Uygur Efsaneleri Üzerine Bir Değerlendirme

Uygur Efsaneleri Üzerine Bir Değerlendirme
Enver Kapağan

Doç. Dr. Enver KAPAĞAN
UYGUR EFSANELERİ ÜZERİNE BİR DEĞERLENDİRME

Efsaneleri çalışma düşüncemizin oluşmasına vesile olan Toğrak Ağacına ithafen…


ÖNSÖZ
Her milletin dünyayı algılama ve yorumlama konusunda kendine has bir usulü vardır. Milletlerin maddî ve manevî kültür unsurları yoluyla geliştirdikleri bu usul, onları diğer milletlerden ayıran toplumsal kimliğin oluşumunu da sağlar. Başta dil ve inanç olmak üzere bu kültür unsurları bakımından zayıflayan toplumlar; hayatı gereği gibi algılamada, yorumlamada sıkıntı yaşarlar. Bunun sonucunda zaman içerisinde toplumsal kimliklerini yitirmeye, diğer toplumların etkisinde bir esaret hayatı sürmeye, nihayet tarih sahnesinden tamamen çekilmeye mecbur kalırlar.
Türk dünyası, köklü tarihi ve yüzyıllara dayanan canlı kültür unsurlarıyla diğer pek çok millete kıyasla toplumsal kimliğini güçlü bir biçimde korumayı ve geliştirmeyi başarır. Türk toplumu dil, düşünce, inanç ve hayat pratiğine dair birikimini geçmişten bugüne taşırken toplum olarak geleceğe dönük sağlıklı değerlendirmeler de yapabilmektedir. Bu çalışmada Türk milletinin bir parçası olan Uygur Türklerinin kimlik inşa etme sürecine ciddî katkılar sağlayan halk anlatıları ve efsaneleri aktarılmaktadır.
Uygur anlatı ve efsaneleri hemen her toplumdaki benzerlerinde olduğu gibi daha çok büyüklerin uzun gecelerde çocukları bir araya toplayarak onların hoş vakit geçirmelerini ve eğlenmelerini sağlamayı amaçlar. Ancak sözlü eserlerin görünen amacı bu olmakla beraber asıl amaç büyüme çağındaki çocukları tarih, coğrafya, din, hayat anlayışı gibi kültür unsurları üzerinden ortak bir kimlik şuuru ile yetiştirmektir. Bir toplumsal terbiye metodu olarak nesilden nesile aktarılarak bugüne gelen eserler maddî ve manevî kültür unsurları bakımından oldukça zengin bir içeriğe sahiptir.
Kitabın ortaya çıkış hikâyesine gelince… 2018 yılında Karabük Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Türk Dili ve Edebiyatı Ana Bilim Dalında Yüksek Lisansa başlayan Mahmut Erkin (Mamutijiang Aierken)’in hayat hikâyesini ve çalışmalarını inceledikten sonra bu kitap serüveni başladı. Doğu Türkistan’ın Artuş şehrinde bulunan Yukarı Artuş köyünde 18 Mart 1981’de dünyaya gelen Mahmut Erkin, ortaokul ve lise öğrenimini memleketinde tamamladıktan sonra 2001/2005 yılları arasında Kaşgar Üniversitesinde Uygur Dili ve Edebiyatı eğitimini tamamlar. Mezun olur olmaz Artuş’un Kattaylık köyünde öğretmenliğe başlayan Erkin, millî ve manevî değerler üzerine yaptığı çalışmalar nedeniyle yaşadığı birçok sıkıntının sonrasında 2006 yılında da öğretmenlikten alınır. Urumçi’de bulunduğu 2009 yılında birçok insanın hayatını kaybettiği olaylara şahit olur. 2016 yılında eşiyle Türkiye’ye gelip Karabük’e yerleşen Erkin’in Sömürge Altındaki Doğu Türkistan ve Uygurlar adlı yayımlanmış bir kitabı ile çeşitli hikâye ve makaleleri mevcuttur. Birçok TV, radyo ve benzeri yayın organlarında çeşitli programlara konuşmacı olarak da katılan Erkin, kendi kültürüne dönük çalışmalarını bugün de sürdürmektedir.
Yüksek lisans öğrencim Mahmut Erkin, ders dönemine başladığında kendisine hangi alanda çalışmak istediğini sorunca Uygur Türklerinin edebiyatı üzerine bir çalışma yapmak istediğini ifade etti. Bir Uygur Türkü olarak topraklarında yaşanan siyasî ve sosyal sorunların yoğunluğuna, halkına yapılan baskılara, maddî ve manevî kültür unsurları ile bunları eserlerinde halkın hafızasını diri tutmak için kullanan aydınlara dönük yok etme politikasına dikkat çekmek istediği için böyle bir çalışma yapmak istediğini belirtti.
Bu talebi üzerine kendisini ders döneminin başında bir yandan da özellikle çalışmak istediği konuyla ilgili sözlü ya da yazılı materyalleri derlemesi konusunda yönlendirdim ve gerektiğinde kendisine her türlü desteği de sağlayacağımı söyledim. Öğrencim Mahmut Erkin, bu yönlendirmemden sonra doğup büyüdüğü Artuş şehrine bağlı Yukarı Artuş köyünde dilden dile aktarılarak gelen Uygurlar ve Uygurların yaşadığı bölge, sahip oldukları tabiat, önderleri ve inanışları ile ilgili birçok efsane ve halk anlatıları olduğunu; bunlar üzerine çalışılabileceğini söyledi. Böylelikle büyüklerinden derlenen efsanenin, halk anlatılarının bir araya getirilmesi neticesinde, titiz bir çalışmayla Türkiye Türkçesine aktarılması suretiyle seksen efsaneden oluşan bu eser meydana geldi.
Yaşadıkları, düşündükleri, inandıkları, bütün hayalleri ile birlikte hayatları, hatıraları ve tarihleri yokluğa mahkûm edilmek istenen Uygur Türklerinin ağızdan ağıza nakledilmek suretiyle geçmişten bugüne gelen efsane ve halk anlatılarının yazıya geçirilmesinin oldukça önemli olduğu açıktır. Böylelikle halkın işgal, asimile edilme ve her anlamda soykırıma uğrama tehdidi karşısında yıllardır süren direnişine kendi ölçüsünde ve en içerden bir katkı sağlamak amaçlanmaktadır. Zira efsaneler ve halk anlatıları doğrudan halkın hayat verdiği samimi metinler olduğu, bir sanat yapma gayretinin ötesinde topluma hayat nizamı çizmeyi hedeflediği için oldukça önemlidir.
Bu eserlerin şartların zoruyla tarihin akışı içerisinde yitip gitmesine göz yummayarak gelecek kuşaklara ulaşmasını sağlamak için çaba sarf eden ve bu eserin oluşumuna emekleriyle katkı sağlayan herkese teşekkür ederim. Eserin insanlığın sömürüden, işgalden uzak, sağlıklı bir gelecek inşa etmesini umursayan tüm okuyucular için faydalı olmasını dilerim.

    Doç. Dr. Enver KAPAĞAN

BİRİNCİ BÖLÜM

GİRİŞ
Bugün dünyanın çok çeşitli coğrafyalarını yer ve yurt tutan Türkler için vatan edinerek yaşadıkları bütün coğrafyalar ana vatan olarak gördükleri Türkistan’ın bir parçasıdır denilebilir. Bu ilişkilendirme her ne kadar sübjektif bir bakış açısını içerse de büyük kısmıyla doğru bir tespit olduğu söylenebilir. Fakat Orta Asya bölgesi kendisi içinde değerlendirildiğinde jeopolitik özellikler dikkate alınarak Türkistan’ı üç bölgeye ayırmak mümkündür. Birinci bölge olan Doğu Türkistan, Büyük Asya Kıtasının merkezinde yer alan Türkistan’ın ise doğusunu ifade eden bölgedir. Yaklaşık 30 milyon; ekseriyeti Uygur olmak üzere, Kazak, Kırgız, Tatar, Özbek Türk’ü yaşamaktadır. İkinci bölge ise; Afganistan’ın kuzey bölümünü içine alan Güney Türkistan’dır. Farklı kaynaklarda beş milyon civarında Özbek ve Türkmen Türkünün yaşadığı bilinmektedir. Üçüncü bölge ise bugün üzerinde bazı bağımsız Türk Cumhuriyetleri bulunan (Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan, Özbekistan, Türkmenistan) ve 55 milyon insanın yaşadığı Batı Türkistan’dır (Sayın-Koçak, 2017: 11-12).
Günümüz Uygur Türklerinin yaşadığı ve Doğu Türkistan olarak anılan bölge Çin hâkimiyetine girdikten sonra siyasî bir amaçla Sincan (Xinjiang-Sinkiang) bölgesi olarak adlandırılmaktadır. Doğuda Moğolistan, kuzeyde Rusya, batıda Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan, Keşmir ve Afganistan; güneyde Tibet, Pakistan ve Hindistan ile sınırı bulunan Doğu Türkistan’ın yüz ölçümü 1.828.418 km
’dir (Oğuzhan, 2018: 9). Başkenti Urumçi olan bölgenin nüfusu yaklaşık olarak 40 milyondur.
Doğu Türkistan, Türklerin en eski devirlerden beri yurt edindikleri bölgelerden biridir. Orta Asya Türk Tarihinin bir parçası olarak Hun ve Göktürk İmparatorluklarının sınırları içerisinde yer alan bu bölge 742 yılında Uygur, Basmıl ve Karluklardan oluşan kavimlerin başlattıkları savaşı kazanmaları ile Göktürk devleti yıkılır 744 yılında ise Uygur Hakanlığı kurulur. Uygur Hakanlığının 840 yılında Kırgızlar tarafından yıkılması ile dağılan Uygurların bir kısmı Çin’in batısına, bugün yaşadıkları topraklara doğru çekilerek burada Kan-Cou ve Doğu Türkistan (Turfan) Uygur devletini kurarlar (Başkaya, 2019: 216).
Uygur Türkleri, Hunlar ve Göktürklerden sonra VIII. yüzyılın ortalarında üçüncü Türk devletini kendi boy adlarıyla kurar. Uygur Kağanlığının kurulması, Uygur adının Türkçe kaynaklarda ilk defa zikredilmesini de sağlayan tarihî bir gelişmedir. Çin kaynaklarında Hui-hu, Hui-he, Wei-hu, Wei-wu şekillerinde geçen Uygur ismi, 787-843 tarihleri arasında Uygur elçilerinden söz eden raporlarda ise Tibetçe Ho-yo-hor şeklinde yazılır. Uygur kelimesi uygar, medenî, uymak, hızlı hücum eden vb. birçok anlamı karşılarken Kaşgarlı Mahmut’a göre ise kendi kendine yetmek manasına gelmektedir (Tekinoğlu, 2017: 37-38). Kelimenin anlamları birlikte düşünüldüğünde Uygur Türklerinin kendi kendine yeten, gerektiğinde kendisini savunmak için hızlı hücumlar yapabilen medeniyete aşina bir toplum olduğu değerlendirmesini yapmak mümkündür.
Doğu Türkistan, tarih boyunca bulunduğu bölgede medeniyetin gelişimine katkı sağlamış bir merkezdir. İpek yolu üzerinde bulunması dolayısı ile de dünyanın en hareketli noktalarından biri haline gelir. Bu hareketli ve zengin coğrafya yüzyıllarca insanlığa hizmet edecek gelişmelere de sahne olmuş önemli bir merkezdir. Özellikle ticaret yollarının kavşağında olması ve komşuları ile olan iyi ilişkileri sayesinde Doğu Türkistan, bazı dönemlerde dünyanın en müreffeh insanlarının yaşadığı bir coğrafya haline gelir. Uygur Türkleri ile ilgili olarak kimi zaman içerisine düştükleri zorlu şartlara rağmen yaşama sevincini yitirmediklerinden, tarihin ve bugünün ortak dokusuyla zenginleştirdikleri renkli yaşamlarından, tarihî sürecin tüm olumsuzluklarına karşın kültürlerine bağlı kaldıklarından birçok gezgin, tarihçi ve başka araştırmacıların yazılarında bahsedilir. Uygurlardan söz eden seyyahlardan biri de Marko Polo’dur. Polo eserinde Uygur Türklerinin yaşadığı Kaşgar, Yarkent, Hoten gibi pek çok bölgeden söz ederken Uygurların yaşama sevinciyle dolu kimseler olduğu, barışçı ve sanata dost bir hayat sürdükleri değerlendirmesini yapar (Öger, 2014: 72). Uygurların yaşama sevincinin sadece diğer insanları değil, canlı cansız tüm varlıkları içerisine alan bir mahiyet gösterdiğini söylemek mümkündür. Tabiatla iç içe yaşayan bir toplumun hayatını diğer insanlar kadar hayvanların, bitkilerin, toprağın etkilemesi esasında hayatın normal akışının da bir sonucudur.
Barışçıl bir halk olmanın her zaman barış içinde yaşamanın garantisi olamayacağı gerçeğini anlatmada kullanılabilecek en iyi örneklerden biri de Uygur Türklerinin tarihidir. Derin tarihî ve kültürel birikimin getirdiği geleneksel anlayış ile modern yaşamı sentezleyebilen; kısaca medeniyeti kendi kültür yapısında yoğurup en sade haliyle yaşayan Uygurlar birçok düşmanın saldırılarına hedef olur. Oysa Uygur Türkleri; tarih boyunca aynı bölgede yaşayan Moğolistan, Çin, Afganistan ve Keşmir bölgelerine doğru şartlar gereği yayılmışlarsa da ancak kendileriyle savaşanlara düşman gözü ile bakmalarının dışında kendileriyle dostane geçinen hiçbir komşu devletin toprağına göz dikmezler. Buna karşılık kendi topraklarına saldıranlarla da yüzyıllar sürecek savaşlara girmekten çekinmeyen bir tavır sergilerler.
Uygur Türkleri, Saltuk Buğra Han zamanında Müslümanların kitleler halinde İslamiyet’i kabul etmesi ile Müslümanlığı benimseyerek o günden beri yaşadıkları bölgede İslamiyet’in bayraktarlığını yapar. Bu köklü inanç değişiminin sonrasında Uygur Türklerinin yaşadığı coğrafya; X. yüzyılda Türk Dünyası açısından da önemli eser sahipleri olan meşhur ilim adamları Divan-ı Lügat-it Türk’ün yazarı Kaşgarlı Mahmut, Kutadgu Bilig’in yazarı Yusuf Has Hacip gibi âlimlerin yaşadığı ve yetiştiği bir ilim merkezi olur (Oğuzhan, 2018: 9).
Özellikle sanayi devriminden sonra kendilerini süper güç olarak ifade eden Batı devletleri ile Çin ve Rusya yakın veya uzak coğrafyalarda işgal hareketlerine girişerek bir taraftan kendilerinin hammadde ihtiyacını karşılayacak koloniler kurmayı hedeflerken diğer taraftan topraklarını ve tesir edebilecekleri kültür coğrafyalarını genişleterek köleleştirilmiş toplumlar yaratma çabası içine girerler. Bu tür girişimlerden en çok olumsuz etkilenen coğrafyalardan biri de hiç şüphesiz Uygur Türklerinin bin yıllardır yaşadığı Doğu Türkistan coğrafyası olur.
Başkentinin adı Urumçi olan bölge Tanrı Dağları ve Taklamakan Çölü’ne de ev sahipliği yapmaktadır. Kadim Türk toprakları olan bu coğrafya aynı zamanda Türk mimari, sanat ve folklorunun da en nadir örneklerini geçmişten bugüne getiren önemli bir merkezdir. Yapılan araştırmalara göre Doğu Türkistan birçok türde zengin yer üstü ve yer altı kaynağına sahiptir. Bunların içinde özellikle öne çıkanlar 1 trilyon 50 milyar tonluk rezervi ile kömür, 66 tonluk zengin rezerviyle altın, 60 milyar tonluk rezervi ile petrol kaynaklarıdır. Ayrıca Doğu Türkistan verimli tarım arazisi niteliğinde 195 milyon hektarlık zengin ziraat arazisine de sahiptir (Gömeç, 2015: 330-331). Doğu Türkistan, coğrafya olarak çok verimli toprakların yer aldığı bir bölge olmasının yanında dünyada yerleşik hayata geçilen ilk yerlerden biridir. Bu sebeple üzerinde yaşayan ve bu yerleşik medeniyeti inşa eden Türk halkına da Uygar halk anlamına gelen Uygur isminin verildiği bilinmektedir. Bu imkânları ve tarihî perspektifi sebebiyle Çinliler tarafından işgal ve sömürü için ideal bir hedef hâline gelen Doğu Türkistan coğrafyası, aynı zamanda Türkistan’ın diğer bölgeleri üzerinden dünyaya açılan önemli bir ticaret yolu olarak da algılanır. Siyasî ve ekonomik anlamda zenginliklerin sahibi olmanın yanı sıra bu coğrafyayı askerî anlamda da stratejik bir merkez olarak değerlendirir.
Doğu Türkistan; bulunduğu bölgenin stratejik önemi, doğal zenginlikleri gibi birçok sebeple sadece yakın zamanda değil tarih boyunca yağmanın ve işgalin doğrudan ya da dolaylı hedefi olur. Özellikle Çin’in dünyaya açılan en önemli kapılarından biri konumunda olması dolayısıyla tarihin eski dönemlerinden beri Çin hanedanları ve hükümetlerinin iştahını kabartan bir coğrafya olur. Nitekim MÖ 60 yılında Doğu Türkistan’a yönelik ilk işgal hareketinin amacı Hun devletinin etkinliğini kırıp o dönemde Doğu Türkistan’da bulunan şehir devletlerini etkisi altına almaktır. Bu ilk işgal hareketi sonuç verir ve Hun devletinin çöküşü hızlanır. İkinci işgal girişimi ise MS 661 yılında Göktürk devletinin yoğun baskısından kurtulup Orta Asya topraklarına uzanmayı amaçlamaktadır. Çinliler bu hareket neticesinde kısa bir süreliğine de olsa bu amaçlarına ulaşır. 751’de yaşanan Talas Savaşı sonnrasında bölgeyi terk etmek zorunda kalırlar. Ancak Çinliler, tarihî İpek Yolu’nu kontrol altına almak ve Batı ile ticaret yapabilecekleri yolları ele geçirmek için stratejik öneme sahip olan Doğu Türkistan’a sahip olmaktan vazgeçmez. Hem ticaret hem de sınır güvenliği açısından Çinlilerin çok önem verdiği Doğu Türkistan coğrafyası Çinlilerin tarih boyunca Hun, Göktürk ve Moğol devletlerine karşı düzenlenen seferler için askerî üs olarak da kullanılır (Demirağ, 2014: 231). Burada verilen sebeplere ek olarak daha pek çok sebeple tarih boyunca bir mücadele sahası olan bu coğrafyada yaşayan insanlar sürekli teyakkuz halinde yaşar.
XVIII. yüzyıla gelindiğinde Cungarların, Amursan’ın idaresinde 1755 tarihinde Çin ile yaptığı ittifak, Doğu Türkistan’ın Çinliler tarafından istilasını hızlandırır. Aynı dönemde Doğu Türkistan’a yardım götürebilecek konumda olan diğer Türk topluluklarına karşı da Çin’in kışkırtması ile Cungarlar ve Ruslar ciddi işgal hareketlerine girişir. Bu sebeple akraba topluluklarından da destek alamayan Uygurlar ciddi sıkıntılar yaşar. Çin’in daha sonraki dönemlerde Cungarlar üzerinde tam egemenlik kurması, bölgede daha rahat hareket etmesini sağlar. Bu gelişmelerden sonra Çin, 1755 yılından itibaren Doğu Türkistan’ı istila etme çabalarını artırır ve bu süreçle beraber Çin askerleri de Doğu Türkistan’a girmeye başlar.
1755 tarihinde başlayıp Yakup Bey’in iktidara geldiği 1865 yılına kadar süren 110 yıllık dönem tarihe Birinci Çin İstilası olarak geçer. Fakat bu dönemde halkın bir ve bütün olarak koordineli bir biçimde yaşanan işgal sürecine isyan edip karşı koyması sebebiyle bu işgal hareketi hedeflenen noktaya tam olarak ulaşamaz. Hatta Yakup Bey bu dönemde Kaşgar, Turfan ve Urumçi gibi bölgeleri de birleştirmeyi başarır. Rusların Batı Türkistan’ı istilası sırasında ortaya çıkan Yakup Bey Devleti İngilizler tarafından da desteklenir. Başta bir tampon bölge oluşturma amacıyla bu devleti kullanmak isteyen İngiltere, Çin ve Rusya’ya karşı bu devleti destekler. Yakup Bey de bir taraftan işgali engellemek için içeride gerekli adımları atarken diğer taraftan arasında kaldığı iki süper gücün saldırılarından korunabilmek ve devleti güçlendirebilmek için çalışır. Bu anlamda bir tedbir olarak Osmanlı devletinden de yardım ister. Fakat Osmanlı Devleti’nin o tarihte içerisinde bulunduğu siyasî ve sosyal şartlar ile coğrafi uzaklık sebebiyle istediği desteği alamaz. Osmanlı devleti yapılan yardım çağrısına iltifat, dua ve sembolik olarak desteği ifade eden birkaç hediyeden öteye geçmeyen bir karşılık verir (Karaca, 2007: 219).
Netice olarak, XVII. yüzyılın sonuna gelindiğinde Yakup Bey’in kurduğu Kaşgariye Devleti, Çin ve Rusya’nın karşılıklı olarak bölgeyi işgal faaliyetlerinin yanında içeride yaşanan birtakım sorunların da derinleşmesi sonrasında yıkılır. Fakat Çin, Rusya ve diğer ülkelerin işgal ve yok etme hareketlerine karşı Uygur Türkleri sürekli teyakkuz halinde kalarak vatanlarını birçok sıkıntıya, yokluğa ve dışarıdan destek alamamalarına rağmen korumak için çalışır. Zengin kaynaklara sahip olan coğrafya, neredeyse tarihin her döneminde bir tehlikeyi atlatamadan yenileri ile karşı karşıya kalır. Bazen düşmanlar değişse de niyet ve taktikler hep aynıdır. Uygur Türkleri de gelişen ve değişen dünyanın esaslarına uygun bir tarzda ellerindeki kısıtlı imkânlarla da olsa 1900’lü yılların başından bu yana kendi içinde organize olarak Doğu Türkistan’da bulunan bütün düşman unsurları temizlemek ve tam bağımsız bir vatan kurmak için çalışmalara başlar.
1930’lu yıllar Uygur Türkleri için bağımsızlık yolunda yeniden umutların yeşerdiği yıllar olur. Bu dönemde özellikle halkı yönlendiren aydın ve aktif yöneticiler bir taraftan tam bağımsızlık için çeşitli ayaklanmalarla soruna çözüm ararken diğer taraftan halk da Doğu Türkistan’daki Çinli idareciler elinden gördükleri baskılarla oldukça zor duruma düşer. Yaşanan bu olumsuzlukların etkisiyle bağımsızlık amacı taşıyan ayaklanmalar kısa sürede geniş kitleler tarafından desteklenir. Şubat 1931’de Doğu Türkistan’ın Kumul vilayetinde, Çin idaresine karşı Hoca Niyaz Hacı ve Salih Dorga önderliğinde başlayan bağımsızlık hareketi kısa zamanda ciddi destek bulur. Mahmut Muhiti liderliğinde, Ocak 1933’te başlayan Turfan Ayaklanması ve Mehmet Emin Buğra liderliğinde bir ay sonra Hoten’de başlayan ayaklanmalar da oldukça etkili olur (Emet, 2009: 17). Nihayetinde aynı yıl Sabit Damollam başbakanlığındaki Millî Mücadele Konseyi bu hareketin bir neticesi olarak Doğu Türkistan İslam Cumhuriyeti’ni kurar. Muhammed Kasım Hacı da Dışişleri Bakanı olur. Bu devleti kısa zamanda Afganistan’ın yanında Çin tehlikesine karşı ellerini güçlendirmek isteyen Rusya ve İngiltere gibi devletler de tanır. Buna karşılık kısa süre sonra Rusya ile Çin’in kendi aralarında anlaşıp ortak hareket etmesi, içerden ve dışardan oluşturdukları baskılar neticesinde bu devlet de yıkılır (Oğuzhan, 2018: 9).
Doğu Türkistan’da bu kadar hareketli günler yaşanırken Sovyet Rusya ile Çin kendi sınır güvenliklerini sağlamak ve egemenlikleri altındaki milletleri baskılamak için daha fazla ortak hareket etmeye devam başlar. Bu stratejinin gereği olarak Sovyet Rusya 1930’larda Doğu Türkistan Genel Valisi ile anlaşma imzalayarak Çin tarafından Şarkî Türkistan İslam Cumhuriyeti’nin yok edilmesi için gereken bütün desteği sağlar. Çin ile Rusya’nın vardığı anlaşma neticesinde başlayan işgal hareketi sonucunda Şarkî Türkistan İslam Cumhuriyeti yeniden işgal edilir ve 1937’de bağımsızlığına son verilir (Dauilatova, 2007: 26-27).
Özellikle II. Dünya Savaşı ile beraber dünya yeni hareketlenmelere sahne olur. Bu süreci Uygur Türkleri de olumlu anlamda kullanmak isterler ve 1940’lı yıllarda yeniden bağımsızlık hareketleri etrafında toplanmalar ve ayaklanmalar başlar. Bu başkaldırılar 1944 yılında netice verir. Alihan Töre’nin Cumhurbaşkanlığında Şarki Türkistan Cumhuriyeti kurulur. Üç Efendiler olarak bilinen Yusuf İsa Alptekin, Mehmet Emin Buğra ve Mesut Sabri yönetimde etkin rol oynarlar. Yönetim kadrosu her ne kadar Çin ve diğer komşuları ile iyi ilişkiler kurmayı hedeflese de beş yıl süren bağımsızlıktan sonra Çin’de yönetimi ele geçiren komünist kadrolar Doğu Türkistan’da kurulan Şarki Türkistan Cumhuriyetini işgal eder. Yöneticilerin çoğu vatanını terk etmek zorunda kalırken halk da o günden bugüne her geçen gün dozu artan türlü türlü sıkıntı ve eziyete maruz kalmak suretiyle yaşamını devam ettirmeye çalışmaktadır (Başkaya, 2019: 217).
Uygur Türklerinin yaşadığı Doğu Türkistan’ın başlıca şehirleri Urumçi, Karamay, Kaşgar, Kumul, Aksu, Hoten, Turpan, Yarkent, Kuça, Gulca’da Türk topluluklarının nüfusu güncel verilere göre yüzde elli beş iken Çinli nüfus yüzde kırk beş civarındadır. Oysa aynı bölgede 1949 yılındaki verilere göre Çinli nüfusun toplam nüfusa oranı yüzde beştir (Oğuzhan, 2018: 13). Bu orantısız nüfus değişiminin Çinlilerin hiçbir insanî ve toplumsal kaygı taşımaksızın coğrafyadaki kaynakları sömürmek amacıyla XXI. yüzyılın ilk yarısında yürüttüğü işgal politikasına uygun olarak bölgeye yerleştirdiği 150 milyon Çinli nüfus sonucu olduğu iddia edilmektedir (Kaşgarlı, 2011: 16). Yoğun nüfus hareketliliğine bağlı olarak coğrafyanın inanç haritası da oldukça farklılık göstermektedir. 1950-60’lı yıllara başkent Urumçi’nin yerli ve Müslüman nüfus %90 civarında iken 2000’li yıllarda yerli halk ve Müslüman nüfus neredeyse azınlık durumuna gelir ve giderek de erimeye devam etmektedir. İslamiyet ile birlikte Lamaizm (Tibet Budizmi), Budizm, Taoizm, Hristiyanlık (Katolik-Ortodoks), Şamanizm gibi inanışları da Doğu Türkistan coğrafyasında nüfusun değişkenlik oranına göre görmek mümkündür (Tuna, 2012: 9, 17). Bugün yaşanan pek çok sorunun temelinde eldeki verilerden hareketle Çinlilerin işgal politikalarının bulunduğu rahatlıkla söylenebilir.
Tarihî süreç, coğrafya, yaşam tarzı, inanç gibi kültür unsurlarının etkisi ile Türk dilinin ana kolundan ayrılan Uygur Türkçesi, Göktürk yazı dilinin etkisini yitirmesinden sonra bugün Eski Uygurca olarak adlandırılan bir yazı dili kimliği kazanır. XV. yüzyıldan sonra ise Müşterek Orta Asya Türkçesinin tarihî mirasına bağlı olarak ortaya çıkan Çağatay Türkçesinin devamı niteliğinde bir yazı dili haline gelir. Siyasî ve sosyal gelişmeler sonrasında XX. yüzyılda daha önce kullanılan Uygur yazı dili yeniden düzenlenerek Yeni Uygurca halini alır. XX. yüzyılın ilk çeyreğine kadar eserlerinde Arap alfabesini kullanan Uygur Türkleri bu tarihten sonra siyasî nedenlerle farklı alfabeler kullanırlar. Doğu Türkistan’da yaşayan Uygur Türkleri 1954-1978 yılları arasında bir dönem Latin alfabesini kullanmışsa da 1978’den bugüne kadar tekrar Arap alfabesini kullanırlar. Sovyetler Birliği hâkimiyetindeki coğrafyada yaşayan Uygurlar ise 1930-1940’lı yıllarda Latin alfabesini kullandıktan sonra ise Kiril alfabesini kullanmaya başlarlar (Buran-Alkaya, 2013: 193-194).
Uygur Türkleri Türk edebiyatının gelişim sürecinde de oldukça etkili olur. Özellikle Türk dünyasının inanç, yaşam tarzı, dil gelişimi, siyaseti gibi birçok kültür birikiminin bugüne aktarılmasına eski Uygur metinleri önemli bir katkı sağlar. Bunlardan Budizm din adamlarının menkıbelerinden oluşan yedi yüz sayfalık Altın Yaruk, Budizmin prensiplerini ve felsefesini anlatan Sekiz Yükmek, yine aynı inancın hayat düsturlarını iyi ve kötü düşünceli prenslerin hikâyeleri üzerinden anlatan Kalyanamkara ve Papamkara Hikâyesi, bir fal kitabı olan Irk Bitig isimli eserler en dikkat çekici olanlarıdır (Güleç, 2014: 3).
Edebiyat, bir sanat olarak içeriği ile toplumların düşünce dünyasını ve hayat pratiğini etkileyen bir güce sahiptir. Buna karşılık edebiyatın; toplumun içerisinde bulunduğu hayat şartlarından, duygu ve düşünce durumundan doğrudan etkilendiği de bir gerçektir. Bu etkileşim sebebiyle bazen sanat kendi içerisine kapanarak sanat, sanat içindir anlayışına uygun olarak kendisini bir amaç olarak konumlarken, bazen de sanat toplumsal hayata kendisini tüm imkânlarıyla açarak sanat toplum içindir anlayışının bir aracına dönüşür. Uygur edebiyatının özellikle son dönemlerinde toplumun yaşadığı işgal, baskı ve bunlara direniş sürecinin anlatılmasında edebiyatın tüm imkânlarının bir araç olarak kullanıldığı görülür. Böylelikle Uygur yazar ve şairler eserleri aracılığıyla toplumun yaşadığı işgal ve zulümden kaynaklanan felaketleri eserleri ile ortak bir bilinç oluşturmak için yayarken halkın direnişini ve ümidini taze tutmaya çalışır. Bu eserleri hazırlarken bazen toplumun tüm derdini doğru olarak tespit eden, çareler öneren bir sosyal bilimci, bazen olanların geçmişle bağını kurarak geleceğe dönük çıkarımlar yapan bir tarih bilimci, bazen de olup bitenleri yaşanılan coğrafya üzerinden değerlendiren bir tabiat bilimci davranarak çok yönlü eserler ortaya koyarlar.
Uygur Türklerinin yaşadığı coğrafyada XIX. yüzyılın ilk yarısında başlayan ve halen devam eden Çin’in baskıcı ve yayılmacı siyasetine karşı çıkan pek çok halk kahramanının sözlü ve yazılı edebiyat ürünleri ile toplum lideri olarak destanlaştırıldığını görmek mümkündür. İşgal, sömürü ve zulüm ile mücadele sürecinde sözlü ve yazılı olarak verilen eserlerden Çin’e karşı 1827 mücadelesine katılan Nazugum adlı kadının başından geçenlerin anlatıldığı Nazugum Destanı ile 1841-1842 yıllarında kaleme alınan 30 binden fazla mısralık Garibler Hekayatı Uygur edebiyatına kazandırılan önemli eserlerdir. Bu dönemde önemli kalem erbapları olarak; Abdurrahim Nizari, Mir Hasan Saburi Seyyid Muhammed Kaşi, Molla Şakir ve daha niceleri sayılabilir. XX. yüzyılda ise; Arzu Muhammed, Umudi, Muhammed Alem, Musa Seyrami, Mesyut Sabri Beykozi, Abdurrehim Ötkür, Lütfullah Muttalib Ziya Semedi, Ruziy Kadiri eserleri ile öne çıkan isimlerdir (Buran- Alkaya, 2013: 194-195).
Tarihin her döneminde bir cazibe merkezi olan, birçok devletin elde etmek için her şeyi göze aldığı bir coğrafya olan Doğu Türkistan’da Çinlilerin işgal sürecini engellemek için yaşanan direniş sorununu kökünden çözeceğine inandıkları sorunlu politikalar izlediklerine dair iddialar bulunmaktadır. Çinlilerin esası ve nihaî amacı bir soykırım yani toptan yok etme şeklinde ifade edilebilecek bu politikaları nedeniyle Uygur Türkleri ve Müslüman toplum açısından hem demografik yapı hem de kültürel anlamda büyük değişmelere sahne olan Doğu Türkistan adeta açık hava hapishanesi haline gelir. Çinliler; ekonomik, siyasî, askerî, tarihî sebeplerle Doğu Türkistan coğrafyasını ilhak edip kendi toprağına dönüştürmek isterken bu amaçlarına en büyük engel olarak da halkın tarihini, kültürünü ve dilini yani millî hafızayı görür. Bu sebeple yok etme politikalarının hedefi olarak seçilen bu millî hafızaya ait geleneklerin, olayların, kişilerin hatta yer isimlerinin kullanması yasaklanır. Bu politikanın işlerliği bizzat Çinliler tarafından kanunsuz bir biçimde o topraklara asker, memur yahut çiftçi olarak yerleştirilen Çinliler eliyle sağlanır. Bu politikanın en bariz örneği coğrafyanın asıl adı olan Doğu Türkistan’ın yerine bölgeye Çincede Yeni Toprak anlamına gelen ve coğrafyanın kadîm tarihiyle çelişen Şincan adı verilir. 1884 yılında gerçekleşen bu adlandırmayla beraber de bölgenin eski isminin kullanımı yasaklanır (Sayın-Koçak, 2017: 11).
Çin’in bölgede uyguladığı sözde toplumsal uyum esasta ise asimilasyon politikalarının tarihî sebepleri kadar güncel nedenleri de vardır. Özellikle merkez kutupların etkin olduğu bugünün dünyasında Çin’in karşısında düşman kutup olarak değerlendirdiği Amerika Birleşik Devletleri ile onunla birlikte hareket eden Batılı devletlere karşı bir stratejik bir alan oluşturma çabası bu güncel nedenlerden en önemlisidir. Amerika’nın karşısında Çin ile iyi ilişkiler kuran ve rejimini Çin’e ihraç eden Sovyetler Birliği’nin yıkılması sonrasında kısmen boşta kalan Orta Asya coğrafyasına açılma zarureti sebebiyle Çin’in Doğu Türkistan’ı tam olarak teslim alma ihtiyacı ehemmiyet kazanır. Bu anlamda Doğu Türkistan küresel aktörlerin Pazar ve etki alanı mücadelesinde bir araca dönüşür. Doğrusu bu aktörleri ve şiddeti değişmekle beraber bütün tarihî süreç boyunca önemini koruyan bir sebeptir. Ayrıca Doğu Türkistan dün olduğu gibi bugün de zengin kömür, doğalgaz, petrol, uranyum kaynaklarıyla enerji ihtiyacının %30’unu tek başına karşıladığı için Çin’in vazgeçilmezidir. Anılan enerji kaynaklarının yanı sıra çeşitli madenlerin de zengin olarak bulunduğu Uygur coğrafyası, buğday, pirinç, arpa gibi tarımsal ürünler bakımından da kalabalık bir nüfusa sahip Çinliler için önemli bir coğrafyadır. Son olarak Uygur Türklerine tanınabilecek bir bağımsızlık durumunun bölgede domino etkisi yaparak Tibet ve Tayvan’ı da etkileyeceğini hesaplayan Çinliler için Doğu Türkistan oldukça hassas bir bölgedir. Çinlilerin ekonomik, siyasî ve stratejik anlamda vazgeçilmez bulduğu Doğu Türkistan’da yaşananları anlamak için geçmiş kadar bugüne bakmak ve süreci bir bütün olarak değerlendirmek gerekir (Demirağ, 2014:229-232).
Netice olarak bu bölge ekonomik zenginlikleri, jeopolitik konumu ve stratejik önemi hasebiyle her zaman Çin ve Rusya için her zaman işgal için fırsat aranan bir yer olarak görülmüştür. Merkezi Çin Hükümeti, her ne kadar yaşanan sıkıntıların dışarıya ulaşmasını engellemeye çalışsa da çağın gelişen iletişim ve ulaşım araçları bu baskının kapalı kalmasını imkânsız hale getirmektedir. Bu sebeple Doğu Türkistan’ın içerisinde bulunduğu siyasî ve toplumsal durum bütün dünyada gündem haline gelen büyük sorunlardan biri olarak çözülmeyi beklemektedir.

EFSANE

İnsanın bu dünyada kabullenmekte en çok zorlandığı şeyin gizem olduğunu söylemek yanlış olmaz. Zira insan gizemin yani sebepleri ve olası sonuçları bakımından açıklayamadığı durumları, olayları kendi varlığına yönelik bir tehdit olarak görme eğilimindedir. Buna karşılık insan her geçen gün dünyaya ait yeni bir gizemle yüzleşmek durumunda kalır. Bu yüzleşmelerden sonra her defasında insan; karşılaştığı yeni gizemi anlamaya, kavramaya, öğrenmeye çabalayarak kendisine güvenli bir alan inşa etmeye uğraşır.
İlk devir insanları da bir yandan hayat ile ölümün sırrını anlamak için çalışırken bir yandan da gök ve gökteki cisimlerin, denizlerin, yağmurun toprak, orman, dağ, ateş, maden ve benzeri tabiat unsurlarının varlığını anlamlandırmaya çalışır. Hem hayatın kaynağı hem de ölümün nedeni olarak düşündükleri bu tabiat varlıklarından faydalanmakla birlikte bunlara karşı korku ve heyecan duymaktan da kendini alamaz. İnsanoğlu aklıyla anlamakta ve bildikleriyle açıklamakta çaresiz kaldığı anlarda çeşitli hayaller kurmaya yönelir. Korku ve heyecanından kaynaklanan sorgulama ihtiyacına araçlık eden hayalleri düşünce ve duygularının, bir bütün ruh halinin eşyaya ve tabiata yansımasına vesile olur. Hayaller; düşüncelerle, duygularla ve yorumlarla zaman içerisinde zengin bir sözlü anlatı halini alır. Bunlara eklenen gerçek hayat parçaları ile birlikte efsaneler, mitler ve bu çeşitten sayılabilecek anlatı metinleri oluşur (Elçin, 1993: 314). Bu ürünlerin tamamı ilk haliyle sözlü ve anonim olarak gelişir. Bu sebeple oluşumu uzun zaman alsa da yazılı metne kıyasla zenginleştirilmesi, farklı bakış açılarının metne eklenip harmanlanması ile mümkündür.
Farsçadan Türkçeye geçen efsane kelimesi Arapçada usture, esatir; Yunancada; mitos, mit kelimelerine karşılık gelmektedir. Türk kültüründe ise esatir, menkıbe, menkabe, menakıpname gibi kelimeler ile karşılanır (Güleç, 2014: 206). Günümüzde de Türk dünyasında efsane kelimesinin yerine; epsane, rivayet, mif, legenda, añız, añızeñgime, ekiyet, aytıv, tavruh ve benzeri birçok kelime kullanılmaktadır (Oğuz-Ekici vd., 2015: 144).
Birçok araştırmacı efsane türünün çeşitli tanımlarını yapar. M. Öcal Oğuz’un editörlüğünde hazırlanan Türk Halk Edebiyatı El Kitabı adlı eserde efsane için; “Halk anlatıları arasında mitlerle karşılaştırılan, masallarla ilişkileri sorgulanan, masal, destan ve halk hikâyesine göre daha kısa; içinde abartma ve olağanüstülük bulunan nesir anlatıdır.” ifadeleri yer alırken bir başka araştırmacı Alman Grim kardeşler efsane için; “Efsane, gerçek veya hayali, muayyen şahıs, hadise veya yer hakkında anlatılan bir hikayedir.” der (Oğuz-Ekici vd., 2015: 144). Bu tanımlamalardan hareketle türün diğer türlere göre daha kısa içerisinde gerçek kişi ve olayların da bulunabileceği buna karşılık abartı ve olağanüstülüğü de yer verilen daha çok belirli şahıs, olay veya yerlere dair anlatılar olduğu söylenebilir.
İnsanın yaşadığı hayatı hem sorgulama hem de kabullenme sürecini içeren masal, mit ve efsaneler insanoğlunun her dönemde ilgisini çekmişlerdir. Oluşumları yüzyıllar alan bu türler, sözlü nakille nesiller arasında taşınarak günümüze ulaşırken insana ait zengin medeniyet birikiminin dünü ile bugünü arasında da köprü işlevi görür. Oluşum süreçleri bakımından mit ve masallara göre daha yakın bir döneme ait olan efsanelerde; olağanüstü nitelikleri bulunan bilhassa tarihî kişiliklerin etkisiyle gelişen ve halkın hafızasında yer eden bazı tarihi olaylar, mekânlar ile insanın var oluş üzerine sorgulamalarına cevap olabilecek olay ve durumların anlatıldığı abartılı hikâyeler yer alır. Halkbilimin bağımsız bir disiplin alanı olarak ortaya çıkmasından önce efsanelerin kültürel aktarımı sağlayarak toplumsal hayatı düzene sokmak amacıyla insanları manevî değerlere, iyiliğe, doğruluğa ve yardımlaşmaya özendiren tarafı dikkate alınmadan tuhaf, inanılması zor hatta boş ve yalan sözlerle dolu anlatılar olduğu değerlendirmesi yapılır (Çalışır, 2016: 517). Bu değerlendirme efsanenin abartıyı bir anlatım tekniği olarak benimsemesinden kaynaklanmaktadır.
Efsaneler sözlü edebiyat ürünleri içinde yer alan önemli türlerden biridir. Bu tür bütün toplumlarda olduğu gibi Türklerin tabiat ve evren tasarımları ile dünyayı ve çevreyi algılayışlarının geçmişten bugüne aktarılmasında en önemli vasıtalardan biri olur (Emeç, 2019: 88). Efsanelerin sadece düşünce ile değil bir inanış formu olan dinlerle, ideolojilerle de yakından ilgili olması onun muhtevasındaki dinî ve mitolojik motiflerin yoğun olarak bulunmasının başlıca sebebidir. Bu açıdan söz varlığı üzerinden insanın keşif ve anlama çabasına dönük tüm soyut durumları varlık sahasına çıkararak somutlayan anlatı türlerinden biri olan efsanenin dinî metinlere benzerliği de dikkat çekicidir (Gönen, 2015: 182). Efsaneler bu nedenle kimi örneklerinde dinî metinlere yaklaşırken kimi örneklerinde de bu metinlerin çok uzağında sınırlarını zorlayan bir hayal dünyası kurar.
Efsaneler anlatıcının dinleyenleri eğlendirmesini sağlasa da topluma dönük birçok mesaj da verir. Esasen bu türün hayatın ve dünyanın türlü gizemlerini çözmek amaçlı eski bir yorumlama çabası olduğu dikkate alındığında bu durum daha iyi anlaşılabilir. Efsanelerin bu açıdan birtakım toplumsal görevleri yerine getirmek üzere, yine toplumum hayatı ve hafızasının ortak hazinesi olan tecrübeler yoluyla üretildiği değerlendirilmektedir.
Toplumsal görevi gereği efsaneler; toplumsal hayatın iyilik, doruluk ve fayda merkezli kurulmasını, bu merkezin kalıcı hâle gelmesi için yapılması ve yapılmaması gerekenlerin neler olduğunun belirlenmesini sağlamaya dönük bir işlev de görür. Toplum içerisinde dezavantajlı gruplar olan hastaların, muhtaç durumda olanların, deli yahut çocuk gibi muktedir olmaktan uzak kimselerle savunmasız hayvan ve bitkilerin korunmaları; onlara merhamet gösterilmesi ve yardım edilmesi gerektiği yönünde telkinde bulunmak efsanelerin görev alanı içerisinde değerlendirilebilir. Efsanelerin teşekkül ettiği yerler bir çeşit kutsiyet kazanır. Yine gelenek ve göreneklerle bu yerlere dair belirlenen ziyaret usulleri, günleri gibi ritüeller efsaneler tarafından nesiller ve mekânlar arasında taşınır. Efsaneler bu mekânlardaki kutsallığın ve mekânlar için belirlenen birtakım kuralların sadece taşıyıcı değil, aynı zamanda bunların korunması işini de üstüne alır. Bu yönüyle efsanelere konu olmuş yerler veya davranış kalıplarıyla ilgili süreç içerisinde bir kaybın yaşanmasının hatta bir değişiklik yapılmasının önü alınmış olur. Zengin arka planı sayesinde birçok efsane resim, şiir, tiyatro, sinema gibi çağdaş sanatlara konu kaynağı olmaktadır ( Güleç, 2014: 209). Efsaneler, çağdaş sanatlar eliyle de kendilerini sürekli güncellemekte ve canlılıklarını korumaktadırlar.
Birçok olay ve konudan hareketle oluşabilen efsanelerin tasnifi de oldukça zordur. Net sınırlandırmalar ve adlandırmalar yapılamasa da Türk kültürü içerisinde teşekkül eden efsaneleri en genel anlamda dört başlıkta toplamak mümkündür:
a. Yaratılış efsaneleri
b. Tarihi efsaneler
c. Olağanüstü kişiler, varlıklar ve güçler üzerine efsaneler
d. Dini efsaneler (Güleç, 2014: 207).

Uygur Türklerinde Efsane
Kültürün dilden dile aktarılması yolu ile yaşatılması geleneğinin güçlü olduğu coğrafyalardan biri de Doğu Türkistan’dır. Bu durum Uygur Türklerinde yazılı edebiyatın olmadığı anlamına gelmez. Uzun bir süre önce yerleşik hayata geçen, alfabe ve yazı sistemini oturtan toplumlarda sözlü edebiyat geleneği devam etmekle beraber yazılı edebiyat geleneği de varlığını sürdürebilir hatta sözlü gelenekten daha güçlü hale gelebilir. Yerleşik hayata geçen ilk Türk kavmi olan Uygur Türk toplumu da hem yazılı hem de sözlü geleneği güçlü bir şekilde yaşatabilen toplumlardan biri olarak varlığını devam ettirmektedir.
İletişim ve ulaşımın oldukça geliştiği, göçebeliğin istisnalar hariç tarihe karıştığı bir dönemde Uygur Türklerinin sözlü edebiyat geleneğini güçlü bir şekilde devam ettirmesinin temelinde modern dünyaya karşı bir direnme çabası yoktur. Uygur Türklerine ait yazılı kültür unsurlarının modern dünyanın bütün imkânlarını kullanan ve bu kültür varlıklarını ortadan kaldırmak isteyen süper güçler tarafından tarihî süreç içerisinde defalarca yasaklanması sözlü kültürün en az yazılı kültür kadar varlığını korumasını sağlar. Yazılı kültür aracılığıyla millî ve manevî geleneklerini koruyup geliştirmeleri engellenen Uygurlar için sözlü kültür bunları koruyup geliştirmenin alternatif yolu olarak kullanılır. Kendilerine yönelen istismar etme, dönüştürme yahut yok etme projelerinin bir parçası olarak yazılı kültürün yasaklanması onların iradî olarak tüm güçlerini sözlü anlatılar üzerine yoğunlaştırmalarına neden olur.
Uygur Türklerinin halk ağız edebiyatı olarak sınıflandırdıkları sözlü halk edebiyatının bir parçası olan efsane türü Uygur Türkçesinde epsane veya rivayet terimleriyle karşılanır. Sözlü anlatım biçimine işaret eden rivayet adlandırması ile eserlerin daha çok muhtevasına gönderme yapan efsane terimleri eş zamanlı olarak da kullanılır. Masal ve destan gibi anlatı türlerinden farklı olarak Uygur efsanelerinin sabit bir şekli yoktur. Fakat az sayıda da olsa kimi efsanelerinin başlangıç ve bitişlerinde geçmiş zaman içinde, günlerden bir gün gibi formellerin bulunduğu görülebilir. (Öger, 2008: 83, 143). Uygur efsaneleri hem içerik hem de biçim olarak halkın hayal gücü, inanışı ve dil imkânları ile biçimlenir.
Efsaneler; eğitimli bir sınıfın dünyayı, insanı anlama ve yorumlama çabasından çok; bu özelliklere sahip olmayan sıradan halkın, bütün noksanlıklarına rağmen bu entelektüel çaba içerisine girmesinden doğan bir anlatı türüdür. Bu sebeple de efsaneler bir entelektüel iddia taşımasına rağmen diğer sözlü halk edebiyatı ürünleri gibi günlük hayatta kullanılan dile has bir sadelikte söylenir. Ayrıca efsaneler mitlere göre daha yakın bir zamanda meydana gelmiş olsalar da geçmiş inançlardan da güçlü izler taşıyabilmektedir. Anlatıları ortaya koyan sınıfın sıradan halk olması ve bu anlatıların esaslı amaçlarından birinin inançlara dair bilgiler vermek olması nedeniyle efsaneler diğer türlere nazaran zengin bir sanatlı söyleyiş özelliği taşımazlar (Öger, 2008: 143).
Uygur efsanelerinde çoğunlukla mekân olarak kadim topraklar yer alır. Bu topraklarda hüküm süren birçok kültüre, düşünüşe, inanışa dair izlerin efsanelerde belirgin ve zengin bir biçimde bulunması bu sebepledir. Allah, Tanrı ve Buda ile ilgili efsanelerin çok fazla yer alması ve bu inançlara ait unsurların anlatılarda yoğun şekilde yer alması bu tarihî derinliğin, kültür zenginliğinin en büyük kanıtıdır.
Gök ve göğe ait unsurlar Uygur efsanelerinin üzerinde en çok durduğu konulardan biridir. Esasında bu durum bütün Türk dünyası efsanelerinde karşılaşılan ortak bir hususiyettir. Türklerin en eski inanış biçimlerinde tanrının gökte tasavvur edilmesi, bu sebeple gök ile ilgili bütün unsurların kutsiyet kazanması bunların efsane, mit ve benzeri anlatı türlerine konu olmasında etkili olur (Emeç, 2019: 89).

Çalışmada Yer Alan Efsaneler Üzerine Değerlendirme
Bu çalışmanın esasını oluşturan Uygur efsaneleri derlemelerinin her biri üzerine ayrıntılı olarak değerlendirme yapmaya çalışmanın birtakım mahsurlu etkileri olabilir. Bu çeşit olumsuz etkilerin başında okuyucunun derlemeleri okurken özgün bir yorum yapmasının engellenmesi sayılabilir. Ayrıca ciddi ölçüde zengin bir arka plana sahip olan bu tür anlatıların tek tek bir bakış açısı üzerinden ele alınması içeriğin sınırlandırılmasına ve çağrışım gücünü kaybetmesine de yol açabilir. Bu sebeple derlemeler üzerine yapılacak değerlendirmelerde en genel hatları içeren, eserlerdeki kimi karakteristik hususiyetleri vurgulayan bir yol izlenecektir. Böylelikle okurla eser arasına girme, eserde yüklü çağrışım gücünü yok etme endişeleri bertaraf edilmiş olacaktır.
Yukarı Artuş köyünde derlenen anlatılarda yaratılış efsaneleri başta olmak üzere mükemmel bir hiyerarşiye uyulduğu görülmektedir. Efsanelerin hem zaman hem de mantıksal olarak doğru sırayı izlemesi inandırıcılıklarını artırır. Efsanelerin ağırlıklı olarak entelektüel bir çaba içerdiği düşünülürse bu anlatıların akla yatkın bir şekilde oluşturulmasının ve anlatılmasının ne derece önemli olduğu daha iyi anlaşılır.
Eserlerde rastlanılan akla yatkın hiyerarşi şu şekilde açıklanabilir. Özellikle yaratılış konusundaki bilinmezliği irdeleyen destanlarda da görüldüğü üzere bir varlığın yaratılmasından önce onun bir ihtiyaç haline gelmesi şarttır. Bir varlığın ihtiyaç haline gelmesi demek ise onun var oluşu halinde varlığının devamlı olmasını sağlayacak her türlü imkânın hazırlanmış olması demektir. Bu sebeple insanın bir ihtiyaç haline gelmesinden önce onun asgari düzeyde hayatını devam ettireceği unsurlar yaratılır. Daha sonra bu unsurların varlığı insanın varlığını adeta gerekli kılar ve insan yaratılır. İnsanın yaratılışıyla birlikte insana bağlı bir estetik biçimlenme ihtiyaç haline gelir. Nitekim bu ihtiyacın gereği olarak insanın uzak ve yakın çevresini güzelleştirecek unsurların yaratılması gerçekleşir. İnsandan topluma uzanan gelişim çizgisi düzeni bir ihtiyaç haline getirince de maddî ve manevî ödüllendirme, cezalandırma biçimleri yaratılır. Bu düzen formlarına göre iyiler ve kötüler, yöneticiler ve tebaa belirlenirken ömrün devamı en büyük ödül, bitimi de en büyük ceza olarak değerlendirilir. Bu cezanın tatbiki için Azrail’in yaratılması da akla yatkın hiyerarşiye uygundur. Sonrasında ölümü kolaylaştırıp, bu cezaya karşı isyanları azaltacak sebeplerin (mikropların) var edilmesi olayların gerçekliğe uygun biçimde gelişmesi sayesinde kabul edilebilirliği ve anlaşılırlığı kuvvetlendirdiği gibi anlatıların dinleyici kitleyi etkilemesini, istendik yönde terbiye edilmesini de kolaylaştırır.
Her milletin halk anlatıları geleneklerinden, göreneklerinden, inanışlarından, yaşadıkları coğrafyadan ve hayata bakış açılarından izler taşır. Uygur Türklerinin yaşadığı Yukarı Artuş köyünde derlenen bu halk anlatıları da yukarıdaki başlıklar açısından zengin bir içeriğe sahiptir. Ele alınan efsanelerin çoğu birbirinden bağımsız başlıklardan oluşsa da çoğu birbirinin devamı ve tamamlayıcısı niteliğindedir. Efsanelerde özellikle Uygur insanının çalışkanlığı ile Uygur coğrafyasında yer alan yaşam alanları (Tanrı Dağları, Taklamakan Çölü, Kaşgar ve Artuş) geniş yer alır.
Derlenen anlatılarda insanların bireysel ve toplumsal yaşamında gerekli olan hemen her konuya temas edildiği görülmektedir. Tanrı ve Mahlukatlar Arasındaki İpin Yaratılışı konulu efsanede, yüce tanrı olarak adlandırılan yaratıcı; dünyayı, melekleri, insanları, bitkileri ve bunlardan sonra yarattığı her şeyi bir ip vasıtasıyla birbirine bağlamaya karar verir. Yarattığı bütün varlıkların da bu ipi korumalarını emreder. Bu destan eski Türk inanışındaki Yaratıcı (Gök Tanrı) ile evrenin tüm varlıklarıyla birbirine kozmik bir eksen ile bağlı oluşunu (Roux, 2001: 73) sembolize eden bir içeriğe sahiptir. Nitekim Gök Tanrı inancında üç ana parça olan evrende bu parçalar arasındaki denge ve ilişkiler şamanlar vasıtasıyla sağlanır. Gökte bulunan melekler, yerde bulunan bütün yaratılanlar ve yeraltındaki tüm varlıkların birbirlerine bir iple birbirine bağlanması onların tanrı tarafından kontrol edildiğini ifade etmekle beraber bu yaratılmışların da birbirlerine yönelik bir kontrol mekanizması bulunduğunu da vurgular. Buna göre evrende bulunan maddî ve manevi her şeyin, yaşamlarını devam ettirebilmesi için birbirine bağlı olduğu gerçeği topluluğa hatırlatılır.
Derlenen bu efsanelerde öne çıkan hususiyetlerden birisi de tanrının her şeyi yaratacak güce sahip olduğudur. Fakat yine bu efsanelerin genelinde yaratıcı, yarattığı evreni anlamak ve evrende ne olup bittiğini görmek için meleklerin yardımına ihtiyaç duyar. Oysa başta İslamiyet olmak üzere diğer semavî dinlerde Yaratıcı her an her şeyi görmekte ve istediği zaman istediği şeye müdahale edebilmektedir. Bu durum destanların oluştuğu dönemde Uygurların içerisinde yaşadığı kültür ve gelenekleri ile yakından ilgilidir.
Efsanelerde halkın inancına dair hususiyetlerin her bölgede günlük yaşama yansımalarının yukarıda anlatılanlara benzeyen ya da farklı olan örneklerini görmek mümkündür. İnanışa dair etkilerin özellikle doğa ile ilgili anlatılarda; doğum, ölüm, evlilik, bayram gibi önemli süreçlerin aktarıldığı efsane derlemelerinde çok daha zengin örnekleri ile karşılaşmak mümkündür. Efsaneler ve halk anlatılarında yer alan inanışlara dair hususiyetler sadece hayat pratiği olan geleneklerle sınırlı değildir. Tanrı kavramının halk tarafından algılanışına da efsanelerde temas edilir. Buna göre toplumda tanrı kavramı farklı şekillerde düşünülmektedir. Bu durumun en önemli örneklerinden biri aynı anlatıcıdan derlenen farklı efsanelerde yer yer tanrı kelimesinin yer yer Allah kelimesinin kullanılmasıdır. Yine bazı anlatılarda İslam dinindeki Yaratıcı inanışına uygun bir biçimde her şeyi bilen gören ve çevreleyen Allah’a yer verilirken bazı anlatılarda ise Gök Tanrı inancında yer alan yaratıcının vasıfları kullanılır. Dahası anlatıcıların zamanla bazı efsanelerde bu iki yaratıcının vasıf ve icralarını birbirlerine yaklaştırıp karıştırdıkları da görülür. Öyle ki birbirinden oldukça farklı olan bu iki yaratıcıya ait vasıfların tek efsanede birleştiği de görülmektedir. Buna karşılık Ruhani Varlıklar Şeytan ve Cinlerin Yaratılışı gibi bazı efsanelerde İslam inancı ile bire bir bağdaşan anlatılar da mevcuttur. Bu durum anlatılarda genişletilerek ya da güncellenerek yer verilen olaylarda İslam dininin esasını oluşturan ayet, hadis ve yorumların kulaktan kulağa aktarılırken özünün korunmak sureti ile kullanıldığı şeklinde açıklanabilir.
Derlenen anlatılar içerisinde bulunan Ruhani (Tuhaf) Varlıkların Yaratılışı ve Yok Oluşu, İnsanın Yaratılışı; Çeşitli Ağaç, Çiçek, Ot ve Bitkilerin Tekrar Yaratılışı; Tanrı ve Mahlukatlar Arasındaki İpin Yaratılışı; Uçan Kuşların Yaratılışı; Ruhani Varlıklar Şeytan ve Cinlerin Yaratılışı gibi çoğu efsanenin birbirini tamamlayan nitelikte olması da önemlidir. Bu anlatılar başlık olarak birbirlerinden bağımsız olsalar da kronolojik açıdan birbirlerini tamamlar niteliktedir. Örneğin önce dünyanın yaratılışı, ardından dünyada insan ihtiyacını giderecek canlı cansız varlıkların yaratılması son olarak da insan, cin ve şeytanın yaratılması bu anlatıların esasını oluşturur. Değerlendirme kısmının başında da değinildiği üzere bu hem terbiye usulü açısından hem de insan aklının mantık çerçevesinde dünyayı anlaması açısından önemlidir. İnsanın üzerinde gezmesi için bir dünya ve sonrasında da ihtiyaçlar hiyerarşisi takip edilerek doğaya dair unsurların var edilmesi dikkat çekicidir. Son olarak da imtihan dünyasında insanın tecrübe (imtihan) edilmesi için cin ve şeytanların yaratılması eski Türk inançlarında da bugünkü inanç sisteminde olduğu gibi yaratılan her şeyin birbirini tamamlayan sistematik bir oluşumla meydana geldiğini göstermektedir.
Derlemelerin yapıldığı Doğu Türkistan’ın Artuş şehrinin Yukarı Artuş köyünde anlatılan bazı efsanelerin Türk dünyasının farklı coğrafyalarına da yayıldığı, efsane şeklinde olmasa da fıkra veya başka anlatı türleri içinde efsanelerle benzer içeriklerin yer aldığı görülmektedir. Nitekim Cin, Şeytan ve İnsanlar Arasındaki Üstünlük Savaşları adlı efsanede geçen olaylar değişik zamanlarda, başka coğrafyalarda farklı anlatı formlarına da kaynaklık eder. Efsanede şeytanlar ve insanlar arasında bir anlaşma yapıldığından söz edilir. Buna göre şeytanlar ve insanlar sırayla birbirlerini boyunlarına alarak dünyanın etrafında dolaşma konusunda anlaşılır. Kimin şarkısı daha uzun sürerse bu yarışmanın kazananı o olacaktır. Şeytanlar ilk olarak kendilerinin insanların boynuna binip şarkı söylemeleri konusunda ısrarcı olurlar. Böylelikle insanların yorulmasını ve şarkı söyleme sırası onlara geldiğinde güçsüz düşecekleri için bunu olabildiğince kısa tutmalarını sağlamayı amaçlarlar. Yarışma şeytanların şarkısı ile başlar. Dünyanın etrafında atılan ilk turun sonunda ise şarkı biter ve sıra insanlara gelir. Şeytanların boynuna çıkan insanlar ise sürekli “lay la la lay, lay la la lay” şeklinde tekrarlanan şarkılarını dünyanın etrafını defalarca turlamalarına rağmen bitirmez. Bu durum karşısında sözde kurnazca planlar yapan ve saf kötülüğün sembolü olan şeytanlar çileden çıkarlar ve isyan ederler.
Yukarıda özetlenen efsaneye çok benzeyen içeriklere sahip birçok farklı anlatı örneği Anadolu’da da vardır. Bunlardan biri Doğulu ile Karadenizli arasında geçtiği varsayılarak anlatılır: Bir gün bir Karadenizli ile bir Doğulu uzun bir yola koyulurlar. Bir süre gittikten sonra hem yorulan hem de sıkılan Karadenizli yolculuğu kendisi için kolay ve eğlenceli hale getirebileceğine inandığı bir plan yapar. Doğulu arkadaşına yolculuğun eğlenceli geçmesi için sırayla birbirlerinin sırtına binmeyi teklif eder. Bu teklife göre sırta binen bu süre boyunca türkü söyleyecek, türkü bitince de yer değiştireceklerdir. Doğulu bu teklifi kabul eder. Karadenizli uyanık davranıp önce kendi biner arkadaşının sırtına. Planı onu yormak ve türküsünü kısa tutmasını sağlamaktır. Fakat Karadeniz insanının hareketli ve tez canlı yapısı türkülerini de yansıdığı için çok kısa sürede türküsünü okuyup bitirir. Sıra kendisine gelince Karadenizlinin sırtına binen Doğulu, yol boyunca sürekli le le le şeklinde tekrarlanan türküsünü söyler. Yolculuğun bitmesine az bir mesafe kala bu işten oldukça sıkılan Karadenizli’nin: “Bu nasıl bir türkü? Yol bitti sen hala le le le deyip duruyorsun.” şeklindeki itirazına Doğulu şu cevabı verir: “Bu türkünün le le le kısmı, daha lo lo lo kısmı var.”
Her toplum hayata ve olaylara bakış açısını; yaşadığı coğrafya, geçirdiği tarihî süreçler, başka toplum ve doğa ile olan münasebetleri, tanrıyı algılama biçimlerinin yaşam koşulları ile harmanlanması gibi unsurların etkisiyle oluşturur. Bu durum Türk toplumları için de böyledir. Örneğin gece ve gündüzün yaratılması ile deprem ve benzeri doğal afetlerin meydana gelmesi ineğin hareketlerine bağlanır. Gece ve Gündüzün Yaratılması II başlıklı efsanede özellikle dünyanın bir ceza olarak ineğin sırtına yüklenmesi yorumu dikkat çekicidir. Yarı göçebe (yazlık ve kışlak) olarak yaşayan Uygur toplumunun geçim kaynağının önemli bir kısmının hayvancılığa dayanmasının bu anlatının teşekkülünde etkili olduğu değerlendirilebilir. İneğin bu tarz yaşam biçimindeki önemine istinaden onu koruma düşüncesinin zaman içerisinde bu hayvanın dünyanın birçok hareketine yön verecek konuma getirilmesini sağladığı anlaşılmaktadır. Abartılı bir biçimde efsanelere konu olsa da hayvancılıkla geçinen toplumlarda tüm kültür başlıklarını etkileyen ekonomik hayatın temeli hayvanlardan elde edilen gelirdir. Hayvancılıktan elde edilecek gelire göre bolluk ve kıtlık dönemleri ortaya çıkarken tüm toplumsal hareketliliğin temelini de bu gelişme belirler.
Uygur toplumunda hayatın esasını oluşturan hayvancılığın önemi efsaneye şu şekilde yansır: “Yüce tanrı dünya âlemini yaratınca dünyaya göndermek için çok büyük bir inek yaratmış. İnek yeryüzüne gelince çok mutlu olmuş ve içi içine sığmamış. Yeryüzünde tek olduğunu gören inek, kendi gücüne şaşırmış. Etrafına bakınarak bir sağa, bir sola koşmuş. Karşısına ne gelirse gelsin boynuzuyla onu yıkıp geçmiş. En sonunda özgürlüğün verdiği güven ve güçlü olmanın sarhoşluğuyla yüksek sesle möleyerek etrafı rahatsız etmeye başlamış. Melekler ineğin yaptığı bu hareketleri görünce rahatsız olmuş. Hemen yüce tanrının huzuruna gidip olanları söylemişler. Yüce tanrı ineğin yaptıklarına sinirlenmiş ve dünyayı alıp ineğin başına koyuvermiş. Bundan sonra inek ne zaman yorulsa başını sağa çevirmiş böylelikle gündüz meydana gelmiş, sağ yorulduğunda başını sola çevirmiş ve gece oluşmuş. Gece gündüz yaratıldıktan sonra zaman akıp gitmiş. Ne vakit ki inek eski özgür yaşamına dönse, kafasına göre davransa hızlıca kafasını sallamış ve deprem oluverirmiş.”
Bu efsanede yer verilen içeriğin benzerine birçok coğrafya ve toplumda rastlamak mümkündür. Örneğin Ağrı’nın Patnos ilçesi ve civarında sık sık anlatılan ve sözlü kültürde hâlâ canlılığını koruyan bir halk anlatısına göre dünya öküz ile balığın sırtındadır. Bu hayvanların bir yeri kaşındığı zaman hareket etmek zorunda kalırlar. Bu hareket zorunluluğu da dünyada depremler ve daha başka doğa olaylarının yaşanmasına yol açar. Buna benzer anlatım ve inanışlar başka toplumlarda da mevcuttur. Dahası bu anlatılarla oldukça benzerlik gösteren hadislerden bile bahsedilir. Sahih olduğu noktasında tereddütler bulunsa da Hâkim en-Nisâburi, El-Müstedrek ale’s-Sahihayn adlı eserinde Hz. Peygamber’den dünyanın öküz ve balık üzerinde bulunduğu şeklinde bir rivayeti nakleder (Yenilmez-Üstün, 2016: 40). Bahsi geçen hadiste olduğu gibi öküz ve balığın sırtında olması ebetteki mecaz anlamlıdır. Fakat Uygur Türklerine ait bu efsanede yalnızca ineğin yer alması denizlerin uzağında yaşamalarından ileri gelmektedir. Sahih olmasa bile hadis olduğu rivayet edilen sözler, dünyanın kara ve deniz parçalarından oluştuğu ve bu parçaları temsilen bu hayvanların adlarının zikredildiği şeklinde yorumlanabilir. Yoksa elbette ki, bugün bilimin ispatladığı gibi dünya bir balığın, öküzün veya ineğin sırtında değildir.
Konu çeşitliliği bakımından oldukça zengin olan efsanelerde insan hayatının her bakımdan kuşatan unsurlarla bu hayata tesir eden her varlığa ilişkin bir detayın bulunması Uygur insanının geniş hayal gücünü göstermesi açısından da önemlidir. En çok karıştırıldıkları mitlere göre daha yakın bir zamanda teşekkül eden efsaneler, bu özellikleri bakımından toplumsal hayata dair oldukça gerçekçi izler taşır. Aralarında akrabalık bağı bulunan ya da bulunmayan, farklı bölge de hayatlarını sürdüren toplumlarda insan unsurunun psikolojik ve biyolojik tabiatından kaynaklanan derin ortaklık sebebiyle benzer olayları işleyen efsanelerin varlığı gözlenebilir. Bu efsanelerde geçen kişi kadrosu ve coğrafya dışında içerik kısmen veya tümüyle birbirine benzer olabilir.
Tanrının Bütün Varlıklara Ömür Biçmesi adlı efsanede anlatılanları yukarıdaki tespiti örneklendirmesi bakımından önemlidir: Buna göre ilgili anlatının değerlendirmeye esas kısmı şu şekildedir:
“Melekler yüce tanrının sözü ve emri ile varlıklara ömür vermişler. Yüce tanrının verdiği bu ömürden aslan, eşek, deve, köpek ve maymun az ömür istemişler. Melekler bu hayvanların kısa ömür istemelerine karşılık onları uyararak yüce tanrının verdiği ömrün onlar için en uygunu olduğunu söylemişler. Hayvanlar tekrar düşünmüşler ama yine kabul etmemişler. Melekler aslanın, eşeğin, devenin, köpeğin ve maymunun sekizer yaşını ellerine alarak bu yaşları isteyen var mı diye sormuşlar. Bu yaşları sadece insanlar almak istemiş. Başka hiç kimse istememiş…”
Bu anlatıda; yer, kahramanlar ve olaylar farklı olmakla birlikte Dede Korkut Hikayeleri’nde yer alan Deli Dumrul hikayesine bir bakımdan benzerlik söz konusudur. Efsanede yer alan insana fazladan ömür verilmesi, insanın ömrüne ömür eklenmesi olayı; bire bir olmasa da Deli Dumrul’a tanrının hoşuna giden söz ve davranışlarından dolayı fazla ömür verilmesi olayına benzerlik göstermektedir. Deli Dumrul hikâyesinde canına karşılık annesinin, babasının ve eşinin canı talep edilirken Uygur efsanesinde kendilerine verilen yaşam süresini uzun bulan diğer canlıların istemediği zamanı insanın sahiplenmesi ve tanrının da bunu kabul etmesi şeklinde ortaya çıkar. Bu efsanedeki bir başka husus ise insanın doğayı ortak kullanması gereken diğer bütün canlılara göre daha doyumsuz, hırslı, elindekinden fazlasına sahip olmak isteyen bir tabiatının bulunduğu gerçeğine yapılan vurgudur.
Efsanelerde Uygur inançlarının büyük tesirini görmek mümkündür. Azrail’in Yaratılışı adlı efsanede Azrail Yaratıcı’ya şöyle dert yanar: “Varlıkların canını almaya gidince bana yalvaran gözlerle bakıyorlar. Her nefeslerinde de seni zikrediyorlar. Ben böyle bir durumda onların canını zor alıyorum.” Azrail’in söylediklerine karşı yüce yaratıcı da ona mikropların yaratılışı efsanesine gönderme yapan şu cevabı verir: “Sen kendi işine bak. Ben bir canlı yaratacağım. Bu canlı sana o varlığın canını al dediğinde sen gidip o varlığın canını alacaksın. Uzatılmasını istediğim canların da canına can ekleyeceksin.” Bu ve benzeri birçok efsanede İslam anlayışına da oldukça yaklaşan bir şekilde bilhassa ölüm ve yaşam konularında bir toplumsal terbiyeyi yerleşik hâle getirme çabası dikkati çeker. Özellikle de Azrail’in canları alırken yaşadığı sorun ve Allah’ın onu bu sıkıntıdan kurtarmak için ölüm vakti gelenlere farklı sebepler yaratarak canlarını almasının anlatıldığı efsane bu terbiye metoduna güzel bir örnektir.
Azrail’in Yaratılışı efsanesinden hemen sonra anlatılan Mikropların Yaratılışı adlı efsane de bu efsaneyi tamamlar niteliktedir. Efsane de mikroplar yaratıldıktan hemen sonra tanrı ile görevleri konusunda konuşur. Mikroplar tanrıya, insanları ve diğer varlıkları tanrının biçtiği ömür tamamlanınca mı yoksa kendilerinin karar vereceği bir zamanda mı öldüreceklerini, zamanı kendileri belirlerse bunun suç olup olmayacağını sorar. Yüce tanrı cevap olarak onların sadece verilen görevi yerine getirmeleri gerektiğini, ölümlerin verilen ömür süresinin dolması sonrasında ölenler öldüren mikropları tanısa da tanımasa da bir iş yapıyor olsalar da olmasalar da gerçekleşmesi gerektiğini emreder. Ayrıca kendisine verilen ömrün müddeti dolmadan canına kıyan kimselerin suçlu olacağını vurgular. Yaratıcı, mikropların başlarda görünür ve büyük olarak yaratıldığını, insanların da onların neden yaratıldığını düşünmeden yediklerini, bunun önüne geçmek için görünmez kılındıklarını ve ölüm vakti gelen canlıların ölmesini sağladıklarını haber verir.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/enver-kapagan/uygur-efsaneleri-uzerine-bir-degerlendirme-69499894/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
Uygur Efsaneleri Üzerine Bir Değerlendirme Enver Kapağan
Uygur Efsaneleri Üzerine Bir Değerlendirme

Enver Kapağan

Тип: электронная книга

Жанр: Сборники

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Uygur Efsaneleri Üzerine Bir Değerlendirme, электронная книга автора Enver Kapağan на турецком языке, в жанре сборники

  • Добавить отзыв