” der. (s. 17-18) Atabek’e göre Ruslar’ın terakkî etmesinin tek sebebi vardır: Birlik olmak. Türkistan’ın günden güne gerilemesinin sebebi ise, kabile kavgalarıdır: “Bugünkü Karaçapan (şehirli Özbekler) – Kıpçak (bozkırda yaşayan Kırgızlar) kavgalarını size bir örnek olarak göstermek istiyorum: Düşünün hele, bu kavgalardan biz ne fayda gördük; Kıpçak kardeşlerimiz ne menfaat elde etmekteler? Bu durumdan faydalananlar, sadece iki halk arasına nifak tohumlarını serpen bazı yöneticilerdir.” (s. 19)
Abdullah Kâdirî, Özbeklerle Kıpçaklar arasındaki kavgalardan, eserinin birçok yerinde sık sık söz etmektedir. Romanın birinci bölümünün 15. kısmında, Taşkent surları önünde öldürülen Kıpçakların kellelerinden bir “dehşet tepesi” teşekkül ettiğini, bir ibret tablosu hâlinde şöyle anlatır:
“Üç-tört yüz insan başıdan turguzılgan bir tepe!
Karıçka keledirgen uzun sakallar, başdagı hûn-âlûd siyrek saçlar, bozargan yüzler, kanga belenib, yarım açık hâlde karaçık ornını bir aklık baskan közler dünyage ve şu hayatka lâ’net okugandek karaydırlar. Aynıksa bir baş, ehtimâl ki heli yigirme yılnı hem ötmegendir, murti hem çıkmagan. Hûn-âlûd kuyuk kaşları astıdagı yarım açık közleri kimnidir izlegendek karaydır… Yarım açık irinleri içidegi ak tişleri bilen tilini garçça tişlegen-de, göyâ şu turmışda, şu beser halk içide tuğılganı üçün ‘etteng’ okuydır.
Bu başlar uyumı üstide turgan korgan begisi yanıdagı yigitke başlar arasıdan birini körsetib, öz tanışlarıdan bir bekning başı bolganlıgını sözleydir.” (s. 80)
Yazar, eserinde devamlı olarak Özbeklerle Kıpçakların, yani Kırgızların birlik hâlinde olmaları gerektiği mesajını vermektedir.
Ötken Künler romanı, yayımlandığı tarihten itibaren büyük bir ilgi görmüş, Türkistan’ın bir asır önceki hayatından tarih karşısında objektif davranarak bahsettiği için âdeta bir başucu kitabı hâline gelmiştir. Roman, 1958 yılında tekrar basılırken muhtevası bozulacak şekilde kısaltılmış, daha doğru bir ifadeyle söylemek gerekirse, tahrip edilmiştir. Yazarın millî birlikten ve Türkistan’ın Ruslar tarafından işgalinden söz ettiği cümle ve paragraflar, hatta bazen millî kimliği tayin eden kelimeler, bu yeni baskıda değiştirilmiş veya tamamen çıkarılmıştır. Bu sebeple eserin orijinali ile bu yeni baskısı arasında çok önemli farklılıklar bulunmaktadır. Bu farklılıklar, sayfalar dolusu bir hacme ulaştığı için burada sadece birkaçını zikretmek istiyoruz:
İlk baskıdaki “Türkmen” (s. 9) adı, “adam” (s. 7), “Kırgız” (s. 113) adı ise, “kimse” (s. 109) kelimesiyle değiştirilmiştir. Akılsız mânâsına gelen “beser” (s. 80), “zaman” (s. 77) kelimesiyle değiştirilmiştir. “Türkistan ataları” (s. 18) ibaresi ise, “bu kişiler” (s. 16) şekline çevrilmiştir.
İlk baskıdaki “Yusufbek hacı Kanaatşâ’dan bir hat aldı.” (s. 377) cümlesi, Kanaatşah adı zikredilmeksizin “Yusufbek hacı öz tanışıdan bir hat aldı. “ (s. 371 ) şeklinde yazılmış ve sayfa altındaki not da tamamen çıkarılmıştır. Bu notta verilen bilgiye göre Kanaatşah, ordu kumandanlığı ve Türkistan vilâyetinde valilik yapmış ve işgal sırasında Ruslara karşı savaşmış tarihî bir şahsiyettir. Söz konusu mektubunda Kanaatşah, Yusufbek Hacı’ya, oğlu Atabek’in “Orus” (s. 377) ile savaşırken şehit düştüğünü haber verir. Yeni baskıda ise Atabek’in “çar askerleri” (s. 371) ile çarpışırken şehit düştüğü bildirilir.
Abdullah Kâdirî, romanının sonuna da “Yazguçıdan” (s. 378) başlığını taşıyan bir paragraftık bir not ilâve etmiştir. Bu notta, roman kahramanı Atabek’in Yâdgârbek adlı oğlunun, şiddetli açlık ve sefaletin hüküm sürdüğü 1919-1920 yıllarında vefat ettiği, iki torunundan birisinin Fergana Basmacıları arasına karıştığı ve yaşayıp yaşamadığının hiç kimse tarafından bilinmediği kaydedilmiştir. Bu not, roman kahramanı Atabek’in muhayyel bir şahsiyet olmadığını ortaya koyduğu gibi, Rus işgali altında eser veren Kâdirî’nin de Ruslara karşı bir millî mücadele hareketi olduğu bugün artık herkes tarafından kabul edilen Basmacılık hareketini, en azından kalben desteklediğini de göstermektedir. Söz konusu ettiğimiz yeni baskıda, bu paragraf da tamamen çıkarılmıştır.
Aynı şekilde, roman kahramanı Atabek’in babası Yusufbek Hacı tarafından söylenen şu cümleler de yeni baskıda hiç yer almamıştır:
“Aramızda fitne çıkmasını gözleyen Rus, kapımızın önüne asker yığıyor. (…) Siz, kendi Kıpçaklarınız için mezar kazarken Rus, sizin için tabut hazırlıyor. Kıpçaklara kılıç çekecek olursak Rus, bizi top ateşine tutacaktır, “ (s. 276)
“Biz, birbirimizin kuyusunu kazmaya devam edersek, yakında Rus istibdadı kirli ayağıyla Türkistanımızı kirletecek. Bizler de gelecek nesillerimizin boynuna kendi ellerimizle Rus boyunduruğu geçirmiş olacağız. Kendi neslini, kendi elleriyle kâfire esir eden bizim gibi kör ve akılsız atalar, Hüdâ’nın lânetine elbette uğrar, oğlum! Atalarımızın mukaddes naaşlarının medfun bulunduğu Türkistanımızı bir domuz ahırına çevirmeye çalışan biz köpekler, Allah’ın kahır ve gazabıyla elbette karşılaşırız. Temür Köregân gibi dâhileri, Mirza Bâbür Şah gibi fatihleri; Fârabî, Uluğbey ve İbn Sinâ gibi âlimleri yetiştiren bir ülkeyi felâket çukuruna doğru sürükleyenler, elbette Tanrı’nın gazabını hak etmişlerdir, oğlum!” (s. 294-295)
Abdullah Kâdirî, tarih karşısında objektif davranan bir yazardır. Romanında anlattığı olayların önemli bir kısmını, babasından dinlemiş; daha sonra bunları o döneme ait tarihî eserlerden ve yine o döneme ait hatıralardan tahkik etmek suretiyle eserine dâhil etmiştir. Ayrıca olayların cereyan ettiği mekânlarda, aylarca süren incelemelerde bulunmuştur. Bu sebeple Ötken Künler romanı ile tarih arasında tam bir paralellik bulunmaktadır. Eserin Türkistan’da çok büyük alâka görmesinin asıl sebebi, herhâlde bu olmalıdır. Umarali Narmatov’un verdiği bilgiye göre eser, yayımlandığı tarihten itibaren kısa aralıklarla defalarca basılmış, hatta birçok kişi tarafından da ezberlenmiştir.[71 - U.Narmatov; “Abdulla Kâdiriy”, XX Asr Özbek Edebiyatı, Taşkent, 1997, s. 103.]
Bu alâkaya mukabil Sovyet tenkitçileri, 1920’li, 1930’lu yıllarda, siyasî ve sosyal olaylara sınıf çatışması açısından bakılmadığı ve milliyetçi ve karşı-inkılâpçı düşüncelerle kaleme alındığı için Ötken Künler romanını yazarıyla birlikte mahkûm etmişlerdir. Bu mahkûmiyet, Kâdirî’nin hayatı pahasına olmuştur. Aynı roman, 1958 yılındaki eksiltilmiş yayınından sonra, 1960’1ı yıllarda Sovyet ideolojisine hizmet eden bir eser olarak değerlendirilmiştir. Son yıllarda ise, Ötken Künler romanındaki Sovyet ideolojisine aykırı unsurları tespit ederek örnek bir ahlâk ve fazilet kitabı olduğuna dair methiyeler yazılmaktadır.[72 - Umarali Narmatov, Kâdiriy Bağı, s. l 17.]
Sonuç olarak şunu söylemek mümkündür: Ötken Künler adlı roman, Bolşevik ihtilâline birkaç yıl ümitle bağlanan ve işin vahametini farkedince de istiklâl için kalemine sarılan bir vatanseverin canhıraş feryadıdır. Türkistan’ın istiklâli ve millî birlik düşüncesi, eserin temel felsefesini oluşturmaktadır. Abdullah Kâdirî’nin öldürülmesinin sebebi de ülkesinin ve milletinin istikbâli hakkındaki bu haklı düşüncesidir.
(1998)

ABDÜLHAMİD SÜLEYMANOĞLU (ÇOLPAN)
“Yok… ölim yokdır!
Yalğız bir öçib, bir söniş bardır.
Bir öçib, sönib… yene yanış bar.
Yene baharlar,
Yene lâleler,
Yene siz ey… erkin tilekler!..”
    (Çolpan, Baharnı Sağındım)
Türkistan Özbek şairi Abdülhamid Süleymanoğlu (ÇOLPAN), 1898’de Fergana vadisindeki Andican şehrinde doğdu. Onun doğduğu ve yaşadığı yıllar, bugünkü Özbekistan, Kazakistan, Kırgızistan, Türkmenistan ve Tacikistan’ı içine alan bütün Batı Türkistan’ın Rusya tarafından işgal altında tutulduğu döneme tesadüf etmektedir. Çarlık Rusyası 1850’li yıllardan itibaren Batı Türkistan’ı Hokand, Buhara ve Hive Türk hanlıklarını yıkarak işgal etmiş ve bir taraftan da bölgenin Müslüman Türk ahalisine çok ağır acılar çektiren baskı ve sömürge politikalarını şiddetli bir şekilde uygulamaya başlamıştır. Böylece Türkistan, Rusya’nın hem kendi mallarını sattığı uçsuz bucaksız bir pazar, hem de pamuk, yağ, tahıl, et başta olmak üzere her türlü gıda ve hammadde ihtiyacını temin ettiği bir sömürge hâline gelmiştir. Bu ekonomik sömürünün yanı sıra Müslüman Türk nüfusunun millî ve dinî değerleri ayaklar altına alınmış, halk inancından dolayı ağır hakaretlere uğramış, Andican’da Ruslarla karşılaşınca secde etmeye mecbur edilmiştir. Uygulanan eğitim politikası ve gazete yayınlarıyla Ruslara sempati ile yaklaşan ve Rusların hayat tarzını benimseyen yeni bir nesil yetiştirilmek istenmiş, böylece Türkistan Türkleri “Hıristiyanlaştırılarak Ruslaştırılma”ya çalışılmıştır. Devamlı surette Türkistan Türk tarihinin barbarlıktan ibaret olduğu, Türklerin dünya kültür ve medeniyetine hiçbir katkıda bulunmadıkları propaganda edilmiştir.
Rusya’nın Türk yurtlarındaki bu uygulamaları, 1917 Bolşevik Ekim devriminden sonra Sovyet döneminde de eskisinden daha şiddetli bir şekilde devam etmiştir. Türkistan Türkleri, Sovyet döneminde ise “Komünistleştirilerek Ruslaştırılmak” istenmiştir. Hiç şüphesiz bu uygulamalar, bugün Kazak, Kırgız, Türkmen, Özbek, Karakalpak, Uygur, Nogay, Tatar, Başkurt dediğimiz Türkistan Türkleri arasında Rusya’ya karşı haklı tepkilere sebep olmuştur. Bağımsızlığını kaybeden, ekonomik olarak sefalete mahkûm edilen ve aynı zamanda millî ve dinî inanç ve değerleri aşağılanan Türkistan Türkleri, sadece 1870-1917 yılları arasında, bu uygulama ve sömürgecilik politikalarına karşı üç yüzden fazla isyan hareketi başlatmıştır. Bütün bu isyan hareketleri, “Dükçi İşan” isyanı gibi kanlı bir şekilde bastırılmış, milyonlarca Müslüman Türkistan Türkü, bu isyan hareketleri sırasında hayatını kaybetmiştir. Sadece 1916 yılında meydana gelen isyan sırasında hayatını kaybeden insan sayısının bir milyondan fazla olduğu bilinmektedir. Aynı şekilde 1918 yılında başlayan ve 1932 yılına kadar aralıklarla devam eden ve kısa bir süre Türkiye’den giden Enver Paşa’nın da liderlik ettiği “Korbaşı İstiklâl Hareketi” (Basmacılık Hareketi) sırasında yüzlerce köy, kasaba ve şehir ateşe verilmiş, iki milyondan fazla insan hayatını kaybetmiş, bütün Türkistan cehenneme çevrilmiştir. Çolpan, 1921 yılında yazdığı “Yangın” şiirinde Türkistan’ın bu hâlini şu mısralarda dile getiriyor:
“Şunday kette bir ölkede yanmagen,
Yıkılmagen, talanmagen üy yokmı?
Bir köz yokmı kanlı yaşı tammagen,
Bütün köŋil ümidsizmi, sınıkmı?”
Aynı yıllarda Türkiye’de de istiklâl mücadelesi verildiğini, yani Doğu Türklüğü ile Batı Türklüğünün aynı zaman dilimi içinde aynı kaderi paylaştığını da göz önünde bulundurmak lâzımdır.
Böyle bir dünyaya gözlerini açan ve kurşuna dizildiği 1938 yılına kadar ülkesi Türkistan’ın istiklâl ve hürriyeti için mücadele eden ve bütün eserlerinde istiklâl ve hürriyet fikrini terennüm eden şair Çolpan’ın babası, kumaş ticareti yapan ve çevresinde aydın bir şahsiyet olarak tanınan Süleymankul Molla Muhammed Yunusoğlu’dur. Medrese eğitimi görmüş, mürettep divan sahibi babasının da sanat ve edebiyatla ilgilenmesi ve evinde şair ve yazarları misafir etmesi gibi hususlar, Çolpan’ın da şair olarak yetişmesinde birinci derecede etkili olmuştur.
Süleymankul, oğlunun, bütün Türk dünyası ile beraber Türkistan’da da gittikçe güçlenen Ceditçilik hareketinin tesiriyle çok iyi bir eğitim görmesini ister. Çolpan, önce Andican ve Taşkent medreselerinde eğitim görür. Bu medreselerde Fuzûlî, Nevâyi, Mevlânâ, Sa’dî, Hâfız, Ömer Hayyam gibi Türk ve Fars klasik şairlerinin eserlerini okur. Aynı zamanda Andican’daki Rus okuluna da devam eder. Burada çok iyi derecede Rusça ve İngilizce öğrenir. Çok iyi bir medrese eğitimi almış olan Çolpan, böylece genç yaşta Doğu ve Batı kültürlerini kendi asıl kaynaklarından öğrenir. Çolpan, yine bu dönemde hiç Türkiye’ye gelmemesine rağmen Türkiye Türkçesini de öğrenir, Namık Kemal ve Tevfik Fikret gibi yenileşme devri Türk şair yazarlarının eserlerini okumaya ve Servet-i Fünûn gibi sanat ve edebiyat dergilerini takip etmeye başlar. Bu arada kendisi de “Aşk” adlı şiiri gibi bazı eserlerini Türkiye Türkçesi ile yazar.
İsmail Gaspıralı’nın Türkistan’da hızla yayılan Ceditçi fikirleri, Müftü Mamudhoca Behbûdî, Münevver Kaarî, Abdullah Avlânî, Abdurrauf Fıtrat, Hamza Hekimzade Niyazi, Abdullah Kâdirî gibi yenilikçi şair ve yazarlar gibi Çolpan’ı da etkiler. Bu şair ve yazarlar şiir, roman, tiyatro eserlerinde ve gazetelerdeki yazılarında, Rusya’nın işgali altındaki Türkistan’ın istiklâline kavuşması, kendi kaderine kendisinin hükmetmesi, cehalet ve sömürülmekten kurtarılması, ekonomik kaynaklarını kendisinin kullanabilmesi ve zenginleşmesi, millî ve dinî değerlere sahip çıkılması, Cedit mektepleri gibi yeni açılan okullarda çağın gerektirdiği yeni bilgilerin öğretilmesi, millî tarih ve millî dile sahip çıkılması, Türkiye ve diğer Türk yurtlarıyla ilişkilerin geliştirilmesi gibi bugün de önemini koruyan konuları işlerler.
Çolpan, 1917-1918 yıllarında Orenburg’da Başkurdistan Millî Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Zeki Velidî Togan’ın sekreteri olarak çalışır. Aynı dönemde toplanan istiklâl kurultayına katılır. Bütün Türkistan temsilcilerinin katıldığı bu kurultay, 27 Kasım 1917 günü Türkistan Cumhuriyeti’nin kurulduğunu ilân etmiş, ancak bu cumhuriyet üç ay sonra, 1918 yılı Şubat ayında başkent Hokand şehrinin kızılordu tarafından top ateşine tutularak on binden fazla insanın bir gecede öldürülmesi suretiyle yıkılmıştır. Bunun üzerine bütün Türkistan’da “Korbaşı Hareketi” adı verilen ve bütün Türkistan’a yayılan büyük isyan hareketi başlamıştır. 1932 yılına kadar süren ve Enver Paşa ile beraber birçok Osmanlı subayının da içinde yer aldıkları bu isyan sırasında Türkistan âdeta yerle bir edilmiş, yıkılmadık köy ve şehir kalmamıştır. Çolpan, bu isyan sırasında yaralananların tedavi edildiği Kızılay sahra hasta-hanelerinde gönüllü olarak çalışmıştır.
Çolpan, bu istiklâl ve hürriyet mücadelesinin devam ettiği 1920-1922 yıllarında Türkistan’ın yakılıp yıkılmasından duyduğu üzüntüyü, istiklâl ve hürriyet fikirlerini “Gözel Türkistan”, “Köŋil”, “Yangın”, “Buzılgen Ölkege”, “Men ve Başkalar”, “Emelniŋ Ölimi”,“Küz”, “Kozğalış” gibi yeni Türkistan şiirinin en lirik eserleri olarak kabul edilen şiirlerinde terennüm etmiştir. Onun bu yıllarda yazdığı şiirleri, Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra edebiyat ders kitaplarına alınmış, yeni yetişen Özbek gençleri için millî heyecan ve şuur kaynağı olmuştur.
Çolpan, eserlerinde, Türkistan’la beraber diğer Türk yurtlarının meselelerine de yer vermiş, bilhassa şiirlerinde, Türk dünyasının 1920’li yılların başlarında içinde bulunduğu vahim durum ve bu arada Türkiye’deki Millî Mücadele/İstiklâl Harbi ile ilgili duygu ve düşüncelerini “Tufan” şiirinde olduğu gibi heyecanla terennüm etmiştir. Aynı şekilde Talat Paşa’nın Berlin’de, Cemal Paşa’nın Tiflis’te, Enver Paşa’nın da bugün Tacikistan sınırları içinde yer alan Belcivan’da Ermeniler tarafından şehit edilmesinden duyduğu üzüntüyü de “Belcivan” adlı şiirinde ifade etmiştir.
1913 yılından itibaren yazdığı şiirlerinde “Mirzakalender”, “Andicanlik” ve “Çolpan”(Tan Yıldızı) imzalarını kullanan şair, millî “Korbaşı Hareketi”nin kızılordu tarafından kontrol altına alınıp ve nihayet tamamen tasfiye edildiği yıllarda, kendini tamamen sanat faaliyetlerine vermiştir. Önce gazete ve dergilerde, sonra kitap hâlinde yayımlanan şiirlerini “Uyganış”(1922), “Bulaklar”(1924) ve “Tan Sırları”(1926) adlı eserlerinde toplamıştır.
Çolpan, Türkistan Özbek şiirine yepyeni, tabiî ve lirik bir duyuş tarzı getiren bu eserleriyle, 20. yüzyılda eser veren Sovyet şairleri de dâhil olmak üzere bütün Özbek şair ve yazarlarını etkilemiştir. Onun bu etkisi, günümüz Özbek edebiyatında eserler veren genç şairler üzerinde hâlâ tesirini devam ettirmektedir. Çolpan’ın millî sembolizmin örnekleri olarak kabul edilen eserleri, aynı zamanda dönemin sosyalist proleter edebiyat taraftarları ile Marksist eleştirmenlerin de şiddetli tepkisini çeker. Gazete ve dergilerde aleyhinde şiddetli tenkit yazıları yayımlanır. Bu eserlerinden dolayı Çolpan, “millî burjuvaziye hizmet etmek, milletçilik(milliyetçilik) yapmak, Sovyet sistemine ve millî ve dinî değerleri inkâr eden sovyet ideolojisine itibar etmemek”le suçlanır.
Bilhassa 1927 yılından itibaren hakkındaki suçlamalar artar. Devamlı gözaltında bulundurulur, birkaç defa kısa süreli olmak üzere hapsedilir, böylece kendisine gözdağı verilmek istenir. Şiir yazması yasaklanır. Kendisine hiçbir yerde iş verilmez, âdeta açlığa mahkûm edilir. Kısa sürelerle liselerde edebiyat öğretmeni olarak çalışır. Tercüme faaliyetlerinden kazandığı para ile hayatını sürdürmeye çalışır. Bu dönemde Shakespeare’in “Hamlet”ini, meşhur Rus şairi Puşkin’in “Dubrovski” adlı manzumesi ile “Boris Godunov” adlı tiyatro eserini, Maksim Gorki’nin “Ana” adlı romanını Özbek Türkçesine tercüme eder. Yine bu sıkıntılı dönemde, duygu ve hayallerinden çok etkilendiği büyük Hint şairi Rabindranat Tagor’u da ilk defa Tükistan’da tanıtır.
Çolpan, 1930’lu yıllarda birçok defa sorguya çekilir. 1932 yılında Rus Sovyet yazarı Maksim Gorki’nin başkanlığında toplanan I. Sovyetler Birliği Yazarlar Kurultayında ilân edilen karar gereği sovyet ideolojisine ve Komünist Partisine hizmet etmeyen hiçbir eser, edebiyat eseri sayılmaz ve yayımlanmaz. Bu tür eserlerin sahibi olan şair ve yazarlar da “halk düşmanı” (vatan haini) ilân edilirler. Gazete ve dergilerde, bu sanatkârları aşağılamak ve halkın gözünden düşürmek maksadıyla kampanya başlatılır. Tutuklamalar başlar. Çolpan da 1934’de açık bir şekilde Özbek milliyetçiliği yapmak ve Özbek halkının sovyetleştirilmesine engel olmak suçundan dolayı tutuklanır. Bir süre sonra serbest bırakılır. Tüm baskı ve tehditlere rağmen fikirlerinden taviz vermez, haysiyet sahibi bir şair olduğunu gösterir. Nihayet 13 Haziran 1937 tarihinde “Millî İttihad” adında, Sovyet inkılâbına karşı gizli bir teşkilâtın üyesi olmak suçundan dolayı yeniden tutuklanır. On altı ay devam eden tutukluluğu sırasında, sovyet ideolojisini benimsemedikleri için tutuklanan Abdurrauf Fıtrat, Abdullah Kâdirî, Atacan Hâşim, Gazi Âlim Yunusoğlu gibi millî şair ve yazarlarla birlikte çok ağır hakaret ve işkencelere maruz kalır.
Sorgulamalar sırasında, Millî İttihad teşkilâtına üye olmak ve sovyet rejimi aleyhinde faaliyetlerde bulunmak, Türkistan’ın istiklâli için savaşmak, Korbaşı/Basmacı millî istiklâl hareketini desteklemek, Sovyet hükûmetini aldatmak, Türkperestlik (Türkçülük) teşkilâtının liderleri kabul edilen Feyzullah Hocayev ve Turar Rıskulov’un çevresinde faaliyetlerde bulunmak, şiirlerinde Sovyet ihtilâline karşı milliyetçiliği methederek göklere çıkarmak, sovyet rejimini yıkmak üzere dış güçlerle işbirliği yapmak ve gençlere milliyetçilik ruhu aşılamakla suçlanır.
Ve nihayet tam yetmiş beş yıl önce, 1938 yılı Ekim ayının 4’ünü 5’ine bağlayan gece, Taşkent hapishanesinin avlu kapısından çıkan kapalı kamyonlar, toprak yolun geceden daha karanlık toz bulutu içinde şehrin kuzey-doğusuna doğru homurdanarak yol alırlar. Kimleri, nereye, niçin götürdükleri bilinmeyen bu kamyonlar, saatlerce yol aldıktan sonra, nihayet köpek ulumaları arasında bir köyün çıkışından kıvrılarak bir tepeye tırmanır. Burası harman yeri gibi düzlük bir yerdir. Vakitse, gece yarısını çoktan geçmiştir. Halka hâlinde sıralanan kamyonların ışıkları ortadaki meydanı gündüz gibi aydınlatmaktadır. Ardından, kaç kişi oldukları bugün bile meçhul olan paçavralar içindeki, dayak ve işkenceden çökmüş, ölmekten beter hâle getirilmiş bir bölük talihsiz adam kamyonlardan indirilir.
Kamyonların ışığı altında hakaretlerle meydanın ortasına sürüklenen bu talihsiz insanlara ellerine tutuşturulan kazma-küreklerle birer çukur açmaları emredilir. Tutuklandıkları tarihten iki yıl sonra ilk defa zindan dışına çıkarılan bu insanlar, vatanları Türkistan’ın “musaffâ, begubâr” serin havasını teneffüs ederek kendilerine verilen emri yerine getirirler. Peki, ya sonra? Sonra hepsi birden açtıkları çukurların başında diz çöktürülür. Ve ardından hepsinin ensesine birer kızıl kurşun sıkılır. Gecenin ağarmaya yüz tuttuğu sırada gözlerdeki “çolpan” parıltıları söner ve iki yıldan beri Taşkent zindanlarında, Özbeklerin ifadesiyle “it körmegen azablarnı çekgen”, yorgun, bitkin, ölmeden öldürülmüş, çürütülmüş olan bedenler birer birer vatan toprağına karışır. Ve aynı gün öğle saatlerinde toplanan âdil(!) sovyet mahkemesi, geceden beri çoktan soğumuş olan bu bedenleri idama mahkûm eder.
Kızıl kurşunların katlettiği bu talihsizler, Türk oldukları için, ısrarla Türk olduklarını söyledikleri için, Türk milletini sevdikleri için, Türkçe duyup, Türkçe konuşup, Türkçe düşünüp, Türkçe yazıp Türklük bilimine hizmet ettikleri için, Türkistan’ın Türk yurdu olduğunu söyledikleri için, Uluğbey’in, Nevâyi’nin torunları oldukları için, hür ve müstakil bir Türkistan’ı hayal ettikleri için, Allahsızlaşmayı, ahlâksızlaşmayı, ruslaşmayı, sovyetleşmeyi, sömürülmeyi, Lenin’in peygamber, Stalin’in dâhi olduklarını kabule yanaşmadıkları için “halk düşmanı” ve “vatan haini” ilân edilerek kurşuna dizilen Türkistan ziyalılarıdır.
Türkistan’ın ruhu ve sızlayan vicdanı olan bu talihsizler, şair, yazar, gazeteci, edebiyat tarihçisi, dil profesörü, fikir ve devlet adamı Abdurrauf Fıtrat, şair ve yazar Abdülhamid Süleyman Çolpan, Aybek, Âdil Yakuboğlu ve Cengiz Aytmatov’un üstat olarak hürmetle yâd ettikleri roman ve hikâyeci Abdullah Kâdirî, dil profesörü Gazi Âlim Yunusoğlu, edebiyat tarihçisi Atacan Hâşim ve daha kim bilir kimler!..
Bu feci hadiseden önce, tutuklama sırasında Çolpan ve diğer bütün tutuklananların ev ve eşyaları müsadere edilmiş, eğitim çağındaki çocukları “halk düşmanı”nın evlâdı olmak suçundan dolayı okudukları okullarından atılmış, kurşuna dizildikten sonra aileleri Türkistan dışına sürgün edilmiş, tutukluların ise hapse mahkûm edilerek Sibirya’daki çalışma kamplarına gönderildikleri söylenmiş ve ailelerine hiçbir zaman idam edildiklerine dair bir bilgi verilmemiştir. Aileleri, 1960’lı yılların ortalarına kadar hep onların Sibirya kamplarından dönüşünü beklemiştir. Bundan başka bu şair ve yazarların bütün eser ve fotoğraflarına da tutuklandıkları sırada el konulmuş, kütüphanelerdeki kitapları toplatılmış, hatta aleyhinde konuşmak maksadıyla bile olsa isimlerini telâffuz etmek yasaklanmış, isimleri antoloji ve edebiyat kitaplarından çıkarılmış, âdeta hiç yaşamamış sayılmışlardır. Bu müsadere ve imha sırasında Çolpan’ın son yıllarda yazıp yayımlayamadığı şiirleri ve “Keçe ve Kündüz” adlı romanının “Kündüz” kısmı da imha edilmiştir. Nitekim 1937’den sonra hazırlanan edebiyat tarihlerinde, bu yazar ve şairler hakkında hiçbir bilgiye yer verilmemiştir.
Stalin’in 1953 yılında ölümünden sonra Sovyetler Birliği’nde kısmî serbestlik dönemi başlamış, buna bağlı olarak 1957 yılında, Çolpan’la birlikte tasfiye edilen bu millî aydınların masum oldukları devlet tarafından kabul edilmiş, itibarları iade edilmiş, eserleri üzerindeki yasak kararı da kaldırılmıştır. Buna rağmen Sovyetler Birliği’nin dağılmaya başladığı 1980’li yıllara kadar söz konusu eserlerin yeniden yayımlanması ve üzerinde araştırma yapılması hakkındaki yasak otuz yıl daha devam etmiştir.
Özbekistan bağımsız olduktan sonra, 1991 yılında, Çolpan’ın bulunabilen şiirleri, yarısı kurtulabilen “Keçe ve Kündüz” adlı romanı ve tiyatro eserleri, “Yene Aldım Sazımnı”(Yine Aldım Sazımı) adıyla yeniden yayımlanabilmiş; Çolpan, Alişîr Nevâyi Özbekistan Devlet Ödülü ve “Müstakillik” madalyasına lâyık görülmüştür. Yine bağımsızlık döneminde “İstiklâl Kahramanları” ve “İstiklâl Fedaileri” ilân edilen Çolpan ve onunla beraber tasfiye edilen millî aydınların eserleri edebiyat ders kitaplarına dâhil edilmiş, edebiyat tarihlerinde ve diğer bütün eserlerde bunlar ve eserleri hakkında araştırma ve değerlendirmelere yer verilmiştir. Bu arada, Çolpan’ın bağımsızlık ve vatan sevgisini terennüm ettiği “Gözel Türkistan”, “Kişen”, “Kozğalış” gibi şiirleri bestelenerek geniş halk kitleleri tarafından millî marş gibi heyecanla okunmuştur. Bugün Özbekistan’da birçok sokak, cadde, mahalle, kütüphane ve okul Çolpan’ın adını taşımaktadır.
(2016)

Bir Şairin Hazin Hikâyesi:
ÖZBEK ŞAİR OSMAN NÂSIR’IN HAYATI

Osman Nâsır, sovyet imparatorluğunun kurşuna dizerek, zindanlarda ve Sibirya’daki çalışma kamplarında çürüterek mahvettiği sayısı meçhûl Türkistanlıdan sadece birisidir. Eski rejimin “halk düşmanı” sayarak ölümle cezalandırdığı bu insanlar, son on beş-yirmi yıldan beri, Özbekistan’da olduğu gibi bütün Türk yurtlarında “istiklâl fidâiyleri”, “istiklâl kahramanları” olarak tebcil edilmektedirler. Bugün, millî şuuru temsil ettikleri için hayat hakları gaspedilen ve hemen hepsi toplumlarının aydın sınıfını oluşturan bu talihsiz insanların feci âkıbetleri hakkında eserler neşredilmektedir. Böylece Türk toplulukları, çok uzun bir ayrılıktan sonra nihayet kendi öz evlâtlarıyla kucaklaşabilmekte, onların adına istiklâl panteonları inşa ederek Rus olmadıklarını, ruslaşmadıklarını ve asla ruslaşmayacaklarını haykırmaktadır. Aleksandr Soljenitsin, Gulag Takım Adaları’nda, sadece Ruslar için gözyaşı dökmüştü; Türk toplulukları da şimdi kendi evlâtlarının yasını tutmaktadır.
Bu yazıda, Özbek şair Osman Nâsır’ın sadece hayat hikâyesi tespit edilecektir. Şairin KGB arşivinde bulunan dosyası, Özbek araştırmacı Prof. Dr. Naim Kerimov tarafından Sovyet imparatorluğunun dağılmasından hemen sonra, 1994 yılında bir ibret belgesi olarak yayımlanmıştır. Söz konusu dosya, bu yazının da esasını oluşturmaktadır. Şiir, destan ve tiyatro türlerinde yazdığı telif eserleri ve Rus edebiyatından yaptığı tercümeleriyle genç yaşında çok geniş bir şöhretin sahibi olan şairden bugüne kadar Türkiye’de hiç bahsedilmemiş olması önemli bir eksikliktir. Özbek şiirinin yaşayan temsilcilerinden Abdullah Âripov, samimi bir imanla bağlanıp hizmet ettiği sovyet rejimi tarafından gencecik yaşında susturulan Özbek Türkçesinin bu yeni ve güçlü sesini, “ulu şiir sanatının gözlerinden süzülen şebnem, kahkahaya dönüşemeden dudaklarımızda ebediyyen donup kalan yarı tebessüm” olarak tarif etmektedir. Şair Osman Nâsır’ın hikâyesi, henüz tanımaya başladığımız sovyet rejiminin karanlık yüzünü biraz aydınlatması bakımından da önemlidir.

Ailesi, çocukluğu ve öğrenim hayatı
Özbek sovyet edebiyatının ikinci nesil şairlerinden olan Osman Nâsır’ın bugünkü Özbekistan’ın Fergana vadisindeki şehirlerinden Namangen’de, Çukurköçe mahallesinde 1912 yılında doğduğu tahmin edilmektedir. Şairden bahseden kaynaklar, fakir bir çiftçi olan babası Memethoca’nın, Osman Nâsır henüz dört yaşlarındayken 1916 yılında vefat ettiğini haber vermektedir. Annesi, babasının vefatından kısa bir süre sonra, çırçır fabrikasında işçi olarak çalışan Nâsırhoca Mâsadıkov ile evlenir. Osman Nâsır, yedi-sekiz yaşlarından itibaren halk koşuklarını, efsane ve masalları öğrenir, Özbek şairlerinin şiirlerini okur, annesinden halk hikâyeleri dinler. Aile, 1921 yılında Hokand’a taşınır.
Osman Nâsır 1921 yılında, Polatcan Kayumov’un 1918 yılında açtığı Yeŋi Hayat mektebine kaydolur ve çok kısa süre içerisinde de okuyup yazmaya başlar, sınıfının önde gelen öğrencilerinden biri olur. Sol eliyle yazdığı için öğrenciler de, öğretmenler de ona “Çapakay” adını takarlar. Ancak ailedeki huzursuzluk, Osman Nâsır’ın mektebe düzenli bir şekilde devam etmesine imkân vermez. Üvey babasının razı olmaması üzerine bu mektebin dördüncü sınıfından ayrılır. Artık hemen her gün evde hakaret işitmekte, dayak yemektedir. Sonunda evden kovulunca, bir süre sağda solda sığıntı olarak yaşamak zorunda kalır.
Osman Nâsır, daha sonra yetim çocuklar için açılan Darüşşafaka adlı mektepte yatılı olarak okumaya başlar. Bu mektepte derslerin bir kısmı Rusça olarak okutulmaktadır. Kısa sürede Rusça öğrenerek Rus ve Özbek öğretmenlerin dikkatini çeker. Öğretmenlerinin yardımıyla Özbek ve Rus yazarların eserlerini durmadan okur. Osman Nâsır’ın okuduğu yıllarda yetimhanede Sanayi-i Nefîse adlı bir de sanat klübü kurulur. Burada, öğrencilere yeni şarkılar öğretilir. Coğrafya derslerini, Birinci Dünya Savaşı sırasında Ruslara esir düşmüş Suphi Efendi adlı eski bir Türk zâbit okutmaktadır. Suphi Efendi, derslerin dışında öğrencilere, diğer Türkçe şarkılarla birlikte “Türk elinin dağı taşı ağlıyor”, diye başlayan bir şarkı öğretir, Türk-İngiliz savaşı, Türk kumandanları, Türk sanatı ve edebiyatı hakkında konuşmalar yapar. Öğrenciler tarafından diğer öğretmenlere nazaran daha çok sevilen birisidir. Ancak dışarıda kendisine anarşist gözüyle bakıldığı için hakkında sık sık dedikodular çıkarılır.
Osman Nâsır, mektebin ikinci kısmında okurken diğer derslere göre edebiyata daha çok ilgi göstermeye başlar. Sanayi-i Nefîse’nin faaliyetlerine iştirak eder. 1927 yılında komsomol (Sovyetler Birliği Leninist Komünist Gençlik Teşkilâtı) üyesi olur. Aynı yıl şiirler yazmaya başlar. Bu yıllarda Hokand’da bulunan şairler zaman zaman mektebe davet edilir, öğrencilerle edebî sohbetlerde bulunurlar. Meşhur şair Hamza Hekimzâde Niyazî de birkaç defa mektebe gelerek Ekim ihtilâli hakkında yazdığı şiirlerini okur. Osman Nâsır, bu sohbetlerden birinde, kendi şiirlerini Hamza’ya gösterir, şairin takdirini kazanır. Hokand’daki mekteplerde düzenlenen çeşitli toplantılarda şiirlerini okudukça şair olarak şöhret kazanmaya başlar. Mektepte çıkarılan Bizniŋ Közgü adlı duvar gazetesi de (sonraları birkaç sayı dergi olarak da çıkarılmıştır) öğrencilerin edebî faaliyetlerine sahne olması bakımından önemlidir. Öğrencilerin şiir ve yazıları bu gazetede neşredilir. Osman Nâsır’ın da ilk şiirleri bu gazetede çıkmıştır. Şiirlerinde önce Osman imzasını kullanan şair, daha sonra Osman Nâsırî imzasını kullanır.
Osman Nâsır, bu mektepteki öğrenciliği sırasında, mektep arkadaşı şair Emin Umerî ile birlikte, Yeŋi Fergana gazetesinin edebiyat sayfası sorumlusu Sâbir Abdullah’la dost olurlar. Bir gün bu iki şair arkadaş, klâsik edebiyat eserlerini okuyabilmek için Sâbir Abdullah’tan yardım isterler. Artık hafta sonu tatili olan cuma günlerini, Sâbir Abdullah’ın evinde klâsik şiir okumakla geçirirler. Firdevsî, Sa’dî, Nevâî, Babür, Mukîmî, Furkat gibi diğer klâsiklerle birlikte Fuzûlî’nin şiirlerini de okurlar.
Osman Nâsır, 1929 yılı baharında lise eğitimini tamamlar, diplomasını alır. Diploma ile birlikte mektep idaresi tarafından mezun olan öğrenciler hakkında tanzim edilen “tavsifnâme”de (= sicil evrakı), Osman Nâsır hakkında şu bilgiler verilmiştir:
“1925 yılından 1927 yılına kadar öğrenciler tarafından çıkarılan duvar gazetesi ve derginin yazarları arasında yer aldı. 1927 yılından 1928 yılına kadar komsomol grubunun sekreterliği ve öğrenci konseyinin başkanlığı görevlerini üstlendi. 1927 yılından mezun oluncaya kadar edebiyat klübünün başkanı oldu.”
Osman Nâsır’ın okuduğu bu okul, Eğitim Bakanlığı’nın önem verdiği kurumlardan biridir. Bu sebeple mezun olan öğrenciler, özel bir tahsisatla Sovyetler Birliği’nin tamamında geziye gönderilirler. Osman Nâsır’ın da dâhil olduğu öğrenci grubu, bu imkândan istifade ile Leningrad ve Moskova’ya gönderilir. Bu gezi sırasında, Leningrad’da iken İnkılâb Kahramanlarıge adlı şiirini yazar. Geziden döndükten sonra, “Ey dâhiy, mübârek yüziŋni kördim” mısraıyla başlayan Lenin Saganasıda adlı şiirini yazar. 1929 yılı Haziran ayında mektepten mezun oluncaya kadar edebî çevrelerin tanıdığı genç bir şair olarak şöhret kazanır. Mezun olduktan sonra Hokand’daki okuma-yazma kurslarında öğretmen olarak çalışmaya başlar. 1929 yılında, Özbekistan’ın 1932 yılına kadar başkenti olan Semerkand’da, Kızıl Kalem derneği kurulur. Bundan sonra başka şehirlerde de bu edebiyat derneğinin şubeleri açılmaya başlar. Semerkand’dan sonra ilk şube Hokand’da açılır. Yeŋi Fergana gazetesi bünyesinde kurulan Kızıl Kalem’in yazı heyetinde Osman Nâsır da bulunur.
Aynı yıllarda, Basmacılık Hareketi Fergana vadisinde eski şiddetini kaybetmiş, fakat Hokand Muhtariyeti’ni yıkarak binlerce insanı katleden sovyet hükûmetinin sömürgecilik siyasetine karşı birleşen son direnişçiler, uzak köylerde arada sırada da olsa ortaya çıkmaktadırlar. Halkın bu harekete olan rağbetini tamamen sona erdirmek için Özbek Devlet Sinema Stüdyosu’nun görevlileri bir propaganda filmi hazırlamak üzere 1929 yılında Hokand’a gelirler. Film ekibinin çalışmaları, Osman Nâsır’ın ilgisini çekince, okuma-yazma kursundan ayrılarak Moskova’daki sinema enstitüsünde okumak hevesine kapılır. 1929-1930 öğretim yılında, Moskova’da Kinematografi Enstitüsü’nün Senaryo Bölümü’nde okumaya başlar. Fakat Moskova’nın şiddetli soğuğuna tahammül edemeyen şair, sık sık hastalandığı için birinci sınıfın sonunda, Temmuz ayında Hokand’a dönmek zorunda kalır. 1930-1931 öğretim yılında, Hokand’da, köy öğretmenleri için açılan kurslarda yeni alfabeye göre dil ve edebiyat dersleri verir. Hokand’a döndükten sonra, Moskova’da bizzat tanıdığı Vladimir V. Mayakovski’nin tesiri altında şiirler yazar, kurs öğretmenliğinin yanı sıra şehir tiyatrosunda da edebî danışman olarak çalışmaya başlar.
Osman Nâsır, Fergana vadisinde Basmacılık Hareketi’nin kontrol altına alınması ve bastırılması dolayısıyla 1929 yılında Zafer adlı ilk tiyatro eserini yazar. Eser, şairin halk düşmanı ilân edildiği 1937 yılına kadar Hokand şehir tiyatrosunda aralıksız sahneye konulur. Aynı yıllarda, kolhozlaştırma ile ilgili olarak Düşman (1931) piyesini ve yeni rejimden memnun olmayanları söz konusu ettiği Soŋgi Kün (1932) piyesini yazar. Nezircan Halilov (1930) adlı eseri de kaleme aldığı diğer bir piyesidir.
Osman Nâsır’ın çocukluk yıllarında Mukîmî, Furkat, Zevkî gibi büyük Hokandlı şairler vefat etmiş olsalar da, edebiyat çevrelerinde onların tesirleri hâlâ devam etmektedir. Mukîmî ve Furkatların halefleri arasında Aşurali Zâhirî’nin ayrı bir önemi vardır. A. Zâhirî, kâmus ilmine vâkıf olup Leningrad’daki şarkıyatçılar tarafından da tanınan yüksek kültür ve malûmat sahibi birisidir. Bu şahıs, lisede Osman Nâsır’ın hocası olmuştur. Meşhur roman ve hikâyeci Abdullah Kahhar, Serâb adlı romanında, Muradhoca tipiyle Aşurali Zâhirî’yi, eserdeki merkez kahramanlardan biri olan Seydî ile de Osman Nâsır’ı anlatır. Romanda, Zâhirî ile Seydî, gizli bir teşkilâtta buluşurlar. Teşkilâtın gayesi, “kızıl bayrak ornıge kök bayrak tikiş”tir. Osman Nâsır’ın 1929 yılı sonbaharında, eğer sinema öğrenimi görmek üzere Moskova’ya gitmek yerine Hokand’da kalmış olsaydı, Aşurali Zâhirî ile birlikte gizli teşkilât üyesi olmaktan dolayı tutuklanacağı rivayet edilmektedir. Nitekim 1929 yılı Kasım ayında, Zâhirî ve yirmi kadar insan, “Bâtır Gepçiler” teşkilâtını kurmak suçundan dolayı hapsedilirler. Tamamen iftiradan ibaret olmasına rağmen tutuklanan şahıslar, ağır ceza ile Moskova-Volga kanalı inşaatına gönderilirler ve ancak inşaatın tamamlanmasından sonra Özbekistan’a dönebilirler.
Osman Nâsır, Hokand’daki kurslarda öğretmen olarak çalışırken Şehir Yoksul Yazarlar Birliği’nin toplantılarına iştirak eder, Yeŋi Fergana gazetesinin yazı heyetinde yer alır. 1931 yılında, Yeŋi Fergana gazetesinin Şubat-Mayıs sayılarında tefrika edilen Narbota adlı destanını yazar. İlk şiir kitapları olan Kuyaş Bilen Suhbet ile Seferber Satrlar, 1932 yılında Hokand’da neşrolunur.
Birinci Özbek Yazarlar Kurultayı, 7-11 Mart 1933 tarihlerinde Taşkent’te toplanır. Osman Nâsır kendisinin de delege olarak katıldığı kurultaya ithafen Tiŋle, Kurultay adlı şiirini yazar ve kürsüden okur. 10 Mart günü, Özbekistan Komünist Partisi Merkez Komitesi Birinci Sekreteri Ekmel İkramov, kurultaydaki konuşmasında, edebiyatın insanların eğitilmesindeki ve ideolojik mücadeledeki emsâlsiz rolünden ve sovyet yazarlarına bu mücadelede düşen önemli görevlerden bahseder. Kurultayda alınan kararla, Yoksul Yazarlar Birliği ve bu birliğin şubelerinin kapatılarak yerine Özbekistan Yazuvçılar Uyuşması’nın kurulmasına karar verilir. Şair, aynı yıl Temmuz ayında Yazuvçılar Uyuşması üyeliğine kabul edilir. Bu yıllarda Çolpan gibi millî ruhla eserler veren bütün şair ve yazarlar baskı altına alınırlar.
Cumhuriyetlerdeki genç şair ve yazarlar, 1932-1933 yıllarında, İzvestiya gazetesinin teşebbüsüyle, hakkında eserler yazmak maksadıyla “sovyet zenaatkârlığının gururu” olan büyük fabrikaları, ziyaret ederler. Osman Nâsır ile şair Uygun da 1930’lu yıllarda sovyet edebiyatı için önemli sayılan “zenaat temasını” işlemek üzere Ukrayna’daki Harkov traktör fabrikasına giderek bir ay boyunca basit bir işçi olarak çalışırlar. Bu yıllarda ortaya atılan Leninist-Stalinist edebiyat teorisine göre, hakikî sovyet yazarı, tezgâhlar arasından çıkarak sanat eserlerine “fabrikaların nefesini ve makinaların süratini” aksettirmelidir. Osman Nâsır, Ukrayna’dan döndükten sonra 1934 yılında, Harkov traktör fabrikasında çalışan işçilerin hayatını, fedakârlıklarını, vatanperverliklerini ve proletarya diktatörlüğünün zaferlerini aksettiren Traktörâbâd adlı şiir kitabını yayımlar.
Osman Nâsır, Hokand’daki öğretmenlik yıllarından sonra 1 Eylül 1933’te, Semerkand’daki Pedagoji Akademisi’nin Dil ve Edebiyat Fakültesi’ne kaydını yaptırır. Abdurrauf Fıtrat, Sadriddin Aynî, Gazi Âlim Yunusov ve Şâkir Süleyman, bu fakültede ders veren meşhur hocalardır. Osman Nâsır güzel, olgun şiirlerini, 1934 yılından itibaren burada yazmaya başlar. Onun şair olarak bütün Türkistan’da tanınmasında ve sanatının gelişmesinde, bu üniversitedeki sanat çevresinin önemli rolü olmuştur. Fakültedeki öğrenciliği sırasında, dersten çok şiirle ilgilenir. Şiir, artık bir peri gibi onu kendisine bağlamıştır. Üniversite tarafından, 1934 yılı Mayıs ayında, Tacikistan Yazarlar Birliği’nin I. Kurultayı’na temsilci olarak gönderilir. Yine aynı yılın yaz aylarında, Ermeni Yazarlar Birliği’nin I. Kurultayı’na gönderilir. Ermenistan gezisi sırasında, biri Bakû’da, biri Tiflis’te, üçü de Erivan’da olmak üzere toplam beş şiir yazar. Bu bilgiden, şairin gezisi sırasında Azerbaycan ve Gürcistan’ı da ziyaret ettiği anlaşılmaktadır. Ermenistan gezisi ile ilgili en önemli eseri, Nahşan adlı destanıdır.
Şair, 1934 yılında Atlas adlı piyesini neşreder. Atlas, Özbek tiyatro edebiyatı tarihinde, ilk manzum parçaları ihtiva eden yarı manzum bir piyes olması ve konusu itibariyle de 1930’lu yıllarda üniversite öğrencilerinin hayatını tasvir etmesi bakmından yeni ve orijinal bir eser olarak karşılanır. Eserin kahramanı, bir Rus tarafından yetiştirilip terbiye edilen Atlas adlı bir Özbek kızıdır. Eserde, milletlerin, halkların gönül birliği anlatılır.
Osman Nâsır, sık sık katıldığı Taşkent’teki edebî toplantılar sebebiyle derslerini ihmal etmeye başlayınca, fakülte idaresi bu duruma rıza göstermez. 1934-1935 öğretim yılı sonu yaklaşırken şairin fakültedeki vaziyeti pek müşkül bir hâl alır. Ve nihayet Osman Nâsır’ın kaydı silinerek öğrenciliğine son verilir.

Merhaba Taşkent!
Osman Nâsır, 1935 yılı baharında Semerkand’dan Taşkent’e gelir. O günlerde Moskova’daki Bütünittifak Şora Yazuvçıları Uyuşması’ndan (Sovyet Yazarları Birliği’nden) Taşkent’teki şair ve yazarlara sık sık talimatlar gelmektedir. 1935 yılı Nisanında, Ekim ihtilâlinin yaklaşmakta olan 20. yıldönümü ile alâkalı olarak “şanlı yıldönümü”ne münasip bir hazırlık yapmak, sovyet memleketinin yirmi yıl içinde elde ettiği başarıları öne çıkarmak ve bilhassa taşra vilâyetlerine giderek şair ve yazarlarla toplantılar düzenlemek, köylerde meydana gelen ekonomik gelişme ve değişmeler hakkında eserler yazmak gibi görevler Özbek yazarlarına tebliğ edilir. Osman Nâsır’ın Taşkent’e geldiği günlerde, vilâyetlere gönderilmek üzere şair ve yazarlardan oluşan gruplar oluşturulmaktadır. Osman Nâsır da aynı sebeple Nisan ayı ortalarında önce Harezm’e, ardından Hive’ye gönderilir. Onunla birlikte Harezm’e gönderilenler bir hafta, on gün boyunca bölgenin kültür kurumlarını ziyaret ederler, İnkılâb Kuyaşı gazetesi idarehanesinde ve başka yerlerde toplantılar düzenlerler, kolhozlarda misafir olurlar, şiir geceleri tertip ederler. Osman Nâsır, bu gezi sırasında diğer şairlerle birlikte maksada uygun şiirler yazar. Onun Harezm Kızı adlı şiiri, bu gezinin hatırasıdır.
Şair ve yazarlar grubunun Harezm’i ziyaret sebebi, sadece kolhoz halkına zevk ve ilham vermek ve onları işlerinde gayrete getirmekten ibaret değildir; bundan başka, bölgenin sanat kuruluşlarına yardımcı olmak, edebî ve kültürel hayatı canlandırmak da onların görevleri arasındadır. Bu maksatla 25 Nisan akşamı Ürgenç’te, İnkılâb Kuyaşı gazetesi tarafından bir sanat gecesi düzenlenir. Osman Nâsır, buradaki konuşmasında, şairlerin “Marksist-Leninist-Stalinist” nazariyelerle mücehhez kılınması konusunda gayret gösterilmesi gereğinden söz eder, eski klâsik edebiyatlardan da istifade etmek lüzumundan bahseder, kendi şiirlerinden örnekler okur.
Şair Osman Nâsır, Harezm’de pamuk tarlalarında şafakla birlikte çalışmaya başlayan, fakat bunca emeklerine rağmen hiçbir şey kazanamayan köylülerle olan görüşmelerinin tesiriyle yeni bir destan yazmak ister. Âyimcan adını taşıyacak olan bu destan, Harezm hayatıyla ilgili olacaktır. Fakat bu destanı, Taşkent’e döndükten sonra, önemli bir kısmını yazdığı hâlde anlatılanlarla yaşananların, yani gerçeklerin başka türlü olmasından dolayı tamamlamaz.
Özbek şiiri, 1930’lara kadar bilhassa Süleyman Çolpan’ın tesiri altında gelişmesini devam ettirir. Edebiyata rehberlik etmek lâzım, diyen fakat gerçekte edebiyatla hiçbir ilgisi bulunmayan siyasî kadrolar, bu dönemde şair olarak çok geniş bir şöhretin sahibi bulunan Çolpan’ın sesini kısmaya çalışırlar. Edebiyattan çok kaba bir şekilde kovulan, âdeta sürgün edilen Çolpan’ın yerine yeni şairler yetişir. Osman Nâsır, bu yeni dönemin yetiştirdiği şairlerden biridir. Yeni yetişen Özbek şairleri, Rus şiirinden ve bilhassa Vladimir V. Mayakovski’den etkilenerek marksist ruhla şiir yazmayı öğrenirler. Artık Özbek şairleri için “halkın hayatı ve sosyalizm gerçeği”, sanatın birinci kaynağı hâline gelir; parti ideolojisi de sanatın temel ilkesi olarak benimsenir. Birçok şair, bu dönemde, kendilerini sosyalizmin kurulmasında partinin sıradan bir askeri, şiiri de çok keskin bir ideolojik silâh olarak görür. Meşhur sovyet şairi Gafur Gulam, Alkış adlı şiirinde bu durumu şu mısralarla ifade eder:


Buna göre şair, parti adına halkın gözü, kulağıdır; duygu, düşünce, arzu ve ümitlerinin tercümanıdır. Nitekim “sosyalizmi kuran halk” ile tek yürek olma düşüncesi, diğer şairlerle birlikte Osman Nâsır’ın sanatındaki en önemli prensiplerden birini teşkil eder.
1935 yılının, Osman Nâsır’ın sanat hayatında önemli bir yeri vardır, ilhamının daima kendisiyle beraber olduğu, kendisine âdeta yol arkadaşı olduğu bir yıldır. Artık şiir yazmak, onun için nefes almak kadar sıradan ve kolay bir hadise hâline gelmiştir. Şairlik, onun bütün vücudunu esir almış gibidir. Kendisi bu durumu, İlhâmımnıŋ Vakti Yok adlı şiirinde şu mısralarla ifade eder:
İlhâmımnıŋ vakti yok, seldey keledi,
İlhamımın vakti yok, sel gibi gelmekte,
Cellâddek rahm etmey, dilni tiledi.
Cellât gibi rahm etmez, gönlü dilmekte.
Şair, zamanının önemli bir kısmını, 1933 yılında Özbekistan Komünist Partisi Merkez Komitesi tarafından Taşkent’in hemen yanı başında yazarlar için kurulan İncikâbâd adlı bağda geçirmektedir. Bu bağ, o zaman için harikulâde güzellikleri bulunan mükemmel bir dinlenme yeridir. Şair, “Unutmas meni bâğım” derken bu İncikâbâd bağını kastetmektedir:


1930’lu yıllarda Osman Nâsır için Özbekistan’da şair ve yazar olarak itibar edilebilecek sadece iki kişi vardır: Romancı Abdullah Kâdirî ve şair Süleyman Çolpan. Bilhassa Çolpan, şair olarak, millî değerlere kıymet veren her Özbek için büyüleyici bir şahsiyettir. Osman Nâsır, kendisini onların yanında daima bir öğrenci gibi görür. Her ikisiyle de bu İncikâbâd bağında sık sık görüşür. Çolpan, Osman Nâsır’ın şiirdeki ilk üstadıdır. Çolpan’ın birçok şiirini ezberinden bilir, her yerde, her toplulukta etrafını saran genç şairlere bu şiirleri derin bir zevkle okur, bunlardan ders alınmasını ister. Çolpan’ın eserlerini, şiir sanatının parlak örnekleri olarak gösterir. Çolpan’ın, Türkistan’ın güzelliklerinin yerle bir edilişini, zenginliklerinin yağmalanışını, zavallı halkın boynu bükük kalışını anlatan hazin şiirleri ve bu sebeple döktüğü gözyaşları, Osman Nâsır’ı derinden etkiler. Osman Nâsır, bu etki sebebiyle halkın sesi, halkın imanı, halkın vicdanı ve yüreği olmak iddiasını güden kişilerin, evvelâ bu zavallı halkın kaderini anlaması gerektiği kanaatine ulaşır.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/karakas-suayip/ozbek-edebiyati-yazilari-69499939/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
D. Ziyâyeva, O’zbekiston Tarıxı (yıl: 2002, nu.: 1-2, s. 22-34) dergisinde yayımlanan “XIX Asr İkkinçi Yarmı XX Asr Başlarıda Çarizmniŋ Türkistan Maddiy Baylıklarını Özleştiriş Siyaseti” adlı kıymetli makalesinde, bu bahse dair çok önemli bilgiler vermektedir. Özbek ve Rus kaynaklarından istifade edilerek hazırlanmış olan bu makalede bildirildiğine göre, işgâl sırasında Rus ordusu tarafından talan edilen hazineler hiçbir zaman tam olarak tespit edilememiş, bu arada ülkeleri istilâ edilen Buhara emirinden 500.000 som (125.000 altın), Hive hanından da 450.000 som (112.500 altın) savaş tazminatı alınmıştır. Hive hanı ayrıca yirmi yılda ödenmek üzere 2.000.000 som (500.000 altın) tazminat ödemeye mahkûm edilmiş, hanlık hazinesinin tamamına da el konulmuştur. Aynı şekilde Mergilan beyliğinden de 500.000 som (125.000 altın) savaş tazminatı alınmıştır. Verilen bilgiye göre bu zikredilenler, sadece Rusya devlet hazinesine intikâl eden meblâğlardır. Bunun yanında, asker ve sivil idarecilerle memurların şahsî tasarrufunda kalan meblâğların ise Rusya devlet hazinesine intikâl edenden daha fazla olduğu bildirilmektedir.
Sömürgeciler, işgâlin ardından Türkistan’da üretilen hemen her şeyi Rusya’ya taşımışlardır. Bu bahse dair neşredilen listelerde pamuk, deri, yapağı, ipek ve ipekli mamûller, karaköl derisi denilen çok kıymetli astragan ve diğer kürkler, orman ürünleri, tuz, demir, çelik, kilim, halı, pamuk yağı gibi sanayi mamûlleri, canlı hayvan, tahıl ve her cins yaş ve kurutulmuş meyveye varıncaya kadar her şey, her yıl giderek artan miktarlarda Rusya’ya taşınmıştır. Meselâ, Hokand Ticaret Komitesi’nin tespitlerine göre 1901-1911 yıllarında Türkistan’dan Rusya’ya götürülen sadece pamuk yağı miktarının yıllar itibariyle dağılımı şöyledir: 1901’de 30.800 pud (1 pud = 16 kg.), 1902’de 66.300 pud, 1903’te 73.800 pud, 1904’te 167.700 pud, 1905’te 387.958 pud, 1906’da 556.878 pud, 1907’de 525.685 pud, 1908’de 569.733 pud, 1909’da 1.102.876 pud, 1910’da 1.575.980 pud, 1911’de 1.772.186 pud. Buna göre, Türkistan’dan gasp edilen yağ miktarında, on yıl içinde tam altmış kat artış meydana gelmiştir. Türkistan’da üretilen diğer bütün malların da aynı şekilde gasp edildiği muhakkaktır.
Rusya’ya götürülen malların önemli bir kısmı, Rus mamûlü olarak dünya pazarlarında yüksek fiyatlarla satılarak Rusya hesabına büyük gelirler elde edilmiştir. Bunlardan başka Türkistan halkından zekât, ev vergisi, arazi vergisi, can vergisi ve ticarî vergi adı altında ve halkın ödeme gücünün çok üzerinde ağır vergiler toplanmıştır. Ruslar, insanı dehşete düşüren bu soygunlarla hiçbir zaman yetinmemişler, bilâkis Türkistan’ı, “kendileri için yaratılmış bitmez tükenmez zenginlik kaynağı”, Türkistan halkını ise, “bu zenginliği kendilerine teslim etmekle yükümlü itaatkâr kul”lar olarak görmüşlerdir.
Bu bilgiler, 19. yüzyılda Türkiye’ye “hasta adam” adını veren Çarlık Rusyasının, aynı dönemde açlıktan can çekişmekte olduğunu düşündürmekte ve Sovyetler Birliği döneminde de devam eden sömürgecilik faaliyetleri de buna ilâve edilecek olursa, Rusya’nın yüz elli sene boyunca Türkistan Türklerinin el emeği ve alın teri sayesinde karnını doyurabildiğini ve nihayet sömürülecek bir şey veya sömürebilecek gücü kalmayınca da Sovyetler Birliği’nin kendi kendisini bilerek ve hattâ isteyerek tasfiye ettiğini akla getirmektedir. Bugün Rus sovyet imparatorluğundan geriye kalan Türkistan Türk cumhuriyetlerinin içinde bulunduğu ekonomik şartların, sömürgeci Fransız, İspanyol, Belçika, Hollânda, Portekiz, İngiliz imparatorluklarından geriye kalan Afrika, Güney Amerika, Güney-Doğu Asya ve Uzak-Doğu ülkelerinden daha iyi olmaması, bu kanaate haklılık kazandırmaktadır.

2
Rus işgâliyle birlikte başlayan bu yeni dönem hakkında daha geniş bilgi için bkz.: Abdülahad Muhammedcanov, Abdukayum Abdurrahimov, “Rassiya İstilâsı”, Özbekistan Respublikası-Ensiklopediya, Taşkent, 1997, s. 156-159; Hamid Ziyayev, “Özbek Hanlıkları”, Özbekistan Respublikası-Ensiklopediya, Taşkent, 1997, s. 147-156; Ahmed Aliyev, Mahmudhoca Behbudiy, Taşkent, 1994; Şühret Rızayev, Cedid Draması, Taşkent, 1997; Cora Yoldaşev, “Ta’lim Tizimi”, Özbekistan Respublikası-Ensiklopediya, Taşkent, 1997, s. 374-383; Tursunkul (Rahim Hâşim), “Sıddıkiy Toğrısıda Mülâhazalar”, Maarif ve Okıtuvçı (Taşkent), Mart-3 (39), s. 39-42, (yay. haz. U. Dalimov, Ş. Rızayev, Milliy Uyganış ve Özbek Filologiyası Meseleleri, Taşkent, 1993, s. 86-93); Hemdem Sâdıkov, Rüstembek Şemsütdinov, Pâyan Revşenov, Kameriddin Usmanov, Özbekistannıŋ Yeŋi Tarihi, Birinçi Kitab, Türkistan Çar Rassiyası Müstemlekeçiligi Devride, Taşkent, 2000.

3
Mahmudhoca Behbûdî Efendi’nin hayatı ile ilgili bilgiler, esas olarak Begali Kâsımov’un “İstiklâl Kahramanları” serisinde yayımlanan Mahmudhoca Behbudiy (Taşkent, 1997) adlı kitabından derlenmiş olup metin içerisinde zikredilen sayfa numaraları da bu esere göre verilmiştir.

4
Ahmed Aliyev, Mahmudhoca Behbûdiy, Taşkent, 1994, s. 8.

5
Ayrıca bkz. S (âbir) Mirveliyev, “Mahmudhoca Behbudiy”, Özbek Edibleri, Taşkent, 1993, s. 11-12.

6
General Kuropatkin, 1866-1871, 1875-1877, 1879-1897, 1916-1917 yılları arasında, çok uzun sayılabilecek bir süre Türkistan’da görev yapmıştır. 1916 yılı Temmuz ayından 1917 yılı Şubat ayına kadar Türkistan askerî valisi olmuş; 1916 yılında, hemen bütün Türkistan’ı içine alan meşhur isyan hareketinin bastırılmasında birinci derecede rol oynamıştır. Bkz. Özbek Sovyet Ensiklopediyası-VI, Taşkent, 1975, s. 183.

7
Begali Kâsımov, “Cedidçilik, Ayrım Mülâhazalar”, Milliy Uyganış ve Özbek Filologiyası Meseleleri, Taşkent, 1993, s. 18.

8
Türkistan Vilâyetiniŋ Gazeti (Turkestanskaya Tüzemnaya Gazeta, Turkestanskie Vedomosti), 1869 yılından itibaren Taşkent’te, Türkistan Askerî Valiliği tarafından çıkarılmıştır. 1917 yılı Şubat İhtilâli’ne kadar aralıksız çıkan gazete, 1883’ten 1917’ye kadar meşhur Rus şarkiyatçı Nikolay Petroviç Ostroumov (1846-1930) tarafından yayımlanmıştır. (Bkz. Özbek Sovyet Ensiklopediyası-VIII, Taşkent, 1976, s. 309-310) Türkistan’da mahallî dilde yayımlanmış ilk gazete olmak özelliğini de taşıyan bu yayın organında, Türkistan halkının Ruslaştırılması veya Rusya’ya karşı sempati uyandırılmasını sağlayacak bir yayın politikası takip edilmiştir. 20. yüzyılın başlarından itibaren yenilikçi fikirlere sahip Türkistanlı Ceditçi gençlerin de bu gazetede yazıları neşrolunmuş, fakat bu gençlerin kalem faaliyetleri hiçbir zaman uzun süreli olmamıştır. 1905 ihtilâlinden hemen sonra İsmail Âbidî tarafından Taşkent’te haftada iki defa yayımlanan Terakkî (Ocak 1906-31 Mart 1906), imtiyaz hakkı Türkistan Türklerine ait olan ilk gazetedir. Ceditçilerin ilk yayın organı olarak da bilinen gazete, 19 sayı çıkmıştır. Hurşid, Rus idaresinin Terakkî’yi kapatmasının ardından Münevver Kaarî Abdürreşidhanov tarafından 1906 yılında ve 6 Eylül-16 Kasım tarihleri arasında haftada bir defa olmak üzere toplam 10 sayı yayımlanmış bir gazetedir. Türkistan Vilâyetiniŋ Gazeti ile kalem mücadelesine giriştiği için kapatılmıştır. 1 Aralık 1907 tarihinden itibaren 1908 yılı Mart ayı ortalarına kadar Abdullah Avlânî tarafından çıkarılan Şühret gazetesi de ancak 15 sayı yayımlanabilmiş, ardından kapatılmıştır. 9 Nisan 1908 tarihinden itibaren Ahmedcan Bektemirov tarafından çıkarılan Asiya gazetesine ise Rus sansür idaresi sadece 5 sayı tahammül edebilmiştir. Tüccar gazetesi ise, Taşkent’in zengin tüccarlarından Saidkerimbay Saidazimbayoğlı tarafından 36 sayı çıkarılabilmiştir. (Bkz. Abdulla Avlânî, “Burungı Özbek Vaktlı Matbuâtınıŋ Tarihi”, yay. Şühret Rızayev, 24 Haziran 1924 tarihli Türkistan gazetesinin 295. sayısından naklen Milliy Uyganış ve Özbek Filologiyası Meseleleri, Taşkent, 1993, s. 115-123.)

9
S. Mirveliyev, age., s. 11.

10
Abdulla Avlânî, age.

11
Özbek Sovyet Ensiklopediyası-VIII, s. 173.

12
Tâhir Pidayev, “Özbekistan Matbuatı ve Ammeviy Ahbarat Vâsıtaları”, Özbekistan Respublikası-Ensiklopediya, Taşkent, 1997, s. 488-492.

13
Behbûdî Efendi, bu haber üzerine Ayna (1914, nu. 50, s. 1186-1188) dergisinde neşrettiği İsmailbek Hazretleri adlı yazısında Gaspıralı için şunları yazmaktadır: “Her türlü külfeti kendilerine revâ görerek milleti uyandırmak ve dünyadan, siyasetten ve medenî milletlerin hâlinden haberdâr etmek için bedenen ve rûhen hiç durmadan otuz beş sene çalıştılar. Müslümanları dünyadan haberdâr etmek için bütün Rusya’da, Türkiye, Mısır, Tunus, Cezayir’de, Hint ve Afrika’da, Türkistan ve Buhara’da defalarca seyahat ederek her yerde Müslümanları çağdaş medeniyete, çağdaş ilimlere, sanayi ve ticarete ve Rus medeniyetine davet ve teşvik ettiler. Usûl-i Savtiyye mekteplerinin Rusya’daki kurucusu İsmail Bey Hazretleri’dir. Yeni elif-bâ’nın ilk hazırlayıcısı ve yayıncısı, yine İsmail Bey Hazretleri’dir. Çağdaş ilerlemeye yalnız davet değil, fiilen iştirâk ederek ‘cemiyet-i hayriye, kıraathâne, terakkiyyûn-ı İslâm ve teâvün cemiyetleri’ni kurdular, bunların tüzüklerini hazırlayarak neşrettiler, bugün Rusya’daki sayıları yüzlerle ifade edilen mevcut ilmî ve medenî cemiyetleri kurdular. Yine bugün Rusya’daki binlerce nizamî mektebin, eskiden yayımlanan ve hâlâ yayın faaliyetlerine devam eden yüzlerce İslâmî gazete ve derginin bütün yazar ve müdürleri, bu zâtın öğrencileridir. Aynı şekilde bugün Rusya Müslümanları arasından çıkan her gazeteci, her muallim, her Usûl-i Savtiyye mektebi öğrencisi ve her gazete yazarı, merhumun dolaylı olarak öğrencileri sayılırlar. Yani, büyük üstadın bugün Rusya Müsümanları arasından ulemâ, yazar, muallim ve okuyuculardan ibaret milyonlarca öğrencisi vardır. Hem de nasıl öğrenci!? Bunlar otuz seneden beri daima ondan ders okuyan öğrencilerdir. Bu öğrenciler, ömürlerinin sonuna kadar üstadın mukaddes nefesi sebebiyle ilelebed câri yüce fikirlerinden ders ve feyz alacaklardır. Kısacası İsmail Bey Hazretleri, otuz seneden fazla süren eğitim devresinde, milyonlarca Müslümana ders verdi. Şimdi onun fikirleri ve ruhu sayısız ve sonsuz Müslümana irfan dersi vermektedir… Rusya Müslümanları arasından böyle başka bir zât çıkmamıştır. İşte bu emsâlsiz insan, bu sene 5 Zilkâde (12 Eylül)’de bu fâni âlemden göç ederek Müslüman dünyasının bütün irfan sahiplerini elem ve kedere gark etti. Allah’ın engin rahmeti onun üzerine olsun.” (B. Kâsımov, Mahmudhoca Behbudiy, s. 162-164.)

14
S. Mirveliyev, age., s. 12.

15
Begali Kâsımov, “Cedidçilik, Ayrım Mülâhazalar”, Milliy Uyganış ve Özbek Filologiyası Meseleleri, s. 20.

16
Özbekistan Sovyet Ensiklopediyası-II, Taşkent, 1972, s. 203.

17
Hürriyet, 26 Ocak 1918, yay. Narmurad Avazov, Fen ve Turmuş, 11-1991, s. 13.

18
Abdurauf Fıtrat, Çin Seviş, Taşkent, 1996, s. 33.

19
Çolpan, Yene Aldım Sazımnı, Taşkent, 1991, s. 401.

20
Begali Kâsımov, Ceditçilerin tiyatroya olan ilgilerini izah ederken bu dönemin temsilcilerinden Abdullah Avlânî’nin 1924 tarihli Tercime-i Hâl’inden şu ifadeleri nakletmektedir: “1913 yılından başlayarak halkın gözünü açmak ve medeniyete yakınlaştırmak için tiyatro işlerine girişip Taşkent’te birkaç temsil verdikten sonra bütün Fergana’yı dolaşıp her şehirde temsiller verdik. Bu sırada bizim maksadımız, zâhirde tiyatro ise de, bâtında Türkistan gençlerini siyasî bakımdan birleştirmek ve inkılâba hazırlamaktı.” “Ceditçilik-Ayrım Mülâhazalar”, Milliy Uyganış ve Özbek Filologiyası Meseleleri, s. 21.

21
Şühret Rızayev, Cedid Draması, Taşkent, 1997, s. 49.

22
İsmail Tölek Andicâniy, XX Asr Özbek Edebiyatı, Andican 1993, s. 36; Pederküş piyesinin Türkiye Türkçesindeki neşri için bk.: Şuayip Karakaş, “Türkistan’da İlk Tiyatro Faaliyetleri ve Pederküş Piyesi”, Kırgızistan-Türkiye Manas Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi / Manas Universiteti Koomduk İlimder Curnalı, Sayı: 2, s. 162-186.

23
Ş. Rızayev, age., s. 53.

24
Ş. Rızayev, age., s. 55.

25
Ş. Rızayev, age., s. 57.

26
Ş. Rızayev, age., s. 59.

27
Behbûdî Efendi, “Teyatr Nedür?” (Ayna, 1914, nu. 29, s. 550-553) adlı yazısında, tiyatrodan ne anladığını şu şekilde ortaya koymaktadır: “Tiyatro nedir? Tiyatro ibret alınan yerdir, tiyatro dinî nasihat edilen yerdir, tiyatro terbiye yeridir. Tiyatro öyle bir aynadır ki, somut bir şekilde ve açıkça sergilediği genel durumdan görmeyenler işiterek, sağırlar görerek etkilenir. Kısacası tiyatro, nasihat ve ikaz edici, ayrıca zararlı örf ve âdetlerin çirkinliklerini ve zararlarını açıkça göstermektedir. Hiç kimseye boyun eğmeden doğruyu söyleyen ve açık hakikati bildirendir. Aynı zamanda bir temâşâ yeridir, gönül eğlendirendir, millî ve edebî cemiyetlerin esasıdır. İlerlemiş olan milletler, tiyatrolarını terbiye ve ibret mektebi olarak adlandırıyorlar. İlerlemenin en önemli sebeplerinden birisinin de tiyatro olduğunu söylüyorlar. Tiyatroların, güzel ve çirkin âdetlerin sarraf ve tenkitçisi olduğunu bildiriyorlar. İnsanları etkilemek sûretiyle daha çok iyilik etmelerine sebep olmak için âdetlerin fayda ve zararlarından hâsıl olan neticeleri, tiyatro salonunda olduğu gibi gösteriyorlar. Her devrin kendine göre bir hesaplaşma usûlü vardır. Bu devirde tiyatro salonları, kötü ve zararlı âdetleri hesaba çekerek ve tenkit ederek kötü ve çirkin taraflarını halka gösteren nasihat edici bir mekândır. Tiyatro sahnelerinde sergilenen trajik, komik veya dramatik hadiseler, halka tasvir edilerek gösterilir. Tiyatroda tasvir edilen hadiselerdeki kötülük veya iyiliğin ortaya çıkış şeklini ve sebeplerini idrâk edip ibret almak, kötülükten uzaklaşarak iyiliğe yönelmeye sebep olur.
(.....) Kısaca tiyatro, bir çeşit mektep hükmündedir. İlerlemiş olan milletler arasında tiyatro o kadar gelişmiştir ki, her gün bir yeni eser yazılarak sahneye konulur. (.....) Sahneye konulan eserin eksik veya fazla taraflarını, millî hayatın dışında kalan kısımlarını yazarlar, gazeteler vasıtasıyla tenkit etmektedirler. Halkın hoşuna gitmesi veya gitmemesi hâlinde eserin yazarı da memnun veya mahzun olur. Eser güzel olursa, herkes yazarını tebrik eder, onun da şöhreti artar. Bu durum, diğer yazarları da harekete geçirir, güzel eserlerin yazılmasına vesile olur. Bir tiyatro eseri için yazarın nasıl iyi düşünebilen, zarif ve nazik biri olması icap ederse, oyuncuların da güçlü, temsil kabiliyetleri yüksek ve her şeyi âdeta kendi nefislerine mâl ederek gösterme gayreti içersinde ve nüktedan olmaları gerekir. Avrupalılar, farklı bir sanat olan oyunculuk için de ayrı bir mektep açmışlardır.
Sözün kısası, tiyatro salonları, maskaralık edilen değil, bilâkis ibret alınan bir yerdir. Oradaki oyuncular da ‘maskara’ değil, ahlâk öğretmenidirler. İlerlemiş olan toplumlarda oyuncular kibar ve itibar sahibi insanlardır. Bilhassa kendi şahsî menfaati için değil de mektep ve millet menfaatine oyunculuk edenlerin değeri iki kat fazladır. (.....) Bazı vatan ehli olan kalem sahiplerinin tiyatro eseri yazmakla meşgûl oldukları işitilmektedir. Onların eserlerini dört gözle bekliyoruz.” (B. Kâsımov, Mahmudhoca Behbudiy, s. 150-152.)

28
Ş. Rızayev, age., s. 25; Hemdem Sâdıkov, Rüstembek Şemsütdinov, Pâyan Revşenov, Kameriddin Usmanov, Özbekistannıŋ Yeŋi Tarihi-Birinçi Kitab-Türkistan Çar Rassiyası Müstemlekeçiligi Devride, Taşkent, 2000, s. 277.

29
Ş. Rızayev, age., s. 84.

30
Ş. Rızayev, age., s. 93-94; Abdullah Avlânî, Kadimcilerin aleyhte propaganda yaparlarken Ceditçilerin “münâfık, müfsid, zındık, dehrî” olduklarına dair dedikodular çıkardıklarını, bunun da aradaki husûmeti artırdığını bildirmektedir. (“Tercime-i Hâlim”, Milliy Uyganış ve Özbek Filologiyası Meseleleri, s. 109.)

31
Ş. Rızayev, age., s. 129. Begali Kâsımov, 1911-1917 yılları arasında Türkistan’da kırktan fazla piyesin kaleme alındığını bildirmektedir. (“Cedidçilik, Ayrım Mülâhazalar”, Milliy Uyganış ve Özbek Filologiyası Meseleleri, s. 20.)

32
Begali Kâsımov, Mahmudhoca Behbudiy, s. 164-170.

33
B. Kâsımov, age., s. 160-162.

34
B. Kâsımov, age., s. 171-177.

35
Prof. Begali Kâsımov, Cengiz Aytmatov’un romanında geçen “mankurt” sözünün “merkuk”tan bozulma olduğunu düşünmektedir. (Ş.K.)

36
B. Kâsımov, age., s. 154-156.

37
B. Kâsımov, age., s. 148-150.

38
B. Kâsımov, age., s. 145-148.

39
“Kökböri” veya “uulak tartuu” da denilen bir oyun olup kesilen oğlak veya buzağının atlı iki grup tarafından kapışılması şeklinde oynanır. Bugün Türkistan’da Özbek, Kazak ve Kırgızlar bu oyunu bir spor olarak devam ettirmektedirler. (Ş.K.)

40
B. Kâsımov, age., s. 152-154.

41
Kâmilcan Hâşimov, Safâ Açıl, Özbek Pedagogikası Antologiyası, s. 454-455.

42
K. Hâşimov, S. Açıl, age., s. 455.

43
K. Hâşimov, S. Açıl, age., s. 450-451.

44
K. Hâşimov, S. Açıl, age., s. 451-452.

45
K. Hâşimov, S. Açıl, age., s. 453-454.

46
Begali KÂSIMOV, Ceditçilerin tiyatroya olan ilgilerini izah ederken bu dönemin temsilcilerinden Abdullah Avlânî’nin 1924 tarihli Tercime-i Hâl’inden şu ifadeleri nakletmektedir: “1913 yılından başlayarak halkın gözünü açmak ve medeniyete yakınlaştırmak için tiyatro işlerine girişip Taşkent’te birkaç defa temsil verdikten sonra bütün Fergana’yı dolaşıp her şehirde temsiller verdik. Bu arada bizim maksadımız, zâhirde tiyatro ise de, bâtında Türkistan gençlerini siyasî bakımdan birleştirmek ve inkılâba hazırlamaktı.” (“Cedidcilik-Ayrım Mülâhazalar”, Milliy Uyganış ve Özbek Filologiyası Meseleleri, Taşkent, 1993, s. 21.)

47
İsmail Tölek Andicâniy, Pederküş piyesinin yazıldıktan bir yıl sonra Turan gazetesinde tefrika edildiğini ve 1913 yılında da müstakil kitap hâlinde yayımlandığını bildirmektedir.

48
Önce dernek olarak kurulan bu topluluğun diğer kurucuları arasında Ubeydullah Esedullahocayev, Rahim İnagamov, Kâmilbek Narbekov, Tölegen Hocamyarov (Tevellâ), Muhammed Paşşahocayev ve Taşpolatbek Narbotabekov’un isimleri de geçmektedir. Bu derneğin kuruluş nizamnamesinde şu hususlar yer almaktadır: “Halk arasında Ceditçiliğe, sahne faaliyetlerine ve eğitim hizmeti vermek üzere kurulmuş olan hayır cemiyetlerine karşı müspet bir alâka uyandırmak; halk için güzel tiyatro temsilleri vermek ve Türkistan ülkesinde yaşamakta olan muhtaç hâldeki Müslümanların maddî yardımda bulunarak durumlarını iyileştirmek.” (Hemdem SÂDIKOV, Rüstembek ŞEMSÜTDİNOV, Pâyan REVŞENOV, Kameriddin USMANOV, Özbekistannıŋ Yeŋi Tarihi-Birinçi Kitab-Türkistan Çar Rassiyası Müstemlekeçiliği Devride, Taşkent, 2000, s. 277.

49
Şühret RIZAYEV, age., s. 93-94; Abdullah Avlânî, Kadimcilerin aleyhte propaganda yaparken Ceditçilerin “münafık, müfsid, zındık, dehrî” olduklarına dair dedikodular çıkardıklarını, bu durumun da aradaki husûmeti artırdığını bildirmektedir. (“Tercime-i Hâlim”, Milliy Uyganış ve Özbek Filologiyası Meseleleri, Taşkent, 1993, s. 109.); Ahmed ALÎYEV de 3 Ocak 1914 günü Semerkand’da Uluğbey Medresesi Mescidi’ndeki Cuma namazından sonra, binlerce kişinin huzurunda “Ceditçilerin ve çocuklarını Cedit mekteplerine gönderenlerin kendilerinin kâfir, hanımlarının da boş” olduğunun Kadimciler tarafından ilân edildiğini yazmaktadır. (Mahmudhoca Behbudiy, Taşkent, 1994, s. 6.).

50
Pederküş (= Baba katili) adlı eser, Şühret Rızayev’in Cedid Draması (Taşkent, 1997) adlı kitabından iktibas edilmiştir.

51
Begali Kâsımov; “Zamandaşlar, Meslekdaşlar”, Selâm Kelecek, Taşkent, 1986, s. 62.

52
Muhammed Sâlih; “Mankurtlık Mefkûresige Cevab”, İkrar, Taşkent, 1995, s. 263-269.

53
İslâmcan Tursunov, Haydarali Uzakov; “Tilşünas Âlim Fâciası”, Şark Yulduzı, 1992/1, s. 203-206.

54
Hâdi Zarif, Töre Mirzayev; Alpamış-Özbek Halk Kahramanlık Dastanı, Taşkent, 1998, s. 8.

55
“Gâzi Âlim Yunusov”, Özbek Sovyet Ensiklopediyası, Taşkent, 1979, c. 13, s. 370.

56
İslâmcan Tursunov, Haydarali Uzakov; “Tilşünas Âlim Fâciası”, Şark Yulduzı, nu. 1992/1, s. 203-206; Ernest Begmatov; “Özbek Tilşünasligi”, Özbekistan Respublikası-Ensiklopediya, Taşkent, 1997, s. 484.

57
İslâmcan Tursunov, age.

58
“Gâzi Âlim Yunusov”, Özbek Sovyet Ensiklopediyası, Taşkent, 1979, c. 13, s. 370.

59
Nebican Bâkiy, Katlnâme, Taşkent, 1992, s. 85.

60
İslâmcan Tursunov, age.

61
Nebican Bâkiy, age., s. 102-107.

62
Nebican Bâkiy, age., s. 104-106.

63
Nebican Bâkiy, age., s. 106.

64
İslâmcan Tursunov, age.

65
Bu yazıda, Abdullah Kâdirî’nin hayatından söz ederken oğlu Habibullah Kâdirî’nin yazdığı Atam Hakıda (Taşkent-1983) adlı kitaptan birinci derecede istifade edilmiştir. Metin içerisinde zikredilen sayfa numaraları, bu kitaptan tespit edilmiştir. Diğer eserlere ait farklı bilgiler dip notlarda ayrıca gösterilmiştir.

66
İzzet Sultanov; “Abdulla Kâdiriy İcâdı Hakıda”, Ötgen Künler, Taşkent, 1958, s. XXI.

67
Umarali Narmatov; Kâdiriy Bağı, Taşkent, 1994, s. 45.

68
Nebican Bâkiy; Katlnâme, Taşkent, 1992, s. 101.

69
Age., s. 76, 85-89,115.

70
Narmatov; age., s. 57.

71
U.Narmatov; “Abdulla Kâdiriy”, XX Asr Özbek Edebiyatı, Taşkent, 1997, s. 103.

72
Umarali Narmatov, Kâdiriy Bağı, s. l 17.
Özbek Edebiyatı Yazıları Karakaş Şuayip
Özbek Edebiyatı Yazıları

Karakaş Şuayip

Тип: электронная книга

Жанр: Историческая литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 16.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Özbek Edebiyatı Yazıları, электронная книга автора Karakaş Şuayip на турецком языке, в жанре историческая литература

  • Добавить отзыв