Kazak Tiyatrosunda Kadın Meselesi

Kazak Tiyatrosunda Kadın Meselesi
Cemile Kınacı

Cemile Kınacı
Kazak Tiyatrosunda Kadın Meselesi. (1920-1928)

Türk modernleşmesinin kadın öncülerine…


Ön Söz
Fransız İhtilâli’nin ardından eşitlik, özgürlük ve insan hakları alanındaki gelişmeler, kadınların da bu gelişmelerden etkilenerek toplum içinde kendi durumlarını sorgulamalarına ve hak arayışı içine girmelerine sebep olur. Kadınlar artık başta eğitim hakkı olmak üzere, erkeklerin sahip olduğu temel haklardan yararlanmak ister.
XIX. yüzyılın ortalarından itibaren dünyanın dört bir tarafında haklarını talep eden kadınların başlattıkları hareketler ortaya çıkar. İngiltere ve ABD ortaya çıkan kadın hareketlerinin gözlendiği ilk ülkelerdir. Daha sonra farklı coğrafyalarda ortaya çıkan bu kadın hareketleri, ortaya çıktıkları ülkelerin kendine özgü gelenek görenekleri ve toplumsal diğer koşulları içinde gelişme göstermiştir. Bununla beraber hepsinin ortak noktası kadınların canla başla verdikleri eşitlik ve özgürlük mücadelesidir.
Batı’daki kadın hareketinin gelişimi aşamalı bir seyir izlemiştir. Batı’da kadın hareketinin ürünü olan kadın kuruluşları, ilk yıllarda hayırseverlik ve kadın eğitimi konularında faaliyetler yürütmüş, daha sonra ise tam eşitlik talebinde bulunmuştur. Eşitlik talebinin son halkası ise Batı kadınının seçme ve seçilme hakkı mücadelesi olmuştur. Osmanlı sahasında da Batı’dakine benzer bir sürecin yaşandığını, Osmanlı kadın hareketinin de hayırseverlik, eğitim, basın yayın faaliyetlerine katılma ve nihayetinde siyasal hak elde etme çabası şeklinde geliştiğini görmekteyiz. Batı ve Osmanlı sahasında bu şekilde gelişen kadın hareketi, Rus Çarlığı’nın siyasî egemenliği altındaki Türk Dünyası’nda da benzer biçimde gerçekleşmiştir.
Rusya idaresi altındaki Türk yurtlarında Türk Kadın Hareketi’nin temsilcileri, tıpkı Batı’daki kadın hareketlerinde olduğu gibi önce 1800’lü yılların sonlarından itibaren Türk ve Rus okullarına girerek eğitim almaya başlamış, hayırseverlik faaliyetleri içinde yer alıp açlara el uzatmış, Balkan Savaşları’nda örneğini gördüğümüz gibi gönüllü hemşireler olarak yaralı Türk askerlerinin yaralarını sarmıştır. Türk Dünyası’nın yenilikçi kadınları nihayetinde 1917’ye gelindiğinde siyasal haklarını aramışlardır.
1800’lerin sonlarından itibaren Çarlık Rusya’da Müslüman Türk toplumları arasında kadın sorununa dikkat çeken yenilikçi Türk aydınları, kadın yenileşmesinin ilk önemli aşamasını kadınların eğitim meselesi olarak görmüştür. Türk kızlarının sistemli bir şekilde okumaya başlaması, İsmail Bey Gaspıralı’nın 1884’ten itibaren uygulamaya koyduğu Usul-i Ce-did hareketi ile olmuştur. Kırım ve İdil-Ural bölgesinde etkili olan yenileşme hareketi Türkistan sahasını da yoğun biçimde etkilemiştir.
Gaspıralı ilk olarak Tercüman’da kadının toplumsal konumuna dair yazdığı önemli yazılarla kadına dikkat çekmiştir. Kadınlar Ülkesi adlı eseri ile mizahî üslûpla bir kadın ütopyası yaratarak, Arslan Kız ile güçlü ve kendi ayakları üzerinde durabilen bir Türk kızı imajı oluşturmuştur. Bütün bu çabaların ardından toplumda kadın haklarına dair bir duyarlılık meydana gelmiştir. Gaspıralı en nihayetinde edebî eserlerinde kurduğu ütopik kadın dünyasını Rusya’daki ilk Türk kadın dergisi olan Alem-i Nisvan ile ütopyadan gerçeğe dönüştürmeyi başarmıştır. Kırım ve İdil-Ural’da başlayan kadın yenileşmesi meselesi, Kazak aydınlarına da tesir etmiş, Kazak aydınlarının kadın meselesi üzerine eğilmelerine vesile olmuştur.
Bu eserde Gaspıralı öncülüğünde başlayıp Türk Dünyası’na yayılan kadın yenileşmesinin bir ayağını oluşturan Kazak kadın yenileşmesi, Kazak tiyatrosu çerçevesinde ele alınmıştır. 1920’li yılların sonuna kadar Dünya’da ve Osmanlı’da kadın hareketlerinin seyri genel hatlarıyla eserde ortaya konulmuştur. Türk Dünyası’ndaki kadın yenileşmesi ise 1917’ye kadarki dönem ve 1917’den sonraki dönem olmak üzere iki başlık altında incelenmiştir. Bunun bu şekilde yapılmasındaki amaç 1917 Ekim Devrimi’ne kadar Türk Dünyası’nda yenileşme hareketi içerisinde gelişme gösteren kadın yenileşmesi, İsmail Bey Gaspıralı’dan doğrudan etkilenmiş, bu minvalde gelişme göstermiş ve 1917’ye gelindiğinde Türk Dünyası kadınları somut başarılar elde etmiştir. 1917 Ekim Devrimi sonrasında ise Sovyet Hükümeti kadın yenileşmesine kendi ideolojisi doğrultusunda yön vermiştir. Kadın meselesi, Sovyet Hükümeti’nin özellikle 1920’li yıllarda en önemli argümanlarından biri olmuştur. Bu dönemde kadın yenileşmesi, Sovyet ideolojisinin etkisiyle Gaspıralı’nın etkisinden farklı bir minvalde gelişme göstermeye devam etmiştir.
Kazak edebiyatında tiyatro türü esas alınarak Kazak kadın meselesini işlediğim bu eserde, Kazak tiyatrosunun teşekkülü ve 1920’li yıllarda modern Kazak tiyatrosunun gelişmesi ele alınmıştır. Çalışmada kullanılan örneklem Kazakistan’da Kazak yazarlar tarafından yazılan ve 1920-1928 yılları arasında Kazakça yayımlanan kadın konulu sekiz piyestir. Bu örnekleme dahil edilen piyesler, Kazak tiyatrosunda doğrudan kadın sorunlarını ele almak ve kadın meselesini toplumun gündemine getirmek için kaleme alınan piyeslerdir. Piyes örneklemindeki bazı eserlerin ilk defa yazılıp sahnelenme tarihleri 1920 yılından öncedir. Ancak eserlerin müstakil bir kitap olarak ilk yayımlanma tarihleri çalışmaya esas alınmıştır. Piyesleri kaleme alan kadın sorununa duyarlı Kazak yazarların biyografik bilgileri de çalışmada verilmiştir. Bu yazarlar 20. yüzyılın başında yaşamış ve Kazak kültür tarihi içinde önemli yerleri olan Kazak yenilikçi aydınlardır. Piyeslerin yazarları olan bu aydınların içinde Alaş hareketinin önemli temsilcileri de yer almaktadır. 1930’lu yıllarda Stalin’in yürüttüğü aydın katliamında tutaklanan Mirjakıp Duvlatulı sürgünde hayatını kaybetmiştir. Jüsipbek Aymavıtulı, Saken Seyfullin ve Koşmuhambet Kemengerulı ise Stalin’in Kızıl Kırgın’ında katledilmişlerdir.
Eser, üç bölüm halinde inşa edilmiştir. Yazar özgeçmişleri ve piyes özetleri verilirken kronoloji esas alınmıştır. Çalışmanın edebiyat çalışması olmasından hareketle çalışmada transkripsiyon işaretleri kullanılmamıştır. Ayrıca Kazakça piyeslerden aktarılan söylemlerde vurgulanmak istenen cümleler koyu olarak belirtilmiştir.
Bu çalışmayı hazırlarken sevgi ve ilgileriyle beni destekleyen, bana her zaman güvenen anneme, babama ve kardeşlerime sonsuz şükranlarımı sunuyorum. Fikirleri ve yorumlarıyla yalnızca akademik hayatta değil, her konuda beni her zaman destekleyen ve özellikle bu kitabın gelişmesine katkı sağlayan kardeşim Hüseyin Arif Kınacı’ya ayrıca teşekkür ederim.
Kitabın yazılış sürecinde ihtiyacım olduğu her an yardımını eksik etmeyen değerli arkadaşım Akmaral Kulmagambetova’ya ve büyük dedesi Koşke Kemengerulı’nın hayatıyla ilgili özel arşivinden belgelerini benimle paylaşan değerli bilim adamı Kayırbek Kemengerulı’na en içten şükranlarımı sunuyorum.
Son olarak Kazak Tiyatrosunda Kadın Meselesi başlıklı çalışmamı yayımlayarak emeğimi ve çalışmamı taçlandıran Kazakistan Cumhuriyeti Ankara Büyükelçiliği’ne ve Bengü Yayınları Genel Yayın Yönetmeni Yakup Ömeroğlu’na teşekkür ederim.

    Ankara, 2017

Giriş

Dünyada ve Türkiye’de Kadın Hareketinin Filizlenmesi ve Gelişmesi
Genel olarak dünyada, aydınlanma dönemi sonrasında kadınlar toplumsal konumlarına ve yaşadıkları eşitsizliklere karşı itirazda bulunmaya başlar. Özellikle Fransız İhtilâli’nin ardından eşitlik, özgürlük ve insan hakları alanındaki gelişmeler, kadınların da bu ortamdan etkilenerek toplum içinde kendi durumlarını sorgulamalarına ve bir hak arayışı içine girmelerine sebep olur.
1789’da yaşanan Fransız İhtilâli’nin ardından ilk kez kadınların bilinçli bir şekilde hak arayışına girdikleri dikkati çeker. İhtilâl’le birlikte hâkim olan eşitlik, kardeşlik ve özgürlük gibi kavramlardan kadınlar da yararlanmak ister (Yapar Gönenç 2006: 66). Bu bakımdan 1792 yılında yayımlanan Mary Wollstonecraft’ın Kadın Haklarının Doğrulanması adlı kitap, kadın haklarının, insan hakları perspektifinden ilk defa dile getirilmeye başlanması açısından önemli bir eserdir. Eserde kadınların insan haklarına vurgu yapılmakla birlikte, toplumda kadına yüklenen ve kadının sorumluluğu olarak görülen ev içi görevlerin kadının doğası gereği olamayacağı dile getirilir. Eser özellikle, başta eğitim hakkı olmak üzere, erkeklerin sahip olduğu temel haklardan kadınların da yararlanması gerektiğine vurgu yapar (Kolay 2015: 5).
XIX. yüzyılın başlarından itibaren genel olarak toplumların gelişme ve özgürleşme düzeyinde artış görülür. Eşitlik ve özgürlük düşüncelerinin toplumsal hayata yansıtılmaya başladığı dikkat çeker. Bu dönemde evrensel gelişmeler yaşanmasına, özgürlük, eşitlik ideallerinin toplumsal hayata yansıtılmasına rağmen, kadınlar bu eşitlik ve özgürlük ideallerinden faydalanamadıklarının farkına varır. Kadınların, yaşadıkları eşitsizliklerin, biyolojik cinsiyetlerinden değil, toplumların cinsiyetçi dayatmalarından ibaret olduğunu kavramalarıyla birlikte, kadınların eşitlik mücadelesi de başlamış olur.
XIX. yüzyılın ortalarından itibaren dünyanın dört bir tarafında haklarını talep eden kadınların başlattıkları kadın hareketleri gelişme gösterir. İngiltere ve ABD dünyadaki kadın hareketlerinin ilk olarak nüvesinin belirdiği ülkelerin başında gelmektedir (Rupp 1997; Druelle 2006). Kadınların temel hak mücadelesi, oy kullanma, eğitim ve mülkiyet hakkı çerçevesinde gelişir. Bu bağlamda, 1890 yılında Amerikalı Kadınlar Ulusal Oy Hakkı Derneği, İngiltere’de 1897’de Kadınların Oy Hakkı İçin Ulusal Birlik kurulur (Şahin 2012: 1). XX. yüzyılın başında “sufrajetler” adı verilen oy hakkı için mücadele eden kadınlar ve onların yürüttükleri kadın hareketleri sayesinde, kadınların seçme ve seçilme hakkı konusunda büyük bir ilerleme yaşanır.
1914’te I. Dünya Savaşı’nın başlaması ile birlikte erkeklerin savaşa gitmesi, kadınların iş gücü olarak değerlendirilmesini zorunlu hâle getirir. Evlerinden çıkan kadınlar, fabrikalarda çalışmaya başlar ve ülke üretiminde görev alır. Ancak kadınların yaşadıkları eşitsizlikler bu noktada da kendini gösterir. Fabrikalarda çalışmaya başlayan kadınlara, aynı işi yapan erkeklere ödenen ücretten daha az ücret ödenerek kadınlar yine toplumsal eşitsizliğin kurbanı olur. Bu defa da “eşit işe eşit ücret” için mücadeleye girişen kadınlar, 1918’de Versailles Anlaşması’na ve Milletler Cemiyeti’ne “eşit işe eşit ücret” ilkesini koydurmayı başarırlar. Bu durum, kadın hakları açısından büyük bir kazanım olmasına rağmen, I. Dünya Savaşı’nın bitmesinin ardından erkekler işlerine dönünce, kadınlar işten çıkarılarak yeniden kamusal alandan itilirler. Bu dönemde kadınların annelik ve ev kadınlığı rolleri yüceltilir. Onlardan istihdam alanlarını erkeklere bırakıp evlerine dönmeleri istenir (Kolay 2015: 6). Dünyadaki kadın hareketleri 1920’li yıllara kadar böyle mücadeleli bir süreçte gelişir.
Fransız İhtilâli’nin akabinde Batı’da ortaya çıkan özgürlükçü ve yenilikçi anlayış aynı şekilde Osmanlı sahasında da Tanzimat ile birlikte kendini hissettirir[1 - Türkiye’deki modernleşme hareketleri Osmanlı Devleti’nde Tanzimatla birlikte başlamış, Meşrutiyet ile devam etmiş, daha sonra Cumhuriyet’in ilanıyla birlikte Türkiye’de hız kesmeden sürmüştür. Türk Kadın Hareketi de bu modernleşme sürecinin bir ayağını oluşturduğundan, Osmanlı’da Tanzimat ile başlayan Türk Kadın Hareketi, Cumhuriyet’e intikal etmiştir. Hülya Argunşah’ın ifadesiyle, “19. yüzyılı 20. yüzyıla, Osmanlı Devleti’ni Türkiye Cumhuriyeti’ne bağlayan kadınlardır.” (Argunşah 2016b: 12) Bu çalışmada da Türkiyedeki Türk Kadın Hareketi Osmanlı ve Cumhuriyet dönemi olmak üzere ele alınmıştır.]. Tanzimat Dönemi’ndeki yenileşme hareketleri kadınları da etkiler, kadınlar toplum içindeki konumlarını sorgulamaya ve konumlarına itirazda bulunmaya başlar. Tanzimat’ın ilanından hemen sonra kadınlar için yeni arayışlar söz konusu olur. Kadınlara yönelik açılan ilkokullar, meslekî eğitim veren kurslar, o dönemde çıkmaya başlayan ilk dergi ve gazetelerin tek bir ortak amacı vardır: Yeni tanışılan medeniyet dairesinin kadını yetiştirmek ve bu medeniyete uygun yeni bir kadın kimliği yaratmak… (Argun-şah 2016a: 18) Ancak Osmanlı’da köklü modernleşme hareketi, özellikle II. Meşrutiyet ile birlikte ortaya çıkar. II. Meşrutiyet’le birlikte başlayan genel modernleşme hareketi içinde Osmanlı kadınının konumunun iyileştirilmesine yönelik yenilikler de önemli bir yer tutmaktadır.
Osmanlı sahasında II. Meşrutiyet ile birlikte hem aydınların hem de siyasal iktidarın kadın sorununa eğildikleri görülür. II. Meşrutiyet’in ilanıyla birlikte gelişen Osmanlı Kadın Hareketi’nin örgütlenmesinde önemli bir yeri olan Batıcı ve Türkçü olmak üzere sayısız kadın dergisi ve yine Osmanlı Kadın Hareketi’nin önemli bir parçası olan sayısız kadın derneği de mevcuttur (Kurnaz 2011; Kurnaz 2013). Bu dönemde Meşrutiyet’in kendilerine verdiği haklarla Osmanlı kadınlarının kendilerine olan güvenlerinin arttığı görülür. Milletin yararına faaliyet gösteren derneklerin hem kurucusu hem çalışanı olarak üstlendikleri görevler sayesinde yalnızca sosyal değil, fikrî ve siyasî tecrübeleri de artar. Son olarak da onlar bu birikimlerinin ardından edebî varlıklarını ispatlama noktasına ulaşırlar (Argunşah 2016b: 11).
Osmanlı kadınları özellikle basın aracılığıyla kendilerini ifade etmeye ve tanıtmaya başlar. Dönemin gazeteleri, gazetelerin kadınlara yönelik sayfa ve ekleri, özellikle de kadın dergileri yazmaya başlayan her kesimden kadının, yazma ürkekliklerini, çekimserliklerini gidermede, taleplerini iletmede önemli bir işlev görür. Dönemin basın organlarını kullanan kadınlar toplumlarında kendilerine yönelik eşitsizlikleri dile getirip hak ve özgürlük arayışına girer. Onlar, bu yolla toplumda kendilerinin de var olduğunu göstererek seslerini duyurmaya çalışır (Çakır 2013a: 59-60). Bu yayınlarda özellikle kadınların bilgilendirilmesi amaçlanır, evlilik ilişkileri, çocuk bakımı, sağlık gibi konular dile getirilir. Bunun yanı sıra edebiyat, sanat, tarih, siyaset konularında kadınların kaleme aldıkları yazılar da yayımlanır. Osmanlı kadını bu dönemde basın aracılığıyla hem kadınların kültür seviyelerini yükseltmeyi hem de yurtlarındaki ve dünyadaki gelişmelerden haberdar olmalarını sağlamayı hedefler (Kolay 2015: 6).
Osmanlı kadınları yayınladıkları dergi ve gazetelerle seslerini duyurmakla kalmaz, aynı zamanda kurdukları derneklerle örgütlü bir kadın hareketini de başlatır. Türk kadınlarının kurduğu derneklere bakıldığında bunların, devleti ve orduyu desteklemek amacıyla kurulan dernekler, hayır ve yardım dernekleri, ekonomik amaçlı dernekler ve eğitim, kültür, sanat amaçlı dernekler olmak üzere dört grupta toplandığı görülür. Kadınlar yardım, eğitim, kültür amaçlı derneklerde aktif faaliyet yürütmekle birlikte, ülke sorunlarına çözüm arayan ve siyasal partilere bağlı derneklerde de vazife yapar. Onlar, kendilerini hayatın her alanında geliştirerek toplumda var olmaya çalışır. Yardım dernekleri, örgütlü Osmanlı Kadın Hareketi’nin ilk halkasıdır. Bu yardım dernekleri aracılıyla çeşitli etkinliklerle toplanan para ve eşyalar yoksul kadın ve çocuklara ulaştırılır. Eğitim amaçlı dernekler her yaşta kadının eğitim alabilmesi için mücadele eder. Bu dernekler tarafından okullar açılır, yoksul kız çocuklarının ihtiyaçları giderilir, kadınların meslekî eğitim alması ve iş hayatına atılması için uğraş verilir. Örgütlü Osmanlı Kadın Hareketi’nin önemli bir halkasını da kadının kültürel bakımdan gelişimini amaçlayan dernekler oluşturur. Bu dernekler de kurdukları kütüphane, müze ve atölyeler ile kadın eğitimine destek olarak kadının toplumsal hayatta daha etkin bir konuma gelmesini hedefler. Bu dernekler aynı zamanda kadınları sanatın çeşitli dallarına ve yabancı dil eğitimine de yönlendirir (Kurnaz 2011: 155-173).
Örgütlü Osmanlı Kadın Hareketi’nin önemli derneklerinden biri, 17 Nisan 1913 tarihinde yayın hayatına başlayan Kadınlar Dünyası adlı dergi etrafında toplanan kadınların kurduğu “Osmanlı Müdâfaa-i Hukuk-ı Nisvan Cemiyeti”dir (Osmanlı Kadınının Hukukunu Savunma Cemiyeti). Bu dernek 27 Mayıs 1913 yılında, tüm Osmanlı kadınlarını asil üye, yabancı kadınları yardımcı üye kabul ederek kurulmuştur. Derneğin amacı, kadınlığı her alanda toplumun geleneksel baskısından kurtarmaktır (Kurnaz 2013: 317-322). Dernek, yayın organı olan Kadınlar Dünyası aracılığıyla sesini duyurur. Kadınlar Dünyası, derneğe üye olmak isteyenlerin de başvuru adresi hâline gelir. Derginin sahibi, yönetimi ve yazı kadrosunun tamamı kadınlardan oluşmaktadır. Dergi, yalnızca kadınların yazdığı yazıları yayınlamayı ilke edinmiştir. İlk sayısında yer alan aşağıdaki cümle derginin yayın ilkesini açıkça ortaya koyduğu gibi, dergideki kadın yazarların kadın hakları savunuculuğu konusunda erkek yazarlara meydan okuyuşunu da gözler önüne sermektedir:
“Muharrirler, bir kadını kadın ruhuyla anlayamazlar. Lütfen bizi kendimize bıraksınlar. Erkekler yüzünden çekmekte olduğumuz zulmün def’ini bugün biz erkeklerin mürüvvetinden beklemeye tenezzül eder miyiz?” (Kurnaz 2013: 203) Kadınlar Dünyası’nda, Osmanlı Müdâfaa-i Hukuk-ı Nisvan Cemiyeti’nin üyesi olan farklı milletlerden çoğu gazeteci-yazar kadınların yazılarına da yer verilmiştir. Kadınlar Dünyası yalnızca yurt içinde değil, aynı zamanda Fransa’da yaşayan Türk kadınları arasında, Rusya ve Kafkasya’da da ilgi ile takip edilmiştir (Kurnaz 2013: 201-206). Osmanlı Müdâfaa-i Hukuk-ı Nisvan Cemiyeti ve onun yayın organı Kadınlar Dünyası, Osmanlı kadınını bilinçlendirme ve ona yol göstermenin yanı sıra, Osmanlı kadınına yeni bir kimlik yaratarak onların edilgen değil, hayatın her alanında etken bir şekilde harekete geçmesini sağlamıştır.
Kadının toplumdaki konumunu iyileştirmeye yönelik harekete geçen, toplumda kendilerine uygulanan eşitsizlikten şikâyetçi olan ve bunu ülke şartlarının kendilerine sunduğu uygun platformlarda gayretle dile getiren Osmanlı kadınları, ilerleyen süreçte yaşanan Balkan Savaşları ve I. Dünya Savaşı esnasında evlerinde oturmaz. Onlar, ülkeleri için ellerinden geleni yapar, o dönemde toplumsal hayatın her alanında yararlılık göstererek toplumda kendilerinin de var olduğunu ispatlar.
Osmanlı sahasında 1914 yılına gelindiğinde, kadınlar ilk kez üniversiteye gitme hakkı elde eder. O dönemde toplumun çeşitli kesimlerinde, özellikle de din adamları tarafından bu duruma karşı çıkılıp tepkiler gösterilse de bu durum Osmanlı kadın hareketinin ilerlemesine engel olamaz (Karataş 2009: 1656). Bu dönemde, kadın süreli yayınları üzerinden Osmanlı sahasında yürütülen kadın hareketi hız kesmeden devam eder.
1920’li yıllarda siyasî alanda da etkin olmaya gayret eden Türk kadınlarının parti kurmalarına her ne kadar izin verilmese de 7 Şubat 1924 yılında Nezihe Muhiddin öncülüğünde siyasî alanda da etkin olmak isteyen bir kadın örgütü olan Türk Kadınlar Birliği kurulur. 1935’te Türk Kadınlar Birliği, Cumhuriyet’in ilk uluslararası Dünya Kadınlar Birliği Toplantısı’na ev sahipliği yapar (Davaz 2014: 149, 153, 156). Türk kadınlarının bu önemli organizasyona başarılı bir şekilde ev sahipliği yapması, o günkü şartlar içinde onlara büyük bir cesaret verir.
Türk kadınlarının siyasî haklarını elde etmeleri aşamalı bir şekilde gerçekleşir. 1930 yılında öncelikle kadınların belediye seçimlerine katılma kararı kabul edilir. Kadınların belediye seçimlerine katılması sağlandıktan sonraki ikinci aşamada, 1933’te kadınlara muhtar ve ihtiyar heyeti seçimlerine katılma hakkı sağlanır. Son aşamada ise Türk kadınlarına 4 Aralık 1934 tarihinde milletvekili seçme ve seçilme hakkı verilir (Kaplan 1998: 191). Türk kadınları ilk kez 8 Şubat 1935’te yapılan milletvekili seçimlerinde seçme ve seçilme hakkını kullanır (İçke 2014: 57). 1935’te gerçekleşen 5. Dönem Milletvekili Seçimleri’nde Meclis’e 18 kadın milletvekili girmeyi başarır (İçke 2014: 51). Bu durum, Türk Kadınlar Birliği öncülüğünde Türk kadınlarının o dönemde siyasî açıdan gösterdikleri gayretin de bir sonuç verdiğini ve hedefledikleri noktaya ulaştıklarını açık bir şekilde göstermektedir.
Kadın yenileşmesinin filizlenmesi ve ilk gelişim dönemine bakıldığında, hem Batı’da hem de Türkiye’de (Osmanlı-Cumhuriyet) kadın hareketi aynı şekilde, aşamalı bir gelişim çizgisi göstermiştir. Bu bakımdan, Batı’daki kadınlarla Türk kadınlarının kadının toplumdaki konumunun düzeltilmesi doğrultusundaki faaliyetlerinin ve kadın özgürlüğü konusundaki uygulamalarının genel olarak birbirine benzer bir özellik taşıdığı görülmektedir.

1917 Ekim Devrimi’ne Kadar Rus Çarlığı Siyasî Egemenliği Altındaki Türk Dünyası’nda Kadın Hareketi
Dünyada farklı coğrafyalarda ortaya çıkan kadın hareketleri, ortaya çıktıkları ülkelerin kendine özgü koşulları içinde bir gelişme gösterir. Ancak hepsinin ortak bir tarafı vardır ki, o da nerede olursa olsun kadınların verdikleri eşitlik ve özgürlük mücadelesidir. Batı’daki kadın hareketi aşamalı bir süreç içerisinde gelişim gösterir. Batı’daki kadın hareketlerinin ürünü olan kadın kuruluşları, ilk yıllarda kadın eğitimi ve hayırseverlik konularında faaliyetler yürütür, daha sonra ise tam eşitlik talebinde bulunur. Eşitlik talebinin son halkasını ise seçme ve seçilme hakkı mücadelesi oluşturur (Davaz 2014: 6). Türkiye’de de aynı süreç yaşanır. Batı’da ve Türkiye’de bu şekilde bir gelişim süreci geçiren kadın hareketi, Rus Çarlığı siyasî egemenliği altındaki Türk Dünyası’nda da benzer şekilde gerçekleşmiştir.
Rusya’daki Türk Kadın Hareketi’nin doğuşunu, müstakil olarak kızların eğitim alması için açılan okullarla ilişkilendirmek mümkündür. 1764 yılında Petersburg’da II. Yekaterina tarafından ilk kez Rusya’da kızlar için bir eğitim-öğretim kurumu açılmıştır. Kazan’da buna benzer ilk kız enstitüsünün açılışı ise 1841 yılında olmuştur. 1858 yılında eğitim bakanlığı tarafından kızların eğitimi meselesi de gündeme gelip, “Halk Eğitim Bakanlığı İdaresindeki Kız Mektepleri Hakkında” başlıklı kanunlar da çıkarılmıştır. II. Aleksandr tarafından kabul edilen bu kanun çerçevesinde Rusya’da kızlar için açılan okullar iki farklı gruba ayrılmıştır. Birinci grupta yer alan okullarda kızlar altı yıl, ikinci grupta yer alan okullarda ise 3 yıl süren bir tedrisattan geçmişlerdir. Altı yıllık birinci gruptaki kız okullarından ilki Kazan’da 1859 yılında açılmıştır. 1870 yılında Çarlık tarafından “Kızlar Gimnaziyaları ve Progimnaziyaları Hakkında”[2 - Rus Çarlığı döneminde lise düzeyindeki okullar.] kanun kabul edilmiştir ve bu tarihten itibaren kızlar, Çarlık yıkılana kadar bu okullarda da okumaya devam etmişlerdir (Mehmutova 2012 a: 75-88).
1870-1880’li yıllarda Kızlar Gimnaziyaları’nın açılmasıyla birlikte Tatar kızları da birer ikişer de olsa bu gimnaziyalarda görünmeye başlar. Mesela 19. asrın sonunda Petersburg’da tıp eğitimi alarak doktor olan Tatar kızı Raziya Kutlıyarova, Kasım şehrindeki gimnaziyada eğitim gören ilk Tatar kızlarındandır (Mehmutova 2012 a: 91). İdil-Ural sahası dışında mesela, Kazak bozkırlarında eğitimci Ibıray Altinsarin’in öncülüğünde kızlar için okulların açılmaya başlaması da 1890’lara rastlar. İlk olarak Irgız’da ardından da 1891’de Torgay’da, 1893’te Kostanay’da, 1895’te Karabutak’ta ve 1896 yılında Aktöbe’de Altinsarin öncülüğünde kız okulları açılmıştır (Ayan 2015: 25-26).
Rusya’da 1764’ten itibaren kız okulları açılmış olsa da, Türk kızlarının sistemli bir şekilde okumaya başlaması, Kırımlı bir Türk olan İsmail Bey Gaspıralı’nın 1884’ten itibaren uygulamaya koyduğu Usul-i Cedid hareketi ile olmuştur. İsmail Bey Gaspıralı, özellikle Usul-i Cedid adı verilen eğitim alanındaki yenilikçi faaliyetleri ile Türk kültür tarihine adını yazdırmıştır. 1880’li yıllarda Çarlık Rusya’da Rus okulları ve medreseler vardır. Ancak Rus okullarında Türkler anadillerinde eğitim görmedikleri için bu okullardan çok faydalanamamaktadır. Gaspıralı, bu sebeple millî dilde eğitimin önemine dikkat çekmiştir. O, Rusya’ya hitaben yazdığı yazılarda, devamlı surette Rusya’dan anadilde eğitim hakkını talep etmiştir (Togan 1981: 554). Dönemin medreseleri ise zamana ayak uyduramadığı için oralarda verilen eğitim artık geri kalmıştır ve yeterli değildir. Gaspıralı, Rusya’da yaşayan Müslüman-Türk toplumunun eğitimle ilgili bu sorunlarını tespit ettikten sonra hızla faaliyete geçmiştir. Gaspıralı’nın öncülüğünde başlatılan Usul-i Cedid şu somut esaslara dayandırılmıştır: 1) Mektepler medreselerden ayrılacaktı; 2) İlkokulların kendine has öğretmenleri olacaktı; 3) Öğretmenler “sadaka” değil, aylık alacaktı; 4) Okuma-yazma öğretimi eski usulde düzensiz bir heceleme metoduyla değil, yeni Elifba kitaplarında gösterilen “usûlü savtiye” ile başlayıp okuma işi daha kolaylaşacaktı; 5) Yalnızca okumaya değil, yazma işine de önem verilecekti; 6) Kızlar için ayrı okullar olacaktı ve kızlara da yazı öğretilecekti; 7) Öğretim bir programa göre yapılacak ve her yaş düzeyine göre ders kitapları kullanılacaktı (Taymas 1966: 162).
İsmail Bey Gaspıralı, Usul-i Cedid esaslarına göre modernleşmeyi mektep ve medreselerden başlatmaya karar vermiştir. İlk olarak her yaştan insana okuma yazmayı öğretmeyi hedefleyen “savtî usul” metoduyla kısa zamanda okuma yazmayı öğretmeye başlamıştır. Bu metoda göre, Arap alfabesini öğretmede kullanılan eski hece metodunun yerine fonetik alfabe metodu uygulanmıştır. Gaspıralı, fonetik esasa dayalı bir okuma kitabını da (Hoca-i Sıbyan) yazarak bu yeni metodu işlevsel hale getirmiştir. Kısa zaman içinde bu usul, büyük başarı kazanmıştır. Kırım’da İsmail Bey Gaspıralı öncülüğünde başlayan bu usul ile eğitim kısa zamanda Türk Dünyası’nın pek çok yerine yayılmıştır. 1905 yılında bu okulların sayısı beş bini aşmıştır. Gaspıralı, bir yandan da Usul-i Ce-did okullarında okutulacak ders kitaplarının yazılması ve hazırlanması işiyle de uğraşmıştır. O güne kadar medreselerde okutulan kitaplar yalnızca dinî içerikli kitaplardır ve çoğunluğu Arapçadır. Din dışı konularda yazılmış olan kitaplar da zamana ayak uyduramamış, bilgi değerini yitirmiş, eski kitaplardır. Dolayısıyla Gaspıralı, Usul-i Cedid okullarında okutulmak üzere zamanın bilgi ve medeniyet seviyesini yansıtan yeni eserlerin yazılması işine de bizzat kendisi öncülük etmiştir (Akpınar 2008: 52-57; Rorlich 2000: 187).
Rusya’da kızlar için ilk Usul-i Cedid mektebi Bahçesaray’da 1884 yılında açılmış ve öğretmenliğini ise Gaspıralı’nın kızkardeşi Selime Pembe Hanım yapmıştır (Hablemitoğlu-Hablemitoğlu 2004: 75-76). Gaspıralı, yalnızca kızlar için okullar açmakla kalmamış, 1883 yılından itibaren çıkarmaya başladığı Tercüman sayfalarında kadın eğitimi üzerine yayımladığı yazılarla da “kadın meselesi” hakkında bir gündem oluşturmuştur.
Rusya’da kızların da eğitim almaya başlamasıyla birlikte hem matbuatta hem de halk arasında “kadın meselesi” gündeme gelmiştir. Kadın eğitimi ve özgürleşmesini savunan yenilikçi düşüncelere sahip olan ceditçiler ile buna karşı görüşteki kadimciler arasında sürüp giden bir tartışma ortamı söz konusu olmuştur. Dolayısıyla Rusya’da kadın hareketinin doğuşunu Rusya’da kadınların eğitimi ve akabinde gelişen “kadın meselesi”ne duyarlılıkla ilişkilendirerek 1800’lerin sonuna tarihlendirmek mümkündür. İdil-Ural bölgesindeki Rusya Müslümanları arasında ceditçi düşüncelerle birlikte başlangıçta bir eğitim ve kültür hareketi olarak doğan Türk Kadın Hareketi, 1905 Rus İhtilali ile Rusya’da oluşan nispî özgürlükten faydalanarak özellikle basın-yayın faaliyetleri ile desteklenmiş ve zamanla örgütlü bir hareket haline dönüşmüştür.
1800’lerin sonlarından itibaren Çarlık Rusyası’nda Müslüman Türk toplumları arasında kadın meselesine dikkat çeken yenilikçi Türk aydınları, kadın yenileşmesinin ilk önemli aşamasını kadınların eğitim meselesi olarak görmüştür (Mehmutova 2012 b: 57, 63). Türk kadın yenileşmesinin yaşadığı süreci İdil-Ural’da kadın meselesine dikkat çeken Kazanlı yenilikçi Türk aydını Ayaz İshaki’nin ifadesiyle belirtmek gerekirse, Türk kadınları, “Pencereyi açtılar, perdeyi kaldırdılar, yavaş yavaş yürüyerek meydana çıktılar.” (Mehmutova 2012 b: 63). Ayaz İshaki’ye göre, yenilikçi Türk kadınlarının ilk işleri, eğitim haklarını aramak olmuştur. Onlar bu haklarının peşinden gidip, hem Türk okullarına hem de Rus okullarına girip okumaya başlayarak Türk kadın yenileşmesinin ilk ve en önemli aşamasını gerçekleştirmiştir.
Rusya Müslümanları arasındaki ceditçi hareket içinde genel olarak eğitim önemli bir mesele olmakla birlikte, kız çocuklarının eğitimine de büyük önem verilmiş ve onlar için Tetüşi (1908), Troisk (1909), Orenburg ve Kazan (1913) gibi merkezlerde medreseler açılmıştır (Devlet 1999: 184). Bu okullarda okuyan kızlar, sadece okuma yazma öğrenmekle kalmayıp, ceditçi düşüncelerin etkisiyle değiştirilen zengin içerikli müfredatlarla ilmihal, akaid gibi İslamî ilimlerle birlikte ev idaresi, ilkyardım, dikiş, nakış gibi bilgi ve becerileri de öğrenerek her bakımdan donanımlı “ideal kadınlar” olarak yetiştirilmişlerdir. Eğitim alan Türk-Tatar kadınları genellikle öğretmenlik mesleğini seçip kendileri gibi başka aydın kızların yetiştirilmesinde görev üstlenmiş ve kadın yenileşmesi zincirinin bir halkası olmuşlardır. Bunun yanı sıra farklı bilgi ve beceriler elde eden Türk kadınları, başka meslek gruplarına da eğilmeye başlamış, bankacılık, posta işleri ve daha başka memuriyetlerde de çalışmaya başlayarak hayatın farklı pek çok alanında yer almıştır.
Çarlık Rusya idaresindeki Müslüman Türk-Tatar teba içinde özellikle İsmail Bey Gaspıralı’nın Türk Cedit Hareketi içinde kadın eğitimine verdiği önem dikkat çekicidir. İsmail Bey Gaspıralı, geri kalmış, millet olma bilincine ulaşamamış ve hurafelerle yaşayan bir Müslüman toplumun modern ve çağdaş bir görünüme sahip olabilmesini kadın özgürlüğünün gerçekleşmesine bağlıyordu. Toplumsal alanda büyük bir yenilik gerçekleştirmek için, önce kadınların toplumdaki düşük statülerinin iyileştirilmesi ve ardından da kadın-erkek eşitliğinin sağlanması gerekiyordu. Gaspıralı’ya göre eşitlik ise ancak eğitim ile mümkün olabilirdi. İsmail Bey Gaspıralı, kendi neşrettiği ve Rusya’da Müslümanlar arasında ilk süreli yayın olma özelliğine sahip Tercüman’ın 10 Nisan 1883 tarihinde çıkan ilk sayısından itibaren bu bağlamda Türk Dünyası’nda “kadın meselesi”ne dikkat çekmiştir. O, Tercüman sayfalarında kadınların toplumsal uyanışı için çaba harcamış, onları toplumsal hayatta aktif görev üstlenmeye, eğitim almaya ve örgütlemeye çağıran yazılar yazmıştır. Gaspıralı bu yazılar yanında, kadın hareketine katkıda bulunan Türk aydınlarından da hürmetle bahsederek kadın meselesine duyarlı olan kişileri takdirle karşılamıştır.
Gaspıralı, kadınları ve erkekleri bütün bir dünyayı oluşturan iki “yarım dünya” olarak değerlendirir, kadınlara önemli bir misyon yükler ve onlara şöyle der:
İnsanları doğuran, doğurduktan sonra asrayan (büyüten, besleyen) bir hayli asradıktan sonra dil bildiren (öğreten), dil bildirmekle beraber terbiye veren, dinden, ilimden, kemâlattan (olgunluktan) haber veren sizlersiniz (Akpınar 2008: 288).
İsmail Bey Gaspıralı’ya göre, bütün insanlık kadınların kucağında büyüyüp, rızıklarını bunların göğsünde bulup, ilim ve olgunluğu bunların ağzından, edep ve namusu bunların hâl ve hareketinden alıyordu. Dolayısıyla İsmail Bey Gaspıralı için kadınlar birer “insancık” değil, her kadın “koca bir insan”dı, üstelik onlar insanlığa büyük hizmet eden insanlardı.
Gaspıralı’ya göre, kadının toplumsal konumu bir toplumun aynası niteliğindeydi. Kadının bir toplum içindeki konumu âdeta yansıtma işlevi görerek söz konusu topluma göndermede bulunmaktaydı[3 - Farklı coğrafyalarda yaşayan yenilikçi Türk aydınları, aynı dönemlerde aynı düşüncelerle, ancak kadınların yükselişiyle kendi toplumlarının yükselişinin mümkün olacağı görüşünde birleşirler. Hatta onların meseleye daha geniş bir perspektiften bakarak kadının yükselişini insanlığın yükselişi olarak değerlendirdikleri de görülür. Bu konuda Türkiye’de Tevfik Fikret Hemşirem İçin şiirinde: “Elbet değil nasibi mezellet kadınlığın/Elbet değil melekliğin ümidi zulm ü şer/Elbet sefil olursa kadın, alçalır beşer/Lâkin bu gün hep onlara â’id yığın yığın/Endîşeler, kederler, eziyetler, iğneler!…” (Tevfik Fikret 2004: 471) mısralarında kadının eziyet görmesini ve toplumda yok sayılmasını insanlığın alçalmasıyla eş görür. Tevfik Fikret gibi Azerbaycanlı yenilikçi Türk aydını Hüseyin Cavid de, alçalmış insanlığın ancak kadınla birlikte yükselebileceği düşüncesini dile getirir: “Kadınsız ülke çabuk mahvolur, zavallı kalır./Kadın elile fakat bahtiyar olur şu cihan,/O bir melek… onu takdis eder büyük Yaratan./O pek sevimli, güzel, ince, nazlı bir hilkat,/ Onun ayakları altındadır fakat cennet:/Kadın gülerse şu ıssız muhitimiz gülecek,/Sürüklenen beşeriyet kadınla yükselecek…” (Hüseyin Cavid 2013: 311). İki şairin kadın meselesine bakışları ile ilgili ayrıntılı bilgi için bkz. (Tiken 2014: 237).]. Eğer bir toplumun kadınları sağlam vücutlu, namuslu, çalışkan ve bilgili olursa, o toplumun millî yapısı da sağlam, namuslu, gayretli ve âlim olurdu ya da tam aksi söz konusuydu. İnsanoğlu doğar doğmaz kadının eline teslim ediliyor, kadının etkisi altında ve kadın terbiyesi ile büyüyor, daha sonra insanoğluna eklenen şeyler işte kadının hep çocuk yaşta insana eklediği şeyler üzerine inşa ediliyordu. Dolayısıyla bu bakımdan kadınlar bir toplumun hem yarısı hem de esasını oluşturuyordu.
İsmail Bey Gaspıralı, Kadınların Baş Vazifeleri adlı yazısında kadınların aslî görevleri olarak kabul edilen analık, eşlik gibi görevleri yerine getirmek için bile onların mutlaka eğitim alması gerektiğini savunuyordu (Akpınar 2008: 289-291). Bu sebeple onun fikriyatında kadın eğitimine büyük bir önem veriliyordu. Çin, Hint, Babil ve İran gibi en eski medeniyetlerin Doğu’da teşekkül etmesine rağmen, kadının bu toplumlardaki konumu halihazırda düşük bir seviyede idi. Buna karşın, kadının durumu söz konusu olduğunda çok daha genç olan Avrupa toplumlarıyla Doğu toplumları arasında büyük bir uçurum söz konusuydu (Alem-i Nisvan 1910, sayı 26). Genel çerçevede Doğu toplumlarının kadınlarının, özelde ise Türk Dünyası kadınlarının eğitim hakkı olmadığı gibi, evlilik tercihinde bulunma hakları ve gerekli koşullarda dahi boşanma hakları da bulunmuyordu. Dolayısıyla İsmail Bey Gaspıralı’nın kadın meselesi üzerine kaleme aldığı yazıların hemen hepsinde kadınların eğitimi, kadınların evlilikte kendi istekleri doğrultusunda ve denkleri olan kişilerle evlendirilmeleri gerekliliği ve gerekli hallerde kadının da boşanma hakkına sahip olması konuları sıklıkla işleniyordu (Akpınar 2008: 298, 306-320).
İsmail Bey Gaspıralı’nın günümüze ulaşan en önemli mirası olan 1882’den itibaren çıkarmaya başladığı Tercüman, yayımlanmaya başladığı ilk günden itibaren sadece bir gazete olmanın ötesinde, bütün Rusya Müslümanlarının ortak bir platformu haline gelmişti. O günkü ulaşım imkânsızlıklarına ve finansal zorluklara rağmen, İdil-Ural, Türkistan ve Anadolu gibi Türk Dünyası’nın hemen her yerine ulaşmış, değişik bölgelerde yaşayan Türkler arasında iletişimin sağlanmasında, ortak bir fikir dünyasının inşa edilerek ortak bir tavrın geliştirilmesinde önemli bir işlev görmüştü. Dolayısıyla İsmail Bey Gaspıralı’nın gayretleriyle neşrettiği Tercüman, Türk yenileşmesinin en eski ve en önemli basamaklarından birini oluşturmuştur. Tercüman aynı zamanda Türk Dünyası’nda kadın yenileşmesinin de en önemli kaynaklarından biridir. Gaspıralı sadece yazdığı makalelerle değil, o günkü Tercüman okurlarında kadın meselesine dair bir hassasiyet ve dikkat uyandırmak amacıyla oldukça sade bir dille ve halka yönelik bir üslûpla yazdığı Kadınlar Ülkesi ve Arslan Kız gibi edebî eserleriyle de kadın yenileşmesine büyük bir önem atfetmiştir.
Gaspıralı öncülüğünde gelişen Türk Kadın Hareketi’nin ilk örgütlenme girişimi, Tercüman’ın 10. yıl jübilesinde 10 Nisan 1893 tarihinde gerçekleşmiştir. Jübile davetiyesinde katılımcı erkeklerin davete özellikle eşleriyle katılımı istenmiştir. 10. yıl jübilesine İsmail Bey Gaspıralı ile birlikte aydın bir Türk hanımı olan eşi Zühre Hanım ev sahipliği yapmış ve hanım misafirlerle tek tek ilgilenmiştir. Zühre Gaspıralı, hanım misafirlerine, rol model bir kadın olarak yasal ve geleneksel açıdan tüm imkânları zorlamak, her fırsatta kızların eğitimine destek vermek ve hayır cemiyetlerinde görev almak gibi önemli mesajlar vermiştir. Daha sonra gerçekleşen Tercüman jübilelerinde (4 Mayıs 1903’te 20. yıl jübilesi, 2 Mayıs 1908’de 25. yıl jübilesi) ise artık Rusya’nın çeşitli yerlerinden gelen kadın misafirler için ayrı mekân tahsis edilmiş ve onlar için ayrı gündem maddeleri de belirlenmiştir (Hablemitoğlu-Hablemitoğlu 2004: 93, 96).
Rus Çarlığı idaresindeki kadın örgütlenmesi, özellikle hayır cemiyetlerinin faaliyetleri ile deneyim kazanmıştır. Farklı bölgelerde örgütlenen bu hayır cemiyetleri, okullar açmış, fakir ve kimsesiz çocukların eğitimiyle ilgilenmiş, zeki ve yetenekli öğrencileri daha iyi bir eğitim almaları için bursla İstanbul’a da göndermiştir. Yasal açıdan bağımsız Türk kadın örgütlerinin kurulması ise ancak 1905 İhtilali’nin yarattığı nispî özgürlük çerçevesinde, Rusya’nın Rus olmayan tâbi unsurlara kendi yasal örgütlerini kurabilme hakkını tanıyan 4 Mart 1906 tarihli geçici kararnameyle mümkün olmuştur. Bu kararnamenin ardından art arda kadın dernekleri açılmaya başlamıştır. Bu derneklerden bazıları, Bakü’deki “İlim ve Hayrât Cemiyeti, Uralski’deki “İane Cemiyeti”, Orenburg’daki “Müslimeler Cemiyeti”, Tiflis’teki “Kafkasya Müslüman Hanımlar Cemiyet-i Hayriyesi” gibi derneklerdir (Hablemitoğlu-Hablemitoğlu 2004: 106-107, 110). Bu kadın cemiyetleri yürüttükleri faaliyetlerle kadınlara ileride temel hukukî ve siyasal haklar verilmesi konusunda zemin hazırlamıştır. Onlar, yürüttükleri mücadeleyle Gaspıralı’nın deyimiyle kadınlar olmaksızın “yarım dünya” olarak Rusya’nın siyasî ve kültürel baskısı ile mücadele etmenin zorluğunu fark etmişlerdir. Kadın ve erkek “bütün bir dünya” olarak daha güçlü bir şekilde örgütlenerek Rusya ile mücadele etmenin, Müslüman-Türk azınlık için avantaj olacağını erkeklere kabul ettirmeye çalışmıştır. Basın, kültür ve sanat alanında da Kadın Hareketi büyük gelişme göstermiştir. Kırım’da Tercüman başta olmak üzere, İdil-Ural’da Vakit ve Kazan Muhbiri, Beyanül Hak gibi yayın organları “kadın meselesi”ne eğilmiş ve kadınlara dair her konu, bu millî yayın organlarının sayfalarında yer almıştır. Bunların dışında, Türk Dünyası’nın çeşitli bölgelerinde müstakil kadın dergileri de yayımlanmıştır. 1906’da Kırım’da yayımlanmaya başlayan Rusya sınırları içindeki ilk Türk kadın dergisi Alem-i Nisvan, 1911’de Bakü’de yayımlanmaya başlayan kadın dergisi Işık, 1913’te Kazan’da yayımlanmaya başlayan Süyümbike dergisi, Astarhan’da yayımlanan Azad Hanım ve yine Kazan’da yayımlanan Şark Kızı, Türk Dünyası’nda kadın yenileşmesinin ürünü olan önemli yayın organlarıdır (Hablemitoğlu-Hablemitoğlu 2004:117).
1906 yılının ilk ayında Alem-i Nisvan adlı Rusya sınırları içindeki ilk Türk kadın dergisinin yayımlanması İsmail Bey Gaspıralı’nın öncülüğünde gerçekleşmiştir. Derginin redaktörlük işlerini Gaspıralı’nın kızı Şefika Hanım yürütmüştür. Annesi Zühre Hanım vefat ettikten sonra, Şefika Hanım Gaspıralı ailesini çekip çevirmiştir. İyi eğitimlidir. Küçüklüğünden itibaren babası İsmail Bey’in yanında yayıncılık faaliyetleri ile iç içe büyümüştür. Şefika Gaspıralı, İsmail Bey Gaspıralı’nın verdiği özgüven ile büyüyen, kendi ayakları üzerinde durabilen ve bizzat babasının desteğiyle sosyal hayatta var olan örnek bir kadın rolünü üstlenmiştir. Bütün bu özellikleriyle Şefika Hanım, Rusya idaresi altındaki Türk kadın yenileşmesinin rol modeli olmuştur.
Alem-i Nisvan dergisi tıpkı Tercüman gazetesi gibi sade bir dille yayımlanıyor, Türk Dünyası’nın değişik yurtlarına ulaşıyor ve farklı coğrafyalarda aynı kaderleri paylaşan dertli kadınları sayfalarında bir araya getiriyordu. İsmail Bey Gaspıralı her ne kadar Tercüman’daki yazılarında da kadının toplumdaki düşük statüsünü iyileştirmeye çalışıyor, kadın eğitimine önem veriyor ve kadının sosyal hayatta var olması için uğraşıyorsa da Alem-i Nisvan doğrudan kadınlara özel bir yayın olması bakımından önemliydi. Alem-i Nisvan, yazılarıyla bilgilendirme, aydınlatma, teşvik ve yönlendirme, örgütlendirme gibi işlevlere sahipti. Dolayısıyla Türk Kadın Hareketi’nin tarihçesine bakıldığında, Alem-i Nisvan’ın örgütlü bir Türk Kadın Hareketi’nin doğmasında çok önemli bir misyonu olmuştur. Alem-i Nisvan’da özellikle kadınların eğitimiyle ve o günkü sorunlarıyla ilgili makaleler yayımlanmıştır.
Alem-i Nisvan’da yer alan yazılara bakıldığında, bu yazılar genel olarak, Rusya’da Müslüman kadın sorunları, kadın haberleri, dünyada kadın ve kadın hakları mücadelesi, Türk kadınlarının toplumsal ve siyasal hayata katılması ve bilgilendirici yazılar gibi başlıklardan oluşuyordu.
Rusya sınırları içindeki ilk Türk kadın dergisi olması bakımından Rusya idaresindeki Türk Dünyası kadın yenileşmesinin önemli bir aşamasını oluşturan 1906’da müstakil olarak yayımlanmaya başlayan Alem-i Nisvan’ın, 1910’da yayımlanan 26. sayısından itibaren Tercüman gazetesinin ilavesi olarak ayda iki defa yayımlanmaya başlayacağı belirtilmiştir (Alem-i Nisvan 1910, sayı 26). 1910 yılında 10 sayı, 1911 yılında sadece 3 sayı çıkan Alem-i Nisvan’ın yayın hayatı 1911 yılında durdurulmuştur. 1917’ye gelindiğinde Şefika Gaspıralı Alem-i Nisvan’ı yeniden canlandırmak istese de 1917 Ekim Devrimi nedeniyle bu mümkün olmamıştır. 1921 yılında Şefika Gaspıralı’nın çocukları ile birlikte Türkiye’ye göç etmesinin ardından Alem-i Nisvan dergisinin bir daha yayınlanma ihtimali de kalmamıştır (Sağlık Şahin 2014: 221).
Alem-i Nisvan Rusya idaresi altındaki Türk Kadın Hareketi’nin örgütlenmesinde çok önemli bir işlev görmüştür. Ancak derginin yayın hayatının sona ermesi nedeniyle kadınların kendilerine ait müstakil bir yayın organında seslerini duyurmaları noktasında bir boşluk oluşmuştur. Alem-i Nisvan’ın ardından doğan boşluğu, bu noktada 1913 yılında Kazan’da çıkmaya başlayan Süyümbike dergisi doldurmuştur. Süyümbike, 1913-1918 yılları arasında Kazan’da Yakup Halilî öncülüğünde çıkarılmıştır. Dergide, kadının özgürleştirilmesi, eğitim ve çocuk terbiyesi en çok işlenen konulardandır. Bununla birlikte sağlık, beden terbiyesi, sanat, anma geceleri, bayram günleri, yemek pişirme gibi konularda yazılan yazılarla birlikte gezi yazıları da dergide yer almıştır (Şahin 2012: 14). Tıpkı Alem-i Nisvan gibi Süyümbike dergisi de yayımlandığı dönemde kadınlara özgü bir yayın olması bakımından önemli bir işlev görmüştür.
Türk Dünyası’nda 1900 yılından itibaren kadınlarla ilgili konuları işleyen ilmî eserler de yazılmıştır. Azerbaycanlı yenilikçi bir Türk aydını olan Ahmet Ağaoğlu’nun yazdığı ve 1901 yılında Tiflis’te yayımlanan İslâma Göre ve İslamlıkta Kadın adlı kitapçık, o dönemde Rusya idaresi altındaki Türk Dünyası’nda da ilgiyle okunmuştur. Eser o dönemde büyük yankı uyandırmıştır. Ağaoğlu, Arap dünyasında ve İran’da kadınların düşük statüsünü eleştirirken, bu ülkelerdekinin tam aksine, İslam’da Kur’an’ın kadınları yükselttiği, Hz. Peygamber’in kız çocuklarına özel bir sevgi gösterdiği, hem Kur’an’ın hem de Hz. Peygamber’in kadınlara haklar tanıdığı ve kadın hukukunu koruduğu üzerinde durmuştur. Ayrıca, kadın meselesine dair dönemin en önemli konularından olan, birden çok kadınla evlilik ve çarşaf (taadüd-i zevcat, hicab, tesettür-i nisvan meselesi) meselesi üzerine İslam çerçevesi içinde açıklık getirmiştir. Ağaoğlu, sonuç olarak bu eserinde Müslüman toplumlarda görülen kadının düşük statüsünün nedeninin İslam olmadığı görüşüne varmıştır. Ona göre, İslam toplumlarında kadının düşük statüsüne neden olan şey, İslam’ı hurafelerle dolduran, İslam dinini yanlış algılayan ve yanlış uygulayan eski ve köhnemiş zihniyettir (Ağaoğlu 1959).
Kadın süreli yayınlarının ve kadınlarla ilgili ilmî eserlerin yanı sıra, Türk Dünyası’nın çeşitli bölgelerinde kadının toplumdaki düşük statüsünü eleştiren, kadın-erkek eşitliğini savunan, birden çok kadınla evlilik ve kalınmal[4 - Erkek tarafının kız tarafına vermekle yükümlü olduğu mal mülk, bir çeşit başlık parasıdır. Konargöçer hayat yaşayan Türk boyları arasında Rus Çarlığı’nın istilasından önce de var olan kalınmal geleneği, konar-göçer hayatın önemli bir geleneği idi.] gibi kadının toplumdaki düşük statüsüne neden olan eskimiş âdetleri yeren pek çok edebî eser de kadın yenileşmesine katkıda bulunmuştur. Bu eserlere örnek oluşturan Kazak edebiyatının ilk romanı kabul edilen Mirjakıp Duvlatulı’nın Bakıtsız jamal’ı (1910, Kazan) kızların da okutulması ve istedikleri erkeklerle evlendirilmeleri gerektiğini ana fikir olarak işlemiştir (Özdemir 2010: 219-220). Kazanlı yazar Ayaz İshaki, Üç Kadın ile Hayat (1900, Kazan) adlı piyesinde birden çok kadınla evlilik sorununu ele almıştır (Kamalieva 2009: 88). Yine Kazanlı bir aydın olan Sadri Maksudi Maişet adlı ilk romanında birden çok kadınla evliliği tenkit etmiştir (Hablemitoğlu-Hablemitoğlu 2004:120). Erkek yazarlar tarafından yazılan bu eserler vasıtasıyla Türk Dünyası’nda “kadın meselesi”ne dair duyarlılık artmış, adım adım toplumsal ve kültürel bir yenileşmenin zemini hazırlanmıştır.
1907 yılından itibaren Türk kadınları artık tiyatro sahnelerinde de yerlerini almaya başlamıştır. Kazan’da Sahip Cemal Gizzetulla ve Kırım’da Ayşe Tayganskaya tiyatro sahnesinde görülen ilk tiyatro sanatçıları olmuştur (Mehmutova 2012 a: 245-274; Hablemitoğlu-Hablemitoğlu 2004:123).
1912 yılına gelindiğinde Gaspıralı’nın öncülüğünde yürütülen faaliyetler somut olarak meyvesini vermiştir. Özellikle Balkan Savaşları, Türk Dünyası’nda hem ortak bir Türklük bilincinin geliştiğini göstermiş, hem de Türk kadın örgütlenmesinin geçirdiği süreç somut olarak Balkan Savaşları’nda gözlemlenmiştir. Gaspıralı, Tercüman’da okuyucularına Avrupa’nın Osmanlı’yı “hasta adam” olarak nitelendirmesine karşı çıkmış, Rus basınında Osmanlı aleyhinde sevinçle verilen haberlerin tam tersine, Osmanlı’nın tekrardan eski gücüne kavuşacağını, bunun bir “bağlılık” hali olduğunu, çözüldüğü takdirde her şeyin yoluna gireceğini okuyucularına Tercüman sayfalarından yazarak, Osmanlı’nın derdi ile dertlenerek ortak bir millet şuurunu ortaya koymuştur (Hablemitoğlu-Hablemitoğlu 2004:132). Ayrıca, Rus basınının başlattığı yardım kampanyalarına karşılık, Rusya’daki Türk basını da başlattıkları yardım kampanyaları ile Balkan Savaşı’nda savaşan soydaşlarına nakit yardımlar da toplayarak ortak bir millet şuurunun tesis edildiğini ispat etmiştir. Balkan Savaşı, manevî olarak Rusya Türklüğünü derinden sarsmıştır. Rus üniversitelerinde okuyan Türk öğrenciler, Rus basınının Türk düşmanlıklarına sessiz kalmamış ve Rus basınını protesto etmişlerdir. Bütün şehirlerde Türk Kızılayı’na yardım kampanyaları yürütülmüştür. Kırımlı Türk kadınları örgütlenerek önemli miktarda yardım toplamışlar ve topladıkları yardımları o günkü zor şartlarda İstanbul’a göndermeyi başarmışlardır. Petersburg üniversitelerinde okuyan Türk kızları Ümmügülsüm, Rukiye, Meryem Yakupova ve Meryem Pataşova Hanımlar, cephede savaşan Türk askerlerinin yaralarını sarmak için hiç tereddüt etmeden Türkiye’ye gelmişlerdir. Bu dört üniversiteli kız, gönüllü olarak İstanbul’a gelmiş, beş ay boyunca İstanbul’da hastanede yatmakta olan Türk askerlerine hemşirelik yapmıştır. Kazanlı Ümmügülsüm Kemalova Petersburg Üniversitesi’nde Matematik Fakültesi öğrencisi, Petersburglu Rukiye Yunusova Psikoloji Fakültesi öğrencisi, Taşkentli Meryem Yakubova Eğitim Fakültesi öğrencisi ve Meryem Pataşova Tıp Fakültesi öğrencisidir (Kurnaz 2012: 21-27). Bu dört aydın Türk kızının, Balkan Savaşı’ndaki Türk kardeşlerinin acısını ve ızdırabını yüreklerinde hissederek, Türkiye’ye gelip kendi ülkelerinde olduğu gibi, Türkiye’deki kadın hareketini de örgütleme gayretleri, Gaspıralı öncülüğünde başlayan eğitim ve kültürel yenileşme hareketinin bir halkası olan, Türk Dünyası Kadın Hareketi ruhunun zirvesini teşkil etmiştir. Elbette bütün Rusya Türklüğü içindeki Türk kadınları, döneme göre muazzam bir örgütlenme gerçekleştirmiş olsalar da bu dört cesaretli ve cevval Türk kadını, Balkan Savaşı sırasında gösterdikleri gayretle Rusya’da doğup gelişen Türk Kadın Hareketi’nin adları tarihe kazınan temsilcileri olmuşlardır.
1917’ye gelindiğindeyse artık Rusya’daki Kadın Hareketi’nde aktif bir mücadele dönemi başlamıştır. Bu son aşamada Türk Kadın Hareketi’nin temsilcileri siyasal alanda da eşitlik arayışına girmişlerdir. Türk Kadın Hareketi’nin temsilcileri, Rusya Müslüman-Türk Kadınları Kongresi’ni organize etmiş, kendilerine dair devamlı tartışılan meseleler ile ilgili kararlar almışlardır. Yine 1917 yılı Haziran ayında Müslimeler Komitesi kurulmuştur. Komite özellikle, kadınların tüm hukukî haklarını savunmak, kadınların sosyal ve siyasal hayata katılımını sağlamak için gerekli bilim ve bilgileri öğretmek, Kurucu Meclis için seçim hazırlıklarına katkıda bulunmak, kadınların hukukî kazanımlarını korumak için kongrelerde alınan kararları uygulamaya koymak gibi amaçlara tüzüğünde yer vermiştir. Kadın komiteleri zamanla şehir ve kasabalar yanında köylerde de kurulmuştur. 1 Mayıs 1917’de toplanan Rusya Müslümanları Birinci Kongresi’ne 112 kadın delege de katılmıştır. İsmail Bey Gaspıralı’nın kızı Şefika Hanım da bunlar arasında yer almıştır. 1905-1906 ve 1914’te gerçekleştirilen diğer genel kongrelerde tek bir kadın temsilci bulunmazken, bu kongreye kadın katılımı oldukça dikkat çekicidir. Üstelik artık kongreye katılan kadın delegeler erkeklerin alışageldiği gibi, erkeklerle yanyana durmaktan veya oturmaktan bile çekinen, utanarak gözlerini kaçıran, sesinin duyulmasından dahi ürken, çarşaf altında kendini gizleyen kadınlar değil, erkeklerin gözlerinin içine bakarak, taassup ve cehalete savaş açan, haklarını talep eden, kendilerine yapılan hakaretlere hiç çekinmeden karşılık veren, sorunlarını dile getirip çözümler bulmak için kongre kapılarını tutarak erkeklerin dışarı çıkmasına izin vermeyecek kadar eylemci ruhu gelişmiş Türk Kadın Hareketi’nin temsilcileridir. Söz konusu kongrede Fatih Kerimi, Musa Carullah Bigi, Sadri Maksudi ve Ayaz İshaki gibi Rusya Türklüğü’nün tanınmış kadın hakkı savunucuları da Türk Kadın Hareketi’nin sözcüsü ve destekleyicisi olmuşlardır (Hablemitoğlu-Hablemitoğlu 2004: 152, 161).
Sonuç olarak Rusya Müslümanları arasında özellikle eğitim alanında yapılan köklü reformlar, toplumsal, siyasal, ekonomik ve kültürel alanlarda bir canlanmaya yol açmıştır. Matbaa, gazete ve dergiler, dernekler, kongreler, mitingler, tiyatrolar, sanatsal faaliyetler hem nicelik hem de nitelik bakımından büyük gelişme göstermiştir. Bu faaliyetlerin sonucunda, ortak bir Türklük bilinci ortaya çıkmış ve Türk Kadın Hareketi de işte bu ortamda doğmuş ve tüm alanlarda gelişme kaydetmiştir. Rus Çarlığı idaresindeki Türk Kadın Hareketi’nin temsilcileri, tıpkı Batı’daki ve Türkiye’deki kadın hareketlerinde olduğu gibi hayırsever faaliyetler ile işe başlamış, açlara el uzatmış, Balkan Savaşları’nda örneğini gördüğümüz şekilde gönüllü hemşireler olarak yaralı Türk askerlerin yaralarını sarmışlardır. Nihayetinde, cesaretle kongre kapılarını tutarak siyasal haklarını aramışlardır. Rusya idaresi altındaki Türk Dünyası’nda 1800’lerin sonlarından itibaren filizlenmiş ve süreç içinde gelişmiş Türk Kadın Hareketi, 1917 Ekim Devrimi’nden sonra ise yeni bir aşamaya girmiştir. Ekim Devrimi’nin akabinde kurulan Sovyetler Birliği çatısı altında artık yeni bir “kadın” kimliği söz konusudur: Sovyet Kadını.

1917 Ekim Devrimi’nden Sonraki Yıllarda Sovyetler Birliği’nde Kadın Meselesi
I. Dünya Savaşı devam ederken Rusya’daki olumsuz yaşam koşullarından en çok cephe gerisindeki kadınlar etkilenmişti. Ekim Devrimi öncesinde Rusya’da yaşanmakta olan ekonomik ve toplumsal çalkantılar, en çok çalışan sınıftan ve köylü kökenden gelen şehirli Rus kadınları vurmuştu (Karakışla 2015: 49). Bu sebeple tarihe damgasını vuran 1917 Ekim Devrimi’nin daha ilk kıvılcımlarının yakılmasında sahnede kadınlar vardır.
23 Şubat Uluslararası Kadınlar Günü, öğrenci ve fabrika işçilerinden oluşan binlerce kadın, Petrograd’ın merkezine doğru yürür. Ekmek kıtlığını protesto için grevde olan, tekstil fabrikalarında çalışan binlerce kadın işçi, “Kahrolsun Çar!” sloganlarıyla önlerine çıkan polis kordonunu aşmayı başarır. İzleyen bir hafta boyunca kadın işçilerin gösterileri bütün işçileri kapsayan Çar karşıtı kitlesel bir harekete dönüşür (Wert 2008: 27-28). Kitleselleşerek büyüyen bu işçi ayaklanması neticesinde, Rus Çarı II. Nikolay, tahtını terk etmek zorunda kalır. 1917 Ekim Devrimi’nin hazırlayıcısı olan bu hareket, Şubat Devrimi olarak tarihe geçer. Böylece, 1917 Ekim Devrimi’nin ilk kıvılcımı niteliğinde olan Şubat Devrimi’nin meşalesini ilk olarak tutuşturanlar da kadınlar olur.
Rusya’da 1917 Ekim Devrimi’nin akabinde siyasî, ekonomik ve sosyal alanda pek çok değişiklik yaşanmıştır. Değişimin en çok hissedildiği alanlardan biri de kadının toplumsal konumuyla ilintilidir. Kadın özgürleşmesi ve kadının sosyal hayatta var olması sorunu, Marksist-Leninist ideoloji içinde önemli bir yer tutuyordu. Çünkü Marksist ideolojide bir toplumun gelişim düzeyi ile o toplumdaki kadının konumu arasında sıkı bir ilişki söz konusuydu[5 - “Kadının kurtuluşu” konusunda ayrıntılı bilgi için “Marks, Engels, Lenin Kadın ve Aile” adlı kitap için bkz: http://www.kurtuluscephesi.org/orjinal/melaile.pdf (son erişim 20.03.17)]. Kadının toplumsal gelişimi, bir toplumun gelişmişlik düzeyine ışık tutan en önemli ölçütlerden biriydi. Bu sebeple Lenin de Marks’ın görüşlerine uygun olarak kadın sorununu acilen çözülmesi gereken bir sorun olarak görmüştür. O, 1917 Ekim Devrimi ile birlikte Rusya’da değişen her şey gibi, “kadın”ın da değişmesi, eski dönemde “kapatıldığı kafesten” Ekim Devrimi ile kurtarılması ve sisteme uygun olarak dönüştürülmesi için köklü değişiklikler yapmıştır.
Lenin’e göre, kadının kurtuluşu her şeyden önce kadın ve erkeğin yasa önünde eşitliğine bağlıdır. Yasalar önünde eşitlik ise kadının toplumsal konumu ile ilişkilidir. Kadın kendisini boğan, aptallaştıran ev işlerini bir kenara bırakarak, içinde bulunduğu dört duvar arasından çıkmalıdır. Ancak bu şekilde kadın özgürleşerek toplumsal üretime katılabilir. Bu görüşler, Ekim Devrimi ile iktidarın kadına yönelik politikasının temelini oluşturmuştur (Hasdemir 1991: 82).
Lenin, kadının toplumdaki konumunu iyileştirmeye yönelik olarak yasalarla kadın-erkek eşitliğini tesis etmeye çalışmış, kadının toplumsal hayata katılımını artıracak düzenlemeler yapmıştır. O, özellikle de kadın eğitimine büyük önem vermiştir (Hasdemir 1991: 82).
Kadın- erkek eşitliği, kadının da tıpkı erkekler gibi sosyal hayatta birey olarak var olması gerektiği, Devrim’den sonraki ilk yıllarda sosyalist/ komünist ideoloji tarafından çeşitli şekillerde devamlı surette tekrarlanır. Kadın haklarını iyileştirmeye yönelik düzenlemeler hızlı bir şekilde gerçekleştirilir. Çarlık dönemindeki evlenme ve boşanma yasaları iptal edilir. Çarlık devrinde ucuz iş gücü olarak görülen kadınlar, Devrim’den sonra “eşit işe eşit ücret” ilkesiyle erkeklerle yasalar önünde eşitlenir.
Rusya’daki kadınlar, en önemli vatandaşlık hakkı olan oy hakkına da yine 1917 Ekim Devrimi sonrasında kavuşur (Çakır 2013b: 84).
Ekim Devrimi sonrasında 1919 yılında Komünist Parti bünyesinde Kadın Bölümü (Jenotdel) adı altında özel bir birim de kurulur. Bu birim vasıtasıyla kadın ve çocuk eğitimi ile ilgilenilerek kadınların devrimden sonraki yeni hayata uyumunun sağlanması için faaliyetler yürütülür. Aleksandra Kollontai[6 - Aleksandra Mihailovna Kollontai (1872-1952). Tanınmış Rus komünist devrimci kadındır. Önce Menşeviklerin tarafında olmasına rağmen, 1914’ten sonra Bolşeviklerin safında yer almıştır. Kollontai, Sovyet Rusya’nın görevlendirdiği ilk kadın büyükelçilerden biridir. O, Sovyet Rusya’nın Norveç Büyükelçiliği görevini yürütmüştür. Kollontai aynı zamanda yazardır. Kollontai hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Porter 1980.] gibi kadın liderler öncülüğünde, özgüvenli, cesur, evlerinin dört duvarı arasından çıkarak sosyalizmin inşasında herkes gibi sorumluluk alan “yeni bir kadın” tipi yaratılmaya çalışılır (Riasanovsky-Steinberg 2011: 625). Ancak Jenotdel’in yalnızca on bir yıllık bir ömrü olur.
1920’li yıllarda kadın meselesi konusunda yapılan hızlı düzenlemelerin ardından, Sovyetler Birliği’nde gerçekten kadınlar evlerinden dışarı çıkar, hayatın her alanında yer alır, akla gelebilecek her iş sektöründe erkeklerle birlikte en ağır şartlarda bile çalışırlar.
1930’lu yıllarda Stalin iktidarında, kadınlar için zorlu bir süreç başlar. Jenotdel 1930 yılında kapatılarak kadın konusunda ayrı bir birim gereksiz görülür. 1930’lu yıllarda yaşanan büyük sanayileşme hareketleri sırasında kadının özgürleştirilmesi, daha çok üretime katılım noktasında kalır. Bu dönemde sanayileşme nedeniyle kadın istihdamı daha önce hiç olmadığı kadar artar (Riasanovsky-Steinberg 2011: 625).
Kadınlar, Stalin döneminin siyasî çalkantılarının da kurbanı olur. Bu dönemde çeşitli gerekçelerle eşleri kovuşturmaya uğradığında, onlar da eşleriyle birlikte suçlu kamplarına sürgün edilir, çalışma kamplarında her türlü eziyete maruz kalır ve Sovyetlerde tesis edilen kadın-erkek eşitliğinden olumsuz olarak nasiplenir (Figes 2011: 335, 337, 347, 363; Figes 2013). Stalin’in Büyük Terör döneminde “vatan haini” suçlamasıyla tutuklanan erkeklerle evli olan kadınlar, kocalarıyla “eşit” bir şekilde cezalandırılır ve kendileri için tesis edilen çalışma kamplarına gönderilirler. Bu çalışma kamplarının en çarpıcı örneğini, Kazakistan Karaganda kamp kompleksine bağlı olarak Akmolinsk’te açılan Vatan Hainlerinin Eşleri İçin Akmolinsk Kadın Çalışma Kampı (ALZhIR) oluşturur. Sovyetler Birliği sınırları içinde ALZhIR, yalnızca kadın mahkûmların gönderildiği en büyük çalışma kampıdır. Sovyet rejimi tarafından “halk düşmanları”nın eşlerini kapatmak için acil hapishane ihtiyacını karşılamak amacıyla alelacele kurulmuş ve ilk kadın mahkûm gruplarını 1938 yılının Ocak ayında almaya başlamıştır (Figes 2011: 360, 397).
II. Dünya Savaşı yıllarına gelindiğinde, Sovyet kadınlarının üstündeki yükün tamamen arttığı görülür. Savaş yıllarında kadınlar hem işgücü olarak hem de orduda aktif görevler üstlenir. Ancak savaştan sonraki dönemde, yeniden Sovyet coğrafyasında kadınların evcil rolleri öne çıkarılarak, aile kurumu içindeki konumları yüceltilir.

I. Bölüm
Sovyet Edebiyatı ve “Devrim’in Kadınları”

1917 Ekim Devrimi’nin ardından kurulan Sovyetler Birliği’nde, kültürel ideolojik bir aygıt olarak edebiyata, toplumu eğitmek, yönlendirmek ve nihayetinde yeni bir “Sovyet toplumu” inşa etmek için çok önemli bir misyon yüklenmiştir.
1917 Ekim Devrimi’nin ardından Rusya’da edebiyatın toplum hayatı içindeki işlevi değişmiştir. Çünkü Lenin, eski Rus edebiyat anlayışına karşı çıkarak edebiyata büyük bir sorumluluk yüklemiştir. O, edebiyatta “yazar canı istediği zaman yazar, okuyucu da hoşuna gideni okur” şeklindeki Oblomovcu[7 - Rus yazarı İvan Gonçarov’un (1812-1891) 1859 yılında yazdığı Oblomov romanının başkahramanıdır. Romanda soylu toprak sahibi Oblomov’un hiçbir amacının olmaması, hiçbir işte dikiş tutturamaması, tembelliği ve nihayet anlamsız hayatı içinde kendini bir eve hapsederek hayatını devam ettirmesi anlatılır. Zaman içerisinde Oblomov ve Oblomovculuk tembelliğin, amaçsızlığın ve anlamsız bir hayatın sembolü haline gelmiştir.] eski Rus anlayışına şiddetle karşı çıkmıştır (Marx-Engels-Lenin 2006: 198). Ona göre edebiyat, mutlaka “toplum için” yapılmalıdır. Lenin’e göre sanat halkın malı olmalıdır. Sanat, gücünü emekçi halkın en derinliklerinden almalıdır. Dolayısıyla edebiyatta da emekçi halkın duyguları, düşünceleri, istekleri yer almalı, emekçi halk Sovyet devrinde oluşan edebiyatta kendini bulmalıdır.
Ekim Devrimi ile değişen edebiyat anlayışı içinde, Sovyet yazarı yalnızca içinden gelenleri yazmaz. O, edebî bir faaliyet içerisindeyken kendini Lenin’in deyimiyle komünizm kuruluşunda ve sosyalist bir Sovyet toplumunun inşa edilmesinde görevli “küçük bir çark” ve “küçük bir vida” olarak hisseder. Dolayısıyla Sovyet yazarının kendi duygularını ve düşüncelerini yazma “lüksü” yoktur. Sovyet yazarı, toplum için yazmak zorundadır. Sovyet yazarının öncelikli hedefi ve yükümlülüğü, Sovyet Hükümeti’nin ve Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin ideolojisini propaganda etmekten ibarettir.
Rus entelektüellerinde devrimci bilincin gelişmesinde önemli rol oynayan Rus yazarı Saltıkov Şedrin (1826-1889) daha Ekim Devrimi’nden çok önce edebiyatı doğrudan ideolojik bir araç olarak görür ve edebiyatın propaganda aracı olduğunu söylemekten de çekinmez:

Edebiyat ve propaganda tek ve aynı şeydir. Bu aslında yeni bir şey değildir, ama henüz edebiyat bilincine o kadar az yerleşmiştir ki, tekrarlamakta yarar vardır. Edebiyatın dile getirdiği tüm büyük ve soylu fikirler, aydınlattığı her yeni gerçek, öylesine büyük yankı yapar ki, edebiyatın karanlıkları yarma gücü, önyargılarında inatla direnen insanları ikna gücü karşısında saygı duymamak mümkün değildir. Hatalar için de aynı şey söz konusudur. Kuşkusuz, sorumsuzluğu ve günübirlik yaşamayı öğütleyen bir edebiyat, dünyayı sonuna kadar etkileyebilme şansına sahip değildir, ama yine de, ilerleme davasına ciddi zararları olabilir ve etkilediği kişiler, sonunda birer insan olarak etki altında kalmaya elverişli olduklarından, davaya ciddi darbeler vurabilir. (Zelinski 1978: 64)
Edebiyat, halkın hizmetinde olan bir sanattır ve Sovyet edebiyatı da bu bağlamda Sovyet halkının hizmetindedir. Tanınmış Sovyet yazarları Gorki, A. Tolstoy, Şolohov, Fedin, Fadayev, Leonov, Sovyet edebiyatının komünizm ideolojisini ve bu ideolojinin yerleşmesi konusunda halkın verdiği mücadeleyi, kahramanlıkları anlatmakla yükümlü olduğu görüşündedirler (Zelinski 1978: 299). Karakaş da Sovyet edebiyatının propaganda edebiyatı olduğuna işaret eder. Sovyet edebiyatı, “Prensipleri Komünist Partisi tarafından belirlenen ve partinin programını edebî türler ve edebî tipler vasıtasıyla telkin ederek benimsetmeye ve hayata geçirmeye çalışan bir propaganda edebiyatıdır. Bu edebiyat, daima Sovyet ideolojisine hizmet maksadını güderek bütün halkları Sovyet hayat tarzına göre terbiye etmek üzere en önemli siyasî eğitim vasıtalarından biri olarak kullanılmıştır” der (Karakaş 2008: 461). Buna bağlı olarak Ekim Devrimi’nden sonra Sovyet Hükümeti’nin “kadın meselesi” çerçevesinde hızla gerçekleştirdiği değişiklik ve yeniliklerin dile getirilmesi ve “kadın meselesi” konusunda Sovyet Hükümeti’nin yaklaşımını propaganda etmek için de edebiyat bir araç olarak kullanılmıştır. Sovyet Hükümeti’nin kadınlar konusunda aldığı kararlar, edebî eserler ve edebî kahramanlar aracılığıyla Sovyet toplumuna benimsetilmeye çalışılmış ve Devrim sonrasında yeni bir kadın kimliği inşa edilirken Sovyet edebiyatı araç olarak kullanılmıştır.
1917 Ekim Devrimi’nden sonra “Sovyet toplumu”nu inşa aracı olarak görülen Sovyet edebiyatında, “yeni kadın”, “Devrimci kadın” kimliği inşa edildiği görülür[8 - Ekim Devrimi’nden sonra Sovyet devrinin yeni kadınını temsil eden “Devrimci Kadın” imajı ile ilgili ayrıntılı bilgi için bkz. Kınacı 2012, Kınacı 2014, Kınacı 2016a.]. Özellikle Ekim Devrimi’nden sonraki 1920’li yıllarda neredeyse edebiyatın bütün türlerinde “kadın meselesi”ne sıklıkla değinilmiştir. Yazılan edebî eserlerde, iyi eğitimli, hayatın her alanında var olan, erkeklerle eşit haklara sahip, kendi ayakları üzerinde durabilen, her bakımdan donanımlı bir “Sovyet kadın kimliği” ve “Devrim kadını” kimliği inşa edilmeye çalışılmıştır.
Devrim sonrasında kadına dair siyasî alanda yapılan hızlı değişiklikler edebiyatın hemen hemen her türünde kendini hissettirmiştir. Devrim öncesi Rus edebî yapıtlarında kadın kahramanların görünüşleri neredeyse yok gibidir. Rus kurgularında kadın, sadece toplumda var olan erkeğin eşi konumundadır. Erkeğin eşi olmaktan başka hiçbir statüsü olmayan bu kadın kahramanlar, asla evlerinin dışında görülmezler ve söz sahibi değillerdir (Gasiorowska 1968: 93). Ancak Devrim ile birlikte Sovyet kurgularında ideolojiye uygun ideal kadın kahramanlar yaratılır. Devrim ile birlikte bu kadın kahramanlar yalnızca dışarıda çalışmakla kalmadıkları gibi, kimliklerine, adlarına, yeni toplumun inşasındaki ideolojik sorumluluklarına da sahip olurlar (Gasiorowska 1968: 95).
Devrim sonrası edebî eserlerinde sıklıkla anakahraman olan ve hatta pek çok esere ismini veren (Kazak edebiyatında mesela Akbilek/Jüsipbek Aymavıtulı, Botagöz/Sabit Mukanov, Ayşa/Saken Seyfullin vb.) Devrim’in kadınları, Devrim sayesinde “özgürlüklerine kavuşan” kadınlardır. Sovyet edebiyatının bu yeni kadın kahramanları, pasif konumda olan eski Rus kadın kahramanlarının aksine, Devrim sürecini bizzat yaşamış, mücadeleli ve çileli bir dönem geçirmiş, çektikleri her türlü sıkıntıya rağmen ayakları üstünde dimdik durmayı başarmış ve ardından Devrim ile “bileklerinin hakkıyla” özgürlüklerine kavuşmuş aktif Sovyet kadınlarıdır. Bu kadın kahramanlar aynı zamanda ideolojik sorumluluk da taşırlar. Her bakımdan donanımlı olan bu kadın kahramanlar arasında, Sovyetlerin “kadın meselesi”ne dair konularla ilgilenmekle görevli Sovyet memurları da vardır. Onlar, Sovyet devrinin kadına verdiği hak ve özgürlükleri, Sovyet kadınları arasında yaymakla ve uygulamakla sorumludurlar. Her biri eğitimli ve yenilikçi olan bu kadınlar aynı zamanda pek çok “Devrim kadını” adayına da yol açar, bir rol model görevini de üstlenirler.

Sovyet Devri Kazak Tiyatrosunun İlk Yılları
Modern Kazak yazı dili ve edebiyatı oluşmadan evvel, Kazak halkının çok zengin bir sözlü edebiyat kültürü vardı. Kazak modern yazı dili ve edebiyatı da bu zengin sözlü kültür temelleri üzerinde inşa edilmiştir. Dolayısıyla Kazak edebiyatında modern anlamda tiyatro türü ortaya çıkmadan önce, Kazaklar arasında tiyatronun işlevini gören ve halk arasında yaygın olan bazı türler de elbette vardır. Bu türler, Kazak sosyal hayatı içinde modern anlamda tiyatro türü teşekkül edene kadar tiyatronun yerini tutarak halkın ihtiyacına cevap vermiştir.
Kazaklar arasında yaygın olan ve içinde tiyatral ögeler barındıran geleneksel türler arasında oyın-savık (oyun ve eğlencelerde söylenen şiirler), än men küy (şarkı ve türküler), jar-jar men bet aşar (düğünlerde söylenen türküler), estirtüv men joktav (ağıtlar), aytıstar (atışmalar), tolgavlar (övgü şiirleri), küldirgi ängimeler (fıkralar) bulunmaktadır. Anadolu’da âşık atışmaları olarak bilinen atışma türü de Kazaklar arasında aytıs geleneği olarak yaygındır ve bu gelenek Kazak tiyatrosunun temelinde yatan millî bir gelenektir denilebilir. Aytıs geleneği içinde tiyatral ögeler sıklıkla yer almaktadır. İrticalen söz söyleyen ozanlara dinleyiciler de katılmaktadır. Dolayısıyla Kazakların zengin aytıs geleneği, bazı araştırmacılar tarafından da Kazak tiyatrosunun başlangıcı olarak değerlendirilmiştir (Gücü-yeter 2013a: 80-81).
Kazaklar arasında sal serilik olarak bilinen millî gelenek de Kazak tiyatrosunun temelini teşkil eden ilk örneklerden biri olarak değerlendirilebilir. Kazaklar arasında sözlü şiir geleneğinin temsilcisi ve kültürel bellek taşıyıcılarından olan sal seriler, Kazak geleneksel tiyatrosunun baş aktörleridir. Sal seriler, Anadolu’daki meddahlara benzerlikleriyle dikkat çeken, bulundukları ortamı coşturan, eğlendiren, söz ustası olan, sıradışı giyim kuşamlarıyla etraflarında dikkat çeken kişilerdir. Sal seriler, Anadolu’daki âşıklık ve meddahlık geleneğinin icracılarıyla da büyük bir benzerlik gösterirler (Adiyeva-Turan 2013: 202). Dolayısıyla sal serilik geleneği de millî Kazak tiyatrosunun temelini oluşturan geleneksel edebî türlerdendir.
XIX. yüzyılın ikinci yarısından sonra Kazak topraklarında modern anlamda tiyatro türü gelişmeye başlamıştır. İlk olarak Rus grupları profesyonel anlamda Kazakistan’ın çeşitli bölgelerinde tiyatro faaliyetleri yürütmüştür. 14 Ocak 1869 tarihinde Orenburg şehrinde ilk tiyatro kurulmuş ve Rus sanatçılar bu tiyatroda sahne almıştır. Orenburg’un dönemin eğitim ve kültür merkezi olması, burada açılan tiyatro vasıtasıyla tiyatronun Kazaklar arasında da yaygınlaşmasına zemin hazırlamıştır. Orenburg’da yaşayan Kazak öğretmen ve öğrenciler de kendi aralarında düzenledikleri eğlencelerde buradaki tiyatro sanatçılarından öğrendiklerini uygulayarak Kazakların ilk tiyatro oyunlarını sahnelemişlerdir. Böylece Kazaklar arasında da ilk tiyatro denemeleri görülmeye başlamıştır. Rus tiyatro gruplarının yanı sıra Kızıljar, Semey ve Oral gibi şehirlerde Tatar tiyatro grupları da kurularak Kazak topraklarında tiyatronun gelişmesine katkı sağlamıştır. Tatar gruplarının tiyatro çalışmaları, Kazak gençlerinin Kazak millî tiyatrosunu kurmaları ve millî oyunlarını yazmaları konusunda onları cesaretlendirmiştir (Gücüyeter 2013a: 81).
Devrim öncesinde Rus-Tatar tiyatrosunu yakından tanıyan öğrenci ve yetenekli Kazak gençlerinin düzenlediği ilk eğlence geceleri Kazak tiyatrosunun kurulmasında önemli bir basamak olmuştur. Ekim Devrimi’nden sonra ise Kazaklar arasında millî bir tiyatro kurma işi önemli bir mesele olarak görülmüştür. Gazete ve dergi sayfalarında bu konuda makaleler yayınlanmıştır. Yayınlandığı dönemde herkese ulaşan ve etki alanı olan Eñbekşi Kazak gazetesi de Kazakların millî bir tiyatrosunun kurulması ile ilgili gündem oluşturan makaleler yayımlamıştır (Nurgali 2002: 133).
XX. asrın başında Kazak gençlerinin çabalarıyla düzenlenen edebiyat ve eğlence geceleri, sahne sanatlarının ve tiyatronun zeminini oluşturmuştur. Tiyatro türü esas olarak halkın aydınlatılması merkezinde gelişme göstermiştir. Bu sebeple ilk repertuardaki eserler, halkı sanat sahibi ve bilgili olmaya, gelişmiş ülkelerin medeniyetlerini öğrenmeye, onlardan örnek almaya, eskinin zincirlerinden kurtulmaya çağıran didaktik ve halkı yönlendirme yönü güçlü olan eserlerdir. Böylece Kazaklar arasında düzenlenen sanat geceleri Kazak tiyatrosunun doğmasına ve ilk piyeslerin yazılmasına vesile olmuştur. Kazakistan’ın her yerinde düzenlenen bu faaliyetler, Ekim Devrimi ile birlikte hız kazanarak yeni bir aşamaya geçmiş ve millî Kazak tiyatrosunun ortaya çıkmasını sağlamıştır (20-30 Yıllardagı Kazak Adebiyeti 1997: 88) Tiyatro, genel olarak ideolojinin halka ulaştırılmasının en etkili yollarından biridir. Tiyatro, kendine özgülükleri olan bir sanattır. O, çok hassas ve çok büyük bir emek işidir. Tiyatroda başka işlerde olduğu gibi hatalar, yanlışlıklar ve uygunsuz durumlar oluşursa bütün bunları tekrardan düzeltmek mümkün değildir. Sahnede doğru yapılırsa sonuçları da olumlu olur, eğer yanlış yapılırsa da iş işten geçer ve artık bunu düzeltmek mümkün değildir. Dolayısıyla tiyatro, olumlu ya da olumsuz fark etmeksizin sonucu çok hızlı alınan, insanlar üzerinde tesiri oldukça güçlü bir sanat dalıdır.
Sovyet rejimine yön veren Vladimir Lenin, Lev Troçki, Anatoli Lunaçarski, Aleksandr Bogdanov, Pavel Gaydeburov gibi önemli isimler, tiyatronun halk üzerindeki etkisinin farkındadırlar. Bu isimler, tiyatronun ideolojik propaganda aracı ve halkın moralini yükseltebilecek bir yöntem olarak kullanılabileceğine dair görüşlerini devamlı surette dile getirmişlerdir. Bu nedenle Devrim sonrasında tiyatro sanatı gelişimini hızlandırarak devam ettirmiştir. Sovyet rejimi tiyatrodan iki şekilde faydalanmayı hedeflemiştir. Bir yandan tiyatrolarda Devrim propagandası yapılarak halk Devrim’e alıştırılırken, öte yandan tiyatro vasıtasıyla halkın ideolojik ve kültürel eğitimi gerçekleştirilmiştir. Özellikle Devrim sonrasında tiyatroya büyük bir ilgi gösterilerek tiyatro sahnesi, rejim ile halk arasında aracılık görevi üstlenmiştir. O günkü şartlar içinde Rusya’da okuma yazma oranı düşük olan halk kitleleri için tiyatro sahnesi, âdeta bir gazete işlevi görmüştür (Gürsoy 2016: 287-289).
1917 Ekim Devrimi sonrasında yeni kurulan Sovyet yönetiminin halka kabul ettirilmesi noktasında özel bir tür olan tiyatro, halk üzerindeki etkisi bakımından önemli bir edebî tür olmuştur. Tiyatro sanatı, Sovyetlerde oldukça işlevsel bir sanattır. O, sadece sanat olmanın ötesinde, doğrudan pratik bir araç ya da propaganda veya halk yığınlarının eğitimi olarak kabul edilebilir. Dolayısıyla Ekim Devrimi’nden sonra yeni kurulan Sovyet Hükümeti tarafından edebiyatın bütün türleri gibi tiyatro da Devrim’in başlangıcından itibaren yeni bir toplumun inşası için ideolojik kültürel bir aygıt olarak görülmüştür (Vernadsky 2011: 483). Bu nedenle de Hükümet tarafından da özel olarak ilgilenilen ve önemsenen bir sanat dalıdır.
Sovyet devrinin ilk yılları olan 1920’li yıllarda, hem merkezde hem de çevrede olduğu gibi, Kazak edebiyatında Kazak tiyatro türüne de bazı sorumluluklar yüklenmiştir. Sovyet insanının hayatını ve faaliyetlerini yeterli derecede iyi bilmek, emekçi insanların düşüncelerini, görünüşlerini derinlemesine edebî olarak açabilmek, Sovyet Kazak tiyatro türünün görev ve sorumlulukları arasında yer almaktadır. Ayrıca Gabit Müsirepov’un SSSR Yazarlar Birliği’nin 12. pleniumunda ifade ettiği gibi, bunların yanı sıra Komünist Parti ve halkın talepleri de bütün Sovyet yazarlarının olduğu gibi Kazak tiyatro yazarlarının da yerine getirmesi gereken talepler arasında yer almaktadır (Müsirepov 1970: 240-241).
1925 yılında Kazakistan Halk Eğitim Komiserliği, 28 Ekim’de halkı eğitme hizmetleri konusunda bir toplantı yaparak Kazak tiyatrosunu kurma meselesini değerlendirmiştir. Bu tarihe kadar çalışan ve okuyan Kazak gençler kendi gayretleriyle arada sırada tiyatro oyunu sahnelemektedir. Ancak bu tarihten sonra Hükümet, Kazak tiyatrosunu kurma işiyle bizzat kendi ilgilenmeye başlamıştır. Bu işi ciddi anlamda ele alarak tiyatro açmak, konuyla ilgili kişileri çağırmak Eğitim Komiserliği’ne görev olarak verilmiştir. O dönemde Kazakça yazılan piyeslerin sayısı çok az olduğundan, üstelik hepsi de sayısız defa oynandığı için ilgi çekiciliği kalmadığından, iyi piyes yazanlar için yarışmalar düzenlenmesine de karar verilmiştir (Nurgali 2002: 134). Eğitim Komiserliği’nin faaliyetleri sonucunda, sanatkârlar o dönemin başkenti Kızılorda şehrinde toplanmaya başlamışlardır.
Sovyet Kazakistan’ın ilk başkenti Kızılorda şehrinde millî tiyatronun açılmasıyla birlikte Kazak edebiyatında tiyatro, modern anlamda edebî bir tür olarak büyük bir gelişme göstermiştir. Söz konusu tiyatro, “Kazakistan Merkezi Devlet Tiyatro Trubu” adıyla 1926 yılında 18 artist ile teşekkül etmiştir (Togan 1981: 522). 13 Ocak 1926’da tiyatro, Koşke Kemengerulı’nın Altın Sakiyna adlı piyesi ile perdelerini açmıştır[9 - Stalin’in Kızıl Kırgın döneminde öldürülen Alaş aydını Koşke Kemengerulı’nın adı ve eserleri edebiyat tarihlerinden çıkarılarak tamamen silindiği için, Sovyet devrindeki kaynaklarda 13 Ocak 1926’da Kazak Millî Tiyatrosu’nun Muhtar Avezulı’nın Enlik-Kebek trajedisi ile perdelerini açtığı yazmaktadır. Sovyet devrinde bu şekilde bilgi veren bir kaynak için bkz. (Kazak SSR 4-Tom Kıskaşa Entsiklopediya 1989: 321).] (Karenov 2013: 48). Bu tiyatroda ilk günlerde her ne kadar dekorasyon dahil olmak üzere çeşitli sıkıntılar yaşanmış olsa da, 1927 yılında Kızılorda’da kış mevsimi içinde 42 defa oyun sahnelenmiştir. O günün imkânsızlıklarına rağmen filizlenmekte olan Kazak Millî Tiyatrosu’nda sahnelenen eserlerin en bilinenleri Muhtar Avezulı’nın Karagöz, Enlik-Kebek, Baybişe-Tokal adlı eserleri; Jüsipbek Aymavıtulı’nın Şerniyaz, Kanapiya-Şerbanu, Mansapkorlar, Rabiyga, El Korganı, Sılan Kız, Taş Mihman (Puşkin’den), Sarak Siri (Puşkin’den); Jumat Şanin’in Arkalık Batır, Torsıkbay Kuv; Sa-ken Seyfullin’in Kızıl Sunkarlar; Beyimbet Maylin’in Şanşar Molda, El Mektebi, Neke Kıyar, Kemengerılı’nın Altın Sakiyna, Paraşıldar adlı eserlerdir (Togan 1981: 522).
Kazak tiyatrosunun ilk yıllarında Sovyet devrinde diğer bütün edebî türlerde olduğu gibi, tiyatro türü de kendisine biçilen sorumlulukları yerine getirmeye çalışmıştır. Bu sebeple 1920’li yıllarda Kazak tiyatrosu toplumdaki eski ve yeni çatışması üzerinden doğmuş ve gelişme göstermiştir (Müsirepov 1970: 238). Tiyatronun halkın üzerindeki doğrudan ve güçlü tesiri dikkate alınarak 1920’li yıllarda sıklıkla eski-yeni, zengin-fakir çatışmalarının işlendiği, eskinin kötü yönlerinin hicvedildiği ve yeni değerlerin savunulduğu tiyatro oyunları sahnelenmiştir. Bu dönemdeki hemen hemen bütün piyeslerin konuları, Kazak avulunun[10 - Avul: Kazak konar-göçer hayatı içinde birkaç çadırdan meydana gelen yerleşim birimi.] eski yaşamının ve Devrim sürecinde yaşanan siyasî-sosyal olayların görünüşlerinden ibarettir.
Sözlü halk edebiyatı oldukça zengin olan diğer Türk halklarının tiyatrosunda olduğu gibi, Kazak tiyatro türü de ilk yıllarda iki temel kaynak üzerinden gelişme göstermiştir. Bunlardan biri, zengin halk folkloru ve tarihî konular iken, diğeri ise Sovyet ideolojisini ortaya koyan ve Sovyet toplumunun inşasını ele alan konulardır (Müsirepov 1970: 242).
Özellikle modern Kazak tiyatrosunun ilk yılları olan 1920’lerde Kazak halk edebiyatından ve tarihî konulardan faydalanmak Kazak tiyatro yazarları için elzem olmuştur. Çünkü yeni bir tür olan tiyatro konusunda hiçbir tecrübesi olmayan Kazak tiyatro yazarları, ancak Kazak halkının bu zengin kültürünü kullanarak bir üretim yapabilmişlerdir. Bu bakımdan ilk Kazak tiyatrosu, Kazak edebiyatının zengin folklorik malzemesi üzerinden filizlenmeye başlamıştır. Diğer taraftan, o kadar dindar olmasa da Kazak halkını mescit, işan, molla ve hocalardan uzaklaştırıp tiyatroya, oyuna ve eğlenceye getirebilmek için halkın kendi üretimi olan sözlü edebiyatın rolü büyük olmuştur. Kazak tiyatrosunun ilk yıllarında, halkı bilgilendirme, öğüt verme ve halkın anlayacağı dilde ifade etme açısından Kazak sözlü edebiyatı son derece önemli bir misyon üstlenmiştir. Kazak sözlü geleneği, Kazak halk şarkıları ve türküleri halkı aydınlatma amacı güden yeni inşa edilmekte olan Kazak Sovyet tiyatrosunun ilk malzemesi olmuştur (Müsirepov 1970: 242).
Jüsipbek Aymavıtulı, Mirjakıp Duvlatulı, Muhtar Avezulı, Saken Seyfullin, Jumat Şanin gibi ilk Kazak tiyatro yazarlarının eserleri Kazak tiyatrosunun temelini oluşturmuştur.
Millî dramanın ve sahne sanatının oluşup gelişmesi, ilk filizlenmesi döneminde en çok emeği geçenlerden biri Jüsipbek Aymavıtulı’dır. “Başka halkların edebiyatına bakıldığında, tiyatro sanatının nüvesi halkın örf âdetlerinden, oyun ve eğlencelerinden, şarkı ve türkülerinden, şiirlerinden başlamıştır…” diyen Muhtar Avezulı’nın düşüncesinin doğruluğunu Jüsipbek Aymavıtulı’nın eserlerinden fark etmek mümkündür (20-30 Yıllardagı Kazak Adebiyeti 1997: 99).
Küçük yaşlardan itibaren Kazak kültürünün zenginliği içinde yetişen Aymavıtulı, ailesinden aldığı bu zengin kültürü kendi yeteneği ile birleştirmiş, Kazak tiyatrosunun oluşmasına ve gelişmesine büyük bir katkı sağlamıştır. O, Semey’de okuduğu dönemden başlayarak tiyatro sanatı ile içe içe olmuştur. Aymavıtulı, Kazak topraklarında filizlenen ve Kazak yurdu için yeni olan tiyatro sanatının kök salıp gelişmesine özel bir çaba harcamıştır (Gücüyeter 2013b. 35).
Aymavıtulı da 20’li yıllardaki pek çok yazar gibi çok yönlüdür. Kazak topraklarında ilk defa oyun yöneten rejisör, aktör, türkücü ve dombıracı, kompozitör Aymavıtulı, edebiyatın bütün türlerinde çok sayıda eser bırakmıştır. O, Kazak Millî Tiyatrosu’nun esasının oluşturulup gelişmesine özel bir emek harcamış yetenekli bir yazardır. 20’li yıllardaki tiyatro ile drama sanatını geliştiren gerçek bir sanatkârdır (20-30 Yıllardagı Kazak Adebiyeti 1997: 99-100).
Aymavıtulı, ilk dönemde sahneye konulan ilk üç piyesi Rabiyga, Mansapkorlar, Kanapiya-Şerbanu eserlerini 1916-1917 yılları arasında yazmıştır. El Korganı, Şerniyaz ve Sılan Kız ise 1920-1925 yılları içinde yazılmıştır (20-30 Yıllardagı Kazak Adebiyeti 1997: 88). Aymavıtulı’nın yazdığı ve çevirdiği tiyatro eserlerinin hepsi de önce Semey’de sonra da Kazakistan’ın pek çok şehrinde, Taşkent’te, Kazakların ilk Millî Devlet Tiyatrosu’nun sahnesinin yer aldığı Kızılorda’da sahnelenmiştir (20-30 Yıllardagı Kazak Adebiyeti 1997: 89).
Rabiyga, Aymavıtulı’nın önemli dramalarından biridir. Piyesin adından da anlaşılacağı üzere, hürriyet ve özgürlükten mahrum olan Kazak kadınlarının ağır hayat şartları, o dönemin taleplerine uygun şekilde dile getirilmiştir. Çatışma, piyesin merkezindeki 19 yaşındaki Rabiyga’nın koyun çobanı yaşlı bir adama zorla verilmesiyle gelişir. Piyesin sonunda kölelikten, horlanmaktan kurtulmaya karar verip etrafa lanet okuyan Rabiyga’nın davranışı romantik tavırlarla doludur. Eser, kadın eşitliği konusunda öğüt verici bir üslûpla kaleme alınmıştır.
Aymavıtulı’nın piyesleri 1920’li yılların siyasî ve sosyal hadiselerine ışık tutan eserlerdir. Bu eserlerden biri olan Kanapiya-Şerbanu, 1916[11 - I. Dünya Savaşı devam ederken, 25 Haziran 1916’da Çarlık Hükümeti daha önce askere alınmayan Türkistanlılardan 19-43 yaş arasındaki erkekleri cephe gerisinde, silahsız olarak çalıştırmak üzere (siper kazma, yol açma, köprü inşası…) askere alma kararı çıkarmıştır. Alınan karara göre, Kazakistan’dan ve merkezi Asya’dan 400 bin kişi, bu rakamın içinde Kazakların yaşadığı bütün bölgelerden 240 bine yakın asker alımı planlanmıştır. Ancak o günün şartlarında Kazaklar arasından bu kadar kişinin askere alınması, sosyal ve ekonomik açıdan Kazakları felakete uğratacak bir durumdur (Kınacı 2016b: 74). Doğal olarak Kazak halkı çocuklarının savaşa götürülmesini üstelik de silahsız olarak cephe gerisinde çalıştırılmak üzere götürülmesini istememiştir. Bu durum askere alım listelerini hazırlayan yerel yöneticiler tarafından kullanılmış, bir çıkar aracı olarak değerlendirilmiştir. Yerel idareciler, listelerde yaptıkları tahrifatlarla istedikleri kişileri askere gönderirken, istedikleri kişileri listelerden çıkarıp bunun karşılığında ailelerden para almıştır. Dolayısıyla halk, hem Çarlık kanunları hem de yerel idarecilerin keyfi uygulamaları nedeniyle 1916’daki zorunlu askere alma sürecinde zarar görmüştür ve büyük bir sıkıntı yaşamıştır. Sovyet devrinde 1916 süreci ve bu süreçte halkın yaşadığı mağduriyetler Kazak edebiyatında sıklıkla işlenen konulardan biri olmuştur.] yılı Haziran fermanı üzerine Çarlık İdaresi’nin savaş meydanına göndermek üzere Kazakları cephe gerisinde çalıştırmak için savaşa alması olayı üzerine kurulmuş bir dramadır. Kazak halkını derinden etkileyen bu olayı yazar, bir Kazak ailesinin hayatı etrafında işlemiştir.
Aymavıtulı’nın konusunu dönemin tarihî hadiselerinden alan bir diğer eseri, El Korganı’dır. Jüsipbek Aymavıtulı, El Korganı’nda İç Savaş[12 - 1917 Ekim Devrimi sonrasında 1918-1922 yılları arasında Bolşeviklerle ona muhalif olanlar arasında yaşanan iç savaştır. Beyaz Ordu kuvvetleri ile Kızıl Ordu kuvvetleri arasındaki mücadeleyi Kızıl Ordu kazanarak Rusya’da Sovyet Hükümeti’nin kalıcılığı resmileşmiştir.] döneminde kimin kim olduğunun anlaşılmadığı kargaşa ortamında halk içindeki siyasî-sosyal durumu edebî bir üslûpla ve aynı zamanda tarihî gerçeklikle ortaya koymuştur (Kazak Adebiyetinin Tariyhı 7-Tom 2004:125).
Aymavıtulı’nın Şerniyaz adlı draması da Kazak tiyatrosunun ilk yıllarında kaleme alınan önemli eserlerdendir. Aymavıtulı, 1925’te Şerniyaz piyesini kaleme almış, 1926 yılında ise Semey’de eser sahnelenmiştir. Piyes, iyi bir eğitim almış ancak çevresindeki kişiler yüzünden mutsuz olan Şerniyaz’ın yaşadıklarını konu olarak işlemiştir. Şerniyaz’ın derdi, halkının derdidir. Onun tek arzusu, halkına ve doğup büyüdüğü topraklara hizmet etmektir (Gücüyeter 2013b: 60-61).
Aymavıtulı’nın Sılan Kız komedisi Kazak tiyatrosunun ilk dönemlerinde sahnelenmiş, 1922 yılında ise müstakil bir kitap olarak basılmıştır (20-30 Yıllardagı Kazak Adebiyeti 1997:110).
Aymavıtulı’nın yazdığı bütün piyesler dönemin siyasî-sosyal olaylarının ele alındığı, o dönemin güncel eserleridir. Ayrıca onun eserlerinin kendine özgü yanları da vardır. Onun bütün piyesleri sahne perdesi açıldığında, asıl kahramanların psikolojik dünyalarının ortaya konulmasıyla başlar. Hem Rabiyga hem de Kanapiya-Şerbanu adlı piyeslerde bu durumu gözlemlemek mümkündür.
Aymavıtulı’nın eserlerindeki fikir her zaman aynıdır. Onun eserlerinde eskinin geride kalışı ve yeni bir dönemin başlayışı dile getirilir. Onun piyesleri millî tiyatronun oluşmasında esas olmuş ve drama türünün de temelini atmıştır. Ancak Aymavıtulı’nın piyesleri için söylenebilecek en önemli şey, Avezulı’nın, Seyfullin’in, Kemengerulı’nın, Şanin’in ve daha pek çok yazarın piyeslerine örnek olup onların yazılmasına yol açıp Kazak dramasının oluşmasını sağlamıştır (Kazak Adebiyetinin Tariyhı 7-Tom 2004: 128).
Ekim Devrimi’nden sonra Kazak tiyatrosunda Devrim temasının ilk olarak yükselişi Saken Seyfullin ile olmuştur. Onun Bakıt Jolına adlı piyesi 1918 yılında 1 Mayıs Bayramı’nda sahnelenmiştir. Seyfullin’in yine Kızıl Sunkarlar piyesi de Kazak tiyatrosunun ilk eserlerinden biri olup 1922’de yayınlanmıştır (Kazak Adebiyetinin Tariyhı 7-Tom 2004: 131). Yine konu bakımından buna benzer bir eser de Jumat Şanin tarafından kaleme alınmıştır. Kazak işçilerinin ilk Devrimci adımlarını anlatan piyes, Jumat Şanin’in Şahta adlı piyesi olmuştur. Bu piyes konusu bakımından bir bakıma Saken Seyfullin’in Kızıl Sunkarlar piyesinin devamı niteliğindedir. 1928’de bu piyesin Ölimnen Ümitke adlı 4 perdeli nüshası Kazak tiyatrosunun sahnesinde sahnelenmiştir (20-30 Yıllardagı Kazak Adebiyeti 1997: 91).
Modern Kazak tiyatrosunun ilk yıllarında hemen her tiyatro yazarı kendi becerileri doğrultusunda Ekim Devrimi hakkında tiyatro eseri kaleme almıştır. Bunların büyük bir bölümünde halkı yönlendiren ve öğüt veren bir üslûp hâkimdir. Bu eserlerin çoğunda zengin ve fakir olmak üzere toplumdaki iki sınıfın çatışmaları ele alınır, bu iki sınıf arasındaki mücadele sonucunda fakirlerin galibiyeti ya da Sovyet Hükümeti’nin temsilcilerinin konuya müdahil olması ile adaletli bir uygulamanın devreye girmesi eserlerde konu edilir. Bu gruptaki eserler içinde Koşmuhambet Kemengerulı’nın Bostandık Jemisi örnek gösterilebilir. Bu piyes 1919’da Akmola’da sahnelenmiştir. Yine Kemengerulı’nın Kazak kadınının geçmişteki kaygılı hayatını işleyen Altın Sakiyna ve Eski Okuv adlı piyesleri de bu gruptaki eserler içindedir (Kazak Adebiyetinin Tariyhı 7-Tom 2004: 133). Altın Sakiyna 1923’te Orınbor’da müstakil bir kitap olarak yayınlanana kadar da Kazak tiyatro repertuarında önemli bir yer tutmuştur (20-30 Yıllardagı Kazak Adebiyeti 1997: 92).
Altın Sakiyna piyesinde Kemengerulı, Ekim Devrimi öncesinde Kazak kadınının çileli ömrünü, gözyaşı dökmeden geçmeyen trajik kaderini ele almıştır. Yazar bu eserde, eski devrin ezdiği güçsüz, güveneceği ve dayanacağı kimsesi olmayan, karanlık içindeki Kazak kadınının eski devirde çektiği azabı, yarattığı canlı kahramanlar üzerinden ortaya koymuştur. Yazar eserde, geçmişin uygunsuz geleneklerini, örf âdetlerini savunan, adaletsizliği destekleyen, kadın özgürlüğü ve eşitliğini, insanî vasıfları ayaklar altına alan kötü niyetli kişilerin görgüsüzlüklerini gözler önüne sermiştir.
Genel olarak Kazak edebiyatında kadın özgürlüğü ve kadın eşitliği, Ekim Devrimi’nden sonra en çok dile getirilen konulardan biridir[13 - Sovyet Devrinde Kazak edebiyatında roman türü esas alındığında da Ekim Devrimi sonrasında kadınlara verilen eşitlik ve hürriyeti dile getiren çok sayıda eser yazılmıştır. Bunların bir kısmı mesela Akbilek ve Botagöz adlı romanlarda olduğu gibi, doğrudan yeni devrin kadın imajını temsil eden bir kadın kahramanın hayatı etrafında şekillenir (Kınacı 2012; Kınacı 2014; Kınacı 2016a). Bunun dışında Sovyet devrinde yazılan hemen hemen her romanda yeni devrin aydın kadın tipini yansıtan kadın kahramanlar mutlaka yer alır. Bunlara örnek olarak Adaskandar/Möldir Mahabbat romanlarındaki Hakime Asiya Bektesova, Azamat Azamatıç romanındaki Kayşa, Ösken Örken’deki Asiya Alimova gibi yeni devrin kadın kahramanları verilebilir. Konuyla ilgili ayrıntılı bilgi için bkz. (Kınacı 2016b: 399-428).]. Bu konu, Kazak edebiyatındaki bütün türlerde olduğu gibi, Kazak drama ve tiyatro repertuarının ilk dönemdeki en önemli ve temel konularından biri hâline gelmiştir. Kazak tiyatrosunun ilk yıllarında bu konu üzerine yazan tiyatro yazarları ve piyesleri sahneye koyan tiyatro kadroları da konunun önemine vâkıftırlar. Ekim Devrimi sonrasında Sovyet Hükümeti’nin özellikle kadınlar konusundaki iyileştirmelerinin dönemin en güncel meselesi olduğunun da bilincindedirler. Ancak henüz Kazak tiyatrosunun ilk yılları olması ve yeterli tecrübeye sahip olunmaması sebebiyle bu ilk eserlerin edebî tarafı biraz zayıftır. Bu sebeple kadın konusunu ele alan piyesler, çoğu zaman meseleyi yeterince derinleştiremeyen ve aile içinde yaşanan doğal olayları aşamayan piyeslerdir. Buna rağmen bu ilk piyeslerin zayıf tarafları seyirci tarafından görmezden gelinerek bu piyeslerin seyirci üzerindeki etkisi büyük olmuştur. Bu bakımdan kadın konusunda yazılan ilk piyeslerin sanatsal değeri yüksek olmasa da kadın özgürlüğü ve kadın eşitliği konusunu ele alması bakımından, bu konuda halkın bilinçlendirilmesi açısından önemli bir işlev görmüştür. Bu eserler bu yönüyle toplumda bir karşılık bulmuştur. O dönemde seyirciler izledikleri bu oyunlarda, kendilerinin yakın geçmişte başlarından geçen hadiseleri, hâlâ izleri silinmeyen olayları görmüş ve kendi hayatlarından da izler bulmuşlardır (Kazak Adebiyetinin Tariyhı 7-Tom 2004: 133).
Tiyatronun ilk birkaç yıldaki repertuarında yer alan eserler, Beyimbet Maylin’in komedileri, Jiyengali Tilepbergenulı’nın Süyiskender, Perizat-Ramazan, Rahmetjan Malabayulı’nın Üy Tutkındarı, Gurıp Küni, Sıdık Ablanulı’nın Kündespeytin Katındar, Askar Tokmagambetulı’nın Eki Zan gibi o dönemin güncel meselelerini işleyen piyeslerdir (Koç vd. 2007: 459; 20-30 Yıllardagı Kazak Adebiyeti 1997: 93). Bu piyeslerin ana fikri, Ekim Devrimi’nin getirdiği özgürlükleri propaganda etmektir. Ancak bu eserlerde düşünce olmasına rağmen, sanatsal seviye zayıf kalmıştır.
Bu eserler, tiyatro sanatı açısından bakıldığında düşünce gücü taşımasına rağmen, edebî yanı zayıf kalan eserlerdir. Bu zayıf piyeslerin içerikleri de yazılış şekilleri de birbirine benzer, hepsi de sınıf çatışmasından doğup avuldaki çatışmayı işleyen piyeslerdir. Ancak hiçbirinde sanatsal bir derinlik yoktur (20-30 Yıllardagı Kazak Adebiyeti 1997: 93).
Kadın konusunu işleyen piyeslerden birini de edebiyatın farklı türlerinde eser veren, çok yönlü Kazak aydınlarından biri olan Mirjakıp Duvlatulı yazmıştır. Duvlatulı’nın Balkıya adlı piyesi 1922 yılında kitap olarak basılmıştır. Eser, yazıldığı dönemin sosyal meselelerine ışık tutmaktadır. Mirjakıp Duvlatulı Balkıya piyesinde, ceditçi-kadimci çatışması, zengin-fakir çatışması, Rusya’daki Müslüman-Türk tebaanın eğitim meselesi, eğitimde metot tartışmaları, Çarlık Hükümeti’nin sömürgeci politikaları ve adaletsiz yöneticileri gibi dönemin sosyal sorunlarına eğilmiştir. O günün şartlarında az da olsa okumuş ve bilinçli bir Kazak kızı olan Balkıya ile Cedit öğretmeni Kasım’ın aşkları etrafında hem dönemin en önemli kadın sorunları ele alınırken hem de Kazakların o günkü siyasî ve sosyal hayatları ortaya konulmuştur (Kınacı 2016c: 171)
Repertuarda bir süre kalan ve sahne başarısı açısından dikkat çeken eserlerden ikisi Ö. Ospanulı ile Ötevlin’in Zarlık piyesi ile J. Tilepbergenulı’nın Perizat-Ramazan piyesleridir. Zarlık, Halk Eğitim Komiserliği tarafından açılan yarışmada üçüncülüğü alan ve Sovyet devrindeki yeni hayatı anlatmak amacıyla kaleme alınan eserlerden ilkidir. Bu eserde Zarlık, Kızıllar ile Aklar, fakirler ile zenginler arasındaki mücadeleyi gören ve bunun yavaş yavaş farkına varan kahraman tipini temsil etmektedir. Zarlık, bir değişikliğin olduğunu sezmektedir ancak kargaşa döneminde neler olup bittiğini de henüz tam olarak anlayan bir kahraman değildir. Ancak Zarlık’ın ardından, Maylin’in, Jansügirulı’nın, Şanin’in, Avezulı’nın, Aymavıtulı’nın piyeslerinde yeni devrin başarılı kahramanları yaratılmıştır, bütün yönleriyle yeni devrin kahramanları tiyatro eserlerinde yerlerini almıştır (20-30 Yıllardagı Kazak Adebiyeti 1997: 94).
Tilepbergenulı’nın Perizat-Ramazan piyesinde de eski ve yeni arasındaki çatışma işlenmiştir. Perizat ve Ramazan’ın özgürlüğe, aşk hürriyetine ulaşmaları, önemli olaylar ve büyük zorlukları aşmaları üzerinden ortaya konulmuştur. Perizat’ın hürriyeti için mücadelesi ve aşkına sahip çıkması, o dönemdeki halkın siyasî ve sosyal hayatıyla doğrudan ilişkilendirilerek verilmiştir. Bu piyeste Perizat ve Ramazan gibi yeni devrin olumlu kahramanları yanında başarılı olumsuz kahraman tipleri de yaratılmıştır. Perizat’ın babası Moldahmet, bunlardan biridir. O, kızı Perizat’ı kendi gibi zengin bir adamın oğluyla sözleyip zenginliğine zenginlik katmak niyetindedir. Kızının böyle bir talibi çıkınca tam da istediği olduğu için gizlice dünür adayları ile kendi aralarında anlaşarak dünür olurlar. Babasının kendisine hiç acımadığını fark eden Perizat, babasının verdiği zengin çocuğunu beğenmez ama buna karşılık fakir bir genç olan Ramazan’ı sever ve bunu açıkça ifade eder. Yeni dönemdeki hürriyet ortamının farkına varmış olan ve şımarık olarak büyüyen Perizat, kararından da geri dönmez. Eserde Perizat’ın imajı, tam da davranışlarıyla uyumlu olarak yaratılmıştır. O, aşkı ve özgürlüğü için mücadeleye giren ve bu yolda geri adım atmayan bir karakter olarak kurgulanmıştır. Perizat, yalnızca kendisi cesur bir kahraman değildir, aynı zamanda sevdiği genç Ramazan’ı da öğütler, birlikte kaçmaya korkan Ramazan’ı etkileyip onu da ikna ederek yönlendirir. Ramazan şahsında ise ömrü fakirlik içinde geçen, ırgatlık ile hayatını idame ettiren, o dönemin sosyal çatışmalarına ister istemez karışmak zorunda kalan fakirler ortaya konulmuştur. Özellikle de Moldahmet’in iftirası ile hapse girip daha sonra oradan kurtulan Ramazan’ın yaşamı, olayların farkına varması, yaşanan sosyal değişmelere vakıf olması açık bir şekilde ortaya konulmuştur. Kararlı davranışları olan ve özgürlük mücadelesine giren Perizat ile el ele vererek düşmanlarıyla mücadele eden Ramazan, eserde mücadeleci kahraman derecesine yükseltilmiştir. Piyesin ana fikri olan yeni bir hayat ve mutlu bir ömre kavuşmak için, mücadelenin sınıf mücadelesi ile birlikte yürütülmesi gerekliliği piyeste açık bir şekilde gözler önüne serilmiştir. Dönemin taleplerine uygun bir şekilde piyeste Peri-zat, bundan önceki Kazak kızlarına göre, mücadeleye bilinçli bir şekilde girişip, yeni devrin kadınlara getirdiği eşitliğe güvenen bir kadın kahraman olarak kurgulanmıştır. Ramazan karakteri ise sınıf bilinci gelişerek özgürlük, adalet, sadakatli bir aşk için savaşmanın önemini kavramış ve korkusuz bir karakterdir.
Döneminin güncel meselelerini ele alan Perizat-Ramazan seyircinin beğenisini kazanarak uzun süre sahnede kalmıştır. Piyes 1930 yılında sahneye tekrar konulduğunda üzerinde bazı değişiklikler yapılarak yeniden düzenlenmiştir. Eserdeki gereksiz kahramanlar ve diyaloglar çıkarılarak eser kısaltılmıştır (Kazak Adebiyetinin Tariyhı 7-Tom 2004:136).
1920’li yıllarda Kazak yazarları genellikle yalnızca tek bir işle meşgul olmazlar, hepsinin çok yönlü kişilikleri vardır. Kazak millî dramasının ve tiyatro sanatının gelişmesine büyük katkısı olan çok yönlü yazarlardan biri de Jumat Şanin’dir. O, Kazak drama, opera artistlerinin ilk neslinin üstadıdır. Jumat Şanin, aktör, tiyatro tenkitçisi ve müzisyendir. Jumat Şanin, drama yazarıdır (Nurgali 2002: 124). Şanin, Ombı’da Mağjan Jumabayulı, Saken Seyfullin gibi tanınmış edebiyatçılarla birlikte Ombı Semineri’nde okumuştur. Onlar ile yakın ilişki içerisinde olmuştur (Nur-gali 2002: 128).
Jumat Şanin çeşitli piyesler yazmıştır. Onun yazdığı piyesler konu bakımından da çeşitlidir. Hayata dair pek çok görünüş onun piyeslerinde yer almıştır. Onun piyesleri arasında hem trajedi hem drama hem de komedi yer alır.
Jumat Şanin Kazak tiyatrosunun ilk yıllarında Kazak folklorunun zenginliğinden kendi yaratıcılık kabiliyetine göre faydalanmış bir yazardır. Şanin, Zaysan’da yaşadığı dönemde Keribay, Botabay gibi bu bölgede meşhur olan halk ozanları ile yakın ilişkiler kurmuştur ve halk edebiyatının zenginliğinden beslenerek gelecekte yazacağı piyesler için konu ve fikir bakımından beslenmiştir. Şanin, halk ozanı Erjan’dan ilk kez Arkalık Batır destanını dinleyerek yazıya geçirmiştir. Daha sonra bu destan metnine dayanarak meşhur Arkalık Batır adlı trajedisini yazmıştır (Nurgali 2002: 131). Arkalık Batır trajedisi, folklor malzemesinin tiyatroda ilk olarak kullanılışıdır. Arkalık Batır trajedisi, Kazak folkloru ile Kazak draması arasındaki ilişkinin en açık örneklerinden biridir. Yazarın elyazma nüshası muhafaza edilmemiştir. Bilinen nüshası 1926 yılında Kızılorda’da Arap harfleri ile basılan bir kitapçıktır (Nurgali 2002: 156).
Şanin’in tiyatro eserleri içinde Arkalık Batır trajedisi repertuarda uzun süre kalan piyesidir. Tarihî kahramanlık destanı esasında yazılan bu iki bölümlü piyesin 1926 yılı Aralık ayında, birinci bölümü 2 Aralık’ta, ikinci bölümü 6 Aralık’ta Şanin’in kendi yönetmenliğinde sahneye konulmuştur. Trajedide Kazaklarda hanlık yönetiminin olduğu eski devirler geniş bir şekilde gözler önüne serilmiştir. Oyunda Han’ın zulmüne uğrayan çaresiz kişilerin kaderleri seyircinin gözü önünde canlandırılmıştır (20-30 Yıllardagı Kazak Adebiyeti 1997: 96).
Jumat Şanin, Kazak topraklarında o tarihlerde yaygın olmayan bir sanat dalı olan tiyatro ile yoğun bir şekilde uğraşmıştır. Özellikle de Kazak edebiyatında o günlerde geniş bir yer tutmayan drama türüne merak sarmıştır. O, yalnızca tiyatro yazarlığı yapmamıştır, tanınmış bazı piyesler de onun yönetmenliği ile sahneye konulmuştur. Muhtar Avezulı’nın Enlik-Kebek ve Seyfullin’in Kızıl Sunkarlar adlı piyesleri de Jumat Şanin’in yönetmenliğinde sahnelenmiştir (Nurgali 2002: 132).
Kazak toprakları için yeni bir sanat olan, sahne sanatının ustası olarak görülen Jumat Şanin’in adı kısa zaman içinde Kazakistan’da yayılmıştır, özellikle de yönetmenlik başarısı bütün Kazakistan’da duyulmuştur. Bunun üzerine Halk Eğitim Komiserliği tarafından Kızılorda’ya çağrılan yetenekli tiyatro meraklıları arasında Jumat Şanin de vardır. O, 1926 yılı Ekim ayından itibaren ilk Kazak tiyatrosunun direktörü ve sanat yöneticisi olmuştur. Jumat Şanin burada millî tiyatroyu kurma işine girişmiştir. Kazak aktörlerinin yeteneklilerini eğitip onların gelişmesi için çaba harcamıştır (Nurgali 2002: 132). Hem aktör hem de rejisör olan Şanin, 1926-1932 yılları arasında hem oyunları sahneye koymuş hem de Kazak millî tiyatrosunun idareciliğini üstlenmiştir (Kazak SSR 4-Tom Kıskaşa Entsiklopediya 1989: 321). Kazak millî tiyatro sanatının doğup gelişmesi ve ilk başarıları Jumat Şanin ile doğrudan bağlantılıdır.
Şanin’in birkaç komedisi de sahnelenmiştir. Şanin’in Torsıkbay ve Aydarbek komedileri, Kazak sözlü edebiyatına dayanmaktadır (20-30 Yıllardagı Kazak Adebiyeti 1997: 98).
Torsıkbay piyesi ilk olarak 1925 yılında Semey’de çıkan Tan dergisinde yayımlanıp daha sonra 1928’de Kızılorda’da müstakil bir kitap olarak basılmıştır. 1925 yılında 6 Nisan’da Kazak gençlerinin çabasıyla Moskova’da sahnelenmiştir (Nurgali 2002: 142). Jumat Şanin, Torsıkbay’ı Millî Drama Sahnesi’nde 1926’da kendisi sahnelemiştir. Eskide kalmış Kazak hayatındaki asalak olarak yaşayan kötü kişilerin temsilcisi olan mollaların azgınlığı, nefis düşkünlükleri tiplik bir görünüştür. Bu tipe o dönemde Kazak edebiyatındaki pek çok eserde rastlamak mümkündür. Drama türü esas alındığındaysa Şanin’in Torsıkbay adlı oyunu, Beyimbet Maylin’in Şanşar Molda adlı oyunu konu bakımından birbirlerine benzer. Aynı zamanda her iki eserde fikir de benzer, ikisinde de gülünçlükler, ironik durumlar ve tenkit bir arada bulunmaktadır (Nurgali 2002: 144).
Şanin’in Aydarbek piyesinde de 20. asrın başında Kazak yazarların en çok değindikleri konu olan kadın eşitliği işlenmiştir (Nurgali 2002: 145).
Şanin’in Kozı Körpeş-Bayan müzikal draması ise folklor hazinesinden faydalandığı önemli bir eserdir, ancak bu eser basılmamıştır (Nurgali 2002: 174).
Jumat Şanin’in Ölimmen Ümitke adlı dört perdeli draması Kazak tiyatro sahnesinde ilk defa 1928 yılında 14 Mart günü sahneye konulmuştur. Sonra adı değiştirilerek Şahta olup piyes 1930 yılında basılmıştır (Kazak Adebiyetinin Tariyhı 7-Tom 2004:132).
Jumat Şanin, Kazak draması ve tiyatrosunun filizlenme döneminde Jüsipbek Aymavıtulı ve Muhtar Avezulı’dan sonra repertuar oluşturmaya en çok emeği geçen Kazak yazarıdır (20-30 Yıllardagı Kazak Adebiyeti 1997: 97). Kazak tiyatrosunun kurulmasındaki tarihî rolü sebebiyle 1931 yılında Jumat Şanin’e “Cumhuriyet’in Halk Artisti” unvanı da verilmiştir (Nurgali 2002: 132). Ancak, yeni kurulan Kazak tiyatro sanatına büyük emeği geçen Şanin, 1938 yılında 26 Şubat’ta öldürülmüştür (Nurgali 2002: 133).
Kazak draması ve tiyatrosunun oluşması ve gelişmesine ilk yıllarda büyük emeği geçen yazarlardan biri de Muhtar Avezulı’dır. 20’li yılların içinde yazılan Enlik-Kebek, El Ağası, Baybişe-Tokal, Karagöz piyesleri yine bu yıllarda sahnelenmiştir
Kazak halkına hem bilgi hem de “yeni bir dünya”nın aydınlık ışığını getiren öğretmen tipinin sahneye ilk çıkışı da özellikle Aymavıtulı ve Avezulı dramalarıyla başlamıştır. Avezulı’nın Baybişe-Tokal piyesindeki okuyan genç delikanlı Gaziz ile onun arkadaşı Rakış bu okumuş genç tipinin ilk örneklerindendir.
Muhtar Avezulı’nın Baybişe-Tokal piyesi, Semey’de yapılan il çapındaki ilk kadınlar toplantısında sahnelenmek için yazılan piyestir. Piyes 1918 yılında yazılarak 1923 yılında Taşkent’te kitap olarak basılmıştır. Millî tiyatro sahnesinde Enlik-Kebek’ten sonra 1926 yılında Ocak ayında sahnelenmiştir (20-30 Yıllardagı Kazak Adebiyeti 1997:111).
Baybişe-Tokal, 1926’da sahnelenmesinin ardından bir daha hiç sahnelenmemiştir. Yazar esere ilerleyen yıllarda geri dönmemiş ve tekrar gözden geçirmemiştir. Buna rağmen Baybişe-Tokal, kendi döneminin önemli sosyal meselesi olan kadın özgürlüğü konusunu ele alıp, Kazakların eski yaşayışlarındaki “uygunsuz” geleneklerini tenkit etmesi bakımından önemlidir. Piyeste olumsuz kahramanların davranışları geniş bir yer bulmuş ve bu tiplerin sahnedeki görünüşleri toplu olarak eserde yer almıştır. Buna karşın, olumlu kahramanlardan yalnızca Dameş akılda kalırken, diğerleri piyeste geri planda kalmış ve hiç dikkat çekici, akılda kalan tipler olmamışlardır. Eserle ilgili Smagul Saduvakasulı “Piyeste hareket yok denecek kadar az” yorumunda bulunmuştur (20-30 Yıllardagı Kazak Adebiyeti 1997:112). Smagul Saduvakasulı, Baybişe-Tokal hakkında yazdığı tenkit makalesinde piyesin ikinci zayıf tarafının gereksiz kahramanlar olduğunu düşünmektedir. İlk sahnelenmesinin ardından piyesin bir daha sahnelenmemesinin sebepleri bu tenkit noktalarında belirmektedir. Buna rağmen, Baybişe-Tokal piyesinin ilk sahnelenmesi Kazak tiyatrosunun filizlenmesinde halkın eğitilmesi konusunda halka öğüt ve nasihat veren üslûbuyla önemli bir rol üstlenmiştir ve izleyici tarafından ilgiyle izlenmiştir (20-30 Yıllardagı Kazak Adebiyeti 1997:113).
Avezulı’nın konusunu halk edebiyatından aldığı Enlik-Kebek piyesi ise 1922 yılında Orınbor’da müstakil bir kitap olarak basılmıştır (Kazak Adebiyetinin Tariyhı 7-Tom 2004:129). Enlik-Kebek’teki kişi hürriyeti ve aşk yolundaki mücadele, yönetici sınıfın davranışlarından duyulan rahatsızlık, birbirlerini seven gençlerin kötü kaderleri Avezulı’nın Karagöz piyesinde de edebî olarak gözler önüne serilmiştir. Karagöz, 1925 yılında yazılıp aynı yıl yayımlanmıştır. Piyes, yeni kurulan Kazak tiyatro sahnesinde sahnelenecek en iyi piyeslerin seçilmesi için düzenlenen yarışmada birincilik ödülü almıştır (20-30 Yıllardagı Kazak Adebiyeti 1997:114).
Kazak tiyatrosunun ilk yıllarında komedi türü ile özellikle ilgilenip bu türün esasını kuranlardan biri Beyimbet Maylin’dir. Şanşar Molda, El Mektebi, Neke Kıyar, Ayşa, Selde, Közildirik gibi komedilerin içeriği avul hayatındaki aksaklıkları ele alır, fakir ve zenginlerin çatışmasını, eğitimsizliği yok etme konusunda ortaya çıkan sorunları işler, cahil mollaların görgüsüzlüklerini gözler önüne serer, kız-erkek ilişkilerindeki anlaşmazlıkları ele alır (Kazak Adebiyetinin Tariyhı 7-Tom 2004: 138).
Kazak tiyatrosunun ilk yıllarında pek çok eser yalnızca sahnelenmek için kısa süre içinde yazılmış ama basılmamıştır. Bu sebeple elyazması olarak kalıp bu haliyle dağıtılmış ve çeşitli bölgelerde düzenlenen programların repertuarlarında yer alan tiyatro eserleri de vardır. Mesela Beyimbet Maylin’in bazı piyesleri bu şekilde basılmadan elyazması olarak dağıtılmıştır. Maylin’in önemli tiyatro eserleri 1920’li yılların sonunda yazılmakla birlikte onların düzenlenip, edebî seviyelerinin yükseltilerek sahnelenmesi 1930’lu yıllarda olmuştur. Bu sebeple onun bu eserleri Kazak tiyatrosu ele alınırken 1930’lu yıllara dahil edilmektedir (20-30 Yıllardagı Kazak Adebiyeti 1997: 99).
XX. asrın başında doğan Kazak tiyatrosu, ilk yıllarda pek çok edebî zorlukları yaşasa da bu yıllardaki ilk tecrübelerin ardından, profesyonel anlamda bir gelişme göstermiştir. Bu sebeple 1920’li yıllarda ortaya konulan tiyatro eserleri her ne kadar tiyatro türünün ilk tecrübeleri olarak sanatsal seviye bakımından çeşitli aksaklıları taşısa da, bu eserler Kazak tiyatrosunun temellerinin atılmasında ve ileride Kazak tiyatro sanatının profesyonel gelişiminde önemli bir işlev görmüştür. Ayrıca Sovyet edebiyatının diğer türlerinde olduğu gibi, ideolojik olarak da bu ilk tiyatro eserleri kendilerinden beklenen görevi yerine getirmiştir. İlk tiyatro eserleri, yeni kurulan Hükümet’in halka kabul ettirilmesi ve Sovyet değerleri doğrultusunda halkın yeniden inşası noktasında da önemli bir işlev görmüştür.

II. Bölüm
Kazak Tiyatrosunda Kadın Meselesine Kulak Veren Erkekler

XIX. yüzyılda başlayan Türk Dünyası’ndaki yenileşme hareketleri ile gündeme gelen meselelerden biri de kadın meselesidir. Yenilik taraftarı bütün Türk aydınları kadın meselesine duyarlılığıyla dikkat çeker. Özellikle İsmail Bey Gaspıralı’nın yolundan giden ve onun Ceditçilik dünya görüşüne bağlı olan bütün Türk aydınları, o dönemde kadın meselesine kulak vererek yeterlilikleri doğrultusunda bu konuda mücadele ederler. Daha Ekim Devrimi’nden önce yazdıkları kadın konulu eserlerle yenilikçi Kazak aydınları da bu konuda önemli bir katkı sağlar. Yirminci yüzyıl başındaki çok yönlü Kazak aydınları edebiyatı bir araç görerek edebiyat aracılığıyla toplumda kadının mevcut konumunun düzeltilmesine ilişkin hikâye, tiyatro ve roman yazarak Kazak halkı arasında bu konuya bir duyarlılık oluşturmaya gayret ederler. Edebiyatın hangi türünde eser verirlerse versinler eğitici ve öğretici bir üslûp benimseyerek yazdıkları eserler ile halkı bilinçlendirerek Kazak kadınının toplumsal statüsünü yükseltmeye çalışırlar.
1920’li yıllarda tiyatro ile uğraşan ve kadın konusuna duyarlılığı ile dikkat çeken, yazdıkları piyeslerde bu konuyu ele alan Kazak yazarlardan bazıları, Mirjakıp Duvlatulı, Jüsipbek Aymavıtulı, Saken Seyfullin, Jiyengali Tilepbergenulı, Koşmuhambet (Koşke) Kemengerulı ve Muhtar Avezulı gibi yazarlardır.

Mirjakıp Duvlatulı (1885-1935)
Mirjakıp Duvlatulı, Kazak edebiyatında İsmail Gaspıralı’nın açtığı yolda ceditçi düşünceye bağlı kalarak farklı türlerde eser veren tanınmış edebî bir şahsiyettir. 25 Kasım 1885’te Torgay şehrinde Argın boyu içinde dünyaya gelen Duvlatulı, ilk olarak avulunda eski usul eğitim veren avul mollasından eğitim almıştır. Ancak Duvlatulı, daha sonra kendisi de ifade ettiği ve yazdığı eserlerinde tenkit ettiği gibi, avul mollasından hiçbir şey öğrenmemiş, hatta sadece dayak yiyip, eziyet çekmiştir (Mukanov 2008: 100; Toğısbayev-Sujikova 2009: 62; Arıkan 2008a: 105). Duvlatulı, 1897 yılında Torgay şehrindeki iki sınıflı Kazak-Rus okuluna başlamış, 1902 yılında bu okulu bitirerek 1902 yılından 1909 yılına kadar kendi bölgesinde öğretmenlik yapmıştır (Mukanov 2008: 100).
1904 yılında, yeni yetişen gençlerin kendine örnek aldığı Kazak aydınlarından biri olan milliyetçi Kazak aydını eğitimci Ahmet Baytursınulı[14 - Ahmet Baytursınulı’nın hayatı ve edebî şahsiyeti hakkında bkz. Biray 2011.] ile tanışmıştır. Ahmet Baytursınulı ile tanışması onun milliyetçi fikirlerinin gelişmesine tesir etmiştir. Duvlatulı, bu dönemde Çar karşıtı faaliyetlere ve darbe girişimine katılmıştır. Ombı ve Karkaralı şehirlerinde Ahmet Baytursınulı ekolünden aldığı derslerin ardından, Duvlatulı’nın siyasî düşünceleri şekillenip gelişmiştir. 1905 yılından itibaren Mirjakıp Duvlatulı, milliyetçi Kazak aydınları Ahmet Baytursınulı ve Alihan Bökeyhanulı ile birlikte Kazak aydınları arasında başlayan bağımsızlık ve eşitlik fikirlerini dile getiren önemli bir Kazak aydını olmuştur (Koç vd. 2007: 486).
1909 yılında Kazan’da Şark Matbaası’nda onun “Oyan, Kazak!” adlı şiir kitabı yayımlanmıştır. Bu eserde o, millî duruşunu açık bir şekilde ortaya koymuştur. “Oyan, Kazak!” Kazak halkı tarafından büyük beğeniyle karşılanmıştır. Mirjakıp Duvlatulı, bu kitabıyla büyük bir üne kavuşmuş ve Kazak halkının gönlünde taht kurmuştur. Ancak Mirjakıp’ın “Oyan, Kazak!” şiir kitabı çıkmasıyla birlikte Rus makamları tarafından takibe alınmıştır. Mirjakıp Duvlatulı, Kazak edebiyatının ilk romanı sayılan nazım-nesir karışık olarak yazdığı “Bakıtsız Jamal” adlı romanı 1910 yılında Kazan’da Kerimov kardeşler matbaasında yayımlamıştır. O, aynı dönemde çeşitli yerlerde yayımlanan gazete ve dergilere yazılar göndermiştir, özellikle de “Aykap”[15 - Aykap dergisi: 1911-1915 yılları arasında Troisk şehrinde Kazaklar tarafından çıkarılan dergidir. Mirjakıp Duvlatulı bu dergide Kazakların o günkü en önemli sorunlarını ele almış, özellikle de o dönemin en önemli sorunlarından biri olan yer-toprak meselesi ve Çarlık’ın Kazak topraklarında yürüttüğü Rus iskân siyaseti üzerine yazılar yazmıştır. Konuyu örneklendirmesi açısından Aykap’ın 1911 yılı 11. sayısında Azamat Alaşuglı imzasıyla yayımlanan Mirjakıp Duvlatulı’nın “Jer Meselesi” başlıklı yazısı için bkz. Negimov 2010: 180-183.]

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/cemile-kinaci/kazak-tiyatrosunda-kadin-meselesi-69499798/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Türkiye’deki modernleşme hareketleri Osmanlı Devleti’nde Tanzimatla birlikte başlamış, Meşrutiyet ile devam etmiş, daha sonra Cumhuriyet’in ilanıyla birlikte Türkiye’de hız kesmeden sürmüştür. Türk Kadın Hareketi de bu modernleşme sürecinin bir ayağını oluşturduğundan, Osmanlı’da Tanzimat ile başlayan Türk Kadın Hareketi, Cumhuriyet’e intikal etmiştir. Hülya Argunşah’ın ifadesiyle, “19. yüzyılı 20. yüzyıla, Osmanlı Devleti’ni Türkiye Cumhuriyeti’ne bağlayan kadınlardır.” (Argunşah 2016b: 12) Bu çalışmada da Türkiyedeki Türk Kadın Hareketi Osmanlı ve Cumhuriyet dönemi olmak üzere ele alınmıştır.

2
Rus Çarlığı döneminde lise düzeyindeki okullar.

3
Farklı coğrafyalarda yaşayan yenilikçi Türk aydınları, aynı dönemlerde aynı düşüncelerle, ancak kadınların yükselişiyle kendi toplumlarının yükselişinin mümkün olacağı görüşünde birleşirler. Hatta onların meseleye daha geniş bir perspektiften bakarak kadının yükselişini insanlığın yükselişi olarak değerlendirdikleri de görülür. Bu konuda Türkiye’de Tevfik Fikret Hemşirem İçin şiirinde: “Elbet değil nasibi mezellet kadınlığın/Elbet değil melekliğin ümidi zulm ü şer/Elbet sefil olursa kadın, alçalır beşer/Lâkin bu gün hep onlara â’id yığın yığın/Endîşeler, kederler, eziyetler, iğneler!…” (Tevfik Fikret 2004: 471) mısralarında kadının eziyet görmesini ve toplumda yok sayılmasını insanlığın alçalmasıyla eş görür. Tevfik Fikret gibi Azerbaycanlı yenilikçi Türk aydını Hüseyin Cavid de, alçalmış insanlığın ancak kadınla birlikte yükselebileceği düşüncesini dile getirir: “Kadınsız ülke çabuk mahvolur, zavallı kalır./Kadın elile fakat bahtiyar olur şu cihan,/O bir melek… onu takdis eder büyük Yaratan./O pek sevimli, güzel, ince, nazlı bir hilkat,/ Onun ayakları altındadır fakat cennet:/Kadın gülerse şu ıssız muhitimiz gülecek,/Sürüklenen beşeriyet kadınla yükselecek…” (Hüseyin Cavid 2013: 311). İki şairin kadın meselesine bakışları ile ilgili ayrıntılı bilgi için bkz. (Tiken 2014: 237).

4
Erkek tarafının kız tarafına vermekle yükümlü olduğu mal mülk, bir çeşit başlık parasıdır. Konargöçer hayat yaşayan Türk boyları arasında Rus Çarlığı’nın istilasından önce de var olan kalınmal geleneği, konar-göçer hayatın önemli bir geleneği idi.

5
“Kadının kurtuluşu” konusunda ayrıntılı bilgi için “Marks, Engels, Lenin Kadın ve Aile” adlı kitap için bkz: http://www.kurtuluscephesi.org/orjinal/melaile.pdf (son erişim 20.03.17)

6
Aleksandra Mihailovna Kollontai (1872-1952). Tanınmış Rus komünist devrimci kadındır. Önce Menşeviklerin tarafında olmasına rağmen, 1914’ten sonra Bolşeviklerin safında yer almıştır. Kollontai, Sovyet Rusya’nın görevlendirdiği ilk kadın büyükelçilerden biridir. O, Sovyet Rusya’nın Norveç Büyükelçiliği görevini yürütmüştür. Kollontai aynı zamanda yazardır. Kollontai hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Porter 1980.

7
Rus yazarı İvan Gonçarov’un (1812-1891) 1859 yılında yazdığı Oblomov romanının başkahramanıdır. Romanda soylu toprak sahibi Oblomov’un hiçbir amacının olmaması, hiçbir işte dikiş tutturamaması, tembelliği ve nihayet anlamsız hayatı içinde kendini bir eve hapsederek hayatını devam ettirmesi anlatılır. Zaman içerisinde Oblomov ve Oblomovculuk tembelliğin, amaçsızlığın ve anlamsız bir hayatın sembolü haline gelmiştir.

8
Ekim Devrimi’nden sonra Sovyet devrinin yeni kadınını temsil eden “Devrimci Kadın” imajı ile ilgili ayrıntılı bilgi için bkz. Kınacı 2012, Kınacı 2014, Kınacı 2016a.

9
Stalin’in Kızıl Kırgın döneminde öldürülen Alaş aydını Koşke Kemengerulı’nın adı ve eserleri edebiyat tarihlerinden çıkarılarak tamamen silindiği için, Sovyet devrindeki kaynaklarda 13 Ocak 1926’da Kazak Millî Tiyatrosu’nun Muhtar Avezulı’nın Enlik-Kebek trajedisi ile perdelerini açtığı yazmaktadır. Sovyet devrinde bu şekilde bilgi veren bir kaynak için bkz. (Kazak SSR 4-Tom Kıskaşa Entsiklopediya 1989: 321).

10
Avul: Kazak konar-göçer hayatı içinde birkaç çadırdan meydana gelen yerleşim birimi.

11
I. Dünya Savaşı devam ederken, 25 Haziran 1916’da Çarlık Hükümeti daha önce askere alınmayan Türkistanlılardan 19-43 yaş arasındaki erkekleri cephe gerisinde, silahsız olarak çalıştırmak üzere (siper kazma, yol açma, köprü inşası…) askere alma kararı çıkarmıştır. Alınan karara göre, Kazakistan’dan ve merkezi Asya’dan 400 bin kişi, bu rakamın içinde Kazakların yaşadığı bütün bölgelerden 240 bine yakın asker alımı planlanmıştır. Ancak o günün şartlarında Kazaklar arasından bu kadar kişinin askere alınması, sosyal ve ekonomik açıdan Kazakları felakete uğratacak bir durumdur (Kınacı 2016b: 74). Doğal olarak Kazak halkı çocuklarının savaşa götürülmesini üstelik de silahsız olarak cephe gerisinde çalıştırılmak üzere götürülmesini istememiştir. Bu durum askere alım listelerini hazırlayan yerel yöneticiler tarafından kullanılmış, bir çıkar aracı olarak değerlendirilmiştir. Yerel idareciler, listelerde yaptıkları tahrifatlarla istedikleri kişileri askere gönderirken, istedikleri kişileri listelerden çıkarıp bunun karşılığında ailelerden para almıştır. Dolayısıyla halk, hem Çarlık kanunları hem de yerel idarecilerin keyfi uygulamaları nedeniyle 1916’daki zorunlu askere alma sürecinde zarar görmüştür ve büyük bir sıkıntı yaşamıştır. Sovyet devrinde 1916 süreci ve bu süreçte halkın yaşadığı mağduriyetler Kazak edebiyatında sıklıkla işlenen konulardan biri olmuştur.

12
1917 Ekim Devrimi sonrasında 1918-1922 yılları arasında Bolşeviklerle ona muhalif olanlar arasında yaşanan iç savaştır. Beyaz Ordu kuvvetleri ile Kızıl Ordu kuvvetleri arasındaki mücadeleyi Kızıl Ordu kazanarak Rusya’da Sovyet Hükümeti’nin kalıcılığı resmileşmiştir.

13
Sovyet Devrinde Kazak edebiyatında roman türü esas alındığında da Ekim Devrimi sonrasında kadınlara verilen eşitlik ve hürriyeti dile getiren çok sayıda eser yazılmıştır. Bunların bir kısmı mesela Akbilek ve Botagöz adlı romanlarda olduğu gibi, doğrudan yeni devrin kadın imajını temsil eden bir kadın kahramanın hayatı etrafında şekillenir (Kınacı 2012; Kınacı 2014; Kınacı 2016a). Bunun dışında Sovyet devrinde yazılan hemen hemen her romanda yeni devrin aydın kadın tipini yansıtan kadın kahramanlar mutlaka yer alır. Bunlara örnek olarak Adaskandar/Möldir Mahabbat romanlarındaki Hakime Asiya Bektesova, Azamat Azamatıç romanındaki Kayşa, Ösken Örken’deki Asiya Alimova gibi yeni devrin kadın kahramanları verilebilir. Konuyla ilgili ayrıntılı bilgi için bkz. (Kınacı 2016b: 399-428).

14
Ahmet Baytursınulı’nın hayatı ve edebî şahsiyeti hakkında bkz. Biray 2011.

15
Aykap dergisi: 1911-1915 yılları arasında Troisk şehrinde Kazaklar tarafından çıkarılan dergidir. Mirjakıp Duvlatulı bu dergide Kazakların o günkü en önemli sorunlarını ele almış, özellikle de o dönemin en önemli sorunlarından biri olan yer-toprak meselesi ve Çarlık’ın Kazak topraklarında yürüttüğü Rus iskân siyaseti üzerine yazılar yazmıştır. Konuyu örneklendirmesi açısından Aykap’ın 1911 yılı 11. sayısında Azamat Alaşuglı imzasıyla yayımlanan Mirjakıp Duvlatulı’nın “Jer Meselesi” başlıklı yazısı için bkz. Negimov 2010: 180-183.
Kazak Tiyatrosunda Kadın Meselesi Cemile Kınacı
Kazak Tiyatrosunda Kadın Meselesi

Cemile Kınacı

Тип: электронная книга

Жанр: Историческая литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 16.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Kazak Tiyatrosunda Kadın Meselesi, электронная книга автора Cemile Kınacı на турецком языке, в жанре историческая литература

  • Добавить отзыв