Samet Vurgun

Samet Vurgun
Ali Kafkasyalı

Ali Kafkasyali
Samet Vurgun

ÖN SÖZ
Milletine vurgun, milletine pervanedir
Hamiyetperverdir Vurgun, ona perva nedir?
Belli ki, uzun uzun yaşamaktan daha fazla, rahatından daha fazla düşündüğü bir vazife üstlenen, bu uğurda her türlü azaba ve sıkıntıya katlanmaya razı olan, yapması gerektiğine inandıklarını yaparak huzur bulan, derman olması gerektiğine ve olacağına inandığı dertleri göğüslemekten imtina etmeyen, derdini derman gören bir adam Samet Vurgun. Bir kere ne istediğine ve ne eylemesi gerektiğine karar vermiş, gayrı ne eylemişse onun için eylemiş.
Kendini bilmiş, hasmını bilmiş ve şartları bilmiş besbelli. Milletini sevmiş ve milleti için söylemesi gerekenleri söylemeyi, susması gerektiği vakit susmayı vazife bellemiş. Vazifesi için mücadele ederken attığı her adımda, her eylediğinde yüreği ile beraber olduğunu söylemiş: Hep yürekten eylemiş, ama hiç gönülsüz eylememiş. Gönlüyle birlikte olmuş her daim. Gönlü bir olmuş, şeksiz olmuş, yalandan, riyadan uzak olmuş.
Devletsiz kalan milletine töresini anlatmış. Töresi olanın ili olur elbet demiş milletine. Değerlerine sahip çıkarsa, inancını yitirmezse şayet, ili olacaktır bir gün yine. İl için dil gerektir, dil için söz gerektir, söz için gönül gerektir demiş ve gönülden en güzel sözleri söylemiş. İlinin dili olmuş Samet Vurgun.
Erken olmuş, olgunlaşmış, milletine lâzım olanı söylemek için hem de çok güzel söylemiş sözlerini. Milletine, hak ettiğini ve istediğini görsün diye vakfetmiş kendini. Erken ölmüş, milletinin gördüklerini göremeden.
Kara günler görmeyen, kapkaranlık şartlarda aydınlığın hayaliyle ömür sürmeyen, özgürlüğün tadını bir dem tadabilmek için hayatını vakfetmeyen, devleti için milleti için her çetinliğe göğüs germeyen, ilinin vurgunu olup diline gönül vermeyen, Samet Vurgun’u anlamaz elbet. Işıl ışıl parlayan mekânlarda, şatafatlı hayat yaşayanlar anlamaz onu. Bırakınız devlet ve millet için hayatını vakfetmeyi, devletinin ve milletinin varlığını, özgürlüğünü, bağımsızlığını idrak etmeden, vakıf kurup devletinden ve milletinden faydalananlar onu anlamaz.
Milleti karanlıktan kurtarmak için mum olup yanan Samet Vurgun’u, aydınlığı fişe bağlı sananlar anlamaz. Fişin kimde olduğunu, ışığın nereden geldiğini ve kimin verdiğini bilmeyen, fişi çekildiğinde karanlığa gömüleceğini anlamayanlar elbette Samet Vurgun’u anlamaz.
Fedakâr olan, varını feda eden yoklukta değildir. Bahşişle hayatta kalanlar, bahşedilmiş olanı özgürlük deyip alanlar, sahip olmak için feda etmeyi, feda edeni, Samet Vurgun’u istese de anlayamaz. Anlamaz ki, anlatsın. Anlatmak için anlamak gerekir. Anlamak için evvelâ anlaşılacak olandan ve onun hâlinden bilmek, hatta onun düşündüklerini, neden öyle düşündüğünü, yapmaya çalıştıklarını ve yaptıklarını bilmek gerekir.
Bir bilen anlatmış Samet Vurgun’u bu eserde. Bildiğini, eylediğini, gayretini, feda ettiğini, fedakârlığını, karanlığı ve kara günleri yaşadığını bildiğimiz, şahitlik ettiğimiz, milletine, milletinin değerlerine, milletinin birliğine ve dirliğine gönül vermiş, iline vurgun bir adam anlatmış Samet Vurgun’u, onun kutlu yolunu, yolculuğunu.
Kutlu olsun!

    Prof. Dr. Muhammet Savaş KAFKASYALI

AÇIKLAMA
Günümüz Azerbaycan Türkçesinde Türkiye Türkçesinden farklı olarak üç harf fazla kullanılmaktadır:
Biri hırıltılı “h” harfidir ve “x” harfi ile yazılmaktadır.
İkincisi kalın “g” harfidir. Bu ses de “q” harfi ile yazılmaktadır.
Üçüncüsü ise açık “e” sesidir. Türkiye Türkçesinde açık ve kapalı “e” sesleri “e” şeklinde yazılmaktadır. Azerbaycan Türkçesinde ise kapalı “e” sesi “e” şeklinde, açık “e” sesi ise “ə” harfi ile yazılmaktadır.
Bir şema ile gösterecek olursak:


Maksadımız, Azerbaycan Türkçesi metinlerini tabii hâliyle ve bugün kullandıkları alfabe ile sunmaktır.
AZƏRBAYCAN
Çox keçmişǝm bu dağlardan,
Durna gözlü bulaqlardan;
Eşitmişǝm uzaqlardan
Sakit axan arazları;
Sınamışam dostu, yarı…
Metinlerde geçen ve Türkiye Türkçesinde farklı anlamlara gelen yalancı eşdeğer özelliği gösteren kelimelerle ilgili açıklamalar metin altı dipnotlarda verilmiştir.
* * *

1. Millî Şair Samet Vurgun
21 Mart 1906’da Azerbaycan’ın Kazak şehrinin Yukarı Salahlı köyünde dünyaya geldi. Babası Yusuf Ağa ve annesi Mahbube Hanım yerli asilzade Vekiloğulları (Vekilovlar) soyundandır. Altı yaşında annesini kaybetti. Anneannesi Ayşe Hanım’ın himayesinde kaldı. İlköğrenime köy mektebinde başladı. Aynı zamanda köyde Müderris Hacı Yusuf Efendi’den Kur’an dersleri aldı. Okulu bitirmek üzereyken 1917 Bolşevik İhtilâli oldu.
Yüz yıldır Çarlık Rusya’sının hâkimiyeti altında bulunan Azerbaycan’da bağımsızlık mücadelesi hız kazandı. Büyük engellemelere rağmen Azerbaycan Halk Cumhuriyeti kuruldu (28 Mayıs 1918).
Lenin, Kafkasya Cephesi Devrim Konseyine gönderdiği telgraf emrinde Bakü’nün kesinlikle ele geçirilmesi gerektiğini emretti. Bir yandan Kızıl Ordu hazırlık yaparken bir yandan da Bakü, Gence, Şeki’de terör eylemleri başlatıldı. Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı Devleti’ne karşı Anadolu’da ve Kafkas cephelerinde Rusların safında savaşan Taşnak militanları silahlandırılıp seferber edildi. Batılı devletlerin de desteği ile Ermeniler Bakü’de katliam yapmaya başladı. Azerbaycan Halk Cumhuriyeti’nin yardım talebi üzerine Kafkas İslâm Ordusu, Bakü’ye ulaşıp katliamları durdurdu. Hükûmetin başkenti Gence’den Bakü’ye taşındı. Hükûmet ilk icraat olarak 5 bin manat ödenek ayırarak Gürcistan’ın Gori şehrinde hizmet veren Zagafqazya Muallimler Semineryası’nın Azerbaycan şubesini Kazak şehrine taşıttı. Başından beri bu meselenin takipçisi olan Feridun Bey Köçerli müdürlük görevine getirildi. Aynı yıl (1918) köy mektebini yeni bitiren Samet’in ailesi de Kazak şehrine yerleşti. Samet ve ondan dört yaş büyük kardeşi Mehdihan Vekilov Kazak Semineryasının ilk öğrencilerinden oldular.
Azerbaycan Halk Cumhuriyeti iki yılını tamamlamadan Kızıl Ordu Azerbaycan’ı işgal etti. Osmanlı coğrafyasının muhtelif şehirlerinden kaçıp gelen Ermeni teröristler ile yıllardır Taşnak Ermeni örgütünde görev yapan militanların eşkıya elbiseleri çıkartılıp resmi elbiseler giydirilerek Sovyet Azerbaycan’ının güvenlik ve idari makamlarına getirildi. İstihbarattan emniyete, mahkemelerden hapishanelere kadar en önemli makamlar Ermeniler ile bolşeviklere teslim edildi. Devletin gücünü istismar eden bu ekip devletin bütün ekipmanlarını kullanarak Azerbaycan Türklüğünü sindirmeye başladı. Kazak kadısından köy imamlarına, Çarlık Dönemi memurlarından Cumhuriyet kadrolarına, generallerden yazar, şair, gazetecilere kadar nüfuzlu aydınların ekserisi öldürülüp geri kalanı sürgüne gönderildi.
Okul Müdürü Feridun Bey’in bu çalışmalarını hazmedemeyen yerli Bolşevikler, Sovyet karşıtı Mayıs 1920 Gence İsyanı'nı bahane ederek onu öğrencilerin gözü önünde okuldan alıp elini, kolunu bağlayarak trenle Gence’ye götürüp kurşuna dizdiler (Qasımlı, 2015: 48).
Bu arada Azerbaycan’ın iç karışıklığını fırsat bilen Gürcüler, Azerbaycan’ın sınır köylerini işgal edip yağmaladı. Onlarca Kent Muhafaza elemanını öldürdüler. Şıhlı, Muğanlı, Sarıvelli köylerinin halkı, Gürcü çetelerinin saldırıları sebebiyle köylerini terk edip Yukarı Salahlı koruluklarına, Poylu ve Akstafa fundalıklarına çekildiler. Kışı oralarda geçirdiler.
Baharın ilk ayında Gürcistan’ı Sovyetleştirmek için Kızıl Ordu harekete geçti. Bu hareket sırasında görevleri köylerini, obalarını korumak olan onlarca köy muhafaza milisini öldürdüler. (Bu saldırıda şehit edilenlerden biri de müellifin dedesi Kent Muhafaza Birliği reisi Bayramoğlu Mehemmed Şıhlı olmuştur. Yukarı Salahlı’nın güney koruluğunda toplanan köy halkının korumalığını yaparken kılıç darbesiyle şehit edilmiş vasiyeti üzerine şehit edildiği yerin yakınındaki tepenin üzerine defnedilmiştir.)
Tabii ki ki Kızıl Ordu’nun işgalinden sonra yönetimi ele geçiren Bolşeviklerin, Sovyet rejimini hâkim kılmak adına devlet terörü estirdiği, şiddetin, katliamın, gasp ve sürgünlerin kol gezdiği bir ortamda semineryanın öğrencileri öğrenim görmüşlerdir. Bu yaşananlar hepsinin şuuraltına acı hatıralar olarak yerleşmiştir. Samet Vurgun’un ruhunda ve sınık gönlünde yer tutan bu travmatik hadiseler zaman zaman şiirlerinde kendini göstermiştir. Mikâyıl Refili’nin “Nǝşǝdir yaşamaq, nǝşǝdir hǝyat!” şiirine tepki olarak 1930’da kaleme aldığı “Mektub” adlı şiirinde bunun tezahürünü görebiliyoruz.

Görmǝdin meşin jakǝtli
rus işçisinin qızıl
Güllǝsini,
O top, tüfǝng sǝsini.
Görmǝdin sǝn,
Açlığından dişlǝri kilidlǝnǝn
Qatar-qatar
Bölük-bölük,
Yığın-yığın canları,
Fǝdakar insanları;
Sǝn görmǝdin o ili,
Görmǝdin, Rǝfili!
Vurgun, seminerya yıllarında Azerbaycan Türk şairlerinden Vakıf, Vidadi, Zakir, Sabir; Rus ediplerinden Puşkin, Lermontov; Türkiye Türk ediplerinden Namık Kemal, Tevfik Fikret, Rıza Tevfik, Mehmet Emin’in eserleriyle tanışmıştır. Şiirlerinde ve yazılarında bu şairlerden bahsetmeştir. Hatta Tevfik Fikret için “Fikretin Resmi Önünde” adlı bir de şiir yazmıştır.
1922 yılında yegâne sığınacak dalı olan babasını ertesi yıl da anneannesini kaybeder. Kederi katmerleşir.
* * *
Kazak şehri tarihî süreç içerisinde Azerbaycan Türklerinin, aynı zamanda Kafkasya’nın ilim, sanat, edebiyat, fikir ocağı olmuştur. Burada millî ruh her zaman varlığını canlı tutmuştur. Rus Çarlığının daima dikkat merkezinde tutulan bu şehri, Sovyetler Birliği döneminde de Moskova için zapturapt altına alınması gereken öncelikli merkezlerden biri sayılmıştır. Başka bir ifade ile Çarlık Dönemi’nde olduğu gibi Sovyetler Birliği Dönemi’nde de işgal güçleri, pençelerini bölgenin yakasından çekmemiştir.
Bolşevik İhtilali'ni müteakip Halk Dâhili İşler Komisserliği (NKVD) Kazak Şubesi yönetimine getirilen ve hepsi gayri-Türk olan yoldan tutma yöneticiler bölgeyi toplama kampına, sürgün istasyonuna çevirdi. Mazlumların feryadı, kan kokusu şehrin havasından eksik olmadı. Kür Nehri yıllarca Gemi Kaya’da öldürülüp atılan mazlumların cesetlerini taşıdı, geceler NKVD cellatlarının ıssız derelerde kurşuna dizdikleri, yabanî hayvanlara, kurda kuşa yem olanlar da az değildi.
Kazak Muallimler Semineryası’nı bitirdikten (1924) sonra Kazak’ın II. Şıhlı köyünde sonra Köçesger, Gence ve Kuba şehirlerinde Türk Dili ve Edebiyatı dersleri verdi.
Öğretmen olması sebebiyle yazdığı “Cavanlara Hitap” adlı ilk şiirini 1925 yılında Tiflis’te çıkan “Yeni Fikir” gazetesinde yayımladı. “Vurgun” mahlasını aldı.
1929 yılında Moskova Üniversitesi’nin Edebiyat Fakültesi’ne girdi. “Şairin Andı” eserini burada tahsil yaparken yayımladı.
Bir şiirinde “Başına döndüğüm Aziz Şikəstə” diye hitap ettiği muhitin aksakalı, halkın fanusu Şerif Şikeste’nin, yük kamyonuyla gündüzün gün orta çağı konu komşunun gözyaşları ve feryad figanı arasında apar topar alınıp Sibirya’ya sürgüne gönderilmesi onu çok etkiledi.
1934’te çocuk edebiyyatının ünlü ismi Abdullah Şaik’in baldızı Haver Mirzabeyova’yla evlendi.
Azerbaycan edebiyatının en değerli şiirlerinden biri belki de birincisi olan “Azerbaycan” adlı şiirini evliliğinin ilk yılında yazdı.
1934’te Azerbaycan Yazarlar Birliği’nin sorumlu kâtibi seçildi.
1936’da Puşkin’in “Yevgeni Onegin” kitabını Azerbaycan Türkçesine çevirdi. Rus edebiyatında büyük önem taşıyan bu eseri başarıyla çevirdiği itiraf olundu və ona Puşkin Madalyası verildi.
1937’de “Vakıf” dramını yazdı. Ertesi yıl milletvekili seçildi.
1937-1938 yıllarında yapılan ve Kazakların “Kızıl Kırgın”, Azerbaycanlıların “Ziyalılar Katliâmı” dediği binlerce aydının ortadan kaldırıldığı devlet teröründe Samet Vurgun da çok sıkıntı çekmiştir. Defalarca KGB’nin yerli uşakları tarafından tertiplenen bühtan ve iftiralarla ilgili idarelerce sorgulanıp ölümle burun buruna getirilmiştir. Sovyetler Birliği'nin çöküşünden sonra gün ışığına çıkarılan dosyalardan anlaşılmıştır ki, o korkulu günlerde, idamla burun buruna kalırken yalnız kendini savunmuş, kimsenin aleyhine tek cümle söylememiştir.
Çocukluğundan itibaren ülkeyi saran Birinci Dünya Savaşı ve devamında Bolşevik İhtilali'nin dehşetli tufanından yakayı kurtaramadan İkinci Dünya Savaşı patlak verdi. 1941’de Sovyet Hükûmetinin görevlendirmesiyle 620 kişilik bir kafilenin başında Tebriz’e gitti. Soydaşlarının insanî haklarını elde etmeleri için çok önemli çalışmalar yaptı. (Yazımızın “Güney Azerbaycan Hasreti” bölümünde bu konuda hayli bilgi verilmiştir.)
1939’da “Xanlar”, 1941’de “Fərhad və Şirin” mənzum dramlarını yazdı; savaş yıllarında ise “Bakının Dastanı”nı kaleme aldı.
1941’de Azerbaycan Yazarlar Birliği başkanlığına getirildi.
“Ananın Öğüdü” şiiri 1943 yılında Amerika’da yapılan savaş karşıtı şiir yarışmasında ilk yirmiye girdi ve New York’ta yayımlanarak askerlere dağıtıldı.
“İnsan” adlı felsefî dramını 1945’te, “Zəncinin Arzuları” poemasını da 1948’de yazdı.
Azerbaycan’ın Harici Ülkelerle Medeni Alakalar Cemiyeti’nin ilk başkanı oldu.
“Bulgaristan – Sovyet Dostluk Cemiyeti”nin daveti üzerine 1951 yılında gittiği Bulgaristan’da büyük ilgi gördü.
Rus ediplerinden büyük yazar ve şair Konstantin Simonov, onun için “Dostum Samet Vurgun’un Londra’da Ziyafette Nutku” adlı şiiri hem Sovyet ülkelerinde hem de Avrupa ülkelerinde çok ilgi görmüştür. Simonov’un ona “Dostum Samet Vurgun” diye hitap etmesi hainlere karşı zırh oldu.
Savaş sonrasında da önemli eserlerin altına imza attı. “Muğan” (1948), “Aygün” (1950), “Zamanın Bayrakdarı” (1952) poemalarını yazdı.
Samet’in çocukluğu ve ilk gençlik yılları, ülkenin üzerinde kara bulutların eksik olmadığı, ölüm, zulüm, kan ve gözyaşının sel olduğu bir dönemde geçti. Babasının geçmişte ağalar/beyler zümresinden olması sebebiyle Vurgun, çok korkulu günler yaşamıştır.
Vurgun, evlatları için yazdığı “Deyin, Gülün, Övladlarım!” adlı şiirinde (Vurğun, 1960: II/240) Vakıf bilgeliği ve Babek edasıyla hayatının geçtiği iklimi anlatmıştır:
Mǝn ǝzǝldǝn tufanların qoynunda bir ötǝn quşam,
Fırtınalar, qasırğalar qucağında doğulmuşam…
Ağır toplar dilǝ gǝlib sǝs saldıqca dağ dalına,
Mǝnim şair ürǝyim dǝ dönür dağlar qartalına.
Şirlǝr kimi çox çıxmışam yanğınların arasından;
İgid igid ola bilmǝz qan axmamış yarasından. (25 Mart 1949)
Belli mihraklar tarafından Səmət Vurgun’a yapılan baskı 1953 yılında hat safhaya ulaştı. Şairin “Aygün” adlı poeması ile Moskova’da yayımlanan “Şairin Hukukları” adlı makalesi eleştiri yağmuruna tutuldu. Bakü Sovyet yönetiminin talimatıyla şikâyet edilen bu eserler Yazarlar İttifakı’nda müzakere edildi. Vurgun’un milliyetçilik yaptığı kanaatine varılıp Moskova’ya yazıldı. Bakü dışına çıkmama yasağı konuldu. Hemen ardından kitapların toplatılması, tiyatro eserlerinin sahneden kaldırılması kararı verildi. Kısa süre sonra da Eylül 1953 tarihinde tutuklama kararı çıkartıldı. Vurgun, gizlice Tiflis üzerinden uçakla Moskova’ya kaçmayı başarır. Orada Sovyet Yazarlar Birliğinin başkanı Aleksandr Fadeyev’in evinde saklanır. Azerbaycan’da bulamazlar. Fadeyev meseleyi şahsen Stalin'e anlatır. Sovyet lideri, Bağırov’u arar ve ona dokunulmamasını emreder. Buna rağmen tehlike kalkmaz.
Stalin’in ölümü, ardından Bakü’de Bağırov’un görevden alınması imdadına yetişti. Bu münasebetle Bakü’de tertiplenen büyük bir toplantıda kürsüye çıkarak Bağırov döneminde Azerbaycanda yapılan “Ziyalılar Katliamı”nı lanetledi. Hükûmet organlarında yapılan değişiklikler sonucunda süreç tamamen ters yüz oldu. Vurgun için kurulan kumpaslar ortaya çıktı. Hatta başta Mir Cafer Bağırov olmak üzere zamanın yöneticilerine açılan davada suç unsurları arasında Vurgun’a yapılan iftira ve kumpaslar da yer aldı. Samet Vurgun’a kurulan kumpaslar iftiralar, onun ortadan kaldırılmasına yönelik kararlar iki klasör hâlinde onların aleyhinde delil olarak mahkemeye sunuldu.
Bu arada Vurgun, Azerbaycan İlimler Akademisinin başkan yardımcılığına tayin edildi (1954). Aynı yıl Moskova’da yapılan Sovyetler Birliği Yazarlarının II. Kurultayında “Genel Sovyet Poeziyası Hakkında” ilk bildiriyi o sunmuştur.
1955 yılı Ekim ayında ülkeyi temsilen Vietnam’a giderken yolda hastalandı, Pekin’de hastaneye kaldırıldı. Birkaç hafta süren tedaviden sonra Bakü’ye döndü.
1956 yılının ilk günlerinde şairin ellinci doğum gününü kutlama hazırlıkları başlatıldı. Azerbaycan Yüksek Sovyeti ilk olarak Samet Vurgun’a “Azerbaycan Halk Şairi” unvanını verdi. Bu unvanla Samet Vurgun Azerbaycan’ın ilk millî şairi ilan edilmiş oldu. Ayrıca fahri filoloji ilimler doktoru unvanına layık görüldü.
21 Mart 1956 günü kendisi katılamadan ellinci doğum günü kutlaması töreni yapıldı. Ne yazık ki, iki ay sonra 27 Mayıs 1956 günü hayata gözlerini yumdu. Devlet töreniyle Bakü’de Azerbaycan ve başka ülkelerden gelen on binlerce insanın katılımıyla “Fahri Hiyaban”da, görkemli şahsiyetlerin defnedildiği mekânda toprağa verildi.
* * *
Sovyetler Birliği Dönemi Azerbaycan şiirinin banilerinden olan Samet Vurgun aynı zamanda yazar, mütercim ve mütefekkir olarak Azerbaycan edebiyatı tarihinde önemli bir yere sahiptir. Devrin, milli hassasiyetlerden uzak edebi eser yazma talebine rağmen o, halkının özgün hasletlerini, millî meselelerini ve millî beklentilerini açık veya örtülü bir şekilde eserlerinde işlemeyi başarmıştır. O daima halkın vicdanının sesi olmuştur.
Vurgun, Azerbaycan halkının geçmişinin, millî kahramanlık tarihinin ve devrinin dramatik ruhunu terennüm etmiştir. O, düşünce dünyasının merkezine Azerbaycan’ı alarak uluslararası boyutta düşünen bir fikir adamı olmuştur.
Onun edebî mirası, muhteşem bir Azerbaycan halısı gibidir. Dağların cüyürü, ceylanı; göllerin sunası, göklerin turnası, yaylaların gülü, çiçeği; ormanların kurdu, kuşu; obaların ozanı, kopuzu; halkın toyu, yası; hülasa halkın gülüşü ve gözyaşı ilmek ilmek bu bedii halının nakışlarını oluşturmuştur.
Vurgun, Bakü’nün derdine yanarken Tebriz’i de unutmamıştır. O, Azerbaycan’ın “anasının” bir yanda “balasının” diğer yanda kaldığının şuurundadır. Bunun için o, hem ananın nefesiyle hem de balanın sesiyle melemiştir. Yad ellerin elinde olan “Tebriz Gözeli”nin gözleriyle yollara bakmış, henüz dirçelip ayağa kalkamamış balanın efkârıyla dumanı başından çıkmıştır.
Vurgun, Azerbaycan tarihinin ibretamiz bir dönemini oluşturan Karabağ Hanlığı’nın 18. yüzyılda Kaçarlar tarafından işgal edilip Başvezir Molla Penah Vakıf’ın idam edilmesi meselesini, 1938 yılının göz gözü görmeyen kanlı tufanlı günlerinde kısa sürede kaleme alıp “Vaqif” adlı dramıyla dikkatlere sunmuştur.
Dede Korkut’un düşman eline düşen Egrek ile onu kurtarmak için giden kardeşi Segrek misali bu iki kardeş ülkenin de bir gün el ele verip bir olup, birlikte olacakları inancını taşımıştır.
Vurgun, Azerbaycan halkının temel değerlerini, dilini, vatanını, kültür ve medeniyetini her vesileyle mevzu edip bunların önemini, gereğini anlatmış, bu değerler sayesinde hür ve bağımsız yaşanabileceğini anlatmıştır.

2. Vurgun ve Millî Değerler
Milletine vurgun, milletine pervanedir
Hamiyetperverdir Vurgun, ona perva nedir?
    – Muhammet Savaş -
Yaşamak bir yolculuktur. İnsan daha yolun başında hem yola hem yolculuğa hem de nasıl yol gidileceğine dair kararlar vermelidir. Kararın verildiği vakit, yaşamanın başı değildir. Belirlemenin, belirleyebilmenin, seçimin ve iradenin başlangıcıdır. Yolculuğun bundan sonraki kısmı sadece canlılık ve yaşamak değil, insanca yaşamak, adam olmak, adam gibi yaşamak kısmıdır. Hâl böyle olunca, insan evvelâ adamlığı, kimlerin adam gibi olduğunu, adam gibi olmak için sahip olunacak, benimsenecek, insanoğlunu adam eden değerlerin neler olduğunu, bu değerlere nasıl sahip olunacağını ve nasıl korunacağını tespit etmelidir. İnsan, hangi vasıfları değer ve değerli belleyeceğine, değerli sayılan değerlere sahip olmak ve bu değerleri korumaya çalışmakla kendini belirlemiş olur. Kendiyi belirlemek ve beyan etmek ise eylediklerinin kıstasları oluverir bundan sonra. Ya kendi bilinciyle hareket eder, eyledikleri kendiyle hemâhenk olur ve hem adam olur hem değerleriyle tutarlı olduğu için değerli olur yahut riyakâr olup her dem galat eyler.
Samet Vurgun, neye değer vereceğine, neyi değerli tutup ona göre yaşayacağına, hangi değerleri koruyacağına karar verirken kendini ve hayatını asla solmayacak, silinmeyecek hatlarla belirlemiştir. Bu hatlar onun yaptıklarıyla, yazdıklarıyla ve anlattıklarıyla her geçen gün daha da netleşmiş, netleştikçe başka hatlardan, başkalarının sınırlarından daha da iyi ayrışmıştır. Sınırlar ayrıştıkça, içeride olmanın, içeride kalanın kendini tanımasını, bilmesini sağlamış ve dışarıda kalanlardan farkını anlamasına imkân tanımıştır.
Samet Vurgun, daha yolun başında değerlinin milleti olduğunu ve değerlerin de milletinin değerleri olduğuna karar vermiş ve bu karar doğrultusunda yaşamıştır. Onun hayatı il içindir. İl’in şuurunda ve şuuruyla yaşamış, yazdıkları ve eyledikleriyle il’e vurgun olmuştur.
Türkçede “il” kelimesi üç unsurludur ve aynı zamanda her üç unsuru da ifade eder: Millet, vatan ve devlet. Son birkaç yüzyılda bütün dünyada ayrı ayrı kavramlar olarak çok büyük ölçekli edebiyatlar oluşturulmuş olan “vatan”, devlet” ve “millet” kavramlarının hepsinin anlamını birden taşıyan “il/él” kelimesi hem muhteva hem de mana itibarıyla fevkalâde mühimdir.
Türk milleti kendi sınırlarını belirlerken iki mefhumu esas almıştır. Birincisi “il”, ikincisi ise “töre”dir. Töre, devlet milleti için olsun ve doğru adım atabilsin, adaleti sağlasın diye belirlenmiş, korunması şart sayılmış değerler bütünüdür. Hem milletin hem devletin doğrusunun mihenk taşıdır. İl, üç unsurun hepsine sahip olduğu vakit atılan her adım töreye göre belirlenir, töreye göre yapılır ve töreli olunur, töreli olunca il kutlu olur. İl töre içindir ve töre için, töreye göre oldukça kutlu olur, töreden ayrılınca ve töresiz olunca kutunu kaybeder. Üç unsurdan devlet olmadığı zamanlarda ise millet töresine sahip çıksın, kendini bilsin ve devletine kavuşmak için gereken şartları sağlamaya gayret etsin diye Türk ili olarak, kendi bilinciyle hareket edilir. İl’in unsurlarından yoksun kalınabilir, lâkin il için ve yeniden bütün törenin bilinmesi kâfidir. Meşhur, “İl gider, töre kalır.” deyişi bunu ifade eder.
Türk milleti ya da bu milletin bir kısmı, zaman zaman başka devletlerin hâkimiyeti altında kalmıştır, fakat kendini, töresini bilerek tekrar özgürlüğünü kazanmış ve ilin bütün unsurlarına sahip olmuştur.
Samet Vurgun’un yaşadığı dönem de böyledir. Milletine ilinin iki unsurunu ve töresini, değerlerini sürekli anlatmıştır. Devletten yoksunluğu, bir çaresizlik olarak görmemiş ve hiçbir vakit ümitsizliğe kapılmadan milletine nasıl bir millet olduğunu, vatanının nasıl da milletinin olduğunu bütün yöntemleri kullanarak, bıkmadan usanmadan hatırlatmış ve yadda tutmuştur. Bu sebepledir ki, o ilinin dili, millî şairi olmuştur.
Hadsizliğin, sınırsızlığın, aynileştirmenin, tektipleştirmenin hüküm sürdüğü ahvâlde kendini, değerlerini belirlemek, bilmek ve bildirmek, haddini bilmek, dahası bu haddi daima korumak ve hadsizlik etmeyip değerleriyle tutarlı bir ömür sürmek, takdir edilesi değil ancak bilinebilesi bir kıymettedir. Samet Vurgun’un hayatı, kişiliği ve eserleri, kendi zamanına ve şartlarına göre bakıldığında önünde eğilmeyi gerektirdiği gibi bugünün değersizleşen, değersizleştirilen ve adamlığı cinsiyet sayan kabulleri düşünüldüğünde, adam olmanın ve adam gibi hayat yaşamanın timsali olarak gençlere okutmayı gerektirir.
O zamanlar millete söylenmesi gerekenlerin söylenmesi, anlatılması gerekenlerin anlatılması, hatırlatılması gerekenlerin hatırlatılması ve unutulmaması gerekenlerin belletilmesi lâzımdı. Samet Vurgun bunu layıkıyla yapmıştır. Yazdıklarının ve söylediklerinin değerinden evvel söyleyebilmiş olmasının, yol göstermesine ilaveten yordam göstermesinin ve böylece milletin sesi, millî şair olabilmesinin değeri hem bilinmeli hem bildirilmelidir. Milletine söylemeyi başarmakla kendini vazifeli bilip hem nasıl da en güzel sözleri söylemesi bilinmeli ve bildirilmelidir. Onun yalnız sözlerinin güzelliği değil, söyleyişinin güzelliği de pek mühimdir. Güzel söz çok söylenmektedir, lakin iltifat için sözlerin süslendiği, riyakârlık için bezendiği zamanlarda milletin kulak küpesi sözleri zerger gibi işleyerek söyleyebilmenin kıymeti, sözün de zergerliğin de fevkindedir. Samet Vurgun’un fevkaladeliği, sözlerinden evvel söylemesindedir ki, onun millete ve millet için deyişi, artık lâzım olanın söylenmesinin emsalidir. Bir yapıya dayanmadan dayanabilmek için lâzım olanın.
İlinin, değerlerini ve töresini koruması için en lâzım unsuru olan devletten yoksun kaldığı, ikinci unsuru vatanın bölünüp yüreklerin kendinden koparılan diğer yarıya hasretle dolduğu bir dönemde, üçüncü unsur olan millet, bir yandan kendini, değerlerini, töresini unutmamalı; diğer yandan vatanın bütünlüğü düşüncesini ve koparılan parçanın hasretini diri tutmalı, bir yandan da içinde bulunduğu çok kötü şartlara rağmen birkaç nesil sonra dahi olsa ilini birlemenin gereklerini yapabilmelidir. Milletin bunları yapabilmesi, ancak ona yolu ve bu yolun nasıl yürüneceğini gösteren, bazen onun sesi, bazen de sessizliği olan rehberlerle, önderlerle olabilmiştir. İşte Samet Vurgun tam da böyle bir rehber olarak, milletine hükmedenlerin hükümlerine ve hükümranlığına rağmen diyeceklerini demiştir.
İnançsızlığın benimsendiği ve dayatıldığı bir durumda hem kendinin hem de milletinin en mühim değeri olan inancını anlatmış, adını vermeden Allah’ı millete ve hem kendinin hem de milletinin bağlılığını Allah’a bildirmiştir.
Milletinin kadim bilgilerine, geleneklerine, göreneklerine, adetlerine, efsanelerine ve eserlerine, dayatılan ideolojinin sağlamlığına destek bahanesiyle sahip çıkmış ve yazılmasının, anlatılmasının önünü açmıştır.
Vatan sevgisini ve vatanının güzelliklerini, Sovyetler Birliğini vatan sayan, Almanlara karşı savaşı “Büyük Vatan Muharebesi” diye adlandıran bir yönetimin dayatmaları altında bile dile getirebilmiş, milletinin zihninde gerçek vatan anlayışını canlı tutabilmiştir.
Dilinin ve edebiyatının zenginliğini hem kendi yazarak göstermiş hem de milletinin en değerlilerini milletinin dilinden ve düşüncesinden düşmesin diye her türlü gayreti sergilemiştir.
Sanatının, müziğinin, âşıklık geleneğinin değeri bilinsin diye hiçbir gayretten beri durmamıştır.
Milletinin vurgunu, ilinin dili Samet Vurgun, değerlerini milletinden almış, milletini ve milletinin değerlerini değerli bilmiş hem dünyaya hem milletine kendi değerlerini bildirmiş bir millî şairdir. Dilin kendini yüreğinin süsü görüp sözlerini en sade şekilde söylemiş, süslemeye ihtiyaç duymamıştır. Bütün muğlaklaştırmalara, değersizleştirmelere ve kurgulara karşı en yüce hakikatleri, en değerli olanları en duru ve berrak şekilde söyleyip milletine kaynak olmuştur.

3. Vurgun’un Eserlerinde Temel Ögeler

Bir milletin kendine özgü saydığı ve sahip olmakla onu güçlü ve saygın kılan toplumsal ve kültürel öğeler olarak tarif edebildiğimiz “millet, dil, edebiyat, vatan, özgürlük, sanat, inanç gibi değerler Vurgun’un eserlerinde konu edindiği ve anlattığı esas ögelerdir. Samet Vurgun’un amacının güzel söz söylemekten ziyade, halkına kendi değerlerini anlatmak ve bu değerlere sahip çıktıkça millet olabileceği bilinciyle milletinin zihniyet inşasında ve bu zihniyet doğrultusunda hayat sürmesinde yardım etmek, böylece her türlü dayatma karşısında kendi kalabilmesini mümkün kılmak olduğu düşünüldüğünde ve görüldüğünde, onun bir şahsiyet ve şair olarak kıymeti anlaşılır.
Samet Vurgun’un sözlerinin güzelliği, işlediği konuların ehemmiyetiyle ve bu mühim konuları ele alma şuuruyla birleşince harikulade oluverir. Bu harikuladelik, onu sadece güzel şiirleri olan bir şair olmaktan öteye, ilinin dili olmaya taşımış ve millî şair eylemiştir.

3.1. Millet
Mǝnsub olduğu xalqın varlığı ilǝ fǝxr etmǝyǝn, onun eşqini müqǝddǝs bir mǝşǝl kimi öz qǝlbindǝ yandırmayan bir insan, öz vǝtǝndaşlıq haqqını dǝrk edǝ bilmez, ona vǝtǝnpǝrvǝr demek dǝ gülünc olar.
    –Samet Vurgun -
Yaşadığı dövrdən asılı olmayaraq hər bir sənətkarda milli qürur hisi ilə döyünən qəlb olmalıdır. Milli qürur hissi olmayan yerdə ümumiyyətlə heç bir yaradıcılıq təsəvvür etmək mümkün deyildir…
    –Samet Vurgun -
Samet Vurgun 1935 yılının ilk günlerinde yazdığı “Füzulinin Dərdi” (Vurğun, 2005: I/185) şiirinin dördüncü hanesinde, halkının soyuna işaret eder:
Nǝ odlar görmüsǝn bilsǝn,
Əzǝldǝn aşiq oldun sǝn,
Böyük ruhunla bir Türksǝn,
Muradın şemi yanmazmı?
Vurgun, bir makalesinde, hangi zaman diliminde yaşarsa yaşasın sanatçının millî gurur duygusuyla çarpan kalbi olmalıdır. Millî gurur hissi olmayan yerde genellikle hiçbir yaratıcılık düşünülemez (Vurğun, 2005: V/197), der.
Vurgun, insanların mutlaka mensup olduğu halkı sevmesi gerektiğine ve diğer halkları sevmenin, anlamanın yolunun da kendi halkını sevmekten geçtiğine inanarak şöyle yazar:
“Öz doğma xalqını anlayan, onu sevən, o xalqdaki qəhrəmanlıq, fədakarlıq, yüksək əməllər və bütün insani sifətləri dərk edən bir gənc başqa xalqları da sevəcək, anlayacaqdır. Çünki o insani sifətlər bütün xalqlara mexsusdur.” (Vurğun, 2005: V/147)
“Milli Vüqar və Genclik” adlı makalesine “Vǝtǝnpǝrvǝrlik dediyimiz zaman, onun ruhunu tǝşkil edǝn mühüm hisslǝrdǝn biri, bǝlkǝ ǝn çox ömür sürǝni milli vüqar hissidir.” cümlesiyle başlayan Vurgun, şöyle devam eder: “Mensub olduğu xalqın varlığı ile fəxr etməyən, onun eşqini müqəddəs bir məşəl kimi öz qəlbinde yandırmayan bir insan, öz vətəndaşlıq haqqını dərk edə bilməz[1 - Derk edə bilməz: Anlayamaz.], ona vətənpərvər demək də gülünç olar.” (Vurğun, 2005: V/146)
Ona göre, idealist bir vatan evladı, kendi halkına ne kadar iyi hizmet ederse aynı zamanda bütün insanlığa da hizmet etmiş olur. Bununla da milletinin dünya tarihinde daha büyük şöhret kazanmasını daha büyük hürmet görmesini sağlar. Vurgun bu hususta şöye der:
“Əsrimizin gənc insanı bütün dünyanı, bütün bəşəriyyəti dərk etmək üçün yaşadığı torpağı, mənsub olduğu xalqı dərk etməli, yalnız bu yolda da insanlıq dərəcəsinə yüksəlməli, bütün xalqların mənəvi həyatının inkişafında iştirak etməlidir.” (Vurğun, 2005: V/147)
Vurgun, başka bir makalesinde ünlü Rus yazarı Belinski’nin “Mən rus xalqını qəlbdən sevirəm və bu xalq kütləsi içərisində ən kiçik bir qum zərrəsi olmağı özüm üçün namus və şərəf hesab edirəm.” sözünü kendi düşüncesine dayanak yapar. Onun da kendisi gibi düşündüğünü söyler ve şu cümleyi ekler: “Hər xalq öz varlığı ilə bəşər həyatının müəyyən bir cəhətini ifadə edir.” (Vurğun, 2005: V/209)
* * *
Vurgun, devrin bütün acımasızlıklarına rağmen Hakanî, Nizamî gibi 12. yüzyıl ediplerinin sözlerine esaslanarak milletini ve milliyetini savunmaktan çekinmemiştir. Bakü Harbî ve Siyasî Akademi’de yaptığı bir konuşmada söylediği şu sözler onun millet sevgisini yansıtmaktadır:
“XII-ci əsrin böyük şairlərindən biri olan Xaqani milli zülmün bütün acılıqlarına dözərək belə yazırdı: Türk olmağıma görə məni kim məzəmmət edirsə, Türk dilində deyilən eyni sözlərlə də Allah cəza verəcəktir. Böyük Nizami isə: Mənim Türk olmağım kimə xoş gəlmirsə, yəqin ki, o, Türkərin dovğasının dadını bilmir.” (Vurğun, 2005: V/43).
Şair, 1942 yılında savaşın şiddetli zamanında Moskova’da bulunurken Alman cephesinde büyük kahramanlık gösteren ve bunun için büyük ödüle “Ali Mükafat”a layık görülerek Moskova’ya beş gün istirahata gönderilen İdris Veliyev, Vurgun’u ikametinde ziyaret eder. Vurgun, ona “Siz de böyük bir xalqın oğullarısınız. Azərbaycan torpağı hər vaxt igidler yuvası olmuşdur. İndi vətənimizin namusu, bayrağı sizin əllərinizə tapşırılmışdır.” der. Bu cümleler onun halkına olan hürmetinin yüksek seviyesini göstermektedir.
* * *
Tahran “Şah Yönetimi”nin İran’ın aslî unsuru olan Türklere hor bakmalarına, onların kültürel değerlerini örselemelerine karşı celallenerek ağır sözlerle ağızlarının payını verir:
Söyle, sənmi xor baxırsan mənim şeir dilimə?
Qoca Şərqin şöhrətidir Füzulinin qəzəli!
Sənmi “türkəxər” deyirsən ulusuma, elimə?
Dahilərə süd vermişdir Azərbaycan gözəli…
Qoca Şərqin şöhrətidir Füzulinin qəzəli!
Bir varaqla tarixləri, utan mənim qarşımda,
Anam Tomris kəsmədimi Keyxosrovun başını?
Koroğlunun, Səttarxanın çələngi var başımda.
Nəsillərim qoymayacaq daş üstündə daşını;
Anam Tomris kəsmədimi Keyxosrovun başını?
    (Vurğun, 1986: 1/133)
Səməd Vurgun’un birkaç vecizesiyle bu bölümü sonlandıralım:
“Vətənin məhəbbəti ile alovlanmayan, onun tarixini bilməyən alim və ya tarixçi, yazıcı və ya rəssam öz xalqına layiq heç bir şey yaradabilməz.” (Vurğun, 2005: V/53)
“Azərbaycan xalqı əsrlər boyu mübarizəsi ile nəinki öz tarixinə, hətta mütərəqqi bəşəriyyətin tarixinə qızıl səhifələr yazmışdır. Azərbaycanın tarxini bilmədən Şərqin, hətta Qərbin bir sıra ölkələrinin tarixi haqqında tam təsəvvür əldə etmek olmaz.” (Vurğun, 2005: V/54vd.)
“Biz bəzən böyük bir həqiqəti unuduruk ki, yaşamağa haqqı olan bir xalqın həyat qüdrəti, mübarizə qabiliyəti, onun gələcək taleyi, hər şeydən əvvəl, bu xalqın qoynunda bəslədiyi gənçliklə ölçülməlidir! Biz möhtərəm qocalarımızın simasında yaradılmış tariximizi sevib alqışlamalı, lakin gəncliyimizin simasında yeni tariximizi yaratmalıyıq!
“Gənclik vətən torpağının səhəridir. Onun surətində günəşin qüdrəti, baharın həyat ətri vardır.” (Vurğun, 2005: V/83)
“Azərbaycan xalqının şərəfli kecmişi vardır və o , ən qədim, ən mədəni xalqlar sırasına daxildir. Azərbaycan xalqının mədəniyyəti tarixin ayrı – ayrı mərhələlərinde bütün Şərqdə ən qabaqcıl ve mütərəqqi mədəniyyət olmuşdur.” (Vurğun, 2005: V/52)

3.2. Dil ve Edebiyat
Yüz il biz ayrıldıq ana dilindən,
Məktəbin adına dedik “uşkola”.
Oxucum! Bir daha nəzər yetir sən
Kəçdiyin o qanlı, o qorxunc yola.
    – Samet Vurgun -
Samed Vurgun, bir milletin millî kimliğinin esasını teşkil eden ve halkı birbirine bağlayan, onu tanıtan, onun bütün değerlerini muhafaza edip hazinesinde saklayan hatta kültür değerleri içerisinde millî damgası en belirgin olan unsurun dil olduğunun bilincinde olmuştur. O, hem Türk dilini en iyi şekilde kullanmış ve edebî eserler vermiş hem de onun varlığını koruyup bekası için mücadele edenleri takdirle yâd edip eserlerini gün ışığına çıkarmıştır.
O, 1935 yılında yayımladığı “Aslan Gayası” (Vurğun, 2005: III/110 vd.) poemasında Çarlık Dönemi’nde Türk dili hususunda yapılan ihmali, ilgisizliği hatta hıyaneti dile getirip bu “kanlı” ve “korkunç” dönemin hatırlanması ve ibret alınması gerektiğini belirtmiştir.
Yüz il biz ayrıldıq ana dilindən,
Məktəbin adına dedik “uşkola”.
Oxucum! Bir daha nəzər yetir sən
Kəçdiyin o qanlı, o qorxunc yola.
Yüz il Füzuliyə həsrət qalaraq
Doğma anamıza söylədik “mama”.
Yüz illik yuxuya birdən dalaraq
Yatdıq gözümüzdən yaş dama-dama. (1935)
Vurgun, Türk dilinin ve Türk varlığının bertaraf edilmek istendiği “Kızıl Kırgın” tufanının kasıp kavurduğu 1936 yılında yayımladığı “Azad İlham” adlı şiirinde üç dilde divan tasnif eden Nesimî’nin ıstırabıyla Nesimî’yi anlatır:
Bu miskin aşiqə baxın da bir az,
Diri soyulsa da dözər[2 - Dözer: Tahammül eder.], ağrımaz.
Sən ey ülkərimiz, sönməz sənətkar!,
Əsrlər boyunu gördü gözlərin;
Tarixlər boyunca qaldı yadigar
Ölməz fikirlərin, ölməz sözlərin!..
Yine üç dilde divan kurup dünyada Türk dilini ve şiirini ulaşılmaz zirveye çıkaran dünya şöhretli Fuzulî’nin hıçkırıklarını duyurup gözyaşlarını gözümüze aktarır.
Füzuli doymadı göz yaşlarından,
Açdı qapısını səhər yelləri.
İncidi ən yaxın sırdaşlarından,
Ağlayıb ağlatdı bizim elləri;
Ağarmış saçında, saqqalında qış…
Asiman dolandı şikayətindən,
Karvanı dərd adlı səhrada qalmış.
Leylinin Məcnunun hekayətindən.
Sarayların surlarına mahkûm edilen, kaynağından uzaklaştırılarak yabancı dillerin işgaline maruz bırakılan Türk dilini ve edebiyatını sarayların cenderesinden çıkarıp tabii kaynağına kavuşturan ve bu kutlu yolda canını kurban eden Vakıf’ı sık sık hatırlatır:
Gətir xatirinə Vaqifi bu dəm
Qırıldı qəlbində bir yurdun sazı…
Ağladı ardınca gözlərində nəm
Uçan durnaların küskün avazı.
O, gərdi köksünü farsın dilinə,
Haykırdı: Türk dili, Türk şeri gərək!
Bir yeni can verdi doğma elinə,
Üfüqdən üfüqə qanad gərərək…
    (Vurğun, 1960: 319; 2005: I/221)
* * *
Burada önemli bir hususu açıklamak yerinde olur. Bazı sözde kalem erbabı eski sahiplerine bağlılıklarını göstermek ve onlarla birlikteliklerini özleyerek vatan, millet vurgunlarına kesik kesik de olsa laf vurmalarına, hatta kara yakmalarına o devrin zulmünü bütün şiddetiyle yaşayan bir ailenin ferdi olarak görmezden, duymazdan gelmem elbette ki mümkün değildir.
Elleri “nataşaların” elleriyle sıkılmaktan başka şeyle sıkılmayan uşaklar, vatan vurgunlarının mengeneyle sıkılan ellerinden çıkan nice katmanlı şiirlerindeki mana, mantık, muamma ve muhakemeyi anlamaları elbette ki mümkün değildir.
Eğer bilmeden yapıyorlarsa Vurgun’un ifadesiyle kütbaştırlar. Bilerek yapıyorlarsa millî ve manevî değerlere saygıları yoktur demektir.
Samet Vurgun’un hangi şartlar altında yazıp yarattığını anlamak ve anlatmak elbette ki zordur. Onun eserlerini biraz olsun anlayabilmek için önce “onun öğrencisi” Bahtiyar Vahapzade’nin “İki Karku” şiiri ile Azaflı’nın “Olmur” ve “Sen Demə” redifli şiirlerini okumak gerekir.
Vurgun’un redaksiya heyetine gönderdiği her eseri sansürden geçirilip değişimlere maruz kalmıştır. Bu yetmiyormuş gibi bazı işgüzar ve aklı evvel “uşaklar” vefatından sonra bile onun şiirlerinde onlarca değişiklik yapmışlardır.
Samet Vurgun’un, 2 ağustos 1936’da yayımladığı “Azad İlham” adlı şiirinin 23. beyti şöyledir:
O, gərdi köksünü farsın dilinə,
Haykırdı Türk dili, Türk şeri gərək! (Vurğun, 1960: 319)
Vurgun’un vefatından sonra bu beyit defalarca değiştirilerek yayımlanmıştır.
Gərdi sinəsini o, fars diline,
Bağırdı, öz dilim, öz şe’rim gərək! (Vurğun, 1960: I/232)
Aynı beyit başka bir kitapta:
Gərdi sinəsini o, fars dilinə,
Bağırdı: öz dilim, öz şe`rim gərək! (Vurğun, 1985: I/277)
Gərdi sinəsini o, fars diline,
Haykırdı, türk dili, türk şeri gərək! (Vurğun, 2005: I/222)
Başka bir örnek verelim:
Vurgun, Rus edebiyatının baş eseri olan Puşkin’in yazdığı “Yevgeniy Onegin” eserini 1936 yılında Türk diline tercüme etmesini aynı yıl yazdığı “Büyük Şairin Şerefine” adlı şiiriyle dünyaya duyurur ve ilk bendinde şöyle der:
Axıtdım alnımın inci tərini,
Yanmadım ömrümün iki ilinə.
Rusiya şerinin şah əsərini
Çəvirdim ilk dəfə Türkün diline. (Vurğun, 2005: I/228):
Vurgun’un vefatından sonra dördüncü mısrası şöyle değiştirilir:
Rusiya şerinin şah əsərini
Mən çəvirdim Azərbaycan dilinə (Azad İlham 1937: 52-56)
Başka bir eserde şu hâle getirilir:
Rusiya şerinin şah əsərini
Çəvirdim Vaqif’in şirin dilinə (Vurğun, 1960: 241; 1985: I/288)
Sadece bu örnekler bile devrin zulmünü ve Vurgun’un eserlerinin başına gelenleri göstermeğe yeterlidir.
* * *
Vurgun, sadece yaşadığı devirde Türk dili ve edebiyatına yapılan saygısızlığa karşı mücadele vermekle kalmamıştır. O, tâ 12. yüzyılda Şirvan Şahı Ahsitan’ın Nizamî’ye baskıyla “Leyla ve Mecnun” eserini Farsça yazdırmasından – ki Nizamî bu hadiseyi kitabın ön sözünde anlatmıştır – duyduğu rahatsızlığı telmih yoluyla “20 Bahar” poemasının “1. Sinfoniya”sında kaleme almış ve gelecek nesillere bu kanayan yaranın acısını hissettirmeye çalışmıştır.
Nizamî, Leyla və Mecnun eserinin girişinde “Kitabın Yazılmasının Səbəbi” başlığı altında meseleyi şöyle anlatır:
Bir gün nəş’əliydim aləm şad kimi,
Dəmlər içindəydim Keyqubad kimi.

Könül pərvanəsi əlində çıraq,
Mən bülbül olmuşdum, məst olmuşdu bağ.

Bu zaman bir elçi gəldi eyvana,
Şahın məktubunu gətirdi mana.
On – on beş sətirdi şahın bu sözü,
Gözəl xətti ilə yazmışdı özü.
“Ey söz dünyasına hâkim Nizami,
Qulluğa məhrəmsən tut ilticamı.
Səhər yuxusunun pərdəsini at,
Yenə söz oynadıb bir sehr yarat.

İstərəm Məcnunun böyük eşqinə
Bir söz xəzinəsi açasan yenə.
Bakirə Leyli tek, ey böyük üstad!
Şe’rdə iki üç bakir söz yarat.

Bu təzə gəlinə çəkəndə zəhmət,
Fars, Ərəb dilində vur ona zinət.

Türk dili yaramaz şah nəslimizə.
Əskiklik gətirər Türk dili bizə.
Yüksek olmalıdır bizim dilimiz,
Yüksek yaranmışdır bizim nəslimiz.”
Qulluq halqasına düşdü qulağım,
Qan vurdu beynimə, əsdi dodağım.
Ömrüm viran oldu, solub saraldım,
Bu əmrin önündə cavabsız qaldım.

Qəlbimdə can kimi əzizim olan,
Məhəmməd Nizami –oğlum bu zaman
Bu gözəl məvzuya könül verərək,
Oturdu yanımda o bir kölgə tək.
Öpdü ayağımı xeyli mehriban,
Dedi: “Ey göylərə meydan oxuyan,
‘Xosrov və Şirin’i yazıb yaratdın,
Hər duyan könüldə bir zövg oyatdın.
Leyli Məcnundan da yarat bir əsər,
Cüt olsun yazdığın qıymətli gövhər.

Dedim: “Ayna üzlüm, sözündə möhkəm,
Sözün yerindədir, haqlısan bu dəm…” (İbrahimov, 1985: IV/202 vd.)
* * *
Şair “Komsomol Poeması”nın ilk sıralarında Türk’ün mitolojik ulu anası Humay Ana’nın timsali olan bir Türk kızının varlığını, hayatını, düşüncesini ve beklentilerini yorumlayıp dikkatlere sunar.
Humay, Göktürk Kitabelerinde anlatıldığı gibi, Türklerin bilge, ermiş, çocukları koruyan melek anasıdır. Rusların mitolojik anası Tatyana olduğu gibi Türklerinki de Humay’dır.
Humay düşündürür, Humay ağladır…
O nə Tatyanadır, nə Ofəlyadır.
Həyata gəldiyi o gündən bəri
O küskün baxışlı qara gözləri
Nələr düşündürür
Onun həyatı,
Sevgisi, taleyi, müqəddəratı
Hər zaman andırır vərəmli bir qış,
Bütün diləkləri gözündə qalmış
İcazə versəniz danışaram mən
O, qız xəyalının incəliyindən:
Daldığı musiqi –sazların səsi,
Ya da ki quşların vəhşi nəğməsi…
Dağların döşündə gəzinən çoban
Dərdlənib neyini çaldığı zaman,
Yaşarır Humayın qara gözləri,
Həyata gəldiyii o gündən bəri, (Vurğun, 2005: 3/15)

Vurgun, Humay’ın düşünce ve beklentilerini kendi görüş ve beklentileri şeklinde devrin pek de kendilerinden olmayan hâkim güçlerine itiraz edasıyla sunar:
Nədən şeirlərim ağıza düşüb,
Dağların çobanı məni anmasın?
Nədən karvanıyla quşlar ötüşüb
Başımın üstündə havalanmasın?
Dağların çobanı məni anmasın?
Nədən bu torpağın şirin ləhçəsi
Şairəm deyənə biqanə qalsın?
Niyə qurladıqca suların səsi
Ondaki qüvvəti ruzqarlar alsın?
Şairəm deyənə biqanə qalsın?
Nədən söyləməsin ana dilile
Öz odlu nitqini yoldaş komissar?
Türkce danışmasın sevgilisilə…
Bu mənhus adətdə böyüklükmü var?
Məndən inciməsin yoldaş komissar!
Nədən şerimizin baş qəhrəmanı
Gah Turandan gəlir, gah da İrandan?
Bəs mənim ölkəmin varlığı hanı?
Böyük bir şairin yazdığı dastan
Gah Turandan gəlir, gah da İrandan! (Vurğun, 2005: 3/19) (Vurğun, 1986: 2/46)
* * *
1935 yılında yazdığı “Tebriz Gözəli” şiirinde, Güney Azerbaycan Türklerine yakın gelecekte bağımsızlıklarını kazanacakları ve ana dillerinin serbest olacağını, âlimlerin de, şairlerin de dağda çobanın da türkülerini ana dillerinde söyleyeceklerini müjdeler:
Bir yeni rǝng alır Mil dǝ, Muğan da
Bu bayram günündǝ, bayram ilindǝ.
Alim dǝ, şair dǝ, dağda çoban da
Deyir mahnısını ana dilindǝ.
* * *
Samet Vurgun Güney Azerbaycan’da Pişeverî’nin liderliğinde başlatılan bağımsızlık hareketinin ilk günlerinde Türkçe yayın yapmaya ve Türkçe eğitim öğretim yapmaya başladıklarını “20 Bahar” poemasıyla Nizamî’ye müjdeler. Manzumenin “1. Sinfoniya”sında şöyle söyler:
Xəbər aldım Nizamiden,
Deyir: “Xoşbəxt oldu Vətən,
Öz sevgilim –
Ana dilim
Can qurtardı yad ellərden –
Təzə gəldim dünyaya mən!”
Ana yurdun qız- gəlini
Vaqifin de heykəlini
Ürəyində,
Diləyində
Qaldırmışdır bir dağ kimi,
Yandırmışdır çiraq kimi. (Vurğun, 2005: II/36)
* * *
Vurgun, 1936’da Puşkin’in baş eseri “Yevgeniy Onegin”i Türk diline tercüme etmesini “Büyük Şairin Şerefine” adlı şiiriyle duyurur (Vurğun, 2005: I/228).
Vurgun, ömrünün iki yılını geceyi gündüze katıp alın terini dökerek Rus şiirinin şah eserini ilk olarak Türk’ün diline çevirdiğini, kendisinin de bu sanat yolunda dolu olduğunu ve halklar/milletler dünyasında onun da ellerinin/halklarının bulunduğunu yani Rus dilli gibi Türk dilli halklarının da olduğunu, kendisinin de o halklardan birinin oğlu olduğunu işaret eder.
Aynı bentte sevinç ve mutlulukla önemli bir hususu da belirtir: Can sırdaşım dediği ve hayat sırlarını, gönül sözlerini paylaştığı bu eseri tamamlamanın bahtiyarlığını yaşar. Bu sözlerin bir şairin vicdan sesi ve düşünen bir kalbin ifadesi olduğunu belirtir.
Axıtdım alnımın inci tərini,
Yanmadım ömrümün iki ilinə.
Rusiya şerinin şah əsərini
Çəvirdim ilk dəfə Türkün diline.
Bir yeni sənətlə mən də doluyam,
Ellər dünyasının ellər oğluyam.
Yuxusuz gecələr çıxdı qarşıma,
Fəqət tövşümədi bu polad sinəm.
Artıq qovuşmuşam can sırdaşıma,
Özümə bəxtiyar bir insan desəm,
Bu səs bir şairin vicdan səsidir,
Düşünen bir qəlbin ifadəsidir.

Samet Vurgun, “Yevgeniy Onegin”i Türkçeye çevirmenin haklı gururunu yaşayıp kendini bahtiyar insan kabul ederken şiirin ikinci bendinde maksadını açıklar:
Birinci maksadı ufukta Ay-Yıldızlı bayrağın sürekli dalgalanmasıdır. Mehmet Âkif’in İstiklâl Marşı’nın ilk kıtasında “Yurdumun üstünde tüten en son ocak sönmeden bu şafaklarda yüzen al sancak sönmez” dediği gibi o da aynı endişeyle “Ufukta dalgalanan Ay Yıldızım sönmesin diye her gecemi gündüze kattım.” der. Yani Azerbaycan halkını sa’ye, gayrete, hikmete, hizmete çağırır.
İkinci maksadı ise “sanat vadisinde”, sanat dünyasında Rus kadını Tatyana’nın önüne Türkün ulu anası Humay/ Umay’ı çıkarmasıdır.
Bilindiği gibi bütün sanatların ilk ve temel mucitleri analardır. Dil, edebiyat, müzik alanında şüphesiz ki ilk şair, ilk ses sanatçısı, ilk bestekâr, ilk tahkiyeci analardır. Örgü, dokuma, nakış, yemek gibi onlarca sanat alanında da ilk mucitler onlardır.
Dil denilince akla ana gelir. Ana sözü ile dil sözü “Ana Dil” şeklinde birlikte kullanılır. Millî kimliğin temelini oluşturan dilin her yönüyle temsilcisi anadır. Ananın en bariz vasfı dilin yaratıcısı olmasıdır. Vurgun, Rusların mitolojik ermiş bilge anaları Tatyana gibi Türklerin de Göktürk Kitabeleri’nde adı geçen bilge, ermiş, çocukları koruyan Humay/Umay anayı hatırlatır. Rus dilinin yaratıcısı Tatyana’nın önüne Türkün ve Türk dilinin anası Humay/Umay anayı çıkarmak gerektiğini söyler. Türk gençlerine Rusun Tatayanası ve onun dili Rusça kadar Türkün anası Humay ve onun dili Türkçe de aziz ve muteberdir.
Mən ki, hər gecəmi qatdım gündüze,
Üfüqdə sönməsin ulduzum, ayım!
Sənət vadisində gəlsin üz üzə
Sənin Tatyananla mənim Humayım.
Vurgun, bahsi geçen şiirin son bendinde ülkesinin şairi olduğunu, ülkesinde şiirin de sanatın da şaire, sanata hürmetin de olduğunu bildirir.
Mən də bir ölkənin yazan əliyəm,
Bu bayram günündə bəzənməliyəm.
Şairlər oylağı, ey əziz Vətən!
Söylə tanışmıdır sənə Onəgin?
Bilirəm Puşkini çoxdan sevirsən…
Qızın da, oğlun da əzbərdən desin:
Bizdə şeir də var, sənət də vardır!
Şairə, sənətə hörmət də vardır!..
Yaşar Qarayəv’in sözüyle Samet Vurgun, Azerbaycan’ın Türk şiir dilini o yıllarda yüksek olgunluğa, duruluğa, saflık ve güzelliğe kavuşturup zirveye çıkarmıştır. (Qarayəv, 2005: 10)
Samet Vurgun’un dil hususunda önemli bir tavrı da Batı ve Doğu dillerini bildiği, onların en büyük eserlerini tercüme ettiği hâlde onların arkasına takılmamasıdır. Onları taklit etmemesidir. Kendi millî edebiyatına yaslanıp özgün eserler vermiştir. Ne Avrupa ne Fars ne de Rus dilinin ve edebiyatının takipçisi olmuştur. Bu tavrını bir makalesinde şöyle açıklamıştır:
“Yoldaşlar, Avropa Avropadır, Şərq Şərqdir, Azərbaycan Azərbaycandır.
Mən Avropa mədəniyyətini çox sevirəm. Bütün Avropa yazıçılarını bacardığım qədər oxumuşam. Ancaq öz yaradıcılığımı ölənə qədər Füzulinin, Vaqif’in üzərində aparacağam.” (Vurğun, 2005: V/89).
* * *
İkinci Dünya Savaşı’nın buhranlı ve kara bulutlu karanlığında Tahran hükûmetinin Türk dilinde yazılan bütün kitapları toplatıp yaktırmasına dünya aydınlarından sadece o itiraz edip “Yandırılan Kitablar” adlı manzumesiyle tepkisini göstermiştir.
Cəllad! Sənin qalaq-qalaq yandırdığın kitablar,
Min kamalın şöhrətidir, min ürəyin arzusu…
Biz köçürük bu dünyadan, onlar qalır yadigar,
Hər vərəqə nəqş olunmuş neçə insan duyğusu;
Min kamalın şöhrətidir, min ürəyin arzusu… (Vurğun, 1986: 1/133)
* * *
Samet Vurgun, Azerbaycan edebiyatının korunması, geliştirilmesi ve onun genel gidişatı hakkında önemli görüşler ortaya koymuştur. Azerbaycan bedii edebiyatının hangi istikamet üzere gelişme göstermesi gerektiği konusunun daima canlı bir mesele olarak sosyal düşüncelerinin merkezinde durması gerektiğini vurgulamıştır. Bununla birlikte bedii tenkidin, her şeyden önce, yazarların meydana getirdiği eserleri tenkit etmekle kalmaması her yazarın takip edeceği edebî yolun istikametiyle de derinden meşgul olunması, onun edebî kabiliyetinin hangi tür üzre daha verimli, daha başarılı olacağının da ona haber vermesi gerektiğini tavsiye etmiştir. Çünkü Vurgun, edebiyatın genel talihinin ve geleceğinin bu meseleye bağlı olduğuna inanmıştır (Vurğun, 2005: V/91).
Vurgun’un takip ettiği yolun en önemli bir yanı da Molla Penah Vakıf’ın başlattığı intibah dönemi edebiyatının, başka bir anlatımla Divan Edebiyatı veya yüksek zümre edebiyatının halk edebiyatıyla kucaklaştırılması meselesini çok etkili bir şekilde devam ettirilmesidir.
Vurgun, halkın dilini şiire, tiyatroya taşımış, halkın diliyle âlimlerin, aydınların dilini harmanlamıştır. Onun eserlerinin köylülerden şehirlilere kadar her kesim tarafından hüsnü kabul görmesi bunun göstergesidir.
Vurgun’un Azerbaycan Türk edebiyatına aynı zamanda Türk devletleri edebiyatına yaptığı katkılardan önemli biri de genel Türk edebiyatına manzum roman türünü kazandırmasıdır. Vurgun’un, Bolşevik İhtilâli’nin yirminci yılı için yazdığı ve eski bir köyün kolektifleştirilmesi sürecini anlattığı “Komsomol Poeması” özgün bir manzum romandır. Kendi ifadesiyle bu eser Sovyetler Birliği tarihinde ilk manzum romandır (Vurğun, 2005: V/21).
Samet Vurgun, Azәrbaycan Yazıçıları İttifaqının birinci genel kurulunda “Azәrbaycan Әdәbiyyat Tәnqidi Haqqında” sunduğu bildirinin ilk cümlesi şöyledir:
“Yoldaşlar, mәn Azәrbaycan Türk tәnqidinin vәziyyәtinә dair bir neçә söz demәk istәrdim.”
Aynı bildiride beş yerde “Azәrbaycan Türk tәnqidi” bir defa da “Azәrbaycan Türk әdәbiyyatı”
Tamlamasını kullanmıştır.
* * *

3.3. Vatan
Bir də dilimizdə – “Vətən” sözü var,
Ana qucağıdır bu ilahi söz…
Onun nəfəsidir böyük arzular,
Nə könül doymuşdur ondan, nə də göz
    – Samet Vurgun -
Samet Vurgun, Azerbaycan’ın cismen ve ruhen molekülüdür. Başka bir sözle o, Azerbaycan toprağının ve halkının özüdür.
Onun mayasının hamuru Azerbaycan toprağından yoğrulmuş Azerbaycan Türküdür.
Onun için Vurgun, Azerbaycan’ın sesi, sözü olmuş, onun sözcüsü, gözcüsü olmuştur.
O, Azerbaycan ile gönül sohbeti yaparken onunla olan ilgisini, bağını şöyle açıklıyor: Herkes biliyor ki sen benimsin, yurdumsun, yuvamsın, meskenimsin, senin bağrında vücut bulmuşum, seninle gönül ile can gibiyiz birbirimizden ayrılamayız.
El bilir ki, sǝn mǝnimsǝn,
Yurdum, yuvam, mǝskǝnimsǝn,
Anam, doğma vǝtǝnimsǝn!
Ayrılarmı könül candan?
Azǝrbaycan, Azǝrbaycan! (Vurğun, 1986: I/25)
Aynı şiirin diğer bir bendinde Namık Kemal’in vatanı ana ile özdeşleştirdiği gibi o da vatanı ana, kendisini ise yavru olarak nitelendirmiştir. Hangi tarafa, nereye gitse uçup geleceği yerin, halkının, hayatının, obasının, yuvasının Azerbaycan olduğunu poetik bir ifade ile belirtir:
Mǝn bir uşaq, sǝn bir ana,
Odur ki, bağlıyam sana:
Hankı sǝmtǝ, hankı yana
Hey uçsam da yuvam sǝnsǝn,
Elim, günüm, obam sǝnsǝn!
Vurgun, insanî duygular içerisinde en önemlisinin vatanseverlik olduğuna inanır. Halk aşkı, vatan sevgisi insanın hayat nefesidir. Havasız, nefessiz yaşanamayacağı gibi insanın vatansız da yaşamasının mümkün olamayacağını düşünür. “Vətənpərvərlik və Gənclik” (Vurğun, 2005: V/144) adlı makalesinde halk ve vatan sevgisini şöyle yorumlar:
“İnsan hisləri içində ən müqəddəs, ədəbi, tərəqqi və inkişafa tekan verən amillərdən biri, bəlkə ən mühümü vətənpərvərlikdir. Xalq eşqi, vətən məhəbbəti insanın həyat nəfəsidir desək, biz ömrün məqsəd üçün yarandığını bir daha dərk edərik. Öz arxasında xalqın, vətən torpağının qüdretini, onun həyat və mübarizə qabiliyyətlərini dərk edən bir qəhrəman döyüş meydanında yorulmaz, odlar, alovlar içində yansa belə, vətən torpağının gələcəyi, şərəf və şöhrəti ona böyük təsəlli olar, o, həyatın da mənasından razı qalar. Vətən eşqindən ilham alan bir şair ömrü boyu bəxtiyardır.”
Vurgun, vatanperverliğin önemini vurgulamakla kalmaz. Yeni nesillerin vatansever yetişmeleri için eğitim öğretimde her türlü tedbirin alınmasını da ısrarla öğütler: “Madəm ki, insan ömrünün ən böyük zinəti, onu yaşadan ən qadir qüvvə vətənpərvərlik hissidir, bu hiss bugünkü körpəler nəslimizin təlim və tərbiyəsinin əsas ruhu, çarpan ürəyi, düşünən beyni olmalıdır. Bu işdə bədii sözün, incə sənətin xidməti böyük və zəruridir. Uşaqlıq aləmində vətən yaxud vətənpərvərlik məvhumları ibtidai ve təbii bir haldadır. Onun şuurunda bütün anlaqlar mücərrəd haldan uzaq olduğu kimi, vətən məvhumu da mücərrəd dəyildir.”
* * *
Saç ağardı, ancaq ürək
Alovludur əvvəlki tək.
Saç ağardı, ancaq nə gəm!
Əlimdedir hələ qələm…
Bilirəm ki, deməyəcək
Bir sevgilim, bir də Vətən:
Şair, nə tez qocaldın sən!? (Vurğun, 2005: II/212)
* * *
Bağrıma basıram Ana Vətəni,
Bu ülfət ilhama çağırır məni! (Vurğun, 2005: II/175)
* * *
Azerbaycan’ın güzelliği, değeri ve stratejik önemi bakımından fevkalade ehemmiyetli bölgelerinden biri hiç şüphesiz ki Karabağ’dır. Karabağ, tarih boyunca Azerbaycan’ın kültür, medeniyet, sanat ocaklarından biri olmuştur. Vurgun, Karabağı’ı gözünden ve gönlünden uzaklaştırmamıştır.
Könlüm keçir Qarabağdan,
Gah bu dağdan, gah o dağdan;
Axşam üstü qoy uzaqdan
Havalansın Xanın sǝsi,
Qarabağın şikǝstǝsi.
Vurgun, aynı zamanda halkının da gözünü, gönlünü Karabağ’dan ayırmaması gerektiğini her vesileyle tembihlemiştir. O, Karabağ’ın geçmişinin derinliklerini, günümüzün yakınlarına taşımıştır. En önemli eserlerinden Vakıf dramını Karabağ’a hasretmiştir. Nizamî, İskendernâme adlı eserinde 15 asır önce hüküm süren Kral İskender’e halk adına hocası ve musahibi Aristo’ya nasihat ettirdiği gibi geleceği yakından gören Samet Vurgun da Veziri Molla Penah Vakıf’a Karabağ Hanı’na öğüt verdirir. Aynı zamanda göğsünü vatan için işgal güçlerinin önüne gerdiğini, kendisini vatan için kurban verdiğini gösterir. Gelecek nesillere hakkın, adaletin, halkın yanında yer almanın kudsiyetini ve bedelinin canla ödenebildiğini gösterir. 18. asırda Karabağ’da cereyan eden vahim olayların günümüzde de tekrarlanabileceğini bildirir.

Güney Azerbaycan Hasreti
Biz inanırıq ki, İran Azərbaycanı şairləri öz pəhləvan xalqı ilə birlikdə inkişaf edəcək və möhkəmlənəcəklər və onlar öz vətənlərini azad görəcək, doğma xalqlarının səadəti haqqında yeni gözəl şeirlər yazacaqlar.
    – Samet Vurgun -
Samet Vurgun, ilk gençlik yıllarında Güney Azerbaycan meselesi ile ilgilenmeye başlamıştır.
Yukarıda işaret ettiğimiz gibi Bolşevik İhtilali’ni, “Kafkas İslâm Ordusu”nun işgal güçlerinin özellikle Bolşevik-Taşnak zulmünü önlemek için Azerbaycan’a gelişini, hatta İslâm Ordusu’nun bir kolunun Tebriz’e, diğer kolunun Bakü’ye giderek Tiflis/Gence/Bakü’de Azerbaycan Halk Cumhuriyeti’ni; Tebriz’de Azadistan Devleti’ni kurmalarını idrak etmiştir. İki yıl geçmeden büyük güçlerin desteği ile bu iki devletin Bolşevikler ve Tahran Şah yönetimi tarafından yıkılma hadiselerini Kazak Muallimler Semineryasında gün gün hocalarından dinlemiştir. Bolşevikler adına yönetime getirilen “Kaçkın Ermeniler” ve Taşnak Ermeni Örgütünün elemanları tarafından ülke genelinde katliamların, sürgünlerin yapıldığı kanlı kadalı günlerde dahi Güney Azerbaycan hasretini benliğinde yaşatmıştır. Güney Azerbaycan davasının fikir babası sayılan Vurgun, 13 Aralık 1935’te, “Şairin Bloknotundan” epigraf kaydıyla yazdığı “Tebriz Güzeline” adlı şiiri, Kuzey ve Güney Azerbaycan halkı arasında yayılır.
“Təbriz Gözəline” adlı şiirinde (Vurğun, 2005: 1/210) geçmişi yâda salıp, günün derdlerini ortaya döküp geleceğe ayna tutmuştur.
Türk devlet ve topluluklarında ülkenin kızları, milletin özgürlüğünün sembolü olduğu için şair, yürek sözlerini “Tebriz Güzeli”ne söyleyip onunla hasbihâl etmiştir.
Önce söylentilere kulak vermemesini, yüreğinin kendisine bağlı olduğunu belirtir. Ardından başına niçin karalar örttüğünü bilmezyana sorup, arkasından aşklarının efsaneye dönüşüp destan olduğunu söyler.
Çox da fikir vermǝ danışıqlara,
Bilirǝm, ürǝyin mǝnǝ bağlıdır…
Nǝdir o başına örtdüyün qara?
Bizim ki, eşqimiz bir el nağlıdır…
Rüyalarında Tebriz Güzeli’nin “kuzeyinin sözcüsü” şaire “Sevgilim gelir mi ola?” dediğini, şairin de hayalinin eğilip elini öptüğünü, bu olumlu cevap karşısında Tebriz Güzeli’nin sevinçle kara örtülerini çıkarıp güllü, çiçekli başörtüsüyle yollara çıktığını tasvir eder.
Bilirǝm, ǝn şirin röyalarda sǝn
Deyirsǝn: “Sevgilim gǝlirmi ola?”
Xǝyalım ǝyilir, öpür ǝlindǝn;
Güllü yaylığınla çıxırsan yola…
“Kuzey” ve “Güney” hasretinin adı, adresi bilinmiyor. Bizi ikiye bölenin, buna sebep olanın evinde ışık yanmasın, ocağı sönsün. Azerbaycan’ı ikiye bölen Aras Nehri’ni muhatap alarak gönül sözlerini bu defa ona döker: Ah, Araz, ah Araz, verdiğimiz söz, vadimiz nerede kaldı? Bir yürek ikiye parçalanmasın!..
Nǝdir bu hǝsrǝtin adı, ünvanı?
Baisin evindǝ işıq yanmasın!
Ah, Araz, ah, Araz, vǝdimiz hanı?
Bir ürǝk ikiyǝ parçalanmasın!..
Gözlerin yaşarmasın, biraz daha bekle! Kalbindeki sevgin de, derdin de haktır, Azatlık bayrağı güllü, çiçekli bir bahar günü Tebriz semalarında dalgalanacaktır!
Gözlǝrin dolmasın!.. Dayan bir az da!
Qǝlbin dǝ, sevgin dǝ, dǝrdin dǝ haqdır…
Azadlıq bayrağı güllü bir yazda
Tǝbrizin üstündǝ parlayacaqdır!
Şair, son kıtada o güzel günlerin geleceğine inancını vurgular: O bayram gününe inanıyorum, Aras Nehri, üstünden geçmemize yol verecek, oğlumun elinden tutarak Kadim Tebriz’e misafir geleceğim, der.
O bayram gününǝ inanıram mǝn,
Araz yol verǝcǝk üstündǝn bizǝ.
Pioner oğlumun tutub ǝlindǝn,
Qonaq gǝlǝcǝyǝm qoca Tǝbrizǝ!
* * *
II. Dünya Savaşı arifesinde, Almanlarla yakın ilişki içerisinde olan Rıza Şah Pehlevî, Ruslar’a yardım etmek isteyen İngiliz ve Amerikalılara ülkesinden geçiş izni vermez. Bunun üzerine kuzeyden Ruslar, güneyden de İngilizler 25 Ağustos 1941 günü İran’ı işgal eder. Ruslar 11 Eylül 1941 günü Tebriz’e girer (Togan, 1979: II/118).
Sovyet Ordularının ardınca Mir Cafer Bağırov, gizli olarak Nahçivan üzerinden Tebriz’e gider. Vaziyeti yerinde görüp Moskova’ya bilgi verir. Bir an evvel yardımcısı Aziz Aliyev’in başkanlığında büyük bir sivil grubun Güney Azerbaycan’a gönderilmesine karar verilir (Həsənli 1998: 43).
Rıza Şah Pehlevî, tahttan indirilip bir İngiliz zırhlısı ile Morris adasına sürgüne gönderilir ve 21 yaşındaki oğlu Muhammed Rıza Pehlevî tahta çıkarılır (Kafkasyalı, 2010: 218).
İngilizler, İran hükûmetine sormaksızın Amerikan askerlerini İran’a davet eder. Ülke İngiltere ve Amerika’nın ortak egemenliği altına girer (Blaga, 1997: 22 vd.).
Sovyetler Birliği, İran’da yeni bir plânı uygulamak için harekete geçer. Zindanlarda bulunan siyasî tutuklular serbest bırakılır. 11 yıldır zindanda bulunan Mir Cafer Pişeverî de Kâşan Zindanı’ndan çıkarılarak Tahran’a, oradan da Tebriz’e getirilir. İtibarlı kaynaklara göre Hoylu bir Türk ailenin çocuğu olan (Attar, 2006: 283) Pişeverî siyasî faaliyetlere başlar.
Stalin’i ikna ederek Kuzey ve Güney Azerbaycan’ı birleştirme idealinde olan Azerbaycan Komünist Partisi I. Kâtibi Mir Cafer Bağırov, Pişeverî ve arkadaşlarını Bakü’ye davet eder. Bu heyete Pişeverî’nin (İran) Azerbaycan Demokrat Partisi’nin başına getirilmesi tembihlenir ve büyük vaatlerle gönderilir (Attar, 2006: 283).
Sovyetler Birliği Ordularının İran’a müdahalesi sırasında Güney Azerbaycan’da çalışmak için Azerbaycan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’nden Azerbaycan Komünist Partisi Başkan Yardımcısı Aziz Aliyev’in başkanlığında 3816 sivil görevli gönderilir.
Sovyet Orduları İran’a girdikten 20 gün sonra Sovyet Azerbaycanı’ından 500 kişilik ilk memur grubu Eylül ayının ortalarında Güney Azerbaycan’a gönderilir. Bunların başlıca görevi Güney Azerbaycan’da Sovyet etkinliğini yaymak, edebiyat, sanat, kültür, ekonomi ve diğer alanlarda Sovyetlerin başarısını göstermektir. Ayrıca onların yalnız olmadığını, kuzeyde kardeşlerinin bulunduğunu, gerektiğinde birlikte hareket edilebileceklerini bildirmektir (Hesenli, 2002: 641; 1999: 74).
Sovyet Emperyalizmi, İran’da İngilizlere karşı verdikleri sömürü yarışında İran Türklerini kullanmak istemektedir. Bu sebeple Sovyetler Birliği, İran Türklerinin başlattığı mücadeleye destek verir (Saray, 1988: XII-II/434).
Samet Vurgun Tebriz’e gitmeden bir yıl önce 13 Aprel 1940’ta Azerbaycan’da Sovyet hâkimiyetinin 20. yıl dönümü için yazar. İlk defa 28 Mayıs 1940 tarihinde “Müellim”, “Edebiyat” ve “Komünizm” gazetelerinde yayımlanır (Vurğun, 1960: 2/340).
Şiirin “20 Bahar” adı semboliktir. Hem Azerbaycan’da Sovyet yönetiminin kuruluşunu hem de Mehmet Emin Resulzade’nin liderliğinde kurulan Azerbaycan Halk Cumhuriyeti’nin ve Şeyh Muhammet Hiyabahi liderliğinde Tebriz’de kurulan Azadistan Devleti’nin büyük güçler tarafından yıkılışının 20. yılına işaret etmektedir.
Şiirin “prolog”, “I simfoniya” ve “Epilog” bölümlerinde Bakü’nün güzelliğinden ülkenin gelişmişliğinden, refahından ve vatandaşların özgür ve mutlu olmalarından söz etmektedir.
Ulduzlar sayrışır mavi göylerde,
İnsanlar çalışır, yaradır yérde
Yérdeki her soyuġ daş parçasından
Bir saray yaradır senetkâr insan.
Tebiet bizimle durub diz-dize,
Başından kéçeni danışır bize,
Onun da derdini yazır senetkâr,
Dünyanın ne uzun macerası var.

Bakı, penceresi açıġ bir bina
Ḫezer deryasını basmış bağrına.
Al géyib ġızarır yéne üfüġler,
Bir azdan gözünü açacaġ seher.
Güneş doğub seher oldu,
Ay géyindi gözel Bahar,
Düz iyirmi yaşa doldu
Ana yurda gelen bahar.
Gözel Bakı başdan-başa
Bezenmişdir al ġumaşa.
Al bayraġlar éyvanlardan
Baş eymişdir yollar üste.
Azad torpaġ… azad insan
Gelib kéçir deste-deste.
Her dodaġda bir gülüş var,
Her baḫışdan güneş parlar.

    (Vurğun, 1960: II/55 vd.)
Şiirin “II simfoniya” bölümüne “Éşit bu nəğməmi Təbriz gözəli” mısrasıyla başlayan büyük şair, büyük ustalıkla bir nevi Güney Azerbaycan’la hasbihâl etmektedir.
II simfoniya
Eşit bu nǝğmǝmi, Tǝbriz gözǝli,
Adındır eşqimin ilki, ǝzǝli.
O qǝmli gözlǝrin intizardadır,
Xǝyalın qǝfǝsdǝ ömrün dardadır
O gün ki, parladı şahların tacı,
Sǝn oldun bir çörǝk, bir haqq möhtacı.
Yeyildi varlığın çeynǝndi ömrün;
Ömründǝ şadlanıb gülmǝdin bir gün.
Füzuli şerindǝ adın var sǝnin,
Qüssǝdir ovlağın qǝmdir vǝtǝnin
Pǝrişan saçların nǝ tarımardır…
Ruhunda ağlayan bir neymi vardır?
Bizim ki, atamız, anamız birdir,
Qǝlbimiz, eşqimiz ayrı deyildir.
Mǝn azad olmuşam, adım da Bahar,
Sǝninsǝ qǝlbindǝ bülbüllǝr ağlar!
Düşdü qılınc kimi ortadan Araz…
Fǝqǝt, yaman günün ömrü çox olmaz.
Ah, bacım! Ürǝyin çǝkildi dara!..
Tǝpǝdǝn-dırnağa geyindin qara…
Döyünǝn qǝlbinǝ köksün dar oldu,
Yediyin, içdiyin zǝhrimar oldu.
Ağ sinǝn üstündǝ od qalandıqca,
Eşqin, mǝhǝbbǝtin tapdalandıqca,
“Möhnǝt çǝmǝnindǝn gül dǝrǝ-dǝrǝ”.
Ucaldı şairin ahı göylǝrǝ:
“Şǝbi-hicran yanar canım,
Tökǝr qan çeşmi-giryanım;
Oyadar xǝlqi ǝfqanım,
Qara bǝxtim oyanmazmı?”
***
Füzuli yurdunun qǝm sǝsidir bu,
Pǝrişan bir elin nalǝsidir bu.
Yox, yox, bu nalǝlǝr, bu acı qǝmlǝr,
Çǝkdiyin ağrılar, dǝrdlǝr, sitǝmlǝr
Ağ gündǝn müjdǝlǝr vermǝdi sana,
Yatdığın yuxudan baş qaldırsana!
Dur, bacım! Haqqını sǝn özün istǝ,
Dur and iç Babǝkin mǝzarı üstǝ,
Ellǝri bir yeni, ağ günǝ sǝslǝ,
Sarıl günǝş rǝngli bir al bayrağa,
Sǝsinlǝ ellǝri qaldır ayağa…
Azadlıq eşqiylǝ hayqırdıqca sǝn,
Ellǝr ilham alsın ana sǝsindǝn…
Yandır ürǝyini zülmǝte qarşı,
Atıl cǝbhǝlǝrǝ aslanlar kimi.
Hünǝrlǝ atılır hǝr zülmün daşı,
Kükrǝyib bağıran bir ruzgar kimi,
Çağır döyüşlǝrǝ öz sevgilini;
Öz ana qǝlbini, ana dilini
O düşmǝn ǝllǝrdǝn özünǝ qaytar,
Qoy öpsün alnını gül üzlü bahar.
Əks-sǝda
Axma, Araz! Dayan, Araz!
İnsaf eylǝ bizǝ bir az.
Bir ürǝyi iki yerǝ
Cǝllad kimi bölmǝk olmaz…
Azǝridir mǝnim adım.
Bağlansa da qol-qanadım,
Dünya bilir şöhrǝtimi,
Mǝn ki, bir qul yaranmadım…
Yüz ildir ki dustağam mən,
Qürbət olmuş mənə vətən.
Min haqqımı çeynəmişdir
Hər tac qoyub yoldan ötən.
Təbriz oğlu! Təbriz qızı!
Yadlar yedi haqqınızı.
Bir üsyanla doğacaqdır
Azadlığın dan ulduzu!.. (Vurğun, 1986: 1/32 vd.)
* * *
II. Dünya Savaşı sürecini lehine çeviren Moskova, Tahran konferansını müteakip Kırım ve Ahıska meselesiyle birlikte Güney Azerbaycan meselesine de ağırlık verir. Sovyetler Birliği Halk Komissarları Kurulu 6 Mart 1944 günü önemli kararlar alır: Tebriz merkezli Azerbaycan Demokratik Hakûmeti kurulacak, Türk dilinde eğitim öğretim başlatılacak. Üniversite açılacak, sosyal ve kültürel çalışmalar hızlandırılacak…
Halk şairi Samet Vurgun’un başkanlığında Azərbaycan-İran Mədəni Alakalar Cəmiyyəti kurulur. 6 Mart Kararlarını hayata geçirmek için Samet Vurgun’un başkanlığında Güney Azerbaycan’a 620 kişi gönderilir. Vurgun, eşi ve 620 kişilik ekip Bakü’den trenle yola çıkar (Hesenli, 2002: 642 vd.). Vurgun, büyük yetkilerle yıllardır hasretinde olduğu Tebriz yolundadır. Yeni doğan güneşin sıcak ışınlarıyla Hudaferin Köprüsü’ne ulaşırlar. Şair bu seferini “Körpünün Hesreti” şiirinde şöyle anlatır:
Araz qırağında dayandı qatar[3 - Tren Aras Nehri’nin kenarında durdu.],
Elǝ bil qǝlbim dǝ dayandı[4 - Dayandı: Durdu.] bir dǝm…
Sıxlaşdı göydǝki seyrǝk buludlar,
Deyǝsǝn[5 - Deyəsen: Sanki.], başıma dolandı alǝm.
Başlar uzanmışdır pǝncǝrǝlǝrdǝn,
O taya… o taya[6 - O taya: O tarafa.] baxışır hamı.
Yanımda sevgilim ağlayıb hǝrdǝn[7 - Hərdən: Ara sıra.],
Deyir ki, “ah, Araz, tut ilticamı,
Mǝnim Sara bacım indi hardadır?
İyirmi ildir ki, uzaqlardadır”.[8 - Ah Aras! Lütfen yirmi yıldır ki uzakta kalan, haber alamadığım Sara bacım şimdi nerededir? Rica ediyorum ondan bana bir haber ver. Sara: Türk halk efsane ve halk hikâyelerinden önemli biri olan “Sara ve Han Çoban” eserlerin başkahramanı Sara, Aras Nehri’nin kolundan Arpaçayı suyunu geçerken sele kapılıp kaybolur. Burada “Sara” Güney Azerbaycan’ın sembolüdür. Yirmi yıl önceki bağımsızlık hareketinin sükûtu kasdedilmektedir. Bazı söylemlerde ise bu mısra ile Samet Vurgun’un eşi Haver hanımın bacısı Sara’nın 1920 yılında Bakü’de Güney Azerbaycanlı Ağa Naki ile evlenip Reşt şehrine yerleşmesi ve sınırlar kesilip mektuplaşma da yasaklanınca haber alınamaması kastedilmektedir.]

Axşam qǝribliyi dağlardan enir,
Sakit dǝrǝlǝrǝ bir hǝsrǝt çökür.
Araz gah parlayır, gah kölgǝlǝnir,
Bǝzǝn dǝ hıçqırır o hönkür-hönkür.
Gözüm körpüdǝdir… Dayanmış qatar,
Elǝ bil o qǝsdǝn saxlayır bizi.[9 - Sanki o bizi kasten bekletiyor.]
Körpünü basmışdır yabanı otlar,
Nǝ cığır görünür, nǝ ayaq izi…
Kim bilir, kim bilir, nǝ vaxtdan bǝri
Bir insan keçmǝyir bu daş körpüdǝn
Elǝ bil yol çǝkir onun gözlǝri,
Fǝqǝt nǝ gǝlǝn var, nǝ dǝ bir gedǝn.
O kimdir? Gözümǝ görünür bu dǝm?
Kimdir o ixtiyar? Xǝyaldır, nǝdir?
Yox, yox, o nǝ xǝyal, nǝ ǝfsanǝdir,
Gördüyüm insandır, gözlǝrindǝ qǝm…
Çatıb qaşlarını körpüyǝ baxır,
Qǝlbindǝ dağ boyda sözümü vardır?
Başından tüstülǝr, dumanlar qalxır,
Cansız ǝllǝri dǝ qabar-qabardır…
Bildim, o memardır… O yaradandır.
Yaxın gǝl, oxucum, bax ǝllǝrinǝ!
O Araz üstündǝ xeyli zamandır
Ağlayır xar olmuş[10 - Xar olmuş: Değerden düşmüş heder olmuş.] ǝmǝllǝrinǝ…
Kim bilir, kim bilir, nǝ vaxtdan bǝri
Bir insan keçmǝyir bu daş körpüdǝn.
Elǝ bil yol çǝkir onun gözlǝri[11 - Sanki gözleri dalmış.],
Fǝqǝt nǝ gǝlǝn var, nǝ dǝ bir gedǝn… (Vurğun, 1986: 1/55 vd.)
* * *
Tebriz’e varan bu kafileler gazeteler, kitaplar yayımlayarak, kütüphaneler, kültür merkezleri oluşturarak, tiyatro, sinema ve konser salonları kurarak Güney Azerbaycan Türklerini bilinçlendirir (Hesenli, 1999: 74 vd.).
Ruslar, İran’da İngilizlere karşı verdikleri sömürü yarışında İran Türklerini kullanmak ister (Saray 1988a: XII-II/434).
Mir Cafer Pişeverî, ilk seçimde, İran Demokrat Partisi’nden Tebriz milletvekili seçilir. Şah Muhammed Rıza Pehlevî, Pişeverî ve arkadaşlarını meclise sokmaz. Pişeverî, Tebriz’e dönüp “Azerbaycan Demokrat Partisi”nin başına geçer. Kurucu Meclis oluşturulur. Ardından seçim yapılır ve 12 Aralık 1945 (21 Azer 1324) günü “Azerbaycan Millî Hükûmeti” kurulur. Pişeverî Hükûmeti, ilk iş olarak resmî dili Türkçe yapar, Radyo İstasyonu kurar, Tebriz Üniversitesi’ni açar (Kafkasyalı, 2010: 86).
8 Mayıs 1945 günü Almanlar, müttefik devletlere teslim olur. Anlaşma gereği işgal kuvvetlerinin altı ay içerisinde İran’ı terk etmeleri gerekir. İngiliz, Amerikan ve Fransız güçleri İran’dan çekilirler. Fakat Rus kuvvetleri çekilmez. İran Türklerinin bağımsızlık mücadelesini elinde koz yaparak İran petrolleri üzerinde imtiyaz sahibi olmak ister. Şah, Başbakan Kavam’ı bir heyetle Moskova’ya göndererek Ruslar’la gizli bir anlaşma yapar. Güney Azerbaycan petrollerinin işletme hakkı Ruslara verilir. Ruslar istediklerini aldıktan sonra Güney Azerbaycan’dan çekilir (Bayır 1999: 117).
Tahran yönetimi, artık “Azerbaycan Millî Hükûmeti”ni ortadan kaldırmanın yolunu açmıştır. Tahran yönetimi, “Azerbaycan Muhtar Hükûmeti”ni yasa dışı ilân ederek 10 Aralık 1946’da, Amerikalı General Norman Schwartzkopf’un komutasında ve Amerika’dan satın alınan 150 savaş uçağı ve binlerce ağır silahla donatılmış İran ordusu, beş koldan Tebriz üzerine yürür. Güney Azerbaycan şehir ve köylerinin üzerine bomba yağdırır. Şah orduları 12 Aralık 1946’da Tebriz ve Urmiye’ye girer. Üç gün bölgede katliam yapar. 25 bin Azerbaycan Türkü katledilir. 2500 kişi idama mahkûm edilir. 8 bin kişi ağır cezalara çarptırılır. 3600 aile Fars bölgelerine sürgüne gönderilir. 70 bin kişi Kuzey Azerbaycan’a sığınır. Bütün bunlar yetmemiş gibi Şah orduları, bütün kültür, sanat ve edebiyat ocaklarını, yayınevlerini, kitapçıları, şairler ve yazarlar evini, bütün kültür kulüplerini yakıp yıkar, yağmalar. Türkçe yayımlar başta olmak üzere, bütün Türklükle ilgili kitaplar toplatılarak tongallarda (büyük ateşlerde) yakılır (Mücirî, 1985:171; Bayır, 1999: 117; Tağıyeva vd. 2000: 260).
Türkiye’den sonra en büyük Türk toplumunun yurdu olan Güney Azerbaycan’da meydana gelen bu vahim olaylara dünyanın hiçbir gazeteci, şair, yazar, edibinden ses çıkmaz. Ne Türk Dünyasından ne İslam ülkelerinden ne de Hristiyan dünyasından kimse ağzını açıp ne bir cümle söyler ne de yazar. Sadece Kafkas Türklüğü’nün yanan yüreği Samet Vurgun sesinin en yüksek perdesinden itiraz sesini yükseltir.
Konunun vahametini daha iyi anlamak için katliamdan kaçıp Bakü’ye sığınan Şair Ali Tude’nin sonraki yıllarda kaleme aldığı ve bu vahşeti anlatan “Kitap Tongalı”[12 - Kitap Tongalı: Büyük kitap ateşi.] adlı manzumesinden birkaç dörtlük okumak yerinde olacaktır:
Şəhərin içində daşlı bir meydan,
Yanır ortalıqda kitab tonqalı.
Kənarda dayanan necə yüz insan,
Alova baxdıqca gözü qaralır.

Ah, öz dilimizdə yaranıb qalan,
Şerlər, nəğməler, dəstanlar yanır.
Sanki tək kağızlar deyil kül olan
Arzular, ilhamlar, vicdanlar yanır.
….
İzdiham içindən kiçik bir uşaq
Tonqalın yanına qaçır bu zaman,
O öz kitabını tanıyır, ancaq
Oddan götürməyə hardadır imkân?

O öz kitabını götürür meğrur,
İti addımlarla çıxır aradan.
Qezəbli valinin əmrile odur,
Dalbadal güllələr yağır arxadan.
Uşaġ üzü üstə yıxılır yərə,
Nəmli torpaqlara tökülür qanı.
Qalxır, izdihama baxır son kərə,
Köməyə çağırır bütün meydanı.

Ağır addımlarla o gəlir (atası), ancaq
Qəzəbli gözleri yaşlarla dolu.
İsti qucağında bayaqki uşaq,
Vaxtsız öldürülmüş günahsız oğlu.
O gəlir, oğlunun paltarı al qan.
Bir sarılıq çökmüş gül yanağına.
O sanki döyüşde yaralar alan
Al bayrağı almış öz qucağına.
(Kafkasyalı, 2002: 5/362 vd.)
* * *
Samet Vurgun, iktidar, irade, vicdan ve kalemlerini devrin zorbalarına kiraya vermiş yazar, şair ve “sahiplerinin” zulmünü alkışlayan, mazlumu görmezden gelen arsızlara ders verir. O, bir yandan ülkesinde başına açılan oyunlarla uğraşırken bir yandan da dünyayı yöneten büyüklerin ve onların yerli işbirlikçilerinin Türk diline, edebiyatına kültür ve sanatına karşı başlattıkları katliamı lanetler.
Vurgun, Amerika ve Batılı güçlerin güdümündeki Tahran hükûmetinin 12 Aralık 1946 günü Tebriz’i işgal edip “Azerbaycan Muhtar Hükûmeti”ni yıktıktan sonra bir yandan nice kahramanı darağacına çekerken bir yandan da o güne kadar Türkçe olarak yayımlanmış bütün eserleri toplatıp Tebriz meydanında yakmasını, “Yandırılan Kitaplar” manzumesiyle tel’in eder.
Samet Vurgun bu destanı kitaplar meydanda yakılırken yazmış, radyolarda okumuş ve 20 Yanvar 1947 günü “İnqilab ve Mədəniyyət” dergisinin 1. ve 2. sayfalarında yayımlatmıştır (Vurğun, 1960: 357 vd.).
Tamamını “Ekler” kısmında bulacağınız “Yandırılan Kitaplar” destanının birkaç bendini buraya alıyoruz.
Cəllad! Sənin qalaq-qalaq yandırdığın kitablar,
Min kamalın şöhrətidir, min ürəyin arzusu…
Biz köçürük bu dünyadan, onlar qalır yadigar,
Hər vərəqə nəqş olunmuş neçə insan duyğusu;
Min kamalın şöhrətidir, min ürəyin arzusu…

Söyle, sənmi xor baxırsan mənim şeir dilimə?
Qoca Şərqin şöhrətidir Füzulinin qəzəli!
Sənmi “türkəxər” deyirsən ulusuma, elimə?
Dahilərə süd vermişdir Azərbaycan gözəli…
Qoca Şərqin şöhrətidir Füzulinin qəzəli!

Nədir o dar ağacları, de, kimlərdir asılan?
Oyuncaqmı gəlir sənə vətənimin haqq səsi?
Dayan!.. Dayan! Oyaq gəzir hər ürəkdə bir aslan,
Boğazından yapışacaq onun qadir pəncəsi.
Oyuncaqmı gəlir sənə vətənimin haqq səsi?

Sür atını, dördnala çap! Meydan sənindir… ancaq,
Mən görürəm al geyinib gələn bahar fəslini…
Qoca Şərqin günəşidir yarandığım bu torpaq,
Mən yetirdim al bayraqlı inqilablar nəslini.
Mən görürəm al geyinib gələn bahar fəslini!
    (Vurğun, 1960: 212)
* * *
Samet Vurgun bununla kalmaz. Güney Türklüğünü bu vahim günlerinde yalnız bırakmaz. Gazetelerde yazar, konferans salonlarında, radyolarda konuşur. Gazete, dergi ve kitap sayfalarında defalarca yayımlanan “Qəhrəmanlara Eşq Olsun!” adlı makalesinde olayları şöyle yorumlar:
“Şaxta[13 - Şaxta: Kış, ayaz, soğuk.] kǝsirdi, qar yağırdı, canilǝr isǝ Azǝrbaycanın qǝhrǝman oğullarının cǝnazǝlǝrini küçǝlǝrin daşları vǝ xiyabanın asfaltı üzǝrindǝ sürüyürdülǝr (Abbas Cǝfǝri).
İnsan bu qanlı, bu dǝhşǝtli sǝhnǝni göz önünǝ gǝtirdiyi zaman ürǝk adi[14 - Adi: Normal.] vǝziyyǝtini itirir, keçirdiyimiz tǝlatüm[15 - Təlatüm: Tufan, dalgalanma.] vǝ hǝyǝcan köksün qǝfǝsinǝ sığmır. Bu qanlı, faciǝli sǝhnǝ bizǝ orta ǝsr vǝhşǝtlǝrini, nǝhayǝt, bütün insani hisslǝrdǝn mǝhrum olan alman faşizminin insanları diri-diri odlara-alovlara atmasını xatırlatmırmı?

Öz müqǝddǝs qanları ilǝ Tǝbrizin daşlı küçǝlǝrini[16 - Küçələrini: Caddelerini, sokaklarını.], meydanlarını, bütün İran Azǝrbaycanı torpağını, elǝcǝ dǝ bütün İran torpağını suvaran, dar ağacı ayağına mǝrdanǝ gedǝn qǝhrǝmanlar kimdir? Onlar nǝ kimi amal vǝ mǝqsǝd uğrunda öz canlarını, gǝnc vǝ qoca ömürlǝrini qurban verirlǝr?
Biz bu suala öz dilimizlǝ deyil, İran Azǝrbaycanı demokratlarının sǝdaqǝtli ǝsgǝrlǝrindǝn olmuş Dadaş Tağızadǝnin vǝsiyyǝtnamǝsilǝ cavab verǝk; ‘Mǝn, Azǝrbaycanın lǝyaqǝtli oğluyam, budur, Azǝrbaycan xalqının azadlığı uğrunda başı uca can verirǝm. Güman etmǝyin ki, mǝnim vǝ yoldaşlarımın ölümü ilǝ azadlıq boğulacaqdır. Şübhǝsizdir ki, bizi mühakimǝyǝ çǝkib dar ağacına tǝrǝf aparan cinayǝtkarlar millǝt mǝhkǝmǝsindǝ cavab vermǝli olacaqlar.
Qǝhrǝmanın bu qadir[17 - Qadir: Kudretli, güçlü.] sǝsi bütün milli hüquqlardan mǝhrum edilmiş, öz ana dilindǝ mǝktǝbdǝn belǝ mǝhrum edilmiş beş milyonluq[18 - 2022 yılı itibariyle 35 milyon (A. K.)] İran Azǝrbaycanı xalqının İran müstǝbidlǝrinǝ qarşı, Rza xan üsulunun alçaq sǝlǝflǝrinǝ qarşı apardığı milli azadlıq hǝrǝkatının sǝsidir! Onlar gözǝl bilirlǝr ki, milli azadlıq olmayan bir torpaqda nǝ iqtisadi, nǝ ictimai, nǝ dǝ siyasi bir azadlıq ola bilǝr!” (Vurğun, 2005: V/214 vd.)
Bu felaketli günlerde Samet Vurgun’a Tebriz Şairler Meclisi Başkanı Mir Mehdi E’timad Natiqî’den bir mekup gelir. Samet Vurgun, cevabını kimsenin zarar görmemesi için Tebriz’in Şairler Meclisine gönderir. Ancak meclis başkanının ve dostlarının adlarını manzum mektubun mısralarına serpiştirir.
Təbrizin Şairlər Məclisine[19 - Şairler Meclisi: 1941-1946 yıllarında Tebriz’de yayımlanan “Vətən Yolunda” adlı gazetenin maiyetinde kurulan bir meclistir. Şiirde adları geçen Əli Fitrət, Ebül Qasım, Kəmalî, Səid Mehdi, E’timad, Bilal Nəsirî bu meclisin üyeleridir.]
Əzizlǝrdǝn gǝlǝn mǝktub dil açdı mehrü-ülfǝtlǝ
Onun hǝr sǝtrinǝ mǝn dǝ baş ǝydim hüsnü-hörmǝtlǝ.
Nǝlǝr gǝldi, nǝlǝr keçdi mǝnim sevdalı qǝlbimdǝn,
Bir ah çǝkdim, ahım yandı sinǝmdǝ daği-hǝsrǝtlǝ…
Uçub sǝyyar xǝyalımla dolaşdım xaki-Tǝbrizi.
Hǝr üzdǝ bir boran gördüm, döyür eflakı hiddǝtlǝ.
Nǝdir şahin baxışlarda qopan tufan, çaxan şimşǝk?
Alovlar, odlar övladı barışmaz yerdǝ zülmǝtlǝ…
Var olsun mǝslǝk[20 - Məslək: Ülkü, ideal.] eşqilǝ qılınca qurşanan ǝrlǝr,
Vǝtǝn dünyası fǝxr eylǝr bu gün bir şanlı millǝtlǝ
Bir anlıq ömrǝ dǝymǝzmiş yüz illik nalǝnin ömrü,
Hünǝrdir varlığa zinǝt… günǝş parlar cǝsarǝtlǝ.
Görün nazǝndǝ bir mǝclis öz eşqim, “E’timadımla”[21 - Mir Mehdi İtimad Natikî (Tebriz 1900 -Tahran 1981), 21 Mart 1945’te kurulan Tebriz merkezli Azerbaycan Muhtar Hükûmeti, 12 Aralık 1946’da Avrupa, Rus ve Şah kuvvetleri tarafından yıkıldıktan sonra tutuklanarak hapsedilmiş ve iki yıl ağır mahkûmiyet çekmiştir. Rıza Şah zulmüne rağmen, kitaplarını Azerbaycan Türkçesiyle yayımlamış, bunun için de kitapları hem çok okunmuş hem de çok baskı yapmıştır. Uzun bir süre şairler meclisinin başkanlığını yapmıştır.],
Mǝnim dǝ, “Biriya”[22 - Mehemmed Biriya (Tebriz 1914- Tahran 1989): Mir Cafer Pişeveri’nin 1945’te Tebriz’de kurduğu “Azerbaycan Muhtar Hükûmeti”nde kültür bakanı olmuştur. İran Azerbaycanı’nda okullarda ilk defa Türkçe eğitim öğretimi uygulamalı olarak başlatmıştır. Bu sebepten “Settar Han” madalyası verilmiştir. 12 Aralık 1946’da, Azerbaycan Muhtar Hükûmeti yıkıldığında Bakü’ye sığınmıştır. Moskova’nın emri ile 1947 yılında Bakü’de hapsedilmiştir. 1956 yılında hapisten çıkan Biriya, 1957 yılında tekrar hapsedilir. On yıl daha hapiste yatmıştır. Tebriz’e dönmek istediği için iki yıl daha hapsedilmiştir. Daha sonra Tambov şehrinin Yaroslav köyünde mecburî ikamete tabi tutulur. Tambov’dan firar eder ve kaçak olarak yoksullluk ve derbederlik içinde Bakü’de, Şuşa’da, Şamhor’da yaşar. Nihayet 29 Eylül 1980 günü yorgun, düşkün ve bitkin hâlde Tebriz’e döner. Beş yıl sonra bu defa da Tahran yönetimi onu hapseder. Ömrünün son günlerinde hapisten çıkarılır. Hapisten çıktıktan kısa bir süre sonra 1989 yılında vefat eder.], qǝlbim dil açdı bir mǝhǝbbǝtlǝ.
Əzǝldǝn loğman olmuşdur sual et: “Azǝrin oğlu”[23 - Balaş Azəroğlu: (Bakü 1921 – Bakü 2011) Aslen Güney Azerbaycan’ın Erdebil şehrindendir. Tebriz’de Millî Hükûmet tarafından Azerbaycan Devlet Radyo Komitesi’nin ve Şairler Cemiyeti’nin idare heyetinin üyesi seçilmiştir. İran’da çağdaş Türk edebiyatının gelişmesinde büyük hizmeti olmuştur. 1948 yılında yeniden faaliyete geçen Güney Azerbaycan Yazarlar Cemiyeti’nin başkanlığına getirilmiştir. Onun şiirlerinde, bütün Azerbaycan Türkü’nün bağımsızlık mücadelesi, gelecekten beklentileri her yönüyle ve çok renkli tasvirlerle işlenmiştir.]
Günǝş Zǝrdüşt diyarından ucalmış ǝrşǝ “Fitrǝtlǝ”[24 - Ali Fıtrat (Tebriz 1890 – Tahran 1948) : Ünlü bir gazeteci olan Ali Fıtrat 1945 yılında Tebriz’de “Veten Yolunda” gazetesinin bünyesinde kurulan “Şairler Meclisi”nin kurucularından olmuştur. 1945’te İran Azerbaycan’ında yürütülen hürriyet ve bağımsızlık hareketlerine katıldığı için Tahran hükûmeti tarafından takibe alınmış, “Azerbaycan Muhtar Hükûmeti” yıkıldıktan sonra da Tahran hükûmeti tarafından zindana atılmıştır. 1948’de serbest bırakılan Fıtrat kısa süre sonra ölmüştür.]
Düşǝr bir gün yolum şǝksiz, düşǝr Tǝbrizǝ qardaşlar,
Salamlar Vurğunun qǝlbi sizi min sazla, söhbǝtlǝ. (1946) (Vurğun, 1986: 1/50: 2005: II/155)
* * *

3.4. Özgürlük
Vüqarına and içdiyim bu azadlıq bayrağı,
Sǝnin ölmǝz adını da aparacaq sabaha…
    – Samet Vurgun-
Uğur olsun! Uğur olsun azadlığın karvanına!
Min eşq olsun! Min eşq olsun şǝhidlǝrin al qanına.
Uğur olsun, bu qurtuluş ordusunun sǝfǝrinǝ,
Hǝr bugünkü çağrışına, hǝr sabahkı zǝfǝrinǝ…
    –Samet Vurgun-
Vuruş öz haqqın uğrunda, hünər bir ehtiyac olsun,
Köçüb getsən də dünyadan adın başlarda tac olsun!
    –Samet Vurgun-
Samet Vurgun, Azerbaycan, Kafkasya, İran, Turan tarihinin halk nezdinde efsaneye, destana çevrilmiş ibretamiz hadiselerini poemalarına mevzu etmiştir. Bunlardan biri 1935 yılında yazdığı “Aslan Qayası” poemasıdır. Bu poema Azerbaycan tarihinin hülasasıdır.
Çar I. Aleksandr 19. yüzyılın ilk yıllarında Gürcistan’ı Rusya topraklarına kattıktan sonra gözünü Azerbaycan hanlıklarına özellikle Bakü Hanlığı’na diker.
Genel komutanlığa çok sevdiği Gürcü asıllı Knez Pavel Sisianov’u getirir. Sisianov kısa sürede Car-Balaken, Gence, Karabağ ve Şirvan’ı istila edip Bakü üzerine yürür. Şehri karadan ve denizden kuşatır. Bakü Hanı Hüseyin Kulu Han, anahtarı kendi eliyle teslim edeceğini bildirerek Sisyanov’la Bakü Kalesi’nin Goşa Kapı önünde görüşmeyi teklif eder. Sisyanov yanında Gürcü knezi Elizbar Eristov’la gelir. Anahtarı teslim ederken iki el silah sesi duyulur. Ölen knezlerin kafalarını hançerle kesip İran hâkimi Kaçar Türk Şahı’na gönderirler (08.02.1906).
Vurgun, bu tarihi olayı halk beynindeki varyantıyla “Aslan Qayası” poemasında destanlaştırır.
Poemadan birkaç mısra:
Bizim Xəzər sahilində bir qocaman qaya var,
Sinəsində parçalanır ağ köpüklü dalğalar.
Ellər onu əzizləyir, deyir “Aslan Qayası”,
Məhəbbətdən qurulmuşdur torpağının mayası.

Bu bir şirin əfsanədir babalardan yadigar,
Bunda əziz bir ölkənin vicdanı var, qəlbi var.

Mən həyatın öz oğluyam-həyat üçün hazıram,
Bizim aslan qayasının dastanını yazıram:
* * *
Saray qızı Mahnıyar
Tanınmış diyar diyar,
Ağ kəlağay[25 - Kəlağayı: İpek başörtü.] başında,
Qız gəlinlik yaşında.

Süd kimi ağ bənizi
Onu Xəzər dənizi
Böyütmüşdür qoynunda.
Gözmuncuğu[26 - Göymuncuğu: Nazar boncuğu.] boynunda,
Döşündə zərli Quran[27 - Göğsünde altın kılıflı Kur’an.],
Qaydadır babalardan-
Gözələ göz dəyməsin
Əsən yellər əyməsin

Günlərin birində əsən küləklər
Gətirdi Bakıya acı bir xəbər:
“Bakının hakimi Hüseynqulu xan
Səhər yuxusundan ayılan zaman
Bütün dəvlətini, bütün varını,
Şəhər qalasının öz açarını
Knyaz Sisyanova təslim verməli!
Yoxsa, ordumuzun dağılan eli
Sizin də ölkəni yandıracaqdır,
Yerdə padşahların dediyi haqdır!”

Başına and içir Sisyanovun çar;
Yorğun piyadalar, atlı ordular
Daşınır gecələr Qafqaza sarı
Darğın bir ölkənin qara daşları
Çatılmış yaykimi kinlərlə dolu,
Gözləyir yağının gəldiyi yolu.
Sisyanov – o döşü medallı knyaz!
O alçaq, o çəngli-çidalı knyaz…
Çarın sədaqətli, yaxın nökəri,
At üstündə qılınc vurandan bəri

Açarı knyaza təslim edirkən
Çalır xənçərini onun köksünə.
Alqış tarixdəki o şanlı günə!
Al! – deyir – payını, soruşma nədir-
Çara “qullarından” ilk hədiyyədir!..
Döşü medallı knyaz,
Cəngli-çidalı knyaz
Boyanmışdır al qana.
Salam Azərbaycana!

O gündən titrədi yurdun üstündə
Cütbaşlı qartalın qanlı bayrağı[28 - Rus Çarlığının devlet armasında yer alan çift başlı kartal figürüne işaret etmektedir.].
Tarixin doğduğu o qara gündə
Böyük bir ülkənin söndü çırağı.

O gündən göründü sarı paqonlar[29 - Sarı paqonlar: Rus subaylarının omuzlarındaki sarı apoletler.],
Boşaldı kəndçinin dolu xırmanı.

Axdı həzin-həzin Kür çayı, Araz.
Baş əydi qanuna kitab, şəriət,

Bağlandı qapılar, söndü ocaqlar,
Qarılar, qocalar yalvardı göyə…

Yüz il biz ayrıldıq ana dilindən,
Məktəbin adına dedik” uşkola”.
Oxucum! Bir daha nəzər yetir sən
Kəçdiyin o qanlı, o qorxunc yola.
Yüz il Füzuliyə həsrət qalaraq
Doğma anamıza söylədik “mama”.
Yüz illik yuxuya birdən dalaraq
Yatdıq gözümüzdən yaş dama-dama.
Yüz il nəfesini çəkə bilmədi
Şairlər oylağı böyük bir ölkə.
Yüz il öz qolunu çəkə bilmədi… [30 - Qol çəkmək: İmza atmak. Qolunu çəkəbilmədi: Kendi imzasını atamadı.]
Tarix! Səninkidir bu qara ləkə!
Axdı Rusiyaya neft kəmərləri,
Daşıdı onları ilk dəmir yolu…
Tarixə hökm edən o gündən bəri,
Çalışdı yadlara Azərin oğlu.

Odur bax![31 - Odur bax!: İşte bak!] Yazdığım “Aslan qayası”,
Silinmiş alnından ellərin yası…
Onun sinəsində oxuyan bir quş,
Quş deyil, bir qızdır adı “qurtuluş”.

Şair destanını şu beyitle bitirir:
Vətən toprağının azadlığından.
İnsan- azadlıqdır, azadlıq-insan! (1935)
(Vurğun, 2005: III/110 vd.)
* * *
Samet Vurgun, 1938 yılında yazdığı “Azerbaycan” adlı şiirinde vatanın diliyle kişi özgürlüğünün, gönül özgürlüğünün, göz özgürlüğünün, kalem/yazı/basın özgürlüğünün, söz özgürlüğünün dünyanın en büyük değeri olduğunu vurgular:
Şirindir insanın öz azadlığı
Könül azadlığı, göz azadlığı,
Qǝlǝm azadlığı, söz azadlığı
Dünyanın ǝn böyük varı mǝndǝdir. (Vurğun, 2005: II/19)
* * *
Vurgun, Bolşeviklerin kılıcının önünün ve arkasının kestiği yıllarda düşüncelerini örtülü şekilde sembollerle anlatmaya çalışır. “Bakının Dastanı” adlı büyük poemasının birinci nağmesinde “Bakının Baharı”nı tasvir ederken milletin bekasının vazgeçilmez millî unsurlarını, “Ana toprak”, “Ana Vatan”, “Al Bayrak”, “Beş Köşeli Yıldız” gibi kutsallarını sıralar.
Çar Rusyası’nın yıkılmasıyla birlikte bağımsızlığını ilân eden ve iki yıl varlığını sürdürebilen Azerbaycan Demokratik Cumhuriyeti, Kızıl Ordu tarafından yıkılıp yerine Azerbaycan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti kurulduğunda ilk olarak Osmanlı Devleti’nin bayrağı gibi al renkli kumaş üzerine beyaz renkli hilal ve beş köşeli yıldızın yer aldığı bayrak benimsenir (1920-1921). Ne yazık ki bir yıl sonra bu bayrak bertaraf edilip son bağımsızlığa kadar Orak çekiçli muhtelif bayraklar kullanılır.
Mehmet Âkif, İstiklâl Marşı’nda “O benim milletimin yıldızıdır parlayacak” dediği gibi Vurgun da büyük bir dikkat ve hassasiyetle ana timsalinde gördüğü vatanı Azerbaycan’ın ve halkının talih yıldızı/ülkeri olan ve Al Bayrağın üzerinde yer alan beş köşeli yıldızın daima parlayacağını belirtmektedir.
Ana torpaq, Ana torpaq!
Əlindəki bu Al Bayraq,
Beşbucaqlı bu ulduzun
Ülkəridir baxtımızın.
O daima parlayacaq!..
Bakı! Bakı! Gözəl vətən!
Bizə şöhrət yarandın sən!
Zülmətlərə sinə gərən,
Qoca Şərqə yol göstərən
Al Bayraqlı bir günəşsən!…
(Vurğun, 1986: 2/113)
* * *
1935 yılında yazdığı “Tebriz Gözeli” şiirinde Güney Türklüğüne gözlerinin yaşarmamasını, biraz daha sabretmelerini, bağımsızlık bayrağının bir ilkbaharda Tebriz’in semalarında dalgalanacağını müjdelemiştir. Gerçekten de dediği gibi olmuş, İkinci Dünya Savaşı yıllarında Tebriz semasına bağımsızlık bayrağı çekilmiştir.
Odur, bax o qıza, bax o gǝlinǝ,
Baxdıqca qaynayır insanın qanı;
Azadlıq bayrağın alıb ǝlinǝ,
Günǝş salamlayır Azǝrbaycanı.

Gözlǝrin dolmasın!.. Dayan bir az da!
Qǝlbin dǝ, sevgin dǝ, dǝrdin dǝ haqdır…
Azadlıq bayrağı güllü bir yazda
Tǝbrizin üstündǝ parlayacaqdır! 1935,13 dekabr
(Vurğun, 1960: 208)
* * *
Polonya’nın Vrotslav şehrinde 1948’de yapılan Dünya Medeniyet Hadimleri Kongresine Azerbaycan adına katılan Samet Vurgun, kongreyle ilgili intibalarını yazdığı makalede şöyle der:
“Mən konqresdə müstəmləkə ölkələri nümayəndələrinin nitqlərini böyük heyrət ve məraqla dinlədim. Milli-azadlıq və istiklaliyyət olmayan yerdə mədəniyyət və zəka azadlığının olmadığı və ola bilməyəcəyi haqqında onların səmimi etiqadına mən də şərikəm və bu etiqadı alqışlıyıram…” (Vurğun, 2005: V/212)
“Azərbaycan xalqının yarıdan çoxu bizim yüz addım-lığımızda, xırdaca Araz çayının o tayında yaşayır. İndi İran Azərbaycanının bütün küçə və meydanlarında dar ağaçları qurulduğu, bütün ölkənin zindanlara çəvrildiyi hamıya məlumdur. Köhnə cəlladlar, İran irticasına xidmət edənlər Azərbaycanın azadlıqsevən adamlarını məhkəməsiz ve istintaqsız bu dar ağaçlarından asırlar.
Azərbaycan xalqının xaricdə yaşayan beş milyonluq hissəsinin ana dili zorla əllərindən alınmışdır. Bütün İran’da Azərbaycan dilində dərs keçən bir məktəb də yoxdur; uşaqların hamısını zorla fars dilində oxudurlar. İran’ın qatı milliyətçiləri və irticacıları Azərbaycan dilində yazılmış köhnə və yeni kitablara od vurub yandırırlar. Baxın, İran irticası və milliyəktçiliyi nə kimi həyasızlıqlar etməkdədir (Vurğun, 2005: V/211).

“Xaricdəki beş milyonluq[32 - Şiirin yazıldığı 1948 yılında Güney Azerbaycan’ın nüfusu 5 milyon, İran Türklerinin tamamı ise 8 milyon civarındadır. 2022 yılı itibariyle Güney Azerbaycan’da 25 milyon, İran’ın tamamında ise 40 milyondan fazla Türk yaşamaktadır.] gardaş və bacılarımıza qarşı İranlı cəlladların tətbiq etdikləri və XX əsrə layiq olmayan inkvizitor[33 - İnkvizitor: Engissisyon, işkence, zulüm.] tədbirlərinə mən, Azərbaycan mədəniyətinin nümayəndəsi və Azərbaycan xalqının şairi olmaq etibarilə Qərb və Şərqin, Şimal ve Cənubun qabaqcıl mədəniyyətinin konqresdə iştirak edən nümayəndələri qarşısında etiraz səsimi ucaltdım.” (Vurğun, 2005: V/211).
* * *
Vurgun, kendi ifadesiyle, son zamanlarda “Azerbaycan” adlı büyük bir epopeya yazmıştır. Azerbaycan’ın iki bin yıllık tarihinin esas merhalelerini ve ona azatlık getiren Sovyet Dönemi aksini bulmuştur. Bu epopeya birbiriyle bağlı otuz poemadan ibarettir. 1936 yılında ülkenin en yüksek mükâfatı ile taltif edilmesine izafeten yazdığı “Ordenli Kahraman” poemasıyla tamamlamıştır (Vurğun, 2005: V/20).
“Ordenli Kahraman” poemasının son bölümü şöyle:
Tarix! Bu ixtiyar gəncliyinle sən
Mənim sözlərimin ilk şahidisən.
Dünya dəğişecek atlas donunu[34 - Atlas donunu: İpek kaftanını.]
Əzəldən qaydadır bilirəm bunu.
İnsanlar gələcək, gedəcək bir-bir
Sular məcrasını dəyişəcəkdir.
Özgə rəng alacaq çiçəklər, otlar
Yaracaq göyləri uçqun buludlar.
Düşəcək sulara ay da, ulduz da
Açacak sirrini bahar da, qış da
Mehriban yağacaq qar da, yağış da.

Mənim də sevdiyim bu əziz Vətən
İlhamlar alacaq gələcəyindən.

Elçilər gələcək Misirdən, Şamdan,
Günəşli gündüzdən, aylı axşamdan.
Daşacaq Bakıda insanın sayı
Şuralar Şərqinin ilk qurultayı
Burda başlanacaq! O gün ixtiyar
Bir mədən işçisi alnında vüqar
Başının üstündə bir qızıl bayraq
Türkcə səlam verib iclas açacaq.
Ömrü az olsa da bu dastanımın
O gün bilirəm ki, qəhrəmanımın
Burda yüksələcək bir tunç heykəli
Şərqi göstərəcək uzanan əli. 1935, Aprel
(Vurğun, 2005: I/197)
* * *

3.5. İnanç
Müasir ədəbiyyat xalq idrakından, xalq mənəviyyatından danışdığı zaman, onun mənəvi keçmişinə böyük bir hörmət və məhəbbətlə yanaşmalı, tariximizin həyat və mübarizə səhifələrini ilham və ürəklə vərəqləmalidir. Tarixə “olub keçmiş şeylər”, “çağırılmış bayatılar” kimi baxanlar idrak və zövqü mahdud insanlardır.
    – Samet Vurgun -
Dönükdür dövranın hökmü, sən öz simanı saf saxla!
Səadətdən, məhəbbətdən danışma hər bir alçaqla!
Bir “Allah” adlanan eşqi sən öz qəlbində axtarsan,
Özün öz hüsnünü tapsan – ölüb getsən də sən varsan!
    – Samet Vurgun -
Samet Vurgun’un manevi değerlere münasebetini incelemeye geçmeden o devri idrak eden ve o devrin sosyal seyrini titizlikle kaleme alan Mirza Alekber Sabir, Mehmet Âkif, Adil Hikmet Bey, Rıza Sarraf gibi ediplerin anlatımlarını gözden geçirmek gerekir. Mehmet Âkif, “Şark” dediği “İslâm âlemi”nin durumunu pek çok manzumesinde ele almıştır. Görevli olarak gittiği Arap ülkelerini gezdikten sonra 1918’de yazdığı “Şark” adlı şiirine – Batı’nın kanlı kâbusu, asırlardır İslâmın beynini ve gücünü kullanılamaz hâle getirmiş ve peşini bırakmamaktadır – tespiti ile başlar:
Musallat, hiç göz açtırmaz da Garb’ın kanlı kâbûsu,
Asırlar var ki, İslâm’ın muattal, beyni, bâzûsu.
“Ne gördün, Şark’ı çok gezdin?” diyorlar. Gördüğüm: Yer yer,
Harâb iller; serilmiş hânümanlar; başsız ümmetler;
Yıkılmış köprüler; çökmüş kanallar; yolcusuz yollar;
Buruşmuş çehreler; tersiz alınlar; işlemez kollar;
Bükülmüş beller; incelmiş boyunlar; kaynamaz kanlar;
Düşünmez başlar; aldırmaz yürekler; paslı vicdanlar;
Tegallübler, esâretler; tehakkümler, mezelletler;
Riyâlar; türlü iğrenç ibtilâlar; türlü illetler;
Örümcek bağlamış, tütmez ocaklar; yanmış ormanlar;
Ekinsiz tarlalar; ot basmış evler; küflü harmanlar;
Cemâ’atsiz imamlar; kirli yüzler; secdesiz başlar;
“Gazâ” nâmıyle dindaş öldüren bîçâre dindaşlar… (Ersoy, 1992: 413)
* * *
Âkif, Osmanlı Müslümanlığı için “Yazık ey millet-i merhûme!” dedikten sonra Türk ellerine ümit yolculuğuna çıkar. Yönünü Türkistan’a döner. Türkistan’ın durumunu “Süleymaniye Kürsüsünde” şöyle anlatır:
“Yazık ey millet-i merhûme!” dedikten sonra;
Atladım Rusya ya gitmekte olan bir vapura.
O zaman Rusya´da hâkimdi yaman bir tazyik…
Zulmü sevdirmek için var mı ya bir başka tarik
Düşünen her kafanın mutlak ezilmekti sonu!
Medenî Avrupa, bilmem, niye görmezdi bunu

Sanıyorlar kafa kesmekle, beyin ezmekle,
Fikr-i hürriyyet ölür. Hey gidi şaşkın hazele!.
Daha kuvvetleniyor kanla sulanmış toprak:
Ekilen gövdelerin hepsi yarın fışkıracak!

Yolu tuttum yalınız doğruca Türkistan´a.
Gece gündüz yürüdüm bulmak için Taşkent´i;
Geçtiğimiz yerleri ta´dâda mahal yok şimdi.
Uzanıp sonra Buhârâ´ya, Semerkant´a kadar;
Eski dünyâda bakındım ki ne âlemler var
Sormayın gördüğüm âlemleri, hiç söylemeyim:
Yâdı temkînimi sarsar da kan ağlar yüreğim.
O Buhârâ, o mübârek o muazzam toprak;
Zilletin koynuna girmiş uyuyor müstağrak!
İbn-i Sînâ´ları yüzlerce doğurmuş iklîm,
Tek çocuk vermiyor âguşuna ilmin, ne akîm!
O rasad-hâne-i dünyâ, o Semerkand bile;
Öyle dalmış ki hurâfâta o mâzîsiyle:
Ay tutulmuş, “Kovalım şeytanı kalkın!” diyerek,
Dümbelek çalmada binlerce kadın, kız, erkek!
Bu havâlîde cehâlet ne kadar çoksa, nifâk,
Daha salgın, daha dehşetli… Umûmen ahlâk
– “Pek bozuk” az gelecek -nâmütenâhî düşkün!
Öyle murdârını görmekte ki insan fuhşun;
Bırakın söylenemez: Mevki´imiz cami´dir;
Başka yer olsa da tafsile hayâ mâni´dir.
Ya ta´assubları? Hiç sorma, nasıl maskaraca!
O, uzun hırkasının yenleri yerlerde hoca!
Milletin hayrı için her ne düşünsen: Bid’at;

Ne Hudâ´dan sıkılırlar, ne de Peygamber´den.
Bu ilimsiz hocalardan, bu beyinsizlerden,
Çekecek memleketin hâli ne olmaz, düşünün!
Sayısız medrese var gerçi Buhârâ´da bugün…
Okunandan ne haber on para etmez fenler,
Ne bu dünyâda soran var, ne de ukbâda geçer.
Üdebâ doğrusu pek çok, kimi görsen: Şâir.
Yalınız, şi´rine mevzû iki şeyden biridir:
Koca millet! Edebiyyâtı ya oğlan, ya karı…
Nefs-i emmâre hizâsında henüz duyguları!.. (1912) (Ersoy, 1992: 149 vd.)
* * *
1914-1921 tarihlerinde yedi yıla yakın Türk yurtlarında görev yapan Adil Hikmet Bey de “Asya’da Beş Türk” adlı eserinde Asya’daki “ulema”nın hâlini bütün çıplaklığı ile uzun uzun anlatır.
Arap muhitlerinden gidip Türkistan’da hocalık yapan, hatta kendilerini şeyh olarak tanıtan din tacirlerinden Said Hoca’ya (Said El-Aseli) Arif Hikmet Bey sorar:
“-Hoca” dedim.”Şimdiye kadar kaç kadın aldın?”
“Galiba dört yüz elliyi geçti. Ama hakiki adedini ben de unuttum.” (Gedikli, 2012: 373)

“Halk münevver ve açıkgözdür. Ancak ulema sınıfı yine öyle tembel, safsatacı ve cahildir. Bunlar dinin esaslarını dahi bilmezler. Yegâne işleri beş on kuruş mukabilinde arzu olunan şekilde fetvalar vermek ve ahlakı ifsad etmekten ibarettir.
Sıcak yaz günlerinde bağlarda sohbet kurarak zevk ve neşeyi artırmak bahanesiyle müselles-i şer’i namını verdikleri şarabın içilmesine bile tellallık ederler.

Kaşgar'da birbiriyle geçinemeyen beyler ulemanın bu hâllerinden istifade ederler. Onların ellerine kıstırdıkları birkaç kuruşla her şeyi yaparlar. Parayı alan hoca minareye çıkar ve bağırmaya başlar:
“Ey nas (insanlar)! Filan bey kâfirdir. Hatunu kendisinden boştur. Hiçbir fert ona selam vermesin. Veren olursa o dahi kâfirdir… İşte ulemanın hâli!.. Ulema bu gammazlığı ve münafıklığı birkaç kuruş hatırı için irtikab eder (işler).” (Gedikli 2012: 352 vd.)
Büyük mihrakların görevlendirdiği “din tacirleri” vasıtasıyla Müslüman toplumların zincire vurulup köleleştirtirildiği, maddî ve manevî bütün varlıklarının istismar edildiği, Vakıf’ın diliyle “âlilerin hâk-i mezellette, denilerin muteber olduğu”, Müslüman coğrafyalarının densizlerin, şarlatanların tahakkümü altına alındığı, gerçek aydın ve âlimlerin tükenme noktasına geldiği, cehaletin gırtlağa dayandığı bir dönem …
Âkif’in yazdığı gibi
Felâketin başı, hiç şüphe yok, cehaletimiz;
Bu derde çare bulunmaz – ne olsa – mektepsiz;
Ne Kürt elifbayı sökmüş, ne Türk okur, ne Arap;
Ne Çerkes’in, ne Lâz’ın var, bakın, elinde kitap!
Hülâsa milletin efrâdı bilgiden mahrum.
Unutmayın şunu lâkin: “Zaman: zamân-ı ulûm!”
Müfessir şair böyle derken halk ozanı Zülalî de aynı şeyleri söylüyor:
Bütün Ermeniler, Rumlar okurlar Türkçe, Rusça’yı,
Yazık değil mi Türk evlâdı kalsın her esâretde.

Diğer milletlere göre ne denlü gerüde kaldık,
Aman kardaş ne fark vardır bizim ile cemâdâtda.
Şu Poskov Medresesi’nden dilenciler çıkarmakla,
Zülâl der, kurtulur mu hiç vatan kalmış cehâletde.
Elinde doğruları sunan kaynakların bulunmaması, “Kur’an’dan aldığı ilhamı asrın idrakine sunacak hocaların olmayışı sebebiyle “güzel ahlâkın” yerine aklagelmedik safsatalar ikame edilmiştir.
* * *
Samet Vurgun’un “Rusiya şeirinin şah əsərini / Çəvirdim ilk dəfə Türkün diline.” diyerek Puşkin’in “Yevgeniy Onegin” adlı manzum romanını Türkçe’ye çevirmenin haklı gururunu yaşamasının altında sanki Âkif’in Osmanlı üdebasını anlattığı manzumesinde önerdiği “Konturat akdederek Rusya’dan on on beş edib,/ Getirir, yazdırırım millet için birçok eser!” düşüncesinin etkisi vardır.
Üdebânız hele gâyetle bayağ mahlûkat…
Halkı irşâd edecek öyle mi bunlar? Heyhât!
Kimi Garb´ın yalınız fuhşuna hasbî simsar;
Kimi, İran malı der; köhne alır, hurda satar!
Eski divanlarınız dopdolu oğlanla şarab;
Biradan, fâhişeden başka nedir şiir-i şebab
Serseri: Hiç birinin mesleği yok meşrebi yok;
Feylesof hepsi; fakat pek çoğunun mektebi yok!

O benim en ebedî hasmım olan Rusya bile,
Hakkı teslim edelim! Hiç de değildir böyle.
Mütefenninleri tâ keşfe kadar tırmanıyor;
Edebiyyâtı anıldıkça zemin çalkanıyor.
Kudretim yetse eğer, on yedisinden yukarı,
Üdebâ nâmına kim varsa, huduttan dışarı
Atarım taktırarak boynuna bah-nâmesini;
Okuyan yaftayı elbette çıkarmaz sesini.
Sonra bir tarz-ı telâfi bulurum: -gerçi garib-
Konturat akdederek Rusya´dan on on beş edib,
Getirir, yazdırırım millet için birçok eser! (Ersoy, 1992: 169)
* * *
Fələkdən intiqam istər, qopub ruhumda tufanlar,
Nə insafsız, nə vicdansız olurmuş Ya Rəb, insanlar! (Vurğun, 2005: II/235)
Vurgun, insanları dinle aldatan şarlatanlardan Yara-tan’a yakınıyor.
* * *
Tebrizli Şair Rıza Sarraf 1906 yılı Ağustos ayında İngiliz konsolosluğunun önünde yapılan mitingde okuduğu “Dur[35 - Dur: Kalk.], Veqt-i Səhərdir!” adlı şiiri Güney Müslümanlarının vaziyetini tasvire yeterlidir zannederim.
Ey Millət-i İslam, oyan, vəqt-i səhərdir!
Gör bir nə xəbərdir!
Bəsdir[36 - Bəsdir: Yeterlidir.], bu qədər yatma, çürürsən, nə xəbərdir,
Dur, vəqt-i səhərdir!
Qafil düşübən dinini dünyaya satıbsan,
Yüz ildi[37 - Yüz ildi: Yüz yıldır.] yatıbsan.
Bəsdir, gözün aç, səndə kəsalət[38 - Kəsalət: Hareketsizlik, ölgünlük.] nə qədərdir,
Dur, vəqt-i səhərdir!

Tapdar[39 - Tapdar: Çiğner, ayaklar altına alır.] səni həmsâyələrin[40 - Həmsayə: Komşu.], durma, deyir yat.
Kəçmiş ola, heyhât!
Bu dövrdə hər kimsə yata qanı hədərdir,
Dur, vəqt-i səhərdir!
Gün oldu günorta, hamı yatmışlar oyandı,
Öz əybini qandı[41 - Əybini qandı: Ayıbını anladı, hatasını gördü.].
Sən yat, qoy olar dursun[42 - Dursun: Kalksın.], olar çünki bəşərdir[43 - Olar çünki bəşərdir: Onlar çünkü insandır.],
Dur, vəqt-i səhərdir! (Kafkasyalı, 2002: 3/283)
* * *
1909 yılı. Abbas Sehhet’in (Abbaskulu Mehdizade) ifadesiyle kör, sağır ruhlarda milliyət hissi ve gözəl duyğular oyandıran Sabir, bir molla ile bir meşedinin sohbetiyle devrin ulemasının hâli pürmelâlini gözler önüne sermektedir.
– Nə xəbər var, məşədi?
– Sağlığın!
– Az-çox de yenə?
– Qəzet almış Hacı Əhməd də…
– Ba! Oğlan, nəmənə? Sən özün gördün alanda?
– Belə nəql eylədilər!..
– Dəxi kim qaldı, xudaya, bu vilayətdə mənə?!
Bu isə pəs o ləinin də işi qullabıdır,
Dini, imanı danıb[44 - Danıb: İnkâr edip.], yoldan azıbdır, babıdır![45 - Babı / Babî: Önceki yüzyılda İran’da gelişen ve bazı dinî çevreler tarafından sevilmeyen bir dini hareketin mensubu.]
– Dəxi bir başqa xəbər?
– Hac Cəfərin oğlu Vəli, Uşkolaya qoyub oğlun…
– O qurumsaq da?
– Bəli!
– Sənə kim nəql elədi bu sözü?
– Bilməm kim idi.
– Öylə isə ona da min kərə lənət deməli!..
Bu isə pəs o ləinin də işi qullabıdır,
Dini, imanı danıb, yoldan azıbdır, babıdır!
– Dəxi bir başqa xəbər yoxmu?
– Tanırsan? Qəfəri?
– Nə Qəfər? Hansı Qəfər?
– Mirzə Mənafın pədəri!
– Tanıram!
– Dün o da bir şübhəli kəslə danışıb…
– Kim deyirdi?
– Yedici Xansənəm arvadın əri.
Bu isə pəs o ləinin də işi qullabıdır,
Dini, imanı danıb, yoldan azıbdır, babıdır!
– Yenə bir başqa xəbər varmı?
– Bizim qonşu Kərim…
– A… A… A?..
– Bəli, hə… hə!..
– O nə qayırıb, de görüm?
– “Molla Nəsrəddin” alıb, həm özü, həm oğlu oxur.
– El bütün kafir imiş ölkədə, yoxmuş xəbərim…
Bu isə pəs o ləinin də işi qullabıdır,
Dini, imanı danıb, yoldan azıbdır, babıdır!..
    (Sabir, 2002: 240)
Nurettin Topçu, Fransa’da öğrenim gören Orhan Okay’a yazdığı mektupta “Ahlâksızlığın ummanı olan bu Şark’ı yaşadıkça tanıyorum. Burada insanı fenerle arayanlar yanılmamışlar. ‘Müslümanız diyen insan yığını’ yok mu? Onlar Şark’ın en aşağı tabakasını teşkil ediyor. Müslümanlık, yaşayan şekliyle Müslümanlık Şark’ı bitirmiş. Buraya artık ne ilim girer, ne ahlâk; ne de Allah uzanır bunlara. Bunların önce her şeyi bırakıp insanlık devrine girmeleri lazım.” diyerek manzarayı sergiledikten sonra “Sosyalizm üzerindeki çalışmalarım, leş kesilmiş bir cemiyette bir ruh ve hayat verme denemesi yapmak içindir.” dediği gibi bazı Türk aydınları sosyalizmi çare olarak görmüş ve davet etmiştir. (Okay, 2015: 151)
O dönemin siyasi ve sosyal manzarasını göz önüne getiren bu birkaç mısra/cümle bile zannederim durumun vahametini anlatmaya kâfidir. Ancak şu hususları hatırdan çıkarmamak gerekir ki, Sovyetler Birliği’nde komünizm vaad edildiği gibi dahi uygulanmamıştır. Hakça paylaşım, hakça yönetim, halkın huzuru, halkın refahı vaad edilmişken; Çarlığı yıktırıp Bolşevikleri iktidara getiren büyük güçlerin yönlendirmesiyle ülke genelinde özellikle Türk ellerinde sözün gerçek anlamıyla yağma, talan, gasp, ölüm, korku hâkim kılındı. Halk kan ve gözyaşına boğuldu. Yazarların, şairlerin, ilim adamlarının, düşünen beyinlerin, uzağı görenlerin, aydınların ya kendileri ortadan kaldırıldı ya da en yakınları öldürülerek gözdağı verildi. Haktan, hukuktan, adaletten eser kalmadı. Aile fertleri birbirine hafiye yapıldı. Ülkenin bütün kurum ve kuruluşlarına zulüm ve korku hâkim kılındı. Dayanacağı, güveneceği yeri olmayan insanların komünist elbisesi giymemesi veya ateist rozeti takmaması vatanın ve milletin sadece o gününün değil geleceğinin de karartılması olurdu. Bu vaziyette Vurgun ve arkadaşları, kefenlerini başlarına dolayarak komünizm ateşinden gömlek giyerek yana yana halkın yüreğine su serpip gönül tercümanı olmuşlardır.
Vurgun'un bedii eserlerinde açıkça görülmektedir ki komünizm ideolojisi Vurgun’un üzerinde iğreti bir elbiseden başka bir şey olamamıştır. Onun bedenine, zihnine, hele gönlüne nüfuz edememiştir. O yaşadığı toplumun millî ve manevi atmosferinde yaşayıp yarattığı için ateist görünse de halkın din ve ahlâk değerlerine saygıda kusur etmemiştir. Zamanın acımasız, şedid ruhu ona komünizm elbisesini zoraki giydirmiştir. Samet Vurgun özde değil sözde ateist olmuştur.
Yaşar Qarayəv de bu hususta şöylə der: “Kommunizmin ideoloqiasının məthi altında öz ənənəvi -millî fəlsəfi kredosunu Vurgun alt qatda həmişe qoruyub saxlayırdı.”(Qarayəv, 2005: I/12)
Bir makalesinde “Her insan, hər şeydən əvvəl, özünə məxsus tarixi olan, özünə məxsus tradisiyalar[46 - Tradisiyalar: Gelenekler.] və milli xüsusiyyətlərə sahib olan konkret[47 - Konkret: Mevcut, tam, dakik, kesin.] bir xalqın övladıdır.” (Vurğun, 2002: V/172) diyen Vurgun, bir makalesinde de “Öz yaradıcılığımı ölənə qədər Füzulinin, Vaqif’in üzerinde aparacağam.” diyerek ilkesinin ve zihniyetinin Fuzûlî’nin, Vakıf’ın yolu ve zihniyeti olduğunu bildirmekten çekinmemiştir.
* * *
Səməd Vurgun bir kimsenin kâmil bir insan olabilmesi için mutlaka ilim, edep ve irfan sahibi olması gerektiğine inanır. 1924 yılında yazdığı “Cavanlara Xitab” şiirinin (Vurğun, 2005: I/100) ilk dörtlüğünde bu arzusunu dile getirir ve bunun aynı zamanda beşerin zaruri talepleri olduğunu da hatırlatır.
Mǝnim düşkün könlüm sizdǝn elǝyir
Bu fǝrz olan tǝmǝnnanı, cavanlar.
Unutmayın bǝşǝr sizdǝn dilǝyir,
Elm, ǝdǝb, hǝm irfanı, cavanlar. (Vurğun, 2005: I/17)
Gerçekten kâmil bir insanda olması gereken bütün manevî hasletlerin temelini bu üç kavram oluşturmaktadır. Cehaletten çıkmak için ilim tahsil etmek; bütün kötü eylemlerden korunmak için edep (utanma, çekinme, incelik, hayâ) duygusunu korumak ve irfan sahibi (ârif, bilgili, kültürlü, anlayışlı) olmak gerekir. Ardından gençlere meziyet, kudret ve kuvvetlerini hatırlatır ve onların insanlık bağının bülbülü; şanlı halkının sağ eli; zalimlerin celladı ve çaresizlere derman olduklarını söyler.
Bǝşǝr gülşǝninin bülbülüsünüz,
Şanlı firqǝmizin sağ ǝlisiniz,
Zalım ǝllilǝrin cǝlladısınız,
Dǝvasızların dǝrmanı, cavanlar.
* * *
Vurgun, Sovyet zulmünü görmezden gelip “Nəşədir yaşamaq, nəşədir həyat!” diyerek birilerine yaranmak için yalanlar savuran Mikâyıl Rəfili gibilerin yalanlarını yüzlerine vurmayı da ihmal etmemiştir. 1930’da yazdığı “Məktub” adlı manzumesinin sadəce ilk bəndi bile Rəfili’nin yüzünə vurulan unutulmaz dil yarasıdır:
Nə qədər “xoş gəldi” qulaqlarıma
Bir əfsanə qədər dadlı sözlərin…
Duyduqca dərin,
Dərin bir yalan var bu sözdə, yalan!

Çünkü sən,
qızğın qurşunlara sinə gərmədin…
Atlı nəfərlərə yol göstərmədin…
Çünkü o yolu,
O yol ki, varlığı üsyanla dolu,
sən görmədin o yolu
yumşaq və ağ dərin
İpəklər içində xumarlandıqca,
Yosma gözəllərə dəstanlar dedin,
Nəşələr yedin!
Görmədin meşin jaketli
Rus işçisinin qızıl
gülləsini,
O top-tüfənq səsini.
Görmədin sən,
Aclığından dişləri kilidlənən
Qatar – qatar
bölük – bölük,
yığın – yığın canları,
fədakar insanları:
Sən görmədin o ili,
Gömədin Rəfili!
… (Vurğun, 2005: I/97 vd.)
* * *
1930 yılında Mikâyıl Müşfik’e ithaf ettiği “Şairin Səsi” şiirinde:
Bütün arzularım gülür yarına
Xəyaldan ilhamlar almamaq üçün;
Baxıram Leninin kitablarına
Dəstədən geridə qalmamaq üçün. (Vurğun, 2005: I/100)
* * *
Vurgun zaman zaman şiirlerinde mevzuyu muhatabın ağzından mısralara döker. 1935 “Kızıl Kırgın/ Ziyalılar Katliamı” yıllarında yazdığı “Toprağın Taləbi” şiirinde Vatanı konuşturur:
Şairim! Qələmi götür də dinlə,
Bir yeni dastan yaz öz əllərinlə!

Başım dəfələrlə düşdü qorxuya,
Gözlərim getmədi şirin yuxuya.

Yaşıma dolduqca qanlara doydum,
Hər daşın altında bir oğul qoydum.
Ah… o qılıncları, o qalxanları
Sinəmin üstündə axan qanları

Eşitsin nəslimiz məndə nələr var,
Məndə həqiqətlər, əfsanələr var!
    (Vurğun, 2005: I/199)
* * *
Vurgun, “Vaqif” dramında Vidadi’nin ellerini Allah’a açtırır:
Xudaya! İnsanın halı yamandır,
Neler çekdiğimiz sənə ayandır,
Mənası varmıdır min təriqatın?
Aç… aç qapısını sən həqiqətin.
Nə olur, bir yeni işıq ver bizə,
Bizim kor yaranmış gözlərimizə -
Bəlkə də yaxşını seçək yamandan,
Ta ki, qansız keçən bir güzərandan
Biz də ilham alaq sevinək barı!
İşıqlat bu dibsiz qaranlıqları…
Yazıqdır dünyanın əşrefi insan,
Böyüksən. adilsən, keç günahından!
Qoyma ki, yerlərdə sürünsün bəşər,
Dünyada qalmasın ne pislik nə şər.
Yaxşılık insana bir sənət olsun,
Dünya başdan başa bir cənnət olsun…” (Vurğun, 2005: 5/8)
* * *
Vakıf’ın şehit edilmesini mevzu eden “Şairin Ölümü” poemasında Karabağ-Şuşa’yı işgal edip yağmalatan Şah Kaçar’ın suikasta kurban edilmesini Kazak’ta öğrenen Vidadî’nin şükür namazı kılması sahnesini şu mısralarla anlatır:
O da həyatının ixtiyar yaşı,
Yönünü döndərib qibləyə qarşı,
Dilində surələr, durdu namaza,
Lənətlər oxudu o yaramaza. (Vurğun, 2005: I/190)
* * *
Samet Vurgun’un, “İnsan” adlı dram eseri baştanbaşa manevî değerlerin terennümü ile örülmüştür. Allah, Medet Allah, Allah əvi, zerli Quran, adalet, hikmet, kıblegâh, insanlık, şeref, namus, iffet, ismet, vefalı olmak, lekeli yaşamamak, helal süt emmek… gibi ulvî değerlere sahip olmak ve onları korumak lüzumu işlenmiştir. Bu değerlerden mahrum kalmaya ölümü yeğlemiştir.
Dramın ilk başında yeni kurulan şehrin meydanındaki filozof heykelini seyreden Şair Celal’in okuduğu şiir için Mimar Valantin, ancak şiir dili böyle konuşabilir, çünkü onun hikmetinde Allah’ın gücü vardır, diye yorumlar:
“Yalnız şerin dili belə danışar,
Onun hikmətində Allah gücü var!” (Vurğun, 1987: 3/228)
Yine İkinci Dünya Savaşı’nda yakılıp yıkılan Karadeniz sahilindeki bir şehrin enkazını pencereden seyrederken annesini hatırlayan Mimar Valantin, bir zamanlar o şehrin büyük meydanları, geniş caddeleri olan güzel bir şehir olduğunu şimdi ise baştanbaşa yerle bir olduğunu söyler ve anasını hayal edip birkaç kez ah çeker. Onun belki yana yana can verdiğini, belki son nefesinde onu andığını, kalbinin deniz gibi dalgalandığını, yardımına kimsenin koşmadığını, sadece kalbinde Allah ile sırdaş olduğunu söyler.
Nə qəder gözəldi bir vaxt bu şəhər,
Böyük meydançalar, geniş küçələr
İndi baştan – başa xarabazardır,
Hər addım başında min uçuq vardır.
Ah ana, ah ana, zavallı ana!..
Bəlkə can vermisən sən yana-yana.
Bəlkə son nəfəsdə məni andıqca,
Qəlbin umman kimi dalğalandıqca,
Kimsə çatmamışdır harayına, ah!..
Sənə sırdaş olmuş qəlbində Allah. (Vurğun, 1987: 3/305)
Vurgun, eserde düşüncelerini, gönül sözlerini, kendisinin filozof vasfını temsil eden Filozof Şahbaz’a söyletir. Bilgi ve erdem yönünden yetkinlik, olgunluk, kusursuzluk, en yüksek değer anlamını taşıyan “kemal” kavramını, insanlık için olmazsa olmaz değer gören şair, Filozof Şahbaz’a sordurur:
Nə deyir, nə deyir ağlın qüdrəti?
Qalib gələcəkmi cahanda kamal?
Sən ey mənaların saf ülviyyəti!
Nədir düşüncəmi yaxan bu sual?
Qalib gələcəkmi cahanda kamal?
Toplar təyyarələr gəlmiş baş-başa,
Al qana qərq olmuş bütün kainat.
Bu ki həqiqətdir… deyil tamaşa
Bəlkə də məhv olur müqəddəs həyat?
Atını dördnala sürdükçe zaval,
Qalib gələcəkmi cahanda kamal? (Vurğun, 1987: 3/231)
Filozof Şahbaz, yaralanıp esir düşer. Alman generaller, dönmelerini, saflarını değiştirmelerini, kendileriyle işbirliği yapmalarını ister. Filozof Şahbaz, düşünmek için zaman ister. Onları oyalamak düşüncesindedir.
Albərt
De, ölüm şirindir… yoxsa yaşamaq?
Şahbaz
Mənim qibləgahım həyatdır, ancaq.
Albərt
İkisindən biri… dönsəniz, əgər,
Həyat olacaktır sizə müyəssər.
Lakin əvvəlkini desəniz yalnız,
Əmrimlə odlara yanacaqsınız.

Albərt
Neçin susursunuz, şirindir həyat?
Şahbaz
Çox şirin olsa da, əsirəm… heyhat!
Albərt
Artıq cəvab verin, filozof Şahbaz!
Şahbaz
Cənab danışıram… dayanın bir az.
Albərt
Ha… ha… kim ilə?
Şahbaz
Öz vicdanımla…
Günəşli, gündüzlü asimanımla. (Vurğun, 1987: 3/285 vd.)
“Altıncı Şekil”de savaşın şiddetli zamanında elli Azerbaycan askeri Almanlara esir düşmüştür. Bodrum katta iki odalı bir yerde tutulmaktalar. Esirler arasında Filozof Şahbaz ve hemşire Dildar da bulunmaktadır. Günlerdir aç, susuz bırakılıp işkence yapılmıştır. Ölümün nefesi enselerindedir.
Şahbaz
Ölümden zövq alan bir almanlardır.
Dildar,
Doğrudan, nə üçün belədir onlar,
Nə üçün qatildir, söylə almanlar?
Şahbaz
Qədim tarxi var bu pis adətin,
Onlar aşiqidir hər fəlakətin.

Ədalət, insanlıq, şərəf və namus,
Bir sözlə söyləsək, insana məxsus
Bu sifətlər ilə yaranır həyat,
Alman qəlbindəsə bu yoxdur, heyhat!

Dildar
(Şahbaza yaxınlaşaraq)
Şahbaz, bir çarəmiz qalmadı daha.
Səs
Dözək… hələ dözək… mədəd Allah![48 - Tahammül edelim, biraz daha dahammül edelim, yardım Allah’tan!]
Gənəral Hans gəlir
Yaxşı, vicdanınız nə dedi size?
Yoxsa pərdə tutdu gözlərinizə?
Şahbaz
Artıq mən hazıram!

Əmr edin!
Hans
Nə əmr? Artıq sirdaşıq.
Şahbaz
Nə vaxtdan cəllada biz də yoldaşıq?
Əmr edin, daxmaya qoy od vursunlar.

Hans
Bəs bunlar, bunlara cəvabdehsiniz?
Şahbaz
Özlerinden sorun.
Yaxşı… deyin siz!
Səslər
– Biz də!
– Biz də!
– Yandırın bizi!…
– Satmarıq, satmarıq şərəfimizi.

Şahbaz
Bilin ki, doktordur bu dilbər mələk,
Sizdə insan qanı varsa da bir az,
Bunu yandırmayın.
Dilbər
Aman yox Şahbaz!..
Namusu ləkəli yaşamaram mən.
Halal süd əmmişəm ana döşündən,
Qoy cəhənnəm olsun!..

Hans
(bayırdan)
Ha… ha… ha… Yaşamaq! Artıq odlanın,
Artıq külə dönüb odun tək yanın!
    (Vurğun, 1987: 3/286-296)
* * *
Vurgun bir makalesinde İslam dininin istismar edildiğinden, bazı dinî mihraklar tarafından halkın menfaatinin aksine kullanıldığından yakınır:
“İslam ideolojisi İran kimi ölkələrdə hâkimlerin əlində demokratik hərəkatı boğmaq üçün xalqın mənafeyinə zidd siyasət alətinə çevrilir.” (Vurğun, 2005: V/212)
Vurgun, “Bakının Dastanı” adlı poemasının beşinci nağmesinin “Buruqlar Səltənəti” kısmında arzuladığı insan tipini Usta Murat’ın şahsında görür ve onu tasvir eder:
…Usta Murad! Səni doğan mərd anadır.
Saf dilində nə böhtan var, nə də riya…
Hər söhbətin, hər sözün de mərdanədir;
Ər oğlunu unutmamış qoca dünya,
Ürəyində nə həsəd var nə riyasət.
Şöhrətindir, mənsəbindir halal əmək…
Əllərindən şərbət içir min səadət.
Qara torpaq bir vicdana haqq verəcək!
Sən ömründə fitnə toru qurmamısan,
Min insanla bölüşmüsən qismətini.
Ağ üzlərə qəsdən ləkə vurmamısan,
Yaşatmısan bu torpağın ismətini.
O mis rəngli alnındakı sadə vüqar
Həqiqətlə keçən ömrün ziynətidir;
Gözlərindən aşıb-daşan o duyğular
Neçə nəslin bir-birilə söhbətidir?
Mən gördükçə saçlarını sənin dümağ,
Vəcdə gəlir boran görmüş dağlar başı.
Qəlbin gümrah, alnın açıq, üzünsə ağ…
Bu sənəti hiss ələməz hər bir naşı.[49 - Vurgun’un “Bakının Dastanı” adlı poemasının sadece bu kısmı Nizamî’nin “İslâm güzel ahlâktır.” Düsturunu esas alarak yazdığı “Mahzenül Esrar” (Sırlar Hazinesi) eserinin özü gibidir.]
     (Vurğun, 1986: 2/163)
* * *
1987 yılı Ağustos ayında Yukarı Salahlı kentinde bulunan Samet Vurgun, Vidadî ve Vakıf’ın kabirlerini Prof. Dr. Azize Caferzade’nin rehberliğinde dost ve akrabalarla ziyaret ederken mezarlıkta karşılaştığımız muhterem bir aksakal sohbet esnasında Vurgun’la ilgili şunları söyledi: “Səməd Vurğun erkən gəncliyində Salahlıda ruhani Hacı Yusuf Əfəndidən Quran dərsi almıştı. Quranı əzbər bilirdi. Bazən evində odasına çəkilib avazla Quran oxurdu.”
Samet Vurgun ile ilgili en önemli araştırmalardan birini yapan ve “Vekiloğulları” adlı eserin müellifi olan İsmayıl Umudlu, bu hususta şöyle yazıyor: “Bilime, bilgiye çok hevesli olan Samet, dünyevi ilimle birlikte dinî tahsile de ilgi göstermiştir. Köyde Hacı Yusuf Efendi’nin yanında Kur’an-ı Kerim dersleri almıştır. Pek çok sureyi baştan sona ezber bilirdi.” (Umudlu, 2014: 91).
* * *
Hani derler ya “Kap içindekini sızdırır.” Onun eserleri mensup olduğu ve içinde neşvünema bulduğu halkın bütün millî, manevi, kültürel değerlerinden beslendiğini ve bu değerleri sızıntı hâlinde bile olsa terennüm ettiğini gösterir.
Samet Vurgun, “Dörd Söz” adlı felsefi şiirinde “Muhabbet, saadet, vatan ve zafer” kavramları üzerinde durur. Bu değerlerin önemini izah eder:
“Məhəbbət” sözü var bizim lisanda,
O, dağlardan axan bir şəffaf sudur.
Yaşını biləyir onun zaman da,
Bəlkə də insanın il arzusudur!…

“Səadət” sözü var bir də cahanda,
Səadət, o gözəl, o xoşbəxt səhər…
Tale ulduzu tək onu hər yanda
Daima izləmiş keçən nəsillər.

Bir də dilimizdə – “Vətən” sözü var,
Ana qucağıdır bu ilahi söz…

Həyat ne’mətidir bu şanlı torpaq.
Qulaq as[50 - Qulaq as: Kulak ver, dinle.], gör anan nə öyüd verir:
“Şərəflə, vüqarla yaşayın ancaq…”
Vətən, öz eşqile o doğma ana
Xeyir dua verir qəhrəmanlara.
Şəhid oğulları basıb bağrına,
Matəm də saxlayır axan qanlara…
Qadir yaranmışdır müqəddəs Vətən,
O böyük hakimin verdiyi qərar
Pozulmaz zamanın xatirəsindən,
Onun öz hökmü var, öz dünyası var!
Vurgun, şiirin bu bendinde mesnedsiz zihniyetlere meydan okurcasına “Büyük Hâkim”in onun iradesinin, kudretinin, hükmünün, kararının değişmezliğini, bozulmazlığını bildirir. Vatanın İlahî kudretin eseri olduğunu, varlıklara ana kucağı, hayat nimeti görevini yaptığını açıklar. Ardından, Vatanın diliyle onu “Ancak ve ancak, şerefle, vakarla yaşayın!” öğüdünü verir. Vatanın ana hassasiyetiyle kahramanlara hayır dua verdiğini, şehit evlatlarını bağrına bastığını, onların akan kanlarına matem tuttuğunu hatırlatır. Devrin şer güçlerinin zulmünü gözden uzak tutmayan şair “O Büyük Hâkim”in öz hükmü, öz dünyası var!” ünlem cümlesiyle bendi bağlar.
Şiiri “Zəfər” sözüyle tamamlar:
“Zəfər” sözünün de vurğunuyam mən,
Günəşdən ucadır onun bayrağı!
Dönməz oğulların iradəsindən
Gəncləşir qocaman Vətən torpağı! (Vurğun, 1986: I/195 vd.)
* * *
Vurgun, “Hüda”, “şehitlik” mefhumlarını da hafızalarda taze tutar: “Yandırılan Kitablar” şiirinde, şehidlerin kıyam ruhunun yakalarına yapışacağına dair inancını belirtir.
Cəllad! Sənmi de, qırırsan fədailer nəslini?
Millətimin saf qanıdır qurd kimi içdiyin qan!
Zaman gəlir… Mən duyuram onun ayaq səsini,
Şəhidlərin qiyam ruhu yapışacaq yaxandan;
Millətimin saf qanıdır qurd kimi içdiyin qan!
* * *
Gürcü asıllı Stalin, devletin başına geçince soydaşı Beria ve yoldaşları Yagoda ile Yejov marifetiyle Azerbaycan’da “Devlet Terörü” estirdiği 1937 yılının son aylarında Vurgun “Böhtan”adlı şiirini yazar. Ziyalılar katliamının bütün şiddetiyle devam ettiği o dönemde, kimse adını söyleyemezken Samet Vurgun’un bu şiiri yazması ve bu şiirle aydınlara yapılan şer ve böhtanları telin etmesi onun mangal gibi yüreğinin ve kendi tabiriyle güneş gibi bir vicdanının olduğunu göstermektedir.
“Böhtan” (Vurğun, 2005: 1/256) adlı şiirinde vicdanını, emelini, idealini satanlardan olmadığını, kara bühtanların yakasından el çekmesini kara güruhların yüzüne söyledikten sonra sözlerine şöyle devam eder:
Halkın bağlarında, onların gönül seslerini terennüm eden bir kuş olduğunu, vaktinden önce dünyaya geldiğini, sözlerini gönlünden geçtiği gibi söylediğini, ömrü boyunca suç işleyip töhmet almadığını, kendisine yapılan bühtanların kendisine dar geldiğini, canını sıktığını, saçlarını ağartıp ömrünü kısalttığını, “kara bulutların” kapısından çekilmesinin gerektiğini, çünkü güneş gibi vicdanının olduğunu büyük bir cesaretle ifade eder.
Mǝnmiyǝm “vicdanı, mǝslǝki satan”?
Yaxamdan ǝl çǝksin bu qara böhtan.
Ellǝrin bağında ötǝn bir quşam,
Bir az da vaxtından tez doğulmuşam…
Könüldǝn demişǝm, deyirǝm bunu!
Töhmǝt almamışam ömrüm uzunu.
İndi bu böhtanlar mǝnǝ dar gǝlir,
Saçlarım ağarır ömrüm gödǝlir.
Qapımdan çǝkilsin qara buludlar,
Mǝnim günǝş adlı bir vicdanım var.
* * *
“Ürək” şiirinde (Vurgun, 1986: 1/43) dostlarına gönülden gönüle yol açmak gerektiğini, bunun için mukaddes, ilahî bir muhabbetle ve ülfetle kapıların çalınmasını ve bir de iyilik yapmanın lüzumunu önerir.
Dostlar! Qapıları döyək ülfətlə;
Könüldən könülə yol açaq elçin.
Müqəddəs, ilahi bir məhəbbətlə
Bir də xeyirxahlıq qalacaq elçin!
* * *
Samet Vurgun, Kazak Muallimler Seminaryası’nda okurken ve sonra Şıhlı'da öğretmenlik yaptığı aylarda kendi köyü Yukarı Salahlı'nın karşısındaki tepenin üzerinde yer alan, Rus birliklerinin 1920 yılında buraya ayak basarken öldürdüğü şehidin mezarı bulunan tepenin yanından geçerken onu hatırlamaması mümkün değildi. Burada yatan şehidin çok sevdiği şair dostu Şerif Şikeste'nin akrabası Şıhlı Mehemmed olduğunu, hatta onu buraya bizzat Şikeste'nin defnettiğini, iki yıl sonra da aile ve akrabalarla gelip mezarına kitabe koyup dua ettiklerini de bilmez değildi. Yürek dostu Şerif Şikeste bu meseleyi ona söylemeden edemezdi. Diğer yandan “Rus geldiği yıl” şehit düşen Şıhlı Mehemmed onun ana tarafından ulu dedesi Ali İskender (Alisgender) Mehdi oğlu ile candan arkadaştı ve mezarları aynı tepenin üzerinde yan yana idi. Şehit Şıhlı Mehemmed’in, Salahlı’da kardeş bildiği kişiyle aynı tepenin üzerinde yan yana yatması tesadüf değildi. Ali İskender, Molla Penah Vakıf’ın soyundan ve Samet Vurgun’un anneannesi Ayşe Hanım’ın babasıdır. Yani bu mesele aslında Samet Vurgunların da bir aile hikâyesi idi. Ne yazık ki sahte kahramanların meydanları/sahneleri doldurduğu bir dönemde gerçek kahramanlardan bahsetmek mümkün değildi. Yine de Samet Vurgun, “Menim Sesim” şiirinin son bendinde şehitleri anmayı onlara saygı göstermeyi ihmal etmemiştir.
Dinləyin, ey şəhid olmuş qəhrəmanlar!
Müqəddəstir el yolunda axan qanlar.
Türbənizə nur dağıdır asimanlar,
Bu ilahi şe’riyyətə ses verirəm!
Samet Vurgun, Allah’ın şehitler için söylediği “Onlara ölüler demeyin, onlar diridir.” sözünü hatırlatarak “Ey şehid olmuş kahramanlar! Halk için vatan için dökülen kanlar kutsaldır. Onun için gökler türbenize nur saçmaktadır. Bu ilâhî söze, bu ilâhî şiire ben de katılıyorum.” der.
* * *
Samet Vurgun, devlet terörünün gemi azıya aldığı 1934 yılında yazdığı “Sabahın Türküsü” şiiriyle anlayan ve düşünen beyinlere; duyan, göynüyen gönüllere “Sabahın Türküsü”yle mesajını beyan etmiştir:
Ey səhər, ey Günəş, ey ulu qüvvət!
Sən ey şəfəqlərdə çimən təbiət!
Sonsuz üfüqlərə yol açan sənət!
Ey bütün bəşərin sabahkı yolu!
Yaşasın torpağın qəhrəman oğlu!
Sən ey bağçaların, bağların barı!
Şairin ilhamı, sənətin yarı!
Dünyanın əvvəlki, sonku ilqarı!
Açıq söyləmirəm sənin adını,
Bir də buludlara çırp qanadını!..

Salam gələcəyin böyük adına!
Salam insanlığın etiqadına! (1934)
    (Vurğun, 2005: I/171)
* * *
Komsomol[51 - Komsomol: Komünist Gençler Birliği, komünist genç.] Poeması’nda “Məraqlı Bir Hadisə” başlığı altında ibretamiz bir olay anlatılır. Elbette ki Vurgun, poemanın mısra sayısını artırmak için bu olayı yazmamıştır. Burada verilen mesaj gayet açıktır.
Mirpaşa adlı komünist gençlerden biri mescide köpek bağladığı, bunu öğrenen köylülerin kızıp ortalığı velveleye verdiği, bu haksızlığı vicdanın kabul edemeyeceğini, Mirpaşa’nın yaptığı bu ahlâksızlığın Allah’a yapılmış bir hıyanet gibi kabul edildiği ortalıkta konuşulmaktadır. Hayret içerisinde kalan komsomolçular kapalı bir toplantı yaparlar. Mirpaşa da toplantıdadır.
Heyrət içindədir komsomolçular,
Deyirlər maraqlı bir hadisə var:
Mirpaşa məscide bağlamış köpek.
Kendlilər qızışıb qeyzlənərək-
Qarılar, qocalar qiyamət edir,
Kəndin arasında danışıq gedir.
Vicdan götürməyir bu haqsızlığı,
İştə Mirpaşanın exlaqssızlığı
Dillərdə söylənir cinayət kimi,
Söylənir Allaha xəyanət kimi.

Qapalı İclas (Kapalı Toplantı)
Aparır iclası yoldaş Bəxtiyar –
Mənim dastanımın baş qəhrəmanı.
Onun gözlərində bir iztirab var,
İştə, düşündürür hər bir insanı
Mənim dastanımın baş qəhrəmanı.
Birinci Səs
– Mirpaşa doğrudan bir yaramazdır,
Elə bir alçağa ölüm də azdır!
Nə qədər komsomol olsaq da, yenə
Gərək sataşmayaq Allah evinə! –
Dedikcə alışıb yanır gözləri,
Qabardıb döşünü verir irəli.

Bəxtiyar
– Əsrlər boyunca o əzan səsi,
İnsanın insanla mübarizəsi
Sizə əfsanələr kimi gəlməsin,
Göydən tökülməmiş nə Tanrı nə din
Bəşər bu yolları keçəydi gərək,
Böyük addımlarla gəlir gələcək…
O məscid, o əzan ordaki insan,
Onların ən gizli sirrinə dalsan,
Hər biri vaxtında yeni bir xəbər,
Hər biri vaxtında canlı bir əsər…
Bəşər vicdanını bağlamış ona,
İnanmışdır onun haqq olduğuna.
İştə, o zamandan, o gündən bəri
Gəlib dolandıqca ömrün illəri.
Hər könül olmuşdur ibadətxana,
İşləmiş iliyə, qarışmış qana.

– Məncə bu üsyanda bəşər haqlıdır,
Bu haqda yeni bir dünya saqlıdır!..
Lakin mübarizə, inqilab, üsyan
A yoldaş Mirpaşa, deyildir asan[52 - Asan: Kolay.]!

İnsanın qəlbində əsrlər boyu
Özünə yer tutub, yurd salan duyğu
Əmrlə insanın çıxmaz canından
Bir də komsomolçu deyil xuligan
Ki, onun ağlına nə gəlsə tutsun.
Ar olsun, doğrudan, sana ar olsun!
Mirpaşa çatmışdı iki qaşını,
Sallamışdı yerə yekə başını…
Deyəsən, qaçmışdı rəngindəki qan,
Peşiman kimiydi tuttuqlarından… (Vurğun, 2005: III/20 vd.)
Vurgun’un, “dastanımın baş qəhrəmanı” diye tanıttığı Bahtiyar’ın başkanlığında kapalı toplantı yapılır, mesele gündeme getirilip enine boyuna tartışılır ve bu eylemin büyük hata olduğu, mescide saygısızlık yapılmaması gerektiği görüşü kabul edilir. Mirpaşa “sana ar olsun” sözleriyle kınanıp pişman edilir.
Samet Vurgun, “inanç” ve “maneviyat” hususunda kulak küpesi yapılması gereken düşünce ve davranışı “Hürmüz və Əhrimən” poemasında “zaman ve mekân”ı tasvir ederken tavsiye etmiştir.
Dönükdür dövranın hökmü, sən öz simanı saf saxla!
Səadətdən, məhəbbətdən danışma hər bir alçaqla!
Bir “Allah” adlanan eşqi sən öz qəlbində axtarsan,
Özün öz hüsnünü tapsan[53 - Tapsan: Bulsan.] – ölüb getsən də sən varsan! (Vurğun, 1961: III/274)
* * *

3.6. Musiki
Bir milletin dünya medeniyeti içerisindeki yerini tayin eden en önemli göstergeden biri şüphesiz ki o milletin musiki medeniyetinin seviyesidir. Bunun şuurunda olan Vurgun hem eserlerinde hem de bütün sosyal faaliyetlerinde Azerbaycan musikisinin dünya medeniyeti sahnesinde hak ettiği yeri alması için büyük gayret göstermiştir.
Vurgun ilk musiki bilgisini ve saz çalmayı babası Yusuf Ağa’dan öğrenmiştir. Kadim âşıkların saz havalarını çalıp türkülerini okuyan babası onun ilk musiki muallimi olmuştur. Daha sonra Kazak Seminaryası’nda okurken İstanbul Darülmuallimin mezunu Hasan Basri ve Gori Seminaryası mezunu Rus Lyapin onun musiki ve nağme dersi hocaları olur. Etnograf Tarihçi İsmayıl Umudlu, Vurgun’un Kazak’da toplanan edebî ve sanat meclislerinde keman çaldığından bahseder. Bütün bunlar Vurgun’un musiki bilgisine ve zevkine sahip olduğunu gösterir. Vurgun, kendisinin de ifade ettiği gibi muğamata karşı büyük muhabbeti olmuştur. O, Azerbaycan musikisinin hem muğamat üzerinde kurulduğunu hem de muğamatın sadece Azerbaycan’ın değil bütün Kafkas ve Şark halklarının bedii zevki olduğunu belirtmiştir. Bu konuda yaptığı bir konuşmada şöyle der:
“Azərbaycan musiqisi muğamat üzərinde qurulmuşdur. Muğamat təkce Azərbaycanın yox, bütün Qafqaz ve Şərq xalqlarının bədii zövqüdür. Biz fəxr edirik ki, bizim yarattığımız böyük musiqi məktəbi nəinki Azərbaycanda, hətta bir çox xarici ölkələrin xalqları arasında böyük nüfuz kəsb etmişdir.” (Vurğun, 2005: V/88).
Vurgun, 1934 yılında “Şahsənəm” operasını sonuna kadar seyredememiştir. Muğamatları izlemeye tahammül edememiştir. Fakat “Köroğlu” operasının gösteriminde sevinç ve mutluluk gözyaşını tutamamıştır. Azerbaycan musikisinin yükseldiği seviyenin mutluluğu ile gözyaşlarına boğulmuştur. Bu hâli şöyle anlatıyor:
“Bir şey mənim yadımdan çıxmaz. 1934-cü ildə mən “Şahsənəm” opərasından yarımçıq çıxdım. Axıra qədər baxa bilmedim. Hərçənd orada müəllif bəzi muğam hissələrindən istifadə etmişdir, lakin mən tamaşanı tərk etdim.
İkinci təsadüf: Mən ‘Köroğlu’nun prasmotrunda şəxsən ağladım. Tamaşada bir yer vardı: Qırat gedən zaman çalınan musiqi adamı ağladır. Lakin mənim ağlamağım bedbinlik ağlaması deyil. Mən öz -özümə dedimki, buradaki əsl həqiqi musiqidir.” (Vurğun, 2005: V/87vd.).
Vurgun, gençlerin Batı musikisine meyletmesi hususunda da itirazını ağır bir dille bildirmiştir:
“Mən bilmirəm belə vəziyyət necə yaranmışdır ki, bizim gənclik, Avropa musiqisinə meyl edib özünün milli musiqisinə barmaqarası baxsın. Əgər doğrudan da belədirsə, mən buna xalq qarşısında xəyanət deyə bilərəm. Bu düzgün hərəkət deyil. Çünkü yoldaşlar, Avropa Avropadır, Şerq Şərqdir, Azərbaycan da Azərbaycandır.” (Vurğun, 2005: V/89).
Vurgun, musiki mevzusunda çok duyarlıdır. Bu sebepten olsa gerek musiki konusunda iddialı konuşmaktadır. Onun sadece şu paragrafı okunduğunda musiki konusundaki yetkinliği görülmektedir.
“Axırıncı məsələ muğamatın qəmginliyi məsələsidir. Mən etiraf edirəm ki, bizim mugamatda bədbinlik yoxdur. Axı niyə mən “Rast”a qulaq asanda ağlayım. Əksinə mən heç zaman bədbin olmaram. Əgər adamlar “Rast”dan bedbin olsa idilər, onda ya ruhdan düşərdilər, ya da gedib qayalarda yaşayardılar. “Rast”ın elə əzəmətli yerləri vardır ki, elə bil qarşıdan karvan keçir. Həyatı, təbiəti daha çox hiss edirsən.
Sonra az oxumaq məsələsi: konsertdə üç dəqiqə çalıboxumaq muğamın qol-qanadın qırmaqdır. Üzeyirbəy deyir ki, “Rast”ın 7 qolu vardır. Onun hərəsini 1 dəqiqə, cəmisi 7 dəqiqəyə oxumaq olar. Bu düzgün deyil. Çünkü oxuyan gərək meydan sürsün, tələsməsin.” (Vurğun, 2005: V/90).
Samet Vurgun, Üzeyir Hacıbeyov’un doğumunun 60. dönümünde ünlü Sovyet musikişinaslarının huzurunda yaptığı konuşmada ve ardından kaleme aldığı “Büyük Bestekâr” adlı makalesinde Azerbaycan’ın millî musiki aletlerinin yasaklanmasına büyük tepki göstermiş, “tar”, “kamança” gibi musiki aletlerini yasaklayanları “şerefsizlik”, “satkınlık” ve “halk düşmanlığı” ile itham etmiştir. Bu mevzuda şöyle konuşmuş/ yazmıştır:
“Onun (Üzeyir Bey’in), 1935-ci illərdə milli çalğı alətlərimizdən notlu bir orkestr yaratması, bu orkestr üçün yazdığı 1-ci va 2-ci simfoniya adlı əsərləri tarixi bir rol oynadı. “Rədd olsun tar və kamança!” deyən, Azərbaycan xalqını öz milli musiqi mədəniyyətindən məhrum etmək istəyən bir çox şərəfsiz və satqın xalq düşmənlərinin kütbaş nəzəriyyələrinə qarşı Üzeyir ilk dəfə milli musiqi alətlərimizin notlu orkestrini yaratdı. O, nəzəri və əməli olaraq, tar-kamança, tütək, yastı balaban, qoşa zurnalar vasitəsilə simfonik əsərlərin ifa olunmasını sübut etdi.” (Vurğun, 2002: V/181)
* * *

3.7. Âşık Edebiyatına Hayranlığı
Türk milletine has çok işlevli bir kültür değeri olan âşıklık geleneği, aynı zamanda bu geleneğin taşıyıcıları âşıklar ve âşık edebiyatı Samet Vurgun’un her zaman dikkat merkezinde olmuştur.
Âşık sanatını iyi bilen ve seven Vurgun, karşılaştığı genç âşıklara, âşıkta bulunması gereken vasıfları sıralayıp tavsiye edermiş:
Âşıkta sevda gerek olsun,
Âşıkta saz gerek olsun,
Âşıkta ses gerek olsun.
Âşıkta söz gerek olsun,
Âşıkta selige[54 - Səliqə: Muntazam, düzgün.] gerek olsun. (Qəsəbova, 2014: 72)
Gittiği her il, ilçe ve köyde âşıklar meclisinde bulunmuş, onların sazıyla, sözüyle, eserleriyle ilgilenmiş, hatta onlarla karşılıklı şiirler söyleyip, türküler koşmuştur. Milletin sesi, sözü, sazı olan âşıkları, “Aşıq Qardaşıma” adlı şiirinde saz çalmaya, söz söylemeye çağırmıştır.
Gəl qələm götürüb, qoşa saz tutaq,
Süsənlər, sünbüllər, güllər bizdədir;
Gecələr qoynuna ay qonaq gələn
Sonası çağrışan göllər bizdədir.

Nə xoşdur ellərin şirin avazı,
Güldü ölkəmizin çiçəkli yazı,
Şairin qələmi, aşığın sazı,
Bülbülü mat qoyan dillər bizdədir. (Vurğun, 2005: II/7)
* * *
Vurgun, Komsomol poemasında (Vurğun, 1986: 2/80) bir deste kaçağın başında bulunan Geray Bey’in Âşık Veli’yi dağa getirtip yemeli içmeli meclis kurdurduğunu anlatır. Kızını istemeye gelen Celal’in de bu mecliste bulunduğunu, âşığın sazı sinesine basıp çalıp söylediğini vasfeder:
Aşığın yoldaşı sazdır əzəldən;
O saz ki söz alır min bir gözəldən.
Onda nə əyrilik, nə də ki, qan var,
Hər zaman yaşayan bir həyəcan var.
Ocaqlar çatıldı, kabablar bişdi.
Məclisin ahəngi yenə dəyişdi.
Oturdu diz-dizə qaçaqlar bütün,
Çadırı doldurdu şərabla tütün…

Aldı sinəsinə sazını Vəli
Simlərin üstündə gəzdikcə əli,
Görək nə dedi:
Ay ağalar, ay paşalar,
Dərd başımdan aşdı yenə,
Açıldı Tanrının gözü,
Sellər, sular daşdı yenə…
Dəyişdi şahların adı,
Dünya rahat oturmadı,
İnsan oğlu dinc durmadı,
Düz yolunu çaşdı yenə…
Sinəmə töksələr, barı,
Quzeydə saxlanan qarı;
Talan oldu elin varı,
Aralıq çaxnaşdı yenə.

Vurgun, eserinde devrin yönetimiyle savaş hâlinde olan kaçaklara dağın başında meclis kurdurup, âşık getirterek devrin panoramasını âşığın diliyle vasfetmiştir.
Sinəmə töksələr, barı[55 - Barı: Odu, ateşi, ocağı.],
Quzeydə saxlanan qarı;
Talan oldu elin varı,
Aralıq çaxnaşdı[56 - Çaxnaşdı: Düşen bozuldu, ortalık karıştı.] yenə.
* * *
Azerbaycan’ın diliyle ülkesinin meziyetlerini anlattığı şiirinde de ülkenin bağrında “sedefli sazların” dil açtığını hatırlatmaktadır:
Dil açmışdır bu sədəfli sazlarım,
Mahnı qoşur gözəl-göyçək, qızlarım,
Göllərimdə alaboğaz qazlarım
Durnaların düz qatarı məndədir. (Vurğun, 2005: II/19)
Vurgun bizzat kendisi âşıklarla ilgilenmiştir. Onların toplantılarına, programlarına katılmış, eserlerinin yayımlanmasına yardımcı olmuştur.
Âşık Mikâyıl Azaflı ile 29 Temmuz 1987 günü Kazak şehrinin İkinci Şıhlı kentinde mihmandarım Prof. Dr. Azize Caferzade ile birlikte görüştüğümüzde kendisinden bir hatırasını dinleyip kayıt altına almıştım.
1941 yılı Mayıs ayında, İkinci Dünya Savaşınin başlamaya yüz tuttuğu günlerde, Âşık Mezahir Daşgın Borsunlu, Samet Vurgun’un derneklerine geleceğini Mikâyıl Azaflı’ya haber verir. Azaflı, dâhi şair Samet Vurgun’la görüşeceğine çok sevinir.
Muhitin âşıkları, şairleri Gence Âşıklar Derneği’nde toplanırlar. Samet Vurgun herkesle görüştükten sonra gözü genç Mikâyıl’a takılır:
“Aya sen neçisen? Sen de mi şairsen?” der.
Mikâyıl Azaflı utana sıkıla cevap verir:
“Samet Müellim, sen demişken herden herden uydururam.”
Birkaç şiirini okur. Samet Vurgun beğenir ve bazı tavsiyelerde bulunur. Ardından sorar:
“Aya lehçennen görürem sen Gazah adamına benziyirsen. Sesin varsa get âşıg ol. Âşıg Mirze Bayramov menim dosdumdu. Kâğıt verim, Mirze’nin yanına get onunla çalış.”
Azaflı, yıllar sonra adı geçen âşığın şakirdi olur (Kafkasyalı, 1996: 26 vd.).

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/ali-kafkasyali/samet-vurgun-69499858/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Derk edə bilməz: Anlayamaz.

2
Dözer: Tahammül eder.

3
Tren Aras Nehri’nin kenarında durdu.

4
Dayandı: Durdu.

5
Deyəsen: Sanki.

6
O taya: O tarafa.

7
Hərdən: Ara sıra.

8
Ah Aras! Lütfen yirmi yıldır ki uzakta kalan, haber alamadığım Sara bacım şimdi nerededir? Rica ediyorum ondan bana bir haber ver. Sara: Türk halk efsane ve halk hikâyelerinden önemli biri olan “Sara ve Han Çoban” eserlerin başkahramanı Sara, Aras Nehri’nin kolundan Arpaçayı suyunu geçerken sele kapılıp kaybolur. Burada “Sara” Güney Azerbaycan’ın sembolüdür. Yirmi yıl önceki bağımsızlık hareketinin sükûtu kasdedilmektedir. Bazı söylemlerde ise bu mısra ile Samet Vurgun’un eşi Haver hanımın bacısı Sara’nın 1920 yılında Bakü’de Güney Azerbaycanlı Ağa Naki ile evlenip Reşt şehrine yerleşmesi ve sınırlar kesilip mektuplaşma da yasaklanınca haber alınamaması kastedilmektedir.

9
Sanki o bizi kasten bekletiyor.

10
Xar olmuş: Değerden düşmüş heder olmuş.

11
Sanki gözleri dalmış.

12
Kitap Tongalı: Büyük kitap ateşi.

13
Şaxta: Kış, ayaz, soğuk.

14
Adi: Normal.

15
Təlatüm: Tufan, dalgalanma.

16
Küçələrini: Caddelerini, sokaklarını.

17
Qadir: Kudretli, güçlü.

18
2022 yılı itibariyle 35 milyon (A. K.)

19
Şairler Meclisi: 1941-1946 yıllarında Tebriz’de yayımlanan “Vətən Yolunda” adlı gazetenin maiyetinde kurulan bir meclistir. Şiirde adları geçen Əli Fitrət, Ebül Qasım, Kəmalî, Səid Mehdi, E’timad, Bilal Nəsirî bu meclisin üyeleridir.

20
Məslək: Ülkü, ideal.

21
Mir Mehdi İtimad Natikî (Tebriz 1900 -Tahran 1981), 21 Mart 1945’te kurulan Tebriz merkezli Azerbaycan Muhtar Hükûmeti, 12 Aralık 1946’da Avrupa, Rus ve Şah kuvvetleri tarafından yıkıldıktan sonra tutuklanarak hapsedilmiş ve iki yıl ağır mahkûmiyet çekmiştir. Rıza Şah zulmüne rağmen, kitaplarını Azerbaycan Türkçesiyle yayımlamış, bunun için de kitapları hem çok okunmuş hem de çok baskı yapmıştır. Uzun bir süre şairler meclisinin başkanlığını yapmıştır.

22
Mehemmed Biriya (Tebriz 1914- Tahran 1989): Mir Cafer Pişeveri’nin 1945’te Tebriz’de kurduğu “Azerbaycan Muhtar Hükûmeti”nde kültür bakanı olmuştur. İran Azerbaycanı’nda okullarda ilk defa Türkçe eğitim öğretimi uygulamalı olarak başlatmıştır. Bu sebepten “Settar Han” madalyası verilmiştir. 12 Aralık 1946’da, Azerbaycan Muhtar Hükûmeti yıkıldığında Bakü’ye sığınmıştır. Moskova’nın emri ile 1947 yılında Bakü’de hapsedilmiştir. 1956 yılında hapisten çıkan Biriya, 1957 yılında tekrar hapsedilir. On yıl daha hapiste yatmıştır. Tebriz’e dönmek istediği için iki yıl daha hapsedilmiştir. Daha sonra Tambov şehrinin Yaroslav köyünde mecburî ikamete tabi tutulur. Tambov’dan firar eder ve kaçak olarak yoksullluk ve derbederlik içinde Bakü’de, Şuşa’da, Şamhor’da yaşar. Nihayet 29 Eylül 1980 günü yorgun, düşkün ve bitkin hâlde Tebriz’e döner. Beş yıl sonra bu defa da Tahran yönetimi onu hapseder. Ömrünün son günlerinde hapisten çıkarılır. Hapisten çıktıktan kısa bir süre sonra 1989 yılında vefat eder.

23
Balaş Azəroğlu: (Bakü 1921 – Bakü 2011) Aslen Güney Azerbaycan’ın Erdebil şehrindendir. Tebriz’de Millî Hükûmet tarafından Azerbaycan Devlet Radyo Komitesi’nin ve Şairler Cemiyeti’nin idare heyetinin üyesi seçilmiştir. İran’da çağdaş Türk edebiyatının gelişmesinde büyük hizmeti olmuştur. 1948 yılında yeniden faaliyete geçen Güney Azerbaycan Yazarlar Cemiyeti’nin başkanlığına getirilmiştir. Onun şiirlerinde, bütün Azerbaycan Türkü’nün bağımsızlık mücadelesi, gelecekten beklentileri her yönüyle ve çok renkli tasvirlerle işlenmiştir.

24
Ali Fıtrat (Tebriz 1890 – Tahran 1948) : Ünlü bir gazeteci olan Ali Fıtrat 1945 yılında Tebriz’de “Veten Yolunda” gazetesinin bünyesinde kurulan “Şairler Meclisi”nin kurucularından olmuştur. 1945’te İran Azerbaycan’ında yürütülen hürriyet ve bağımsızlık hareketlerine katıldığı için Tahran hükûmeti tarafından takibe alınmış, “Azerbaycan Muhtar Hükûmeti” yıkıldıktan sonra da Tahran hükûmeti tarafından zindana atılmıştır. 1948’de serbest bırakılan Fıtrat kısa süre sonra ölmüştür.

25
Kəlağayı: İpek başörtü.

26
Göymuncuğu: Nazar boncuğu.

27
Göğsünde altın kılıflı Kur’an.

28
Rus Çarlığının devlet armasında yer alan çift başlı kartal figürüne işaret etmektedir.

29
Sarı paqonlar: Rus subaylarının omuzlarındaki sarı apoletler.

30
Qol çəkmək: İmza atmak. Qolunu çəkəbilmədi: Kendi imzasını atamadı.

31
Odur bax!: İşte bak!

32
Şiirin yazıldığı 1948 yılında Güney Azerbaycan’ın nüfusu 5 milyon, İran Türklerinin tamamı ise 8 milyon civarındadır. 2022 yılı itibariyle Güney Azerbaycan’da 25 milyon, İran’ın tamamında ise 40 milyondan fazla Türk yaşamaktadır.

33
İnkvizitor: Engissisyon, işkence, zulüm.

34
Atlas donunu: İpek kaftanını.

35
Dur: Kalk.

36
Bəsdir: Yeterlidir.

37
Yüz ildi: Yüz yıldır.

38
Kəsalət: Hareketsizlik, ölgünlük.

39
Tapdar: Çiğner, ayaklar altına alır.

40
Həmsayə: Komşu.

41
Əybini qandı: Ayıbını anladı, hatasını gördü.

42
Dursun: Kalksın.

43
Olar çünki bəşərdir: Onlar çünkü insandır.

44
Danıb: İnkâr edip.

45
Babı / Babî: Önceki yüzyılda İran’da gelişen ve bazı dinî çevreler tarafından sevilmeyen bir dini hareketin mensubu.

46
Tradisiyalar: Gelenekler.

47
Konkret: Mevcut, tam, dakik, kesin.

48
Tahammül edelim, biraz daha dahammül edelim, yardım Allah’tan!

49
Vurgun’un “Bakının Dastanı” adlı poemasının sadece bu kısmı Nizamî’nin “İslâm güzel ahlâktır.” Düsturunu esas alarak yazdığı “Mahzenül Esrar” (Sırlar Hazinesi) eserinin özü gibidir.

50
Qulaq as: Kulak ver, dinle.

51
Komsomol: Komünist Gençler Birliği, komünist genç.

52
Asan: Kolay.

53
Tapsan: Bulsan.

54
Səliqə: Muntazam, düzgün.

55
Barı: Odu, ateşi, ocağı.

56
Çaxnaşdı: Düşen bozuldu, ortalık karıştı.
Samet Vurgun Ali Kafkasyalı

Ali Kafkasyalı

Тип: электронная книга

Жанр: Историческая литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 16.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Samet Vurgun, электронная книга автора Ali Kafkasyalı на турецком языке, в жанре историческая литература

  • Добавить отзыв