İki Çınar

İki Çınar
Yakup Ömeroğlu

Yakup Ömeroğlu
İki Çınar

İKİ ÇINAR’I OKURKEN
Ben hatırlamıyorum fakat bu hikâyenin yazarının anlattığına göre ta öğrencilik yıllarında, bana müstear isimle bir şiir getirmiş. Ben de fazla şairane bulmuşum, beğenmemişim. O da böylece şiir yazmayı bırakmış. Zaten o yaşlarda bütün delikanlılar şairdir. Şimdi ne kadar isabetli bir iş yaptığımı düşünüyorum. Zira her insan başka görevler için yaratılmıştır. Yakup Ömeroğlu daha o yıllarda güçlü iradesi ve kabiliyetleriyle fark ediliyordu. Türk Ocağı bünyesinde Türk Dünyası Gençlik Kurultaylarını başarıyla yönetmişti. Hâlâ o kurultayda tanışan gençler arasında unutulmaz bir kardeşlik bağı var ve her biri kendi memleketlerinde sivil veya resmi kıymetli mevkilere gelmişlerdir. Onların hepsi Türkiye Türkçesini, Yakup da Kazakçayı, Kırgızcayı, Özbekçeyi, Tatarcayı bilir.
Daha sonraki yıllarda bir üniversitede öğretim üyesiyken aynı sevda peşinde Ahmet Yesevî Üniversitesi’ne, Kazakistan’a gitmişti. Orada da bir idealist olarak ne büyük işler başardığının şahidiyim. Zira öğretim görevlisi olarak ben de oradaydım. Ömeroğlu, orada Kültür Müdürü olarak işçi ve memur kadrosuyla çalışan yüzlerce sivil elemanın ve çeşitli kol faaliyetleriyle binlerce öğrencinin koordinasyonunu sağlıyordu.
Döndükten sonra da boş duramazdık tabii. Pirimiz Gaspıralı İsmail Bey diyerek Yakup Beyle el ele verip Avrasya Yazarlar Birliğini kurduk ve onun yayın organı olan Kardeş Kalemler dergisini çıkarmaya başladık. Eğer bugün Yakup Ömeroğlu gibi idealist bir insan olmasa bütün Türk Dünyası’nın ortak yayın organı olan Kardeş Kalemler gibi bir dergi nasıl çıkardı. 14 yıldır hiç aksamadan çıkan dergimiz, bu ay 159. sayıya ulaştı. Ayrıca Dil Araştırmaları adlı bir de ilmi dergimiz çıkmaktadır. Yine derneğimizin mahsullerinin yayınlandığı BENGÜ yayınlarından çıkan kitapların sayısı 240’ı geçmiştir.
Daha yazımın başında bu biyografik malumatı vermemin sebebi hikâye yazan birinin nasıl bir donanıma sahip olması gerektiği üzerinde durmak içindir:

✓ Kâbiliyet,
✓ Dile hâkimiyet,
✓ Görmek için ikiden fazla göz,
✓ Entelektüel birikim,
✓ Yorularak kazanılmış bir hayat tecrübesi,
✓ Tutarlı bir hayat görüşü,
✓ Sızlayan bir vicdan…
Çilekeş bir çiftçi ailesinin çocuğu olarak zor bir hayattan gelen Yakup’ta bunların hepsi var. Yalnız, “vatan kurtarma yılları” dolayısıyla bir geç kalmışlık söz konusu. Ama olsun, Türk hikâyeciliğinde bir kutup olan ve Türkçede izlenimci akımın yani Çehov tarzı hikâyeciliğin temsilcisi olan Memduh Şevket Esendal da yazmaya geç başlamıştı fakat en velut hikâyecilerimizden oldu. Bu ilk kitabında okuduğumuz örnekleriyle Yakup Ömeroğlu da çok başarılı. Benim bildiğim kadarıyla bu hikâyeleri yöneticilik mesaisinden çaldığı zaman kırıntılarıyla yazdı. Ama bundan böyle Türk okuyucusuna borçludur. Yazmak mecburiyetindedir.
Yazarın asıl mesleği veteriner hekimliğidir. İlk bakışta sanatla ilgisiz gibi görülen bu meslek sahiplerinden büyük edebiyatçılar doğmuştur: İstiklal Marşımızın yazarı Mehmet Akif Ersoy, büyük sosyoloğumuz Ziya Gökalp, büyük romancımız Cengiz Aytmatov da veterinerdiler… Öyle sanıyorum ki Allah, ağızsız dilsiz hayvanatın derdine derman bu insanlara ödül olarak bülbül gibi bir dil veriyor. Belki de anatomisiyle canlı bir organizmayı inceleyerek yaratılıştaki hikmeti sezmek onların gönül gözünü açıyor… Kitaptaki Geç Kalan Piknik hikâyesini okursanız bana hak vereceksiniz.
Yakup Ömeroğlu’nun İki Çınar kitabının son derece memnuniyet verici bir özelliği daha var: İki Çınar, Türkiye’de yayınlanmadan önce geçtiğimiz yıl kardeş Azerbaycan’da okuyucu ile buluştu. Yani elinizdeki hikaye kitabı bir anlamda İki Çınar’ın 2. baskısı denilebilir. Bugüne kadar edebiyatımızda çok az yazara nasip olan bu durum, Azerbaycanlı kardeşlerimizin Yakup Ömeroğlu’nun edebi hayatına değerli bir hediyesi olarak düşünülebilir.
Aslında kitapta bulunan İki Çınar, On Dolar gibi pek çok eser, Azerbaycan’dan başka Özbekistan, Kazakistan, Kırgızistan, Tataristan gibi Türk ülkelerinde ve başka dillerde yayınlandı. Hikayelerin Türkiye’de kitaplaşmasından sonra, eminim ard arda bir çok ülkede de yine yayınlanacaktır.
Darısı yeni kitaplara!..
Haydi iyi okumalar.

    Ali AKBAŞ

ON DOLAR
Güneşin ilk ışıkları yeryüzüne gelmeye başlarken onun bindiği uçak da piste inmişti. Bundan sonra yoluna taksiyle devam edecekti. Önce havaalanı gümrüğünde işlemlerini yaptıracak sonra transit vizesiyle komşu ülkeye giriş yapacaktı.
Gümrüklerdeki çalışanların tavırları o ülkedeki yaşantının adeta bir özeti gibi gelirdi ona. Bu kapıdan geçince ülkenin geri kalanında yaşanan sosyal hayat, ekonomik düzey, eğitim durumu, halkın huzuru ve daha fazlasını dikkatli bir göz gümrük kapılarından okuyabilirdi. İnsanlar ifadelendiremeseler de bunu bir şekilde anlıyorlardı sanki. Çalışma hayatı disiplinli, ekonomik düzeyi yüksek bir ülkenin havaalanında birbirlerinin haklarına riayet ederek bütün havaalanı ve uçuş kurallarını hiçbir ikaza gerek kalmadan gönüllü olarak uygulayan insanlar, adam kayırmacılığın fazla olduğu, ekonomik olarak daha az gelişmiş ülkeye iner inmez, henüz uçağın içindeyken birbirlerini itip kakmaya, uyulması gereken kuralları ihlal etmeye başlarlardı. Daha bir saat önce birbirlerine nezaketle davranan insanlar kendileri değilmişçesine yeni gelinen ülkeyle birlikte davranışları da değişiverirdi.
Geldiği ülkede havaalanında çalışanların gülmeyen suratları, bu ülkede ayağınızı denk alın dercesine bakan soğuk bakışları yeni gelenlere pek çok şey anlatıyordu. Geldikleri ülkede arkasına sığınacakları bir makam yada unvanı olmayanlar ürkek davranışlarla bir an önce kendilerini gümrük kapısının diğer yönüne atmak için aceleci davranışlarla işlemlerini yaptırmaya çalışıyorlardı.
Kadir’in havaalanı girişinde vize işlemleri uzun sürmedi. Komşu ülkenin vizesini ve çalışma izini evraklarını gören memur otoritesini göstermek istercesine gürültüyle pasaportunun üzerine mührünü vurdu ve sert bir hareketle uzattı. Memura fark ettirmeden içinden bir “oh” çekti. Birinci kapıdan geçmişti.
Ama rahatlamak için henüz erkendi; şimdi bir taksiyle ikinci gümrük kapısını da geçmesi gerekiyordu.
Kadir önce havaalanından komşu gümrüğüne yakın bir taksi durağına gidecek oradan ikinci bir araçla yoluna devam edecekti. Aktarma yapacağı taksi komşu ülkenin plakasını taşıyor olmalıydı. Karayolu ile gümrük geçişi yapılan bütün ülkelerde, sınır yakınlarında her iki ülkenin plakasını taşıyan araçlar bulmak mümkündü. Taksinin plakası gideceği ülkenin sistemine dahil olmazsa her gören trafik polisi durdurup kontrol bahanesi ile rüşvet isterdi.
Halbuki Kadir, aile terbiyesinden mi yoksa aldığı eğitimden mi rüşvet vermeyi karşısındakine bir hakaretmiş gibi algılar ve her seferinde duygusal olarak çok zorlanırdı. Verdiği parayı karşısındaki cebine indirirken onun yüzü kızarır, kalbi hızla atmaya başlardı.
Daha havaalanı kapısından çıkmadan iki kişi taksi lazım mı abi diye peşine düşmüştü bile. Kadir adamlara bir şey demeden onları süzüyor sabahın alaca karanlığında arabasına bineceği kişinin kılık kıyafeti ve yüz ifadelerinden kendisine daha fazla güven telkin edenini seçmeye çalışıyordu. Kapıdan çıkmasıyla beraber taksi lazım mı diyenlerin sayısı birden arttı. Göz ucuyla taksicileri süzerken aralarından daha sakin görünümlü orta yaşı bir az geçmiş tombulca olan adama başıyla evet anlamında işaret etti.
Orta yaşlı taksici kendinden emin bir eda ile önündeki iki genci elleriyle ittirerek Kadir’in valizlerine uzandı.
– Araba burada buyurun, dedi.
Diğerleri bir yandan kapıdan yeni çıkan yolculara “taksi lazım mı” derken göz uçları ile Kadir’in pazarlığını takip ediyorlardı. Pazarlık da anlaşamazlarsa hemen geri dönüp müşteriyi kapmak için tetikte bekliyorlardı.
– Nereye gidiyoruz abi?
Pazarlığı bir an önce kendi istediği gibi bitirmek için taksicilerin kullandığı bir üsluptu bu.
– Hançayırına dedi Kadir.
– Yüze gideriz.
– Kırk normal.
– Ama abi daha gece, gece tarifesi bu.
Kadir yüzünü bir metre kadar yükselmiş olan güneşe çevirdi.
– Senin için başka güneş doğmayacaksa sabah oldu, kırk normal dedi.
– Peki elli abi dedi taksici.
Kadir tamam manasına başını salladı arabaya doğru yürümeye başladılar.
Araba Avrupa’dan dışarıya nasıl çıkarıldığı pek belli olmayan eski bir Mersedesti.
Yorgun motor gürültüyle çalıştı.
– Komşuya mı abi dedi taksici.
Hançayırı iki ülke arasında yolcu taşıyan taksilerin durağı olduğu için tecrübeli taksici yolculuğun devamını tahmin etmekte zorlanmamıştı.
– Evet, dedi Kadir.
– Güvenilir arkadaşlar var abi, onlara bindireyim seni.
– Olur ama komşu plakalı olsun, dedi.
Bu ekmek parasını aslanın ağzından alan adam Kadir’e iyilik mi yapmak istiyordu yoksa devrettiği taksiciden komisyon mu alacaktı? Kadir aklına gelen bu sorulara aldırmadan güneşin iyice aydınlattığı bozkırı seyre daldı.
Yolda iki trafik denetim noktasından geçtiler. Polis arabasını her görüşünde tedirgin olan taksici kendi dilinde rüşvetçiler diye küfretti.
– Yalnız onlar mı dedi Kadir gülerek.
– Ne bileyim abi biz bunlardan çektiğimiz için bunlara sövüyoruz. Sonra çocuklarından bahsetmeye başladı taksici.
Hançayırında aktarma uzun sürmedi. Havaalanı taksicisinin gösterdiği araba bakımlı, şoförü de güvenilir bir insana benziyordu. Kısa bir pazarlıktan sonra iki şoför valizleri yeni arabaya aktardılar. Kadir parasını ödeyip orta yaşlı adamla vedalaştı.
Komşunun gümrüğüne varmak uzun sürmedi. Gümrük sakin görünüyordu. Şoför;
– Ben arabanın işlemlerini yaptırayım sen pasaport işlemlerini yaptır karşıda buluşuruz diyerek Kadir’i indirdi.
Kadir yeni yapılmış gümrük binasından girdi. Gözleriyle pasaport kontrol bankosunu aradı. Salon boştu. Sabah mesaisine yeni başlamış memurlar canlı bakışlarla etrafı süzüyorlardı. Bankonun arkasında genç bir memurla göz göze geldi Kadir. Memur başıyla gel anlamında bir işaret yaptı. Kadir ona yöneldi, pasaportunu uzattı.
Seri hareketlerle pasaportun sayfalarını çeviren memur önce fotoğraflı sayfayı buldu. Önce fotoğrafa sonra Kadir’in yüzüne baktı. Pasaport kontrolden geçişin en rahatsız edici anlarından birisi bu andı. Memur şüpheli bir edayla tekrar fotoğrafa ve sonra dikkatli dikkatli Kadir’in yüzüne baktı. Bu süreyi sanki özellikle uzatıyormuş gibi geldi Kadir’e. Fotoğrafın doğru olduğundan emin olunca kendi ülkesinin vizesini bulmak için sayfaları karıştırmaya başladı.
Kadir hiçbir şey yapmadan memuru izliyordu.
Memur vize sayfasını buldu. Ağır hareketlerle vizeyi kontrol etti. Önündeki bilgisayarın klavyesine uzanırken, – Çalışmak için mi geliyorsun? Diye sordu.
– Evet, dedi Kadir. Bir inşaat şirketinde yöneticiyim. Çalıştığı sektörü ve şirketteki konumunu o sormadan söylemişti. Nasıl olsa soracaktı.
– Müdür mü?
– Hayır müdür yardımcısı?
Bu arada bilgisayara Kadir’in adını soyadını yazıyordu.
– Yüz dolar ver o zaman.
– İyi de benim bütün belgelerim tamam neden vereyim yüz dolar?
Kadir’in söylediğini duymamış gibi önündeki klavyeden pasaport numarasını yazmaya devam etti.
– Kaç yıldır bu ülkede çalışıyorsun?
– Dört dedi Kadir.
– Dilimizi iyi öğrenmişsin.
– İyi sayılır dedi Kadir.
Kadir’in yabancı olduğunu bilmeyenler aksansız konuşmasından onun yerli olduğunu sanırlardı.
– Dil kursuna gittin mi?
– Evet, geldiğim yıl altı ay dil dersi aldım.
Memur başını kaldırmadan, – Elli dolar ver o zaman dedi.
Sanki kendi dillerini Kadir’in iyi konuşmasından memnun olmuş da indirim yapıyor gibiydi.
– İyi de neden vereyim, bana yardımcı olacağınız bir işlem yok ki. Benim bütün evraklarım tamam.
Yine Kadir’i duymamış gibi önündeki bilgisayardan işlemleri yapmaya devam etti.
– Çalışma iznin var mı?
– Evet.
– İzin belgesi yanında mı?
– Evet diyerek uzattı Kadir.
Belgeyi kontrol ederek pasaportun yanına koydu. Önündeki dar masada mührü aramaya başladı. Yine başını kaldırmadan, – Peki yirmibeş dolar ver o zaman.
Kadir gülsün mü, kızsın mı bilemiyordu.
– Neden vereceğimi söyle vereyim dedi.
Memur mührü bulmuştu. Hızlı bir hareketle önce ıstampaya sonrada Kadir’in pasaportuna bastı. Seri halinde tahta masadan büyük bir ses çıktı. Çalışma izin belgesini pasaportun arasına yerleştirirken, – Gel çay içelim dedi Kadir’e.
Kadir’e teklifi reddetme fırsatı bile vermemişti. Memur yerinden kalktı ve bankonun arkasından eliyle kendisini takip etmesini işaret ederek yürümeye başladı.
Arka koridordaki odada sohbet Kadir’in kendi dillerini ne kadar iyi konuşmasından inşaat sektöründeki işlerden devam etti. Çaylar geldi. Memur çayından bir yudum aldıktan sonra;
– Peki on dolar ver, dedi.
Kadir iyice şaşırmıştı. İşlemlerini bitirmiş pasaportunu cebine koymuştu. Şimdi on dolar da neyin nesiydi.
– Vereceğim tamam vereceğim ama niye vereceğimi söyle on dolar vereceğim.
Memur Kadir’in yüzüne bakarak, – Yahu Kadir Bey, sen vermeyeceksin başkası vermeyecek peki ben tayinimi buraya yaptırırken verdiğim parayı kimden çıkaracağım?
Donup kalmıştı Kadir. Gözleriyle kapıyı kontrol ederek cüzdanını çıkardı ve on doları memura uzattı. Çayını bitirmeden kalktı.
Memur onu kapıya kadar uğurladı. Eski tanıdıklar gibi vedalaşıp ayrıldılar.
Kendisini bekleyen taksiyi buldu ve yola çıktılar.
Kadir yolda kontrol noktalarında durdururlarsa on doları ben mi ödemeliyim yoksa taksi şoförü mü diye düşünmeye başlamıştı.

GEÇ KALAN PİKNİK
Bahar geleli çok olmamıştı.
Veteriner Fatih, hafta sonu ailesine piknik sözü vermişti. Yeni yılın ilk kır gezisi ve ilk pikniği için hazırlıklar akşamdan tamamlanmıştı. Buna en çok sevinen çocuklardı. Okuldan gelir gelmez hafta sonu ödevlerini yapmışlar piknikle ilgili hayaller kurmaya başlamışlardı. Bir kış boyu özlemini çektikleri, yemyeşil çayırlar üzerinde koşacaklar, hoplayacaklar, zıplayacaklar, doya doya top oynayacaklardı. Gereksiz tartışmalarla annelerinin babalarının canlarını sıkmayacaklardı.
Piknik günü, sadece çocuklar için değil, bütün aile için güzel başladı. Kahvaltı sofrasına neşeyle oturdular. Çocuklar kadar annelerinde de kendini bir an önce dışarıya atma istediği vardı. Çocuklar kadar anneleri de sevinçliydi. Bu durum Fatih’i de sevindiriyor, mutlu kılıyordu.
Çaylarını aceleyle içerlerken telefon çalmaya başladı. Fatih dâhil, herkes tedirgin oldu. Herkes bu sesin planladıkları güzel günü bozacağı duygusuna kapılmıştı. Soran gözlerle birbirlerine baktılar. Bu vakitsiz telefon da neyin nesiydi? Fatih, isteksizce yerinden kalkıp telefonun bulunduğu sehpaya doğru giderken, çocuklar nefeslerini tutmuş onun ağır hareketlerini izliyorlardı.
– Alo, buyurun.
– …
– Evet, ben veteriner hekim Fatih, sizi dinliyorum.
Babaları genellikle karşı tarafı dinliyor ve kısa sorular soruyordu. Çocukların bakışları onun üzerindeydi ve değişen yüz ifadelerinden anlam çıkarmaya çalışıyorlardı. Sanki bu gün planladıkları gibi geçmeyecekti. Yine de her şey telefon görüşmesi bittikten sonra babalarının yapacağı açıklamayla anlaşılacaktı. Şimdilik umutla beklemekten başka yapılacak bir şey yoktu.
Bir ara babalarının:
– Peki, siz hiçbir şey yapmayın ben hemen geliyorum, dediğini duydular.
İşte bu kötüydü. Babaları gidiyordu. Bu demekti ki bu gün kır gezisi ve piknik yoktu. İki çocuğun kaşları çatıldı. İki dakika önceki sevinçli hallerinden eser kalmamıştı. Annelerinin neşesi de kaçmıştı ama o belli etmiyordu.
– Arayan Sucular Köyünün muhtarıydı; dedi babaları.
Pür dikkat onu dinliyorlardı.
– Bir inek doğum yapamıyormuş. Doğum gece başlamış. Adamın tek ineğiymiş. Banka kredisi ile almış, daha borcunun çoğu da duruyormuş. Bu inek ölürse aileye büyük yıkım olacakmış. Muhtar “Yetiş Fatih Bey!” diye adeta yalvardı. Bugün de pikniğe gidecektik ama…
Durakladı.
Çocuklarının yüzlerine baktı. Üzgün görünüyorlardı.
– Belki de kolay bir durumdur, dedi. Sucular Köyü on dakika sürer. İşimiz biter bitmez dönerim. Pikniğe biraz geç gideriz, tamam mı; ne dersiniz?
Küçük oğlan “ama baba yaa!” diyecek oldu, fakat daha doğmadan ölecek olan buzağıyı düşündü, şikâyetten vazgeçti.
– Git baba, dedi. Fakat çabuk gel…
Bu sözü duyar duymaz, babası yanağına kocaman bir öpücük kondurdu, ablasının başını okşadı ve “tamam çabuk geleceğim” diyerek hemen evden çıktı.
Veteriner Fatih, kiracı olarak oturduğu tek katlı evin önündeki Reno marka arabasını çalıştırdı. Motorun ısınmasını beklerken bagajdaki çizme, önlük ve gerek olabilecek operasyon malzemelerini kontrol etti. Artık iyice eskimeye yüz tutmuş siyah geniş çantasında anesteziklere baktı. Her şey tamam gibi görünüyordu. Hızla direksiyona geçti, el frenini indirirken salonun penceresine doğru baktı. Çocuklar pencereden onu seyrediyorlardı. Onlara doğru bir el sallayıp yola koyuldu.
Şiddetli bir kışın ardından köy yolları iyice bozulmuştu. Traktör tekerlekleri bazı kısımlara derin kanallar açmıştı. Sürat yapmak mümkün değildi. Çocuklara on dakika dediği mesafeyi kırk beş dakikada gidebilirse iyi sayacaktı. “Ah, dört çekerli arazi jiplerinden bir alabilsem!” diye düşündü. Ama şu ikinci el Reno’nun bile borcunu bitirememişti. “Kısmetse bir gün jipi de alırız…” diye geleceğe erteledi.
Köye vardığında bir saattir toprak yollarda araba kullanmasın kendisini yorduğunu hissetti. Muhtar ve hayvan sahibi yola çıkmışlardı. Doğum yapamayan ineğin sahibi Hasan Ağayı görünce tanıdı. Kırk yaşında ancak vardı. Kamburlaşan sırtıyla, güneşten kararmış yüzündeki kırışıklarla, bitkin yorgun haliyle altmışında gösteriyordu. Yaşça kendisinden küçük olduğu kesin olan güler yüzlü karısı Fatma da en az onun kadar yıpranmıştı. Kızlarını evlendirmişlerdi. Geçen yıl küçük oğullarını yatılı okula gönderirken Hasan Ağa, Fatih’e akıl danışmıştı. Bu aileyi o zaman tanımıştı. Sucular köyünden yalnız onun oğlu imtihanı kazanmıştı. “Fakir halimizle altından kalkabilir miyiz? Nasıl para yetiştiririz!” diye geçen yıl bu köye bir gelişinde “Bir şey danışmak istiyorum” diyerek halktan uzaklaştırmış ve sıkılgan tavırlarla konuşmuşlardı.
Hasan Ağanın evi hemen köyün girişindeydi. Onların minnettar bakışlarla “Hoş geldin!” deyişlerine kısaca karşılık verip arabanın bagajına yöneldi. Muhtar ve Hasan Ağa da ona yardım için yanına gelmişlerdi. Çizme ve tulumunu çıkardı. Köylüler daha yere koymadan elinden aldılar. O da rengi grileşen siyah çantasını son bir kez daha hızla kontrol ederek eline aldı.
Eve doğru yürürken, Hasan Ağaya “Oğlandan haber var mı?” diye sordu. Hasan Ağa Veteriner Fatih’in oğlunu hatırlamasına ve sormasına çok memnun olmuştu. İçi bir an gururla doldu ama çok sürmedi. Ya inek ölürse… Oğlunu nasıl okuturdu? Duyduğu gurur bir anda bıçak olup yüreğine saplandı. “Aman Fatih Bey, gözünü seveyim…” diyebildi. Göz göze geldiler. Hasan Ağanın gözleri dolu doluydu. Taştı, taşacak…
Fatih:
– Sıkma canını, şimdi anayı da kurtarırız yavruyu da, diyerek omzuna vurdu.
Kerpiç duvarla çevrilmiş avluya girdiklerinde çoluk çocuk büyük bir kalabalığın kendilerini beklediğini gördü. Hoş geldin diyenlerden birisi, kendi yöntemleriyle hasta hayvanları tedaviye çalışan Avcı Fikret’ti.
– Ne oldu Fikret Ağa, bu kez senin metotlar sonuç vermedi mi, diye takıldı.
Fikret Ağa sanki bu soruyu bekliyormuşçasına:
– Traktöre bağlayıp çekelim dedim amma bana dokundurmadılar.
Cahillerin cesurluğuyla “Sen bir bak da yine de öyle yapalım!” der gibiydi. Fatih, söylenenleri hiç duymamış gibi doğruca ahıra girdi.
Eski bir yapıydı burası. Küçük bünyeli yerli sığırlara göre yapılmıştı. Sonra devlet bol sütlü Holştayn ırkı ineklerden kredi ile dağıtmaya başlayınca Hasan Ağa da bir tane almış buraya bağlamıştı. Bu ahır aslında iri yapılı bakımlı Holştayn ineklere göre basık ve dardı.
Fatih, kapının yanında duran Hasan Ağanın karısına doğru tebessüm ederek;
– Adını ne koydunuz bu güzel kızın, dedi.
Mahcubiyet ve sevgiyle karışık bir ses tonuyla:
– Çocuklar Alakız diyorlar, diyebildi.
Kapıdan içeri giren Veteriner Fatih, Alakızın kendisine baktığını ve gözlerinden yanaklarına doğru yaşlar süzüldüğünü fark etti. Köylüleri dışarı çıkararak tulumunu ve çizmelerini giydi.
Tek yerli ineğe göre bölünmüş küçük ahırda hareket etmek bile zordu. Eliyle kontrol ettiği yavrunun pozisyon bozukluğunu fark etti. Zavallı yavrunun sırtı dışarıya dönüktü. Buzağı rahim içinde başı dışarıya gelecek şekilde döndürülmeliydi. Kasılmalar bir ara verse bunu yapmak çok zor olmayacaktı fakat rahmin güçlü kasılmaları buzağıyı çevirmeye çalışan kolunu öyle kuvvetle sıkıştırıyordu ki, kan gitmeyen elinin uyuştuğunu hissediyordu. Ter içinde kaldı.
– Hasan Ağa, şu terimi sil, dedi.
Bu sözleri fırsat bilen Avcı Fikret:
– Veteriner Bey, uğraşma traktöre bağlayıp çekelim, diye araya girdi.
Fikrinin doğruluğunu bütün köylüye ispatlamak istiyordu. Olacak şey değildi. Hasan Ağa karısının aceleye getirdiği havluyla terini silerken, “Çıkarın şu adamı dışarıya!” diye bağırdı. Avcı Fikret’e sinirlenmesi sanki biraz daha kollarına güç gelmesine sebep olmuştu. Tekrar işine koyuldu.
Kasılmalar, buzağıyı uygun pozisyona getirmesine engel oluyordu. Kollarındaki takatsizliği vücudunda da hissetmeye başlamıştı. Hasan Ağanın yatılı okula gönderdiği oğlunu düşündü. Sonuna yaklaştığını hissettiği takatiyle bir daha çevirmeye çalıştı. İşte bu sefer başarmıştı. Rahim kasılmalarının da ara verdiği bir anda buzağının başını dışarıya doğru çevirmişti. Yüreğini bir sıcaklığının doldurduğunu hissetti. Yeni bir kasılma ile ana da yavru da kurtulacaktı.
– Hadi kızım dedi, boynunu çevirmiş kendisine bakan Alakız’a.
İneğin gözlerinden inen yaşlar, yüzündeki kılları ıslatarak yanağının uzunluğunca iz yapmıştı. İnekle göz gözeydiler.
– Hadi kızım, hadi Alakız, dedi Veteriner Fatih. Hadi bitti bu iş!
Hasan Ağa, heyecandan dizlerinin titrediğini hissediyordu. Ne yapacağını bilmez bir halde elindeki havluyu bileklerine dolamış, sıkıyordu. Ahır kapısının köşesinden onları seyreden karısının kıpırdayan dudaklarından dualar okuduğu belli oluyordu. Herkes nefesini tutmuştu.
Veteriner Fatih’in:
– Hadi kızım, iştee, iştee bu kadar, sözleriyle birlikte buzağının başı görünmüştü.
Buzağıyı kucağına alıp başını okşarken Hasan Ağa sevinç ve şaşkınlıkla önce kendi terini sildiği havluyu Veteriner Fatih’e uzattı. Fatih, havluyla buzağının burun deliklerini yüzünü okşar gibi kuruladı ve yattığı yerden boynunu çevirerek kendilerine bakan Alakızın, yavrusunu yalayabileceği bir yere bıraktı. Gözlerine bakarak:
– İşte bitti, diyordu ki inek koca gövdesiyle ayağa kalkıverdi.
Veteriner Fatih, daracık ahırda duvarla ineğin arasında sıkışıp kalmıştı. Bir anda olup bitene kimse anlam verememişti. Yavrusunu yalaması gereken Ala-kız, Fatih’i sıkıştırmıştı. Fatih, kaburgaları üzerindeki baskıyla bir yerlerini kıracağını düşünmeye başlamıştı. Korkusunu belli etmemeye, ses tonunu biraz önceki müşfikliğinde tutmaya çalışarak.
– Yavrunu yala kızım, diyebildi.
Alakız, başını iyice, Veteriner Fatih’in yüzüne doğru yaklaştırdı. Herkes nefesini tutmuş, kaygılı gözlerle olup biteni seyrediyordu.
Veteriner Fatih, sıkıştırıldığı yerde Alakızın, ellerini yüzünü yalamaya başlamasıyla sinirleri boşalarak ağlamaya başladı. Hıçkırıklarını tutamıyor, bu kez bambaşka duygularla konuşuyordu:
– Yavrunu yala kızım, sağ ol, Alakız sağ ol, sen yavruna bak!
Alakızın bu beklenmeyen teşekkürü herkesi çok duygulandırmıştı. Hasan Ağanın karısı da yönünü duvara dönmüş, başörtüsünün ucuyla gözlerini siliyordu.
Çocukların kendisini evde beklediklerini hatırladı.
Hasan Ağanın karısı, komşudan aldığı yoğurttan ayran yapmıştı. İki bardak üst üste içti. Muhtar ve Hasan Ağanın “Yemek vaktidir, bırakmayız yemeğe kal.” ısrarlarına “Başka zaman!” diyerek yola koyuldu.
Eve döndüğünde çocuklar penceredeydi. Babalarının döndüğünü görünce koşarak karşıladılar. Fatih, ikisini birden kucaklayıp havaya kaldırdı. İkisi de boynuna sarılmıştı. Yere bırakınca ikisi de biraz geriye çekilerek hep yaptıkları gibi:
– Ama baba inek kokuyorsun, dediler.
İlk defa “inek kokmaktan” bu kadar memnundu. Çocuklarının başlarını okşayıp:
– Hadi bakalım, ben duş alırken siz de hazırlanın, dedi. Bir telefon daha gelmeden pikniğe…

İKİ ÇINAR
Kulağını dayamış, ağaçtan gelen çıtırtıları dinliyordu. Kollarından destek alarak iri gövdesini ağaçtan uzaklaştırırken, dikkatli bakışlarla etrafında kendisini takip edenlere:
– Yıkılır bu ağaç. dedi.
Bir kaç adım geriye doğru atıp önce ağacın dalarına sonrada dibindeki kara izlere baktı. Başını kendinden emin bir tarz da sallayarak tekrar “yıkılır bu” dedi.
İl Kültür Müdürlüğünün uzmanıydı, o bilmeyecekti de kim bilecekti. Yanındaki genç elemanlara, asırlık ağaçların da bir kültürel değer olarak kıymetlendirilmesi anlayışının tarihî gelişiminden bahsetti. Avrupa’da bu işlere ne kadar büyük önem verildiğini örnekleriyle anlatırken yavaş yavaş ağaçtan uzaklaşmaya başlamışlardı. Kendilerini bir adım geriden takip eden külliyenin bekçisi Hamdi’ye doğru, kendi aralarındaki konuşmalarını bölmeden başları hoşçakal manasına birer işaret yapıp oradan uzaklaştılar.
Külliyenin emektar bekçisi, uzman ve beraberindekilerin arkasından dudaklarında ince bir tebessümle bakıyordu.
Daha önce de Çevre Müdürlüğünden uzmanlar gelmişlerdi.
Muradiye Külliyesinde çapı üç metreyi bulan çınarın gövdesine yıldırım düşmesi Bursa’da büyük etki oluşturmuştu.
Hem Çekirge gibi Bursa’nın lüks semtinin yanı başına yıldırım düşmesi hem de bu olayın Osmanlı Hanedanının aile kabristanında olması günlerce konuşulmuştu.
Gövdesine yıldırım düşen koca çınar ise yaralı bedeniyle o geniş dallarını taşımakta zorlanır olmuştu. Asırlara meydan okumuş çınarın yanından geçenler, ağacın gövdesinden gelen çıtırtıları duyabiliyordu.
Çevre Müdürlüğünden gelen uzman da bu sesleri dinlemiş sonra kendinden emin bir eda ile;
– Yıkılır bu ağaç! demişti.
Çınarın yaşını tahmine çalışanlar 500-600 yıla kadar vardırıyorlardı.
Gelen heyetler arasında ağacın yan taraflardan direklerle desteklenmesi gerektiğini ileri sürenler, dallarının budanarak gövde üzerindeki yükün azaltılması gerektiğini düşünenler, batıda böyle yaralı ağaçları tamire yarayan tekniklerin geliştiğinden bu teknikleri tez zamanda bu çınara uygulamak gerektiğini söyleyenlerin her birini grup grup dinlemişti bekçi Hamdi. Yıldırım düşmesinin üzerinden geçen üç yılda, yaralı ağaçların tamiri konusunda dinlemediği teknik kalmamıştı.
Valilikten gelenler, belediyenin görevlileri hatta Ankara’dan bakanlık yetkilileri hepsi bu koca çınarın bir önlem alınmazsa yıkılacağını söylüyorlardı.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/yakup-omeroglu/iki-cinar-69499882/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
İki Çınar Yakup Ömeroğlu
İki Çınar

Yakup Ömeroğlu

Тип: электронная книга

Жанр: Легкая проза

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 16.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: İki Çınar, электронная книга автора Yakup Ömeroğlu на турецком языке, в жанре легкая проза

  • Добавить отзыв