Nisan Bestesi
Berrin Müzeyyen Alpay
Berrin Müzeyyen Alpay
Nisan Bestesi
Yazar Yetiştirme-Metin ve Senaryo Yazarlığı Atölyesi katılımcılarının yazılarından oluşan bu eseri sizlere takdim etmekten mutluluk duyuyoruz.
Edebiyatımızda pek çok nesle hocalık yapan şair ağabeyimiz Ali Akbaş’ın yürüttüğü şiir atölyesinde yazılan şiirleri, Türk hikayeciliğinin yaşayan önemli isimlerinden Osman Çeviksoy’un idaresinde sürdürülen hikaye atölyesi ve Akademisyenliği ile olduğu kadar yazarlığı ile de kültür ve edebiyatımıza önemli katkılar sunan Hüseyin Özbay idaresindeki deneme atölyesinde ortaya çıkan eserleri sizlere topluca sunmaya çalıştık. Adem Yeşil, Atalay Yağmur, Aynur Turan, Berrin Müzeyyen Alpay, Erhan Özel, Fatma Nur Özdemir, Hatice Üzgül, Kamuran Özaktürk, Kenan Dallı, Mehmet Fatih Mülayim, Melik Çağrı Küçükyıldız, Oğuz Atahan Başaran, Remzi Anıl Toprak ve Saffet Atak uzun bir atölye çalışmasını sabırla sürdürerek edebiyatımıza yeni imzalar olarak adım atıyorlar. Bu arkadaşlarımızın imzalarıyla “Kardeş Sesler 2012” adıyla bir ortak kitap yayınlıyoruz.
Ayrıca Aynur Turan, Berrin Müzeyyen Alpay, Oğuz Atahan Başaran ve Melik Çağrı Küçükyıldız’ın kendi eserlerinden oluşan müstakil kitaplar da Atölye çalışmaları sonunda okuyucuyla buluşmuş oluyor.
Arkadaşlarımızı tebrik ediyor edebiyatımız içindeki varlıklarının sürekli olmasını ve her birinin isim ve üslup sahibi yazarlar olarak kendi yerlerini almalarını diliyoruz.
Sevgili Dostlar,
Türk edebiyatı, her yıl 30 civarında yeni hikayecinin eserleri ile zenginleşiyor. Başka bir deyişle her yıl 30 yeni yazar, kitaplaşan hikayeleri ile edebiyatımıza giriyor. Bu yıl, AYB Edebiyat Akademisi Yazar Yetiştirme-Metin ve Senaryo Yazarlığı Atölyesi sonunda yayınlanan 4 hikaye kitabının önemi artıyor. Atölyemiz, bu yıl ülkemizde yayınlanacak olan hikaye kitaplarının %13’ünü üretmiş demektir. Buna Kardeş Sesler 2012 kitabımızı da eklersek katkımız daha da artacaktır.
Bu önemli başarıda pek çok teşekkür borcumuz var: Öncelikle uzun bir maratonu gece gündüz demeden sanat sevgisiyle sürdüren yeni yazarlarımıza, sabırla bu atölyeleri yürüten her yeni yazıda tekrar heyecanlanan hocalarımıza, projelerimizi destekleyen Dernekler Dairesi Başkanlığı çalışanlarına ve özellikle Daire Başkanı Sayın Mustafa Yardımcı’ya teşekkür ediyoruz. Ve elbette şükran borçlu olduğumuz bir diğer isim ise projenin ev sahipliğini yürüten Türk Norm Vakfı Başkanı Özcan Tokyürek. Vakıf salonlarında yapılan derslerde en az bizler kadar heyecanlanıyordu.
Avrasya Yazarlar Birliği olarak yazar yetiştirme konusundaki bu tecrübelerini Ankara ile sınırlı kalmayıp ülkemiz geneline hatta tüm Avrasya coğrafyasına taşımak arzusundayız. Ümit ederiz, bu birikim tüm Anadolu’ya ve Türk Dünyasına yayılır.
Yazarlarımızın Türk edebiyatında önemli imzalar olarak yeni ufuklara doğru yelken açacakları ümit ve dilekleriyle, eseri dikkatlerinize sunuyorum.
Yakup Deliömeroğlu
Avrasya Yazarlar Birliği
Genel Başkanı
BERRİN MÜZEYYEN ALPAY
bmnalpay@yahoo.com
Aslen Konyalı olan Berrin Müzeyyen Alpay, ilk ve orta öğrenimini Konya 27 Mayıs İlköğretim Okulu ve Konya İmam Hatip Lisesi’nde tamamlamıştır. 1994 yılında Selçuk Üniversitesi Veteriner Fakültesi’nden mezun olmuş ve 1998 yılında Tarım Bakanlığı’nda göreve başlamıştır. Halen Tarım Bakanlığına bağlı bir Araştırma Enstitüsü’nde Veteriner Hekim olarak görevini sürdürmektedir.
2011 ve 2012 yıllarında Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi Hikâye ve Deneme Atölye çalışmalarına katılmıştır. Hikâye ve denemeleri çeşitli dergi ve internet sitelerinde yayımlanmaktadır.
Evli ve üç çocuk annesidir. Ankara’da yaşamaktadır.
DEHLİZ
Geceleyin müthiş bir gürültüyle uyandım. Aynı anda uyanmış olan eşim de tıpkı benim gibi dehşet içindeydi. İkimiz birden koşarak çocukların odasına yöneldik. Bir sağa bir sola âdeta yaylanan bina, birbiri üzerine düşen eşyalar, çocukların çığlıkları… Her şey sadece bir kaç saniye sürdü.
Sonrasında derin bir sessizlik ve sonsuz karanlıktan ibaret bir dehliz içindeydim. Bedenim dayanılmaz acılarla sızlıyordu. Öldüğümü sandım.
“Peki ya çocuklarıma, eşime ne olmuştu?” Onları görmek istiyordum ama nafile… Ne kıpırdayabiliyor, ne de gözlerimi açabiliyordum. Hareket etmeye her yeltenişimde vücudumda duyduğum acılarla inliyordum. Uzun bir zaman sonra sesler işitmeye başladım.
“Üç gün sonra… İnanılır gibi değil… Yaşıyor, nabzı atıyor, dikkatli olun!” diyordu birisi. Başka birisi heyecanla
“Bilinci yarı açık” diyordu.
Üzerimdeki ağırlığın yavaş yavaş azaldığını ama ağrılarımın hâlâ devam ettiğini hissediyordum. Demek yaşıyordum. Bin bir güçlükle göz kapaklarımı aralayarak eşimi ve çocuklarımı sormak istedim. Kimseye sesimi duyuramadım.
************
Bir hafta sonra ağrılarım dinmiş olarak bir hastane odasında uyandığımda aile fertlerimin henüz kurtarılamadığını öğrendim. Depremden üç gün sonra bana ulaşıldığı için oldukça şanslı sayılırdım. Ancak sevdiklerimle birlikte olmadıkça yaşamanın ne önemi vardı. Günlerce enkaz altında kalan yakınlarından müjdeli haber bekleyen birçok insan gibi ben de aileme sağ salim kavuşmak için dualar ettim. Umutla başlayan her yeni gün akşam olurken yerini feryatlara bırakıyordu. Savaş sonrası vehâmetindeki bu tablodan geriye; yaşamla ölüm arasında gidip gelen marazi ruh hali ve bir de uzman psikologların desteğiyle ayakta durabilen parçalanmış aileler kaldı.
Eşim ve çocuklarımın cansız bedenleriyle karşılaştığım gün hayata dair bütün ümitlerim söndü. İnsanın kendinden bile çok sevdiği üç kişiyi birden toprağa vermesinin yaşanabilecek en büyük acı olduğunu anladım. Dünyada bundan daha ağır bir imtihan olamazdı. Kocaman bir kara delik içinde artık bir başıma kaldığımı hissediyordum. Ölmek istedim… Birçok kez intiharın eşiğinden döndüm. İnançlarım gereği yaptığımın yanlış olduğunu bilmeme rağmen hayata bağlanmak için de bir neden bulamadım.
Geçmişi unutmak imkânsızdı ama karşımızda bu yaralı geçmişin üzerine kurulması gereken bir gelecek gerçeği vardı. Bu nedenle gruplar halinde aldığımız tedavilerde yeniden yaşama sevinci kazanmak için yoğun çabalar harcadık. Uzmanlar her birimizi kişiliğimize uyumlu uğraşlara yönlendirdi. Benim için de mesleğime geri dönmem en iyisi olacaktı. Fakat ne yazık ki bu uygulamalar bile bazen başarısızlıkla sonuçlanabiliyordu. Hayata sarılmayı defalarca yeniden deneyenlerimiz, defalarca başa dönenlerimiz vardı. Ben de onlardan biriydim.
*********
Daha önce mesleğime dönmüş fakat bir süre sonra hayatımda doldurulması mümkün olmayan bir boşluğun varlığını hissetmiştim. Ne yaparsam yapayım bu boşluğun hiç bir zaman dolmayacağı paranoyasına kapılmış ve kendimi başladığım noktada bulmuştum.
Ancak son zamanlarda özgüvenimi tümüyle yitirmekten korkuyordum. Artık ayaklarımın üzerinde durmak, yaşamak zorundaydım. Hatta hem gündüzleri hem akşamları çalışırsam olumsuz düşünmeye zamanım kalmayacak ve böylece daha mutlu olacaktım. Emeğimin karşılığını aldıkça da hayata daha sıkı sarılacaktım. Bu defa tüm önerilerine harfiyen uyarak aylardan beri bana emek veren psikologumun emeğini boşa çıkarmayacaktım. Hayata dâhil olmayı kendim için ne kadar istiyorsam psikologum için de o kadar istiyordum. Büyükçe bir çadırdan ibaret olan sınıfımın beni yeniden hayata bağlayacağını ümit ediyordum.
Göreve başlayacağım sabah dalgın, düşünceli, çadırdan sınıfıma doğru ilerlerken psikologum, yedi sekiz yaşlarında bir çocukla yoluma çıktı. Yüzüme manalı manalı bakarak yanındaki çocuğu işaret etti.
“İşte sana Umut’u getirdim. Ailesinden geriye bir tek o kaldı.”.
Umut’un tıpkı oğlumunkine benzeyen iri elâ gözleri vardı. Aydınlık yüzünde büyük bir felâketin bile silmeyi başaramadığı tatlı, çocukça bir gülümseme vardı.
Minik ellerini şefkatle avucuma aldım. Gönlüm, ilkbaharda tomurcuk vermeye hazırlanan bir ağaç kadar coşkuluydu…
(Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi Hikâye Atölyesi, 22.01.2011)
BABASININ OĞLU
Otobüsün hareket etmesine çok zaman vardı. Şehrin sokaklarında avare avare gezindim durdum. Saatlerdir dışarıda olduğumu soğuktan parmaklarım uyuşmaya başlayınca fark ettim. Terminale doğru yürümeye başladım.
Ne zaman ellerim üşüse annemi hatırlarım. Annemin soğuk, narin parmakları gelir aklıma. Beni kimi zaman bir ipek gibi yumuşacık saran, okşayan, kimi zaman bir pençe kesilip kavrayan, düştüğüm kuyulardan çekip çıkaran annemin elleri…
Sobamızın yanmadığı soğuk kış gecelerinde kız kardeşimle birbirimize sokularak yattığımız kanepede bizi ısıtması için annemi beklerdik. Bazı geceler elektriğimiz de kesilmiş olurdu. Olsun, annem karanlık odayı da aydınlatır, üşüyen bedenlerimizi de ısıtırdı. Nereden aklına gelirdi bilmem komik hareketler, sözler bulur bizi güldürürdü. Ne kadar neşeli kadındı annem. Bir de kaderi güzel olsaymış daha neler yaparmış. Sadece gece yarısından sonra babam eve gelince biraz önceki neşeli, sevgi dolu kadın o değilmiş gibi beti benzi solar, elleri buz keserdi. Babamın sarhoş kafayla savurduğu küfürleri biz duymayalım diye yorganı başımıza kadar çeker, kapımızı sıkıca kapatırdı. Onca hakarete nasıl dayanırdı bilmem, bir kere bile cevap vermez hep susardı.
Babam ailesinin yüz karası, kazara girdiği işlerden kazandığı bütün parayla içki içip kumar oynayan rezil adamın biriydi. Bir köstebek gibi sürdürdüğü yaşantısında aydınlığa yer yoktu. İyi ve güzel olan her şeye karşı öfke duyardı. Ekonomik durumları bizden daha iyi olduğu için dayılarım ve teyzelerimle görüşmemizi yasaklamıştı. Hatta bayramlarda bize gönderdikleri yepyeni giysileri parçalar, henüz tadılmamış yiyecekleri çöpe atardı. Hoş, kendi kardeşleriyle de geçinemezdi ya… Amcam ne zaman bizi özleyip evimize gelse sebepsiz yere kavga çıkarır adamcağızı geldiğine pişman ederdi. Aile büyükleri onun evde olmadığı saatlerde gizlice, diken üstünde gelir, anneme bir miktar para bırakır, aceleyle çekip giderlerdi. Her iki ailenin boşanma ısrarlarını annem kabul etmez “Hele biraz daha sabredeyim, elbet bulacak cezasını. Boşansam çoluk çocuk kime sığınırız. Belki bir köşede geberir el ağzına düşmeden ayrılırız. Hem bizim örfümüzde gelinlikle girilen eşikten kefenle çıkılır.” diyerek tek kurtuluş ümidimizi de söndürürdü.
Her aybaşında parası tükeninceye kadar eve gelmeyen babamın ay sonuna doğru gündüz saatinde aniden eve gelmesi benim için ölümle eş değerdi. Zorla elimden tutar, karşı çıkışlarıma, çığlıklarıma, annemin yalvarmalarına aldırmaz öğrettiklerini ağlata ağlata yaptırmak için bilmediğim, dükkânlara, evlere götürürdü beni. Çaldığı paraları alıp köşe başında beklememi isterdi. Soymak istediği evlerin banyo pencerelerinden içeri sarkıtarak sokak kapılarını açmamı isterdi. Ağzından tükürükler saçarak küfürler eder, hıncını alamazsa bir de döverdi beni.
Eve geldiğimizde annem hiçbir şey sormaz ben de bir şey anlatmazdım. Bakışlarımızdan anlardık birbirimizi. İkimizin de boğazında düğüm düğüm acılar birikirdi… Yine de koyuvermezdik gözyaşlarımızı. Yaptığım her şeyi bildiğini sanırdım. Bazı zamanlarda babamın bana bakıp pişkin pişkin;
“Yine gidelim mi?” demesinden iğrenir, utancımdan annemin yüzüne bakamazdım. O gidince annem hiçbir şey bilmiyormuş gibi beni güldürmek için elinden geleni yapar, ruhumdaki yaraları sarmaya çalışırdı. Bu işkence yıllarca böyle sürüp gitti…
Delikanlılığa adım attığım yıllarda, bir gün aldığı fazla alkolden dolayı nasıl yaşadıysa öylece öldü. Onun ölümünden sonra, kötü anne babaların hak ettikleri cezayı evlatlarına çektirmeye alışık önyargılı toplum, benim için de “babasının oğlu’’ kılıfını uygun görmüştü. Böylece geleceğime dair babamdan geriye kalabilen kırık dökük hayallerimi de onlar yıkmıştı. Babasının ya da annesinin günahlarının bedelini ödeyen birçok genç gibi benim de iyi bir yol tercih etme şansım pek azdı. Ne okulumu bitirebilmiş ne de bir işte dikiş tutturabilmiştim. Kız kardeşimin ve annemin geçimini sağlayabilmek için var gücümle çalıştım. Babamın oluşturduğu kötü kanaatler yüzünden toplumun alnıma yapıştırdığı etiketi ne yaparsam yapayım söküp atmayı başaramadım.
Kız kardeşimin mutlu bir yuva kurmasından iki yıl sonra annemi kaybettik. Artık bir serseriye ne yakışırsa onu yapıyor, nerede akşam orada sabah günümü geçiriyordum. Annemin iyiliği içimde çoktan küllenmiş, ruhum babamın kötülüğüyle yıllarca boğuşup durmuştu.
Dalgın ve düşünceli bir halde terminalin bekleme salonuna doğru yürüyordum. Otobüsün kalkmasına daha yarım saat vardı. Orta yaşlı, esmer, tıknaz bir ayakkabı boyacısının;
“Karadeniz’de gemilerin mi battı beyim, boyayayım da için aydınlansın” diyen sesiyle irkildim. Daha cevabımı beklemeden ayakkabılarımı boyamaya başladı. Gayri ihtiyari;
“Ancak buradan kaçarsam içim aydınlanır” diye mırıldanmıştım. Boyacının;
“Beyim karanlık da aydınlık da insanın içinde. Yakanı koyuverir mi sanırsın? Sen nereye onlar oraya” sözleriyle derinden sarsıldım. Sürekli gülümseyen bu adamın yüzüne dikkatle baktım. Daha önce annemden başka gözlerinin içi bu denli gülen birine rastlamamıştım.
Oysa ben şimdi bütün çocukluk ve gençliğimi heba ettiğim bu şehirden, anılarımdan, daha küçük bir çocukken kaderimi tayin eden önyargılı insanlardan, babamdan, kirli mazimden kaçıyordum. Kaçmayı düşünebilmek, annemin içimi aydınlatan ışığını hâlâ yitirmediğimin belirtisiydi… Belki okuma yazma bile bilmeyen, üç beş kuruşa tanımadığı insanların ayakkabılarını boyayan fakat sürekli gülümseyen, aydınlığı içinde taşıyan bu adamın bilgece kurduğu cümleyi tekrarlayıp durdum.
Haklıydı Boyacı.
Emanete gidip bavullarımı geri aldım. Ceplerimi karıştırdım, bu gece kalabileceğim küçük bir oda için param vardı…
(Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi Hikâye Atölyesi, 19.02.2011)
YABANCI
Ekim ayı boyunca burada kalmak zorundayım. Duvardaki takvimde beş rakamının üzerini hemen karalıyorum. Buraya geleli beş gün oldu ama bana beş ay kadar uzun geldi. Dakikalar, saatler geçmek bilmiyor.
Henüz güneşli bir sabaha uyanamadım. İstisnasız her gün yağmur yağıyor. Kendimi bir labirentin içindeymiş gibi hissediyorum. İnsanlar, sokaklar, teneffüs ettiğim hava bile bana yabancı. Her sabah kaldığım apartın yakınındaki çalıştığım enstitüye gidiyor, her akşam da enstitüden aparta geri dönüyorum. Ama bugün öyle yapmayacağım.
Kasaba merkezine sadece hafta içi saat 16.00’a kadar otobüs gidiyor. Ara sıra geçen arabalar da olmasa kasabanın bu kısmında hiçbir hayat belirtisi yok. Civarda ne bir alışveriş merkezi ne de sokakta oynayan bir çocuk var. Cadde boyunca etrafları yüksek duvarlarla çevrili kampüsler, içlerinde işyerleri… Her şey son derece düzenli ve temiz. Titiz bir insan olmama rağmen bu aşırı düzen ve temizlik sinirime dokunuyor. Tuhaf bir şekilde yalnızlık hislerimi yoğunlaştırdıklarını düşünüyorum. Yine de kararımı değiştirmiyor, yürümeye devam ediyorum.
Geldiğim günden beri tek bir kelime Türkçe konuşmadım. Çalıştığım enstitüde İngilizce konuşarak anlaşıyoruz. İnsanlar iş dışında bir şey konuşmuyor. Çocukluğu bu şehirde geçmiş bir arkadaşım “Çok sıkılırsan dışarı çıkıp yürü, mutlaka bir Türk’le karşılaşırsın.” demişti. Yaklaşık bir saattir yürüyorum hiç kimseye rastlamadım. Caddeler ıssız ve hava da kararmaya başladığı için geri dönmek zorunda kalıyorum.
Gece boyunca yüreğim bir mengene ile sıkıştırılıyormuş gibi sızlıyor. Ertesi gün çalışmam biter bitmez, daha erken saatte ve daha hızlı yürümeye başlıyorum. Hedefim kalabalık bir alışveriş merkezine ulaşmak.
Uzun bir süre yürüdükten sonra üzerinde kırmızı ışıklarla almanca kelimeler yazılı beyaz bir tabela görüyorum. Burasının alışveriş merkezi olma ihtimalini hesaplıyorum. Heyecanla yaklaşıyorum. Bugün de hiç kimseyle karşılaşmazsam ne yapacağımı düşünmek bile istemiyorum. Bir taraftan da her tür olumsuzluğu en az hayal kırıklığıyla atlatabilmek için kendimi hazırlıyorum. Olsun, bugün olmazsa yarın diyorum, vazgeçmeyeceğim…
Fakat o da ne? Giysileri anneminkine benzeyen üç kadın binanın önünde beliriveriyor. Hayal gördüğümü sanıp dikkatimi toplayarak tekrar tekrar bakıyorum. Gözlerimi kapatıp açıp bir daha bakıyorum. Hayır, kesinlikle hayal görmüyorum. Koşarak peşlerine takılıyorum. Birden aklıma arkadaşımın, İranlı kadınların da Türkler gibi giyindiklerini söylediğini hatırlıyorum. Ümidim kırılıyor. Beni duyabilecekleri mesafeden;
“Bakar mısınız?” diye sesleniyorum. Biri dönüp bana bakıyor. Ancak yüksek sesle bağırdığım için bakmış olabileceğini düşünüyorum. Bir çırpıda ağlamaklı bir ses tonuyla ağzımdan;
“Ben Ankara’dan geldim, siz Türk müsünüz ?” cümlesinin çıkmasına engel olamıyorum. Bir an saçmaladığımı, Türkçe bilmeyen birinin bu soruları zaten anlayamayacağını düşünüyorum. Bu defa kadınların üçü birden bir şey anlamamış gibi bana bakıyor. Sonra içlerinden biri;
“Öyle mi biz de Malatyalıyız” diyor. Gülümsüyorlar. Onlar da ben de uzun zamandan beri görmediğimiz bir yakınımızı görmüş gibi seviniyoruz. Ses bayrağımızın tatlı yankılarıyla gözyaşları içinde birbirimize sarılıyoruz…
(Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi Hikâye Atölyesi, 06.03.2011)
GELİNCİK
Geçenlerde gençlik yıllarımın tozlu hatıralarında gezinirken bir kadının hafızamda silinmeye yüz tutmuş siluetinin kalbime tuhaf bir acı verdiğini hissettim. Esmer, zayıf, orta boylu, ellerinin üstündeki mavi damarları patlayacakmış gibi görünen, yüzü kuru bir ceviz kabuğundaki kadar kırışıklıklarla dolu bu kadın, komşumuz Fatma Teyze idi.
O gün bugündür farkında olmadan Fatma Teyzenin çelimsiz, sürekli çalışan bedeni hatıramda yaşamış. Büyüklüğüne rağmen hiçbir şey ekilmeyen bahçesinin bir ucunda derme çatma kömürlük, diğer ucunda kiler, odalar vardı. Fatma Teyze günlük işlerinden biraz vakit bulsa kim bilir bu bahçeye ne güzel yemişler, ne ıtır kokulu çiçekler dikerdi. İkinci katta iç içe odalar ve adeta bir inşaat iskelesi gibi birbirine tutturulmuş tahtalarla kurulu asma balkondan girilen mutfak vardı. Fatma Teyze’nin mis kokulu bazlamalarını yiyebilmek için her adım atışımızda gıcırdayan ve aralarındaki boşluktan bir alt katın göründüğü bu tahta yolu aşmak zorundaydık. Buradan yanımızdakinin elini sımsıkı tutup, ha düştük ha düşeceğiz korkusuyla, yüreğimiz ağzımıza gelerek geçerdik. Oysa o, her defasında kavruk vücuduyla ayaklarını hiç yere basmadan sanki uçarak geçerdi bu yolu.
Birini hiç görmediğim beş çocuğu vardı. Pala bıyıklı, göbekli, azı dişlerini birbirine sürterek ağzının içinden konuşan, sert bakışlı bir de kocası… Karısını aşağılarmışçasına bakan bu adamın görüntüsünün bile Fatma Teyzeyi ürküttüğünü hissederdim. Komşu kadınlar, Fatma Teyzenin çocuklarından en çok Ferhat’ı severlerdi. Ferhat babasının baskılarına dayanamayıp yıllar önce evden kaçmıştı. Büyük bir şehirde balıkçılıkla yaşamını sürdürdüğünü duyardım. Bir zaman annesini özleyip gelmiş, kadıncağızın bütün ısrarlarına rağmen babası eve almayınca tekrar çekip gitmişti. Her zaman Fatma Teyzeden bahsederken “Zehrini içine akıttı, kimselere derdini söyleyemedi. Yaşadıklarından bir kez bile şikâyet etmedi. Mahallelinin dedikodularına aldırmadı. Susmayı tercih etti.” derdi annem.
Minicik göz çukurlarında ışıl ışıl parlayan siyah gözleri, içinde henüz kimsenin ulaşamadığı kocaman bir dünyayı gizlerdi sanki. Zaman zaman bu efsunlu dünyaya ait küçük bir ışık yakalayabilmek ümidiyle onu izlerken bulurdum kendimi. Hiç sinirli olduğunu görmedim, hatta güldüğünü de… Her zaman hüzünlü, mücadele etmekten yorulmuş, boyun eğmiş, küskün bir hali vardı. Zor duyulacak bir sesle, çok az ve sakin konuşurdu. Bana öyle gelirdi ki, söyleyeceği şeyleri kendisini anlayabilecek ve onu bu bayağı yaşamdan kurtaracak birisi için biriktirirdi. Bana kalırsa bu yüzden susacak, beklediği gelene kadar susacaktı… Mazlum ve mahzun görüntüsüne rağmen her zaman onda içten içe bir isyan, bir kararlılık ve inatçılığın varlığını hissetmişimdir. Yağmura, fırtınaya, rüzgâra kolay kolay boyun eğmeyen, ilkbaharın tüm meşakkatine dayanan ama tabiatının gereğinden uzaklaştırıldığında narin yaprakları dökülüveren bir gelincik gibiydi sanki…
O zamanlar konuşmak, çırpınmak, isyan etmek için başka şehirde yaşayan oğlunu bekliyor olabileceğini düşünmüştüm. Bence oğlu geldiğinde o hiç durmadan konuşacak, ağlayacak, çırpınacak, feryat edecekti. En sevgili evlâdı ise ya anasını da alıp gidecek ya da anasının yanından hiç ayrılmadan onun yüreğinde yıllardır evlat hasreti ile yanan ateşi söndürecekti… Evet, mutlaka ikisinden biri er ya da geç tecelli edecek Fatma Teyze kurtulacak diyerek kendimi teselli ediyor, yazdığım mutlu senaryonun tesiriyle huzur buluyordum. Ta ki; Ferhat’ın teknesinin bir fırtınada alabora olduğu ve iki balıkçının da bulunamadığı haberi kulaktan kulağa yayılmaya başlayana değin…
Bu haberin ardından çok geçmemişti ki evinin büyük bahçesini dolduran kalabalık, cesedini dahi göremediği oğlu için kendisine başsağlığı dilemeye başlamıştı. Artık Ferhat’ını da kaybetmiş derdini paylaşabileceği hiç kimsesi kalmamıştı kadıncağızın. O yine hiçbir taşkınlık yapmıyor, sessiz sessiz ağlamakla yetiniyordu. Bu hali, perişan olmuş yüreğime öyle ağır, öyle tahammül edilmez geliyordu ki, onun asil başını göğsüme yaslayıp Ferhat’ın yerini almak, bütün acılarından kurtarmak istiyordum.
Günlerce yardım etmek bahanesiyle evlerine gitmiş aklımca onu yalnız bırakmamıştım. Sonu gelmez bir bekleyiş içinde saçlarındaki beyazların gittikçe arttığını, daha çabuk yorulmaya başladığını, daha çok ibadetle meşgul olduğunu, hayata daha çok küstüğünü ve sustuğunu, hep sustuğunu belki de bir tek ben fark etmiştim… Onun da benim gibi Ferhat’ın ölümüne inanmadığından ve kapısının önünde biricik yavrusunu göreceği günü sabırsızlıkla beklediğinden emindim.
Yıllar hafızalarımızda yer etmiş en güzel yaşanmışlıkları silerken hayatın hengâmesi içinde herkes gibi ben de Fatma Teyzeyi unuttum. Bir gün aklıma geldi birilerine sordum. Zaman içinde eşi ve çocukları ile ilgili birçok sıkıntı çekmiş zavallı kadın… Bir akşam yalnız, küskün ve hiç konuşamadan, ışıl ışıl siyah gözlerindeki hazinenin kapılarını yeryüzünde hiç kimseye açmadan, açamadan göçüp gitmiş bu dünyadan…
(Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi Hikâye Atölyesi, 18.03.2011)
MAVİ
Evimiz bayram günlerinde olduğu gibi kalabalık. Nermin halamlar bugün yurtdışından geldiler. En son üç yıl önce gelmişlerdi, ben altı yaşımdayken. O zaman annem de vardı.
Halamın biri benden büyük diğeri benimle yaşıt iki oğlu var; Hakan ve Serkan. Onlarla oynamayı çok seviyorum. Necla halama ve babama birbirinden güzel hediyeler getirdiler. Bana da mavi renkli bir yağmurluk hediye ettiler. Ben en çok halamın kutularının üzerine Oğuz’a diye yazdığı çikolataları sevdim. Öyle mutluyum ki…
Hakan ağabey bilgisayardan iyi anlıyor, bize bilmediğimiz birçok şey öğretti. Ama Serkan’la oyun oynamanın tadı bir başka. Akşama kadar havuzda, futbol sahasında koşturup duruyoruz. Çok yoruluyorum ama yine de bir an önce sabah olsa da yine oynasak diyorum. On beş gün boyunca üçümüz de benim odamda kalacakmışız, halam öyle diyor. Hatta yataklarımızı hazırlamış bile. Heyecandan hiç birimizi uyku tutmuyor, durmadan konuşup gülüşüyoruz. Onları çok seviyorum. Bir de Serkan durup dururken;
“Senin annen nerede?” demese… O öyle sorunca içimde bir yer acıyor. Sanki ben biliyor muyum nerede olduğunu. Hem annem yoksa Necla Halam var ya… Hakan ağabey Serkan’ı susturuyor,
“Hadi uyuyalım” diyor, hemencecik uyuyorlar…
Ben uyumuyorum çünkü halamı bekliyorum. Birazdan misafirler gidince odama gelecek, yorganı üstüme iyice örtecek, ben uyuyormuş gibi derin derin nefes alacağım, saçlarımı okşayıp yanağıma bir öpücük konduracak, “bahtsız yavrum benim” diyecek öyle uyuyacağım. Kaç saattir bekliyorum ama halam bir türlü gelmiyor.
Daha fazla dayanamayıp kapıyı hafifçe aralıyorum. Misafirler çoktan gitmişler. İki halam salonda sessiz sessiz konuşuyorlar. Necla halam ağlıyor. Merak edip yanlarına gidiyorum. Beni görünce “ Sen hâlâ uyumadın mı?” diyerek ikisi de sırayla bana sarılıyor. Hiçbir şey anlamıyorum. Necla halamın dizine yatıyorum. Çok severim onun dizinde uyumayı. Bir süre konuşmuyorlar, sonra benim uyuduğumu sanıp ilk Nermin halam başlıyor konuşmaya:
“Gurbet işte, hiçbir derdinize derman olamadım. O zor günlerinizde kalkıp gelemedim. Aklım hep sizlerde kaldı, bu zavallı yavrucak, ağabeyim, sen… Bilemezsin nasıl zordur sevdiklerinin acı gününde yanında olamamak. Nasıl oldu, ne oldu?” diyordu. İyice meraklanmıştım ama uyumadığımı hiç belli etmiyordum.
Necla halam anlatmaya başladı
“Siz geldiğiniz zaman da sorunlar vardı biliyorsun ama düzelir sanmıştık. Ağabeyim “Eşimdir, çocuğumun annesidir” deyip hep alttan almaya çalışıyordu. Birkaç günlüğüne çiftliğin işleri için kasabaya gitmişti. Ramazandı. Oğuz annesinin yanında uyumuştu o gece. Birlikte sahura kalkmıştık. Üstüne uzun, mavi bir sabahlık giymişti. Her zamankinden farklı aceleci bir tavrı vardı. Aklıma kötü bir şey gelmedi, ben odama çekilip uyudum. Sabah Oğuz’un “Anne! Anne!” diye ağlayan sesine uyandım. Koşup yanına geldiğimde annesi yoktu. Çekmeceler dağınık, elbise dolabının kapağı açıktı. Bütün elbiseler, ziynet eşyaları boşaltılmıştı. Çok telaşlandık, karakola, eşe dosta haber bıraktık hiçbir sonuç alamadık. Sonradan duyduk ki, o sabah kendisini bekleyen mavi bir arabaya binip gittiğini görenler olmuş. Bir kaç gün sonra ağabeyime bir not göndermiş, başka biriyle evleneceğim, boşanalım diye. Ağabeyim perişan oldu, bir tarafta ayaklar altına alınan onuru, yıllarca bu evliliği sürdürmek için verdiği emeğin heba edilmesi, diğer tarafta annesiz büyüyecek bir çocuk… Hiç beklemeden dava açıp bir celsede boşandılar, evliyken başka bir adamla çekip gittiği için çocuk ağabeyimde kaldı. Hoş zaten annesi de istemedi. Çok üzüldük, kimsenin yüzüne bakamaz olduk.”
Nermin halam hem ağlıyor, hem de;
“İnsan nasıl olur da başka bir adam için evladını bırakıp gidebilir?” diyordu. Necla halam beni kucağına alıp odama götürürken;
“Oğuz’u yatağına bırakıp geliyorum.” dedi. Her gece olduğu gibi beni yatağıma yatırdı, üstümü sıkıca örttü, yanağımdan öptü, saçlarımı okşadı,
“Bahtsız yavrum benim.” diye diye odadan çıktı.
Demek benim annem beni bırakıp gitmiş ve bir daha geri dönmeyecek… Babam bunun için annemden bahsedilince sinirleniyor…
Hatırladım ben o sabahı. Gece sarılıp uyumuştum anneme ama uyandığımda yanımda yoktu. Bir daha da görmedim annemi. O mavi sabahlığı da hatırladım. Annem gibi kokuyordu. Bir keresinde halam ona sarılıp yatıyorum diye bana kızıp kapıya gelen dilenciye vermişti. O zaman çok üzülmüştüm, çok kızmıştım halama. Artık kızmıyorum, iyi ki vermiş. Ayrıca mavi rengini de hiç sevmiyorum. Nermin halamların bana hediye ettiği mavi yağmurluğu kapıya gelen ilk dilenciye vereceğim.
Sınıf arkadaşım Aslı’nın da annesi yok ama o ölmüş. Benim annem tanımadığım bir adam için beni bırakıp gitmiş. Ben ne yapayım böyle anneyi… Benim halam var… Bir gün o da beni tanımadığım bir adam için bırakıp gider diye çok korkuyorum…
(Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi Hikâye Atölyesi, 30.03.2011)
YAĞMUR NÖBETLERİ
Yağmur damlaları trenin camına çarparak küçük ırmaklar oluşturuyordu. İstasyona ulaştığımızda ırmaklar daha bir büyüdü. Durduk.
Bütün yolcular gibi istasyonda yağmurun dinmesini beklemeye başladım. Düşüncelerim beni bundan on üç on dört yıl öncesine götürdü. Öğretmen okuluna gittiğim o yıllarda bizden bir alt sınıfta, yeşil gözlü, kumral, sarı mantolu bir kız süslerdi hayallerimi. Her sabah derse girerken ve her akşam ders bitiminde karşılaşır hiç konuşmadan bakışırdık. İkimiz de bu karşılaşmayı ister gibiydik. O kendisine sarı mantolu sevgilim diye şiirler yazdığımdan ve ilk aşkım olduğundan habersiz her akşam ders bitiminde sarı mantosunu giyer, diğer yatılı olmayan öğrenciler gibi evinin yolunu tutardı. Henüz hiç konuşmadığımız halde onun gidişiyle okulda kendimi yapayalnız kalmış hissederdim. Ertesi sabah okula geliş saatini iple çekerdim.
Yine böyle yağmurlu bir ilkbahar günüydü. Öğrenciler evlerine gidemeyip okulda yağmurun dinmesini beklemek zorunda kalmışlardı. Nasıl sevinmiştim. İlk aşkımla konuşabilmek arzusuyla sınıflarının önünden defalarca gelip geçtim. Sırtı sınıfın kapısına dönük yağmuru seyrediyordu. Heyecanla sınıfa girdim, sanki dilim tutulmuştu, bir selam bile veremiyordum. Birinin yaklaştığını fark etmiş olmalı ki bana doğru döndü. Bir an ne yapacağını bilemedi sonra ani bir hareketle içinde kurabiye dolu bir kutuyu bana uzattı:
“Alır mısın? Ben yaptım” dedi. Böyle habersizce yanına geldiğim için kendimden utanmış olarak:
“Teşekkür ederim.” diyebildim. Sonra bana sınıfımı, öğretmenlerimi, derslerimi sordu, ben anlattım, ardından o anlattı. Sanki ikimiz de uzun zamandır bu anı bekliyorduk. Yağmur dininceye kadar sohbet ettik.
O yağmurlu günden sonra her okul giriş ve çıkışında nöbet tutar gibi onu beklemeye başladım. Her sabah okulun köşesinde onu bekliyor, sınıfının kapısına kadar bırakıyordum. Her akşam da ders bitiminde sınıfının kapısında buluşup okulun köşesine kadar yürüyorduk. Dedikoduya meydan vermemek için daha ileriye gidemiyorduk.
Gönüllü nöbetim okul bitinceye kadar devam etti. Sonra ben başka bir şehirde üniversiteye başlayınca zorunlu olarak ayrıldık. Bu defa da oldukça uzun sürecek özlem nöbetlerim başlamıştı…
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/berrin-muzeyyen-alpay/nisan-bestesi-69499813/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.