Türk Kimliği

Türk Kimliği
Ayvaz Gökdemir

Ayvaz Gökdemir
Türk Kimliği

ÖNSÖZ
Son beş altı senedir yurt içinde ve Avrupa ‘da vatandaşlarımızla panel, konferans, sohbet tarzında birçok konuşmalarımız, görüşmelerimiz oldu. Her defasında, lâyık olduğundan çok fazla ilgi, iltifat ve teveccühe mazhar olan bu konuşmaların yazılı hâle getirilmesi ve yayınlanması hususunda ısrarlı talep, temenni ve teşviklerle karşılaştım. Bazı bölümleri birkaç makale halinde Türk Yurdu dergisinde yayınladım. Bunlardan aldığım intiba da müsbet oldu. Bunun üzerine, dağınık parçaları ve notları bir kompozisyon bütünlüğü içinde derleyip toparlamağa çalıştım: Türk Kimliği ismiyle elinizde bulunan bu kitapçık meydana geldi.
Tabiatiyle, bu kadar küçücük bir hacim içersinde, Türk kimliğinin bütünüyle teşhis ve teşrih edilerek sergilenmesinin imkânsızlığı aşikârdır. Esâsen bu benim kudretimi de çapımı da çok aşan bir iştir. Burada, samîmî, iddiâsız bir tarz ve üslûb içersinde Türk kimliğinin bazı ana sütunlarıyla, bir kısım hususiyetleri işaret edilmeğe çalışılmıştır. Eğer bu bir eserse, benim değil, dinlemek ve okumak zahmetinde bulunup-ilgi, iltifat ve teşviklerini esirgemeyen aziz gönüldaş ve vatandaşlarımındır. Onların var olduğunu görmek ve bilmek, sıcacık dostluklarını her an hissetmek, milletimin varlığı ve geleceği hakkında kalbime itminan ve ruhuma inşirah vermiştir, vermektedir. Bu itminan ve inşirahı, bu bahtiyarlığı, büyük şehirlerin dar ve kapalı muhitlerinde kaldıkları için karamsarlıktan, kötümserlikten, yeis ve bezginlikten bir türlü kurtulamayan bütün münevver dostlarla paylaşmak isterim. Türkiye, Ankara ve İstanbul’un kapalı muhitlerinden, kasvetli salonlarından ibaret değildir. Türkiye’nin her tarafında ölçüsü sağlam, vicdanı temiz, kafası çalışan, şahsî hayatını iyi tanzim etmiş, vatana ve millete karşı mesuliyetini müdrik on binlerce pırıl pırıl aydın vardır ve Türkiye’de hâlâ bütün aslî seciyeleriyle Türk milleti yaşamaktadır.
Sözlerimin, satırlarımın uzlaşmaz, umursamaz ve kötü niyetli kimselerin zihinlerinde, vicdanlarında müsbet bir yankı bırakabileceğini sanmıyor ve ummuyorum. Ancak, hakka ve hakikate değer verenlerle, millet arasında uzlaşma ve anlaşmayı arzu edenler, herhalde bazı cümleleri dikkate değer bulacaklardır. Dileğim, sözümün, şahsen hitab etmek imkânını bulduğum vatandaşlarımda gördüğüme benzer temiz gönüllere ve işlek zihinlere erişmesidir.
Asıl ümîdim ise aydın gençlerdedir: Bu mütevazı satırlar, onların târihimize, millî kültür ve köklerimize, millî kimliğimizin unsur ve mes’elelerine yönelmesinde küçücük bir itici güç olabilir, onlarda millî şuura doğru bir ivme sağlayabilirse, vazifesini yapmış olacaktır.
Saygı ve sevgilerle.

    Nisan /1990 Ankara
    Ayvaz Gökdemir

I
MİLLİYETÇİLİK BAHSİ

Milliyetçilik kavramı, bütün dünyada ve Türkiye’de çok indirilip kaldırılmış ve özellikle 1944’ten beri oldukça hırpalanmış, örselenmiş bir kavramdır. Millî kimlik mes’elesi, bir bakıma milliyetçilik mes’elesidir. Bu sebeple, millî kimlik mes’elesine eğilirken önce bu bahis üzerinde asgarî ölçülerde de olsa, birkaç söz söylemek zarûreti vardır. Bu hususta söyleyeceklerimiz, konunun genel çerçevesini ve esas zeminini belirleyecek ve sonraki sözlerimiz için bir başlangıç teşkîl edecektir.

İnsaniyet ve Milliyet
Musevîlik ve Hıristiyanlıkça da paylaşılan inancımıza göre, bütün insanlık bir ana babanın yani Hz. Âdem atamızla Hz. Havva anamızın çocuklarıdır. Burada maksadımız var oluş teorilerini tartışmak olmadığına göre, şunu kabul etmek gerekir ki, insanlığın bir asıldan ve aynı kaynaktan türediği yolundaki bu inanç ve kabul, insanlık anlayışı bakımından sağlam bir ahlâkî temel teşkîl etmektedir. Bu itibarla, rahatça denilebilir ki, insan sıfatında yaratılan veya var olan herkes birbirinin kardeşidir.
Haddizatında kardeş olan insanlık, bir tür özelliği ve yaratılış hikmeti olarak kabileler ve milletler hâlinde ayrılmış ve çeşitlenmiştir. Kur’ân-ı Kerîm’in 30. sûresi olan Hucurat Sûresi’nin 13. âyetinde şöyle buyruluyor:

“Ey insanlar! Doğrusu biz sizleri bir erkekle bir dişiden yaratıtk. Sizi milletler ve kabileler hâline koyduk ki birbirinizi kolayca tanıyasınız. Şüphesiz ki Allah katında en değerliniz, O’na karşı gelmekten en çok sâkinanınızdır. Allah her şeyi bilen ve haberdâr olandır.”
Böylece ortaya ayrı renkler, deriler, ayrı diller ve kültürler çıkmıştır. Sosyal bir varlık olan, yani toplu yaşayan insan, ferdî seviyede olduğu gibi, toplum seviyesinde de farklılaşmıştır. Bir toplum içinde fertler, insanlık âleminde de milletler birbirinden farklıdır. Yaradılıştan gelen maddî-fizik farklar dışında, toplulukları birbirinden farklı kılan bir takım inançlar, âdetler, alışkanlıklar, düşünce şekilleri, tavırlar, davranışlar, kurumlar vardır ki ister maddî, ister manevî cinsten olsun, bunların bütününe kültür diyoruz. Yaradan, insanlığı bir kültürler tayfı hâlinde temaşayı münâsip ve güzel bulmuştur. Onun için de insanlık, zaman ve mekân içindeki manzarasıyla muhteşem bir tayf halindedir.

“Gökleri ve yeri yaratması, dillerinizin ve renklerinizin çeşit çeşit olması da O’nun varlığının işâretlerindendir. Doğrusu bunlarda bilen kimseler için alınacak dersler vardır.” (Rûm Sûresi, 30/22)
Her insan ferdi tektir, “bir tane”dir, benzersizdir. Birbirine en çok benzeyen, bir bakışta ayırt edilmeleri çok zor olan ikiz kardeşler bile, ince bir dikkatle bakıldığında görülür ki, birbirinden farklıdır. Buna mukabil, aşikârdır ki, hangi kavimden, hangi milletten olursa olsun, genel özellikleri ve ana yapısı bakımından bütün insanlar birbirlerine benzerler. Böylece beşeriyet, birbirine benzer ve benzemez tarafları ile rengârenk bir çiçek demeti gibidir.

Kültür Kemal Nişanıdır
Yaradan, insanın kemâlini ve üstünlüğünü, bu farklılık ve çeşitlilikte görmüş olmalıdır. Bu hikmetinin bir tezahür ve tecellîsi olarak kültür yaratıcı olmak, kültür meydana getirmek sâdece insana mahsustur. Üstün akıl ve irade, îman, aşk, ahlâk, gülme, konuşma, âlet yapma ve kullanma gibi özellikler sâdece insanda mevcuttur. Kültür ve medeniyet dediğimiz insan etkinlikleri de insanın bu özelliklerinin eseridir. Hiçbir hayvan topluluğunda kültür ve kültürden kaynaklanan farklılıklar yoktur.
Allah, insanı “ahseni takvîm”, yani “en güzel bir kıvamda” yarattım, diyor (Tîn, 95/4). Bu “en güzel kıvam”a, maddî ve manevî bakımdan, fabrikasyon imalat gibi standart olmayışımız, farklı, çeşitli ve özellikli oluşumuz da dâhildir. Bunun için insan “eşref-i mahlûkat” yani en şerefli, en üstün yaratık sayılmıştır. Bunun için tasavvufta insan, “merdüm-i dîde-i ekvân” yani “âlemlerin, kâinatın, varlık’ın gözbebeği” diye vasıflandırılmıştır.
Belli ki bu renklilik ve çeşitlilik, insanlar için çok geniş bir imkân ve zuhur sahası teşkil etmektedir, insanoğlu, değişik alternatifler arasında kendini ve çevresini tanır, kişiliğini oluşturur. Kendinde olmayanı, hemcinslerinde bulur ve alır. Bu bakımdan, gerçekten de âdemoğulları birbirinin azası gibidir.

Rekâbet ve Yarış
Bu çok renkli, çok ihtimalli, farklı, çeşitli, standart olmayan manzarası ile beşer hayatı, aynı zamanda bir yarış ve imtihan alanıdır. Bir toplum içinde fertler, beşeriyette toplumlar, birbiri ile bir yandan dayanışma hâlinde görünürlerken, öte yandan da rekâbet ve yarışma halindedirler. Bu rekâbet ve yarışma, beşerî yaratıcılığın çok kuvvetli bir motivasyonunu teşkil etmekte, insanı hareket ve faaliyete sevk etmede manevî bir motor rolü oynamaktadır.
İnsanlar arasındaki bu rekâbeti, birbirlerine düşmek, dövüşüp sövüşmek, zarar vererek kötülükte yarışmak için değil, farklı kaabiliyet ve meziyetleriyle birbirini tanımak, tamamlamak, sevmek ve dayanışmak için bir imkân ve imtihan saymak lâzımdır. Fakat dünyayı ve beşer hayatını, maddî ve manevî bakımdan güzelleştirecek bir iyilik, güzellik ve din terimi ile “takva” yarışı olması gereken bu yarış, maalesef zaman zaman son derece vahşî ve insafsız bir mücâdeleye, merhametsiz ve dehşetengiz bir boğazlaşmaya da dönüşebilmektedir. Mamafih bu da çok şaşırtıcı bir olgu sayılmamalıdır, çünkü ruhumuz Allah’tandır ve ilâhî bir cevherdir, ama bedenimiz balçıktan yoğrulmuş ve içine ruhla birlikte nefis de konmuştur. Nefsinin insana ne fısıldadığını Yaradan bilmektedir. (Kaf, 50/16). Hz. Âdem’den sonraki ilk iki erkekten biri olan Kabil, küçük kardeşi Hâbil’i Tevrat’a göre kadın yüzünden, Kur’an’a göre gurur ve hased sebebiyle öldürmüştür. Kabil ve Hâbil’de sembolleştirildiği üzere, hırs, kin, ihtiras, bencillik, kıskançlık, çekememezlik, cimrilik ve bu sebeplerle kan dökücü-lük de insan tabiatının bir parçasıdır. “İnsan iyilik ister gibi kötülük de ister”. (İsrâ, 17/11). “İnsan, gerçekten menfaatine de pek düşkündür” (Âdiyât, 100/8). “İnsan gerçekten pek huysuz yaratılmıştır” (Meâric, 70/19). “… insanoğlu, kendisini müstağnî sayarak azgınlık eder” (A’lak, 96/6–7). Bunların sonucu olarak “mücâdele” de insan hayatının, hattâ yalnız insan hayatının değil, bütün tabiatın değişmez bir kânunudur. İnsan, fert ve toplum olarak bu kânunun da gereğini yapmakla, hakkını vermekle, yani varlığını, şerefini, hakkını, menfaatini korumakla mükelleftir. İnsanın bu mâkûl benliğine “izzet-i nefis”; izzet-i nefsini korumak için giriştiği mücadeleye de “hamiyyet” diyoruz. İzzet-i nefsi ve hamiyeti olmayan, şerefli insan olabilir mi?

Millet, Milliyet
Özetlersek: Var eden irâde birdir. Var olduğumuz menşe birdir. Kaynak ve asıl birdir. Sonra hikmetli bir tarzda, yaradılışımız gereği çeşitleniyoruz, farklılaşıyoruz ve tekrar birliğe yöneliyoruz. İşte bu oluşum içerisinde aileler, kabîleler, aşiretler, ümmetler, milletler meydana geliyor. Aile, her yerde ve insanlığın geçtiği her merhalede var; kendisinden büyük bütün toplu teşekküllerin çekirdeği, ilk hücresi. Aynı dîne inananların teşkil ettikleri beşer topluluğuna Türkçede ümmet diyoruz. “Millet”ten daha geniş bir topluluk olmasına rağmen, insanlık, ümmet merhalesini millet şuuruna erişmeden önce yaşamıştır.
Şüphesiz geniş ve yaygın ümmet toplulukları da ilerde kendini millet olarak ifade edecek olan etnosantrik gruplardan yani dili ve kültürü farklı kavim teşekküllerinden meydana geliyordu. XVIII. asrın son çeyreğinde millet şuuru ortaya çıktı. Bütün XIX. asır boyunca ihtilâlci bir akım hâlinde dünyayı alt üst etti. Medenî insanlık XX. asra millet olma aşkıyla tutuşmuş olarak girdi. Bu asrın son yılları ile gelecek asrın başı da aynı ateşin yeni parlamalarına şahit olacak görünüyor. Millet denen topluluklar, insan tekâmülünün bugüne kadar ulaşılabilen en mükemmel siyâsî ve sosyal organizasyon tarzını oluşturuyor. İnsanlığın târih içindeki akışına baktığımız zaman, kültür meydana getirmek ve millet olmak, âdetâ beşeriyetin gayesi olarak görünüyor. Bu gaye, insan olmanın yaradılış hikmetine riâyet ve sadakatten doğmaktadır; zira millî kültür ve millî kültür çerçevesinde milletleşme, beşer tabiatı iktizâsı zarurîdir. Yüksek bir millî kültür yaratamamış, millet olamamış bir toplum, zayıf ve gelişememiş şahsiyet gibidir; başka toplumlar içinde erir, yok olur. Şahsiyetsiz insan, kimliksiz toplum, patolojik bir hâdisedir, normal değildir.
Milletleşmenin üstünde, çeşitli temeller üzerinde milletler arası organizasyonlar yer alır. Nihâî hedef, bütün insanlığın milletlerden meydana gelen bir aile hâlinde organize olabilmesi, yani topyekûn insanlık birliğinin gerçekleşmesidir. Birleşmiş Milletler teşkilâtı, bu istikâmette bir adımdır. Neyi ne kadar başarabildiği ortadadır. Zararlı bir teşekkül olmadığı muhakkaktır, ama faydası her ân tartışılmaktadır, tartışılacaktır. Temennî ve tasavvur edilen insanlık birliği, şimdilik bir hayâl veya çok uzak bir ihtimâl olarak görünüyor. Bugün için gerçek olan milletlerin varlığıdır. Kaldı ki insanlık, bir tek siyâsî idâre altında birleşse bile, millî kültürler birer realite olarak devam edecektir. Çünkü işaret edildiği üzere, kültür, insan tabiatının ‘onsuz olmaz’ bir parçasını ve hususiyetini teşkil etmektedir.
İnsanlık târihi boyunca mühim ve büyük rol oynayan toplumlar, yalnız büyük ve orijinal kültürü olan milletlerdir. Bundan sonra da böyle olacağının en büyük delil ve karinesi, insanlığın bugüne kadarki târihidir. Ayrıca bugün de müşâhede ediyoruz ki kader tâyin edici gerçek, millet gerçeğidir. Demek oluyor ki, insanlar Arz üzerinde millet denilen topluluklar hâlinde yaşarlar. Dünya, milletlerin dünyasıdır. Her fert dünyaya bir milletin mensubu olarak gelir. Hayâtını bir milletin mensubu olarak yaşar ve tamamlar. Her şahsiyet, esas itibariyle, bir millî kültür muhitinde teşekkül eder. Tam manâsıyla ancak o muhitte mesut ve bahtiyar olabilir. Bu sebeple de insanlar, bazı sebep ve zarûretlerden dolayı maddî mekânlarından kopabilirler, fakat millî kültürlerinden kopamazlar. Millî kültür insanla birlikte taşınır, insan hangi mekânda olursa olsun, doğup şekillendiği millî kültürün manevî vasatında yaşamaya devam eder. Millî kültürden kopma, ancak yeni bir millî kültüre adapte olmakla mümkündür ki, o da kimlik değişmesi demektir.
Altını çizerek belirtmek gerekir ki, kültür, medeniyet tâbirinden farklı olarak, milletlerin sahip oldukları kıymetlerin daha ziyâde manevî tarafını ifâde eder. Bu kıymetler daha çok o millete mahsustur. Bir milleti diğer milletlerden farklı kılan özelliklerdir. Çünkü kültürün kaynağı, daha ziyâde duygulardır, vicdandır, gönüldür. Bu kaynaklar, ise insan tabiatının en sübjektif kısmı, en müdahalesiz, en geniş hürriyet ve serbestlik sahasıdır. Bu sebeple çeşitli kültür unsurları arasında içten bir bağlılık, derûnî ve kendiliğinden bir âhenk vardır. Onu “mahsus” kılan da budur ve bundan dolayı da bir kültüre mensup insanlar arasında çok tabiî ve derûnî bir şekilde, kendiliğinden bir duygu, düşünce, tavır, inanç, zevk, vicdan birliği teessüs etmiştir. İşte milliyet (bir milletten olma hâli), bu tabiî, derûnî, kendiliğinden ve böyle olduğu için de âhenkli, insicamlı, mütecanis birliklerin sonucudur.

Milliyetçilik
Milliyetçilik ise, fertler bakımından, kendi milliyetine bağlılık duygusu ve şuurudur. Fert merak eder: “Ben hangi nesepten geliyorum? Kimin oğlu veya kızıyım?” Şahsiyet de merak eder: “Ben hangi beşer topluluğu içinde, yani hangi millî kültür muhitinde oluştum? Hangi toplumun bir parçasıyım? Sosyal kimliğim nedir? Çok büyük ve geniş insanlık âlemi içinde bana en yakın olanlar, en çok benzeyenler kimlerdir? Geçmişte hangi toplumla birleşebilirim, gelecekte hangi topluma bağlanabilirim? Allah’ın geniş Arz’ı üzerinde hangi toprağa ‘benim’ diyerek emniyetle ayak basabilirim?” İşte milliyetçilik, bu suallerin peşine düşmektir. Milliyetçilik, aslını, neslini, cinsini, cibilliyetini bilmektir. Fert ve toplum olarak bir şahsiyet ve izzetinefis sâhibi olmaktır. Başka bir ifade ile hangi milletten olduğunu bilmek, milletini sevmek ve onun gayretini gütmektir.
Özel gayret ve eğitimlerle aksine şartlandırılmamışlarsa ve gayet tabiî, bir şeyi şuurla idrak edebilecek bilgi seviyesine erişmişlerse, fertler için milliyetçilik, aile sevgisi kadar tabiî bir duygu ve tutumdur. Ana babanın çocuklarına, çocukların anne ve babalarına, kardeşlerin birbirlerine sevgi ve bağlılık duymaları, birbirleri hakkında hayırhah olmaları ne kadar tabiî ise, fertlerin mensûb oldukları millete karşı aynı hissî bağlılık içinde bulunmaları da o kadar tabiîdir. Zâten, târih içinde milletin köklerine inildiği takdirde, karşımıza sosyolojik vakıa olarak birbirine kan bağı ile bağlı insan toplulukları, yani aileler çıkacaktır. Bu çekirdek, zaman içinde büyümüş, genişlemiş ve millî kültür denilen ve kan bağını çok aşan sosyal bağ, kitleleri birbirine bağlayarak aileyi millet çapında büyütmüştür. Millet denilen büyük topluluğun kökünde ve çekirdeğinde aile vardır. Her doğan çocuk, ailesinin bir üyesi olarak büyürken, kendiliğinden milletinin de üyesi olur. Çok kalabalık bir insan topluluğunu bir millet yapan değerler, özler, özellikler ailede mevcuttur. Bu bakımdan millet dediğimiz büyük beşerî varlığı da çok büyük bir aile sayabiliriz. Öyleyse, milliyetçilik de pekâlâ, çok yalın bir şekilde “aileye sadakat” diye anlaşılabilir, algılanabilir.

Vatan
Her aile yuvasının bir mahremiyeti, dokunulmazlığı ve kendine mahsus kutsallığı vardır. İçinde yaşayan aile fertleri için bir yuvanın değeri, asla maddî özellikleri ile ilgili değildir. Maddî değer ayrı bir kategori teşkil eder, ayrı bahistir. Herkesçe, her zaman gözlenebilir ki ailelerin ve fertlerin, barındıkları yuvaya, o yuvanın bulunduğu muhite karşı tabiî, sıcak, içten gelen bir bağlılığı, muhabbeti söz konusudur. Normal şartlarda, herkes mahallesini, muhitini, doğup büyüdüğü köyü, kasabayı, şehri sever. Bu üniteler içinde kendi evinin farklı bir yeri vardır. Evinden, muhitinden, memleketinden ayrılıp da hüzün duymamak veya bunlara kavuşunca sevinmemek mümkün müdür? Bu bağlılık ve muhabbetin kaynağı akılda değil, gönüldedir. Bunlar çok derin hissî rabıtalardır. Öyle olmasa, Avrupa’nın, Amerika’nın, Japonya’nın bizimkilerle asla mukayese edilemeyecek derecede gelişmiş, imar görmüş, konforlu şehirlerini gördükten sonra, kendi memleketimize hiç de hasret duymamamız, oraları gurbet saymamamız gerekirdi. Hâlbuki dışarıda çalışan işçilerimizin, izin ve tatillerde bir ân evvel köy ve kasabalarına ulaşmak için gösterdikleri telâş ve heyecana bakınız! Bayındır Avrupa’dan toprak damlı evleri, çamurlu ve tozlu yolları ile Türkiye köy ve kasabalarına duyulan özlem! Bunun rasyonel izahı var mı? Ama insan da sırf akıldan ibaret değil ki!
Vatan denilen millî mekân da millet ailesinin yuvasıdır. İnsan bu sebeple, çok tabiî bir samimiyet ve bağlılıkla vatanını da sever. Orası alelade bir toprak parçası olmaktan, sâdece karın doyurduğumuz yer olmaktan, çok fazla bir şeydir, çok farklı bir mevcudiyettir. Öyle olduğu içindir ki gurbette “Âh vatanım, âh memleketim, âh yurdum, köyüm kasabam!…” diyen insanların tepesinden âdetâ duman tütmektedir. Vatan sevgisi ve hasreti, böylesine korlu bir ateştir. Hiç sönmez… İnsanlar, Hicaz’da bile vatan özlemi çeker, Hicaz’dan dönerken bile, vatana kavuşmanın heyecanını yaşarlar…
Milliyetçilik ve onun ayrılmaz bir parçası olan vatanperverlik duygusu, o kadar tabiîdir ki, kendisini milliyetçiliğe muhalif zanneden birçok insanın da ruhlarının derinliklerinde bir milliyetçilik tohumu mutlaka mevcuttur. Küllenmiş bir kor hâlindeki bu mevcudiyet, hassaten buhranlı dönemlerde her türlü sun’î engeli aşarak açığa çıkar ve kendini belli eder. Bu sebeple fikir olarak milliyetçiliğe karşı çıkan çoktur da vatanperverliğine gölge düşürülmesine veya “vatan hâini” olarak nitelenmeye râzı olan yoktur. Çünkü vatana ihânet, bütün zamanlarda ve her yerde “en büyük alçaklık” sayılmıştır. Vatanseverliğin böylesine güçlü bir duygu ve üstün bir değer oluşu, haddizatında milliyetçiliğin insan tabiatından doğduğunu ve kaçınılmaz olduğunu gösterir. “Vatanseverim, ama milliyetçi değilim!” diyen biri, akıl plânında reddettiğini, gönül plânında ve duygu olarak kabul ediyor demektir. Onun için, zaman zaman karşılaştığımız “Hepimiz milliyetçi değil miyiz?” tarzındaki itirazlara hak vermek lâzımdır. İnsanların hepsi aynı şuur, idrak ve heyecan seviyesinde olamaz. Fakat gayet emin olarak bilmeliyiz ki, milliyet ve vatan bağlılığı, bir başka bağlılığın kolay kolay alt edemeyeceği, yerine geçemeyeceği kadar güçlü, köklü ve şümullüdür, kapsayıcıdır.
Şöyle bir düşünelim: “Ben anamı, babamı, kardeşlerimi, akraba ve hısımlarımı, soyumu sopumu, konu komşumu sever ve sayarım. Onlara elimden geldiği, gücümün yettiği nisbette iyilik ve yardım etmeğe çalışırım. Aile yuvama da çok bağlıyım.” diyen bir kimseye: “Neden seversin, niçin bağlısın, ne sebeple hayırhahsın?” diye sorulabilir mi? Çünkü iyi insan, normal insan böyle olur. Bu sevgi ve bağlılıklardan, bu iyilikçi davranışlardan mahrum olmak, aileye ihânet, yakın ve uzak çevreye kötülük edip zarar vermek, anormalliktir. Tıpkı bunun gibi, “Ben milletimi severim, milletimin gayretini güderim. Vatanım, maddî ve manevî varlığımın, şeref, namus, mukaddesat ve menfaatimin mahfazası, devletim de en büyük teminâtıdır. Bu sebeple vatanımı da sever ve devletime itaat ederim, sadakat gösteririm…” diyene de “Niçin?” diye sorulamaz, sorulmamalıdır…
Ferdin milliyet duygusundan uzaklaştırılması, millî kültürlerin bozulması ve yozlaştırılması, insan tabiatının bir nevi tahribidir. Millet, milliyet ve millî kültür aleyhtârı tutum ve davranışlar, ya bir suikastın yahut da patolojik bir hâlin ifadesidir. Milliyeti inkâr etmek, gerçeği inkâr etmektir, var’ı yok saymaktır. Ancak, a’mâ görmese de güneş vardır. “Niçin milliyetin var, niçin milliyet iddiâsındasın?” demek, “Allah seni neden böyle yaratıt, neden varlık ve izzetinefsine sahip çıkıyorsun?” demek gibidir. Kimse yaradılışında bir irâde sâhibi olmadığına göre, varlığını devam ettirmek ve izzetinefis sâhibi olmak, insan için tabiî olduğuna göre, böyle bir sual sorulamaz, böyle bir tartışma yapılamaz. Vazifemiz, varlık’ı anlamaya ve açıklamaya çalışmaktır. Var’ı yok saymak, gerçeği inkâr etmek ise abestir, beyhûde bir gayrettir.
Şahsiyetini korumak, geliştirmek ve gerçekleştirmek, sağlıklı bir kişilik sâhibi olmak isteyen hiçbir fert, milliyetsiz olamaz. Bu sebeple, şahsiyetini korumak, geliştirmek ve gerçekleştirmek, bir insanın ne kadar tabiî ve vazgeçilmez hakkı ve vazifesi ise, millî kültürde temellenen milliyetini korumak ve geliştirmek de hem fert, hem millet için o kadar tabiî ve vazgeçilmez bir haktır, vazifedir.
Millî kültür bunalımına düşmüş bir millette ferdî şahsiyetler de bunalımda demektir. Ferdin bir topluma mensubiyet hissinde görülen belirsizlik, kültür karışıklığı demek olan kozmopolitliktir ve bu bir psiko-sosyal hastalıktır.
İnsanlar, belli bir kimlik sâhibi olarak şerefli ve mes’ûd yaşarlar. Bunun için de herkes anasını, babasını, soyunu sopunu bilmek ister. Nesep sıhhatine bütün sağlam cemiyetler, bütün hukuk ve ahlâk sistemleri ve dinler, özellikle de hak din İslâm, büyük ehemmiyet vermişlerdir.
Bilindiği gibi, nesebi gayrı sahihlik, maddî – fizyolojik bir kusur değildir; belli bir soya bağlanamamaktan, belli bir kimliğe oturamamaktan gelen manevî bir bozulma ve bunalım hâlidir. Bu hususta hissedilen ruhî tatminsizlik, bir kurt gibi insanların içini mütemadiyen kemiriyor ve bunalıma düşürüyor, kişinin bütün hayatına tesir eden “tek mes’ele” hâline geliyor. Bu bunalımın ciltlerle romanını okuyor, saatlerce süren filmlerini seyrediyoruz. Hastahanelerden binlerce vak’a gelip geçiyor. Toplumda binlerce dejenere tip, yani bu sebeple heder olmuş insan görüyoruz.
Milliyet his ve şuurundan, bu hissi ve şuuru korumak gayreti demek olan milliyetçilikten uzaklaştırılmış fert ve toplumların hâli, bir kimlik ve kişilik buhranı, yani bir nevi nesebi belirsizlik demektir ki çözülmeye, bozulmaya, neticeten yok olmaya götürür.
Milliyetçilik, kökü insan ruhunun derinliklerine ulaşan, insana sağlıklı bir kişilik ve emîn bir kimlik kazandıran psikolojik ve sosyal bir zarûrettir.
Sözün burasında bir hususu da insaf ve samimiyetle ortaya koymak gerekir:
Milliyetçilik gibi güçlü, köklü, yaygın ve kapsayıcı bir insan gerçeğini, psikolojik ve sosyal bir zarûreti, hapsetmek, hasretmek, tahsis etmek de mümkün değildir, doğru değildir, caiz değildir.
Yani, hiçbir şahıs, zümre, teşkilât, kurum, milliyetçiliğin sâdece kendisine mahsus olduğunu, milliyetçilik tekelinin kendisinde bulunduğunu, kendisinden başka kimsenin milliyetçi olmadığını iddiâ edemez. Eden çıkarsa hatâ etmiş olur, böyle bir iddiâ gerçeğe uygun olmaz. Sübjektif bir tarzda, kimse kimsenin dînine, îmânına karar veremeyeceği gibi, milliyetçi olup olmadığına da karar veremez. Herkes nasıl inanıyor, nasıl yaşıyor, kendini nasıl biliyor ve nasıl takdim ediyorsa, öyledir. Kusur ve noksan ise, insan olarak hepimiz içindir, kimse kusurdan ârî değildir, aklı başında hiç kimse kusursuzluk ve mükemmellik iddiâsında bulunamaz.
Milliyetçilik etrafındaki gayretler, milliyetçilikle ilgili tutum ve tavırlar, bu fikrin büyüklüğü ile mütenâsip olmalıdır. Milliyetçiliğin üzerine hiçbir küçüklüğün gölgesi düşmemeli, milliyetçilik hiçbir sınırlı ve hasis maksada âlet olmamalı, hiçbir maksat için istismar edilmemelidir. Milliyetçilik, dâimâ milletin bütününü kucaklayan bir sevgi, kardeşlik, dayanışma, birlik, beraberlik duygusu ve şuuru olarak beslenmelidir.

Millî Hâkimiyet Doktrini
Milliyetçilik, siyâsî bakımdan “millî hâkimiyet” doktrinine dayanır, “millî hâkimiyet” prensibini güder. Bu, şu demektir: Mademki dünya milletlerin dünyasıdır, o hâlde her millet kendi devletini kurabilmelidir. Milletler istiklâl sâhibi ve her devlet, bir milletin devleti olmalıdır. Milletlerin self determinasyon, yani kendi kaderini tâyin hakkı vardır. Milletler bu hakka dayanarak, isterlerse, kendi vatanlarında hür ve müstakil (bağımsız) olabilirler, olabilmelidirler.
Milletler arası toplumda kendi kaderini belirleme hakkına sahip olan millet, iç idaresi bakımından da hükümranlık hakkının, yani iktidar gücünün veya devlet otoritesinin asıl sâhibi ve kaynağıdır. Hiçbir fert, topluluk veya kurum, bu kaynaktan, yani milletten çıkmayan bir yetkiyi kullanamaz. Bu noktada milliyetçilik halkçılıktır, demokratlıktır. Demokrasi ve milliyetçilik fikirleri, milletin iç idaresi bahsinde birleşir.
Sosyal ve kültürel bakımdan olduğu gibi, siyâsî bakımdan da milliyetçilik, insan tekâmülünün bu son merhalesinde apaçık bir zarûrettir. XVIII. Asır sonu ile bütün XIX. asır, XX. asrın başı ve sonu olan günümüz, bu zarûretin büyük patlamalarına sahne olmuştur, olmaktadır.

Bir Milliyetçi Ne İster?
Bu bahsi, çok kolay anlaşılır, somut, açık bir hulâsa ile bağlamak istiyorum. Bunun için de “Bir milliyetçi ne ister?” sualini soruyorum. Şimdi bu sualin cevabına bakalım:
Her şeyden önce, milleti için istiklâl yani bağımsızlık ister; kendi vatanında, kendi bayrağı altında, milletinin kendi başına buyruk ve kendi kendinin efendisi olarak yaşamasını ister. Bu yoksa varını yoğunu ortaya atarak istiklâle ulaşmağa, yabancı işgal ve boyunduruğundan kurtulmağa çalışır.
İstiklâli varsa, onu korumak ve “tam istiklâl” hâline getirmek baş endîşesi ve başlıca gayesidir ki, bu da maddî ve manevî kalkınma, ekonomi ve kültürce yükselerek kudret kazanma demektir. Dünyada âciz için hak yoktur. Âcizin hiçbir şeyi olmadığı gibi, istiklâli de olmaz ve kalmaz.
İç idarede hürriyet ve adalet, yani demokrasi ister. Bu bahis üzerinde ayrıca duracağız.
Millî devlete samîmî bir sadâkat hissi ile bağlıdır; her türlü vasıta ve imkânla bu bağı güçlendirmek ister.
Vatan toprağını, uğrunda her ân can vermeğe değecek derecede mübarek ve mukaddes bilir.
Varlığını millet varlığından ayırmaz. Milletin bütün fertlerini “tasada ve kıvançta ortak, bölünmez bir bütün” ve kardeş kabul eder. Herkesi bu duygu ve şuur potasında kaynaştırmak için toplumda millî kültürü güçlendirmek, en geniş ve derin bir şekilde hâkim kılmak emelindedir. Millî ve manevî değerleri, millî gelenekleri, bütünüyle millî kültürü ve millî hayatı, yabancı tesir ve tahriplere, şu veya bu sebeple meydana gelen bozulmalara karşı muhafaza ve müdâfaa etmeyi vazîfe sayar.
Milletin kolektif hâfızası olan millî târihe şuurla bağlıdır. Millî târihi, her şeyden önce, bilir ve sever. Millî zafer ve başarılarla iftihar eder. Millî felâket ve ızdıraplara yanar.
Milleti’nin geleceği hakkında ümitli ve iyimserdir. Dinamik bir gelişme içinde güçlükleri yenerek milletini, dünya milletleri ailesinin hür, şerefli, eşit haklara sahip, kudretli bir üyesi yapmağa çalışır.
Milleti’nin var olmak ve var kalmak azim ve iradesine bütün benliği ile bağlıdır. Buna göre hizmet eder.
Şahsî hayatını millî değerlere samimî bir bağlılık içinde düzenler. Millî bir üslupta, yani milleti gibi yaşar. Vatan, millet ve devlet için fedâkârlığı esas kabul eden idealist bir ahlâkı benimser.
Bütün bunların hulâsası, şerefli, haysiyetli, mes’ûd, insan tabiatına, insanın var oluş hikmetine uygun, mâsum bir yaşama isteğinden ve insanın “kendini gerçekleştirebilmek” için sahip olabileceği azamî imân ve serbestliği temin gayretinden ibarettir.
Şimdi sormak lâzımdır ki, bunlardan vazgeçebilen bir millet, bir devlet var mı, olabilir mi? Bunlardan vazgeçerek var olmak, şerefli, mes’ûd, müreffeh ve bahtiyar yaşayabilmek kaabil mi? Bunlar olmadan bir “ iyi vatandaş” tarifi yapılabilir mi?
Milliyetçiliğe olur olmaz karşı çıkanlar, insanın şeref, haysiyet ve saâdetine karşı çıktıklarını bilmelidirler…
Reel hayatta cihan vatanımızdan, insanlık da milletimizden ibarettir. Fert olarak varlık çerçevemiz budur. Ne yapacaksak, ne olacaksak, bu çerçeve içinde yapmak ve olmak durumundayız. Yahya Kemal: “Cihan vatandan ibarettir itikadımca” derken bunu ifade eder. “Dünya vatanım, insanlık milletim” sözü, gerçek hayatta karşılığı olmayan boş bir slogandır. Millet sevgisi olmadan, milliyet şuuru olmadan, doğru bir “insan” idrakine erişebilmek mümkün değil ki! “Buyurun, dünyayı görelim” dediğiniz zaman karşınıza bir takım sınırlar yani “vatanlar”; “Buyurun, insanlık’ı görelim” dediğimiz zaman da pek çok kavimler ve milletler çıkacaktır. “Dünya” ve “insanlık” soyut kavramlardır. İnsanı, insanlığı sevmek istiyorsan, milletini sev; dünyaya hizmet etmek istiyorsan vatanını imar ve inşâ et! Vatan ve milletin için iyi, güzel, doğru, faydalı, işe yarar bir şey yapabilirsen, başka insanlar da ondan yararlanırlar. Bunun daha ötesi yok! İlle de insanlık, ille de dünya diye tutturana, yoksa kendi milletini insanlığın, kendi vatanını da dünyanın dışında mı sayıyorsun, denilse kabul edilebilir ne cevap verebilecektir? Binaenaleyh, millî temel ve muhtevası olmayan soyut insancılık iddiâları bugüne kadar soğuk bir takım özentiler, pratiği olmayan atıp tutmalar olmaktan öteye geçememiştir. Ancak kendi milletimizi tanıyıp severek soyut insan ve evrensel sevgi kavramına ulaşabiliriz. Ancak kendi vatan ve milleti için işe yarar olan bir adam, insanlık ve dünya içinde de kıymetli ve yararlı bir varlıktır. Vatanını, kendi gerçek varlık çerçevesini dolduramayan adamın “yerim daracık” demesi ve daha büyük çerçeveler, daha geniş zeminler için tafralanması, fazlaca mânâlı ve ehemmiyetli değildir. Her alanda dünya çapında şöhret ve itibar kazanmış adamlara bakınız, hareket noktaları ve birinci sâikleri, kendi tabiî ve sosyal çevreleridir. Bütün büyük sanatkârlar, önce kendi milletlerinin ruhuna tercüman olmuş, bunu hakkıyle başardıkları, bu noktada derinleşebildikleri için insanlığa mal olmuş ve klasikleşmişlerdir. Nihayetinde elbette insan insandır. Belli bir derinlikte ve yükseklikte, farklar silinir ve insanın müşterek ve mücerret ruh kumaşı bulunur. Kişinin kendi vatan ve milletini sevmesi, bütün insanlık için hayırhah olmasına, barış, huzur, saâdet ve refah dilemesine de asla engel sayılamaz.
Bu itibarla, milliyet hissinin ve milliyetçilik şuurunun tahribi, bir millete yapılabilecek en büyük kötülük ve düşmanlıktır.

Batı’nın Tavrı
Bunu söylerken, “milliyetçilik” sözünün ve iddiâsının Batı’da da, özellikle II. Dünya Harbi’nden sonraki dönemde pek sevilmediğini, son derece soğuk ve tedirgin karşılandığını, hele gelişmekte olan ülkelere hiç tavsiye edilmediğini, bu ülkelerde görülen milliyetçi hareketlerin her vasıta ve imkânla söndürülmesi gerektiğine inandıklarını biliyorum.
Bunlar, milletleşme sürecini tamamlamış, refah ve istikrar ülkeleridir. Kendi vahşî tecrübelerinin dehşetiyle, milliyetçilik lâfzını belki bırakmış görünüyorlar, ama fiilen çok tabiî bir şekilde kendi milliyetlerinin gurur, emniyet ve hassasiyeti içinde yaşıyorlar. Her cihetçe, insanlığın efendisi oldukları kanaatindedirler. Millî kültür ve menfaatlerinden hiçbir fedâkârlık yapmaya râzı olmazlar. Vaktiyle, bunların milliyetçi ihtiraslarını tatmine dünya az gelmiştir. “Mukaddes bencillik”lerine dünyanın yer altı ve yer üstü servetleriyle kıt’alar dolusu insan gücü peşkeş çekilmiş, fakat yetmemiştir. Elbette, bir insanın ömrü içinde iki defa bütün medenî insanlığı kana bulamış olmanın, I. ve II. Dünya Harbi denen büyük felâketlerin sorumluluk ve vebali onların boynundadır. Bugün Hitler’e, Mussolini’ye, Stalin’e tüküren her batılı, az çok kendi yüzüne tükürdüğünü bilmelidir! Çünkü bunlar Batılı insanın prototipleri, has örnekleri ve modelleridir. Bugün de maskelerini kaldırır veya makyajlarını kazırsanız, ortalama Batılının suratında Hitler’den, Mussolini’den, Stalin’den çizgiler görebilirsiniz…
Elbette, merhametsiz, vicdansız, vahşi, sömürücü, sömürgeci, saldırgan, emperyalist ve kanlı Batı milliyetçiliği ve onun zıddı gibi görünen fakat gerçekte Panslavizmin kızıl maskelisi olan Sovyet emperyalizmi, âdil, insani ve ahlâkî bir çizgiye çekilerek ıslah edilmeli, bir daha da hortlatılmamalıdır. Fakat bunların bugün Asya’da, Afrika’da, kendi dışlarında bulunan dünyaya milliyetçilik karşıtı telkinlerde bulunmaları, sağladıkları dünya hâkimiyetini değişik metot ve politikalarla devam ettirmek ihtirasından kaynaklanmaktadır. Bir menfaat dengesi sağlamışlardır, onu bozdurmak istemiyorlar. Yani, kendisi dama çıkan, başkası çıkmasın diye merdiveni itiyor! Kültür onlarınki, medeniyet onlarınki! Güç onlarda, insanlığa her türlü standardı onlar veriyorlar, verecekler. Buna göre bir dünya düzeni kurmuşlar. Şimdi bu düzeni bozdurmak isterler mi? Başka kültür, başka medeniyet, başka insan standardı, başka ekonomi odağı, başka siyaset mihrakı olmamalıdır. Bir Japonya örneği onlar için yeteri kadar ürkütücü ve can sıkıcıdır…
Kendi sistemlerinin azgınlık patlamaları olan iki dünya harbinin ve bu sistemin azman çocukları olan faşizmin, Nazizmin, komünizmin yarattığı ürküntü ve dehşeti anlamamak mümkün mü? Fakat anti-nasyonalist Batı tavrının gerisinde, işaret etmeğe çalıştığım tarzda bir başka gerçeğin yattığını da gözardı etmemek lâzımdır.
Buna rağmen, bugün bütün Batı ve bütün dünya, Orta ve Doğu Avrupa’da Demirperde’yi parçalayan ve Sovyetler Birliği’ni büyük bir deprem hâlinde sallayan ve sarsan milliyetçi ve demokratik gelişmelere, ister istemez saygı duymakta ve şapka çıkarmaktadır. İkiyüzlü ve çifte standartlı davranmaları her zaman mümkündür, fakat bu gelişmeleri durduramayacaklardır.

II
TÜRK MİLLETİ VE TÜRKİYE

Biz Kimleriz?
Biz insanlık âleminin en şerefli topluluklarından biri olan Türk milletindeniz. Milletimiz, dünyanın büyük, orijinal ve köklü kültür meydana getirmiş ve bu sebeple insanlık târihinde büyük roller oynamış bir kaç büyük milletinden biridir. Hunlardan Türkiye Cumhuriyeti’ne kadar yaklaşık 2500 yıldan beri Arz üzerinde devlet sâhibi olarak yaşarız. Yazının icadı ile başlayan insanlık târihinin üçte birinden fazla bir sürede kesintisiz devlet, yani istiklâl ve medeniyet sâhibi olarak varız.
Türk siyâsî birliği Hunlarla kurulmuş ve Türk kültürünün mayası, M. Ö. 220 ila M. S. 216 arasındaki dört buçuk asırda oluşmuştur. Bu kültür ve devlet geleneği, sonraki asırlar içinde, değişerek, yenilenerek, unsurlar kaybedip unsurlar kazanarak fakat aslî karakterini ve özünü kaybetmeden bugüne ulaşmıştır.
Bu târihî akış içinde, en köklü, şümullü ve köşeli değişme, milletimizin İslâm’la müşerref oluşudur. Göktürkler çağında başlayan İslâm’la temas, 924 senesinde Karahanlı hükümdarı Satuk Buğra Han (901 – 955)’ın milletini Müslüman olmaya dâvet eden kutlu fermanı ile noktalanmış; bu noktadan itibâren Türk milleti ve Türk kültürü, maddî ve manevî bakımdan yeni bir istikâmete tevcih edilmiş, yeni bir âleme açılmıştır. Neticeleri bakımından hem Türk târihinin, hem dünya târihinin dönüm noktalarından biri olan bu karardan, yani 1000 yıllık “Gök Tanrı” dîninin yerine Büyük Türk Hakanlığı’nın “tek ve resmî dîn”i, olarak İslâm’ın ikame edilmesinden sonra, Türklük, stratejik hedef olarak Yakın ve Orta Doğu’ya yönelirken, Türk kültürü de Kâşgar’da İslâm imânı etrafında yeni bir mayalanma dönemine, feyizli bir inkılâp sürecine girmiştir. Bir asır gibi kısa bir sürede bu süreç tamamlanır; Türk milleti gönüllü kitleler hâlinde, yaratılış ve hasletlerine çok uygun gelen bu yeni ve kutlu dîni benimser, Kâşgar’da çalınan maya ile İslâmî Türk Kültürü kararını bulup şekillenir. “Oğuz’un altın nesli” Abdülkerîm Satuk Buğra Han’ın şahsında “i’lâ-yı kelimetu’llah” kutsal görevi ile Allah tarafından seçilmiş ve Hz. Peygamber tarafından üç asır önce müjdelenmiş millet olduğuna kemâl-i samimiyetle inanmakta ve bu yeni misyonun çok yüksek gerilimi ile genç bir küheylan gibi siyâsî, askerî, medenî şahlanışlara hazırlanmaktadır.

Vatan ve Devlet
Kâşgar’da mayalanıp kararını bulan “Müslüman Türk” kimliği ve İslâm îmânı ile pekişerek, İslâm’ın feyzi ile nurlanıp zenginleşerek nihâî gayesini bulmuş târihî “Türk Cihan Hâkimiyeti Ülküsü” ile geldiğimiz bugünkü Türkiye toprakları ise, büyük târihimizin en şerefli ve her bakımdan en büyük bölümü olan son bin yılında mübarek ve mukaddes vatanımız olmuştur. Türkiye Türk Târihi, Büyük Türk Târihi’nin her bakımdan zirvelerini teşkil ve temsil eder. 2500 yıllık kesintisiz Türk istiklâl geleneği de XX. asırda yalnız Türkiye Türk Devleti’nde yani Türkiye Cumhuriyeti’nde devam etmektedir. Kuzey Kıbrıs Türk Devleti’nin varlığını Türkiye Cumhuriyeti’nden ayrı mütâlâa etmeyerek böyle söylüyorum. (Türk Cumhuriyetleri, 1991’den, yani kitabın ilk basımından sonra istiklâl kazandılar.)
Tabiatiyle, bir toprak parçası durup dururken vatan olmaz. Toprakları vatan yapan, kan, îman ve irfandır. Kan, iman ve irfan (kültür)la yoğrularaktır ki alelâde bir coğrafya parçası vatan olur. Bazı târihî hatırlatmalarla hâfızalarınızı tazeleyerek üzerinde yaşadığımız coğrafyanın nasıl “Türkiye” olduğunu, Türk Devleti’nin nasıl kurulup bugüne ulaştığını yeniden dikkatlerinize sunmak istiyorum:
26 Ağustos 1071 Cuma günü, Van Gölü’nün 45 km. kuzeyindeki Malazgirt ovasında 50.000 kişilik Müslüman Türk ordusu saf tutup Cuma namazını edâ ettikten sonra, sultanı ve sıra neferi aynı safta, aynı iman ve aynı heyecanla gök gürler gibi tekbir ve tehliller getirerek hücuma geçti. Daha önce defaatle yokladıkları bir ülkeyi açmaya kat’î karar vermişlerdi. Hava kararırken 200.000 kişilik Bizans ordusu şimşek parıltılı Türk kılıcına râm olmuş ve Anadolu, Türkçe konuşarak ve “Allahü Ekber!” diyerek gelen gönlü tevhîd nuru ile aydınlık Müslüman Türk’e açılmıştı. Dört sene, sadece dört sene içinde Kutalmış oğlu Süleyman Şah’ın kumandası altında Türk atlıları Marmara kıyılarına ulaşmış, İznik alınarak burası ilk payitaht (başkent) olmak üzere ebedî Türkiye Devleti kurulmuştu.
1075’te kurulan devlet, 22 sene sonra kendisini, birinci dalgası 200.000, ikinci dalgası 600.000 kişilik I. Haçlı Ordusu’na karşı müdâfaa mecbûriyetinde kaldı. Türk ordusu 150.000 atlıdan ibâretti. Sultan I. Kılıçarslan, Asya bozkırlarına geri dönmedi. Bu yeni ve sevgili vatanı, ne bahasına olursa olsun, müdâfaaya karar verdi. Kudüs’ü hedeflemiş olan Haçlı Ordusu, Antakya önlerine vardığı zaman sâdece 100.000 kişi kalmıştı! Anlaşıldı ki Türk’ün vatanım dediği toprak, düşmana ancak mezar oluyordu…
Buna rağmen, birincisinden 15 sene sonra ikinci Haçlı Ordusu geldi. Selçuklu tahtında Kılıçarslan’ın oğlu I. Mes’ûd vardı. Haçlıların 75.000 kişilik birinci dalgasını Konya ovasında karşılayıp imha eden Sultan Mes’ud, bunların artıkları ile birleşerek gelen 150,000 kişilik ikinci dalgayı Yalvaç’ta vurmaya başladı, vura vura Toros geçitlerinden aşırdıktan sonra Ceyhan’da asıl öldürücü darbeyi indirdi. Geride kalanlar Antakya’ya sığındılarsa da bilâhare Şam civarında bir kere daha Türkler tarafından perişan edilip geri atıldılar.
Türkler yeni vatanlarını, “Hatt-ı müdâfaa (savunma çizgisi) yok, sath-ı müdâfaa (savunma yüzeyi – alanı) vardır; o satıh (yüzey -alan ) bütün vatandır.” anlayışı içinde karış karış savunuyor, vatan toprağının her karışını kendi kanları ve düşman kanı ile suluyorlardı. XX. asrın başında mecbur kaldıkları son savunmada da aynı emri alacak ve aynı şeyi yapacaklardır…
Târihte Haçlı Seferleri diye isimlendirilen ve Türkleri Anadolu’dan ve Ortadoğu’dan atmak üzere bütün Hıristiyan Avrupa’nın iştirakiyle düzenlenen sekiz askerî sefer, 1096 ila 1270 yılları arasında 174 yıl boyunca tekrarlanıp durdu ve bu dalgalar Türk’ün iman dolu göğsünde söndürüldü… Taa 1922’ye kadar Osmanlı târihi boyunca da Haçlı Seferleri hiç durmayacak ve vatan dediği toprakta tutunabilmek için Türk, her defasında gereken bahâyı ödemekten hiç yılmayacaktır…
Malazgirt’ten 105, Türkiye (Anadolu Selçuklu) Devleti’nin kuruluşundan 101 sene sonra, Türk ve Bizans orduları, 17 Eylül 1176’da bu defa da Batı Anadolu’da bir gölün, Eğridir Gölü’nün kuzeyinde Miryokefalon’da, Hoyran Gölü ile Kumdanlı arasındaki dar vadide (bugünkü Isparta ilimizin sınırları içinde) bir kere daha karşı karşıya geldiler. Türk sultanı yine bir Kılıçarslan’dı: I. Mes’ud’un oğlu II. Kılıçarslan (1156 – 1192)… Alparslan, Süleyman Şah, I. Kılıçarslan, I. Mes’ûd’dan sonra “ Ebül-feth” II. Kılıçarslan’ın da muzaffer olmasıyla, Anadolu’nun artık tartışılamayacak bir biçimde Türk yurdu olduğu ispatlanmış oldu.
Mamafih, bu zaferden 10 yıl sonra (1186) gelen ve Haçlı Seferleri’nin en şöhretlisi olan III. Haçlı Seferi’ni de Anadolu’da II. Kılıçarslan göğüsleyecektir. Aynı dalga, Kudüs Önlerinde de Selâhaddin Eyyûbî kumandasında başka bir Türk seddine çarpıp kırılacaktır. Mehmed Akif’in, Çanakkale zaferini kazanan “Âsım’ın Nesli”ni tebcîl için yazdığı meşhur şiirin son bölümünde:
Sen ki, son ehl-i salibin kırarak savletini,
Şark’ın en sevgili sultanı Selâhaddîn’i,
Kılıçarslan gibi iclâline ettin hayran…
diye andığı sultan, bu Kılıçarslan’dır. Selâhaddin Eyyûbi ile birlikte anmasının sebebi de bu iki büyük mücâhid şahsiyetin aynı vak’anın iki ayrı cephesinde aynı îman ve karakterle muzaffer olarak parlamış olmalarıdır.
Şâir, müteakip yedi mısrada:
Sen ki, İslâm’ı kuşatmış boğuyorken hüsran…
O demir çenberi göğsünde kırıp parçaladın!
Sen ki, ruhunla beraber gezer ecrâmı adın!
Sen ki, a’sâra gömülsen taşacaksın!… Heyhat!
Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihat…
Ey şehid oğlu şehid, isteme benden makber,
Sana âğûşunu açmış duruyor Peygamber!..
derken yakın muhatabı, ilham kaynağı ve hassasiyet odağı, Çanakkale şehidi olan Mehmetçik’tir; fakat Kılıçarslan’la Selâhaddîn’i onlarla birlikte hatırlaması da boşuna değildir. Çünkü onlar da aynı hitaba bihakkın lâyık olduklarını 700 küsur sene önce isbât ve fânî varlıkları ile ebediyete intikal etmiş; fakat lâzım olunca, ruhları, îmanları, kahramanlık seciyeleri ile Çanakkale’de “Âsım’ın Nesli” olarak yeniden dirilmişlerdir… Ruh, mânâ ve seciye olarak “Âsım’ın Nesli”, Türkiye târihi boyunca hiç kesilmemiştir… Vatan için ne zaman gerekse, ne zaman emredilse, “ hücum değil ölüm” emredildiğini bile bile, gözünü kırpmadan atılmış, şehâdet şerbetini âb-ı zülâl gibi seve seve içmiştir…

İskân
Bütün bu vukuat esnasında Türkistan’dan, Orta Asya’dan milyonlarca Türk gelip Anadolu’ya yerleşiyordu. Bütün Anadolu Selçuklu sultanları, Hıristiyan tebealarına karşı da son derece âdil, müsâmahalı ve nezaketli idiler. Bununla beraber, devletin İslâm îman ve ülküsü ile Türk nüfûsuna, Türk kanına dayanarak kurulup ayakta durduğunu da asla unutmuyorlardı. Hem kendileri aynı kan ve imanı taşıdıkları için, hem çok yüksek şuur sâhibi oldukları için unutmuyorlardı, hem de Esâsen her ân karşı karşıya bulundukları tehdit, taarruz ve tehlikeler, böyle bir unutkanlığa mani idi. Bu sebeple dâimâ Türkistan’dan Anadolu’ya nüfus akışını temin edecek bir siyâset takip ediyorlardı. Gerçekten de Türklüğün iki ucu arasında doğudan batıya doğru akan kitlevî bir “göç kanalı” kurulmuştu. Ordular açıyor, kitleler geçiyordu. Fetihleri, çok hızlı bir iskân ve imâr hareketi tamamlıyordu.
İşte o günlerden, 1080’li yıllardan beri üzerinde yaşadığımız topraklar, bütün dünyanın kayıtlarına “Turcia” (Türkiye) diye geçmiştir. “Romania”, yani “Romalıların Ülkesi”, “Türklerin Ülkesi” olmuştur. Karadeniz, Akdeniz, Ege ve Marmara sahilleriyle bütün Anadolu’nun 1083’te artık Türklerin eline geçtiği, Bizans târihlerinde yazılıdır. Anadolu Selçuklu Türkiyesi’nin insan unsurunu % 90’dan az olmayan bir nisbette Müslüman Oğuzlar, yani Türkmenler teşkîl ediyordu. Mütehassıs târihçilerin tesbit ve tahminleri budur.
Esâsen, Türkler geldiği zaman Anadolu’da kesîf bir nüfus da yoktu. Özellikle Orta Anadolu, Akdeniz bölgesi ve Batı Anadolu’da çok az yerli nüfus yaşıyordu. Bunun çeşitli sebepleri vardır: uzun asırlar boyunca bu bölgelerde cereyan eden çetin mücadeleler, insan varlığını eritmiş ve kaçırmıştı. Bu asırlarda bölge artık işlek ticaret yollarının dışında kalmıştı. Batıda, Avrupa topraklarında da başı belâda olan Bizans imparatorluğu, Anadolu’dan çok sayıda nüfus kaydırmıştı. Bir de şu var: XI. asırda dünya nüfusunu ve nüfus hareketlerini bugünün ölçüleri içinde tasavvur etmek son derece yanıltıcı olur. Bütün dünyada nüfus bugünküne göre çok az ve seyrektir. Bundan dolayı, Türklüğün bir hamlede Anadolu’yu Türkleştirmesi, hârika bir olay olmakla beraber izahsız değildir ve asla az sayıdaki savaşçı göçebelerin büyük ve kesif bir nüfûsa tepeden hâkimiyeti mâhiyetinde kalmamıştır. Öyle olsa idi, ne ardı arkası kesilmeyen Haçlı taarruzlarına dayanabilir, ne de büyük Moğol belâsından sonra Osmanlı zuhuruna imkân veren bir dirilikle ayakta kalabilirdik. Çin’de Tabgaçların, Orta Avrupa’da Macarların, Tuna boylarında Bulgarların akıbetine uğramayışımızın çok mühim birinci sebebi bu akıllıca nüfus siyâsetidir.
Müslüman Oğuzlar, Anadolu’ya köylü, şehirli ve ekseriyetle göçebe hüviyetinde gelmişler ve geldikleri yerlerde olduğu gibi, öncelikle, köylüler köylere, şehirliler şehirlere, göçebeler uçlara ve yaylalara yerleştirilmişler; böylece herkes yeni vatanda da alıştığı hayat ve faaliyet tarzını devam ettirme imkânını bulmuştur.
Yerleşme ile birlikte alışkanlıklar, âdetler, gelenekler, sanat, zenaat ve hünerler de yeni topraklarda boy atmağa, kök salmağa başlıyordu. Köy, kasaba, şehir yer ve su isimleri değişiyordu. Oğuzlar yeni yurtlarına ya yeni isimler yakıştırıyor veya önceki yurtlarının isimleriyle yerleşiyorlardı. Anadolu’yu Türkleştirenler; Kınık, Kayı, Bayındır, Barak, Yıva, Salur, Avşar, Varsak (Farsak), Beğdili, Büğdüz, Bayat, Yazır, Karabölük, Alkabölük, Yüreğir, Dodurga, Alayuntlu, Tekelü, Kozanlı, Döğer, İğdir, Peçenek, Çavuldur (Çavun-dür), Çepni (Çetmi), Çaruklu, Karkın, Kızık, Yaparlı, Eymirli Oğuz boy ve oymakları ile bunlarla birlikte gelen Kıpçak, Karluk, Harzemli gibi diğer Türk boy ve oymaklarıdır. Bugünkü Türkiye’nin her tarafındaki yer, su, topluluk isimleri bunlarla karşılaştırıldığı zaman, bugünkü Türklerin XI. asırda gelen bu Türk ve Türkmen boy ve oymaklarının devamı olduğu açıkça anlaşılır.
Anadolu Selçuklu Devleti’nin güç ve ihtişam bakımından en parlak ve en yüksek dönemi olan “Uluğ Sultan” Alâeddin Keykubâd (1192 -1237) devrinde Türkiye, 15 milyon nüfusu, âsâyiş, refah ve zenginliği ile dünyanın en kudretli devleti idi. Aynı târihte İngiltere Krallığı’nın nüfusu sâdece iki milyondu. Büyük Türk şehirlerinin hepsi bu devirde teşekkül etti. Issız ve geri kalmış Bizans Anadolusu’nun yerinde, çok ve kesif nüfuslu, hareketli, mâmûr, müreffeh, düzenli ve disiplinli Selçuklu Türk Anadolusu, dünyanın gözünü kamaştıracak bir parlaklıkta bu dönemde ortaya çıktı
Doğudan batıya Türk kitlelerini zorlayan Moğol tazyiki, istilâ ve hâkimiyeti de genel olarak milletimizin, doğudan batıya Türk devletlerinin, İslâm âleminin ve bizzat kudretli ve müreffeh Türkiye Devleti’nin felâketi olmakla, pek çok Türk nüfusu kırmış bulunmakla beraber, önü sıra sürüklediği kitlelerle nüfus bakımından Türklüğü bu topraklarda takviye etmiştir. Ağır bir felâket ve musibetten Türkiye’de Türk varlığının kesafet kazanması gibi hayırlı bir netîce de hâsıl olmuştur. Meselâ, Büyük Alâeddin devrinde babası ile birlikte Türkiye’ye gelip Konya’ya yerleşen Mevlânâ’nın “Belhî” (Belhli) değil de “Rûmî” (Anadolulu) olarak şöhret kazanması da bir bakıma, bu uğursuz Moğol tazyikinin uğurlu ve feyizli yemişlerinden biri sayılabilir.
Vuruşkan, zorba ve medeniyetçe geri göçebe istilâsının tipik örneği Moğol istilasıdır. Gerek kuzey, gerek güney kuşağında Türk ülkelerini istilâ eden Moğollar ki Cengiz Han’dan sonraki dört dalın üçüdür, 70–80 sene içinde Türkleştiler ve İslâmlaştılar. Türkler gibi Sünnî-Hanefî mezhebini benimsediler ve Moğolcayı tamamen unutup Türkçe konuşmaya başladılar. İslâm’dan, hattâ Mîlad’dan önceki dönemlerde de Moğollar, Türk kültürünün pek çok unsurlarını iktibas edip benimsemişler ve kan bakımından da kısmen bir Türk Moğol karışması olmuştu.

Burası Türkiye
İşte, çok sür’atli dokunuşlarla hatırlatmaya çalıştığımız o günlerden bugünlere kadar bu vatan üstünde, Türk’ün “kendi gök kubbesi”nde günde beş vakit ezanlar inler; göğün katları ve yerin katmanları, “Allah bir ve ekber, Muhammed hak peygamber” mesajı ile titrer… İşte o günlerden bugünlere kadar bu topraklara Türk’ün kanı sızar, alın teri ve gözyaşı damlar… İşte o 1071 Ağustos’unun cumasında 50.000 kişilik cemaat-ı kübrâ halinde kılınan ilk namazdan beri, yaklaşık 48.000 cuma namazında, 1800 küsur bayram namazında, yüz binlerce vakit namazında Türk alınlar bu topraklar üstünde secdeye varmıştır… Vatan semâları, dalga dalga tekbir ve tehlillerle arınmış, aydınlanmıştır.
Gerek almak, gerekse korumak için 26 Ağustos 1071 ilâ 26 Ağustos 1922 arasında, bu topraklar uğruna sultan ve pâdişâhlardan, sadrazam, vezir ve paşalardan adsız neferlere kadar binlerce, yüzbinlerce şehit vermişizdir. Bu sıradan bir söz ve rast gele bir genelleme değildir; bildiğimiz isimleri sıralamaya kalksak satırlar ve dakikalar yetmez ve mutlaka hatâ yaparız, noksan bırakırız. Hepsinin ruhu şâd olsun, hepsine Allah rahmet etsin…

Mehmetçik
Süleymaniye’de Bayram Sabahı şiirinde milletimizi, “Ordu milletlerin en çok dövüşen en sarpı “ diye niteleyen Yahya Kemal Beyatlı, aynı şiirde “Mehmetçik”i şöyle anlatır:
Gördüm ön safta oturmuş nefer esvaplı biri
Dinliyor vecd ile tekrar alınan Tekbîr’i;
Ne kadar sâf idi sîmâsı bu mü’min neferin;
Kimdi? Bânîsi mi, mîmârı mı ulvî eserin?
Tâ Malazgird ovasından yürüyen Türkoğlu
Bu nefer miydi? Derin gözleri yaşlarla dolu,
Yüzü dünyada yiğit yüzlerinin en güzeli,
Çok büyük bir işi görmekle yorulmuş belli.
Hem büyük yurdu kuran, hem koruyan kudretimiz.
Her zaman varlığımız, hem kanımız, hem etimiz.
Vatanın hem yaşayan vârisi, hem sâhibi o,
Görünür halka bu günlerde teselli gibi o,
Hem bu toprakta bugün, bizde kalan her yerde,
Hem de çoktan beri kaybettiğimiz yerlerde…
Evet, Malazgirt’ten yürüyen “Türkoğlu” bu neferdi! İstanbul’u fetheden de, oraya ebedî Türklük mührü olarak Süleymaniye’yi diken de odur. 26 Ağustos 1071’de Malazgirt ovasında akan kanla 26 Ağustos 1922’de Afyon’dan İzmir’e doğru akan kan aynı kandı! Anadolu’nun doğusunda ve batısında dokuz asır ara ile bu neferin yüreğini kanatlandıran aynı îmandı! Benimsediği günden itibâren o bu îmandan hiç ayrılmadı. Bu îmana adanmış Allah askeri olarak yaşamaktan hiç geri durmadı, hiç bir zaman yılmadı! 9 Eylül 1922’de İzmir Kordonu’nda bir zafer marşı besteleyen nal sesleri, “Allah Allah!” haykırışları, Malazgirt, Eskişehir, Konya, Isparta, Ceyhan ovalarından, Kosova’dan, Niğbolu’dan Varna’dan, İstanbul’dan, Trabzon dağlarından, Çaldıran’dan, Kahire önlerinden, Belgrad’dan, Budin, Eğri, Uyvar’dan, Ege ve Akdeniz adalarından, Rusya steplerinden, Kafkas eteklerinden, Afrika ve Habeş çöllerinden, Körfez’den, Yemen’den… kulağımızda uğuldayan aynı sesler, aynı gülbanklerdi… Şâirin, bir bayram sabahında Süleymaniye cemaatinin arasında gördüğü, gözleri yaşlı, yiğitler güzeli mümin nefer, bugün de vatanın yaşayan vârisi ve sâhibi sıfatıyla, Habur suyunun kıyılarında, Cûdi dağının tepelerinde, hâlâ Türk kanına doymadım diyen topraklara kan veriyor, can veriyor!
Bugün Türkiye’de, maalesef, vatanı kuran, kurtaran ve yaşatan kanı, imanı, irfanı inkâr edenler, yok saymak, yok hükmünde tutmak, mahkûm vaziyette bırakmak isteyenler var. “Türküm ve Müslüman’ım” demeyi suç-kabahat halinde görenler, gösterenler var. Fakat şükürler olsun ki, her devirde olduğu gibi, nefes aldığı sürece kanının, îmânının ve irfanının davacısı olacak milletin öz oğulları ve kızları da var…

Toprağımızın Mânevî Sahipleri
Türkiye’nin neresine baksanız, neresini kurcalarsanız, şehidler, gaziler, kahramanlar, âlimler, evliyalarla ilgili maddî ve manevî izler, hatıralar, eserler görürsünüz. Köylere kadar böyledir bu.
En büyüğünden en küçüğüne kadar fetihlerimizde, gazalarımızda manevî işaretler, gerçek’ten daha mühim efsâneler, inanışlar vardır. İstanbul’u fethetmeden önce yaşayan evliyamız Akşemseddin, sûr dibinde şehid sahabî Ebâ Eyyüp Ensârî’nin mezarını keşfetti. İstanbul’un Eyüp semti onun ismini taşır, başka birçok semtleri başka evliya ve kahramanların isimlerini taşıdığı gibi.
Konya’da Mevlânâ, Kırşehir’de Hacı Bektaş, Ahî Evran, Kayseri’de Seyyid Burhaneddin, Bilecik’te Edebalı, Bursa’da Emir Sultan, Akşehir’de Hoca Nasreddin, Göynük’te Akşemseddin, Ankara’da Hacı Bayram, İznik’te Eşrefoğlu, Tillo (Siirt)’da Erzurumlu İbrahim Hakkı, Kastamonu’da Şaban Veli, Eskişehir’de ve Türkiye’nin bilmem kaç yerinde Yunus Emre hazerâtı yatmaktadırlar. Bunlar hemen akla ve dile geliveren en şöhretliler. Bunların yanına katılacak binler var. Anadolu Erenleri de bir ordu idiler. Yaşarken vatanı kurdular, öldükten sonra da manevî feyizleriyle nesillerin ruhlarını yoğurmaya devam ettiler. Halen bu vatanın en sarp manevî siperleri onların mübarek mezarları, türbeleridir. Öyle olmasa küstah ve terbiyesiz Yunan palikaryaları Bursa ve İznik’te önce türbelere saldırırlar mıydı?

Toprağın Dini ve Milliyeti
Bu toprakları önce kanımız, sonra alın terimiz, göz nurumuz, gönül cevherimiz, gözyaşımızla nakış nakış işlemiş, her köşesini “taşı yenmiş nice bin işçi ve mîmâr”ın elinden çıkma maddî eserlerimiz ve mâneviyatımızla doldurmuşuzdur. Türkiye, Doğu Beyazıt’taki İshak Paşa Sarayı’ndan Edirne’deki Selimiye Camii’ne kadar kubbeler, künbedler, minareler, taşa geçmiş nakışlar, oya gibi işlenmiş mermerler, çiniler, ahşaplar, minyatürler, hüsnühatlarla Türk mührünü, Türk damgasını taşır…
Asırlar süren gayretlerle bu coğrafyanın dağını, taşını, toprağını, ağacını, suyunu, kurdunu, kuşunu kanımız, irfanımız, imanımızla yoğurduk; kendi rengimize boyadık, mânâlandırdık. Târih anlattık, efsane, destan, türkü, ağıt, masal söyledik; neticede Türk ettik, Müslüman ettik! Bunlar Müslüman olur mu, Türk olur mu dememek lâzımdır; olur, olmuştur!
Her biriniz köyünüzdeki, kasabanızdaki, şehrinizdeki mahallelerin, semtlerin, sokakların, dağların, surların, arazi mıntıkalarının isimlerini, bu isimlerin hikâyelerini; ağaçların, kuşların, çiçeklerin, hayvanların efsanelerini, masallarını hatırlayınız. Benim verdiğim örnekleri zenginleştiriniz. Kumruların ne diye dem çektiklerini, keklik ve leyleklerin bacaklarındaki ve gagalarındaki kırmızı rengi, çiçeklerin şahı gülün rengini ve kokusunu, yoğurt çiçeği de denen şu papatyanın ne çiçek olduğunu, Türkiye’nin her yerinde görülen ve mübarek sayılan şu “üç ağaç”, “beş ağaç”ları, “üç taş”, “beş taş”ları, “ağlayan kaya”ları, “harlayan mağaraları”, şifalı sularla çamurları bir köylü çocuğuna, bulundukları mahalde sıradan bir vatandaşa sorunuz.
Târihî eserlerimizle, hâlâ mumlar yakılıp çapıtlar bağlanan türbeleri, yatırları gözünüzün önüne getiriniz… Böylece bir toprak nasıl bir milliyetin rengine bürünür, nasıl iman ve şahsiyet kazanır, anlarsınız. Ve kabul edersiniz ki “şanlı”, “kahraman”, “gazi” gibi insan sıfatları verilebilen toprakların şahsiyeti vardır, mânâsı vardır, dîni ve milliyeti vardır…

Sesimiz, Sözümüz
Böylece yoğurduğumuz toprağın havasını kılıç ve nal seslerimizle beraber savaş naralarımız, gülbangimiz, heybetli mehterimiz, mehâbetli tekbîrimiz, yerine göre hüzünlü ve yanık, yerine göre neş’eli ve şakrak türkülerimiz, şarkılarımız, saz eserlerimiz, dînî bestelerimiz, ince şiirimiz, güzel dilimiz doldurmuştur.
Türkçe bizim Avrupa ortalarından Büyük Okyanusa, Yugoslavya’dan Çin’e, Sibirya’dan Arabistan ve Hindistan’a kadar dalgalanan “ses bayrağı”mızdır. VIII. asırda “bengü taş”a kazınmış 1200 senelik edebî dildir o. Çince ile, Hindçe ile, Farsça ile, Arabça ile rekâbet etmiş ve yitmemiş, bitmemiş, dipdiri yaşayıp gelmiş. Sakalar, Hunlar, Göktürkler, Uygurlar, Karahanlılar, Selçuklular, Timurlular, Osmanlılar armağanı kültür beşiğimizdir, mânevî vatanımızdır.
Aşkımızı, sevdamızı, sevincimizi, yasımızı, kederimizi, hasretimizi söylediğimiz, el açıp Allah’a yalvardığımız, “Adı Güzel Muhammed”e na’tler düzüp koştuğumuz dildir. Anamız bize o dille ninni, ninemiz masal söyler; biz anamıza atamıza o dille Mevlid okuruz…
Orhun Âbideleri’nde yalın ve kunt devlet dili, Kutadgubilig’de hikmetli, Nevaî’de birlik bayrağı, Bâkî’de Kânuni orduları kadar ihtişamlı ve heybetli, Yunus’ta dervişçe mahviyetli, Fuzulî’de yanık ve yakıcı, Nef’î’de ok gibi delici, Nedim’de şuh ve çapkın, Şeyh Galib’de gurub kadar renkli ve içlidir… Köroğlu’nda, Dadaloğlu’nda yiğit, Karacaoğlan’da sevdâlı, İskân Türküleri’nde dertli, çilelidir… Sevincimize tercüman, acıya kedere tesellidir dilimiz. Onunla över, onunla sever, hattâ onunla söveriz! Dilimizle kardeşiz biz. Dilimiz olmasa bilişemezdik, sevişemezdik, tartışamaz ve kardeş olamazdık.
Vatan toprağını elimizle olduğu kadar dilimizle de işledik: Hâdriyanos Edirne, Konstantinopolis İstanbul, İkonyum Konya, Kotiaeion Kütahya, Smirna İzmir oldu… Bunların yanına Karahisar’ı, Akhisar’ı, Kızılhisar’ı, Akşehir’i, Alaşehir’i, Beyşehir’i, Kırşehir’i, Eskişehir’i, Yenişehir’i, Çanakkale’yi, Toprakkale’yi, Aladağ’ı, Karadağ’ı, Bozdağ’ı, Uludağ’ı, Elmadağ’ı, Emirdağ’ı, Sultandağ’ı, Çiçekdağ’ı, Ahırdağ’ı kattık; kimi yaylasına Uzun, ovasına Çukur dedik; ırmağının kimini Kızıl gördük, kimini Yeşil; bu toprak Türkiye oldu!
Yahya Kemal, Türk’ün coğrafyayı vatanlaştırmadaki bu mucizevî başarısını Hayal Beste şiirinde:
Roma’nın şarkını fethettiğin andan sonra,
Yüce dağlar gibidir gördüğün iş Türkoğlu!
Girdiğin yerde asırlarca kalıştan başka,
Kurduğun devlet asırlarca yürüdü.
Taliin döndüğü en korkulu yıllarda bile
Yürüyen düşmanı son hamlede döktün denize!
Açtığın ülkede yoktan yaratış kudretini
Azminin kurduğu yüzlerce şehirden fazla
İri firuzeye benzer nice gök kubbeyle
Dehre aksettiriyor gerçi büyük mîmârî
mısralarıyla özetledikten sonra:
Bu eserler seni göstermeğe kâfî diyemem;
……………………
Gönlüm isterdi ki mâzîni dirilten san’at,
Sana târihini her lâhza hayal ettirsin.
diye bitirir.
Biz bu kırık dökük cümlelerle, merhum üstâdın “her lâhza” hayâl etmemizi istediği mâzîden bir pencere aralamağa ve bu mâzî içinde vatan ve milliyetimizin nasıl tekevvün ettiğini az çok görmeğe, göstermeğe çalışıyoruz.

III
ANADOLU MEDENİYETLERİ – TÜRKİYE HALKLARI

Bayat Hikâye
Oldukça eski ve bayat bir hikâye vardır: Anadolu medeniyetleri hikâyesi. Zaman zaman canlandırılır. Bazıları derler ki:
Her ne kadar adımız Türk ve dilimiz Türkçe ise de biz “Anadolu milleti”yiz. Hititlerden itibâren Anadolu’daki gelmiş geçmiş bütün kavimlerin devamıyız. Kültürümüz de onların kültürünün karışımı ve devamıdır.
Lâfı daha ileriye götürenler de çıkar: Millî şâirimiz Homeros, millî destanımız da İlyada ve Odise’dir derler. Söz, Fâtih’in İstanbul’u fethederken, Mustafa Kemal Paşa’nın Yunan’ı denize dökerken Truva’nın intikamını almak gibi psikolojik bir motifleri olduğuna kadar uzatılır.
Böylece biz, Avrupalıların hayran oldukları Kadîm Yunan’la Elenlerle soyumuzu ve kültürümüzü sözde birleştirmiş oluruz. Böylece, köksüz ve aşağılık duygusu içinde bulunan bir kısım süper aydınlarımız da kendi “çağdaş ve uygar” kişilikleriyle mütenâsip uygar bir köke, cici bir geçmişe yaslanmak imkânını bulur ve psikolojik bakımdan rahat ederler. Onların dilinde ve dünyasında Türklüğümüz bir târih yanlışlığı, aksi bir tesadüf eseri kötü bir hâtıra gibi görünür.
Tabiatıyle, bu çocuksu tasavvurlara iddiâcıları ne kadar inanır, bilemem, ama inanmasını istediklerinden bir kişinin bile inanmak ihtimâli düşünülemez. Avrupalıların târih bilgileri sağlamdır. Bu konuların da ıcığını cıcığını çıkarmış durumdalar. Bunlar, bizimkilerin çocuksu saçmalarıdır.

Bir İdrak Hatâsı, Bir Kompleks
Böylesine saçma ve çocuksu bir hikâye nereden çıktı, nasıl çıktı? Kanaatimizce kaynakta bir idrak hatâsı ve aşağılık kompleksi yatıyor. Batı karşısında asırlarca süren ağır askerî mağlûbiyetler, Batı kültür ve medeniyetçe yükselirken bizim mütemadiyen düşüşümüz, özellikle aydınlarımızda bir Batı hayranlığı ve aşağılık kompleksi yarattı.
Bu aydınlar Türk târihini de garazkâr ve düşman Batı kaynaklarından okudular ve zâten kompleksli bir haleti ruhiye içinde soylarından, köklerinden utanır hâle geldiler. Kompleks katmerlendi. Uygun ve utanılmayacak bir kök bulma ihtiyacını hissettiler.
Son merhalede Batı emperyalizmi geldi Çanakkale’ye dayandı; oradan harben geçemedi, mecburî sulhu takiben işgal ederek İstanbul’a donanma dayadı, bayrak astı. Bu yetmedi, bir de Yunan ordusunu üstümüze salarak İzmir’den itibâren Batı Anadolu’yu işgal ettirdiler. Başkaları da vatanın bildiğiniz başka yerlerini kapmaya çalıştılar. “Hasta Adam” ölmüş, leş kargaları da üşüşmüştü.
Bu karanlık tablonun yarattığı sıkıntı, bir kısım aydınlarımızda “Türkiye Türklerindir!” diyebilmek için, Arz teşekkül ettiği günden beri üzerinde yaşadığımız toprakların bizim olması gerektiği zannını uyandırdı. İyi niyetli fakat beyhûde bir gayretle, ismi geçen bütün kavimlerin Türk olduğunu iddiâ ve isbâta giriştik! Gayretkeşliğimiz bütün medenî insanlığın Türk asıllı olduğunu iddiâ etmeye kadar uzandı!
İşte bu Hitit mitit iddiâları da bu iyi niyetli fakat hatalı kavrayıştan, daha doğrusu samîmî bir telâşın uyandırdığı, zandan doğdu.
Batı âlemi ile kaynaşabilmek, dostluk ve ittifak bağları kurabilmek için de kökümüzün ve kültürümüzün onlarınki ile aynı olması gerektiğini zannedenler çıktı. Hâlâ da var.
Batı’ya hayran olduğu ve kendi kökünden utandığı için uygun ve utanılmayacak bir kök arayanlar, “Türkiye” diyebilmek için Anadolu’nun bütün târihine ve Anadolu toprağının bütün kültür tabakalarına sâhib olmamız gerektiğini düşünenler; Batı dostluğu için onlarla akrabalık hısımlık peşinde olanlar… İşte, Anadolu medeniyetleri ve kültürleri, iddiâsının kaynağı ve başlıca iyi niyetli sâikleri bunlar.
Bunların hepsi de “Târihi istediğimiz gibi inşâ edebiliriz; kültürü, keyfimize göre temellendirebilir, yeniden icad edebiliriz.” zannetmek gibi fecî bir yanılgı içindedirler. Hâlbuki târih ve o târih içinde binlerce yılda oluşan millî kültür, sübjektif ferdî takdirlerle yeniden icat ve inşâ edilemez. Bunlar neyse odur. Târihi ve kültürü keşfetmek, bilmek, anlamak, açıklamak, yorumlamak ve günün şartlan içinde ikmal ederek geleceğe devretmek bahis konusu olabilir. Ama şahısların keyif ve arzusuna göre târih ve kültür olmaz. Târihi, keyfî bir şekilde değiştirmek, millî kültürü ve bütün bir millî hayâtı kudret sahiplerinin isteğine göre icad edilebilir bir şey zannetmek, Türk devrimci ve ilericilerinin en temel idrak hatasını teşkil eder. Kültür devrimciliğinde bizimkilerin hızı ve cür’eti, Rus ve Çin ihtilalcilerinden ileridir. Ciddî ve müsbet mânâda muvaffak olamayışlarının hep menfi, hep yıkıcı ve bozucu rol oynayışlarının sebebi budur.
“Türkiye vatanımızdır.” diyebilmek için, “Türkiye’nin meşrû sâhibi ve maliki Türk milletidir. “ diyebilmek için, 1071 ila 1990 arasındaki 919 senelik târih ve bu târih içindeki Türk varlığı bizce kâfidir. Hayır, kâfî değildir, diyen varsa, buyursun, bedelini ödesin ve alsın! Vatanımıza sahabet ve vatan bütünlüğümüzü muhafaza için döktüğümüz ve dökmeğe hazır olduğumuz kanlar, millî kültürümüz, devletimizin bugünkü kudreti, “Huda’nın ebedî serhaddi olan îman dolu göğüsler” dışında dayanak ve teminat aramak beyhûdedir. Bu vatanı bizden almak isteyen ve buna gücü yetebilecek bir düşman varsa, onu Lidya, Ligya, Frigya, Pamfilya, Kapadokya, Kilikya, Gordion, Efes, Hattuşaş, Hitit, Kadîm Yunan, Pers, Bizans isim ve hatıralarına sığınarak durdurmanın imkânı yoktur.
İbretle üzerine düşünülmelidir ki, Yahudi’nin yerinden söküp vatansız bıraktığı Filistinli Araplar, üzerinde yaşadıkları ülkenin 2000 yıllık sâhibi idiler. Sırf târihî kıdemle ülkeleri tasarruf ve ülkelere mâlikiyet kaide olsa, birçok milletin ve meselâ bütün Amerika kıt’asında yaşayan Latin ve Anglo-Sakson kökenlilerin, halen vatan saydıkları topraklardan çekilmeleri gerekirdi!
Dostumuz ve müttefikimiz Avrupa’ya sevimli ve yakın görünmek için de kanaatimizce böyle bir makyaja ihtiyaç yoktur ve Esâsen hâsıl edilmek istenen netice için bu makyaj yetmez. Çünkü böyle bir makyaj, Türk milleti için olsa olsa bir maskara makyajı olabilir! Bu da yazıktır. Türk milleti gibi büyük târîhî bir milleti, hangi niyetle olursa olsun, küçük ve gülünç düşürmeğe kimsenin hakkı olmasa gerektir.
“Türkler, Hektor’un, Tek Gözlü Aşil’in, Truvalı Helen’in veya Kleopatra’nın torunlarıdır!” demek, ne düşmana set ve engel ne de dosta, dostluğa köprüdür.
İnsanlar, soylarını müzayededen antika eşya satın alır gibi alamazlar.
Kaldı ki biz, hamdolsun, soylu soplu, soyu sopu belli bir milletiz. Kendimize cici babalar, cici anneler bulmaya, yeni kökler icad etmeye muhtaç değiliz. Anamız da babamız da belli: Selçuk oğluyuz biz, Osman oğluyuz! İstenirse daha ince ve detaylı da sayar dökeriz. Ama kısaca, Oğuz-Karahan nesliyiz! Selçuklu’nun ve Osmanlı’nın devamı ve meşrû vârisi olarak bu vatanın sâhibiyiz.

Kökler Asya’da
Biz Orta Asya’dan geldik. Yahya Kemal’in:
Geldikti bir zaman Sarı Saltık’la Asya’dan,
Bir bir dağıldık Diyâr-ı Rûma Sakarya’dan.
dediği milletiz. Daha önce de işaret ettiğimiz gibi, Malazgirt ovasına ayak bastığımız anda bir millî kimliğimiz ve o kimliğin gerisinde 1300 yıllık bir târîhimiz vardı. O kimlikle ve o târihin gücü ile bu vatana sâhib olduk ve bin yıldır o kimlikle devam ediyoruz. Her mekândan, her kültürden aldığımız verdiğimiz var; alış verişte ölçüyü kaçırdığımız, aşırı gittiğimiz de oldu; fakat maya aynı, pota Türk kültürü. Son derece aşırı gitmiş bir Fars tesiri, din yoluyla, mukaddesatla birlikte gelen Arap tesiri bile nihâî olarak Türk kültürünün özgün karakterini ortadan kaldıramamıştır.
Ne Selçuklu Türkiyesi’nde, ne Beylikler döneminde ne de Osmanlı Türkiyesi’nde, Türklerle Türkler gelmeden önceki Anadolu kavimleri arasında kitlevî kaynaşmalar söz konusudur. Yoktur böyle bir kaynaşma. Bir imparatorluk anlayışı içinde, sosyal tablo bir mozayiktir. Belli bir statü içinde düzeni bozmadan herkes kendisi olarak yaşayıp gelmiştir.
Bir bakıma da, muayyen temas noktalan dışında, gruplar yan yana ve iç içe oldukları hâlde, birbirinden tecrit edilmiş (soyutlanmış) gibi yaşamışlardır. Bilhassa din ayrılığı, kitlelerin karışıp kaynaşmasının çok büyük ve başlıca engelidir. Gerek Müslümanlarda, gerek Hristiyanlarda toplumlar din merkezlidir. Bütün gruplar için zihniyetlere, tutum ve tavırlara ümmet anlayışı hâkimdir. Türk idaresi de kimseyi dininde, inancında zorlamadığı, düzenin genel çerçevesi içine alıp itaat ve ahengi sağladıktan sonra, kimsenin kavmî yapısına karışmadığı için, akla gelen tarzda kitlevî bir kaynaşmaya lüzum da hâsıl olmamıştır. Binaenaleyh, bugünkü Türk milleti, Anadolu kavim ve kültürlerinin basit bir halitası ve uzantısı değildir. Zâten biz Anadolu’ya geldiğimizde, isimlerini bugün yeni öğrendiğimiz, eserlerini arkeolojik kazılar vasıtasıyla son yüz senede tanımaya başladığımız kavimlerden de kimse ile karşılaşmadık, Onlar çoktan mâzînin küllerine karışmış, âlem-i nisyânda kalmışlardı.
Müslüman etnik gruplara gelince; onlar, etnik özelliklerini muhafaza etmek suretiyle bir millet sayılmış ve birbirine açık topluluklar olarak yaşamışlardır. Aynı siyâsî otorite altında, aynı siyâsî birlik çerçevesinde, aynı mukaddesleri paylaşarak ve bir millet sayılarak, birbirine açık toplumlar hâlinde yaşayan bu gruplar arasında, bu bin yılda elbette kan karışması, soy kaynaşması da, müşterek bir kültür dokusu ve tecânüsü de meydana gelmiştir.
Gönüllü ihtidâlar yoluyla mahdut ve münferit Türkleşmeler de olmuştur. Saray, Enderun, Yeniçeri Ocağı yolundan çok küçük yaşta alınıp son derece muhkem Türk terbiyesi verilerek Türkleştirilen fertler ve onlardan yürüyen aileler de târihimizin ve sosyal yapımızın bilinen gerçeklerindendir. Ancak, son derece normal sayılması gereken bu hâlin içinde yeni bir millet oluşumu yoktur. Türk kültürüne ve sosyal varlığına katılmalar bahis konusudur. Nüfûsumuza yeni nüfus eklenmiş demektir. Bugün Almanya’dan ve diğer Avrupa ülkelerinden gelin getirmek gibi.
Bu tarz oluşumlar, imparatorluk kurup yönetmiş bütün büyük ve medenî milletlerde görülür. Kaldı ki bizim düzenimiz içinde kitlevi mânâda kimse bu yönde zorlanmamıştır. Zorlanmış olsa, imparatorluğumuz dağıldığı zaman Müslim, gayri Müslim bu kadar milliyet ortaya çıkamazdı. Binaenaleyh gönüllü ve tabiî katılmalardır. Ne katılanlara zulümdür ne milliyetimize ve millî kültürümüze yeni maya veya yabancı aşı sayılabilecek mâhiyeti bahis konusudur. Bunun adı Türk kültüründe birleşme ve bütünleşmedir.
Irk ve kan sürmediğimize, milletleşmeyi târih, kültür, îman, ülkü birliğinde aradığımıza göre, bin yılın kaynaştırdığı, birleştirdiği insanları bugün kimse ayıramaz, kültür ve millet bütünlüğümüzü kimse kirletemez. Milletimizin de, kültürümüzün de yeni temellendirmelere, yeni isimlendirmelere ihtiyâcı yoktur. Târih, temelleri de ismi de bize vermiş bulunuyor.
Şu iki cümleye lütfen kulak veriniz:
“Yurttaşlarım! Az zamanda çok ve büyük işler yaptık. Bu işlerin en büyüğü temeli Türk kahramanlığı ve yüksek Türk kültürü olan Türkiye Cumhuriyeti’dir.”

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/ayvaz-gokdemir/turk-kimligi-69499828/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
Türk Kimliği Ayvaz Gökdemir
Türk Kimliği

Ayvaz Gökdemir

Тип: электронная книга

Жанр: Легкая проза

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 16.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Türk Kimliği, электронная книга автора Ayvaz Gökdemir на турецком языке, в жанре легкая проза

  • Добавить отзыв