Şafak Sancısı

Şafak Sancısı
Cengiz Aytmatov
Muhtar Şahanov

Cengiz Aytmatov, Muhtar Şahanov
Şafak Sancısı

Muhabbetten hasıl olan sevinç
Kelimeler de hisler gibi tasarruf etmeyi gerektirir. Yani onları da gece gündüz durmaksızın şarıl şarıl akmakta olan su gibi görüp derleyip toplamadan, zihin süzgecinden geçirmeden, düşüncesizce sağda solda sarf edersen söylediklerinin hiç kıymeti kalmaz. Sözü değersiz olanın özü de değersizdir. Bu, insanlık tarihinin ilk dönemlerinde ispatlanmış bir gerçektir.
Çocukluk yıllarımda köyümüzün itibarlı bir ihtiyarının kendi kendine hüzünlenerek, “Artık konuşacak kimse de kalmadı!” dediğini sık sık duyardım. Bu aksakalın bunca insanın içinde yalnızlık çekmesinin sebebi nedir diye hayret eder, buna hiç anlam veremezdim. Meğer ihtiyar, oturup dertlerini paylaşacak, sözün kıymetini kendi haysiyetiyle eşit sayan, konuşurken güvenilir kaynaklardan yararlanarak konuşan kafa dengi insanlara ihtiyaç duyarmış.
O köylü dedeye hayal olan böyle bir samimi dertleşme bize, Muhtar ikimize nasip oldu. İkili muhabbetin sonucunda elinizde bulunan kitap meydana çıktı. Birimizin Kazakça, diğerimizin Kırgızca (yani iki kardeş dilde) konuşarak birbirimize içimizi dökmemizle ortaya çıkan bu diyalogu, kayda alınmış bir sohbet veya teyp kasetinden yazıya geçirilmiş bir ‘dertleşme kitabı’ diye adlandırabilirsiniz.
Konuşma esnasında keyfî olarak meydana gelen heyecan ve sevinçlerimizi mümkün olduğu kadar üzerinde düzeltme yapmadan olduğu gibi vermeyi tercih ettik. En yakınlarımız hariç çok kimsenin bilmediği, kader tarafından bize sunulan sevinçlerimizi ve kederli anlarımızı da saklamaya gerek duymadık. Birebir oturup dertleşmeyi yazıdan ayıran en önemli esas da bu değil mi?
Yabancı olan okuyucularımız için dert ortağımı tanıtayım:
Ben iki tane Muhtar tanıyorum. Birisi, babam gibi beni himaye eden, üstadım, hocam, meşhur yazar Muhtar Awezov. İkincisi ise, kelimenin tam manasıyla şair, uzun yıllardan beri dert ortağım, kardeşim ve dostum Muhtar Şahanov. Benim kanaatimce o geniş çaplı bir araştırmacı ve düşünür; doğunun engin irfanıyla batının keskin görüşlerini çok güzel bir şekilde harmanlayarak sunabilen, Asya kıtasının en büyük şairlerinden biri. Kendi ülkesi dışında pek tanınmıyorsa, bu şairin suçu değil. Okurlarımız bu kitapta Muhtar Şahanov’un birkaç özlü şiiriyle tanışma fırsatı elde edecektir. Şunu da belirtmeliyim ki, Muhtar, Kazak milletinin çok zor dönemlerde sırtını dayadığı, halkın millî kahraman olarak gördüğü kıymetli şahsiyetlerden birisidir. 1986 yılında Sovyetler Birliği’nin uyguladığı totaliter sisteme karşı cesurca baş kaldıran gençlerin suçsuz olduğunu ispatlamak için – hayatını tehlikeye atarak – ciddi çalışmalar gerçekleştirdi, mertliğini gösterdi.
Şahanov, birkaç yıldır Kazakistan Cumhuriyetinin Kırgızistan Büyükelçisi görevini yürütüyor. Eşine ender rastlanan bir şahsiyet olduğunu, burada gerçekleştirdiği çalışmalarıyla bir kez daha ispatlamıştır. Onunla sık sık yaptığımız görüşmelerimiz, zamana ve kendimize dair yaptığımız sohbetlerimiz böyle bir kitabın oluşmasına vesile oldu. Bu eserin okurun da ilgisini çekeceği umuduyla…

    Cengiz AYTMATOV

I. Bölüm
Dört ana veya anayurtla kavuşma
“Benim yurdum, Şeker Köyü… Manas Dağının zirvelerinden damlaya damlaya çoğalan beyaz köpüklü, masmavi kaynak suyu Şeker’e kadar akıp geliyor. Bu kaynağın adı Kürkirew[1 - Gürlemek demektir. Burada ‘gürleyerek akan’ su manasında. (Ç.N.)]. Kürkirew, ismiyle müsemma olan ve etrafındaki tüm mahlukata hayat bahşeden bir su… Şeker’e yaklaşırken kalbim küt küt atıyor. Tam karşıdan, güneş ışınlarıyla göz kamaştıran Manas Ata zirvesi göründüğü andaki heyecanımı kelimelerle ifade etmem mümkün değil!”

    Cengiz AYTMATOV
“Kaderini soysuzluk derdinden koru!
Her insanın kendi annesinden başka,
Gıyabında her an onu koruyan ve kollayan
Olmalıdır dört anası, asıl takdire şâyân:
Anayurdu: asıl dayanağı, heybeti.
Ana dili: satılmayan serveti.
Esas direk: örf, destur, geleneği, âdeti
Adımına ışık saçan an be an.
Olsa dahi hatırası çok hüzünlü ve ağır
Dördüncüsü: millî tarih, bunu bilmeyen mağdur.
Bu manevi dört anayı korumayan milletin,
Derdi eksik olmamıştır, bulunamamış derman.
Kutsal olan bu dört ana hayatın öz manası
Bu uğurda mücadele, çabaların âlâsı!”
    Muhtar ŞAHANOV
Şahanov: Hayatın inişli çıkışlı merhalelerinden geçerek kâh dolan kâh solan beşer tabiatı, vatan denilen kutsal mekânı duygularıyla dahi olsa sık sık ziyaret ediyor. Çok tanınmış biri de olsan, göbek kanının damladığı toprak özeldir. İşte bu özeli can-ı gönülden sevmelisin ki çoğunluğa kucağını açabilesin. Fakat Sovyetler, bizim kuşağı tam tersine;
Benim adresim ne evdir, ne de sokak.
Benim adresim Sovyetler Birliği’dir
marşının temposuyla eğitti.
Herkes vatanına olan bağlılığını ilk önce kendi ailesine ve hemşerilerine beslediği sevgiyle ifade etmeli. Bunu yapmadan “Herkesi eşit seviyorum” demek, yapmacıklıktan başka bir şey değildir.
Doğup büyüdüğü memleketin, insana cesaret veren gür nehirlerini, merhametle gönül okşayan yemyeşil çayırını ve bayırını, kulak ve yanaklarını çimdikleyen sert soğuğunu zaman zaman zihninde canlandırmayan kimse yoktur sanırım. Hatta uzaklara gittiğinde, kurbağaların durmadan vıraklamaları ve köpek havlamaları bile hasret esintisi uyandırır insanın gönlünde.
Şike[2 - Şike: Kazakçada büyüklere hitap ederken saygı ifadesi olarak muhatabın adının ilk hecesine ka. ke. ba eklenerek söylenir. (Ç. N.)], siz beni bir keresinde doğup büyüdüğünüz köye, Şeker’e davet etmiştiniz. Manas’ın ata yurdu olan Talas bozkırının bir köşesinde yer alan Şeker Köyü doğal güzellikleriyle Kırgızların dikkate değer mekânıymış.
Şeker köyüne yaklaştıkça, yüzünüzde beliren bin bir türlü heyecan izini görmezlikten gelmek imkansızdı. Arabanın arka koltuğunda ikimiz yan yanaydık. Çocukluğun saf, masum günlerinin, delikanlı çağınızda hayal peşinde koştuğunuz yılların, iyilik kervanına katıldığınız değerli devrelerin hafızanızda canlanmasıyla, hem sevinip hem de üzülerek heyecanlanmakta olduğunuzu fark etmiştim. Yol uzadıkça geçtiğimiz her tepe ve vadi, “Beni unuttun mu yoksa?” dercesine önünüze çıkıp el sallar gibi oluyordu....
Doğduğunuz yerin eşsiz tabiat güzelliklerinin yanı sıra misafirperver ve cömert olan hemşehrilerinizin çeşitli kaderleri sizin yazar olmanızı büyük ölçüde etkilemiştir diye düşünüyorum. Onları iyice tanımak, araştırmak, sevmek, hatta bazılarından nefret etmek suretiyle sanatkârlığın zirvesine ulaştınız. Şayet olağandışı bir güç, zihninizden Şeker köyünü silmiş olsaydı, mazmunu dar, ruhu alçak, sıradan yazarların sayısını artırmış olurdunuz.
Şekerliler, o gün yediden yetmişe sizi karşılamaya gelmiş; kimisi tokalaşmak, kimisi dua ve dilekte bulunmak için adeta yarış ediyorlardı.
Burada aklıma bir şey geldi: tanınmış büyüklerimizden biri, kendi memleketinden milletvekili adayı olduğunda, “ne olursunuz beni seçin” diye hemşehrilerine çok şeyler vaad etmişti. Fakat neticede yeterli oyu alamamış, hemşehrilerine küskünlüğünü anlatırken; “Kimsenin yüzüne bakamaz oldum” demişti.
Şeker’e girdiğin anda, diğer köylere kıyasla şehre benzeyen yapısı göze çarpıyor. Bembeyaz evler, yüksek binalar ve kültür merkezleri uzaktan dikkat çekiyor. Şeker’in etraftaki köylere kıyasla gelişmiş olmasını, hemşehrileriniz sizin isminize bağlıyor.
Geniş sofra etrafındaki sohbet esnasında hemşehrilerinizden biri, Cumhuriyet Yüksek Kuruluna milletvekili seçildiğiniz zaman, ilçeden iki kişi size oy vermediğini ağzından kaçırdı. Bunu duyan diğer hemşehrileriniz, suçluluk hissine kapılarak:
– Ne kadar demokrasi desek de, bizim buralardan Aytmatov’a karşı oy kullanacak mankurt insanın çıkması mümkün değil… Belki sarhoş birileri, farkında olmadan yanlış yapmıştır dediler.
Ektiğini biçmenin net bir örneği değil mi bu? Evet, doğduğu yerde, kendi vatanında belli bir ağırlığı olmayanlar rüzgârla savrulup giden boş buğday kabuğu gibiler. Mutsuz da bunlara denir.
Aytmatov: Evet, doğduğu yer, vatan her kişinin kaderini belirler. Ancak ondan aldığını gönül süzgecinden geçirerek bal yapan arı misali kalbinde toplayabilmen şart.
Eskiden yaşlılar bir araya geldikleri zaman, çocukları konuşturmak için; “yedi atasını[3 - Yedi ata: Kazak ve Kırgızlarda yedi göbek geçmeden evlenmeme geleneği vardır. Dolayısıyla çocuklar küçük yaştan itibaren yedinci dedesine kadar ezbere bilirler. (Ç. N.)] yanılmadan kim sayabilir?” derlerdi.
Çocuklar oyunu bırakıp hemen ciddileşir ve sırayla dedelerinin isimlerini saymaya başlardı. Dilin sürçer de (dedelerinden) birini unutursan, Allah korusun… Büyüklerin böyle soru sormalarının ehemmiyetini sonradan anladım. Kimin neslinden olduğunun unutulmamasının, kuşaklar arası ilişkilerin kesilmemesinin ve yakınınla yabancıyı ayırabilmeyi küçük yaştan hafızaya işlemenin çok önemli olduğunu çok sonradan farkettim.
Yedi göbeğe kadar inemeyen özürlüdür. Çünkü bunun bilmediği yerde ahlaksızlık kol gezer, haramdan sakınmak söz konusu olmaz.
İşte bunun gibi basit, aynı zamanda sert halk felsefesini büyüklerin ağzından çokça duyarak büyüdüm.
Mesela, ben Şekerliyim. Babam Törekul, Törekul’un babası Aytmat, Aytmat’ın babası Kimbildi, Kimbildi’nin babası ise Konışıjok vd. Dedem Aytmat on parmağında on marifet olan, kopuz çalmada, ozanlıkta Talas kırlarında eşine ender rastlanan, ferasetiyle, irfanıyla tanınan birisiymiş. Ayımgül, Törekul, Karakız, Gülayım, Rıskulbek adında üç kızı, iki oğlu varmış.
Köy, azaları bir bütün teşkil eden vücuda benzer. Bizim köylerin herkesçe bilinen, fakat yazıya geçirilmeyen kendine özgü bir yasası var. Büyüklere saygı göstermekle başlayan bu yasanın bir bölümü -aynı zamanda en mühimi- yedi kuşağa kadar dedelerini ezberebilmek. Yedi göbeğe varmadan yani tuajat[4 - Tuajat: Altıncı kuşak torun.], jurejatı[5 - Jurejat: Yedinci kuşak torun.] aşmadan, akrabaların kan içeriğinin benzer olduğu tıpta da ispatlanmıştır. Önceki kuşaklara dair bilgi edinmeden akrabanla evlenecek olursan, bundan, gelecek nesil zarar görür. Kırlarda hayvan otlatırken, atasözü dediğimiz özlü ifadeleri meydana çıkaran büyüklerimiz hayat tılsımını nasıl ustaca çözebilmişler…
İnsanlar arası ilişkiler şöyle dursun, kaliteli nesil üretmek amacıyla koyun sürüsüne damızlık koçu, at sürüsüne aygırı[6 - Aygır: Atın erkeği.] komşu köylerden getirirlerdi. Mesela, Amerika’da son devirde iradesi güçlü, kuvvetli insanların çoğalmasının sebebi nedir? Kıta dünyaya açılınca, dünyanın dört bir ucundan yüzlerce millet buraya göç etti. Ve yerli halkla içli dışlı oldu; haliyle evlilikler gerçekleşti, kan yenilendi, genetik kuvvetlendi. Hatta onlar eski atayurtlarını Eski Mekan olarak adlandırdılar.
Şahanov: Sekiz-on sene evvel, Jambıl vilayetinden bir adam bana özellikle gelerek birisi hakkında fikrimi sormuştu. Yeğeni Almatıdaki üniversitelerden birinde birinci sınıf öğrencisiymiş. Misafirim; “Yakın akrabamızın bir kızı vardı, yeğenimle birbirine aşık olmuşlar. Yeğenim “İllaki o kızla evleneceğim, izin vermezseniz intihar edeceğim” diye inat ediyor. Akrabalar toplanıp yaptığının doğru olmadığını söyledik, ne yazık ki dinletemedik. Kızdık. Akıl vermeye, samimi bir üslupla yatıştırmaya çalıştık. Hiç dinlediği yok. Kendi aramızda meşveret ettik, eninde sonunda size danışmayı uygun bulduk. Dinlerse, ancak sizi dinler. Çünkü sizin şiirlerinizi çok seviyor, çoğunu ezberebiliyor, anlattıklarınızdan örnek alıyor. Yanınıza çağırıp akıl verseniz veya birkaç cümlelik mektup gönderseniz. Çaresiz kaldık!” diye mahzun mahzun bakmıştı.
Yukarı tükürsen bıyık, aşağı tükürsen sakal misali, iki arada bir derede kaldım. Gençlerin birbirini sevdikleri bir gerçekti. Onlardan taraf olmaya, yedi göbek geçmeden evlenmeyi yasaklayan atalar geleneği elvermiyordu. Ayrılsınlar diyecek olsam, herkese nasip olmayan sevgi denilen o engin duygudan kopunca bütün hayatları boyunca göz yaşlarını dökmeyeceklerinden emin değildim. Çünkü sevmek, gerçek manada sevmek, insan hayatında bir defaya mahsus olabilir. Kafamı allak bullak eden sualleri cevaplamak o anda bana çok ağır geldi. En sonunda; “Şimdilik nasıl olsa 1. sınıftaymışlar. Evlenmeyi mezun olacakları tarihe ertelesinler. Bu arada belki birbirlerinden soğurlar. Zira insanoğlu gerçek sevgi ile geçici arzuyu bazen ayırt edemiyor ve yanlışa düşebiliyor. Eğer üniversiteyi bitirdiklerinde hâlâ birbirine can atıyorlarsa, gerçekten seviyorlar demektir. Alın yazısına boyun eğer, dünya evine girerler” dedim. Bu da benim çaresizliğimin ifadesiydi.
Şike, hatırlarsanız 1969’da, Moskova’da, genç şair ve yazarların Sovyetler Birliği genelinde üçüncü kurulu toplanmıştı. Sizi o zaman tüm dünya tanıyordu. Sizinle bir iki kelime konuşmak, konuşmalarınızı dinlemek bizim gibi gençlere büyük bir sevinç kaynağı idi. O zaman beni tanımıyordunuz. Buna rağmen ben yanınıza yaklaşmış, bir yandan Kırgız olduğunuz için sizi yakın bir ağabey bilerek az çok konuşmuştum. Yukagir halkının genç yazarı Semyon Kurilov’la sizi tanıştırmıştım. Onun Hanido ve Halerha adlı romanı SSCB Yazarlar Kurulu Başkanı Konstantin Fedin’in tebliğ konusu olmuştu. Kurul toplantısına iştirak edenler de eseri ve sanatının altını çizmişler, ona iltifatta bulunmuşlardı. Sonradan, adı geçen romanı Almatı’ya getirip meşhur Kazak gazeteci Mınbay İlesov’a çevirisini yaptırmış, Kazakça yayınlatmıştım. Semyon çok masum ve kabiliyetli bir insandı. Maalesef genç yaşta vefat etti.
S. Kurilov’un bu romanı, yanılmıyorsam o zamanlar topu topu 608 kişiden ibaret olan Yukagir milletinin şeceresi mahiyetinde bir sanat eseriydi. Demek istediğim şu: Yukagir milletinin, Sibirya’nın diğer düşük nüfuslu milletlerinde olduğu gibi, çok tuhaf bir geleneği varmış. Misafire saygısını ifade etmek için ev sahibi kendi hanımını gelen kişiyle aynı yatakta bırakırmış.
Aytmatov: Evet bu davranışın altında da düşünmeye değer bir yaklaşım var. Bir elin parmakları kadar az olan bir milletin hepten yok olmamak, silinmemek yolundaki mücadelesidir bu aslında. Kan yakınlığı olanların bir biriyle evlenmesi genetiği zarara uğratırmış. Yani, kan yenilenmeyince, yeni doğan bebeğin özürlü olma ihtimali yüksekmiş. Yedi göbeğe kadar evlenmeme adetini, nesilden nesile aktararak zihinlere işleyen atalarımızın basiretine hayret etmemek elimde değil. Halkımızın güzel gelenek-göreneklerini, cömert yapısıyla iyilikseverliğini hep muhafaza eden büyüklerimize köy akademisyenleri denilebilir.
Şahanov: Evet, köylerimizin yazıya geçirilmemiş kendi kanunu var, dedik. Köy insanı, içgüdüsel olarak bu kanunun gereğini yerine getiriyor. Örneğin, gelinler asla büyüklerin önünden geçmezler. Onları görünce hafif eğilerek selam verir, seslenmezler. Aynı zamanda eltilerine, kayınlarına ve görümcelerine karşı saygısını, onların kendi isimlerini söylemeyip başka güzel isimlerle hitap etmekle belli eder. Muhteşem bir kültür değil mi?
Aytmatov: Bizim köyün gelinleri de kayınlarına isim takmakta ustaydılar. Bazen, kaynının mesleğiyle ilgili olurdu bu isimler. Mesela, Jılkışı Kaynağa[7 - Jilkışı: Ata bakan, atçılıkla uğraşan. Kazak ve kırgızlar büyük kayınlarına “Kaa-ynağa” (kayın ağa) derler. (Ç. N.)] gibi veya uzun boylu birisiyse tam tersine Kiçkine Ata (Küçük Ata) derlerdi. Şeker’de çok zayıf birisi vardı. Gelinleri ondan bahsederken “Tirşeken”[8 - Tirşeke: Zayıf, bir deri bir kemik manasında.] geliyor, Tirşeken şöyle demiş, böyle demiş” diyorlardı. Demek köyde her insanın kıymet ve haysiyetine göre belli bir yeri oluyor.
Şahanov: Bu konuyla ilgili halk arasında şöyle bir hikâye anlatılır:
Bir nehrin öbür kıyısında kalın kamışın beri tarafında, bir kurdun saldırısı sonucunda bir koyun ölmek üzereymiş. Su almaya çaya giden bir genç gelin, koyunu o vaziyette görür görmez murdar olmasın diye bıçağını bileği taşında bileyip koyunu kesmiş. Köye döndüğünde olayı nasıl anlatacağını şaşırmış; çünkü Özenbay,[9 - Nehirbay] Kamışbay, Koyuncubay, Kaskırbay,[10 - Kurtbay] Kezdikbay,[11 - Bıçakbay] Kayrakbay[12 - Bileğibay] adında kayınağaları varmış. Tabii isimlerini söylerse büyüklerine karşı saygısızlık yapmış olacak. Az düşündükten sonra şöyle demiş gelin: Sarkıramanın[13 - Sarkıramam: Çağlayan demektir, buradaki manası da çağlayarak, akan su.] karşı yakasında, kışırdamanın[14 - Kışırdama: Kamış demektir.] beri tarafında, melemeye[15 - Meleme: Koyun.] uluma [16 - Uluma: Kurt.] saldırmış. Kesmeyi[17 - Kesme: Bıçak.] bilemeye biledim de melemeyi boğazından kesiverdim.”
Köy akademisini, eski göçebe kültürünün özü olarak vasıflandırabiliriz. Mesela, birisi ev mi inşa edecek, asar[18 - Herhangibir menfaat beklemeksizin birinin işine ortaklaşa yardım etmek, imece.] yapılır, köy halkı hep beraber yardıma gelirmiş. Düğün veya ölüme, kimin olduğuna bakılmaksızın tüm köylülerin ortak meselesi olarak bakılır ve böyle mühim işlerden geri kalmak büyük bir ayıp sayılırmış.
İshak isminde bir dayım vardı -Allah rahmet eylesin-. İyilikte onun eline su döken yoktu. At sırtında dahi olsa yerde taş gördüğünde iner, alır taşı kenara, kimsenin takılmayacağı bir yere atardı. Bunun sebebini soranlara da “Bizden sonra geçenler takılıp düşmesinler” diye cevap verirdi.
Her yıl bahar aylarında Badam Nehri dolup taşardı. Sel, köyün tam ortasındaki köprüyü alır götürür, köy halkı birbirine ulaşmakta zorluk çekerdi. İshak Dayım atıyla çok rahat bir şekilde nehirden geçebilmesine rağmen, sadece kendini düşünmez, kimseden yardım da beklemezdi. Avlusundaki kavak ağaçlarını keser, köprüyü bir an önce tekrar kurmanın telaşına düşerdi. Tabii köylüler onu görünce utanır, toplanır ve hep beraber köprüyü inşa ederlerdi.
Ahlakta ve millî değerlerimize sahip çıkmakta onun gibisi yoktu bizim köyde. Ne yazık ki kansere yakalanmış, yatağa mahkum olmuştu. Vefatından birkaç gün önce beni çağırarak; “Yavrum, atalarımızın yolundan gitmek üzere hazırlık yapmaktayım. Yakında öleceğim” dedi ve sesi kısıldı. Biraz sonra tekrar kendine gelerek; “Sana danışacak çok önemli bir mesele var. Canım yavrum, şair olacağım diye hayli zamandır çabalıyorsun. Çok az kimseye nasip olan bu soylu sanatın kıymetini anlarsan, bahtın açılır. Çünkü söz kudretli bir tılsımdır, temizlik ister. İçin dışın tertemiz olmalı. Dünyanın cazibesine takılıp yanlış adım atarsan, ağzından çıkanın hiç bir kıymeti kalmaz. Başın belaya girer” dedi ve devam etti. “Senden en son isteğim şu: İçkiden uzak dur. Zaten içmediğini biliyorum. Bundan sonra da içmezsen çok memnun olurum. Tercih senin. İlla ki benim dediğimi yap demiyorum; iyice düşün, taşın. Kesin kararını kendi ağzından duymak istiyorum. Zamane adeti dersen, kendine güvenin yoksa söz verme. Ben rencide olmam…” dedi.
– “Ata düşünmeye bile gerek yok, dileğiniz buysa tamam. Benden söz!” dedim. Dayım çok sevindi. “Allah ne muradın varsa versin! Bahtın açılsın!” diye bir deri bir kemik kalmış elini elimin üstüne koyarak memnuniyetini belirtti:
– Artık gözüm arkada kalmayacak. Allah’ın emanetini iade etmeye hazırım.
Aramızda geçen bu konuşmadan iki gün sonra vefat etti.
Annem, Umsın Aytbaykızı ise 1994’te 85 yaşında Allah’ın rahmetine kavuştu. O sıralar ben Kırgızistan’a Kazakistan Büyükelçisi olarak yeni gelmiştim. Annemi siz de çok iyi tanıyorsunuz. Bir çok kere misafiri de olmuştunuz. Anam 13 çocuk doğurmuş. Ne yazık ki kardeşlerimin hepsi daha küçükken, olur olmaz rahatsızlıklar sebebiyle ölmüşler. Merhum anacığım, ben bir yere sefere çıkarken üç çeşit erzakı mutlaka çantama koyardı: Yağda kızartılmış katlama ekmek, kazı[19 - Özel olarak seçilmiş at etinden hazırlanana sucuk. (Ç. N.)] ve kurt.[20 - Lor peynirinden, süzmeden, çeşitli şekiller verilerek kurutulan yiyecek türü (kurut).]
O zamanlar Moskova’ya, çeşitli toplantılara çok giderdik. Anam, arkadaşlarıma götürmem için bu üç yiyeceği özenle hazırlardı. Rus şairi Yevgeniy Yevtuşenko’ya karşı ayrıca saygı beslerdi. Oğlunun şiirlerini (Rusça’ya) çevirip zor günlerde yardım elini uzattığı için mi, yoksa ailece sevdiğimizden mi bilmem, onu çok severdi.
Moskova’ya otele gelince; “Buyurun bunları size annem yolladı, memleketimin geleneksel yiyeceklerinin tadına bakın” diye anneciğimin göndermiş olduklarını çantamdan çıkarır, masanın üstüne koyardım. Yevgeniy Aleksandroviç bir ara bana, “Senin anan bana Kazak köyünü çağrıştırıyor” demişti.
SSCB Yüksek Kurulu üyesi olarak Moskova’da çalıştığım yıllarda, en yakın dostlarımız Rasul Hamzatov ve David Kugultinov’la çok samimiydik. O zaman, Yüksek Kurul üyeleri için Moskova Oteli’nde özel odalar ayrılırdı; biz orada kalırdık. Köyümün üç çeşit yemeğinin çok sık olarak bende bulunduğundan haberdar olan Rasul Gamzatov; “Apamın[21 - Apa: Ana] gönderdiklerini ne zaman yiyeceğiz? Bak bana, sakın başkalarına ikram ettim bitirdim deme, bize yutkunmak düşmesin” diye hep şaka yapardı.
Bir gün Almatı’dan geldiğimde buzdolabını bomboş buldum. Kazı ile katlamadan eser bile kalmamıştı. İki üç tane kurt bırakmışlar. Her zaman, kendim içmesem de misafire ikram ederim diye içki, konyak bulundururdum. Boşalmış şişeleri masanın altında görünce, kimlerin bu işi yaptığını hemen anladım. Tam o sırada telefon çaldı. Ahizeyi kaldırdığımda, David Kugultinov’un her zamanki şakacı sesini duydum: “Bizim izimizi tanıdın mı? Sen yokken (vestiyerden) anahtarını alıp Rasul ikimiz odana girdik. Uzun zamandır senin davetlerine icabet edememiştik. Köyüne de gidemedik diye üzülüyorduk. Ananın gönderdiklerinin tadına baktık. Bundan sonra kimse bizim senin memleketine gitmediğimizi iddia edemez.”
İkimiz de güldük. Burada, annem hakkında daha enteresan bir hadiseyi anlatayım. Rahmetli anneciğim her ay emeklilik maaşını alır almaz evin yanındaki bakkaldan toptan bisküvi, şeker alır; cebine doldururdu. Anamın avluya çıkmasını komşu çocukları iple çekerdi. Anamı görür görmez etrafını sararlar, sevinç çığlıkları atarlardı. Anacığım, cebindekileri çocuklara dağıttıkça zevk alırdı.
Bir gün, Guryev (şimdiki Atırav) bölgesine gittiğim sırada, Ravil Şırdabayev isimli gençle tanıştım. Ravil doğduğu yerin tarihini, millî geçmişimizi çok iyi bilen, halk arasında anlatılan menkıbelerden haberdar, tam manasıyla vatansever birisi idi. Onunla konuşa konuşa anlaştık, anlaştıkça yakınlaştık ve samimi dost olduk. 19. yüzyılın meşhur mücadeleci şairi, Atırav’da doğup büyüyen Mahambet Ötemisoğlu hakkındaki çok dehşetli bir vakıayı Ravil’den dinledim. Sonradan bir şiirimde anlattım.
Atırav seferimin sonunda Balıkçı İlçesi bana “Fahri Balıkçı” unvanını vermişti. Gelenek gereği, misafire at bindirmek gerekiyordu. Ancak onlar at yerine ağırlığı 60-70 kiloluk bekire balığını hediye etmişlerdi. Jayık Nehrinde yaşayan, köpek balığı sınıfından olan bekirenin vücudunun % 25’i siyah havyardan ibaret imiş.
Atırav’ın ileri gelenleri, beni hava alanına kadar uğurladılar. Hatta Balıkçı İlçesi Komünist Parti Komitesi Başkanı Orınbasar Erkinev uçağa kadar benimle geldi, elindeki kocaman valizi yanıma koydu ve; “Sakın şunu unutmayın!” dedi.
– “O ne?” dedim ben şaşırarak.
– “Hani geçen size hediye ettiğimiz balık vardı ya, onun havyarı”.
Yaklaşık 15-20 kilo siyah havyar, o zamanın şartlarında çok büyük para ederdi. İşin enteresan tarafı bundan sonra başlıyor. Ben seferden döndükten birkaç gün sonra annem Şımkent’e misafirliğe gitmişti. Annem gider gitmez benim hanım buzdolabını açmaz mı? Bir de ne görsün! Atırav’dan getirdiğim siyah havyardan nerdeyse hiç kalmamış.
– “Yine cömertliğin mi tuttu? Havyarı kime verdin?” dedi hanım.
– “Hayır, hayır! Buzdolabına yaklaşmadım bile”, deyip kendimi savunmaya başladım. Evdekiler de şaşkın.
Çok geçmeden, kaybolan havyarın sırrı açıldı. Akşam işten dönerken avluda karşılaştığım, komşumuz olan yaşlı Rus kadını;
– “Muhtar balam nasılsın? Çok yaşa yavrum. Senin gönderdiğin hediyeye çok sevindik. Çok pahalı yiyecek ya. Bizim gibi emeklilik maaşıyla zar zor geçinenlerin nasıl alsınlar onu? Neredeyse altı ay yeriz” diye teşekkürlerini yağdırdı. Ben, kadının neyi kastettiğini önce anlayamadım.
– “Niçin teşekkür ediyorsunuz, anlayamadım?” dedim.
– Geçende annenizle büyük bir tabakta yolladığınız havyar var ya, onu diyorum.
Böylece, hiç ummadığım yerde bir sürü insanın duasını almıştım. Meğer annem o günlerde çok nadir bulunan, çok pahalı yiyecek sayılan siyah havyarı komşulara – kimisine kâseyle, kimisine tabakla – cömertçe dağıtıvermiş.
Sonradan eve döndüğünde; “Anne böyle yapmasan” diye alttan alarak konuşmaya başlamıştık. Anam hiç oralı bile olmamış, “Patlayana kadar yiyeceğine paylaşarak ye, dememiş mi büyüklerimiz? O kadar çok havyarı ne yapacaktınız? Boşuna durduğu yerde bozulurdu” diye gülmüştü.
Tanımadığı kişiye selam vermeyen, yıllarca komşu oturup birbirinin yüzünü bile görmeyen, davetsiz birbirinin kapılarından bile bakmayan şehirlilerle uzun süre birlikte yaşamasına rağmen, anamın kanına, canına işleyen köy zihniyeti, köylülere has cömertlik, konukseverlik psikolojisi hiç değişmedi.
Şike, baştaki konumuza geri dönsek mi, ne dersin? Şeker Köyü’ndeki liseye babanız Törekul Aytmatov’un adını vermişler. Lisenin avlusunda meşhur mimar, Lenin Ödülü sahibi Profesör Turgınbay Sadıkov tarafından yapılmış babanızın heykelini dikmişler. Babanız Törekul’un, “halk düşmanı” iftirasıyla tutuklanana kadar büyük bir devlet adamı olduğunu biliyoruz…
Aytmatov: Değil görmek veya yaşamak, o yılların dehşetini duymak bile çok ağır. Babam Moskova’da, Kızıl Professura Enstitüsünde okurken anam Nağima Hamzakızı, dört çocuğuyla birlikte yatakhanede kalıyordu. Çocuklardan en büyüğü olan ben, dokuz yaşındaydım. En küçük kardeşim Roza ise altı aylık bebekti. Tüm Sovyetler Birliği’ni dehşet sarmıştı. 1937’nin Ağustos, Eylül aylarındaki Pravda gazetesinde, “Burjuva Milliyetçileri” ve “Kırgızistan Merkez Komünist Parti Komitesinin karmaşık siyaseti” konularında iki makale yayınlanır yayınlanmaz devlet idaresindekiler kara listeye alınmaya başlandı. Babam da onların arasındaydı. Tehlikenin yaklaştığını hisseden babam; “Çocuklarla geri dön. Beni tutuklayacak olurlarsa seni de halk düşmanının hanımı diye sorguya çekebilir, sürgün edebilirler. Kimsesiz kalan yavrularımızı öksüzler evine teslim eder, soyadlarını değiştirirler. Frunze’ye değil, doğru Şeker’e gidin. Ata yurt, akraba sizi aç bırakmaz. Yaşadığım sürece mektup yazar, haberleşmenin yollarını araştırırım” deyip, anamı Kazan tren istasyonundan trene bindirmiş. Tren kalktığı zaman, bir hayli mesafeye kadar bize el sallaya sallaya koşmuş, koşmuştu. Değerli eşiyle candan sevdiği dört yavrusunu son defa uğurladığını Allah o anda ona hissettirmiş olmalı.
Moskova’dan kalkan tren Orınbor, Saratov üzerinden Kazakistan’ın geniş bozkırlarından geçerek yedi gün sonra Maymak İstasyonunda durdu. İndiğimizde gece yarısıydı. Dağlık yerlerdeki geceyi bilirsin. Durduğu yerde insanın içine ürperti salan kapkaranlık o geceyi hayatım boyunca hiç unutmadım. Ertesi gün, Subanbek Ağa’nın arabasıyla Alımkul’un Şeker’deki evine gittik.
Babamın Moskova’dan postane fişine alelacele yazdığı en son mektubunu halen saklıyoruz. Enstitüden atıldığını yazıyordu. “Acaba ne zaman tutuklayacaklar?” der gibi tedirgin hali her cümlesinden belliydi. Anam Nağima’ya gözbebeği dört yavrusunu emanet ettiğini, kendisinin suçsuz olduğunu ve gücünü kuvvetini genç Kırgız Devletinin gelişmesi için sarf ettiğini anlatıyordu mektubunda.
Babam, çok geçmeden, 1 Aralıkta Moskova’daki Vorovskiy Sokak 25/15 nolu dairede tutuklanıyor; Frunze’ye (şimdiki Bişkek) trenle getirilip hapse atılıyor ve sorguya çekiliyor.
Dedem Aytmat’ın, Birimkul adlı bir kardeşi varmış. Birimkul’un Alımkul, Özibek ve Kerimbek isminde üç oğlu olmuş. Alımkul amca, babamdan birkaç yaş büyüktü. Şeker Köyü muhtarıydı. Hanımının ismi Ajar’dı. Bir de Toktagül adında kızı vardı.
Halk Düşmanının ailesi olarak memlekete döndüğümüzde, birçok insanın bizden uzak durmaya çalıştığını da hissediyorduk. Gözüne ilişenin şahit gösterilip pirenin deve yapıldığı o devirde, biriyle küsmek de yersiz olurdu. Kimisi barınacak yer, kimisi de yiyecek tedarik ederek bize sahip çıkmaya çalışan akrabalarımızın varlığına ne kadar şükretsek azdı.
Ancak o günler de uzun sürmedi. Bir ay sonra Alımkul’u, halk düşmanının amcası olduğu bahanesiyle tutukladılar. Bazen kader insanı öyle imtihan ediyor ki, olaylar karşısında elin kolun bağlı kalıyor. Alımkul’u götürdükten birkaç gün sonra onun polis olan kardeşi Özibek’i de halk düşmanının akrabası diye hapse attılar.
Babamın kardeşi Rıskulbek, biz Moskova’dayken Frunze şehrindeki Pedagoji Lisesinde okuyordu. Çok sessiz, iyiliksever birisiydi. Memlekete döndüğümüzde Rıskulbek’i Karakız Halamın evinde bulduk. Halk düşmanının yolması sebebiyle onu da liseden atmışlardı.
Bir gün sabah erkenden uyandım. Karakız Halam ile anam ağlıyorlardı. Çok ağlamış olacaklar ki, yüzleri gözleri şişmişti. Meğer İç İşleri Halk Komiserliği görevlileri gece yarısı baskın yapmışlar, Rıskulbek’i de götürmüşlerdi. Böylece, bizim sülaleden dört kişi çok kısa zamanda kayıplara karışmıştı.
Şahanov: O devrin hikâyelerini dinledikçe, halk düşmanı çıkmayan köy hiç yok mu diye düşünüyor insan. Hatta bazı kimselere öyle iftira atmışlar ki, uydurulan bahanelere çocuk bile güler. Suçsuz masum inanları olur olmaz nedenlerle öldürmeye, hapsetmeye nasıl cesaret ettiklerine şaşıyorum. Hani sizin eserleriniz üzerinde araştırma yapan Profesör Rustam Rahmanaliyev var ya, onun babasının nasıl tutuklandığını duymuş muydunuz?
Aytmatov: Hayır duymadım.
Şahanov: Rustam’ın babasına dışarıda birisi tütün ikram eder. Sonra da tütünü sarması için eline bir gazete parçasını verir. Zavallı adamcağız, hiçbir şey düşünmeden tütünü gazete kâğıdına sarar, içmeye başladığı anda karşısında birisi belirir ve tütünü sardığı gazete kâğıdını tekrar açmasını emreder. Zavallı adam kâğıdı açınca bir de ne görsün, yanmış Ulu Rehber Stalin’in resmi. İşte tutuklanma organizasyonunun bir örneği. Siz konuşmanıza devam edin.
Aytmatov: Alımkul amcam hapiste öldü. Özibek’ten ilk başta Aktuz kurşun madeninde çalıştığından bahseden bir mektup almıştık. Savaş yıllarında haber alamadık. Hapishanenin ağır işlerinde çalışırken veya savaş meydanında ölmüş olabilir diye düşündük.
Çocukken köyün ta öbür ucundan beliren postacıyı görür görmez, babamdan veya amcalarımdan mektup geldi mi diye heyecanlanırdık. Bizim bekleyiş içindeki bakışlarımızdan postacı çok rahatsız olurdu. Yanımızdan çabuk ayrılmak isterdi. Savaştaki babalarından, ağabeylerinden haber bekleyen çocukların mahzun duruşlarının zavallı postacıyı ne kadar üzdüğünün şimdi farkındayım.
Bir gün Rıskulbek’ten mektup geldi. Apam yüksek sesle okudu. Mektubunda her birimizi ayrı ayrı sormuş. Sağlık durumumuzu filan merak etmiş. Özellikle ağabeyi Törekul’u çok merak ettiğini yazıyor ve devam ediyordu: “Bizi Mançurya sınırlarına getirdiler. Yol yapım işlerinde çalışıyoruz. Hava çok soğuk, giysilerimiz de çok ince. Böbreklerimi üşüttüm. Çalışma şartları çok ağır. Herkese belli bir norm belirleniyor. O normu bitiremeyene yemek vermiyorlar. Ağır kaldırdığımda böbreklerim öyle canımı yakıyor ki… Dolayısıyla aç kalıyorum, ne ölüyüm ne de diri… Sizin durumunuzu da tahmin ediyorum çoluk çocuk… Eğer imkânlar elverirse, bir torbayla talkan gönderirseniz 5-6 ay daha yaşayabilirim”.
Bunları duyan Karakız Apam ağlamaya başladı. Tabii biz de ağladık. Ruskulbek’in müşkül durumuna çok üzüldük. Hiç vakit geçirmeden Karakız Apamla annem buğday kavurdular. Bütün gece onu değirmende öğüterek talkan (kendisinden içecek yapılan ince bulgur yarması) hazırladılar. Sabah erkenden Apam torbaya koydukları talkanı alıp yürüyerek ilçe merkezindeki postaneye gitti.
Akrabalarının gönderdiği bu emanetin Ruskulbek’e ulaşıp ulaşmadığını bilmiyoruz. Bir daha mektup gelmedi. Büyük ihtimalle talkan ona ulaşmamıştı. Böylece, o da son nefesini gurbette vermiş oldu.
Biz eskisi gibi, Şeker’de, Karakız Halamla Dosalı Eniştemin evinde kalmaya devam ettik. Onların büyük bir dere kenarında iki odalı evleri vardı. Bir odada kendileri kalıyordu, ikincisini de bize ayırmışlardı. Dosalı Eniştem çok samimi, mert bir insandı. Aynı zamanda, attığını vuran profesyonel bir avcıydı. Sık sık atına biner, tüfeğini alır, iki üç av köpeği peşinde, dağa avlanmaya giderdi. Evinin başköşesinde ayı, kurt ve yabani kedi postları asılı dururdu. Dağdan dönüşünde, eğer avlanmış ise çok keyifli olurdu. Önce Karakız Apamı, sonra da sırayla bizi adlarımızla çağırırsa, avlanmış olduğunu hemen anlardık. Hayallerimle Ay’a yükselen çocukluğumun hüzünlü hatıralarından bir çağrışımıdır bu…
Şahanov: Ernest Hemingway; “Büyük yazar olabilmek için kabiliyet ve eğitimle birlikte mutsuz bir çocukluk yaşamış olmak gerekir” demiş. İşin ilginç yönü, siz küçükken yazar olacağım diye hayal kurmamışsınız. Fakat araba sürmeyi, yani şoför olmayı candan istiyormuşsunuz. Böyle olduğunu, 1935 yılının 5 Haziranında Lenincil jaş gazetesi muhabiri Rayhan Şükürbekov ile konuşmanızdan anlıyoruz. Sizinle yapılan bu röportajı, Şarşen Usubaliyev, Taşkent arşivinden bulmuş. Tanınmış edebiyatçılarımızdan, araştırmacı Abdıldacan Akmataliyev’in kitabında yer alan röportajı da buraya almadan geçemeyeceğim:

Cengiz bu sene yedi yaşında. Kendi arkadaşları arasında, temizliğe ve disipline dikkat etmesiyle en önde. Evinde kendi kendine kitap okumaya, oynamaya alışmış. Biz Cengiz’le bir saat kadar sohbet ettik. O, önündeki kim olursa olsun kendi düşüncesini hiç çekinmeden serbestçe beyan ediyor.
– Büyüyünce ne olmak istiyorsun?
– Şoför olmak istiyorum.
– Baban nerede?
– Moskova’da.
– Oraya niçin gitti?
– Okuyor.
– Babanın daha önce nerede çalıştığını biliyor musun?
– İlçe Parti Komitesi Başkanı olarak çalışmış. Sonradan Kırgız Obkomının Başkanı olmuş. Odamdaki köşe var ya, onu babam yapmış… Büyüyünce şoför olmak istiyorum.
– Evinde nasıl oyuncakların var?
– Şu anda bende her şey var. Sadece arabam yok. Onu da babam satın alacağını söylemişti.
Soruları içinden geldiği gibi cevaplayan bu çocuk, Törekul Aytmatov’un oğlu Cengiz’dir. O, okumayı biliyor, büyük harfle basılan gazeteleri, kitapları rahat okuyor. Cengiz’in şoför olma hayalinin gerçekleşeceğinden hiç şüphemiz yok…
Gazetede bu röportaj “Cengiz Şoför Olmak İstiyor” başlığıyla yayımlanmıştır.
Şöfor olmak isteyen çocuğun gelecekte dünyaca ünlü bir yazar olacağını muhabir o zaman nereden bilsin?
Araba sürme hayalinizi destekleyerek iyi dileklerde bulunan merhum Rayhan, siz Sovyetler Birliği’nin en saygın ödülü olan Lenin Ödülünü aldıktan bir yıl sonra rahmetli olmuş.
Aytmatov: Evet, o zamanlar çok nadir gördüğümüz arabaya karşı aşırı istekliydik. Bu arzular sadece benim değil, benim gibi binlerce çocuğun hayalini süslerdi. Büyüyünce bu hayalin hayatın bir kenarında kalacağını, o zaman hiç düşünemezdik.
Köyde, halk düşmanı olarak tutuklanan babamın ismi pek ağza alınmazdı. Ancak, annem ve Karakız Apam, babam hakkındaki gerçekleri bize durmadan anlatır; babama karşı sevgi ve saygı beslememizi öğretirlerdi. Evde yabancı kimse yokken, anacığım bize babamın resimlerini, nişanlarını ve kimliklerini gösterirdi. En çok üzerinde babamın soyadı yazılı mühür dikkatimizi çekerdi. Mührü mürekkebe daldırıp kâğıda bastığımızda, Aytmatov T. yazısı çıkardı.
Karakız Apam tahsilsizdi, ama çok beliğ konuşan, irfanlı, akıllı bir insandı. Babama karşı çok saygılıydı. O, 1964 yılında ağır hastalanmış, ölüm döşeğindeyken; “Dördünüzden de razıyım. Ne yazık ki babanız çok genç yaşta öldü. Büyük işlerin başında olmayıp diğer hemşehrileri gibi basit bir şeyle meşgul olsaydı, sağ salim aramızda olurdu” diye ağlamıştı.
İlk başta babam hakkında, “10 sene hapis cezası aldı. Mektuplaşmak yasaktır” dediler. Aradan aylar, yıllar geçiyor, ümidimizi hiç yitirmiyorduk.
Günlerden bir gün, kör bir adamın, oğlunun yardımıyla evimize geldiğini ve anama şöyle dediğini hatırlıyorum: “Törekul’la birlikte tutuklanmıştık. Aynı koğuşta yattık. Azap ve zorluk adına ne varsa gördük. Törekul gibileri yüzyılda bir defa doğar. Gözlerimi körelttikten sonra beni serbest bıraktılar. Törekul da hayatta. Adalet eninde sonunda yerini bulur, ümidini kesme.”
Babamla alakalı bir haber almak ümidiyle İç İşleri Halk Komiserliğine anamla ikimiz defalarca mektup yazdık. Fakat net bir cevap gelmedi.
Şahanov: Bir ara, küçük kardeşiniz Roza’yla uzun uzadıya sohbet etmiştik. Roza, geçmişe ait anıları anlatırken ağlıyordu. “Cengiz abim üniversiteyi başarıyla bitirip yüksek lisansı kazandığı sırada, halk düşmanının oğluna Stalin bursunu nasıl verirsiniz” diye birileri dilekçe vermiş. Sonuçta ağabeyimin bursunu kesmişler. Yüksek lisans yapması da yasaklanmıştı. Ama ağabeyim hiç yılmadı, hafta sonraları demiryoluna gider, vagonlara kömür, ağaç yükler, günlük ihtiyaçlar için para kazanırdı. Kazandığı parayı biriktirerek kışın tatile geldiğinde, bize birer kış elbisesi getirmişti. Bana yakası tüylü, sımsıcak tutan bir palto almıştı. Hayatımda ilk defa böyle bir giysiye sahip olan benim o andaki sevincime diyecek yoktu. Moskova’da Madencilikte okuyan İlgiz Ağabeyime kendisinin eski paltosunu kargoyla göndermişti. Paltosunun birkaç iç ve dış cebi varmış. Kardeşinin aç ve darda kalmaması için ceplerine ayrıca para da koymuş.
1957’de İç İşleri Halk Komiserliğinden “Aytmatov T. hakkında bilgi istemişsiniz. Gelip haberini öğrenebilirsiniz” diyen bir yazı aldık.
Anam heyecanından ne yaptığını şaşırıyordu. Belli ki heyecandan kalbi küt küt atıyor, ikide bir oturup kalkıyordu. Terslik bu ya, o gün Cengiz çok hastalanmış, ateşi birden bire 40° dereceye kadar yükselmiş, kalkamıyordu. Annemi kendisi götürmek isteyip ayağa kalktığında başı dönmüştü, yürüyecek hali yoktu. Anamla beraber ben yola çıktım.
“Babanı Sibirya’ya götürdüklerini tahmin ediyorum. Şimdi oralara sürülenlerden çoğu serbest bırakılıyor ya, eh, Törekul diyorum, sizleri görünce sevincinden ağlar galiba. Cengiz ile İlgiz evlendiler. Lüsya ile ikiniz de büyüdünüz, terbiyeli birer genç kız oldunuz. Acaba babanız değişmiş mi? Tutukladıkları zaman 34 yaşındaydı. Bu sene 55 yaşına girdi. 20 yıldır görüşmüyoruz. Bir tek ölmediğimiz kaldı. Ne zorluklara maruz kalmadık ki? Allah, babanı sağ salim görmeyi nasip eyleye… Fakat Sibirya’ya sürülenler arasında oralardan evlenenler de varmış… Olsun, hayatları pahasına dahi olsa bazı şeyleri yapmaya mecbur kalmışlardır muhakkak. Yeter ki yaşasın. Hay Allah, elim ayağım titriyor. Görüştüğümüzde sevinçten kalbim durmasın” diyerek coşuyordu annnem.
Anamın konuşmalarını dinlerken gözlerim yaşardı. Allah’ım diyorum, ne merhamet! “Evlenirse evlensin, yeter ki hayatta olsun” diyor. Kendinden çok sevdiği kişinin iyiliğini isteten, gerçek sevgi dediğin kudret bu mu acaba?
Evet, annemiz babam tutuklandığında hem genç hem de çok güzeldi. İlmiyle, ferasetiyle köylüleri cebinden çıkarırdı. Onu dışarıdan görüp istemeye kalkışanlar da olmadı değil. Fakat o Törekul’dan derin, Törekul’dan yüksek, Törekul’dan yakışıklı erkeğin olabileceği ihtimalini aklının ucundan bile geçirmedi. Düşünmek istemedi… Bazı dul kadınlar gibi, etrafına bakmayı ar meselesi saymıştır. Anamız tüm hayatını sevdiğinin yolunu gözetmekle, kocasının her yaptığını büyük bir ihtimamla hatırlamakla, doğum günlerini kalbimize sürekli aşılamakla geçirmiştir. Bunları yaparken, kendini dünyadaki en mutlu insan olarak görürdü.
Konuşup düşünürken, İç İşleri Halk Komiserliğine geldiğimizin de farkında değildik. Anam giriş kapısındaki silahlı görevliye davetiye mektubunu gösterdi. O, “Siz geçin” diye annemi geçirdi ama benim orada kalmam gerektiğini işaret etti.
Annemin içeri girmesiyle dışarı çıkması bir oldu. Yüzünde bir an evvelki halinden eser yoktu. Benzi sararmış halde anamı görünce, beni tuhaf bir korku sardı. Hemen anamı ayakta tutabilmek için koluna girdim. Gözlerinden süzülen yaşlar yüzünü epey ıslatmış, anam hâlâ sessizce ağlıyordu. Dudakları titriyordu. Tek kelime konuşamadan bana elindeki kağıdı uzattı. Kâğıtta Rusça olarak şunlar yazılıydı:

Rapor
Tutuklandığı güne, yani 1 Aralık 1937’ye kadar “Kızıl Professura” Enstitüsünün öğrencisi olan Aytmatov Törekul’un davası 15 Haziran 1967’de SSCB Yüksek Mahkemesi Askeri Kumlunda tekrar ele alınmıştır.
Askerî kumlun 5.11.1938 tarihli T. Aytmatov’a dair kararının hükmü değiştirilmiş ve suç işleyenlerin hepsinin bir arada bulunmaması sebebiyle dava durdurulmuştur.
Aytmatov T. ölümünden sonra aklanmıştır.
    SSCB Yüksek Mahkemesi Askerî Kumlu
    Başkan Yardımcısı Albay M. Rusakov
Lanet olası bu kâğıt parçası, 21 yıllık ümidimizi bir anda paramparça etmişti. Anamla ikimiz, deli dana gibi el ele tutuşarak neye uğradığımızı şaşırmış bir vaziyette zar zor ilerliyorduk. Hayatın hiçbir anlamı kalmamış, hayata olan bağlılığımız kopmuştu sanki. Anacığıma bakıyorum; gözleri fersizdi, yüzünde ümitsizliğin ifadesi belirmişti. Hey kudret, dedim kendi kendime. Yirmi bir sene boyunca her türlü eziyete, zorluğa tahammül ederek bizi destekleyen, ‘Törekul bugün olmazsa yarın gelir’ ümidiydi. Ah anam ah, bu uğurda sen neler çektin neler?!
Bir an bağıra bağıra ağlamak geldi içimden. Yıllar süren, bizim ailemizi kıskacına alan adaletsizliği olanca sesimle lanetlemek istedim. Ancak yanımda sendeleye sendeleye yürüyen, ani haberin şokundan henüz ayılamayan zavallı anacığımın yarasını deşmeyeyim düşüncesiyle kendimi zorla susturmuş, sessizce gözyaşlarıma boğulmuştum.
Eve yaklaştığımızda, birbirimize sarılarak ağladık. “Evet yavrum, artık olan oldu”, dedi annem metanetini toplayarak. “Şimdilik babanın vefatını Cengiz’e söylemeyelim. Zaten hasta, duyarsa daha da fenalaşır.”
Cengiz iyileştiği zaman annem bizden Karakız Apamı çağırmamızı istedi. Çok geçmeden, köyün kendine has yiyeceklerini sırtlayan Karakız Apam çıkageldi.
Anam, halama abisinin hayatta olmadığını duyurduğunda, zavallı kadıncağız gözümüzün önünde şaşkına döndü. 21 yıl süren hasret ve kederini dizginleyemeyerek bizi sırayla kucağına alıyor ve hüngür hüngür ağlıyordu. Akrabalık buydu işte. Sonra sülalece toplandık. Şeker’e gidip zulmün kurbanı olan Alım-kul, Törekul, Özibek ve Rıskulbek’in ruhlarına dua bağışlayıp Kerimbek’in evinde yemek dağıttık.
Anam, babamızın vefatına tam olarak inanmış değildi. Herhangi bir açıklama yapmasa da, son nefesine kadar “belki yaşıyordur” ümidini yitirmedi. Aşağıda anlatacağım olayın da onun böyle düşünmesinde etkisi olmuş olabilir. Savaş yıllarında Kafkasya’dan Şeker’e gelip yerleşenler arasında Ayvazidi adında falcı bir Yunanlı kadın varmış. Kahve falına bakıyormuş. Dedikleri de tıpatıp çıkıyor diye, konu komşudan duyunca annem de gitmiş ona fal baktırmaya.
– “Kocan hapiste, dört çocuğun varmış. Şu anda çok zor durumdasın. Burada daha 10 sene kalacaksınız. Büyük oğlun tahsilini tamamlayınca sizi şehre götürecek. Oğlun dünyaca ünlü biri olacak”, demiş.
– Ya kocam? Hayatta mı, ne zaman gelecek?
Falcı kadın anamın sorusunu;
– “Kocan çok uzaklarda. Seneler sonra kavuşacaksın” diye cevaplamış.
Falcı babamızın ahirette olduğunu bile bile, annemin ümidini kırmamak için böyle söylemiş olabilir. Veyahut “Seneler sonra kavuşacaksın” demekle öbür dünyadaki görüşmesini mi kastetti, kimbilir?
Aytmatov: Ne de olsa falcının böyle demesi iyiliğin alametidir.
O devirde Sovyetler Birliği’nin tüm halkı ortak vatanla, ulu rehber Stalin’le övünüyordu. Vatanseverlik duygusu da had safhadaydı. Özellikle savaştan (Rus-Alman Savaşı) sonraki yıllarda düşmanı mağlup etmemiz, mutlu çocukluk yıllarımız, hayatımız, kısacası her şeyimiz için Stalin’e minnettarız diye düşünüyor, bununla gurur duyuyorduk. Bu duygu ve düşünce şimdi çok komik gelebilir. Ama o devirde, devlet politikasından zerre kadar şüphelenmenin kimsenin (özellikle bizim köydekilerin) aklının ucundan bile geçmediğinden eminim. Öyle bir ortamda devlete kötülük düşünen insanın, yani halk düşmanının oğluna karşı çoğunluğun tavrı nasıl olabilir? Şunu da belirtmeliyim ki, köyün iç kültürü gereği, biz, duyanı ürküten yukarıdaki ifadenin soğukluğunu pek hissetmedik. Bunda, babamın ileri görüşlülüğünün de payı var. Çünkü bizi en son uğurlarken, kendi köyüne gitmemizi ısrarla istemişti. Eğer Moskova’da kalsaydık veya Frunze’ye yerleşseydik başımıza her türlü tehlike gelebilirmiş.
Şahanov: Kazakistan’da Akmola [şimdiki Astana (Ç.N.)] şehri yakınında halk düşmanlarının hanımlarını bir arada tutmak amacıyla ALJİR [Akmola Vatan Hainleri Hanımları Kampı (Ç.N.)] kampı açılmıştı. Bu kamptaki tutuklular arasında Kazak aydınları Turar Ruskulov’un, Saken Seyfullin’in, Beyimbet Maylin’in, Temirbek Jürgenov’un, Uzakbay Kulumbetov’un, Sultanbek Kojanov’un ve Jamaydar Sadvakasov’un hanımları vardı. Bunların her biri devletin, sanatın, edebiyatın ve partinin en ünlü isimlerindendi.
Akmola’dan 40-45 km uzaklıkta kurulmuş, onlarca kilometrelik alanı olan “dünyanın cehennemi merkezi” olarak adlandırabileceğimiz bu kamp, 26 bölümden oluşmuştur. Kampa Sovyetler Birliği’nin dört bir yanından gece gündüz getirilmekte olan halk düşmanlarının hanımlarına koşulan ilk şart, kocasının vatan haini olduğunu kabul ettiğine ve ondan tamamen ilişkisini kestiğine dair imzalı dilekçe vermek. Bu işlemi yaptın mı, cezan biraz hafifleyecekti.
Ciğerparesi yavrularını kuvvet zoruyla yetimhaneye bıraktırıp ailenin diğer fertlerini, anasını, babasını şiddetli azaba mahkûm eden İç İşleri Halk Komiserliği görevlilerinin yaptıklarını duydukça, onların insanlığından kuşkulanıyorsun.
Bu kadar ağır şartlarda yaşamalarına rağmen, Saken Seyfullin’in ve İlyas Jansugirov’un değerli eşleri kocalarının çok kıymetli yazma eserlerini toprağa gömerek, yastık pamuğunun arasına saklayarak nesilden nesle aktarılmasına vesile olmuşlar. Hayli cesaret isteyen böyle bir iş, her babayiğidin kârı değildi.
Rahmetli Ğabit Ağa (Musrepov), Beyimbet Maylin’in hanımı Küncamal’ı görmek için ALJİR’e gittiğini söylemişti.
Görüşme sırasında Küncamal Apa Ğabit Nusrepov’a;
– “Kampın koyunlarını gütmeyi kendim istedim. Sabahtan akşama demir kafes içinde kıpırdamaksızın oturacağıma, içimdeki hasreti dışarı atayım; en azından bağırp ağlayarak hafifleyeyim diye düşündüm”, demiş.
ALJİR’de hapsolunan “halk düşmanı” hanımlarının sayısının 22 bine yakın olduğunu belgelerden öğreniyoruz. Şayet köye gidip barınmasaymış, sizin ananızın da hali nice olurdu?
Aytmatov: Tabii her şey olabilirdi… Ortaokuldayken öğretmenimizin daha önce kimseden duymadığım bir nasihati vardı. Şöyle demişti bana: “Oğlum birisi babanın ismini söylerse, ‘halk düşmanının çocuğuyum’ diye sakın yere bakma!”
Öğretmenimin bu sözü, her darda kaldığımda bana destek olmuştu. Bu sözler anamın, “Konuşulanların hepsi yalan, iftira. Senin baban halk düşmanı olamaz” dediği gerçekle bağdaşıyordu. O zamandan itibaren babam hakkında bir haber, bir ipucu bulmayı can-ı gönülden dilemeye başladım.
Şahanov: Yine kız kardeşiniz Roza’dan dinlediğim bir olayı anlatmadan edemeyeceğim.
Yıl 1975. İşim gereği Talas şehrine gitmiştim. Gittiğim yerde bir kadın “Siz Cengiz Aytmatov’un kardeşi değil misiniz?” diye güler yüzle karşılamıştır. “Evet”, dedim ben.
– Sizin buraya geldiğinizi tanıdık birisinden duydum. Allah duamı kabul etmiş. Yoksa sizlerle görüşmek için Frunze’ye gitmeyi düşünüyordum…
O zamanlar Cengiz’e dünyanın dört bucağından, Sovyetler Birliği’nin her tarafından gelen mektupların sayısı bilinmezdi. Herkes derdine deva arar, ağabeyimden yardımcı olmasını rica ederdi. Kimisi ev almasına yardım isterdi; kimisi çok pahalı ve ancak yurt dışında bulunan ilaçları almaya, bazıları da idareden gördüğü adaletsizlikleri anlatarak yardım etmesini isterdi. Büyük bir adaletsizliğin kurbanı olduğu için mi bilemem, Cengiz, gelen mektuplara vaktini ayırır, elinden geldiği kadar yardımcı olmaya çalışırdı. Böylece bir talebi olanlar bazen beni arayıp bulur, mektuplarını, isteklerini ağabeyime ulaştırmamı rica ederlerdi. Bazen zaten işi gücü başını aşkın olan ağabeyime acıyor, geçiştirmeye çalışıyordum. Talas’ta karşıma çıkan kadını da ilk başta onlardan biri zannettim.
“Hayır, hayır” dedi o, sanki içimi okurcasına. Benim sizi aramam babanız Törekulla alakalı. Benim ağabeyim hapiste babanızla aynı koğuşta kalmış.
Babamın ismini duyduğumda tüylerim diken diken oldu.
– “Nerede ağabeyiniz? Yaşıyor mu?” demişim.
– Evet yaşıyor. Fakat şu anda hastanede, durumu pekiyi değil. Doktorlar sayılı gününün kaldığını söylüyorlar. Eğer mümkünse, ağabeyiniz Cengiz Aytmatov’la görüşmek istiyor. Ama gazetelerden o kişinin şu anda Amerika’da olduğunu okuyunca, sizi arıyordum.
Kadınla birlikte hastaneye gittim. Hastaların dinlenme saatine denk gelmişiz. Hastanın kardeşi olan hanım, nöbetçi hemşireden izin alarak içeri girdi. Abisinin kolundan tutarak koridora çıktılar.
Hastanın sabırlı birisi olduğu yüzünden okunuyordu. Ama hastalık iyice yıpratmış olacak ki, nefes alıp vermekte zorlanıyordu. Selâmlaşıp hal hatır sorduktan sonra adam yüzüme incelercesine baktı ve hüngür hüngür ağlamaya başladı.
– “Siman Törekul’u andırıyor… Artık ölsem de razıyım. Allah bana yardım etti” dedi ve duraksadı. Kendisinin Tanrıverdi Alapayev olduğunu söyleyen aksakal, konuşmaya başladı.
– Komsomol Kuruluşunda çalışıyordum. Ağabeyim Uzak-bay “Akjar” kolhozunun idarecisiydi. İdarede olanların çoğu, olur olmaz bahaneyle, “halk düşmanı” diye adlandırılıp hapse atılıyordu. Sıra ağabeyime de geldi. Kaşla göz arasında ağabeyimi tutuklayıp götürdüler. Tabii çok geçmeden aynı olayı ben de yaşadım.
– “Ağabeyin “halk düşmanı”. Kimlerle irtibatı vardı? Ne gibi zararlı davranışlarda bulundu? Nasıl bir şeyin propagandasını yapıyordu? Söyle, yoksa bu günlerini arayacak duruma düşersin”, deyip her gün sorguya çekiyor; yüz göz ayırt etmeden dövüyor, tekmeliyorlardı.
İnadım tuttu. Sesimi çıkarmadım. Bir gün sorgu yargıcı, tavırlarımdan tepesi atmış olsa gerek, silahının namlusuyla, olanca kuvvetiyle ağzıma vurdu. Dişlerimin neredeyse yarısı dökülmüş ve bayılmışım.
Aradan ne kadar süre geçtiğini bilemiyorum. Ayıldığımda kendimi koğuşun taş döşemelerinde buldum. Etrafıma bakındım. Her günkü dayaktan yüzü gözü şişmiş, perişan halde altı yedi kişi vardı. Köşede bir tane demir karyola duruyordu. Başucumda oturan adam, yüzümden, dudaklarımdan akan kanı siliyordu. Merhametli birisi olduğu gözlerinden belliydi.
“Kalk, canım, benim yerime yat”, deyip kalkmama yardım eden adam beni karyolaya yatırdı. Cezalılar, koğuştaki tek karyolaya sırayla yatıp dinleniyorlarmış. O gün sıra o adamınmış. Taş döşeme o kadar soğuktu ki, soğuk iliklerine kadar işliyordu. Diğerlerinden çıt çıkmadı. Hatta birbirlerine bir kelime etmekten bile korkuyorlar gibiydi.
Ertesi gün iyice tanış olduk. Bana yardım eden kişinin adı Törekul Aytmatovmuş. Talas’tan geldiğimi duyunca çok heyecanlandı. Gittikçe daha çok yakınlaşıp ağabey- kardeş gibi olduk. Durumumun teferruatını öğrenince;
“Senin herhangi bir suçun yok. Hem gençsin. Sadece ağabeyinden dolayı buradasın. Yargıçlar seni suçlu çıkarmak için bin dereden su getirirler. Çok dikkatli ol, kimseye ihanet etme, cesaretini ve metanetini korudukça işin kolaylaşacaktır. Eninde sonunda serbest bırakılırsın. Fakat bizim durumumuz farklı… Beklenmedik bir anda idama götürebilirler”, deyip derin bir of çekti.
Törekul, hapisteki yastığının beyazımsı kılıfından küçük bir el torbası dikmişmiş kendisine. Beyazımsı dediğim sadece sözde, torba o kadar kirlenmiş ki siyaha çalan gri renkteydi. Torbaya, Cengiz ve İlgiz diye iki oğlunun ismini işlemiş. Yanına bir de Talaş diye yazmak istemiş ancak, ipi bitmiş, son “s” harfini yazamamış. “Tala” yazısı net okunuyordu. Kendisinin ferasetli, bilgili, tertemiz; aynı zamanda çok zevkli olduğu her halinden belliydi. El torbasında her zaman bez parçasına sarılmış sabun, tarak ve diş fırçası bulundururdu.
Bir gece yanımızdakilere işittirmeden kulağıma fısıldadı:
– Benim günüm yaklaştı. 58. maddeye göre ceza kesmişler. “Halk Düşmanı” olarak mektup yazmam ve dışarıdan herhangi bir haber almam yasaklandı. Senden ahretlik bir isteğim var. Şu hapisten kurtulursan Şeker’e git, hanımımla, çocuklarımla görüş. Ben “Halk Düşmanı” filan değilim. Bunun bir iftira olduğunu anlat onlara. “Halk Düşmanının akrabası diye ağabeylerimi, kardeşlerimi de tutuklayacaklarından korkuyorum. Çocuklarımın en büyüğü Cengiz hayatta. Zorluk, insanın insana üstünlüğü nedir bilmeden büyüyordu. Tabiatı çok hassas idi. Moskova’dayken bir gün avluda iki kişinin dövüştüğünü görmüş. Taşı sıksa suyunu çıkaran bir delikanlının yaşlı bir adamı dövmüş. Bu olaya şahit olan oğlum, koşarak eve gelmişti. Hüngür hüngür ağlıyor, korkunç bir şey… “Hiç acımadı” deyip bir süre kendine gelememişti. Cengizle baş başa oturup konuşursan memnun olurum. Cesaret aşıla ona, hayatta karşısına çıkabilecek zorluklara karşı dirençli olmasını öğret. Benim “vatan haini” olmadığımı açıkla. Eğer dönemezsem benim için canını seve seve feda edeceğinden emin olduğum annesi Nağima’ya, kardeşlerine sahip çıkması gerektiğini söyle. Kardeşiyle ikisinin ismini üzerine yazdığım şu torbayı benden hatıra olarak götürürsün. Şu ricamı unutma, eğer beni öldürmeyip Moldavanovka hapishanesine götürecek olurlarsa senden polis vasıtasıyla sabunu isteteceğim. Oral tarafına sürgün ederlerse diş fırçamı göndermeni söylerim Hadi hoşçakal. Hayatta görüşmek nasip olmazsa ahrette inşallah kavuşuruz…
Ben gözyaşlarımı tutamayıp talebini yerine getireceğime söz vermiştim. Sonra Törekul’u götürdüler. İki gün sonra “Aytmatov’un herhangi bir eşyası kaldı mı burada?” diye cılız bir polis geldi. Bir kötülüğü hisseder gibi oldum. Cesaretimi toplayarak ona Törekul’un ne durumda olduğunu sordum. Polis işaret parmağını yukarıya kaldırarak, “Şu anda ruhu cennette uçuyordur” deyip sırıttı. Dizlerim tutmuyordu. Polise Törekul’un şapkasıyla kazağını verdim. Torbasını, tarağını çocuklarına emanet ederim diye sakladım.
Aradan çok geçmemişti ki bana halk düşmanının kardeşi bahanesiyle on yıl hapis cezası verildi. Sverdlovsk’a sürüldüm. Allah şahittir ki, on sene boyunca, üzerinde Cengiz ile İlgiz’in ismi yazılı olan Törekul’un emanet torbasını tarağıyla birlikte montumun iç cebinden çıkarmadan muhafaza ettim. Büyük oğluna kendi elimle takdim ederim diye hep hayal kurdum. Bazen Cengiz’in 20 yaşındaki delikanlı olduğunu düşünür, kaşını gözünü Törekul’a benzeterek onu gözümün önüme getirirdim.
Fakat hani “insanın kafası Allahın topu” [Allahın dediği olur manasında (Ç.N.)] derler ya, kaderim hiç de düşündüğüm gibi olmadı. 10 sene sonra hapis cezası bitti ama memlekete dönmeme izin verilmedi. Sibirya’nın ta öbür ucundaki bir köye sürgün ettiler. Bu sefer hapis değil, orada çalışacak, serbest yaşayacaktım. Alınyazım demekten başka çarem yok, orada bir Tatar kızıyla evlendim. Memlekete gitmeme izin çıkmayınca ümidim mi kesildi, yoksa bir akşam arkadaşımın evinde içtiğim samogon içkisinin tesiri mi, ne olduysa işe şeytan karıştı. Eski montumu, cebindeki Törekul’un emanetiyle birlikte nehre atmışım. Bu yaptığım Allah’ın da, babanın ruhunun da hoşuna gitmezdi. O gün, ahırda atı nallarken hayvan bir tekme attı. Bayılarak düştüm. Allah’ın cezası olacak ki, iki kaburga kemiğim kırılmış, akciğerimin bir tarafı tamamen ezilmişti. O gün bugündür sakatım. Aylarca, yıllarca hastanelerde yattım. Bu hastalık ecelin eşiğine kadar getirdi beni. En sonunda memlekete dönmeme izin verildi. (Bundan dolayı Kruşçev’e teşekkür ederim.) Vakit geçirmeden iş yerimdeki hesabımı kapattım ve hanımımla birlikte hasreti içimde düğümlenen Talas’ıma geldim. Akrabaya, konu komşuya kavuştum. Kendime gelince sağdan soldan Törekul’un çocuklarını soruşturdum. Frunze’ye taşındığınızı öğrendim. Derken hastalığım ağırlaşmaya başladı. Sık sık yatağa düşüyordum, nefes almam iyice zorlaşıyordu. Kendi problemlerimle uğraşırken aradan bunca zaman geçmiş. Geçmişteki olaylar zihnimin derinliklerine gömüldü. Günlerden bir gün eski yaranın tekrar açılacağını hiç düşünmemiştim. Hastanedeydim. Yan tarafımdaki yatakta kalan delikanlı sabah akşam elindeki kitabı bırakmıyordu. Okudukça sanki büyüleniyordu. Bir ara, delikanlı doktorun yanına çıktığında, merakımı yenemeyerek okuduğu kitaba baktım. Bir de ne göreyim? Cengiz Aytmatov’un “Samanyolu” adlı eserler dizisi imiş [Toprak Ana]. Okumaya başladım.
İlk sayfada “Baba, ben senin anına heykel dikemem. Kabrinin nerede olduğunu da bilmiyorum. Bu çalışmamı, Törekul Aytmatov, sana armağan ediyorum. Aziz Anam, bizi sen büyüttün, her türlü zahmete katlandın. Sana uzun ömürler diliyor, bu çalışmamı Nağima Aytmatova, sana da hediye ediyorum” satırlarını okudum.
Kapaktaki Cengiz’in babasını hatırlatan fotoğrafı gözüme iliştiğinde Frunze hapishanesinin dar koğuşundaki kederli Törekul siması, onun en son emaneti, üzerine iki yavrusunun adı yazılan kirli torba, Sibirya ormanları, film şeridi gibi gözümün önünde canlanıverdi.
– “Canım yavrumun, Törekul’umun yavrusunun eseriymiş bu meğer”, deyip kitabı bağrıma bastım, ağladıkça ağladım.
O anda kendimden öyle nefret ettim ki. Darda kaldığımda yardımını esirgemeyip bana güvenen insanın ahiretlik isteğini yerine getiremediğimi düşündükçe, başımdan aşağı kaynar sular döküldü. Her şeyi teferruatıyla anlatarak Cengiz’e mektup yollamak, torbayı nehre attığım için, daha doğrusu acizliğim için ayaklarına kapanarak özür dileyecektim. Birkaç kere buna yeltenmeme rağmen, cesaretimi toplayamadım.
Geçenlerde, doktorumun kız kardeşimle konuşmasına kulak misafiri oldum. En fazla bir ay ömrüm kaldığını söylüyordu. Bu lafı duydum duyalı uykum kaçtı. Öbür dünyaya, Törekul’un üzerimdeki hakkıyla nasıl gideceğim? Ahirette kavuşursak, “Tanrıverdi, erkek değil misin sen, imkânların elverdiği takdirde neden hiç olmazsa çocuklarımdan birine selamımı iletmedin?” derse ona ne cevap vereceğim; ne yüzle onun karşısına çıkacağım” diye düşündüm. Sonra kız kardeşime rica ettim, dedim ki: “Eğer bu dünyadan gönlümün rahat gitmesini istersen, ne yapıp edip beni Törekul’un çocuklarından birisiyle görüştür. Yalvarayım yakarayım, ayaklarına kapanarak özür dileyeyim”. Allah duamı kabul etmiş… Hasta amca, “Yavrum, tüm Törekul ailesi adına sen beni affet, ne olursun affet”, deyip çocuk gibi ağlamaya başladı.
“Amca üzülmenize gerek yok. Sizin suçunuz değil ki. Kasten yapmadığınız malum. Zulmün köküne kadar işlemiş olduğu, lanet olası o devrin hatasıdır bu” diye ihtiyarı teselli etmeye çalıştım. Canım babacığımın en son dakikalarının şahidi, gözümün önünde zar zor nefes alarak hayatının en son anlarını yaşamakta olan zavallı ihtiyarı kucaklamıştım, göz yaşlarım durmak bilmiyordu.
Aytmatov: Evet, babamızın Tanrıverdi Alapayev’la 1938 yılında yolladığı selam, 1975’de bize ulaştı. Annemizin vefatı üzerinden dört sene geçtikten sonra yani.
Şahanov: 1938 yılının çok soğuk bir sonbahar günü, şimdiki Bişkek’in dağlık tarafında yerleşen Çontaş’ta İç İşleri Halk Komiserliği Dinlenme Tesislerinin yanında, kimliği belirsiz birileri birkaç arabayla bir grup insanı getirmiş, gizlice öldürerek önceden hazırladıkları çukurlara gömmüşler. Olaylara, o zaman tesislerin koruma görevlisi olarak çalışan Abılkan Kuduraliyev isminde bir aksakal uzaktan tanık olmuş. Sonradan da ihtiyar uzun yıllar boyunca oraya gider, ölenlerin ruhuna Kuran okuyup dua edermiş. Abılkan Aksakalın Bübüra adında, 1928 doğumlu, yani sizin yaşıtınız olan bir kızı varmış. Aksakal Bübüra’ya, “Bak kızım, burada pek çok kişi gömülüdür. Devir düzelirse yetkili kimselere söylersin. Sakın şimdilik kimseye tek kelime söyleme” diye tembihlemiş. Kırgızistan demokrasi yoluyla bağımsızlığını kazandığı sırada Bübura Apay babasından duyduklarını kâğıda geçirerek, Güvenlik Komitesine mektup olarak göndermiş. Komitenin bölüm başkanı olarak çalışan Bolat Abdurahmanov adlı genç, beraber çalıştığı makam ve rütbe düşkünü bazı kimselerin itirazlarına rağmen, kazı operasyonlarını organize etmiş. Ve orada 137 kişinin gömülü olduğu belli olmuş. Kazı esnasında, kurumuş kemikler arasından sizin babanız Törekul Aytmatov’u kurşuna dizme emrinin yazıldığı üç sayfalık yazı bulunmuş. Arşivlerin aranması sonucu burada sizin babanızla birlikte Kırgızların Jusip Abdurrahmanov, Kasım Tınıstanov, Erkinbek Esenamanov, İmanali Aydarbekov, Bayalı İsakeyev, Asanbay Jamansariyev, Osmankul Aliyev, Sıdık Çonbaşev gibi zirve şahsiyetlerinin defnedildiği ortaya çıkmış. Kara günlerin hatırası olan bu medfene “Ata Beyit” [Ata Mezarlığı (Ç.N.)] adı verilip, suçsuz oldukları halde “Halk Düşmanı” veya “Vatan Haini” olarak hüküm giyen merhumların kemiklerini (naaşlarını) tekrar defin merasimine Cumhurbaşkanı Askar Akayev katılmış, siz de ta Lüksemburg’tan özellikle gelip iştirak etmiş, bir konuşma yapmıştınız. Orada bulunanların söylediklerine göre herkes çok heyecanlanmış, çok ağlamışlar. Kırgızistan’da 1995 yılından itibaren 25 Kasım, Cumhurbaşkanının özel emriyle “Suçsuz Sürgünleri Anma Günü” olarak ilan edildi. Merasime ikimiz birlikte gitmiştik. O kadar kalabalıktı ki, iğne atsan yere düşmezdi. Bizi ilk karşılayanlar, kız kardeşleriniz Lüsya ile Roza oldu. Ellerinde çelenk, ağlamaktan gözleri şişmişlerdi. Düğer yanda gençler -büyük ihtimalle üniversite öğrencileriydi- gençliğin tam zirvesi olan 35 yaşındaki simsiyah gür saçlı, gözleri ışık saçan, düşünceli düşünceli kalabalığa bakan Törekul Aytmatov’un, bembeyaz saçlı, hayatın her türlü zorluğunu aşarak tüm dünyada meşhur olan oğlu sizden çok genç gösteren büyük fotoğrafını tutmuşlardı. Her hallerinden, onunla iftihar ettikleri belliydi.
Aytmatov: Aradan 53 sene geçtikten sonra, 137 kişinin kurumuş kemikleri arasından babama idam cezası verildiğine dair belgenin bulunmasıyla, gönlüm allak bullak oldu. Değil insan kemiği, çeliği bile çürüten yarım asırdan fazla zaman aralığında babamın cebindeki üç sayfalık evrakın hiçbir zarara uğramaması, şaşılacak şeydi doğrusu, Muhtar kardeşim! Allah var, adalet geç de olsa yerini buldu. Fakat geçmişte kalan uykusuz geceleri, maruz kaldığımız hakaretleri ve zulmün karşısında elimiz kolumuz bağlı zavallı durumumuzu Allah insana değil, hayvana bile göstermesin diyorum.
Şahanov: Şike, müsaadenizle konuşmamızı yine kardeşiniz Roza’nın anlattıklarıyla devam ettirsek:
“Anamız vefatına kadar Cengiz’le birlikte yaşadı. Çocuklarının en büyüğü olmasından ziyade, onunla manevi ortak yönleri çoktu. Annem Cengiz’in her eserini, hatta makale ve röportajlarına varıncaya kadar hazmederek okuyordu. Anam Sovyet edebiyatına, dünya edebiyatına oldukça aşinaydı.
Cengiz’in edebiyat alanında Lenin Ödülünü almasıyla sadece Kırgızlar değil, Sovyetler Birliği’ndeki diğer milletler de, özellikle Orta Asya ve Kazakistan halkı, gurur duydu. Zira bu ödül o yıllarda Sovyetler Birliği genelinde ünlü olmanın ifadesiydi. Ona sahip olan kimse klasik edebiyatın yaşayan temsilcisi sayılırdı. Cengiz’den önce, o zamanın şartlarına göre paha biçilmez değerde olan bu ödüle Orta Asya ve Kazakistan genelinde bir tek şahıs, Muhtar Awezov, layık görülmüştü.
Cengiz’in ödül aldığı gün, Aytmatovlar sülalesinin değeri bir anda yükseliverdi. Sovyetler Birliği dahilindeki her ülkenin en gözde gazeteleri bu olayı manşet yapmakla kalmamış, bir-iki sayfayı tamamen Cengiz’e ayırmışlardı. Telgraf sağanağına tutulmuştuk adeta. Bu zamana kadar bu dünyada yaşadığımızdan haberi olmayan çeşitli parti ve hükümet yetkilileri kimisi telefonla, kimisi de bizzat gelerek tebrik ediyorlardı. Sokakta, dükkanda, markette ve çeşitli kültür merkezlerinde millet Cengiz’in ödülünden gururla bahsediyor; birbirini kutluyorlardı. Tam o sırada, aksilik bu ya, annem hastanedeydi. Oş pazarına gidip anneme meyve almak için otobüse bindim. Otobüste elinde torbası, 50 yaşlarında bir amca, yanında oturan delikanlıya; “İşte, Kırgız halkı ulu şahsiyetler doğurabilecek bir millet olduğunu Cengiz’le bir kere daha ispatladı” diyor, sevincini paylaşıyordu. Bunları duyunca sevinç ve heyecandan ben de coşuyor, ağlamamak için kendimi zor tutuyordum. Daha dün herkesin gözüne batan vatan haininin çocukları değil miydik? Ya Kerim Allah, bizim de yüzümüzün güleceği varmış! Babamın Cengiz ve İlgizle birlikte çekildiği resmi annem hep beraberinde, el çantasında taşırdı. Bu sefer o resmi hastanede yastığının yanına koymuş.
Moskova’dan gelmekte olan Cengiz’i karşılamaya idareciler, akrabalar ve birçok dostu gitti. Karşılayanlar arasında eşim Esenbek de vardı. Ben hastanede annemin yanında kaldım. Cengiz, evine gitmeden önce annemi ziyaret etmeye geldi. Annem yerinden zar zor kalkarak (ayakları çok şişmişti) Cengiz’i kucaklarken çok ağlamıştı. Fakat annemin o andaki gözyaşları -dağdan binbir güçlükle taşları delerek çıkan kaynak suyu gibi-sevinçten boşalıyordu. Çeyrek asırdan fazla eziyet ve hakaretle geçirdiği günlerin, uykusuz geçirdiği nice gecelerin semeresiydi bu. Annem ağır ağır nefes aldı. Cengiz’in itibarının yükselmesini, babamız Törekul’un ruhunun zaferi olarak kabul etti.”
Aytmatov: Evet, anamız için o gün özel bir gündü.
Şahanov: Herhalde çok heyecanlandınız. Neyse, konumuzu değiştirelim. Şeker Köyüne gittiğimizde yanınıza Omarbay Navbekov, Devletbek Şadıbekov gibi kardeşlerinizi ve iki sınıf arkadaşınızı alarak Rusya Televizyonunun Kırgızistan muhabiri Vladimir Fiyodorov’la röportaj için Kürkirew Nehrinin kenarına gittiğimizi hatırlıyor musunuz? Dağın zirvesinden aşağıya doğru gürül gürül akan nehir, hafif esen rüzgâr ve yemyeşil doğanın insan ruhunu tesir altında bırakmaması mümkün değildi. Etrafı seyrederken yanıma gelerek:
– “Ta oralarda, Manas Zirvesine yaklaşan küçük bir bulut parçasını görüyor musun? 10-15 dakika sonra havada sükûnetten eser kalmayacak”, dediniz.
İlk başta ben, “Şiken herhalde şaka yapıyordur, küçük bir bulut nasıl olur da şu güzel havayı bozabilir?” diye düşünmüştüm. Birkaç dakika içinde rüzgâr esmeye ve bardaktan boşanırcasına yağmur yağmaya başladı. Kaşla göz arasında ne yapacağımızı şaşırmıştık. O zaman da, doğup büyüdüğünüz mekânın her detayından haberdar olduğunuzu anlamıştım.
Şike, Kazak toprağında geçirdiğiniz öğrencilik yıllarınızla ilgili bir hikâyeyi hatırlıyorum.
1995 yılında Bişkek’te gerçekleşen üç kardeş ülke Başbakanlarının (Akejan Kajıgeldin/Kazakistan, Abduhaşim Mutalov/ Özbekistan, Apaş Jumagulov/Kırgızistan) toplantısı sona ermişti. Hükümet yetkilileri, idareciler ve her türlü sahanın ileri gelenleri enerji, gaz üretimi ve sağlık alanlarında ortaklaşa çalışmayı önermişlerdi. Toplantı sonunda misafirleri Kırgızistan’daki Kazakistan Büyükelçiliğine yemeğe davet ettim. Üçü de davete memnuniyetle icabet ettiler. Büyükelçiliğe gelirken arabadan sizi aramış; “Üç kardeş her gün bir araya gelemiyor. O yüzden hükümeti yöneten kardeşlerinizle birlikte bizim misafirimiz olsanız” demiştim.
Sofra başında hemen samimi ve sıcak bir hava oluşmuştu. Siz serbest piyasadan, Türk halklarının dostluğu, medeniyet ve sanat konularındaki derin görüşlerinizi aktardınız.
Bir ara boz eşek hikâyesini anlatmaya başlamıştınız. Tam o sırada Almatı’dan Dış İşleri Bakanı Kasımcömert Tokayev’den telefon gelmiş, ben kalkmak zorunda kalmıştım. Böylece herkesin katıla katıla güldüğü boz eşek hikâyesini sonuna kadar dinleyememiştim. Şimdi sizden tekrar o hikâyeyi anlatmanızı rica etsem…
Aytmatov: Anlatayım. Jambıl şehrindeki Veteriner Yüksek Okulunu kazandığım yıllardı. Her gün teorik ve pratik dersler görüyorduk. “Atçılık Bilimi”, “Koyunculuk Bilimi”nden sonra -diğer hayvanlar tükenmiş gibi- eşeği incelemeye başladık. İlk başta “Eşek dediğin de nedir, bunu da hayvandan sayarak önemle üzerinde durmak, ders alarak okutmak kimin aklının kârı acaba?” deyip hafife almıştık. Sonradan anladık ki mesele bizim düşündüğümüzden çok farklı. İki kulağı aşağıya sarkıp anıranın hepsine eşek demekle iş bitmiyormuş. Onların da köküne, çeşidine, rengine göre bir sürü özellikleri olduğunu anladık. Hocamız Rustu. Rus-Alman Savaşı yıllarında Leningrad Muhasarasından sonra Kazakistan’a göç eden Profesör işinin uzmanı, sert bir adamdı. Okulun özel ahırında eşek olmadığından dolayı uygulamalı ders yapmak için bizi Jambıl’daki “Atşabar” pazarına götürüyordu. Şehre yakın köylerden, Kırgızistan’ın Talas’ından hayvan satmak için hafta sonları çok kişi gelirdi buraya. Satıcı ile alıcıya yaranmaya çalışan aracılar da çok olurdu.
Bir gün pazarın tam ortasında kazığa bağlanmış bir boz eşeğin yanında durduk.
“Aytmatov, bu gördüğümüz eşek hangi cinstendir? Anlat bakalım!” dedi Profesör öğrencilerin içinde bana dönerek.
– “Bu hayvan ilk defa Afrika ve Asya kıtalarında görülmüştür. Şimdi ise Suriye’de, Keşmir’de, Tibet’te, Türkmenistan’da, Özbekistan’da, Kazakistan ve Kırgızistan’da, Moğolistan’da çok var. Genelde evcilleştirilerek binek olarak kullanılıyor. Eşeklerin diğer hayvanlara göre kulakları çok uzun, dizlerine kadar ince kuyrukları olur. Hamilelik dönemi 12 aydır” diye anlatıyordum. O anda eşeğin sahibiyle göz göze gelmeyeyim mi? Köydeki Dosalı Eniştem ile Karakız Halamın komşusu, eşeği tarif etmekte olan bana bakıyor. Şaşkınlığı gözünden okunuyordu. Utancımdan kıpkırmızı oldum. Yerin deliği olsa girecektim. Sesim kısıldı. Kekelemeye başladım. Hocamın umurunda değil tabii;
– “Aytmatov, niye durakladın? Hadi devam et. Boz eşeğin diğer eşeklerden daha ne gibi farklılıkları var?” diye peşi sıra soru soruyor. O kadar sıkıldım ki, bir anda sırılsıklam terledim.
Eşeğin sahibi ihtiyar, Şeker’e gider gitmez;
– “Eyvah Törekul’un oğlu Jambıl’da eşek üzerine eğitim görüyormuş. Gözlerimle gördüm. Hocasıyla birlikte, pazarda kazığa bağlı olan eşeğimin sülalesini, neyi var neyi yoksa hepsini saydı. Çocuğun anlattıklarından sadece ben değil, eşeğim bile memnun kaldı” diye herkese anlatmış.
1940’ların sonlarında köyde savcılık, yargıçlık ve polislik tutulurdu.
Militsiya [polis] beyin olsun,
İndiiskiy [Hint] çayın olsun
ikilemesi de o yılların eseri.
– Allah izin verirse- benim büyüyünce halkın değer verdiği, itibarlı bir meslek sahibi olmamı, yüksek mevkie gelmemi ümit ederek; dışarıda okuduğum için hemşehrilerim arasında gurur duyarak, her geldiğimde birkaç kuruşunu, peynirini, yağını vererek okumamı destekleyen eniştem ile halam, eşek sahibinin lafını işitince şaşkına dönmüşler.
Aradan çok geçmemişti. Tatile geldim. Karakız Halam:
– “Konu komşu senin eşekleri incelediğini, onun üzerine tahsil görmekte olduğunu söylüyorlar. Dedikleri gerçek ise nedir bu yaptığın? Okuyacak başka şey bulamadın mı? Öğrenmek istediğin eşek ise, köyde ondan çok ne var?” deyip memnuniyetsizliğini dile getirdi. Benim belli bir makam sahibi olmamı hayal ederek duayla günlerini geçiren halam ile enişteme vaziyeti nasıl açıklayacağımı şaşırdığımı, sıkıldığımı hâlâ unutamıyorum.
İşte bu olay da köy akademisinin masumiyet ve saflık bölümüne dahil edilecek bir parçadır.
Şahanov: Bir ara Seydali Bekmanbetov isimli arkadaşımızla birlikte bizim eve gelmiştiniz. Çok güzel bir yaz günüydü. Tam kıvamında olan kımızı kana kana içmiş, geçmişteki olaylardan bahsederek bir süre muhabbete koyulmuştunuz.
Aytmatov: Savaş yıllarında eli silah tutan herkes savaş meydanındaydı ya. İhtiyar, hasta, dul ve çoluk çocuktan oluşan köylerin asıl dayanağı 13-14 yaşlarında olan bizlerdik. Baskarma [Köy Muhtarı (Ç.N.)] kolhozun işlerini yapacak kimse olmadığı için çocukları okuldan alır, her türlü işi yaptırırdı. Benim Şeker, Arşagul köyleri muhtarlıklarında sekreterlik, Seydali’nin de okul müdürlüğü yaptığı o yıllardı işte. Az çok mürekkep yalayanlar, matematikte dört işlemi doğru dürüst bilmeyenler öğretmen olmuşlardı.
Şahanov: Sonraki görüştüğümüzde Seydali Ağa sizin hakkınızda uzun uzadıya şunları anlatmıştı:
“Okulda diğer arkadaşlarımıza göre çalışkanlıklarıyla bilinen Cengiz ile ikimiz, sorumluluğu ağır işleri yüklenmemize rağmen yaz aylarında ekin biçmekten, harman işlerinden, ark (kanal) kazmaktan veya öküz arabası sürmekten geri kalmazdık. Sınıf arkadaşlarımız Toktasın, Bayızbek ve Alımbek ile beşimiz hep beraberdik. Sabahın ilk nuruyla yataktan kalkar kalkmaz, birimiz orağı, ikincimiz kazmayı, diğerimiz de küreği alır, akşam geç saatlere kadar belimizi doğrultmadan çalışırdık. Ne kadar zorluk çeksek de annelerimizin, “Babalarınız sağ salim dönerse bu zorlukları hemen unutursunuz” sözleriyle teselli ederdik kendimizi.
Günlerden bir gün, Baskarma, Cengiz ile ikimizi Maymak istasyonuna buğday taşımakla görevlendirdi. Arabaya yüklenen çuvallar dolusu buğdayı istasyona götürene kadar çok yoruluyorduk. Arabayı çeken öküz sürekli kamçı vurmazsan adımını atmıyordu. Tam önden vuran güneşin sıcağından korunmak için yüzümüzü gözümüzü elimizle gölgeleyerek Zagotzernoya [tahıl toplama yeri (Ç.N)] gelene dek ikindi oluyordu. Zagotzerno’nun idarecisi, Naumenko isminde bir Rustu. Çok babacan, ahlaklı birisiydi. Arabayla yorgun argın gelmekte olan bizi görür görmez gülümserdi. Rusçası çok güzel olan Cengiz onunla içli dışlı olurdu. Sayesinde işimizi de çabuk bitirirdik. Cengiz benden daha kuvvetli, iri yarı bir yapıya sahipti. Kocaman çuvalı omzuna alarak merdivenlerden hiç zorlanmadan yukarı çıktığı zaman, özenle bakakalırdım. Çoğunlukla oradakiler çuvalı, sürükleye sürükleye yığılmış buğdayın üstüne konan kalasların üzerinden çıkarırdı. İşlerimizi gereği gibi yaptıktan sonra tekrar köyün yoluna koyuluyorduk. Dönüşte tembel öküzler de hız alıyorlardı. Boş arabayı taşlı yollarda tangur tungur sürerek koşardık.
Uzun yolda, evden beraberimizde getirdiğimiz bulamaçla ekmeği yedikten sonra biraz daha keyiflenir; birlikte türkü söylerdik. Cengiz’in yanında hemen hemen her zaman Rus klasik edebiyatçılarının eserleri bulunurdu. Bazen, okuduklarından ilginç olayları bana da anlatırdı. Babasına, annesine, öğretmenlerine, kızlara ithaf ettiği şiirleri de çoktu. Bir ara ben de ona sevdiğim kız için bir şiir yazdırmıştım.
Yanılmıyorsam, 1944 yılında Cengiz’in iş yerine gittim. Geldiğimde tek başınaymış. Beni görünce çok sevindi.
“Seydali, İlçe merkezi Kirov’a gidip borç parasını yatırmam gerekiyordu. Yol uzun, hem bunca parayla tek başıma çıkmak da tehlikeli. Birlikte bu işi halletmeye ne dersin? Öküz arabası da hazır” dedi.
Okuldaki başımı aşkın işimi bırakıp dostumun aziz hatırı için ilçeye gitmeyi kabul ettim. Ertesi gün öğle saatlerinde aradığımız yeri sora sora zor bulduk. Önce hayvanlara su verip, sonra beraberimizde getirdiğimiz mısır unundan yapılmış ekmeğimizi yiyip kendimize gelelim dedik. Böyle otururken yanımıza orta boylu, geniş omuzlu, siyah bıyıklı bir adam geldi ve bize:
– “Çocuklar burada ne yapıyorsunuz?” diye sordu.
Biz durumumuzu anlattık.
– “Kimin oğlusun, yavrum?” deyip Cengiz’e baktı adam.
– “Törekul Aytmatov’un” der demez, adamcağız;
– “Hay Allah, altının parçasıyım desene” deyip Cengiz’e sarılarak yanaklarından öptü; “Benim adım Kojamkul. İlçe Tasarruf Bankası Müdürüyüm. Benim buralara gelmemde Törekul Ağa’nın çok yardımı olmuştu. Bana yaptığı iyiliği hayatta unutmam” dedi. Kojamkul Ağa çoluk çocuğuyla Tasarruf Bankası binasının bir odasında oturuyormuş. İkimizi hemen evine götürdü. Evinin başköşesine oturtarak yiyecek adına ne varsa önümüze serdi. Sonra getirdiğimiz istikraz parasını sayarak aldı ve makbuzunu elimize verdi. Ertesi gün bizi uğurlarken;
– “Giyecek bir şeyler alırsın, şu anda elimden gelen bu kadar”, deyip bir tomar parayı Cengiz’in cebine koydu.
Sonbahar gelince Cengiz’le beraber Jambıl şehrine gittik. Tabii Kojamkul ağanın verdiği cepteki parayı harcayana kadar duracağımız yok. “Atşabar” pazarını dolaşıp en sonunda iki asker gömleği, iki pantolon, alnında parlayan yıldızlı iki kalpak ve deri kemer aldık. Tenha bir yere gelince üstümüzü değiştirip ikimiz de küçük kızıl askerler olduk çıktık…
Gençliğinizle alakalı bir olayı daha biliyorum. Ziraat Üniversitesinde sizden iki sınıf aşağıda okuyan Musa Kasımov’la beklenmedik bir yerde tanışmıştık. Kendisi çok konuşkan biriymiş. Sizin Kırgız Hayvancılık İlmi Araştırma Enstitüsünün çiftliğinde başbaytar olarak çalıştığınız gençlik yıllarınızdan bahsetmişti.
Aytmatov: 1956’nın Ekiminde Gorki Enstitüsünün edebiyat uzmanlığı kursuna gittiğimde görevimi Musa’ya devretmiştim.
Şahanov: Burada ilginç bir şey daha var. Musa bey o zaman sizin masanızın çekmecesinden Rusça yazılmış olan iki İlmî çalışmanızı bulmuş. Birisi daktiloyla yazılmış, diğeri de el yazması makaleleriniz: Dostotoçno li triyoh kratnogo doyeniya (İnekleri Üç Kere Sağmak Yeterli mi?) ve Kukuruza v ratsiyone jivotnıh (Hayvan Besini Olarak Mısır).
Gençliğinizde emek sarf ettiğiniz bu iki eseri Museken 40 seneden beri ailesinin en değerli yadigârı olarak muhafaza ediyormuş… “Şikemin bir işine yarar, olmazsa en azından bir bakar” diye geçenlerde bana bu makalelerinizin fotokopisini bırakmıştı.
Musa beyin sizinle ilgili anlattıklarına gelince:
– Şikem çiftliğe hayvanbilim uzmanı olarak gelir gelmez, büyük değişiklikler gerçekleştirdi. O zamana kadar kimsenin düşünemediği yenilikleri arka arkaya teklif ederek, devamlı söylediklerini pratiğe dökmenin peşinde koştu. 1950’lerin ortasında Kırgız topraklarında cins inekler hiç yoktu. Önce Leningrad’tan cins boğalar getirildi. Neticede hayvanlar cinsleştirilerek, sütteki yağ miktarı artırıldı. Şikem atları cinsleştirmeye de çok önem vermişti. Kendisi de atı çok sever, hızlı koşan ata bindiği zaman hemen değişir, sevinçle coşardı. Atları, onların psikolojisini derinlemesine kavradığı Elveda Gülsarı romanından belli olmuyor mu zaten? Şikem edebiyata girmeseydi, şüphesiz hayvancılık sahasında meşhur bir ilim adamı olacaktı.
Aytmatov: Gıyabımda iyiliğimi isteyen, hem yakın birisi olduğu için böyle konuşmaları normaldir. Kimbilir ne olurdu? Kader dediğin çok esrarlı bir şey… Neyse artık seni konuşalım.
Dram yazarı Kaltay Muhammedcanov’la üçümüz Taşkent’e giderken yolda senin memleketin Ontüstik (Güney) Kazakistan vilayetine uğramıştık ya. Halk arasında “Müslümanların ikinci Mekke’si” denilen Türkistan’da bulunduk. Hoca Ahmed Yesevi’nin mezarını ziyaret ettik. Şerik Seytcanov, Alimcan Kurtayev ve Kuanış Aytahanov isimli kardeşlerin bizi misafir etmişlerdi. O sırada, doğal olarak, Otrar’ın kahramanlığını anlatan birçok olayı aktarmışlardı. Ben önceden de senin ağzından Otırar, Arıstanbab ve Türkistan hakkında çok şey duymuştum. Zaten ikide bir Otrar hakkında, oranın kahramanlarını gözlerinle görmüşçesine sayarak anlattıkların neredeyse bir destan kadar tesirli oluyordu. Senin bu tavırlarından yola çıkarak, “Doğup büyüdüğün mekânın kıymetini bilen oğlansın sen” derdim içimden. Otırar hakkında yazdığın destandan da çok etkilendiğimi belirtmeliyim.
Şahanov: Şike, memleketimle aramda trajik bir bağlantı var. Rahmetli babam eski yazıyı çok iyi biliyordu. Arap harfleriyle yazılan kıssa ve destanları çok okuduğu, eskiye ait her şeyden haberdar oluşundan belliydi. Zamanında biraz mollalık (hocalık) da yapmıştır. Ne yazık ki o yıllarda;
“Fakir fukaranın tarafını tut,
Molla ve zenginleri koyun gibi kamçıyla güt” mısralarına konu olan siyaset çok kimseyi perişan etti. İşte bu siyaset yüzünden, babam kaşla göz arasında doğup büyüdüğü toprakları bırakıp Tölebiy İlçesinin Kaskasu Köyünde oturan kızı İzzet’in evinde barınmak zorunda kalmış. O zaman ben daha 40 günlük bebekmişim.
Ben dokuz yaşındayken babam vefat etti. Dokuz yaşıma kadar dizine oturtup Otırar savunmasında kahramanca savaşıp canlarını kurban eden fedakâr atalarımız hakkında durmadan anlattıkları hafızama öyle işlemiş ki, hiç unutmadım. Yavrusunun doğduğu topraklardan kopmasıyla gönlünde oluşan eksikliği böylece gidermeyi mi düşünmüş, bilemem…
Bazen annem; “Çocuk senin anlattıklarını anlayabilir mi ki? Daha çok küçük” diye tereddüdünü dile getirirdi. Babam da buna karşılık; “Niye anlamasın ki?” Anlamazsa kendisi zorlanacak; kökünü derinlere salamayan ağacın ömrü kısa olur” derdi.
Sayısız askeriyle tüm dünyayı emri altına almak isteyen Cengiz Han’ın kolu, Orta Asya’nın minareleri gökyüzüne dayanan şehirlerini 10-15 gün içerisinde teslim alıyordu. Karşılık vereni acımasızca at toynakları altında ezen zalim kuvvetin kahrından çekinen bazı şehir amirleri hiç direnmeden kapıları kendi elleriyle açmış, teslim olmuşlardı. Fakat Otırar altı ay boyunca düşmana karşı cesurca savaşmıştı.
Cengiz Han, “Otırar’da erkek adına tek kişi kalmasın!” diye emreder. Cesur ruh insanı Kayırhan ile doğduğu toprağa kök salmayan, Otrar’ın dış kapısını Cengiz Han’ın askerlerine açarak anayurduna ihanet eden gencin trajik akıbetini anlatan destan bana daima yol gösterici oldu. Bu hikâyeyi bana anlattığı için babamla, babamın vesilesiyle Otırar’la gurur duyuyorum. Zaman zaman hayale daldığımda, gözümün önünde, dokuz yaşımda beni dizine oturtup Otırar’ın kahramanlık destanını anlatan babam canlanıveriyor. Hislere hitap ederek eğitmek, bence eğitimde verimli bir yöntemdir.
Babamın ta çocukluğumdan aşıladığı terbiye ve ona karşı beslediğim derin sevgi ve saygı beni hayatım boyunca beni etkisi altına almıştır. Babamın hayati prensipleri, mutad adetleri bile olduğu gibi bana geçmiştir. Küçük bir örnek vereyim: Rahmetli babam öğleden önce hiçbir zaman saçını kestirmezdi. Tabii sebebini bilemiyorum.
Ben de bu yaşıma kadar bir kere dahi olsun, öğleden önce saçımı kestirmedim. Belki böyle yapmanın hiçbir anlamı da yoktur. Ama prensip prensiptir. Bu alışkanlığımın zararını da gördüm. Bir ara Amerika’ya bir sonraki gün öğle uçağına bineceğim kesinleştiği anda saçlarımı kestirmem gerektiğini hatırladım. Ne yazık ki gece olmuş, kuaförler kapanmıştı. Ertesi gün öğlene kadar müsait olmama rağmen çocukluğumdan alışkanlık edindiğim âdete aykırı davranamadım. Öylece yola çıktım.
Kısacası, babamı anayurdumun ve hiçbir zaman irtibatımı kesemeyeceğim doğduğum toprağın bir nevi kökü olarak görüyorum.
1992 yılında hemşehrilerimizin yoğun istekleri üzerine, Otırar’da eserlerimi konu alan özel bir program düzenlendi. Temmuzun sonu. Hava o kadar sıcaktı ki, neredeyse cehennem ateşi dersin. Merkezden 30 km. uzakta, ilçe sınırı sayılan ıssız bir yerde hemşehrilerim beni büyük bir coşkuyla karşıladılar. Babamı tanıyan ihtiyarlar, beyaz örtülü nineler beni sırayla kucaklıyorlar, hiç bırakmıyorlardı. Yerli ozanlar, şairler şiirlerini, jırlarını armağan ederken, bir taraftan da müzik çalınıyor oyunlar oynanıyordu. Orada beyaz ipeğe sarılıp altın iplikle süslenen Otırar toprağından yapılan sembolik kolyeyi boynuma takarken üç nine hep beraber; “Yavrum, nerede olursan ol, ata yurdunun toprağı sana güç kuvvet versin” diye dua ettiler.
Bulunduğum her yerde, kendi halkımdan olsun, dış ülkelerden olsun, birçok hediye aldım. Şunu itiraf etmeliyim ki o gün bu gündür bana sunulan hediyelerin hiç birisi ata yurdun toprağını içeren armağan kadar beni heyecanlandırmamıştır.
Aytmatov: Laf lafı açıyor. Eskiden dedelerimiz memleketten uzağa taşınacak olurlarsa, âdet gereği beline ata yurdunun bir avuç toprağını bağlarmış. Gençleri savaşa uğurlarken hanımı veya nişanlısı tandır ekmeğinin kenarından ısırıp ona yedirir, gerisini hep saklarmış. Niyeti: “Ata yurdun ekmeği çeksin de sağ salim dönsün”.
Şahanov: Şike, burada tarihî hafızayla alakalı beni utandıran bir olayı anlatayım. Benim Sergey Tereşenko adında bir hemşehrim var. Kendisi Rus, fakat Kazakça özlü sözlerle konuşmaya başladığında bazı Kazakları bile geride bırakır. O, birkaç yıl Komsomolda, Çimkent vilayeti parti komitesinde başkan olmuştu. Sonradan Kırgızistan Cumhuriyeti Bakanlar Kurulunun Başkanlığını da yaptı.
Sergey’in babası Tülkibas ilçesinin büyük bir sovhozunda uzun yıllar idarecilik yapmış, “Sosyalist Emek Kahramanı” ödülünü [Sovyetler Birliğinde özellikle kolhoz ve sovhozda çalışanlara verilen en büyük ödüllerden biri (Ç.N.)] alan itibarlı bir insandı. Tek kelimeyle, baba-oğul ikisi de doğduğu topraklara bağlı kalmış insanlardı.
Moğol halkının ilk astronotu benim arkadaşım Cügderemidiyin Gurragça’yı da gıyaben iyi tanıyorsunuz. O da sizin hayranınız, çeşitli dillerde yayımlanan eserlerinizi hep topluyor. “Bir daha uzaya çıkarsam mutlaka beraberimde Aytmatov’un eserlerini götüreceğim” demişti bir keresinde.
Bir gün dostum Gurragça’yı memleketime misafir olarak götürürken Sergey Tereşenko ile karşılaştık. Sergey bana;
“Dostuna Otırar’ı, onun dedelerinin yerle yeksan eden etraftaki eski şehirlerin enkazını göster. Belki böyle yapman onu değişik düşüncelere sevk eder” deyip şakavari gülümsemişti. Sergey’in bu şakasının altında gönlümü allak bullak edecek bir tılsımın olduğunu o anda anlayamamışım. Otırar toprağına geldik. İlçe idarecileri bizi özel bir hazırlıkla karşıladılar. O günün akşamı yeni açılan Ebu Nasr el-Farabi Kültür Sarayında, Gurragça ikimizle buluşma gecesi programlamıştı. Öğleden sonra sovhozları gezmeye çıkmadan önce, öz kardeşlerim kadar yakın hissettiğim Hancigit Sızdıkov ile Abulkasım Kulımbetov’den bana “Otırar İlçesi Fahri Vatandaşı” unvanını vermeyi kararlaştırdıklarını duydum. Sovyetler Birliği’nin ilk kadın astronotu V. Tereşkova adında Almatı’da tekstil fabrikası var; Gagarin, Titov, Nikolayev adları da Kazakistan’da yüzlerce okula, sokaklara verilmiş. Uzaya çıkan her astronota, konduğu ülkeye göre, Jezkazgan, Arkalık Şehrinin Fahri Vatandaşı unvanını vermek o yıllar gelenek halini almıştı. Kendi kendime düşündüm ki, Gurragça’nın Güney Kazakistan’a, hele Otırar’a ilk gelişi. Ona da böyle bir unvan verilse kimse bir şey demez. Hatta tam tersine siyasî bakımdan halklar arasında dostluğu pekiştirme adına iyi bir adım sayılır.
Düşüncelerimi kaymakam Muhammedkasım Şarenov’e ilettiğimde o; “Muha, niyetiniz doğru. Ama yine de bu meselede büyüklere akıl danışalım” dedi.
Baharın ilk günleriydi. Güneş ışınlarından yeterince beslenip nazlana gerinen bozkır yemyeşil bir renge bürünmüştü. Eski Otırar şehrinin kalıntılarını Gurragça ile ikimiz uzun uzun dolaştık. Yer yer toprak yığını halindeki kalıntıların bir zamanlar Ulu İpek Yolu boyundaki 150 bin nüfuslu, önemli bir kültür ve ticaret merkezi olduğunu, mimari yönden de gelişmiş bir şehir olduğunu düşünmek bile zor.
Evet, bir zamanlar uygarlığın merkez noktası olan Otırar’da, Aristo’dan sonraki ikinci usta (Muallim-i Sani) el-Farabi doğmuş. Devrin ileri gelen tarihçi, felsefeci, matematikçi, astrolog ve tabiplerini dünyaya getiren mukaddes topraktır bu. Hatta ta o zamanlarda bile şehrin su, kanalizasyon sistemi varmış. Tarihi bilmeyenler için anlattıklarımızın masal gibi algılanması normaldir.
Maalesef, bu büyük medeniyet Cengiz Han askerlerinin atlarının nalları altında kalarak tarih sahnesinden bir anda siliniverdi. Cengiz’in askerleri, hamile kadınların karnındaki çocuğu öldürüp, “Erkek adına kimse kalmasın” diyen gaddar emrin gereğince (kadınların karnından çıkan) çocuğu havaya fırlatarak tekrar ona mızrağın ucunu batırıp öldürmekten zevk alırlarmış. Zalim devrin acımasız sahneleri yerli halkın tarihî hafızasında iyice yer etmiştir. Bu olayların tek şahidi, tüm geçmişi içine atan işte bu enkazlardı.
Biz ölü şehir ile sessizce irtibata geçerek meydana indiğimizde halk yerlere kilimleri, minderleri sermiş, tam ortaya da sofrayı kurmuş, muhabbete dalmışlardı. Bir yanda semaverler fokur fokur kaynıyordu.
İşin enteresan boyutuna bakınız.
Kendi yurdunu, vatanını yerle bir eden, halkını gaddarca ölüme mahkûm eden, sanatın, ilmin, edebiyatın doruk noktasına ulaştığı bir uygarlıktan eser bırakmadan tarih tekerleğini yüzlerce yıl geriye çevirerek zulmün zirvesini yakalayan Cengiz Han’ın neslinden gelen birisiyle, aradan 750 yıl geçtikten sonra samimi bir dostluk kuracağımı, bir zaman onun dedelerinin eliyle yok edilen ölü şehirde sanki hiç birşey olmamışçasına muhabbete devam edeceğimizi daha önce tasavvur edebilir miydik?
Düşünceli düşünceli ilerlerken yanımıza birkaç atlı yaklaştı. Bunlar Musabek Acibekov, Kutım Ordabayev başta olmak üzere yerli aksakallar idi. Gelenler arasında Adiham Şilterhanov aksakalı da görünce çok sevindim. O, Kazakistan’ın tarihini, şeceresini çok iyi bilen; zaman zaman tarihî konularda yazılar yazan bilge bir ihtiyardı. Hal hatır sorduktan sonra onlar, misafire hissettirmeksizin beni bir kenara çekti ve şöyle dediler:
– “Muhtarcan, senin idarecilere bir teklifte bulunduğunu duyduk. Moğol astronotu senin misafirin ve değerli arkadaşın olduğu için halkımızın geleneğine göre her türlü izzet ü ikramda bulunacağız. Fakat senin dediğin gibi ona ‘Otırar’ın Fahri Vatandaşı’ unvanını vermek ne kadar doğru olur? Dedeleri bunca zulmü yapmasaydı, güzelim Otırar minareleri ve kubbeleri uzaktan bakanların gözlerini kamaştırarak bugünlere kadar gelmez miydi? Bir tek Otırar değil, Sırderya sahilindeki yerle bir olan 42 şehrin trajedisini de ekle. “Bunda Gurragça’nın suçu ne?” dersin belki. Tabii onun şahsının zerre kadar suçu olmadığını bilmiyor değiliz. Ama yine de Gurragça atalarının zulmünden -belki de kan yakınlığıyla- az bir miktar da olsa mesuldür. Buna tarihî hafızanın hükmü denir. Geçmişe kin beslemek ilkemize aykırıdır. Ama olup bitenleri tamamen hafızadan silemeyiz de. Meseleye bu yönden bir yaklaşsan…
Büyükler atlarına atlayarak tekrar geri döndüler. Bir anda ayılır gibi oldum. Az önceki düşüncelerimden utanıyordum. Nicelerini şiirlerimle büyüleyen bir şair olarak bilinmeme rağmen, tepeden tırnağa şecere deposu mahiyetindeki büyüklerin yanında çok aşağılarda olduğumu bir kez daha anladım. Babamı hatırladım o an. Demek dokuz yaşıma kadar Otırar kahramanlığını onlarca, belki de yüzlerce defa tekrar ederek anlatmasının altında derin bir mana gizlendiğinin farkına varamamışım. İşte, meselenin özü…
Sonra Gurragça’ya büyüklerle aramızda geçen konuşmayı olduğu gibi anlattığımda, misafirim;
– “Her adımını gözden kaçırmayarak millî tarihî hafızayı muhafaza etmeye özen gösteren büyüklerinin olması -bir şair olman hasebiyle- senin için büyük bir şans” demişti.
Aytmatov: Gerçekten ilginç bir olaymış yaşadığın. Gelecek nesle zararının dokunmaması için karar verme safhasında olan insan, işin teferruatını iyice düşünmeli. Buna benzer çok şey anlatılagelmiştir. Tabii her şey her zaman söylediğim gibi olmuyor. Mesela; dünyanın yarısını zulmü ile istila eden Cengiz Han yıllar sonra böyle olacağını düşündü mü? Aradan yüzyıllar geçti. Tabii ki Gurragça’nın hiçbir suçu yok, bunu senin köyünün büyükleri de biliyor. Ama tarihî hafızayı hafife almak mankurtluğun alametidir. Yani geçmişini unutursan ölmüşlerin hakkına girersin. Sadece bugününle yaşarsan gelecek neslin bedduasını alırsın.
Tarihin sararmış sayfalarını çevirmeye devam edersek, kimbilir daha nelere şahit olacağız? Tarihî hafızanın silinmesini önleyeceğiz diye, Cengiz Han’ın yüzünden tüm Moğolları veya Hitler yüzünden Alman milletini suçlamaya hakkımız yok. Bir misal daha; bir zamanlar İngiltere ile Fransa arasında 100 yıllık bir savaş vuku bulmuştur. Bundan dolayı, İngilizler ile Fransızlar’ın birbirinin yüzüne bakmama gibi durumları olmadı.
Demek istediğim; tarihî hafızanın dar çemberini aşmazsak, millet olarak akibetimiz iyi olmaz. Aynı zamanda onu hepten unutursak manevi mankurttan farkımız kalmaz.
Soylu (köklü) bir millet, bütün dünyaya ortak manevi ve medeni değerlere dayanarak terazinin kefelerini denk tutmayı becerebilen bir ferasete sahiptir. Tıpkı bunun gibi yarınını düşündüren prensipleri olmasaydı, şu bozkır nasıl olur da “Köy Akademisi” diye adlandırılabilirdi?
Şahanov: Çocukken yaşlıların güneşin batışını seyrederken, “Hayatın çoğu gitti, azı kaldı” dediklerini çok duyardım. Size büyüklerden duyduğum bir hikâyeyi anlatayım:
Sırderya Nehri bir gece aniden taşmış. Derya kenarında oturan bir zenginin evini, barkını, çoluk çocuğunu, neyi var neyi yoksa hepsini sel götürmüş. Adam yüzme biliyormuş. Can havliyle kendini kurtarabilmiş. Kurtarmış kurtarmasına ama elinde hiçbir şeyi yok. Bu vaziyetteyken oturmuş, ellerini açmış; “Ya Rabbi akibetimi hayreyle” diye dua ediyormuş. İhtiyarı böyle bir durumda gören zengin bir genç ona gülerek; “Aksakal, yaşınız yetmişin üstünde. Dünya adına her şeyiniz gitti. Bundan sonra nasıl bir akibet bekliyorsunuz ki?” demiş. Yardım edeceğine, merhametsizce sırıtan adam, atını kamçılayıp oradan uzaklaşmış. Dünya bu ya, aradan bir kaç sene geçmiş, memlekette o zamana kadar görülmedik bir kıtlık başlamış. Sözünü ettiğimiz zengin gencin malı mülkü elinden gitmiş. Çoluk çocuğu açlıktan ölünce, tek başına kalan adam diyar diyar dolaşıp dileniyormuş. Derken Sırderya kenarında uzaktan tüten bir duman gözüne ilişmiş. Hızlı adımlarla ilerleyen adam bir çadırın önüne kadar gelmiş. Çadır sahibi hanım gelen misafiri içeriye buyur etmiş, aç olduğunu hissederek ikramda bulunmuş. Çadırın bir köşesinde iki üç çocuk aşık oynuyorlarmış. “Siz rahat olun, yemeğe buyurun, dinlenin. Birazdan beyim de gelir”, demiş kadın.
Aradan çok geçmemiş ki eve önceden nehir kenarında karşılaştığı ihtiyar girmiş. İkisi de hemen tanımışlar birbirini. Et [Kazakların millî yemeği olan beşparmak kastediliyor (Ç. N.)] yenildikten sonra ihtiyar ev sahibi misafirine yönelerek anlatmaya başlamış; “Beni horlayıp gülerek yanımdan ayrıldıktan sonra, nehir kenarında ilerlemeye devam ettim. Çok mu yürüdüm az mı, bilemiyorum. Bu gördüğün topluluğa ulaştım. Başımdan geçenleri duyunca bana sahip çıktılar. Ellerinden geldiği kadar yardım ettiler. İşte bu gördüğün yengen o zamanlar dul bir kadınmış, evlendik; çoluk çocuğa karıştık. Günlük ihtiyaçlarımızı gidermeye yarayan birkaç hayvanımız da var. Tüm servetim bundan ibarettir. “Akıbetimi hayreyle” demekle kastettiğim işte buydu. Duam kabul oldu. Allah’a binlerce defa şükretsem yine azdır. Dünya malı elin kiri. Oğlum, o zaman sen çok büyük konuştun. Dünyaya dalmıştın, gözün hiçbir şey görmez olmuştu. Her şeyin bir bedeli olduğunu artık anlamış olmalısın”, demiş.
Bu hikâyeyi anlatmamın sebebi, Şike, o ihtiyar gibi “Ya Rabbi, bizim de akıbetimizi hayreyle” deme zamanı bize de geldi…
Aytmatov: Haklısın, ömrümüzün çoğu gitti, azı kaldı. Gün gelir, beşer olan herkes “Ya Rabbi sonumu hayırlı kıl” diyecektir muhakkak. Önemli olan, o an gelip çatana kadar hayat imtihanını verebilmek, utandırmayacak ameller işlemektir.
Şahanov: İnsanoğlu dünyaya geldiği andan sağını solunu tanıyıp ayaklarını sağlam basacağı ana kadar onu eğiten de, tenkit ederek doğru istikamete yönlendiren de ortamıdır.
Kızılkum Çölünde jantaq [deve dikeni] denilen bir bitki var. (Bunun hakkında bir şiir de yazmıştım.) Bu bitki kavurucu sıcaklarda bile yemyeşil renkte, kökünü kırk kulaç derinliklere, toprağın altına saldığı gibi çölleri süsler. Tam tersine kanbak [çöllerde yetişen, kökü toprağın yüzeyinde olduğu için hafif rüzgârdan kopan, çalıya benzer bir bitki. Rüzgârın önünde sürüklenir. (Ç. N.)] ise esen rüzgârın, kayan kumun istikametinde yuvarlanmaya devam eder. Köklülük (soyluluk) ve köksüzlüğün farkı işte bu kadar!
Aytmatov: İnsanlar da aynen bu misalde olduğu gibi, Allah’tan, gelecek nesle devedikeninin derin köklü kaderini vermesini; yolu yönü belirsiz kanbağın anlamsız hayatından uzak eylemesini dileyelim. Kanbak gibileri toplum için her zaman tehlikelidir.
Halk arasında, beklenmedik bir anda düşman eline esir düşen bir çocuk hakkında bir efsane anlatılırdı. Aradan uzun yıllar geçer, çocuk büyür, tabii bu arada doğduğu yeri (göbek kanının damladığı yeri), anne babasını, tek kelimeyle özünü unutmaya başlar. Kendi benliğinden sıyrılarak yabancı ülkenin her şeyini özümser. Aklını ve iradesini yerinde kullanarak esir düştüğü ülkenin idarecisi seviyesine yükselir. Günlerden bir gün, idarecinin doğduğu köyden gelen kervan atayurdun toprağında yetişen bir deste jusanı (hoş kokulu, kara iklim şartlarında bozkırlarda yetişen bir bitki) yaşlı idareciye armağan eder. Jusanı kokladığı anda, idarecinin gözünün önüne çocukluk yılları ve kırlarda lale topladığı günlerin tatlı hatıraları gelir. Gönlünün derinliklerine gömdüğü anıları canlanır, gözyaşlarını tutamaz. Artık onu hiçbir kuvvet durduramazdı. Çok kişinin hayal edip de elde edemediği tahtı anında terkeder. Devlete, servete dönüp bakmadan atına bindiği gibi atayurduna doğru dörtnala koşar.
Doğduğun yeri sevmek, oraya bağlanıp kalmak demek değildir. Dünya âlemi hiçe sayarak “Suyum başımda, mezarım yanımda” deyip oturduğumuz yerden başkasını görmezsek, gericilik yapmış oluruz. Diğer bir ifadeyle akmayan göl gibi, dünya uygarlığından, gelişmelerden haberimiz olmaz. Neticede hiçbir şey elde edemeyiz.
Basit bir misal; senin Otırar’ından, benim Şeker’imden yetişen birçok genç şu anda dünyanın dört bir bucağındalar. Çeşitli ülkelerde eğitimlerini geliştiriyorlar. Bazıları kendi sahalarında uzmanlaşma çabasındalar. Atalarımızın, “Atın varken atla da dünyayı gez!” dediği gibi gençken dinamizm ve aktiviteyi dünyayı gezmeye, tanımaya, öğrenmeye yoğunlaştırmalı.
Ama yine de yerkürenin hangi enleminde, ekvatorun neresinde olursan ol geriye dönüp özlemini giderecek dayanağın, doğduğun yerdir; anayurdundur. Onunla aranızdaki manevi ilişkiler devam ettikçe yolun açıktır. Başka toprak, başka hava, başka su onun yerini dolduramaz.
Evet, bizimle anayurdumuz arasında gözle görülmeyen sayısız bağlantılar olduğu bir gerçek. Senin de yukarıdaki şiirinde belirttiğin gibi, her insanın öz annesinin dışında dört anası olmalı. “Bu dört ananın en büyüğü, herkesin anayurdudur” demişsin. Ben de aynı görüşteyim.
“Ben vatansız yaşayabilirim, ancak yurdum bensiz yaşayamaz” diyenlerin düşünceleri tamamen bizim maneviyatımıza zıttır. Aksine, mukaddes yurdumuz bizsiz de güllük gülistanlık olur; gelişmeye, güzelleşmeye devam eder. Fakat anayurt, vatan kavramları zihinlerde ve gönüllerde yer etmedikçe, ruhumuzun yükselmesi söz konusu değildir.
Vatanımız yaşadıkça biz de varız.

II. Bölüm
Merhamet Işınlı Yıldızlar veya Bir Avuç Toprak
“Onları hatırlamak bile bayram sevinci yaşatıyor insana. Sanki gönül ufkunu genişleterek güneş ışınları zihnini açıyor. Karşındaki kim olursa olsun, diğerlerinden üstün, bariz bir vasfı varsa onu açığa çıkarmakla insan dünya uygarlığına katkıda bulunmuş olur.
Her şeyden evvel bu hatıratlara kendi ihtiyacımız vardı. İkinci bir önemli husus da, o büyüklerin aziz ruhlarına karşı kardeşlik, evlatlık borcumuzu ödemiş olmamız. Umarım bu anılar, onların zamanla, yağmurla, güneş altında silinmeye yüz tutmuş kabirlerine dua niyetiyle attığımız bir avuç toprak hükmünü alır.”

    Cengiz AYTMATOV
“Hiç de kolay değildir bu tartışma.
Birlik yolu, tüm zamanlar ister güç.
Anlamamak hiç bir zaman suç değil,
anlamaya çalışmamak büyük suç”.
    Muhtar ŞAHANOV
Aytmatov: Çok rüya görüyorum. Ne hikmetse, gözlerimi yumdum mu rüyalar âlemine hapsoluyorum. Rüyaların ardı arkası kesilmiyor. Sabahleyin bazen sevinerek, bazen da üzülerek uyanıyorum. Bir zamanlar acı tatlı günleri paylaştığım, ufuklarda yıldız misali parlayan değerli şahsiyetlerin rüyamda gördüğüm zaman seviniyorum. Bazen, direkt yakınlığım olmasa da gıyabında çok iyi tanıdığım büyükleri görüyorum. Hayatta hiç kimseye söylemediğim sırlarımı rüyamda onlarla paylaşıyorum. Gizleyecek ne var, bu durumumdan tedirgin olup birkaç kere doktora da gittim. Uzmanlar her şeyimin normal olduğunu, korkulacak hiç bir hususun olmadığını söylediler. Ama ben daha halen uykuya dalar dalmaz kendimi çeşitli olayların, çağrışımların içinde buluyorum…
Şahanov: Şike, ben doktor değilim, ama bence bu durumunuzla ilgili kafanızı yormanıza hiç gerek yok. Bildiğim kadarıyla bu hayal dünyanızın genişliği, belli bir şeyin tesiri altında kalmaktan kaynaklanan halet-i ruhiyenizdir.
Buradan kendi teşhisimle biraz da gözünüzü korkutayım. Eğer rüya görmez olsanız, şu anda yakalandığınız seviyede bir yazar olmaktan çıkabilirsiniz.
Gökyüzünden yıldızın kaymasına şahit oluyoruz ya zaman zaman. Kayan yıldızın en son saçtığı ışık, yere milyonlarca sene sonra ancak ulaşırmış. Bu dünyada yaşayan bazı insanlar da fani hayata elveda dedikten sonra o yıldızlar gibi insanların zihninde parlar, ışık verir. Çoktan aramızdan ayrılarak mekanlarını değiştiren yıldız şahsiyetlerin sizin rüyalarınıza girmesi, mana âleminin gözle görünmeyen ışınları vasıtasıyla gerçekleşiyor olabilir. Belki de olar hayattayken sonuna kadar götüremedikleri mühim işleri sizin tamamlamanızı, hayatın inişli yokuşlu yollarında kaçırdıkları bazı hayal-ideallerini sizin gerçekleştirmenizi istiyorlar. Onun için, rüyalarınıza girerek bu isteklerini iletiyor olabilirler.
Aytmatov: Şaka yaptığını anlıyorum. Fakat senin bu şakanda gerçek payı da yok değil. “İlyada” ile “Odisse”nin yazarı Homeros hakkında Yunun düşünürü Platon (Eflatun), “Bu şair tüm Ellada’yı eğitti” demiş. Ulu şahsiyetler bütün bir ülkenin, halkın muallimleridir.
Onların çabaları olmasaydı, kim bilir bugün bizim kaderimiz ne istikamette olurdu?
İşte böyle büyüklerden ilk tanıdığım, Kazak halkının ulu evlatlarından, bütün dünyaca ünlü yazar Muhtar Avezov idi. O zamanlar ben, Bişkek’teki Skryabin adlı Ziraat Üniversitesinde öğrenci idim. “Manas” Destanının kavga konusu olduğu yıllar… “Manas”ın geniş kapsamlı, Kırgızların tarihini millî değerlerini, kahramanlığını içeren değerli bir eser olduğu herkes tarafından kabul ediliyordu. Buna rağmen, mesele sosyalist realizm bakımından incelenmeye başladığında, kimseden çıt ses çıkmıyordu. Sebep, o devrin ideolojisi için zenginleri kötüleyen, fakirlerin aşağı seviyeli hayatını, hatta üstün sınıf insanlara karşı başkaldırmalarını kaleme alan eserlerin lazım olmasıydı. Maalesef adı geçen destanın başkahramanı Manas, zengin Jakıp’ın tek çocuğuydu ve aynı zamanda Han (ülke yöneticisi) unvanını taşıyordu. Bazı araştırmacılar (buna Kırgızlar da, Ruslar da dahil) han kelimesinden bile ürktüler. Neticede, Manas Destanına zengin- feodal (derebeyi) devrini, hanlık idare sistemini geri getirmeyi amaçlayan, avamın görüşlerine aykırı, gerici eser” denildi. Destanı bu yönüyle ele alan makaleler medyada açıkça yayınlanmaya başladı. Bu hareketler değerli destanın trajedik kaderinin ilk basamakları idi. Tabii bu arada Manası’ı koruyup kollayan birkaç makale de basıldı. Fakat onu önemseyen kimse olmadı.
Millî değerlerine sahip çıkmayı kutsal bir görev olarak bilenler, iki arada bir derede kalmıştı. Böyle bir dönemde SSCB İlimler Akademisi Kırgız Şubesi binasında “Manas” Destanı konusunda konferans olacağını ve destanın kaderinin bu toplantıda belirleneceğini duyduk. Hemen dersten sonra arkadaşlarımızla birlikte oraya gittik. Yanılmıyorsam, 1952 yılının sonbaharı idi. Biz geldiğimizde binaya girmek şöyle dursun, yaklaşmak bile mümkün değildi. Çok kalabalıktı. İçeride yer yoktu, dışarıda kalanlar “Manasımızdan etmesinler” dercesine yerlerinde duramıyorlardı; ortalık kaynıyordu.
Ben de kalabalığa karıştım. Ama yerinde duramadım. Önümdekileri ite kaka konferans salonunun kapısına kadar gittim ve kapı aralığından içeriyi süzdüm. Boynumu ileriye uzattığımda en öndeki 10-15 kişilik toplantı heyeti gözüme çarptı. Tam ortada Kırgızistan Komünist Partisi Merkez Komitesi Birinci Sekreteri İshak Razzakov, onun sağ tarafında da alnı bembeyaz parlayan M. Avezov oturuyordu. Muhan ile (M. Avezov) yüz yüze görüşmesem de eserleriyle birlikte basılan resimlerini daha önce görmüştüm. Etrafını aydınlatıyor gibi görünen M. Avezov’un nurlu simasından bir süre gözlerimi ayıramadım. O, sırayla kürsüye çıkarak destanı hiç bir işe yaramayan, lüzumsuz olarak tanımlayanların konuşmalarını dikkatle dinliyor, ara sıra önündeki kağıda bir şeyler karalıyordu.
– “Manas, partimizin bugünkü siyasetine tamamen ters düşen eser… Daha doğrusu, Pan-Türkizmin kalıntısı”, diyen tebliğcilerden biri A. Borovkov da destanı baştan sona kötülerken, salondakiler kıpırdanıyorlardı. Her ne kadar konuşulanların doğru olmadığını bilseler de, toplananlar, itirazlarını açıkça belirtmekten acizdiler. Kapı arkasından ikide bir kızgın sesler duyuluyordu. Toplananların “Manas” her halde tamamen elimizden gitti, diye kara kara düşünmeye başladığı bir anda kürsüye yavaş adımlarla M. Avezov çıktı;
– “Manas zenginleri, üst sınıf insanları öven mısraları içerebilir. Fakat bu eser, bütün bir halkın millî değerlerinin, kahramanlığının, manevi zenginliği ile derin kültürünün saf şiir diliyle ezbere söylenerek nesilden nesle aktarıla gelen muhterem bir tarihi değil mi? Bunu böyle kabul ediyorsak, Kırgız halkının hayatından ‘Manası’ uzaklaştırmakla, bu milletin dilini kökünden kesmiş olmayacak mıyız? Toplum olarak, vur diyeni öldür anlayan bu tür abartıcılıktan ne zaman kurtulacağız?” deyip biraz durakladı. Sonra az önce konuşma yapan Borovkov’a yüzünü çevirdi O da ne yapacağını şaşırmış, boynu bükülmüş bir vaziyette aşağı eğilmişti.
Muhan’ın geniş görüşlülüğü, eski ve yeni dünya edebiyatı tarihini çok iyi bilmesi, tam delil ve geniş felsefeye dayanan belagatlı konuşması, Kırgız milletinin manevi değerlerine karşı büyük saygısı ve aşırı güveni salonda yepyeni bir havanın oluşmasını sağladı. Gerçeği söylemek gerekirse, “Manas” Destanının “kara listenin” haricinde kalması M. Avezov’un yukarıdaki tarihî konuşması sayesinde oldu. Onun, gönüllere hitap eden savunma mahiyetindeki konuşmasını dikkatle dinleyen İshak Razzakov da memnuniyetini kafasını sallamakla belirtiyordu. “Manas’ın” paha biçilmez değerde olduğunu bilmesine rağmen sert siyasetin çemberinden çıkamadığı, onun her halinden belliydi. Meşhur destanı açıkça savunduğu için, Taşım Bayjiyev gibi aksiyoner insanların daha önce hapis cezası alması, tehlikenin ne denli feci olduğunu gösteriyordu zaten… Konferans sona erdiği anda dışarıdan “Müjde! Müjde! Manas’ı kurtardık! Muhtar nerede? Seni doğuran anneye ve tüm Kazak halkına canımız kurban! Aksarbas! Aksarbas! [Müjdeli haberi duyururken kullanılan bir tabir (Ç. N.)]” sesleri yükseldi. Sevinçten ağlayanlar, ağlayıp sevinenler; ortalık kaynıyordu.
Şahanov: O yıllarda, zengin derebeyilerini medhettiği bahanesiyle Kazakların nice kıssa, destan ve halk edebiyatının güzel örnekleri kara listeye alınıp arşivlere gömüldü. Bazıları yok edildi. Burada bir şey aklıma geldi. M. Avezov’un olur olmaz bahaneyle suçsuz yere iki yıl hapiste oturup, hürriyetine yeni kavuştuğu sıralarda, -güvenliğin gözetimi altında bulunan- ona duyduğuma göre Devlet Güvenlik Komitesinden tanımadığı bir kadın telefon açmış ve “Ne yapıp yapıp bugün buraları terkediniz. Biraz çabuk olmazsanız iş işten geçmiş olacak. sizi tutuklama kararı hazırlanıyor” demiş. Muhan (bu haberi alır almaz) o günün akşamı Moskova’ya uçmuş. Moskovalı dostlarının yardımıyla tahkikattan kurtulmuş. M.G.U.’ya (Moskova Devlet Üniversitesi) profesör olarak alınmış. Bütün bunlardan sonra diyorum ki, böyle karma karışıklığın ortasında hayatını tehlikeye atarak “Manas”a sahip çıkmaya çalışması, bir kahramanlık örneği değil de nedir?
Aytmatov: Ev-e-e-t… Yukarıda sözünü ettiğim “Manas” konferansını kapı aralığından dinledim dedim ya. 30 sene sonra “Manas” Destanının ilk baskısına editör olarak Mukaddime yazacağımı, dünya çapında düzenlenecek toplantılarda onunla ilgili konuşma yapacağımı o zaman aklımın ucundan bile geçirememiştim…
Büyük üstad M. Avezov ile ikinci defa görüşmem çok ilginçtir. Moskova M. Gorkiy Dünya Edebiyatı Enstitüsü Yüksek Edebi Kursunda öğrenciydim. Mihail Dudintsev’in “Ni Hlebom Edinım” romanı yeni yayınlanmıştı, Edebiyat ortamında bu eserle ilgili şoklar yaşanıyordu. Kimisi romanı övmeye kelime bulamıyor, diğer bir taraf da, tam tersine, eserin çok kötü olduğunu söylüyordu. Kamuoyundaki bu tartışmayı durdurmak ve belli bir karara bağlamak amacıyla Merkez Edebiyatçılar Evi’nin küçük salonunda bir toplantı ilan edildi. Ben erkenden gelip bir yere oturdum. Protokole edebiyatın (ve diğer alanların) en ileri gelenleri yerleştiler. Salon o kadar doluydu ki, bazıları pencere önüne, bazı kimseler de yere gazete sererek oturmuşlardı. Edebi tartışmanın biteceği yoktu. Söz ustaları peşi sıra kürsüye çıkıyor, fikir mücadelesi yapıyorlardı. Aradan ne kadar vakit geçtiğini bilemiyorum, bir ara kapı tarafına bakmıştım. Kalabalığın içinde M. Avezov’un hasret olduğum yüzünü gördüm. Biraz geç gelmiş olacak… Protokoldekiler Muhanı görmemişler veya görseler bile o kalabalıkta içeriye geçmek imkansızdı. Onu öyle ayakta görünce yerimde rahat edemedim. Anlaşılan ne içeri girebiliyor ne de dışarı çıkabiliyor. Derken ara verildi. Salon çok havasızdı. Hava almak için millet dışarıya koyulduğu zaman, ben de itişe kakışa Muhan’a yetiştim.
İki elimle elini sıkarak selamlaştım ve hemen:
– “Muhtar Ağa, size yer var. Benimle gelir misiniz?” deyip kendi yerime kadar götürdüm.
Muhan, gösterdiğim yere yerleştikten sonra bana biraz şaşkınlıkla bakarak:
– “Oğlum, kimsin sen? Nerelisin?” diye sordu.
– “Kırgızistanlıyım. Burada Edebiyat Enstitüsünde okuyorum,” dedim.
– “Ha, demek öyle! Şimdi her şeyi anladım. Sağ olasın yavrum. Bahtın açılsın,” deyip bana merhamet dolu bakışlarını uzattı.
Benim için bundan daha güzel bir dua olamazdı.
Sen kendin hiç görüştün mü Avezov ile? O vefat ettiği zaman yaşın küçük olsa gerek ama…
Şahanov: Vefatından bir kaç ay önce, Şımkent Kurşun Fabrikası Kültür Sarayında “Abay Yolu” romanı hakkında iki günlük okuyucular konferansı düzenlenmişti. Konferansa, Muhan, Almatı’dan özellikle gelip iştirak etmişti. Vilayetimizde herkesçe tanınan, Mamıtbek Kaldıbayev isimli şair bir arkadaşım var idi. O, “Abay Yolu” konferansına benim için davetiye göndermiş. Dünyaca ünlü yazarı o zaman ilk defa gördüm. Konuşmasından tut, oturması, kalkması, hatta memnuniyetini izah ederken parmağıyla burnuna dokunarak “Pali, pali!” (“Vah, vah” anlamında kullanılan tabir) diyerek gülümsemesi, herşeyi ve herşeyi benim gibi gençlerin çok ilgisini çekmişti. Maviye çalan gri renkli bir ceket giymişti. Kitaplarında gördüğüm resimlerine kıyasla biraz zayıf, yüzü solgun görünmüştü. O sıralar “Albay Jolı” sonraki “Ösken Örken” adlı yeni eserini yazıyormuş. Belki de ondan çok dalgın idi…
Konferans bitince yazarın imzasını almak için sıraya girdik. O kalabalıkta, ilerleye ilerleye yazarın yanına ben de yaklaştım. O zamanlar “Albay Jolı” ile “Enlik-Kebek” eserinin bazı bölümlerini ezbere biliyordum. Bildiklerimi yazarın önünde söylemek isteyip kendimi zorlamama rağmen cesaretimi toplayamadım. Bir yandan da utandım. Diğer taraftan benden sonra sıraya dizilenler acele ediyorlardı.
– “Adın ne, oğlum?” dedi Muhan eline verdiğim kalınca roman kitabının ilk sayfasını açarken Muhtar.
“Babam sizin kitabınızı okuyunca, size saygısından dolayı bana bu ismi vermiştir demek istedim. Fakat yine cesaret edemedim
Yazar, yüzüme sevgiyle baktı. Kafasını salladı ve yazmaya başladı. “Bala Muhtar’a ata ( Muhtar’dan. En içten sevgilerimle…” deyip imzaladı. Yazısı biraz kötüymüş. Böylece bu büyük sanatkarla ilk ve son defa görüşmüştüm.
Ben Şımkent Pedagoji Enstitüsünde öğrenciyken Adil Ermekov adında bir yaşlı hocamız vardı. İlginç bir şey, bu hocamız M. Avezov’un “Albay Jolı” romanını ezbere söylüyordu. Hani Sayakbay Karalayev var ya, onu hatırlatan fenomenin bir parçasıydı sanki. Sizin “Samanyolunuz”daki birçok monologları da ezbere biliyordu. Öğrencisi olduğum için benimle de gurur duyuyor olmalıydı ki benim delikanlı çağımda yazdığım bir kaç şiirimi de özenle okuyordu. O hocamızın kendi ağzından duyduğum bir vakayı anlatayım.
M. Avezov, hayatının son yıllarında yeni bir roman yazmak amacıyla güney Kazakistan’a sık sık gelirmiş. Adil Ermekov bir görüşme esnasında Muhan’dan duyduğunu şöyle aktarıyor:
Kanış Satbayev [Kazak Jeoloji ilminde büyük başarıları elde etmiş bir âlim (Ç.N.)] ile M. Avezov Leningrad’ta öğrenciyken bir çingeneye fal baktırmışlar. Çingene Kanış Satbayev’in avucuna bakarak:
– “Çok zorlu zahmetler çekeceksin. Hepsinin üstesinden gelecek, meşhur bir âlim olacaksın,” der.
M. Avezov’un avuçlarına bakınca bir süre sessiz kalır. Biraz düşündükten sonra;
– “Sen de büyük bir adam olacaksın. Tüm dünya tanıyacak seni. Fakat çok ağır ve girift yollardan geçeceksin. Birkaç kere hayati tehlike atlatacaksın. Külfetli devrelerin sonunda itibarın yükselecek. Üç defa evleneceksin. Ecelin de bıçak olacak,” der. Ağzının içine bakarcasına konuşmasını dinleyenlere M. Avezov;
– “Hayatımın çok zahmetli ve tehlikeli geçtiği doğru. Ortalığın karıştığı o devirde ‘vatan haini’ iftirasıyla idam edilebilirdim. Tesadüf eseri kurtuldum. Meşhur olacağıma dair yorumu da -yarı yarıya dahi olsa- gerçekleşti. Çok büyük birisi olmasam da insanlar tarafından az çok biliniyorum… Üç evlilik meselesi de aynen oldu. Ecelimin bıçaktan olacağını söylemesi son zamanlarda biraz korku salıyor içime. Akşam geç saatlerde dışarı çıkmamaya, yalnız kalmamaya dikkat etmeye başladım,” demiş.
Şike, M. Avezov’un Kremlin Hastanesinde ameliyat olurken hayata elveda dediğini herkes biliyor. Yani rahmetlinin eceli yine bıçaktan olmuş.
Aytmatov: Ah, şu kader! Muhan ile en son 1961 yılında, hastaneye yatmadan az önce, Moskova Otelinde karşılaşmıştım. Kendisini o anda çok sevinçli gördüm. Memleketten getirdiği Kazı, Kartayı [KartAytmatov: Haşlanmış at işkembesi. Kazak sofrasının en meşhur soğuk yemeklerinden olup kıymetli misafirlere ikram edilir (Ç. N.)] iştahla yiyip, çay içmiştik. Baba oğul gibi samimi muhabbete dalmış, gece saat 01:00’a kadar oturmuştuk.
“Kuntsevo hastanesine yatacağım. Doktorlar Polip diyorlar. İyi huylu tümör imiş.
Gücüm kuvvetim yerindeyken bir an önce kurtulayım diye düşündüm” demişti. Kıymetli üstadı son defa gördüğümün, elinden ikramını bir daha tadamayacağımın, sesini son defa duymakta olduğumun farkında değildim o zaman. Ertesi gün -aklımda hiç bir şey yok- ben Fvunze’ye gittim…
Şahanov: Muhan’ın meşhur Fransız yazarı Louis Aragon’un, Moskova’ya geldiğinde özel ziyafet verdiğini duymuş muydunuz?
Hayır duymadım. Ancak ikisinin çok samimi arkadaş olduklarını biliyordum.
Şahanov: Muhan dış görünüşü itibarı ile iri-yarı, çekici bir yapıya sahipti. Louis Aragon hürmetine tertiplenen ziyafete Dinmuhammed Konayev ile Kanış Satbayev de katılmışlar. Allah rahmet eylesin, milletimizin gönlünde ebediyete kadar yaşayacak olan bu iki büyük şahsiyet de uzun boylu, geniş gövdeliydiler, hem pek yakışıklıydılar. Onların yanında uzun boylu cüsseli bir delikanlı da varmış. Dördünün de bir erkeğe has vücut yapısına sahip olmaları ve ferasetli görüşleri Louis Aragon’un dikkatini çekmiş;
– “Kazakların hepsi sizler gibi iri yarı mı oluyor?” diye hayretini gizleyemeyerek sormuş.
– “Evet, evet, bizim insanımız hep uzun boylu olur. En kısası benim”, diye cevap vermiş Muhan şakayla. Louis Aragon söylenenlere inanmış tabii. Çok hayret etmiş. Tam o sırada odaya ülkemizin ideoloji yöneticisi -adını söylemeye lüzum görmüyorum- millî sanat değerlerimize yararından çok zararı dokunan kısa boylu birisi girmiş.
– “Ama bu istisna,” demiş, Muhan, lafın altında kalmadan.
M. Avezov’un meşhur “Abay Jolı” adlı eserini Fransızcaya tercüme eden Louis Aragon’un, sizin eserlerinizi de dikkatle incelemesinin Muhan’ın vesilesiyle olduğu belli.
Bununla ilgili Kırgızistan Halk Yazarı Junay Mavlyanov’un hatıratından alıntı yapmadan geçemeyeceğim:
“Issıkgöl kenarında bulunan geniş yazlığının baş köşesinde Muhan, Sokrates’in alnına benzeyen geniş alnını ara sıra el ayasıyla sıvazlıyor, konuştukça konuşuyordu. Konu edebiyat ve sanata kaydığında, evvela Aytmatov’dan bahsetmeye başladı:
– “Şu anda Orta Asya ve Kazakistan’da, hatta tüm Sovyetler Birliği genelinde Cengiz ayarında bir sanatkar yoktur.”
“Ben Lenin ve Devlet Ödüllerini belirleme komitelerinin üyesiyim. Dolayısıyla çokları tarafından övülen bir çok eseri okudum. Şunu itiraf etmeliyim ki bunlardan hiç birisi “Cemile” ile rekabet edemiyor. Bu görüşümü SSCB’nin en önemli gazetelerinde de altını çizerek belirtmiştim. Belki de okumuşsunuzdur. Buna rağmen, kendi aramızdan, benim Fransız dostum Louis Aragon kadar Cengiz’in kıymetini anlayan, onu haketteği şekilde medheden ve onun eserleri hakkında geniş çaplı görüş bildiren kimse çıkmadı. Kırgız kardeşlerimizin yıllardır Kazaklarla Alatav ve Isıkgöl’ü paylaşmaları, ortak olarak sahiplenmeleri gibi, bundan sonra Cengiz’i de iki halkın ortak evladı sayarak, hep beraber onunla gurur duyarsak, kıskanmazsınız. Allah nazardan saklasın” deyip sözünü samimi dilekleriyle noktaladı Muhtar Ağa.
Bugünlerde Kırgız edebiyatının patriği olarak anılan saygıdeğer insan Tügelbay Sıdıkbekov Aksakal’ın “Dağ Arasında” adlı iki ciltlik romanı ile sizin “Cemile”niz aynı anda Lenin Ödülü yarışmasına sunulmuştu. Tabii karar anında hem ödül komitesinin üyesi hem de Tüken’in çok samimi arkadaşı olan M. Avezov’un ağzından çıkan bir tek cümlenin bile ne kadar büyük rolü olduğu belli. Adaletin ölçüleceği böyle önemli bir karar anında, Muhan’ın kılı kırk yararcasına adil davrandığını Tügelbay Sıdıkbekov’un kendisi anlatıyor. Diyor ki; “10 Nisan 1969. Ödül komitesinin toplantısında, yarışmaya katılanlar arasından oylamaya tabii tutulan birkaç eser seçildi. Dağ Arasında’ya sıra gelince, ben, kural gereği dışarı çıktım. Salon kapısı az açık kalmıştı. İçeriden “Geniş çaplı sosyal bir roman!” diyen Nikolay Semyonoviç Tihonov’un sesi duyuldu. Demek o, beni savunuyor. Arkasından Sergey Sergeyeviç Smirnovun; “Muhtar Omarhanoviç, siz bu romanı orijinalinden okudunuz. Dolayısıyla sizin kararınız oylamada ağır basacak” dedi, boğuk bir sesle.
Muhan buna karşılık, “Ben Cemile’yi tercih ediyorum” diye cevap verdi.
Aytmatov: Cemile yayınlanır yayınlanmaz Literaturnaya Gazeta’da [Edebi gazete (Ç.N.)] M. Avezov’un çok kısa bir makalesi basıldı. Az ama öz olan makalenin son derece iltifatla, itinayla yazıldığı belliydi. Bu, bir nevi büyük yazarın bana duasıydı. Aynı zamanda, üstadın karşısında kendi sorumluluğumu hissettiriyordu. M. Avezov’un, benim kendime olan güvenimi pekiştirmede büyük bir payı vardır. Arkasından SSCB genelinde dağıtılan bir gazetede “Botagöz-Bulak” adlı uzun hikâyem basıldığında da Muhan’dan; “Cengiz, eserini baştan sona okudum. Çok beğendim. Senin adına seviniyorum. İstikametinden yılma” diyen bir telgraf almıştım. Benim için kıymetli bir yadigar olan telgrafı daha halen arşivimde muhafaza ediyorum. Muhan’ı 1960’ların başında Bişkek’e geldiğinde evime davet etmiştim. Ünlü yazarın geleceğini duyunca anam Nagima çok heyecanlanmıştı. Evi silip-süpürüp, salonun baş köşesine minderlerini sermiş; sofrayı önceden hazırlayıp en değerli, en lezzetli yemekleri yapmıştı. Büyük oğlum Sancar o zaman daha çocuktu. Annem yemek telaşıyla mutfakta iken, oğlum sofraya konan kırmızı elmaları babaannesinden gizlice yemiş, kalanını da dışarıdaki komşu çocuklarına götürüyormuş ki suçüstü yakalanmış. Tam elmayı alacakken anam onu görmüş, paniğe kıpılmış. “Misafire ikram edeceğim elmadan eser bırakmamış şu çocuk. Hay Allah, ne yapacağım şimdi, ne yapacağım?” deyip çocuğu kulağından çektiği gibi salondan çıkardığı anda eve Muhan girmiş. Annem ile torununun yaptıklarına katıla katıla gülen üstad: “Ne olursunuz, benim hatırıma bir kere kızmayınız çocuğa” deyip yaramaza arka çıkmış. O zaman, Kırgızların meşhur “Manasçısı” Sayakbay Karalayev ile kapı komşusuyduk. O günün akşamı, sofra başında, dostlukları ta eskilere kadar dayanan iki büyüğün tatlı sohbetinin şahidi olma şansını elde etmiştim. Misafirler hava almak için dışarı çıktıkları zaman anam en küçük torunu Askar’ı, Muhan’ın oturduğu koltuğa ikide bir yatırıp kaldırıyordu. Anamın bu yaptığı da yazarın dikkatinden kaçmamıştı. “Adettir bu. Bebişimin gelecekte sizin gibi saygın bir insan olmasını ümid ediyorum” demişti annem. Muhan ise, kafasını sallayarak memnuniyetini belirtmişti.
Şahanov: Muhan’ın, Sayakbay Karalayev’i kendi arabasıyla Almatı’ya götürüp Kazak Devlet Üniversitesi öğrencileriyle özel bir program düzenleyerek, toplananlara; “Kırgız ile Kazaklarda mohikanların en sonuncusu, bu gördüğünüz şahsiyettir. Doya doya görün, dinleyin” deyip Manas’ı söyletmesi, neredeyse bir tarihçedir.
Yazarın, hayatının son yıllarında Issık Göl’deki yazlığına sık sık gelerek, Manas hakkında -Sayakbay ile Böltirik pehlivanın da katılımını sağlayarak- hacimli, epik bir roman yazmak için kaynak toplamaya başladığını çoğu kimse bilmiyor. Fakat yazarın bu güzel projeyi gerçekleştirmeye ömrü vefa etmedi. Kaderin hükmüne boyun eğmekten başka çare mi var?
Geçtiğimiz yıllarda -ben o zaman “Jalın” dergisinin editörü idim- Louis Aragon’un evlatlığı Jan Rista misafirim olmuştu. Alatav’ı gezerken sohbet sırasında Jan Rista, Louis Aragon’un sizi 20. yüzyılın paha biçilmez şahsiyeti olarak tanımlayıp değer verdiğini sık sık tekrarlamıştı. Çok uzun olan iyilik yoluna ilk adımınızı attığınızda, sizi destekleyen iki üstadınıza karşı vefa borcunuzu siz de ödemeye çalışıyorsunuz. Louis Aragon’un vefatının ardından onunla ilgili makale yazmakla kalmadığınızı, merhumun anısına Paris’e gidip saygı duruşuna iştirak ettiğinizi biliyoruz. Bir zamanlar siyasetin boz bulanık gündemine konu olan, ideolojik yönünden gerici eser olarak addedilen M. Avezov’un Kıylı Zaman (Bulanık Devir) adlı romanını okuyucuya tekrar kavuşturmada ne kadar alın teri döktüğünüzü de herkes bilir. Roman Novıy Mir (Yeni Dünya) dergisinde yayınladıktan sonra sarfettiğiniz emekten dolayı tüm Kazak halkı size karşı minnet duymuş, vefakarlığınızı alkışlamışlardı. Toplumda nice insanlar var ki, dostlukları köprüyü geçinceye kadar sürer. Kıymet bilmezlik sizin için asla söz konusu olamaz. Siz her zaman tevazu ile zirvede olan bir ahlakı temsil ediyorsunuz.
“Yabancı bir ülkeye sefere çıktığımda daima beraberimde götürdüğüm iki millî cevherim var. Onlar, “Manas” ve Muhtar Avezov.
“Siz Kazak mısınız yoksa Kırgız mı?” diye soranlara bu iki millî hazineden bahsediyorum. “Bu ikisi, benim halkımın sembolleridir” demekle de yukarıdaki görüşümü vurgulamaktasınız.
Aytmatov: Bu sadece insanlığın gerektirdiği bir ölçüdür, yani insana insanca cevap verme çabasıdır. Yoksa, adları geçen iki şahsın da bana yaptıkları iyiliklerin yüzde birini bile ödeyememişimdir.
Şahanov: Ben Kazakistan’ın Kırgızistan Büyükelçisi olarak atanıp Bişkek’e geldiğimde, bir şeye çok üzüldüm.
Aytmatov: Nedir seni üzen?
Şahanov: Ünlü Manasçı Sayakbay Karalayev ile görüşemediğime üzüldüm. Rejisörlüğü ülke genelinde herkesçe bilinen T. Ökeyev, B. Şamşiyev ve M. Ubukayev gibi yönetmenlerin yaptığı belgeselden, Sayakbay Karalayev Manas’ını birçok kere seyrettim. Destanı söylerken, olayların gelişmesine göre ozanın ses tonunun değişmesi, dinleyeni hayrette bırakan ozanlık kabiliyeti beni de çok etkilemişti. Sayakbay’ın sesindeki akılcılık o kadar büyülemişti ki beni, gönlümdeki coşkuyu dizginleyemeyerek ağlamıştım. Sonradan, hanımım Kanşayım’ı, genç yaşta vefat eden şair arkadaşım Jolon Mamıtov’un eşi Mendi ile çocukları Aygerim ve Azamat’ı da yanımıza alarak meşhur Manasçı’nın mezarını ziyaret etmiştik.
20. yüzyılın ender rastlanan şahsiyeti Sayakbay Karalayev hakkında sizin düşünceleriniz nelerdir?
Aytmatov: Birkaç yıl önce Seken ile birlikte Şu ilçesine gitmiştim. Bir anda tüm ilçe halkı Karalayev’in geldiğinden haberdar olmuş. Millet uzak yaylalardan, dağ köylerinden hatta çitliklerden; kimisi arabayla, kimisi traktörle, kimisi de yaya akın etmeye başladı. Karalayev’ın jırlarına hasret kalanlar o kadar çoktu ki, merkez kolhoz kulübü tıklım tıklım doldu. Gelenlerin yarısından çoğunun dışarıda kaldığını görünce, S. Karalayev, Manas’ı dışarıda, açık havada, milletin ortasında söylemeye karar verdi. Sayakbay kulüp binası önündeki merdivene, toplanalar da yere oturdular. Bazıları da at üstünde, kamyonlara çıkarak dinlediler. Ozan durmadan söylüyor, ağzından jır değil sanki bal akıtıyordu. Biraz sonra ufuktan yavaşça ilerleyen bulut tam tepemize geldiğinde, sağanak yağmaya başladı. Karalayev yağmurla yarışırcasına jırlamaya devam etti. Ben üstümdeki yeni takım elbisemin kirlenmesini düşünerek telaşa kapılmış olmalıyım ki, biraz çıkıntılı olan kulüp çatısının altına sığınmışım. Baktım ki, benden başka kimse yerinden kımıldamıyor. Utancımdan tekrar geri döndüm. Bardaktan boşanırcasına yağan yağmurun altında sırılsıklam ıslanmaya ve üstlerine başlarına çamurun bulaşmasına aldırış bile etmeyen halk, Manasçı destanı bitirene kadar kıpırdamadan dinledi…
Bu anlattığımdan bir kaç sene önce vuku bulan ilginç bir olayı da arz edeyim burada. Sene 1959 idi. Moskova’dan yeni mezun olup memlekete dönmüştüm. Ülke Parti Okulu dinleyicileri Kırgız’ların Sayakbay Karalayev ve Karamolda Orozov gibi meşhur isimleriyle özel bir görüşme programı düzenlediler. Parti Okulu dinleyicileri arasında, Kırgızlardan başka Rus, Alman vs. bir çok milletten insan vardı. Manasçıların ve atışmacı şairlerin çoğu Rusça bilmezdi. Ben tercüman tayin edildim. Program devam ediyordu. Sıra Sayakbay’a gelince, onu soru yağmuruna tuttular.
– “Manas’ı, söylemeye kaç yaşında başladınız?”
– “İlk öğretmeniniz kimdi?”
– “İnsan hafızasında bunca uzun destanı nasıl tutabilir?”…
Suallerin ardı arkası kesilmiyordu.
“Çocuktum. Bir gün koyun otlatırken, bir kavak ağacının altında uyuya kalmışım. İkindi vaktinde at toynaklarının sesinden sıçrayarak uyandım. Yarı uyanık halde, at üstünde iri yarı birisinin bana doğru koşarak gelmekte olduğunu müşahede ettim. Adamın elindeki mızrak güneş ışınlarıyla parlıyordu. Bindiği at da o kadar gösterişliydi ki; küheylandı adeta. Yanıma geldiğinde, atının dizginlerini çekerek durdurdu:
– “Ey oğul, hayrola nedir bu yatışın?”
– “Uyuyakalmışım.”
– “Senin ağzına kutsi bir görev verilecektir. Bundan sonra Manas’ı söyleyeceksin. Hadi, aç bakayım ağzını!”
Ağzımı açmamla adamın ağzıma idrarını yapması bir oldu. Ağzım köpürüyordu, neredeyse boğulacaktım… Gelen kişi, kaşla göz arasında kayboldu. Gelen kimdi? Cin miydi, melek miydi yoksa Hızır mı, bilemem. Bildiğim tek şey, o andan itibaren ben Manas’ı jırlamaya başladım…”
Karalayev durmadan konuşuyor, ben de kelimesi kelimesine çeviriyordum. Olay anlattığım noktaya geldiğinde nasıl tercüme edeceğimi bilemedim, çok zorlandım. Olduğu gibi aktarsam ayıp olur diye düşündüm. Çünkü salonda kadın dinleyiciler de çoğunluktaydı. Bir de, başka milletten olanlar ervahin [Kazak ve Kırgızlarda ölenlerin ruhuna aşırı saygı gösterilir. Bunlardan yardım, destek umma inancı mevcuttur. (Ç.N.)] Hızır’ın ne olduğunu anlayamazlardı. Çaresiz kalınca yukarıdaki olayın püf noktasını “Ağzıma tükürüverdi” diye tercüme ettim. Bu ifadenin bile dinleyicileri aşırı etkilediğinin farkındaydım.
Aradan uzun seneler geçti. Bunları hiç kimseye anlatmamıştım. Bunları yakın zamanda, Belçika’da yapılan bir programda, Karalayevle ilgili yukarıdaki olayı olduğu gibi anlattım.
Bir Fransız yazarı hayretlerini gizleyemeyerek; “Bu güne kadar neden bunu açıklamadınız? En çekici noktası da bu değil mi?” dedi bana.
Şahanov: Dünya halkları folklorunda nice aşk ve kahramanlık destanları, kıssalar ve hikâyeler mevcuttur. Ama onların hiç birisi hacmi bakımından Manas Destanıyla kıyaslanamaz. Meşhur Homeros’un İlyadası ile Odise’sini üst üste koyduğunda bile, Manas, aşağı yukarı 20 misli hacimli. Hindistanlıların gurur kaynağı olan Mahabharata da Kırgız destanından 2.5 misli küçüktür. İşte bu muhteşem destanı Kırgız’ın tahsilsiz, okuma yazma bilmeyen, meşhur jırcıları (ozanları) altı ay boyunca söyleyip bitiremezmiş. Hafızanın harikuladeliği karşısında şaşmamak mümkün değil. Bu kadar bilgiyi insan beyni nasıl kaldırabilir? Her devrin Manasçıları –jırçıları- destanı hafızalarına kaydetmişlerdir ve nesilden nesle miras olarak aktaragelmişlerdir. Kırgızların, dünyadaki feraset sahibi milletlerin arasında önde gelenlerden sayılması, işte bu geleneksel hafıza sayesinde gerçekleşti. Ne yazık ki bazı devirlerin manasçılarının adı tarih sayfalarında kalmamıştır. Bunun sebebi, onların her birinin Ulu Destanı gelecek nesle emanet etmeyi kendilerine kutsal bir borç olarak bilmeleri olabilir. Son asrın bilinen en güçlü Manasçılarının sayısı 40’ı aşıyor. Onlardan biri, deha şahsiyet diyebileceğimiz Sağımbay Orazbakov. Zamanının zirve jırcısı sayılan S. Orazbakov 1930’da, 63 yaşında, Hakk’ın rahmetine kavuşmuştur. O hayattayken, 180 bin mısralık destan halk edebiyatına sahip çıkmak isteyen birkaç kişi tarafından yazıya geçirilmiştir. O zamanlar günümüzde olduğu gibi ses kaydedecek teknoloji yoktu. Jırcı yavaş yavaş başlayıp gittikçe manaya, muhtevaya inerek yarışmaya katılan at gibi tam hızını alacağı sırada onu durdurup, söylediklerini yazana kadar bekletmek, ozana hakaret gibi görülmüştür. Sağımbay öyle öfkeleniyormuş ki bu duruma, kendini zor frenliyormuş.
Burada, destanın günümüze kadar ulaşmasında büyük katkıda bulunan Balık ile Keldibek, Toğolok Moldo ile Moldobasan, Jüsip Mamay ile Seydene gibi vefakar insanlara gelecek nesil adına teşekkür etmek borcumuzdur, görevimizdir. Bunlardan Kırgız Edebiyatının zirve şahsiyeti Toğolok Moldo (1860-1972) Manas’ı jırlamakla yetinmemiş, aynı zamanda bizzat yazıya geçirmiştir. Kendi ismi Bayımbet imiş. Fakat hemşehrileri genç yaşta okuma yazma öğrendiğinden dolayı “Moldo” [Moldo: Molla, hoca demektir. (Ç.N.)]; tombiş tipine bakarak “Toğolok” [Yuvarlak manasında(Ç.N.)] ismini takmışlar. Ölümüne kadar Toğolok Moldo olarak bilinmiş, edebiyatta da bu ismi ile zikredilegelmiştir.
Şair-ozanın memleketi Narın vilayeti, Akdala kazası, Kurt-ka köyünden Bermet Jüsüpjanova adında bir kadın, geçenlerde beni ziyaret ederek Toğolok Moldo’nun Arap harfleriyle, okunaklı bir şekilde, kendi eliyle yazdığı el yazması eserini bana takdim etti. Müstesna şahsiyetin değerli mirasını elime alıp baktığımda, kendisi söylediği Manas nüshası olduğunu hemen anladım.
– “Bu eseri Millî İlimler Akademisine götürseydiniz,” dediğimde, misafirim;
– “Bir zamanlar, Şokan Valihanov ile Muhtar Avezov gibi, Kazak halkının namuslu evlatlarının Manas bilimine çok büyük hizmetleri olmuştu. Bu kıymetli eseri, o büyüklerimize ve size karşı hürmetimin ifadesi olarak kabul etmenizi istiyorum. Bundan sonra kime verecekseniz, nereye götürecekseniz, o sizin bileceğiniz bir iştir. Ben güvenilir ele emanet etmekle üzerimdeki yükten kurtuldum,” demişti.
Yakında bu emaneti Kırgız Millî İlimler Akademisine götürmeyi düşünüyorum.
Aytmatov: Muha, bu da Kırgız halkının size itimat ettiğini ve sizi kendilerinden bir parça olarak kabullendiklerini gösteriyor. Aslında, halk edebiyatının nice cevherlerinin daha tamamen toplanmadığı da acı bir gerçektir.
Şahanov: Jırcılar arasında, akıncı hükmünde olanı Sayakbay Karalayev olduğunu belirtmiştik. Cumhurbaşkanı Askar Akayev’in “Kırgızların Mikelanjelosu” dediği T. Sadıkov’a, Cumhurbaşkanımız Nursultan Nazarbayev adına “Parasat Nişanı” takdim etmiştim. Asya’da ve ülkelerde de otoriter olan heykeltıraş Turğınbay Sadıkov, Sayakbay heykelini nasıl yaptığını bana şöyle anlatmıştı:
Manas’ın dev heykelinin iki yanına, onu destan diliyle hayat-dar eden sanatkarların heykellerini yapayım dedim. Proje gereği, 1970’lerde Mohikan’ların sonuncusu sayılan Sayakbay aksakalla çok görüştüm. “Taştan insan çıkarmak” hiç de kolay değil, hele yapacağınız heykelin Sayakbay jırcınınki olduğunu düşünün. Sayakbay aksakal ile bahçeyi gezdim. Evinde oturdum, sohbet ettim. Onun taşı dile getirecek bir ânını yakalamak epey yoruldum.
Normal hayatta orta boylu, uysal görünümlü, pek sessiz bir adamdı. Sayakbay Aksakal. Onu bu suretle heykele geçirmenin hiç bir manası yoktu. Doğrusu ne yapacağımı şaşırdım.
Sayakbay Ağa, “Manastan bir parça söyler misiniz?” dedim zorda kalınca.
Kudrete bak, Manasçı gözümün önünde değişiverdi. Az önceki uysal görünümden eser kalmadı. Jırlamaya başladı, söyledikçe coştu, coştukça bakışlarında sanki şimşekler çakıyor, omuzlarını silkerek, iki eliyle değişik hareketler yapıyordu. Manas’ın Konırbay ile savaşını jırlarken o kadar hızlı hareketler yaptı ki, adeta fırtına kopmuş da, hortuma yakalanmış gibi hissettim kendimi. Manasçının yüzüne baktığımda onun bu dünyadan sıyrıldığını, destan kahramanlarıyla bütünleştiğini farkettim. Önümde oturanı jırcı olarak değil de kâh Bakay ihtiyar, kâh Sırğak ile Almambet ve daha sonra Şuak ile Er Kökşe olarak görüyordum. Jırın akışına göre, Sayakbay aksakal farkında olmadan göz yaşlarını döküyor, sırıl sıklam terliyordu. Gökte aradığımı yerde bulmuştum. Hemen heykelin taslağını çizdim. Sevincime diyecek yoktu.
Kırgız’ın dağları ile bozkırını bağrına basmak istercesine kucağını açarak iki kolunu havaya kaldıran Sayakbay’ın ilhamlı ânının taş sureti, Bişkek’teki Toktağul Satılganov Devlet Filarmoni binası önünde meşhur destanın ölümsüzlüğünü haykırırcasına dikilmiş.
Evet, Şike, Kazak ve Kırgızlar’dan çıkan dehalar saymakla bitmez. Şifahi edebiyatımızın meşhur temsilcilerinden Jambıl Jabayev onlardan biri. Kırgızlar ile Kazaklar’ın ortak şairi olarak bilinen Jambıl, hayatının son dokuz yılında Kazaklarda daha önce hiç görülmedik bir itibar kazanarak “20. Yüzyılın Homeros’u” adını almıştı.
Aytmatov: Haklısın. Jambıl Halk arasındaki yeri itibarı ile de, yaşadığı devrin kültürel ortamında da eşine ender rastlanan insanlardandı.
Şahanov: 1938 yılında, Gürcülerin büyük şairlerinden Şota Rustaveli’nin Kaplan Postuna Bürünen Bahadür Destanının 750. yıldönümü kutlanıyor. Programda Kazakistan’ı Jambıl idaresindeki edebiyatçı ve sanatçılardan oluşan bir heyet temsil ediyor. Jambıl’ın yanında ünlü şair ve bestekâr, kendinden birkaç yaş küçük olduğu için kardeşi gibi gördüğü Kenen Azirbayev de bulunuyor. O seferde, 92 yaşındaki Jambıl, güzel bir Gürcü kızını görür görmez ona aşık oluyor. Gönül ferman dinler mi hiç? Kaşlarını oynatarak salına salına yürüyen genç kızın cazibesine kapılan ihtiyarın içi kan ağlıyor.
Aytmatov: Hay Allah desene!
Şahanov: Bir şiirimde bu olayı konu almıştım. Müsadenizle okuyayım:
Gençliği mi umman gönlün,
Yoksa hayal tomurcuk.
Yüz yaşayan şair Jambıl,
Şu kudrete bakınız,
Gürcistan’a gittiğinde
Bir güzele kapılmış.
İşte budur, tam manada yiğitlik.
Zaman örsü ihtiyara boyun eğdirememiş.
“Ne muhteşem metanet bu,” diye bir Rus şairi
göz yaşlarını silmiş.
Yaşlılar var hayalleri küheylan,
Bozkırları kucağına sığdıran,
Güzellikten hisse almayı unutan,
Yok olmaya mahkum olur an be an.
Yer yüzünde rüzgar silen iz de çok;
İradesiz, her daim olmuş talan.
Otuz yaşta nine olan kız da çok;
Gençler de çok otuz beşte yaşlanan.
Genç kim,
İhtiyar kim,
Zaman bunun sarrafı.
Gençler artsın ufku geniş, kararlı.
Yaşlılık, gücün eksilmesi,
metanetsiz erkekler;
Her zaman da toplum için zararlı.
Mesutsun sen, her seherde gözünü
Güzelliğe doyurmaktan kaçmazsan.
Yaşlılıkla kandırma sen kendini
İhtiyarlık yaşla ölçülmez hiç bir an.
Mutlu odur her seherde gözünü
Güzelliğe doyuran ve kanmayan.
Aytmatov: Güzel yaşlanmanın da maharet istediğini, yani yaşın ilerlemesine rağmen genç ve dinç kalmanın mümkün olduğunu sözde de, özde de ispatlayan büyüklerimizdendir Jambıl Jabayev. Tabii yukarıdaki romantik vakayı efsane olarak değerlendirmek doğru olur. Olay, keskin ve geniş bir hayalin sonucudur. Şifahi şairliğin asıl özelliği de burada.
Başımızdan geçen totaliter sistem devrinde, halk arasından çıkan kaynak su misali yüce kabiliyetlerden, Kömünist Parti siyasetinin propagandacıları olarak istifade edildi. Okuma yazma bilmediğinden dolayı Jaken’e (Jambıl’a) de özel katip tayin edildi. Hatta şiirlerin konuları bile yukarıdan seçilip gelmiyor muydu?
Şahanov: Jambıl hakkındaki dedikodular günümüze kadar süregelmiştir. Bazıları, onda göze çarpacak kadar şairlik yeteneğinin olmadığını, kimileri ise özel bir şahsa tapmayı yeğleyen basit bir manzumeci olduğunu dile getiriyorlar. Fakat hakikat şudur ki, o yıllarda yazılı edebiyatın temsilcilerinden birkaç kişi hariç hepsi Lenin ile Stalin’i övmekteydiler ve onların büyüklüğünü sanat diliyle methetmekte adeta yarışıyorlardı. Zamanın şartları böyle yapmayı gerektiriyordu. Bir de halk, önder bildiği şahıslara öyle güveniyordu ki… Herhangi bir değerlendirmeyi yaparken o olayın geçtiği zamanın şartlarını göz önünde bulundurarak ele almalıyız. Yoksa bir şahsı veya olayı bulunduğu ortamdan ve devirden sıyırarak bugünkü şartlara sokarsak, tek taraflı değerlendirmiş ve böylelikle büyük bir adaletsizlik yapmış oluruz.
Aytmatov: Son derece haklısın…
Şahanov: Jaken (Jambıl), Kırgızların nice güçlü şairleri ile, ozanları ve küyşileri [(Küy: Kazak ve Kırgızlara has, sözü olmayan, sadece besteden ibaret olup millî çalgılarla çalınan bir müzik türü. Küy sanatı Kazaklarda çok gelişmiştir. Dilinden anlayana her bir küy büyük bir hayat dersi verir. Küyü besteleyen ve çalanlara da küyşi denir. (Ç.N.)] ile samimi dostluklar kurmuş. Temeli dostluğa ve kardeşliğe dayanan sanatkarlar, iki halkı da sanat eserleri ile desteklemişler. Yüksek kabiliyetli insanların kendi ortamını aşan şey, onların tuhaf karakteristik özellikleri oluyor genelde. Sözünü ettiğimiz sanatkarlar da böyle anlarda birbirilerine sığınagelmişlerdir.
Aytmatov: Kırgızların ünlü şairi Toktagul’un ta Sibiryadan sürgünden kaçtığı zaman evine gitmeden önce Jambıl dostuna gelmesi, dediğin kardeşliğin canlı bir örneğidir.
Şahanov: Elbette öyledir. Jambıl sabahtan akşama, akşamdan sabaha Manas’ı jırlarken Kırgızın birçok ozanlarından hayli ileri gitmiş. Kırgızların ünlü küyşisi Maratali ile küy yarışması yaptığını duymuşsunuzdur. Yaşlıların söylediklerine göre, o yarışmada Jambıl Kırgızların 13 küyünü, Muratali ise Kazakların 15 küyünü harikulade bir ustalıkla çalmışlar.
Masimhan Beysebayev isminde, bir zamanlar Kazak Komünist Sovyet Cumhuriyeti Bakanlar Kurulu Başkanlığını yapan bir aksakaldan duyduğum, Jambıl hakkındaki bir olay aklıma geldi.
– “Ben o zamanlar Almatı vilayeti Parti Komitesi Başkanıydım”, diye başlamıştı adam konuşmasına.
Jambıl ilçesi, Almatı vilayetine bağlıdır. Jaken’in tüm SSCB’de şöhret bulduğu, hatta Stalin’den bizzat destek aldığı yıllardı. Bir gün; “Jaken doksanı aşkın bu yaşında evleneceğim diye başımıza bela açtı. Evleneceği kişiyle de görüşmüş, ön hazırlıklarını yapmış. Sözümüzü dinleyeceği yok. Kendi dediğinde direniyor,” diye soğuk bir haber aldık. Kazakistan Komünist Partisi Merkez Komitesi Başkanı Cumabay Şayahmetov, bu haberi aldığında deliye döndü. O kadar şoke olmuştu ki yerinde oturamıyor, odasının içinde volta atıyordu. Halkımızın gurur kaynağından sayılan, geniş bir coğrafyaya ün salan kıymetli bir şahsın beklenmedik bir anda böyle bir karara varması, bir taraftan çok komik, daha önemlisi de o zamanki toplumun mazbut ahlak kurallarına aykırı, akıl almaz bir davranıştı.
– “Bu dehşetli haber kimse duymasın,” dedi Cumabay Şayahmetov.
– “Hemen tedbir alın, harekete geçin ve durdurun. Evleneceği kadının akrabaları var mıymış?”
– “Çocuğu kolhozda çalışıyormuş.”
– “Alelacele İlçe Parti Komitesi başkanıyla ve kolhoz idarecisiyle irtibata geç. Kadını kararından vazgeçirsinler. Ama Jambıl’ın kendisine hissetirmesinler” diyen Şayahmetov, masayı yumruklayarak devam etti:
– “Kadının çocuğu vasıtasıyla harekete geçmek en doğrusu. Annesine sahip çıkamayan, ne biçim evlattır? Eğer bu dediklerimi yapamazsan görevine son verileceğini unutma.”
Emir emirdir, her şeyi Başkanın dediği gibi yaptım. Birçok müdahale sonucunda, o kadın Jambıl’la evlenmekten vazgeçti. Biz de rahatladık tabii. Müjdeli haberi anında C. Şayahmetov’a ulaştırdık.
Cumeken (Cumabay Şayahmetov) ; “Aferin size. Bir kadına söz geçiremeyecekseniz sizin koca halkı idare edebileceğinizden şüphe duyulmalıydı,” diye memnuniyetini belirtti. Bu arada olup bitenlerden Jambıl’ın haberi olmaması gerektiğini tembihledi.
Aradan çok bir zaman geçmemişti. “Şair Jambıl çok hastalanmış, yatağa düşmüş” haberini aldık. Haberi alır almaz bir grup hükümet ve parti yetkilileri olarak Cumabay Şayahmetov başkanlığında yola çıktık. Jaken’in köyü Almatı’dan yaklaşık 70 km. uzaklıkta olan, doğal güzellikleri ile bakan gözü rahat ettirecek bir yer.
Biz geldiğimizde Jaken arka odada gelenlere sırtını dönmüş yatıyordu. Sıraya dizilmiş olan bizlerin selamını almadığı gibi dönüp bakmadı bile. Sanki odada tek başınaymış gibi yatıyordu. İnat etmekte olduğunu anlamıştık.
C. Şayahmetov; “Selamun Aleykum, Jake!” dedi. Arkasından da biz selam verdik.
Jaken, bu sefer, kulağının yanından elinin ucunu kaldırmakla yetindi.
Tam o esnada içeri giren Jaken’in gelini, yatağın altındaki leğeni dışarı götürüyordu. Az sonra Jaken yavaşça bize dönerek başını yastığa koydu ve son derece hiddetli bir ifadeyle;
– “Ey, geri zekalı ahmaklar, siz beni ne zannediyorsunuz? Bu yaşta evlenip de gönül eğlendirmek istediğimi mi düşündünüz? Yolun yarısında atın ölmesin demişler, karımın vefatından sonra adeta elim kolum bağlandı, gelinin eline bakıyorum görüyorsunuz, kayınpederin sürgüsünü temizliyor çocukcağız. Yazık değil mi? Hanımım olsa geline bunca yük olur muydum? Ama ne yazık ki bunları sizin sınırlı akıllarınız almıyor. Senelerdir koskoca Kazak ülkesini idare etmenize rağmen, kuş beyni kadar beyne sahip olamamanıza üzülüyorum,” diyerek bize tekrar sırtını döndü.
Aytmatov: Değer zarfta değil mazruftadır derler ya. Şairane naz ve yön bilirlik iç içedir burada. Aslında Kazak ve Kırgız’ın her yönden gösterişli şairleri Süyinbay ile Katağan’ın, Jambıl ile Toktağul’un, Toğolok Moldo ile Ümbetali’nin, Kenen ile Alimkul’un içli dışlı ilişkileri, iki halkın samimi beraberliğinin temel taşlarını oluşturmuştur.
Şahanov: Evet, mesela Şabdan, Kahraman Rus Ordusu Albayı ve aynı zamanda da Zadegân (asilzade) unvanını almıştır. Ancak bu unvanıyla şahsi menfaatini değil, bir milletin tamamının çıkarlarını kollamıştır.
Kahraman Şabdan, Kırgız ile Kazak’ın sanatkarlarını birbirinden ayırt etmeden seven; devrinin yüksek mevkiini, zadegânlığı elde etmesine rağmen çok mütevazi, herkese açık, cömert biri imiş.
Bununla ilgili, birara dertleşme sırasında Cumhurbaşkanı Askar Akayev’den duyduğum bir hikâye aklıma geldi…
Kazakların Jetisu diye adlandırdığı güzel mekanı jırlarıyla besleyen Jambıl, yerli idarecilere küstüğü zaman “Kırgız kardeşime, Şabdanıma gittim” der, Alatav’ın güneyine doğru yola düşermiş. Bir gün Çonkemin’de ikamet eden Zadegan Şabdan, Vali Kalpakovskiy’in “Çabuk gel!” diyen emir davetine icabet etmek için faytonlarını ve birlikte gelecek adamlarını hazırlayıp, tam yola koyulmak üzereymiş ki Jambıl gelmiş. Bunu görünce Şabdan:
“Durunuz! Kolpakovskiy yarı padişah dahi olsa Jambıl’dan büyük değildir. Jaken’i ağırlayıp uğurladıktan sonra ancak sefere çıkabiliriz,” diye emir vermiş. Şair dostuna karşı duyduğu saygıdan dolayı altı kanatlı beyaz çadır [Kazak-Kırgız kültüründe çadırın bir çok çeşidi vardır. Büyüklüğü, yapıldığı malzeme türüne bakarak misafir çadırı, zengin, fakir, genç, evlenenlerin çadırı, yas çadırı vs. diye ayrılmaktadır. Altı kanatlı beyaz çadır da çok geniş üstüne beyaz keçeden örtülü olup çok kıymetli misafirleri ağırlamak için kullanılmaktadır. (Ç.N.)] kurdurup o civardaki hatırı sayılır kişileri de davet ederek ihtişamlı bir ziyafet düzenlemiş. Şaire, sabaha kadar, “Manas” ile “Suranşı Bahadür” destanlarını jırlatarak jıra susamış gönüllerin hasretini gidermiş.
Şabdan’ın anası Baalı Beybişe’in, [Birkaç hanımı olan kişinin en büyük hanımına verilen ad. Aynı zamanda hatırı sayılır kadınlar için de saygı ifadesi olarak “Beybişe” kelimesi kullanılır. (Ç.N.)] “Yavrum ta çocukluğundan cömertliğiyle tanınmıştı. Üç yaşına kadar göğsümü tek başına emmez, komşu çocuklarını ellerinden tutar, getirir beraber emerdi” dediği malumdur.
Kırgızlar ile Kazaklar arasında mertliği menkibelere konu olan Şabdan’ın, 40 yaşlarında çekildiği bir fotoğrafında göğsüne taktığı iki madalya göze çarpıyor. Yaşlandığı sırada çekildiği bir fotoğrafında ise bir tek madalya kalmış. Bunun hikâyesi de çok ilginç: Bir gün Şabdan evindeyken bir dilenci kapısına gelmiş. Dilencinin hal hatırını, soyunu sopunu soruşturunca küçük yaşta öksüz kaldığını, hiç akrabası, yakını olmayan bir zavallı olduğunu anlamış. Sadaka vermek için etrafını yoklamış ama o anda bir şey bulamamış. Şabdan’ın eski servetinden, sadece boz boğasının kaldığı sıralarmış. Hiç bir şey bulamayınca eski ceketinin göğsüne taktığı, Rus İmparatorluğundan aldığı iki altın madalyanın birini çıkarıp dilenciye vermiş ve demiş ki:
– “Bişkek’in pazarına götür, sat. Parasını al veya hayvanla takas et. Böylece dilencilikten kurtul.”
Bir hikâye daha: Bayake diye bir adamın Sedep adında bir hizmetçisi varmış. Hizmetçinin gözleri şaşı ve aynı zamanda kekeme imiş. Dünya malı adına her şeyden mahrum bu zavallının akşamları başını sokacak fakir kulübesinden başka hiç bir şeyi yokmuş Öfkelendiği zaman kendi kendine;
– “Beni ne er aldı ne de yer aldı der, kaderine küsermiş.
Bir yıl zengin Bayake yayladan kışlığa göçtüğünde, Sedep tek başına kulübesinde kalmış. O gece sabaha kadar kulübeye kurtlar saldırmış. Kadıncağız canını dişine takarak ölüm kalım mücadelesi vermiş. Ertesi gün ikindi vaktinde kulübenin önünde otururken, az ileriden Şabdan ve Bayake başkanlığında bir grup atlının geçmekte olduğunu görmüş. Onları görünce sevinçten deliye dönen zavallı Sedep;
– “Şabdan Efendi, buyurun maksım [Maksım: Kırgızların darıdan hazırlanan millî içeceği (Ç.N.)] için,” diye var gücüyle bağırmış. Bunu duyan kahraman Şabdan Efendi, yanındaki biy (Biy: Kadı) ve bolısların (Bolıs: Kaymakam) burun kıvırdıklarına aldırış bile etmeden kulübeye doğru gitmiş.
Kahraman Şabdan Sedep’in elindeki çatlak tasa konulan içeceğe tam uzanırken, Bayake;
– “Ey köle, bunu ne diye kahramana sunuyorsun? Geri götür,” diye araya girmiş.
Şabdan ise hiç istifini bozmadan; gelenek gereği:
– “Yapılan ikramdan üstün değiliz. Getir,” demiş, maksımı bir dikişte bitirivermiş ve eklemiş:
– “Of ne güzel, maksımınız tam kıvamında imiş. Öyle susamıştım ki… Susuzluğumu gidermiş oldum. Bugünlük sabredin, yarın bizim köyün yiğitleri gelir, sizi götürür. Hiç merak etmeyin.”
Bunları söyledikten sonra kahraman yanındakilerle birlikte yoluna devam etmiş.
Biraz yol yürüdükten sonra;
– “Hey, Bayake, köyünün kimsesiz bir kadınına sahip çıkamıyorsan, merhamet edemiyorsan ne diye halkı idare etmeye yelteniyorsun?” diye kızmış. Aradan çok geçmeden Şabdan Sedep’e dört kanatlı çadır kurdurmuş. Altı koyun, bir de at vermiş.
İşte o öyküde anlatıldığı gibi Şabdan Efendi’nin o zavallı kadıncağızın ikramını susadığı için değil, “gönlünü edeyim de ümitsizliğe düşmesin” düşüncesiyle kabul ettiği söylenir halk arasında. Oysa tüm Kırgız halkının hanı olarak bilinen, önünde el pençe divan durulan Şabdan Efendi’nin içeceğe ihtiyaç duyması söz konusu olamazdı.
Rus İmparatorluğunun sömürgeci siyasetine hayatı boyunca karşı çıkmış olan Kırgızların kadın hanı Kurmancan datkayı [Datka: İdarecilere verilen bir nevi unvan (Ç.N.)] general Skoblev esir aldığında;
– “Çocukların nerede?” diye sormuş.
Kurmancan’ın cevabı da şu olmuş:
– “Asıl çınar ellerinde ya, dalları da pek uzağa gidemez.” Kadına boyun eğdiremeyen general sinirlenerek Kurmancan’ın bulunduğu yere 30 askeri aynı anda bekçi tayin etmiş. O zaman da kahraman Şabdan Efendi araya girmiş, “Eğer Kurmancan kaçacak olursa, onun yerine beni öldürün” diye kefil olmuş ve Kurmancan’ı hapisten kurtarmış.
Şabdan Efendi 1909-1911 yıllarında, memleketi olan Çonkemin’de “Şadmaniye Medresesini” açmış. Orada okuma yazma öğrenen Kazak, Kırgız, Rus ve Özbek çocuklarını Vernıy [Şimdiki Almatı (Ç.N.)] Kolejine, Bişkek Ziraat Okuluna bizzat kendisi götürerek, onların tahsillerine devam etmelerini sağlamış.
Kahraman Şabdan yaşlandığı zaman kendi evlatlarına;
– “Zadeganlık benimle son buluyor. Sizler makam, rütbe istemeyiniz. Servet de, onunla birlikte gelen mevki de geçici bir şey imiş. En iyisi toprağı işleyin, tahıl yetiştirip alın teriyle kazanmağa bakın” diye nasihat etmiş.
Aytmatov: Tarih, belgelendirilmiş ve inkar edilmesi imkansız olan gerçeklerdir. Fakat bizim milletlerimizin başından geçen olaylar çoğunlukla efsaneye dönüşmüştür. Olay kahramanları ile aynı devirde yaşayan insanlar ve gelecek neslin geçmiş hakkında görüşü, menkibelere dayanıyor. Vakıanın önemi ve halkın görüşü bize öylece ulaşıyor. Mesela, kahraman Şabdan ile ilgili köy büyüklerinden çok duyduğum bir olay da şöyle cereyan ediyor: Yıl 1912. Kahraman Şabdan’ın (ruhuna hürmet) anısına büyük bir ziyafet tertiplenir. Alatav’ın güneyinde ve kuzeyinde oturan yediden yetmişe herkes davet edilir. Ziyafete tabii ki Kırgızlarla komşu olan Kazaklar da gelir. Kahraman Şabdan ile bir zamanlar içli dışlı arkadaşlığı olan şair Jambıl da, yanında kardeşleri Kenen ve Ümbetali ile birlikte bir kaç gün öncesinden gelip, davete icabet etmiş. Ziyafet esnasında düzenlenen alaman bayge (at yarışının bir türü) bitince, sıra atışmaya gelmiş. İki ülkenin ileri gelen ozanları sırayla ortaya çıkmış; jırlar devam ediyormuş. Zengin beyler, tüccarlar kazı, kartayı doyasıya yeyip, ardı arkası kesilmeyen kımızdan sonra tam neşelendikleri sırada Kazak ozanı Ümbetali Karibayev güzel sazlı dombırasını eline alıp Kırgız ile Kazakların kardeşliğini, Şabdan gibi eri ve Toktağul gibi şairlikte eşine ender rastlanan şahsiyeti jırıyla methetmiş. Toktağul adı geçtiği anda jıra deminden beri pür-dikkat kesilen beylerden biri “Dur!” diye bağırmış ve Jambıl’ın sağında yer alan Toktağul’a bakarak, “Ey suçlu kaçak! Çık evden çabuk!” diye devam etmiş. Meşhur Kırgız şairi Toktağul o günlerde Sibirya’dan sürgün edildiği yerden gizli kaçıp gelmişti. Bundan dolayı onu suçlu sayıyor ve bu hatasını(!) da yüzüne vuruyordu güya.
Lafa Jambıl karışmış ve az önce ağzına geleni savuran Beye demiş ki: “Ey yavrum! Kahraman Şabdan sadece Kırgızları değil, Kazakları da sayesinde barındıran mükemmel bir şahsiyet idi. İşte onun gibi şu yanımda oturan Toktağul da iki halka ortaktır. Bunları birbirinden ayırt etmeye, birini övüp, diğerini yermeye kimin hakkı var? Toktağul gibi şairi Kırgız ve Kazak hanımları yüzyılda bir kere doğurabilir… Toktağul’un gıyabında tek kelime konuşacak olursanız ben burayı terkederim.”
Doğru söze ne denir? Bu konuşmadan sonra Şabdan’ın torunları Jambıl’a işlemeli kaftan giydirip onu beyaz ata bindirerek mahcubetiyetlerini kapatmak istemişler.
O zaman yine Jambıl;
– “Gösterdiğiniz ilgiden dolayı çok teşekkür ederim. Bana verdiğiniz bu armağanları Toktağul’a hediye ediyorum. Sibirya’dan yorgun argın, hiç bir şeysiz yeni döndüğü malumunuzdur,” demiş ve topluluğun gözü önünde ahiretlik dostunun itibarını yükselterek, hediyeleri olduğu gibi Toktağul’a verdirmiş.
Şahanov: Fani dünyaya veda etmeden birkaç gün önce, Jambıl, hemşehrilerini, çoluk çocuğunu, tüm yakınlarını toplayarak bir vasiyette bulunmuş;
“Evet yavrularım. Çok kısa bir zamanda aranızdan ayrılacağım. Gece rüyamda; Suranşı Sarıbay’ın emanet ettiği kızıl kaplan, evimden çıktığı gibi Alatav’ın güneyine, Kırgızlara doğru koşup gitti. Arkasından üç defa seslendim, çağırdım ama bir daha dönüp bakmadı. Cenazemi kendi elimle baktığım bahçeye defnedin” demiş.
Şike kahramanların ve fasihlerin, ozanların içinden seçilmiş olan bazılarının genellikle bir hayvan suretinde koruyup kollayıcı sahipleri olduğu halk arasında söylenir. Bunlar sahiplendiği kişilerin rüyasında görünerek, onlara yön gösterirlermiş. Mesela, meşhur Kaz sesli Kazıbek’in kollayıcısı çift kaplan, Kempirbay’ınki yeşil ördek, sözünü ettiğimiz büyük şair Jambıl’ınki ise kızıl postlu kaplan imiş.
Jambıl’ın torunlarından, yazar kardeşiniz Nağaşıbek Kapalbekov’ten duymuştum. Siz de bir ara oğlunuz Askar ile Şairin köyüne gelip, Jambıl Ata’nın bağçesinin toprağına çocuğunuzu yatırıp kaldırmış, meşhur şairin mezarını ziyaret etmişsiniz.
Aytmatov: Az önce senin de değindiğin kardeşliğin birer belirtisidir bunlar. Gençliğimde bir aksakaldan duyduğum bir hikâyeyi anlatayım, dinle: Jambıl vefat ettiğinde, devlet idaresindeki bazı kimselerin şahsi ilgisizliğinden olsa gerek, Kırgızlar’a haber yollanmamış. Merhumun ölümünün yedinci gününde halk toplanıp yas yemeği verilirken başta Alımkul olmak üzere, Kırgızların üç şairi ağıt yakarak gelmişler. Dört nala koştukları, atlarının sırıl sıklam olmasından belliymiş. Gelir gelmez, atlarından inmeden komızlarını [Komız: Kırgızların millî çalgı aleti (Ç.N.)] ellerine alarak;
“Ey kardeşler! Jaken (Jambıl) tek Kazaklara mı aitti? Kırgızlarsız nasıl defnettiniz? Öyle darıldık ki şu anda kabrini (tekrar) açıp Kırgızlar adına birer avuç toprak atmakta iddialıyız,” demiş, sırayla ağıt jırını adeta yağdırmışlar. Kırgız kardeşlerin haklı olduklarını kabul eden cemaat utançlarından ne diyeceğini şaşırmış, göz göze gelmekten sakınıyormuş. O anda yine Jambıl’ın çıraklarından Ümbetali Karibayev ortaya atılmış, dombıra eşliğinde uzun uzadıya jır söylemiş. O, jırında Jambıl’ın “Kemiğim Kazak, ama etim Kırgız” diyen veciz ifadesini açıklayarak, haber göndermekle yükümlü bazı kimselerin yüzünden canciğer olan iki milletin ilişkilerini gölgelemenin doğru olmadığını söylemiş, tüm Kazak halkı adına özür dileyip misafirlerin önüne başlığını, kemerini ve cübbesini koyarak diz üstü oturup başını eğmiş.
O ana kadar öfkelerini yenemeyen Kırgız ozanları, Ümbetali’nin jırını duyunca, atlarından inerek toplananlara şiirle taziyede bulunmuşlar.
Kardeşlik prensibinin bundan daha güzel örneği mi olur?
Epikliğe ve romantiğe karşı millî meylimiz bir tarafa, menkibelerimiz bile inandırıcı, özlü ifadelerle anlatılır. Burada belirtilmesi gereken bir şey daha var, o da romantizm kalıbına sığdıramayacağımız, dediğim dedik şahsiyetler hakkında anlatılanlar. Öylelerinden bizzat gördüklerim, Rayhan Şükürbekov ile Midin Alibayev idi. Bavırcan Momışulı ise müstesna bir şahsiyettir.
Şahanov: Elbette öyle. Momışulı ender bulunan insanlardandır. Kendisi ne kadar “Askeriyede de, yazarlık hayatımda da albay olarak kaldım” diye tevazu gösterse de bence eski SSCB’de Bavırcan Momışulı gibi hem mutlu, hem trajik hayat sürenler parmakla sayılacak kadar azdır. Bavırcan hakkında, yazar Azilhan Nurşayıhov’un “Hakikat ve Efsane” adlı güzel bir kitabı da var. İşte o eserde Vatan Savaşı (Rus-Alman Savaşı kastediliyor) sırasında cesareti ve dehası dillere destan olan B. Momışulı’nın üç defa SSCB Kahramanı [(SSCB’de en yüksek unvan (Ç.N.)] derecesine aday olduğu, fakat bir kere dahi bu unvanın ona verilmediği, Askerî Akademiden mezun olduktan sonra generallere hocalık yaptığı, ama yine de Albaylıktan yüksek rütbeye geçirilmemesi ile ilgili çok ilginç olaylar anlatılıyor.
Sizin yazar arkadaşlarınızdan Tahavi Ahtanov’un, Bauken’in defin merasiminde söylediği, “O, standart devirde standartsız yaşadı” ifadesi,bugün halk arasında çok kullanılan bir tabirdir.
Bavırcan, gerçekten de Sovyet sisteminin standart kalıbına sığmayan, kendi zevkine göre yaşayan birisidir. Hakikati dobra dobra söylemesi ve aşırı cesareti onu rütbeden, makamdan alıkoydu.
Barış zamanı şöyle dursun, savaş esnasında bile haksızlıklar çok olmuştur. Komutanlığındaki askerlerle 272 defa savaş meydanına girerek, hepsinde galip olan B. Momışulı’nın vatan uğrunda verdiği bu emeğin, vatan savaşı tarihinin en parlak zaferleri olduğu bir gerçektir. Hatta bazı yabancı ülkelerin askeri okullarında B. Momışulı tekniği ve tecrübesinin ayrı bir ders olarak konulması çok şey ifade ediyor.
Aytmatov: A. Bek’in meşhur Volokolam Şosesi adlı kitabını okumuş ve Bavırcan’ı sevmiştim. Bavırcan, cesareti ve kahramanlığıyla bir kaç neslin medar-ı iftiharı oldu. Ben, onun gibi kahramanın bizimle aynı devri paylaştığını düşündükçe hayrete kapılıyordum. Çünkü öylelerini ancak masallarda kalmış gibi düşünüyordum.
Aradan yıllar geçince, Lenin Ödülünü aldığımda Bavırcan’ın bana telgraf çekerek tebrik edeceğini, Moskova’da, Almatı’da defalarca görüşüp muhabbet edeceğimizi aklımın ucundan bile geçirmezdim. Bir gün Arbat’ta karşılaştığımda kahraman büyüğümüz bana;
– “Cengiz, benim hakkımda halk arasında 120 vagon dedikodu dolaşıyor. Onlardan bir vagonu gerçektir, kalan 119’u yalan. Fidel Kastro’nun özel misafiri olarak Küba’ya gittiğimde gencecik esmer güzeli bir kız yanıma gelerek,
“Sayın Albayım, sizin hakkınızda çok okudum. Çocukluğumdan beri size aşığım. İsterseniz karınız olayım. Beni beraberinizde götürür müsünüz?” dedi.
Şaşırdım doğrusu. Ama kız oralı olmadı, nazlanarak yaklaştı bana. Ben de dedim ki:
“Güzel kız, Kazaklarda “Kız iken her şey güzeldir, kötü kadın nereden çıkar?” diye bir söz vardır. Dolayısıyla sen benim huyumu suyumu bilmediğin için böyle konuşuyorsun. Bilseydin bunları söylemezdin…”
O zaman “Beni al” diye kendisi isteyen kızcağızı nikahlayıp getirseymişim, benim hakkımdaki dedikodu miktarı 200 vagonu da aşardı…
Bayağı bir gülmüştük.
Şahanov: Bavırcan’ın Şımkent’e bir seferini hatırlıyorum. O zamanlar ülke genelinde yayın yapan “Lenincil Jas” (Lenincil Genç) gazetesinin Şımkent vilayeti sorumlu muhabiri idim. En ufak bir yeniliği kaçırmayan, canla başla kendini işine adayan, 22-23 yaşlarında bir gençtim. Bir gün gazetenin editörü, sizin kardeşiniz Şerhan Murtaza telefon açtı.
– “Bavırcan Momışulı Sarıağaç sanatoryumunda dinlenmek için yola çıkacak. Yarın Şımkent’te trenden inecek. Valiliktekilere haber ver, ıssız bir yere gitmiş gibi olmasın. Karşılamaya bizzat sen de git, gerekenleri yapın” dedi.
Ben hemen bu önemli haberi vilayet Parti Komitesi Başkanı Süleyman Zadin’e telefonla bildirdim. Süken bunu duyunca biraz sessiz kaldı, neden sonra;
– “Muhtar,” dedi bana.
– “Kahraman Ağamız geçen sene kalabalığın içinde bana kızmıştı. Ben karşılamaya gitmeyeyim. “Acil işleri vardı, bir ilçeye gitti,” dersin. Ama konuştuklarımız aramızda kalsın. Valiliğin arabasını veriyorum. Bir de şehirdeki Bavırcan’ın okuduğu Sıpatayev okulu müdürüne telefon aç, benim selamımı söyle. Öğrenciler çiçek demetleri ile istasyona gitsinler. Gerisini de sen halledersin” dedi.
Beklenmedik bir anda büyük bir sorumluluk aldığımdan dolayı ben heyecanlanmaya başladım. Küçük bir anormallik hissederse hiç bir şeyden çekinmeden karşısındakinin yüzüne vuran kahraman Bavırcan’ın huyu, herkesin malumuydu. Hatta meşhur yazar Aleksandır Bek’e bile Volokolam Şosesi’ni yazacağı zaman “Tek kelime uyduracak olursan parmağını kesirim!” diyen Bavırcan’dan herkesin çekindiği de bir gerçekti.
Zafer Bayramı arefesinde bir muhabire Bavırcan ile röportaj yapması söylendiğinde, “Bavırcan’a göndereceğinize kafesteki aslanın sırtını okşamaya göndermeniz daha kolaydır benim için. N’olursunuz başkası gitsin, ben bu işin altından kalkamayacağım” deyip gazete müdürüne adeta yalvardığına da şahit olmuştum.
Halk arasında çok anlatılan bir hikâyeyi de nakledeyim:
O zamanlar yazarların diğer meslek sahiplerine kıyasla maddi durumları iyi sayılırdı. Orta halli bir yazar bile, iki yılda bir basılan kitabı için aldığı telif hakkına bir araba satın alabilirdi. Hükümetin onlara tanıdığı bazı haklar da cabası. Bavırcan’ın da arabası vardı. Ama pek kullanmıyormuş. “Bavırcan bir yere gideceği zaman, Almatı vilayet Parti Komitesi Başkanı olan ve edebiyat ve kültür sahasında hizmet edenleri ayrıca destekleyen Asanbay Askarov’a telefon açar, ondan araba ister, onunla gidip gelirmiş,” diye duyardık.
Her sene komşu ülkelerden araba satın almak isteyenler -bu detayları bildikleri için- yazarlar kuruluna gelirlerdi.
Aslında bu pazarlamacılar, “nasıl olsa yazar milleti hesap-kitaptan pek anlamıyor, dolayısıyla arabalarını ucuza verir, süsleyip tekrar pahalıya satar; kolayından para kazanırız” diye düşünürlerdi.
Bu işe kendini adayan hilekarlardan biri birgün Yazarlar Kuruluna gelerek, oradakileri rahatsız eder. Ondan kurtulmak için yazarlardan birisi der ki: “Ben Bavırcan’ın arabasını satacağını duydum. Gidip bir konuşun. Nabzını yoklayabilirseniz -kendisi çok cömert birisi- bedavaya da alırsınız belki.”
Bavırcan bu sırada kahvaltısını yapmış, gazetelere bakıyormuş. Kapının zili çalmış, iki tüccar içeriye girmiş. Millî geleneklere bağlılığıyla da tanınmış misafirperver Bavırcan, gelenek gereği gelenleri başköşeye oturttuktan sonra;
– “Hatun, yemek hazırla,” diye mutfağa seslenmiş.
Gelen misafirler esas maksatlarını belirtmek için mırıldanmaya başladığında, Kahraman Bavırcan:
– “Susunuz!”
“Kazak geleneğine göre gelen misafir, nasibi olan yemeği yiyip bitirene kadar niçin geldiğini açıklamaz,” demiş, emreder bir tonda.
Çay, arkasından da kocaman bir tabakla beşparmak getirilmiş. Yemek yenilip, sofra kaldırıldıktan sonra ev sahibi misafirlerine bakarak;
– “Şimdi sıra sizde. İsteklerinizi açıkça iletmenize müsaade,” deyip sigarasını yakmış.
İzin verildiğini duyunca, sabahtan beri itinayla ağırlanmakta olan konuklardan biri oturduğu yerden kalkarak;
– “Arabanızı satıyormuşsunuz. Zaten hiç binmediğinizi söylediler. Bize satar mısınız? Almaya kararlıyız” demiş çekine çekine.
Hayatında bir şey satmayı, pazarlık yapmayı düşünmek şöyle dursun, öyle şeyleri ar sayan mert adam bu lafı duyunca bıyıkları diken diken olmuş. Yerinden fırlarcasına kalktığı gibi yazı masasının çekmecesinden tabancasını çıkartıp;
– “Kalkın yerinizden!” diye olanca sesiyle bağırmış. Gelen kişiler neye uğradıklarını şaşırarak emri yerine getirmişler.
– “Yatınız!” demiş Bavırcan.
İki misafir canlarını dişine takarak, Momışulı’nın “Kalk! yat!” emrine uyarak 40-50 defa yorulup terleyene kadar devam etmişler.
– “Arkanızı dönün!” demiş neden sonra Bavırcan.
– “Hadi marş! Arabamı size satacağıma, kendi elimle yakarım daha iyi.”
Evet, Bavırcan ile alakalı bunun gibi birçok olayı önceden duyduğum için, öğrencilerle birlikte istasyonda bu kahramanı karşılamaya büyük olarak tek başıma çıkmaktan çekindim doğrusu.
Güney Kazakistan’da Narbay adında bir şair yaşamıştı. Çok değişik yapıya sahip bir insandı. Yazdıklarını sonuna kadar okumak, büyük bir sabır isterdi. Son birkaç harfini kafiyelendirir, oturduğu yerden girift manzumeler yazardı. Biraz da, canının istediğine göre davranmayı severdi. Millet onun huyunu bildiği için mi yoksa yaşının büyüklüğüne karşı saygıdan dolayı mı bilemem, bizim güneyde gerçekleştirilen tüm sosyokültürel faaliyetlerin yanı başında hep Narbay aksakalı görürdük.
“Bavırcan’la uzaktan akrabayız. Yaşının küçüklüğünden dolayı, beni gördüğü yerde el pençe divan durur,” diye konuştuğunu çok duymuştum. Sıkıştığım anda işte, o Narbay’ı hatırladım. Kendisine telefon açıp hal hatır sorduktan sonra;
– “Ağa, siz Bavırcan Momışulı’nı biliyorsunuz değil mi?” diye sordum.
– “Ne demek istiyorsun sen? Tanıyor musunuz da ne demek? O, benim kardeşim. Bir dediğimi iki etmez,” diye cevap verdi kızarak.
O zaman, “Bavırcan yarın Almatı-Moskova hızlı treniyle geliyor. Karşılamaya beraber gidelim. Ben arabayla size uğrarım,” dedim. Ahizeyi yerine koyunca üzerimden ağır bir yükün kalktığını hissedir gibi oldum. Ne de olsa zararı olmaz, çünkü Bavken büyüklere saygı duyar. Artı, uzaktan akraba olması da bir avantaj. Tabii Nabay aksakalın, Bavırcan’ın bir dediğini iki etmeyeceğini söylemesinin biraz abartma olduğu belliydi.
Ertesi gün Naken’i evinden alıp tren istasyonuna gittik. Birkaç öğrencisiyle birlikte Sıpatayev Okulunun müdür yardımcısı Cumakul Sarsenov, bizden önce gelmiş. Beklediğimiz tren de tam vaktinde geldi. Bavırcan indi. İki genç asker Bavırcan’in iki valizini indirdi. “Büyük ihtimal tatil gezisine çıkan askerlerdir” diye tahmin ettim.
Adet gereği, yaşının büyük olması hasebiyle, ilk önce Nar-bay aksakal gitti Bavırcan’in yanına. İkisi selam kelam edince gerçekten de iyi tanıştıklarını anladım. Sonra, müdür muavini Sarsenov selamlaştı. Çocuklar da getirdikleri çiçekleri Bavırcan’a sundular. Ben de selam verir vermez valizlerini kaldırmaya çalıştım. O sırada Narbay şair;
– “Bavırcan, gelini de getirseydin,” dedi.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/cengiz-aytmatov/safak-sancisi-69499795/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Gürlemek demektir. Burada ‘gürleyerek akan’ su manasında. (Ç.N.)

2
Şike: Kazakçada büyüklere hitap ederken saygı ifadesi olarak muhatabın adının ilk hecesine ka. ke. ba eklenerek söylenir. (Ç. N.)

3
Yedi ata: Kazak ve Kırgızlarda yedi göbek geçmeden evlenmeme geleneği vardır. Dolayısıyla çocuklar küçük yaştan itibaren yedinci dedesine kadar ezbere bilirler. (Ç. N.)

4
Tuajat: Altıncı kuşak torun.

5
Jurejat: Yedinci kuşak torun.

6
Aygır: Atın erkeği.

7
Jilkışı: Ata bakan, atçılıkla uğraşan. Kazak ve kırgızlar büyük kayınlarına “Kaa-ynağa” (kayın ağa) derler. (Ç. N.)

8
Tirşeke: Zayıf, bir deri bir kemik manasında.

9
Nehirbay

10
Kurtbay

11
Bıçakbay

12
Bileğibay

13
Sarkıramam: Çağlayan demektir, buradaki manası da çağlayarak, akan su.

14
Kışırdama: Kamış demektir.

15
Meleme: Koyun.

16
Uluma: Kurt.

17
Kesme: Bıçak.

18
Herhangibir menfaat beklemeksizin birinin işine ortaklaşa yardım etmek, imece.

19
Özel olarak seçilmiş at etinden hazırlanana sucuk. (Ç. N.)

20
Lor peynirinden, süzmeden, çeşitli şekiller verilerek kurutulan yiyecek türü (kurut).

21
Apa: Ana
Şafak Sancısı Cengiz Aytmatov и Muhtar Şahanov
Şafak Sancısı

Cengiz Aytmatov и Muhtar Şahanov

Тип: электронная книга

Жанр: Зарубежная публицистика

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 16.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Şafak Sancısı, электронная книга авторов Cengiz Aytmatov и Muhtar Şahanov на турецком языке, в жанре зарубежная публицистика

  • Добавить отзыв