Gümüş Rengi Düşler
Aynur Turan
Aynur Turan
Gümüş Rengi Düşler
Yazar Yetiştirme-Metin ve Senaryo Yazarlığı Atölyesi katılımcılarının yazılarından oluşan bu eseri sizlere takdim etmekten mutluluk duyuyoruz.
Edebiyatımızda pek çok nesle hocalık yapan şair ağabeyimiz Ali Akbaş’ın yürüttüğü şiir atölyesinde yazılan şiirleri, Türk hikayeciliğinin yaşayan önemli isimlerinden Osman Çeviksoy’un idaresinde sürdürülen hikaye atölyesi ve Akademisyenliği ile olduğu kadar yazarlığı ile de kültür ve edebiyatımıza önemli katkılar sunan Hüseyin Özbay idaresindeki deneme atölyesinde ortaya çıkan eserleri sizlere topluca sunmaya çalıştık. Adem Yeşil, Atalay Yağmur, Aynur Turan, Berrin Müzeyyen Alpay, Erhan Özel, Fatma Nur Özdemir, Hatice Üzgül, Kamuran Özaktürk, Kenan Dallı, Mehmet Fatih Mülayim, Melik Çağrı Küçükyıldız, Oğuz Atahan Başaran, Remzi Anıl Toprak ve Saffet Atak uzun bir atölye çalışmasını sabırla sürdürerek edebiyatımıza yeni imzalar olarak adım atıyorlar. Bu arkadaşlarımızın imzalarıyla “Kardeş Sesler 2012” adıyla bir ortak kitap yayınlıyoruz.
Ayrıca Aynur Turan, Berrin Müzeyyen Alpay, Oğuz Atahan Başaran ve Melik Çağrı Küçükyıldız’ın kendi eserlerinden oluşan müstakil kitaplar da Atölye çalışmaları sonunda okuyucuyla buluşmuş oluyor.
Arkadaşlarımızı tebrik ediyor edebiyatımız içindeki varlıklarının sürekli olmasını ve her birinin isim ve üslup sahibi yazarlar olarak kendi yerlerini almalarını diliyoruz.
Sevgili Dostlar,
Türk edebiyatı, her yıl 30 civarında yeni hikayecinin eserleri ile zenginleşiyor. Başka bir deyişle her yıl 30 yeni yazar, kitaplaşan hikayeleri ile edebiyatımıza giriyor. Bu yıl, AYB Edebiyat Akademisi Yazar Yetiştirme-Metin ve Senaryo Yazarlığı Atölyesi sonunda yayınlanan 4 hikaye kitabının önemi artıyor. Atölyemiz, bu yıl ülkemizde yayınlanacak olan hikaye kitaplarının %13’ünü üretmiş demektir. Buna Kardeş Sesler 2012 kitabımızı da eklersek katkımız daha da artacaktır.
Bu önemli başarıda pek çok teşekkür borcumuz var: Öncelikle uzun bir maratonu gece gündüz demeden sanat sevgisiyle sürdüren yeni yazarlarımıza, sabırla bu atölyeleri yürüten her yeni yazıda tekrar heyecanlanan hocalarımıza, projelerimizi destekleyen Dernekler Dairesi Başkanlığı çalışanlarına ve özellikle Daire Başkanı Sayın Mustafa Yardımcı’ya teşekkür ediyoruz. Ve elbette şükran borçlu olduğumuz bir diğer isim ise projenin ev sahipliğini yürüten Türk Norm Vakfı Başkanı Özcan Tokyürek. Vakıf salonlarında yapılan derslerde en az bizler kadar heyecanlanıyordu.
Avrasya Yazarlar Birliği olarak yazar yetiştirme konusundaki bu tecrübelerini Ankara ile sınırlı kalmayıp ülkemiz geneline hatta tüm Avrasya coğrafyasına taşımak arzusundayız. Ümit ederiz, bu birikim tüm Anadolu’ya ve Türk Dünyasına yayılır.
Yazarlarımızın Türk edebiyatında önemli imzalar olarak yeni ufuklara doğru yelken açacakları ümit ve dilekleriyle, eseri dikkatlerinize sunuyorum.
Yakup Deliömeroğlu
Avrasya Yazarlar Birliği
Genel Başkanı
AYNUR TURAN
tur_ayn@yahoo.com.tr
6 Eylül 1967’de Siirt’te doğdu. Konya Barbaros Hayrettin Paşa İlkokulu’nda başladığı öğrenim hayatına babasının mesleği dolayısıyla farklı illerde devam etti. 1984’de Erzurum Lisesi’nden mezun oldu.1988’de Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi Ev Ekonomisi Yüksek Okulu’nu bitirdi. 1989’da Aile Ekonomisi ve Beslenme Öğretmeni olarak Ankara Altındağ Halk Eğitim Merkezi’nde göreve başladı. Malatya, Elazığ, Gelibolu, Denizli’de ilköğretim okulları ve meslek liselerinde görev yaptı. Halen Ankara Aliye Yahşi Kız Teknik ve Meslek Lisesi’nde öğretmenliğe devam etmektedir.
Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi atölye çalışmalarına katıldıktan sonra hikâye ve deneme yazmaya başladı. İki yıldır hikâye ve deneme yazmaktadır.
Evli ve bir kız bir erkek, iki çocuk annesidir.
TESADÜF
Çocukken kardeşlerine masal anlatırdı. Hem de hiçbir yerde yazılı olmayan kendi uydurduğu masalları. Kardeşleri arkadaşlarına söyleyince onlara da anlatmaya başladı. Çocukları anlattıklarıyla etkilemek kolaydı. Öyle ya, masallar gerçek ya da inandırıcı olmak zorunda değildi. Kimse “Olur mu canım böyle saçmalık?”diyemezdi.
Büyüdü ama ara sıra kardeşlerine masal anlatmaya devam etti. Hatta çocuklarını kendi masallarıyla büyüttü. Bir gün birisi “Hadi şu masalı bir daha anlat.” dese, belki de aynı kelimeleri aynı cümleleri hatta aynı kurguyu kullanamazdı çünkü sözler sadece o an için işbirliği yapıyor sonra da hafızalardan silinip gidiyordu. Unutuluyordu.
Anlattıkları beğenildikçe o da hayaller kurmaya başladı.“Bir masal kitabı yazabilse ne iyi olurdu…” Bu hayalin her zaman aklına gelmesine izin vermezdi; olacak şey miydi bu? İmkânsız gibi görünmesine rağmen bu düşünün kısa süreli bile olsa aklından her geçişi onu gülümsetirdi.
Yıllar geçti. Kardeşleri de, çocukları da büyüdü. Aile toplantılarında anlatılan anılar arasında bir zamanlar ondan dinledikleri masallardan da bahsedilirdi. Herkes ağız birliği etmiş gibi onu bir şeyler yazması konusunda teşvik ederdi. Bu cesaretlendirme çabalarının bir sonucu olsa gerek, bir süre sonra çevresindeki kişilerle hayalini paylaşmaya başladı. Artık utanıp sıkılmadan hayalini sözlerle ifade edebiliyordu. Bu konuda konuşabiliyordu fakat düş kırıklığına uğrayabileceğini de düşündüğü için “Hiçbir şey yazamazsam ben de yemek kitabı yazarım.” diyerek adeta yazarlık konusunda iddiasız olduğunu göstermeye çalışıyordu.
Başarmayı istemez miydi? Hem de ne çok isterdi. Düşüncesi bile nefesini kesmeye yetiyorken gerçekleşmesi nasıl olurdu ki? Bilmiyordu. Sadece istiyordu…
…
Öğretmenler odasında, içinde duyuruların, resmi yazıların bulunduğu dosyayı açtı. Okunması ve imzalanması gerekiyordu evrakların. Duyurulardan biri onu çok şaşırttı, okudu ama inanamadı. Yazarlıkla ilgili bir kurs olduğunu daha önce hiç duymamıştı. “Yazarlık öğretilebilir miydi?” İçinde tatlı bir ürperti oldu. Az önceki şaşkınlığının yerini sevinçle karışık bir telaş aldı. Gerekli bilgileri, irtibat telefonlarını, son başvuru tarihini not defterine yazdı. Bunu bir an önce ailesiyle paylaşmalıydı. Belki katılamayacaktı ama böyle kursların olduğundan haberdar olmak bile onu heveslendirmişti.
Ders bitiminde kızıyla buluşup alışveriş yapacaklardı. Karşılaştıklarında ilk işi bu haberi onunla paylaşmak oldu. Not aldığı defteri çıkarıp kızına okuduğunda, “Ama anne bugün son günmüş, hemen telefon etmen gerek.” sözleriyle bir an bocaladı. Bu duyuru onu çok heyecanlandırmıştı fakat bu kadar yakın bir zamanda başvuru yapmaya kendini hazır hissetmiyordu.
Korkuyor muydu ne? Ne yapacağını bilemedi bir süre. Sonra not aldığı numarayı aramaya karar verdi. Her şeyi oluruna bırakacaktı… Belki “Kayıtlar doldu.” denecekti. Belki kursun bazı şartları ona uymayacaktı. Belki kurs günleri, ders saatleri ya da ulaşımla ilgili sıkıntılar olacaktı… Aramadan bilemezdi ki.
Telefonun karşı tarafındaki ses onu caydıracak tek kelime bile etmedi. Aksine kayıt işlemlerinin ileriki tarihlerde halledilebileceğini, akşam yapılacak olan açılış toplantısına katılarak hocalar ve kursiyerlerle tanışabileceğini söyledi.
Çok hızlı ve planlamaksızın gelişen bu durum, iyice düşünmesine fırsat vermeden onu sarmalamıştı. Her şey “Çorap söküğü gibi.” dedikleri türden bir yol tutturmuştu sanki. Akşam eşiyle birlikte katıldığı toplantı da, yolculuğun başladığı gün olmuştu.
Hocaların aydınlatıcı, bilinçlendirici, eğitici, sohbet havasında geçen birkaç dersinden sonra hikâye tamamlama ödevi ile endişesi arttı. Baş tarafı verilen bir hikâyenin devamını kurgulayacaklardı. İlk kez hikâye yazacaktı ve yazdıklarını başkalarına okuyacaktı. Hem masal da olmayacaktı yazdıkları; öyle devler, periler, prensesler, prensler, doğaüstü güçlerden bahsedemezdi. Gerçek ya da gerçek olabilecek, yaşanmış ya da yaşanabilecek olaylar ve durumlar anlatılabilirdi.
Hikâyeyi nasıl tamamlayacaktı? Hem yazılan her hikâye, tüm kursiyerler ve hoca tarafından eleştiriliyordu.
Yazdı… Atölyedeki herkes kendi yazdıklarını sırayla okurken görünmez olmak istiyordu. Arkadaşlarının kurguları onu kendi yazdıklarıyla ilgili umutsuzluğa düşürüyordu. Nerden bulmuşlardı bu konuları, bu kelimeleri, bu cümleleri, bu benzetmeleri? Kendininkini kim bilir ne çok eleştireceklerdi. Nerden gelmişti bu kursa?
Sıra ona geldiğinde hikâyesini okudu. Eleştirildi de, atış serbest misali. Eleştiriler onu ürkütse de değerlendirmeler arasından olumlu olanlarına, cesaretlendirici ve onaylayıcı sözlere tutundu. Hatalarını düzeltmek için çaba sarf etti. Hocalarının, “Dilde yetersizlik yoktur. Bir başkasının kelimelerini kullanmanız gerekmez, kendi kelimeleriniz yazı yazmanıza yeter.” sözlerinden cesaret aldı. Kendisi olarak yazdı… Yazdı… Yazdı…
…
Yazmaya devam ettim. Yazdıkça da mutlu oldum. Hikâye ve denemelerim beğenildikçe kendime güvenim arttı. Hayalini bile kurmaktan çekindiğim bir hedefime ulaştım. Şimdi kendime soruyorum, “Yazar oldum mu?” Yanıtım şu, “O gün tesadüfen faaliyetlerinden haberdar olduğum yazarlık kursu sayesinde, yazar olma yolunda ilerliyorum.”
(Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi Hikâye Atölyesi, 02.09.2011)
BİR DİLEK
Kafası karışmıştı.
“Ama sen! Nasıl? Ne zaman?”
Öyle öfkeliydi ki ne diyeceğini bilemedi. Gecenin bir vakti ne yapacak, kimden yardım isteyecek, asansörden Meltem’i nasıl çıkaracaktı? Dahası bu durumun nasıl bir açıklaması olabilirdi?
Meltem’i seviyordu. Onun da kendisini sevdiğini düşünürdü hep. Evleneli dört yıl olmuştu ama yedi yıldır birlikteydiler. Öyle aklına estiği zaman her istediğini yapacak yapıda birisi değildi. Ama şimdi…
Engin kendini toparlamaya çalışarak buz gibi bir sesle sordu.
“İyi misin Meltem?”
“Evet, ne olur çıkar beni buradan!”
O anda kattaki kapılardan biri aralandı. Kapı aralığından bakan yaşlı adam “Yardımcı olabileceğim bir şey var mı?” diye sordu. Artık doğru dürüst uyuyamadığı için geceleri sık sık uyanarak evin içinde dolaştığını, Meltem’in asansörde kaldığını da bu şekilde fark ettiğini söyledi.
Engin, az önce kapısını çalarak karısının asansörde olduğunu haber veren bu yaşlı adamla ilgili, aklından geçirdiği düşüncelerden utandı. Ona inanmamış aklından zoru olduğunu sanmıştı.
Biraz önce ilginç bir şekilde tanıştığı komşusundan asansörü açmak için gereken anahtarın apartman görevlisinde olduğunu öğrendi. Merdivenleri hızla inerken “Yaşadıklarımızın mantıklı bir açıklaması olmalı.” diyordu kendi kendine. Öfkesi doğru düşünmesini engelliyordu. Zihnini bulandıran kötü düşünceler arasından özellikle biri onu boğuyordu adeta.
“Ya başka biri varsa?”
Engin bu düşünceyi kafasından atıp toparlanmaya çalışırken apartman görevlisinin kapısına gelmişti. Uzun uzun zile bastı. Biraz bekledikten sonra kapı açıldı. Âdem Efendi’yle karısı, şaşkın ve tedirgin ona bakmaktaydı.
Âdem Efendi,“Hayırdır Engin Bey, gecenin bu saatinde?”diye sordu:
Engin özür dileyerek, utana sıkıla eşinin asansörde kaldığını, kapıyı açmak için yardıma ihtiyacı olduğunu söyledi. Bir yandan da aklından “Kim bilir ne düşünecekler hakkımızda?” diye geçirdi.
“Merak etmeyin Engin Bey, hallederiz şimdi.” dedi Âdem Efendi.
Kapının önündeki ayakkabıyı giyerken karısı da kullanacağı anahtarı getirmişti. L şeklinde kalınca bir demirdi bu.
Âdem Efendi önde, Engin arkada merdivenleri çıktılar. Dördüncü kata geldiklerinde Âdem Efendi “Merhaba Hüseyin Amca” diyerek yaşlı adamı selamladı. Engin iki senedir bu apartmanda oturmasına rağmen Âdem Efendi’den başka kimseyi tanımıyor olmaktan dolayı utandı.
Konuşmaları duyan Meltem iyice sabırsızlanmıştı.
“Hadi çabuk Engin, çıkmak istiyorum bu karanlıktan artık!”
Üzüntü ve endişe sezdi Engin Meltem’in sesinde. Kim bilir ne kadar süredir oradaydı. Bir an önce Meltem’i asansörden çıkarmayı ve olanları öğrenmeyi istiyordu.
Âdem Efendi kapının üst tarafındaki bir deliğe anahtarı soktu ve çevirdi. Asansörün kapısı gecenin sessizliğinde gürültüyle açıldı. Meltem asansörün bir köşesine sinmiş oturuyordu. Kapı açıldığında yüzüne vuran ışıktan kamaşan gözleri, Engin’in gözleri ile karşılaştığında doluktu. Kirpiklerini kırpsa gözyaşları yanaklarından süzülecekti ama kendini tutuyordu. Dudakları sımsıkı kapanmış, çenesi titriyordu. Hangi erkek ağlayan ya da ağlamak üzere olan bir kadın gördüğünde etkilenmezdi ki? Engin onun bu halini görünce ona sarılıp “Bitti” demek istediyse de içindeki şüphe onu engelledi. Eğildi, karısının koluna girdi. Onu oturduğu yerden kaldırdı. Âdem Efendi ve Hüseyin Amca’ya teşekkür etti. Birlikte merdivenleri çıkarlarken ikisi de gergindi.
Eve geldiklerinde Meltem hemen lavaboya gitti. Engin ne yapacağını, ne diyeceğini bilmiyordu. Duyacaklarından ötürü tedirgindi fakat bir açıklama bekliyordu. Daha fazla bekleyemedi, seslendi:
“ Hemen konuşmalıyız Meltem!”
O anda Meltem kapıyı açtı. Göz göze geldiler. Elini yüzünü yıkamıştı, gözleri kıpkırmızıydı.
“Anlatacağım Engin.” dedi ve salona doğru yürüdü.
Karşılıklı oturdular. Engin sesini yükselterek sordu.
“Nerdeydin Meltem gecenin bu saatinde?”
“…”
“Bu gece olanların mantıklı bir açıklaması olsa iyi olur! Yoksa!..”
Cümlenin devamını getiremedi Engin, sustu. Söyleyeceklerinden kendisi de korkmuştu. Meltem bu tehdidi duymazdan gelerek konuşmaya başladı.
“Bir açıklama beklemekte haklısın Engin ama anlattıklarımın sana mantıklı gelmeyeceğinden korkuyorum.”
“ Bir an önce anlat, seni dinliyorum.”
“Bir rüya gördüm Engin. Rüyamda; gözlerinin içi gülen, nur yüzlü, tanımadığım bir kadın, söylediklerini yaparsam bir çocuğumuz olacağını söyledi. Böyle şeylere inanmayacağımı bilirsin.”
Engin bu konuşmanın nereye varacağını çok merak ediyordu. Meltem’e dik dik bakarak,
“Eee?” dedi.
“Kaçıncı keredir elimiz boş dönüyoruz hastaneden. Seni üzmek istemediğim için aldırmıyormuş gibi davranıyorum hep. Sana “Daha genciz ümitsizliğe kapılmak için çok erken.” desem de; içten içe üzülüyorum. Bir çocuk sahibi olamamak en büyük korkumdur aslında.”
Meltem bir yandan konuşurken bir yandan da gözlerinden ince ince süzülen yaşları arada parmaklarıyla siliyordu. Engin Meltem’in ağlamasından etkilenmek ve yumuşamak istemediğinden bakışlarını farklı bir yöne çevirdi. Meltem’in anlattıklarının, yaşadıklarıyla ne ilgisi olduğunu hâlâ anlayamamıştı.
“Uyandım. Kadının söyledikleri çocukken Hıdrellez’de yaptığımız şeylerdi. Bahçede bir gül ağacının dibine dileğimi yazdığım kâğıdı gömecektim. Önce aldırmadım. Tekrar uyumaya zorladım kendimi. Uyuyamadım. Gözlerim kapalıydı ama bir kâğıt bulup dileğimi yazdığımı, bahçeye inip kâğıdı gül ağacının dibine gömdüğümü ve tekrar yatağa döndüğümü görüyordum. Bu görüntüyü atamadım kafamdan. Bir yanım “Böyle şeylere inanılır mı?” derken diğer yanım “Yaparsam ne kaybederim ki? Bu rüyanın bir anlamı olmalı.” diyordu. Seni uyandırmak geçti içimden ama uyandırsam ne diyecektim ki? Yapacaklarımın hiç de akıl kârı olmadığını söylerdin zaten. Engelleyemedim kendimi, bir çocuğa sahip olma arzusu akıllıca davranmama mani oldu. Kalktım seni uyandırmamak için üzerimi bile değiştirmeden çıktım. Asansörde kalacağımı nerden bilebilirdim?”
“…”
Engin donup kalmıştı; Meltem’in açıklaması onu çok şaşırtmıştı. Duymayı beklediği şeylerle hiç alakası yoktu Meltem’in söylediklerinin. Az önceki tehdidini hatırladı, utandı… Bir şeyler söylemeyi istediyse de uygun sözcükleri bulamamaktan çekindiği için sustu. Bu sırada Meltem pijamasının cebinden ikiye katlanmış küçük bir kâğıt çıkardı. Engin’e uzattı.
“Sadece bir dilek dilemiştim…” dedi.
Engin oturduğu yerden kalkarak Meltem’in uzattığı kâğıdı aldı. Okudu. Eğilip onu alnından öptü. Eşinin hala dinmeyen gözyaşlarını eliyle sildi. Sonra Meltem’in elini sıkıca kavrayıp onu oturduğu yerden kaldırdı. Gözlerinin içine bakıp gülümseyerek:
“Hadi, bahçeye inip başladığın şu işi beraber bitirelim!”dedi.
(Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi Hikâye Atölyesi, 25.04.2011)
DAVETSİZ MİSAFİR
“Seni çok özledim hayatım. Keşke sen de yanımda olsaydın da yeni yıla birlikte girebilseydik. Burada yeni yıl için yapılan hazırlıklar öyle gösterişli ki bu ışıltılı ortamı senin de görmeni çok isterdim.” demişti eşi telefonda.
Çalıştığı şirket, bir grup iş arkadaşıyla birlikte Selim’i Amerika’ya göndermişti. Meral eşinin bu içten konuşmasından etkilenmiş, ona vermek için sabırsızlandığı haberi telefonda söylemekten son anda vazgeçmişti. Selim’i görmeyeli bir ayı geçmişti, onu çok özlemişti. Bir sürpriz yapıp Selim’in yanına gitmeliydi. Bu harika haberi eşinin gözlerinin içine bakarak vermesinden daha güzel bir yılbaşı hediyesi olabilir miydi? Telefon da onu dinlerken aniden aklına gelen bir fikirdi bu. Hem yıllar önce yabancı dil eğitimi için gittiği o yerleri yeniden görmek, yeni yılda eşinin yanında olmak onu da çok mutlu edecekti.
“Sıkma canını bir tanem, daha birlikte geçireceğimiz çok yılbaşı olacak… Oradaki işleriniz ne zaman bitecek? Ne zaman döneceksiniz?”
“Bir ay kadar daha sürecek sanırım, sonra döneceğiz. İyi ki arkadaşlarla birlikteyiz de birbirimize destek oluyoruz. Yoksa yabancı bir ülkede yalnız kalmak katlanılacak gibi bir şey değil.”
Meral, telefon görüşmesi bittikten hemen sonra birkaç yeri aradı. Planını uygulamaya koyma konusunda sabırsız ve heyecanlıydı. İş yerinden izin aldı, uçak biletini ayırttı ve doğruca eve gitti. Birkaç gün için ihtiyaç duyacağı her şeyi ayarladı, valizine yerleştirdi.
Selim’le üç yıldır evliydiler, artık çocuk sahibi olmak istiyorlardı. Meral hamile olduğunu öğrendiğinde ,“Herhalde kaderin cilvesi dedikleri böyle bir şey.” diye geçirmişti içinden. Bu mutlu haberi vereceği insan, sevgili eşi kilometrelerce uzaktaydı. Böyle bir haber telefonda nasıl verilirdi?
Meral her zaman hatırlayacakları güzel bir sürpriz hazırladığını düşünüyor bu fikirden ötürü kendini takdir ediyordu. Selim’e baba olacağını söylemek için yanına gitmek harika olacaktı. Gerçi eşi sakin tabiatlı biriydi, sürprizlerden pek hoşlanmazdı ama bu beklenmedik ziyaretinin Selim’i mutlu edeceğinden emindi.
Öyle heyecanlıydı ki yolculuk hiç bitmeyecek gibi gelmişti Meral’e. Selim’i bir an önce görmek ve hamile olduğunu söylemek için sabırsızlanıyordu. Amerika’ya vardığında içi içine sığmıyordu, kısa bir süre sonra eşine kavuşacağı düşüncesi heyecanını daha da arttırmıştı.
Şirketin yılbaşı akşamı için otelde küçük bir kutlama yapacağını, eşinin de bu eğlenceye katılacağını biliyordu. Doğruca otele varmalıydı. Gümrükten çıkar çıkmaz hemen bir taksiye bindi ve adresi verdi. Selim’i ne çok özlemişti… Selim, vereceği habere ne çok sevinecekti… Buraya gelmekle ne iyi etmişti… Taksi otele yaklaştıkça Meral’in kalp atışları da hızlanıyordu.
Selim, hiç beklemezken, aklının ucundan bile geçirmezken Meral’i karşısında görünce ne yapacak, nasıl davranacaktı acaba? Karşılaşmayla ilgili bin türlü görüntü geçiyordu Meral’in zihninden. Hesaplarında yanılmıyordu. Selim’i eğlenceye katılmadan önce görebilecek, sürpriz haberini verebilecekti. Sonra belki birlikte katılırlardı eğlenceye. Belki de başka bir yere giderler, baş başa, daha özel, daha güzel karşılarlardı yeni yılı.
Otele girince ilk işi resepsiyondaki görevli bayanla konuşmak oldu. Selim odasındaydı. Bayan, Meral’in eşine yeni yıl sürprizi yapmak üzere kilometrelerce yolu gelişinden etkilenmiş, sürprizin bozulmasına gönlü razı gelmediğinden Selim’in odasını arayıp eşinin geldiğini söylemekten vazgeçmişti.
Meral, asansöre bindiğinde eşiyle karşılaşma anını gözünde canlandırmaya çalışıyor, ona ne diyeceğine bir türlü karar veremiyordu. “Sürpriizzzz… Baba olacağını söylemeye geldim aşkım… Mutlu yıllar…” demek fena olmazdı. Daha güzel sözler de bulunabilirdi. Nasıl olsa kapı açılıncaya kadar vakti olacaktı. O zamana kadar aklına gelecek farklı bir fikirle belki de karşılaşma anlarını daha da romantikleştirebilirdi.
Oda kapısının önünde kendine şöyle bir çeki düzen verdi, saçını düzeltti, sonra kapıyı çaldı. Beklemeye başladı. Heyecandan neredeyse ölecekti.
Kapı açıldığında kalakaldı, “Sürpriz!” diyemedi. Karşısında üzerinde geceliğiyle güzel bir kadın duruyor ve ne istediğini soran gözlerle ona bakıyordu. “Olamaz, yanlış kapı!” diye düşündü. Tam özür dilemeye hazırlanıyordu ki “Oda servisi mi hayatım?” sözleriyle irkildi. Sesi tanımıştı, bu ses Selim’in sesiydi. Zaten çok geçmemişti ki çarşafa sarınmış olarak Selim de kapıya geldi.
Meral, “Bu ne hal?” diyebildi sadece, gerisini getiremedi. Ne söyleyeceğini bilmiyordu çünkü… Şaşırmıştı… Yıkılmıştı… Hayal kırıklığı öyle büyüktü ki ne dese yetersiz kalacaktı zaten. Avazı çıktığı kadar bağırmak, haykırmak, ağlamak istiyordu ama dili tutulmuştu sanki. Donmuş kalmıştı. Aslında oradan bir an önce kaçmalı, uzaklaşmalıydı… Onu da yapamadı… Dizlerinin bağı çözüldü, oracığa yığıldı kaldı.
Meral, gözlerini açtığında yatakta buldu kendini. Selim de başucundaydı. Giyinikti. Odada ikisinden başka kimse yoktu. Midesi bulandı, bir tiksinti duydu içinde. Selim’den, gecelikli o kadından, sürpriz için yaptığı plandan, Amerika’dan, dünyadan, her şeyden tiksindi.
Meral toparlanmaya çalışarak ayağa kalktı. Mırıldanır gibi bir tonla “Gitmeliyim.” dedi. Selim, pişkin bir tavırla, “Gitme, bunu konuşalım.” diyerek onu kolundan tutmaya kalkışınca Meral ani bir refleksle suratına öyle bir tokat patlattı ki Selim neye uğradığını anlayamadı. Sonra bir daha, bir daha vurdu; kendini kaybetmişti nereye denk geldiğine aldırmadan defalarca vurdu… Selim, aldığı darbelerden kendini korumaya çalışsa da karşılık sayılacak hiçbir harekette bulunmuyordu. Meral, Selim’i bırakıp odaya yöneldi; önüne gelen her şeyi devirdi, dağıttı, kırdı, döktü… Sonunda yoruldu. Sinirleri boşalmıştı, sarsıla sarsılsa ağladı. “Nasıl yapabildin bunu bize?” diyor, başka bir şey diyemiyordu.
Nice sonra ayağa kalkarak Selim’in yüzüne nefretle şöyle bir baktı. “Yazıklar olsun sana!” dedi ve kapıyı çarpıp çıktı. Oteli terk ettiğinde aklında sadece bebeği vardı.
(Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi Hikâye Atölyesi, 22.01.2012)
NOKTADAN BİRAZ BÜYÜK
Serkan, iki yıldır İstanbul’da yüksek öğrenimini sürdürmekteydi. Bayram tatilini geçirmek üzere birkaç günlüğüne ailesinin yanına dönmesi herkesi çok sevindirmişti. Annesi neredeyse mutfaktan hiç çıkmıyor, hep oğlunun sevdiği yemekleri hazırlıyordu. Babası oğluyla birlikte zaman geçirmek için fırsat yaratıyor onunla yaptığı sohbetlerle hasret gidermeye çalışıyordu. Dışarıda bir işi olduğunda işi biter bitmez hiçbir yerde oyalanmadan doğruca eve geliyordu.
Serkan, annesinin babasının kendisine olan düşkünlüğünü bildiği için evden pek ayrılmıyor; kitap, dergi, gazete okuyor, müzik dinliyor, kardeşleriyle şakalaşıyor, onlarla sohbet ediyordu. Ailesiyle beraberken zaman sanki akıp gidiyordu… Zaten küçüklüğünden beri dışarıyı pek sevmezdi…
Oturma odasında bir yandan gazetesini okuyup bir yandan da müziğini dinlerken, kasığına giren ani bir sancıyla iki büklüm oluverdi. Ağrının şiddetiyle yüzünü buruşturmuş ne yapacağını bilemez bir halde iki eliyle kasığına bastırdı. O sırada,
“Serkan? Kıymalı mı, peynirli mi yapayım su böreğini oğlum?” diyerek annesi elleri unlu olduğu halde mutfaktan odaya girdi. Acıyla kıvranmakta olan oğlunun iki büklüm halini, kül gibi olmuş yüzünü görünce endişeden, telaştan öte korkuyla sordu:
“N’oldu yavrum? Serkan’ım neyin var?”
“Kasığıma bir sancı girdi anne.”
“Hemen babanı arayalım!”
“Niye ki…”
“Doktora götürelim seni…”
“Üşüttüm herhalde, birazdan geçer anne…”
“Geçse de sinmez içime oğlum. Betin benzin attı. Mutlaka doktora gitmeliyiz…”
Babası kısa sürede geldi. Onları, ailecek en güvendikleri hastanenin aciline götürdü. Serkan’ın şikâyetini dinleyen doktor, onu iyice muayene ettikten sonra ağrısının olduğu yere bir de ultrasonla baktı. Ağrının nedeni böbrek taşıydı. Yerinden oynamış, düşme sürecine girmişti. Taşın düşmesini kolaylaştıracak ilaçlar yazdı ve bazı önerilerde bulundu. İlaçlar bitince de kontrole gelmesini söyledi.
Ancak daha acil bir durum vardı. Ultrasonda gördüğü, noktadan biraz büyük bir kitle için Serkan’ın kan vermesi ve tomografi çektirmesi gerekiyordu. Sabah aç karına mutlaka gelmeliydiler. Tahlil ve tomografi sonucuna göre doktor daha net konuşabilecekti.
Serkan’ın kısa sürede böbreğindeki taşı düşürmesi kimseyi fazla sevindirmedi. Çünkü tahlil ve tomografi sonuçlarından sonra biyopsi sonucu da aynı hastalığı göstermişti. Tanı kesindi. Serkan kanserdi. Yirmi bir yaşında, pırıl pırıl bir genç kansere yakalanmıştı…
Türkiye derecesi yaparak kazandığı okulunu, ikinci sınıfta dondurmak zorunda kaldı Serkan. Bu uğursuz hastalık onu, okulundan ve arkadaşlarından uzaklaştırmış olsa da hedeflerinden uzaklaştıramadı. Bütün kalbiyle bu korkunç hastalığın üstesinden geleceğine inanıyordu çünkü.
Kitle ameliyatla alındı. Kemoterapi tedavisi planlandı.
Serkan’a “İyi huylu bir tümör.”denilse de annesinin kaçamak bakışları, gözlerinin dolu doluvermesi, babasının zorlama neşesi, kardeşlerinin suskunlukları, ablasının kamera ve fotoğraf çekimlerini arttırması, “ Geçmiş olsun.” demeye gelenlerin tavırları, tümörün pek de iyi huylu olmadığını gösteriyordu.
Serkan, aldığı her kemoterapiden sonra adeta farklı bir hastalık dönemi daha yaşıyordu. Çok şiddetli ağrısı oluyor, ağrıya dayanamadığı zamanlarda birkaç gün hastaneye yatırılıyordu. Beş altı gün hiçbir şey yiyemiyor, sürekli midesi bulanıyor, kusuyordu. Her zaman iştahsız ve güçsüzdü. Saçları, kaşları, kirpikleri dökülmüş tekrar çıkmış; yine dökülmüştü. Yaşadıklarına dayanmak onun için de ailesi için de çok zor ve çok üzücüydü.
Serkan ağrı çekerken evdeki herkes bir anda yok olurdu sanki. Dağılır, ortadan kaybolurlardı. Biri bir odada sessizce ağlarken biri başka bir odada gereksiz şeylerle oyalanır, bir diğeri evden dışarı atardı kendini. Onun acı çektiğini bilmek ve hiçbir şey yapamamak hepsini kahrediyordu.
Çoğunlukla dualar edilirdi evde; dua etmekten başka bir şey gelmiyordu ellerinden…
Kemoterapi tedavisi bir yıl sürdü. Serkan bu kötü hastalıkla savaştı ve umudunu hiçbir zaman yitirmedi.
En çok da inancına tutundu… Ona; böbrek taşı ağrısıyla kanserli kitleyi gösteren Allah’a hep şükretti. Eğer böbrek taşı ağrı yapmasaydı, sinsi sinsi çoğalacaktı kanserli hücre. Böbreğe, ciğerlere, bağırsaklara yayılacaktı ve tedavisi mümkün olamayacaktı.
Tedavi sonrasında eğitimini tamamladı Serkan. Hatta döneminin yedincisi olarak mezun oldu ve yüksek lisans yaptı. Doktora için yurt dışındaki yedi üniversiteye başvurdu ve hepsi tarafından burslu olarak kabul edildi. Ancak o Amerika’nın Teksas eyaletindeki bir üniversiteyi tercih etti.
İki yıl dolmadan araştırmalarıyla ilgili yazdığı makalelerle ödüller kazandı. Amerika’da “Gelecek vadeden bilim adamı.” denildi Serkan için.
(Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi Hikâye Atölyesi, 16.02.2011)
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/aynur-turan/gumus-rengi-dusler-69499831/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.