Gönlün Göklerinde

Gönlün Göklerinde
Gabbas Kabışulı

Gabbas Kabışulı
Gönlün Göklerinde

Takdim
Abzal SAPARBEKULI
Kazakistan Cumhuriyeti Ankara Büyükelçisi
Kazakistan Cumhuriyeti, çeyrek asır önce Bağımsızlığını ilan ettiği günden bu yana milli kültürel değerleri ile mirasının yeniden canlanması hususunda önemli adımlar atmıştır. Böylece tarihi ve edebi eserlerinin çoğalmasıyla yeni manevi ve kültürel zenginliğine kavuşmuştur.
Günümüzde Kazakistan, devlet ekonomisinin gelişimi ile siyasi istikrarı yanı sıra Üçüncü Modernizasyon Gelişim sürecine girerek Kamu Bilincinin Modernizasyonu veya Manevi Uyanış Programını yürütmektedir. Bu bağlamda, kültürel, sanatsal ve edebi değerlerinin yenileşmesine imkan tanıyarak milli ve manevi zenginliği dünyaya tanıtma hususunda birçok çalışmalara imza atmaktadır.
Söz konusu program çeçevesinde Büyükelçilik olarak Kazakistan ile Türkiye arasındaki ilişkilerin gelişmesine katkı sağlayan kültürel ve beşeri alanda çalışmalarımızı yürütmekteyiz. Özellikle, edebiyat alanındaki etkinliklere destek veren Avrasya Yazarlar Birliği ile beraber Kazak edebiyatının önemli eserlerini Türk diline kazandırmaktayız.
Bu anlamda Kazakistan’ın ünlü yazarı, hiciv ustası Gab-bas Kabışulı’nın iki ülke arasındaki edebi ilişkilerine sağlamış olduğu katkılarını, hususiyle Türk yazarlarının eserlerini Kazak diline çevirip Türk edebiyatının tanıtılmasında büyük emek vermesini hesaba katarak, yazarın hazırlamış olduğu Gönlün Göklerinde adlı deneme ve anı eserinin Türkçeye tercüme edilmesine önem vermekteyiz.
Gönlün Göklerinde, Kazak aydınları hakkında yazılan portre yazılar mecmuasıdır. Elliyi aşkın Kazak yazarları, şairleri, gazeteceleri hakkında yazılarıyla kaleme alan değerli yazarımız kendi gönül penceresinden değerlendirerek hatıralarını tarihselleştirmiştir. Böylece aydınlarımızı, belki de kısmen yeni nesil tarafından unutulmaya yüz tutmuş Kazak mümtaz şahsiyetlerimize heykel dikerek yeniden canlılık kazandırmıştır.
Aydınlarımızı tanıtan değerli yazar Gabbas Kabışulı, kültürel birikimimiz ile zenginliğimizi göstermektedir. Türk dünyasının ayrılmaz parçası olan Kazak milletinden ne kadar okur yazarların olduğunu, tarihe bir manada yöne veren şahsiyetlerin olduğunu hatıralar ve anılar çerçevesinde usta diliyle değerli okurlarımıza arz etmektedir. Ayrıca yeni nesillere bu edebi geleneği aktarmaktadır. Bu bakımdan değerli yazarımıza şükran duygularımız arz ederim.
Kazak edebiyatının Türkiye’de tanıtılmasında büyük emek veren Bengü Yayınlarına, eserin çıkmasına destek veren Avrasya Yazarlar Birliği Başkanı Yakup Ömeroğlu’ya, kitabı çeviren Elmira Kaljanova’ya canı gönülden teşekkür eder, eserin okurların başucu kitabı olmasını temenni ederim.

Takdim
Dr. Yakup ÖMEROĞLU
Avrasya Yazarlar Birliği Genel Başkanı
Gönlün Göklerinde, değerli Kazak yazarı, hiciv ustası Gabbas Kabışulı’nın Kazak aydınlarına armağan ettiği edebiyattaki yeni tür yazılar mecmuasıdır. İnsanın gönül dünyasını kalemin mürekebbiyle resmeden bir usta yazar olarak çizdiği birer portredir esasında. Kazak aydınlarının resim sergisidir bu kitap.
Gönlün Göklerinde, bir yazarın hayatında yer alan, toplumun gelişmesine, manevi uyanışına ve tarihsel oluşumuna yön veren mümtaz şahsiyetleri anmadır. Genel olarak doğum veya ölüm yıldönümlerinde andığımız bu düşünce ve duygu insanlara karşı bir saygının, bir özlemin ifadesidir.
Gönlün Göklerinde, sadece kardeş Kazak milleti için değil, Türk dünyası için de önem arz eden ve adeta birer sembole dönüşen seçkin insanlar seçkisidir. Aslında kitapta yer alan her bir şahsiyet bilimsel araştırma tezlerin de konusudur.
Gönlün Göklerinde, yazarın deneme ve anı kitabıdır. Yazar uzun zaman Kazakistan Yazarlar Birliğinde görev yapmış ve kitabında konu olan aydınlarla dostluk ve kardeşlik ilişkilerde bulunmuş. Bir anı yazacak kadar yakın olmuş. Bir hatıra kaleme alacak kadar çeşitli olayları birlikte yaşamış. Ve tabi ki, yazarın usta hicivci olması konuya farklı açıdan bakmaya, gerekirse alaysı tarzla yazmaya yardımcı olmuştur.
Gönlün Göklerinde, gerçekçi bir eserdir. Devletin ve toplumun tarihi gelişimine bağlı olarak olaylar yaşanır. Fakat o olayların değerlendirilmesi bazen anında yapılır, bazen ise sonraki zamana bırakılır. Kitapta adı geçen şahsiyetler darı bekaya irtihal etmişlerdir. Dolayısıyla onların hayatı ve yaşantısı belki zamanında açık ifade edilemeyen ve değerlendirilmeye müsaade edilmeyen şeylere şahit olmuştur. Hemen hemen hepsi Sovyet Birliği döneminde yaşamışlar ve doğal olarak Bağımsızlık mücadelesi sürecinde birçok şeyler açık ifade edilmemiştir. Bu açıdan kitabın tarihsel değeri vardır.
Gönlün Göklerinde, aslında gönlün derinliğinde bulunan, düşüncenin ufkunda temessül eden hatıralar yumağıdır ve zamanın çıldırtıcılığı karşısında sabreden kalbin sesi ile soluğudur.
Kitabı Türkiye Türkçesine çeviren Elmira Kaljanova’ya ve baskıya hazırlayanlara teşekkür eder, kitap severlerin başucu eseri olmasını temenni ederim.

GÖNLÜN GÖKLERİNDE Anı ve Düşünce Kitabı
Kazaklar,Yiğidin üç yakını: kendi akrabası, anne tarafından akrabaları ve eşinin akrabalarıdır der. Ben, atamızın affına sığınarak buna “mesai arkadaşları ile dost ve eşlerini” de eklemek isterim. Muhtemelen atalarımız “Üç yakın”dan bahsederken sekiz saatlik mesai saatleri ve yüzlerce, kişinin bir arada çalışacağı işyerlerini tahmin etmemiştir. Tabi çocuk yuvası, okul, enstitü, üniversite, akademi gibi ortamları da… Biz sonraki kuşaklar, bunları yaşadık ve hayatımızı belirli kurumlarda geçirdik. Kurumlar bizim ikinci ailemiz oldu. Farklı bölgelerden gelip o ailenin bireylerine dönüştük. Üzüntülerimizi, sevinçlerimizi paylaştık. Elinizdeki kitapta sözü edilen büyük ve küçük kişiler baki dünyaya göç etmiştir. Onların arasındaki bazı akranlarım ve kardeşlerimle Doğu Kazakistan Bölgesi’nin “Kommunizm Tuvı (Komünizm Bayrağı, günümüzde “Didar”) gazetesine, ulusal Kazak Edebiyatı Gazetesi’nde, Ara-Şmel (Arı) Dergisi’nde, Yazarlar Birliği’nin Edebiyat Fonu Bölümü’nde, Edebî Çeviri Kurulu’nda, Edebî İlişkiler Kurulu’nda, Birlik Başkanlığında birlikte çalıştım. Ağabeylerimle de Yazarlar Birliği’ndeki çeşitli faaliyetler sırasında tanıştım. Bazılarıyla uzak ve yakın iş gezilerinde birlikte bulundum. Böylece onlar ve bugün hayatta olan büyük küçük dostlarım benim dördüncü yakınıma dönüştü. Onlarla günaşırı konuşmaz, ya da görüşmezsem canım sıkılır, kalemim yazmaz.
Özlem duygularıyla dolu bu kitapda yazdıklarımın hepsi anı değildir. Kitapta ayrıca kahramanların toplumsal ve edebî çalışmaları üzerine düşüncelerim de mevcuttur. Bunları hemen kâğıda kaydetmeyip, ruh hâlime göre ufak ufak yazdım. “Kim nereden bilecek ki?.” diyerek ucuz yöntemlere başvurmadım, yapay şeylere yer vermedim, hakikatten şaşmadım. Çok şükür.

EDEBİYATIMIZA GİREN YENİ TÜR
İnsanın ruhu yaşlanmasa da zamanla bedeni yıpranmaya başlar. Gözlerim ve kulaklarım ağırlaştı. Bacaklarım uzak yerlere götürmez oldu. Ne de olsa seksen yaşımızı geçtik. Buna rağmen gözlerimi kısarak da olsa harika bir kitabı daha bitirmenin mutluluğunu yaşıyorum. “Sağınış Sazı (Hasret Ezgisi)” isimli Nurlu Alem Yayınevi’nden çıkan kitabın, tanınmış yazarı, Gabbas Kabışulı. “Tanınmış” diye alışkanlıktan söylüyorum. Oysa yazarların hepsi tanınmıştır. Peki Gabeken (Gabbas Kabışulı) hangi yönüyle tanınır? O, bugüne kadar yaklaşık 20 kitap yayımladı. Bunlardan on dördü kendi yapıtı, dördü edebî çeviridir. İşte tüm bunlar, onun kaleminin ne kadar güçlü olduğunun bir göstergesidir.
Gabeken’in güçlü kaleminin başka belirtisi ise onun ölen çağdaşlarını “öldürmemeye”gayret etmesidir. Bu ne demektir? Hayattayken pek çok insanla ilişkide bulunuruz; dost, arkadaş, sırdaş olduğumuz, saygı duyduğumuz kimselerle birlikte yaşarız. Ancak öldükten sonra onları unuturuz. Aklımıza getirmeyiz, anılarını yazmayız.
Gabeken, Kazakistan Yazarlar Birliği adını taşıyan kutsal kurumda otuz yıl çalıştı. Pekçok yazarı tanıdı. Pek çoğuna saygı duydu, sırrını paylaştı. Özellikle de uzun yıllar SSCB Edebiyat Fonu Kazak Şubesi Müdürü görevini üstlendiği zamanlarda pek çok yazar ve şaire yardım etti. Onların yapıları ve karakterlerini derinden algılayıp iyi özelliklerini aklında tuttu. Ölen yazar ve şair çağdaşlarını “öldürmemeye” gayret etti.
Bu nedenle o yukarıda sözünü ettiğimiz yirmi kadar kitaptan başka, bir çok tanınmış yazar ve toplum adamı hakkında da anı kitapları hazırladı. Anvar Alimjanov, Sagat Aşimbayev, Adi Şaripov ve M. İ. Yesenaliyev’i anlatan dört kitabı okuyucularına armağan etti. Tüm bunları yaparken onlar “Örnek evlatlarınız idi, hatırlayın.” demeyi de unutmadı. Herkesin onun gibi davranması mümkün değildi. Zira telif hakkı bunun önündeki en büyük engellerdendi. Eskiden belirli bir kitaba anısı dâhil edilen yazara azımsanmayacak miktarda telif hakkı ödenirdi. Artık o usul kalmadı. Telif hakkı olmayınca kimse boşu boşuna anı yazmak istemiyor. Ayrıca kitabı hazırlatmak isteyen kişinin yazmayı kabul eden, ya da yazma sözü verenlere yalvarıp yakarması, sürekli telefon edip bıkmadan usanmadan “Yazdın mı?”, “Bitirdin mi?” diye sorması da cabası.
İnsanlardan güç bela hatıralarını topladıktan sonra onları gözden geçirir, yazarsın. Ardından kitap olarak yayımlamak için sponsor ararsın. Sponsor bulmak ise su tavuğunun kanını bulmak kadar zordur. Birilerine gidip “Babacığım. Ağabeyciğim.” “Bu insan Kazak milletinin eşsiz evlatlarından biri idi. Milletimizin onu unutmaması için anılar kitabı hazırlamıştım. Yayımlamak için yardımına ihtiyacım var” diye yalvarırsın. Eskiden derleyenlere, hazırlayanlara da telif hakkı ödenirdi. Artık o da yok. Bu durumda yakını, ya da akrabası olmadığı halde, kim ölmüş birisi için sıkıntı çeker ki? Bir kuruş kazancı olmayacak bir işe kim girişir? Zaten böyle insanlar artık yok denecek kadar azdır.
Bundandır ki Gabbas Kabışulı’nın bu fedakârlığını manevi kahramanlık, milliyetçilik ve yüksek bir kişilik örneği olarak değerlendirmek gerekir. Bazı insanlar, Gabeken’in dikkatler dışında bırakılan bu davranışını, çıkarını bilmeyen manevi Don Kişotluk olarak algılayabilir. Keşke kalemden başka maddi kaynağı olmayan yalın kılıç yazarlardan başka günümüz zengin işletmecilerinde de böyle “Don Kişotlar” çıksa da bu davranışlarıyla kültürümüzün gelişimine katkı sağlasa. Tabi az da olsa böyle insanlarla karşılaşmak da mümkün. Onlardan biri bu kitabı kendi parasıyla ve memnuniyetle basan yazar, matbaacı Jarılkasın Davlet kardeşimizdir.
İşte bu fedakâr yazar, dikkate değer bir kitap daha yayımladı. Dikkate değer olduğunu söylememin nedeni onun kendisi ile birlikte büyüyen, birlikte kalem tuttuğu, saygı duyup sırlarını paylaştığı, dönemin sıkıntılarını birlikte çektiği şakaları yakışan ve edebî kişilikleri uyuşan otuz yazar hakkındaki anı kitabıdır.
Gabeken’in kendisi ne kadar ciddi, titiz ve olgun ise yazdıkları da o kadar ibretlikdir. Onun tüm eserleri; insanlığı, dürüstlüğü, yiğitliği ve günlük yaşamda pek dikkat edilmeyen sıradan kahramanlıkları anlatan birer destandır. Bu tür “destan”larından biri işte bu “Hasret Ezgisi” kitabıdır. Burada yazar, yaşamını yitiren otuz yazarın insanlık, yiğitlik ve şairlik özelliklerini gözler önüne serer. Onların her birini yanıbaşındaymış gibi hissettirir. Öyle ki onların seslerini duyar, kendilerini görür gibi olursun. Onların gülüşlerini hisseder hatta onlarla birlikte gülersin. Güzel tebessümlü Sagi (Jiyenbayev), gözleri gülümseyen Jumeken (Najimedenov), çatık kaşlı Mukagali (Makatayev) yanında duruyormuş zannedersin.
Diğer yazarlar da kendilerine has özellikleriyle ortaya çıkarlar. Yazarın anılar kitabına ayrı ayrı bölümler olarak giren Balgabek Kıdırbekulı, Şona Smahanulı, Ospanali İmanaliyev, Ospanhan Avbakirov, Sabırhan Asanov, Jüsip Kıdırov, Tölegen Tokbergenov, Ramazan Sagımbekov, Oralhan Bökeyev, Nükeş Badigulov, Marat Kabanbay, Ramazan Toktarov, Kuvandık Şangıtbayev, Jaraskan Abdıraşev ve diğerlerinin yaşadıkları çeşitli olayları onun dilinden öğreniriz. Kitap okuyucusuna işte bu yazarların başlarından geçenleri, insanların bilmedikleri sıkıntıları anlatır. Bilgi sunarken onların yaşamını olduğu gibi sayıp sıralamaz. Her yazarın ibretli yaşamından ancak kısa kısa ayrıntılar verir. O küçük ayrıntılar bile insanı heyecanlandırır. Kitabı okurken bazen güler, bazen kızar, bazen de gözlerin yaşarır. Üzülürsün. Üzülürsün, çünkü onların hepsi daha dün yanımızda olan kardeşlerimizdi. Onlar sahip oldukları değerli yeteneklerin semeresini halka tam sunamayıp, otuz ila elli yaşları arasında bu hayatı terk etmişlerdir.
Yazar, hangi yazarın kaç yaşında vefat ettiğini belirtirken “Vah aslan gibi falanca ağabeyciğim, vah filanca güzel kardeşim.” diye sık sık iç çeker. Küçük anıların her biri diğerinden değerlidir. Biri diğerinden iyi ya da kötü değildir.
İstediğim “Yazar falanca hakkında şöyle demiş, filanca hakkında böyle demiş” demek değil. Okuyucu onları kendi gözleriyle okuyup kendi iç dünyasında hissetmelidir. Belirtmek istediğim yazarın yaşamı erken terk eden kardeşleri hakkında, kalbi sızlayarak ve içi yanarak yazdığıdır. İletmek istediğim bu kitabın içinde anlatılanların sadece yazarların çocukları, soyu için değerli olmadığı, kitabın Kazak Edebiyatına saygı duyan her ailenin baş köşesinde bulunmaya layık bir eser olduğudur.
“Bu kitabın türü hakkında birkaç söz söylemek uygun olacaktır. Latincede “requiem” sözü bulunur. Kazakça anlamı “ağıt”tır. İnsanlığın yaşadığı büyük dönemin, büyük insanın, halkı için emek vermiş kahramanların arkasından ağlamaktır. Ağıtlar eskiden müzik sesi ile ve şiir diliyle yakılmıştır. Örneğin Aydınlanma Çağı’nda yetişen Avusturya bestecisi W. Mozart’ın “Requiem” adlı meşhur eseri dünya klasik müziğinin en güzel örneğine dönüşmüştür. Onun gibi J. Brahms da A German Requiem (Alman İlahisi) bestelemiştir. Bunlar müzik alanındaki ölüm ilahileridir.
Kazak şiirindeki ağıt türünün en başarılı ve meşhur örneği Mamay Kahraman’ın annesi Karatilek için söylediği ağıt ve eski “Yelim-ay (Vah Yurdum Vah).”adlı türküdür. Daha sonraki dönemlerde de ölüm şiirleri yazan şairler olmuştur. Günümüzde bu türle M. Alimbayev ilgilenmektedir. Ancak düz yazı ile meydana gelmiş ölüm yazıları yoktur. G. Kabışulı’nın otuz yazarı anarak yazdığı kitaba mensur requiem (ağıt) türü demek mümkündür. Bu anılar kitabının bir başka özelliği de kitabın ön kapağında film şeritleri biçiminde 30 yazarın resmini bulundurmasıdır.
Profesyonel edebiyat eleştirmeni olmasak da kendimizi takip eden kardeşlerimizin bazı eserleri hakkında fikir belirtmek, ağabeylik borcumuzdur. Bizzat benim hiçbir fikir belirtmediğim kardeş yazarlardan biri işte bu kitabın yazarıdır. Bunun için uygun anı bulunca eseriyle ilgili az da olsa görüş belirtmek istedim. Ne de olsa “Geç, hiçten iyidir.” Belki biraz övüyor da olabilirim.
Övmek ve ödüllendirmek sanat sahibinin çift kanadı gibidir. Her ikisi de hünerli kişiyi ileriye götürür, yeni başarılara ulaştırır. Varış çizgisine yaklaşan yarış atları yüksek sesle söylenen “hay hay” sözünü duyduğunda tüm gücünü toplayıp daha da hızlanır, daha da öne atılır. İşte o “hay hay”ı sanat insanları sadece kendi çağdaşlarından değil, çalıştığı kurumdan ve devletinden de duymak ister. Duymaları da gereklidir. Bu, sanatının ufkunu genişletir. “Hasret Ezgisi” kitabının ise hem övmeye hem ödüllendirmeye layık bir eser olduğu muhakkaktır.
Burada yirmi kadar kitap yayımlayıp yazarlar hakkında dört beş anı kitabı hazırlayan bu yazar hakkında toplumun dikkatini çekecek bir tane bile makalenin olmadığını, bir tane bile ödülün takdim edilmediğini belirtmemiz gerekir. Elbette bu, yazarın kendi mütevazılığından, kimseye gidip “Benim kitabımı öv veya bana ödül ver” diye yalvarmamasından da kaynaklanıyor olabilir. Yazar hiçbir zaman kendi kendini aday göstermez. İşte bu yüzden ben de bu kitabın ödüle layık bir eser olduğunu toplumun dikkatine getirmeyi uygun buldum.

    Azilhan Nurşayıkov
    Kazakistan Halk Yazarı
    Devlet Ödülü Sahibi
    Kazak Edebiyatı Gazetesi, 19.03.2004

“DOĞRUDUR.”


Saben’i ilk kez 1966 yılının Mayıs ayında gördüm (Saben, ondan üç dört yıl önce de doğu bölgesine gelmişti, ancak ben hastanede bulunduğumdan görememiştim). Öskemen şehrinden taşınıp, Kazak Edebiyatı Gazetesi’nde çalışmaya başladığım zamanlardı. Yazın ortalarında bir gündü, öğle arası daireden dışarı çıkıyordum. Saben, delikanlılardan birinin koluna girmiş, kapının önünde ileri geri yürüyordu. Pek çok resimde gördüğüm suretiyle gönül sarayıma iyice yerleşmiş Sabit Mukanov’un ta kendisi. Başında takke, elinde baston. Boğazından rahatsız olmalı ki hırlayarak konuşuyordu. Yanındaki delikanlıyla bir konu görüşüyordu sanıyorum, genç adama arada bir “Doğrudur.” diyordu. Küçük burnunun altındaki çukurda bir fiske bıyığı olan çekik gözlü genç adam (daha sonra şair İztay Mambetov olduğunu öğrendim. Kendisiyle Kazak Edebiyatı Gazetesi’nde birlikte de çalıştık), kısık bir sesle, bir şeyler söylüyordu. Saben ise “Doğrudur.” dedikten sonra konuşmasına devam ediyordu. Ben, bir süre onları seyrettikten sonra Saben’e selam vermeye cesaret edemeyip yavaşça oradan uzaklaştım.
Kazakistan Yazarlar Evi’nin önünde Saben’i daha sonraları da gördüm. Hem genç hem ileri yaştaki şair ve yazarların koluna girip çok farklı şekilde gezdiği dikkatimi çekerdi. Öyle ilginç bir durumda bir defa benimle de sohbet ettiğini hiçbir zaman unutmam…
Şimdiki Bögenbay Batır Sokağı tarafından çok sakin ve rahat adımlarla yokuş aşağı iniyormuş. Ben de yukarı doğru çıkıyordum, Saben’i fark eder etmez hızlıca yürüyüp yanına gittim ve selamlaştım:
“Selamünaleyküm…”
“Aleykümselam.” diyerek Saben, “kolunu hazırla” dercesine sol elini uzatıverdi. Ben, sağ kolumu uzattım. “Senin selamında bir terddüt mü vardı, yoksa bana mı öyle geldi?” diye gülümseyerek baktı bana. Tereddüt olduğu doğruydu. Ondan iki hafta kadar önce şansımıza dairenin ikinci katındaki geniş koridorda üç dört mesai arkadaşımla Saben’e rastlamış, yarışırcasına selamlamıştık. Beyefendi benim de adımı, soyadımı, nerede ve ne iş yaptığımı sorup öğrendikten sonra:
“Ebeveynin hayattalar mı, sıhhatleri yerinde mi?” demişti.
“Hayattalar. Babam sizinle aynı yaşta,” diye cevap vermiştim. Neden birden o kadar detaya girdiğimi bilmiyorum, herhâlde babamın Saben gibi bir adamla yaşıt olmasından büyük bir şeref duyuyordum. Saben:
“Öyleyse eski bolşeviklerdendir.” demişti.
Bu sefer selam verirken ise genelde köy çocuklarının babalarıyla yaşıt adamlara “baba” diye hitap etmesi âdetine uygun olarak Saben’e az kalsın “Selamünaleyküm baba.” diyecek olmuştum. Mütevazı olduğu kadar da hassas adam bunu hemen fark etmişti.
“Hayır ağabey, ben hiç terddüt etmedim, size öyle gelmiş olmalı,” diyerek şakayla karışık bir cevap verdim. Saben:
“Doğrudur.” dedi ve her zaman yaptığı gibi adımı ve soyadımı, nereden ve ne zaman geldiğimi, görevimi, neler yazdığımı detaylı olarak sormaya başladı. Onun insanı iyice tanıyana kadar her görüşünde aynı şeyleri tekrar tekrar sorduğunu duymuştum. Duyduğum doğru imiş. Benim hiciv türüyle uğraştığımı öğrendiğinde:
“Doğrudur, ancak bu çok zor, çok karmaşık ve sorumluluk isteyen bir türdür. Hiciv yazılarını okumayı hepimiz severiz, ancak ona saygı duymayız. Bizdeki edebî eleştiriciler hicivden uzak dururlar, yaklaşmaya cesaret edemezler, farkında mısın? Toplumumuzun hicve, dün ihtiyacı olduğu gibi bugün de var. Yarın da ihtiyaç duyulacak bir türdür. Bu nedenle yazmaya devam edin, hiç çekinmeyin. Saygı duymayanlar ve anlamayanlar, hicvi hafife alanlar, güldürmek için kaleme alındığını düşünenlerdir. Ben, dünkü Beyümbet’in, Seydil’in; bugünkü Askar’ın, Sadıkbek’in, Ospanhan’ın bazı hiciv hikâyeleri ile şiirlerini kimi yazarlarımızın kalın romanlarına değişmezdim,” diye başlayan Saben, Kazak edebiyatındaki yergi, hiciv örneklerini halk edebiyatından başlayıp derleme, sınıflandırma, inceleme işlerinin ele alınmadığını, “Kazak Halkının Mizahı” başlığıyla ciltler halinde derleme yapılırsa; çalışmanın kesinlikle hem edebiyatımızın hem halkımızın manevi değerine ve paha biçilemez hazinesine dönüşeceğini söyledi. Böylece Saben’in Kazak edebiyatının hiciv türü ile başlayan sohbeti dünya edebiyatı hiciv türü ile devam ederek ortak sorun ve amaçlar bile gözden geçirildi. Saben’den özellikle hiciv konusunda o kadar içerikli ders alabileceğimi hiç ummamıştım. Büyük şair ve yazarın bu alanda sahip olduğu derin bilgisine hayran kaldım doğrusu.
“Mark Twain’i, William Thackeray’ı bilemeyebilirsin, fakat Antoşa Çehonten’i, Anton Pavloviç Çehov’u tabii ki biliyorsun. Aslında bir doktor olup Rusya’nın pek çok ücra yerlerini yaya olarak dolaşıp hastaları muayene eden Çehov, bir roman bile yazmadan, hiciv ve mizahlarıyla, farklı bir deyişle güzel şaka ve alayla kaleme aldığı hikâye ve tiyatro eserleriyle, klasik Rus edebiyatı tarihine adını bırakmıştır. Onun yazar unvanı kimin unvanından eksik ki?” diyerek durdu ve sorusuna cevap bekler gibi yüzüme baktı.
“Çehov, büyük bir hiciv ustasıdır.” dedim.
“Doğrudur.” dedi Saben, büyük bir memnuniyetle. Yanımıza aniden dört beş yazar gelince sohbetimiz kesildi.
Kendisini takip eden kardeşleriyle, Yazarlar Evi’nin bahçesinde birinin koluna girerek dolaşmayı veya ikinci kattaki koridorda samimi sohbetler etmeyi seven Saben’in bu güzel alışkanlığını devam ettiren son yazar İliyas Yesenberlin ağabeyimiz oldu. Nadir de olsa gelip koridorda ciddi ve ibretli sohbetlere kapılan Gabit Müsrepov ve Gabiden Mustafin gibi yazarlarımızın da adlarını anmamak mümkün değil.
Saben’in altmış, yetmiş yaşları münasebetiyle yapılan kutlama etkinliklerine katıldığım anları daha dün gibi hatırlarım. Özellikle de yetmiş yaşında o dönemin gelenek ve uygulamalarına göre en büyük ödül olan Sosyalist Emektar Altın Yıldızı’nı alacağından kesin emin olanlardan biri bendim. Saben, Opera ve Bale Salonu’nun büyük sahnesine Türkmen dostu Bedri Kerbabayev’in koluna girerek çıkmıştı. Bedri aksakalın göğsünde Altın Yıldız parlıyordu. “Bugün Sabit ağabeyimize de nasip olacak.” dedik. Nasip olmadı. Lenin Madalyası ile ödüllendirildi. O zaman ben gerçekten kızarak “Allah Allah, elli ve altmışıncı yaş dönümlerinde aldığı Lenin Madalyası’nı ne diye bir daha veriyorlar? Koleksiyon yapmasını mı istiyorlar?” dedim. Yanımda oturan şair Sabırhan Asanov, “Rezalet.” diye elini sallayıverdi. Diğerleri de memnuniyetsizliklerini belli ederek: “Altınları mı tükenmiştir.” “Kerbabayev kadar emek vermedi mi yani?” dediler.
Söz konusu ödülün sırrını daha sonra öğrendim. Ülkemizin başkanı Dinmuhamed Konayev, görünürde Saben’e saygılı davranırken gerçekte “Sen nereye gidebilirsin ki?” diyormuş. Bu tür bir sonuca varmamın kesin delili vardır. Bu, Saben’in Kazakistan Komünist Partisi Merkez Komitesi’nin 23-24 Ekim 1959 tarihlerinde gerçekleştirdiği XVI. Genel Kurulu’nda yaptığı konuşma ile ilgilidir. Genel Kurul’un gündeminde o sıralar çok konuşulan, ancak gerçekleri söylenmeyen “Temirtav Olayları” (1986 yılının Aralık ayında meydana gelen olayların benzeri) ele alınmıştı. Saben, Temirtav olayları hakkındaki görüşlerini belirtirken yüksek kürsüden Kazakistan Komünist Partisi Merkez Komitesi Birinci Sekreteri N. Belyayev’i, Bakanlar Kurulu Başkanı D. Konayev’i çok eleştirmiş. Rusça konuşmuş. Amacı hepsinin, hatta Moskova’nın bile duymasını istemesindenmiş. Okudum, çok sert bir eleştiriydi. Halk ekonomisinin her alanından somut örnekler vererek her şeyi çekinmeden yüzlerine vurmuş. Belyayev’e şunları söylemiş: “… Yoldaş Bilyayev’in samimi ve dürüst bir şekilde olayların asıl sorumlusu olduğunu kabul etmesinden dolayı çok minnettarım. Evet yoldaşlar, asıl sorumlu odur. Böyle dememin nedeni, kendisinin değişik toplantılarda Kazakistan metalürjisi üzerine yaptığı büyük konuşmalarındandır. Şimdi ise Yoldaş Belyayev’in Kazak Metalürjisinin idaresi konusunda sadece konuşmada usta, fiilde ise beceriksiz olduğu ortaya çıkıyor. Bunun için utanç duyuyor ve Kazaklarda “Utanmak, ölmekten beterdir” atasözünü hatırlatıyorum. Yoldaş Belyayev’in en kısa sürede yüzündeki bu siyasi kiri yıkaması gerekmektedir. Aksi takdirde alacağı eleştiriler şimdikinden daha sert olacaktır…”
Konayev’e ise şunları söylemiş: “… O, metalürjiyi bu alanda sıradan mühendis iken, severdi. O, zaman çok iyi şeyler yapardı, ancak oradan alındıktan sonra sevdiği mesleğe ihanet etti ve ona ilgisiz bir sevgili gibi davranmaya başladı. Bakanlar Kurulu Başkan Yardımcılığı görevini üstlenmesine ve on yıl gibi uzun bir süre sanayi işlerinden sorumlu olmasına rağmen bu alana hiçbir olumlu katkı sağlamayışını başka türlü anlatmak mümkün değildir. Ardından kendisini Kazak Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti Bilimler Akademisi Başkanlığı görevine sundular. Ancak bu yanlıştı: herkes mühendis Konayev’i tanıyor, ancak şimdi kimse bilim insanı Konayev’i tanımıyor. Yoldaş Konayev, Bakanlar Kurulu başkanlığı görevine gelince de metalürji alanına olan tavrını değiştirmedi. Aksi durumda Kazak Metalürjisinin şimdiki rezil hâline gelmesine izin vermezdi… Genel görüşe göre kendisi bir “vaatler çuvalı”dır. Ben de bu görüşe katılıyorum. Katılıyorum çünkü Yoldaş Konayev’in genelde söyledikleri ile yaptıkları birbirini tutmaz”.
Bu türden eleştiriyi affedecek başkan var mı acaba? Gerçeği kabul etmek çok zor bir iştir. Sayın Konayev affedememiş. Saben ise orada söylediklerini ispatlayabilecek pek çok şeye şahit olmuş bir insandır. Komünist Sabit Mukanov, kalabalık karşısında yalan söylememiştir. Doğruları söylemesinin daha sonra kendisine zarar vereceğini bildiği hâlde kimseye yaranmaya çalışmamış, kimseden çekinmemiştir.
Bakanlar Kurulumuzun Başkanına Kültür İşleri Yardımcısı olan, daha sonra da Yazarlar Birliği Birinci Başkanı görevini üstlenen Adi Şaripov’la aramızda sonradan yapılan bir sohbet sırasında Saben’e Altın Yıldız’ı Moskova’nın vermediğini söyledim. “Doğru değildir. Konayev verdirmedi. Saben’in birkaç arkadaşı, adına rica etmek amacıyla Konayev’e bizzat kendim gittim. Sosyalist Emektar unvanına layık olduğuna dair yazılı dilekçemizi de yanımda götürdü. “Bir bakalım” dedi cevap olarak. Daha sonra Moskova’dan öğrendiğime göre Lenin Madalyası ile ödüllendirme kararı gönderilmiş. Saben’in bir ara Temirtav olayının görüşüldüğü Genel Kurul toplantısında yaptığı sert ve doğru eleştiriyi Konayev unutmamış” dedi.
Günümüzde, kusurları bir başına yetecek kadar olan Konayev’i hiç hatası, yanlışı olmayan melek suretinde tasvir etme alışkanlığı başlamıştır. Bu durum da insanlık zaaflarından olmalıdır.
Bizde “Kazakistan Halk Yazarı” unvanı vardır. Bu unvana layık görülenlerin sayısı kırk kadardır. Bizzat ben ucuz ve hiçbir mantığa uymayan böyle bir unvanı kimin, ne için düşündüğünü ne bilirim, ne de bilmek isterim. Ne için lazımdır? Ne tür emek karşılığında verilir? Bu unvana sahip olanlar halk için yazmış da, sahip olmayanlar halk için yazmamışlar mı yani? Her türlü unvan, şan ve şöhret, evladına halkı tarafından verilmiştir ve verilmeye devam edecektir. Göğsüne Altın Yıldız takılmayan Saben, halkını madalya ve nişanlara asla değişmez.
Sabit Mukanov, kendisinin söylediği gibi “halkın kalbine giden yolu bulan” gerçek Halk Yazarıdır.
Ülkenin çeşitli yerine yaptığım iş gezilerim sırasında edebiyat üzerine yapılan sohbetlerin Saben’in adı anılmadan başlamayıp Saben’den söz edilmeden bitmediğine şahit oldum. Okuma, yazması olan her Kazak, Saben’i bilir, tanır. Aksakallarımızın çoğu hem tanımış hem konuşmuştur. Hepsi de Saben’in mütevazı, bilgili, cana yakın, alçak gönüllü, içten, misafirperver olduğunu, çocuk gibi her şeye kandığını efsane gibi anlatır. Bundan daha fazla şerefe, şan ve şöhrete, ödüle gerek var mı acaba? Orta Asya’da, dünkü Sovyetler Birliği topraklarında, yakın uzak ülkelerde Saben’i tanımayan, adından sevgi ile söz etmeyen şair ve yazar çok azdır. Meşhur Özbek şairi, Saben’in çok yakın dostu olan Gafur Gulam ağabeyimiz bir defasında yabancı meslektaşlarına Saben’i anlatırken “Bana telgraf, mektup göndereceksiniz “Özbekistan, Gafur Gulam” diye yazmanız; Saben’e telgraf, mektup gönderecekseniz “Sovyetler Birliği, Sabit Mukanov” diye yazmanız yeterli olur.” şeklinde şaka yapmıştır. Şakanın altında ise bir gerçek yatmaktadır.
Saben’in ocağını yeşertip yuvasını sağlam, kapısını açık tutan, kurulu sofrasıyla Saben’i misafirperver, herkesçe sevilen ve alçak gönüllü yapan insan sevgili eşi Meryem yengemizdir. Bu, herkesçe bilinen bir gerçektir. Halk arasında Meryem yengemizin örnek insanlık özellikleri hakkında da anlatılanlar az değildir. Sofrasında yemek yiyen, aynı sofrada bulunan büyük küçük herkes, değerli yengemizden sadece övgüyle bahseder. Akıllı eş insan için büyük bir mutluluktur. Kazak halkı, “İnsanın ihtiyaç duyduğu ilk zenginlik kaynağı sağlık, ikinci zenginlik kaynağı eş, üçüncü zenginlik kaynağı hayvandır” dememiş mi? Saben’in iç dünyasını zengin eden, değerli eşi Meryem yengemiz olmuştur.
Sabensiz yaşamında Meryem yengemiz büyük dertlerle karşı karşıya kaldı. Cimri kader, milletinin sevdiği bilim adamının iki evladı ile bir torununu götürdü şu fani dünyadan. Hâl hatır sormak için gittiğim günlerden birinde Meryem yengemiz evinde yalnızdı. “Çocuklardan biri işe, diğeri okula gitti” dedi. Benim çok mahcup olarak “Sadece hâl hatır sormak için uğramıştım” dememe kaşlarını çatarak “Otur oğlum, otur. İkimiz çay içeceğiz. Bana gücü yetecek hastalık yoktur, benimki öylesine inleme sızlamadır” dedi. Çay sofrasını kurmaya yardımcı oldum. Batı tarafındaki duvarda Saben’in dik durmuş resmi asılıydı. Benim dikkatle izlediğimi fark eden Meryem Hanım, hüzünlü bir sesle şaka yaparak: “Kendisi gelip çay içmez, sadece bakar” dedi. Evin, Saben’in müzesinin, ufak tefek işlerinden bahsetti acele etmeden. Çay içtik. Meryem Hanım, bana yorgun bir yüzle bakarak “Oğlum Gabbas… Hâlimi görüyorsun işte, anlıyorsundur. Allah Saben’den sonra beni götürmeliydi, ne yapayım…” dedi. Ben, ayağa kalkmaya başlayan duygularımı zor kontrol ederek Meryem yengeme bildiğim teselli sözlerini ilettim. “Herkes kaderini yaşar” diye. İçin için ağlasa da değerli yengemizin güçlü olmaya çalışmasına, iradesine hayran kaldım.
Yazarlar Birliği’nin Çeviri Kurulu’na başkanlık ederken boş zamanım oldukça Saben hakkında hatıraları derleyip kitap yayımlamak istedim. Halkın diline destan olan insanın kutsal ruhuna bu şekilde tazim etmeyi düşündüm. Beyefendi, Eş, Baba, Dede Saben hakkındaki en temiz anıları bir tek kişiden, Meryem Anamızdan duyabileceğimi düşünerek çalışmama başladım. Bunu detaylı anlatmama gerek yok, çünkü o, 1993 yılında benim hazırlamamla yayımlanan “Benim Sabitim” adlı anı kitabının son sözünde anlatıldı. (anılar kitabının yazarı Meryem Anamız; basılmasına yardımcı olan “Sabit Mukanov Müzesi görevlisi Gülnar Kudabayeva’dır). Meryem Hanım’ın “Sabit’i görmüş, kardeşi gibi olmuş Gabbas oğluma. 29. 10. 93” diye elleriyle yazarak bana hediye etmiş olmasından dolayı benim için kitap çok değerlidir. Cennet mekan, Meryem Hanım da fani dünyadan baki dünyaya göç etti.
Bana göre bizde kendi büyük şahsiyetlerimizi başka milletin tanınmış şahsiyetleriyle özdeşleştirerek değerlendirme gibi pek hoş olmayan bir âdet vardır. Örneğin “Kazak halkının Çaykovskiyi”, “Kazak halkının Mayakovskiyi”, “Kazak halkının Poddubnıyı” gibi kullanımlar mevcuttur. Dünden beri Saben için “Kazak Halkının Balzacı” şeklinde bir yakıştırma kullanmaya başladık. Allahım, bu tür uygunsuz karşılaştırmaya, yakıştırmaya ne gerek vardır? Saben kimdir, Balzac kimdir? Saben, kendi milletinin tarihini, tabiatını ve yapısını, yaşam tarzı ile dünya görüşünü tam olarak kaleme alan Yazar, halkının derdini paylaşan, sıkıntısını anlatan, eksiklerini tamamlayıp yarınını düşünen, kalbinden çıkan sözleri yüksek kürsülerden yüksek seslerle, açık bir şekilde büyük cesaretle ileten insandır, Mücadelecidir. Balzac’ta ise böyle bir güç, kuvvet olmamıştır. Dışarıdakilerle özdeşleştirmemiz, benzemeye çalışıp arkamızı dayamamız beş kuruşluk değeri olmayan alçakça bir âdettir..

    (2013 yılı)

ŞEFKAT


Kapı tık tık vuruldu ve yavaşça açılıp Gabiden ağabey girdi içeri. Neşeli bir sesle:
“Mojno ma[1 - “Mojno” Rusça kelime, “ma” Kazakça soru ekidir. Anlamı: “Gelebilir miyim?”.]?”dedi. Ben önce yerimden mi fırladım yoksa önce “selamünaleyküm.” mü dedim hatırlamıyorum. Sonradan aklıma getiremedim bir türlü. Sonuç olarak Gabiden ağabeyi heyecanlı bir şekilde karşıladım. Gaban ise:
“Aleykümselam.”diyerek sol elindeki kısa bastonunu çift kanatlı uçağın dönen pervaneleri misali döndürüverdikten sonra bana sağ elini uzattı. Ben, beyefendiyi eşikten birkaç adım ötede karşıladığımı ancak fark ettim, heyecanla ve hızla öne atılmış olmalıyım. Öğrencilik dönemlerimizden eserlerini okuyarak yetiştiğimiz, hakkında pek çok şey duyduğumuz, Yazarlar Birliği toplantılarında çok defa gördüğüm, ancak yanına gidip selam vermeye cesaret edemediğim ünlü yazarın beklenmedik anda odama girip elini uzatarak selamlaşacağı hiç aklıma gelmemişti? “Mojno ma?” diye özellikle Rusça karışık şaka yaparak girmesi ve bastonunu oynatması da çok şaşırtmıştı. Avucu sertçe olmasına rağmen sıcacıkmış, o sıcaklık bedenimi sarmaya başladığında kendime gelerek:
“Ağabey buyurun, şöyle oturun.” Diye masamın karşı tarafındaki kanepeyi gösterdim. Gaban rahatça oturup yeşilimsi gözlüğünü düzeltir gibi yaptıktan sonra bana bakıp:
“Benim başkanımsı bir akrabam vardır, deminki “mojno ma?” ona ait bir ifadedir, Gabiden ihtiyara ait olduğunu düşünmeyesin,”dedi gülümseyerek.
“Yo hayır, biliyorum,” demişim. Neyi “biliyorum” dediğimi bir Allah bilir, Allah’tan Gaban onu sormadı.
“Gel otur,” diyerek yanından yer gösterdi, masamın başındaki koltuğuma oturmaya çekiniyor, ayakta duruyordum. Yadırgamadan girip tanıdığıymışım gibi samimi konuşması, sevgiyle yanına çağırması kendimi çok rahat hissetmemi sağladı ve rahat bir şekilde yanına oturdum.
“Oğlum memleket neresi?”dedi kanepeye yaslanmış ve gözlerini karşıya dikmiş bir hâlde.
“Doğu Kazakistan, Öskemen, doğrusu Ulan İlçesi.”
“Nayman boyundansın demek. Sarsen Amanjolov’la aynı memlekettenmişsin, iyi, iyi. Sarsen, büyük bilim adamı ve çok bilgili bir delikanlı idi,” dedikten sonra az bir süre sessiz kaldı ve:“Oğlum dünkü atalarımız: “Yedi göbeğini bilen yedi ulusun gamını yer, yedi göbeğini bilmeyen kulağı ile çenesini yer” demişlerdir. Bunlar doğru sözlerdir, niyeti iyi olana söylenmiştir. Peki, senin zamanını almayayım, senin işlerin, gelen giden insanların vardır. Bense boş dolaşan bir ihtiyarım. Sana herhangi bir iş için gelmedim, görmek, tanışmak ve iyi dileklerde bulunmak için uğradım. Burası edebiyat fonudur, yapılan her işin yüz laf getireceği, herkesin gözünü diktiği, hem atlının hem de yayanın uğradığı geçiş yeridir. Şimdiki ihtiyar adamların bazıları çalışmıştır burada. Tabii bugünü dününden farklı, değişimi, gelişimi daha fazla, çuvalı daha dolu olmalı. Fakat paranın bulunduğu yerde şeytan da dolaşır, cin de dolaşır, en zor kısmı budur. Şayet insan dikkat etmezse şeytan ile cin, hem içten hem dıştan saldırır.Bu durum “Altını gören melek yolunu şaşırır” misali yolunu şaşıran pek çok kimseleri pişmanlık içinde bırakmıştır. Sen yavrum, korunmayı bil, dikkat et, her gün yaptığın işlerde dürüst ol, adaletli ol. Günümüz toplumunda ihtiyaç sahibi çoktur hem genç hem yaşlı yazar da çoktur. Yazarların hepsinin paraya ihtiyacı vardır. En çok ihtiyaç duyanlar ise evsiz barksız, durumu kötü olan gençlerdir. Sen elinden geldiğince onlara yardımcı ol, göz kulak ol. Benim gibi ihtiyarlar bir şey istemeye gelirse,” diye bana gülümseyerek baktı ve sözlerine devam etti: “Şudur, budur diye güler yüzle geçiştiriver, şayet durumu tamamen çarpıtacak olurlarsa sen onlardan hiç korkma, çünkü bizler senden parayı can sıkıntısından isteriz, cebimiz parayla dolup taşacak olsa yine isteriz, çünkü bizler öyle alışmışız. Yazar, ancak eserine ihtiyaç varsa yazardır… Fakat bizde bu değerli unvanı hak etmeden alanlar vardır. Anlattığım tipten insanlar şu Edebiyat Fonu’nun kapısını her gün aşındırıyorlardır muhtemelen, eskiden öyle yaparlardı. Başka yapacak bir şeyleri kalmayınca ne yapsınlar… Sadece onlar mı ki… Bizler şan ve şöhreti arttıkça aksiliği de artan doyumsuz insanlarız. Oğlum Gabbas, sen bunları aklında iyi tut, az önce söyledim ya, bizim hatipliğimizden cesaretini kaybetme, korkma. İyiliğini, güler yüzünü anlamak istemeyenlere sırtını dön, yüzünü dönme, yumuşama. En fazla bağırıp çağırırız, yıkacak duruma geldiğimizde şikâyetimizi yöneticilerine iletiriz. Yöneticileriniz ise çocuk değiller, bizim huyumuzu, suyumuzu iyi bildiklerini düşünüyorum. İmkânsız şeyi istemezler” dedi ve kısa bastonunu dik tutup hızla kalktı. Kolundan tutup desteklememe bile fırsat bırakmadı. Büyük burnunu kıvırarak tebessüm edip tekrar sağ elini uzattı ve: “Çok konuşarak canını sıkmış olmalıyız, affet… Akıl vermeyi sevenler bensiz de az değildir, yine de oğlum umarım benim söylediklerim işine yarayacaktır.”diye elimi sıktı.
“Tabii ağabey, aklımda tutacağım. Çok teşekkür ederim, güle güle.”diye neşeli bir şekilde geçirdim. Odam genişlemiş ve daha da aydınlanmış gibi hoş bir duyguya kapıldım.
“Akıl vermeyi sevenler bensiz de az değildir…”
“Akıl verenler” demedi, “akıl vermeyi sevenler” dedi. Akıl vermeyi sevenleri özellikle yergi ile yere yıktı.
Edebiyat Fonu Dairesi’nde çalıştığım yıllarda bana samimi ve iyi niyetle ağabey tavsiyesinde bulunan bir tek kişi olmuştur. O kişi, Gaban, yani Gabiden Mustafin’dir.
Daha sonraları da iki üç kez görüştüğümüz, konuştuğumuz oldu. “Gabbas oğlum, patron olmak güzeldir, ancak dikkatli ol, edebî şahsiyetini üzme sakın.” dediği hâlâ aklımda. Kitap rafımdaki beş cildinin ihtiyaç duyduğum cildine elime her uzatışımda içimden Gaban’ın esprili “Mojno ma?” sorusunu tekrar eder, kendi kendime gülümserim.
Kapıma çocuk gibi tık tık vurarak yavaşça açıp gireli beri, 22 yıl geçmiş meğer…

    1994 yılı.

GÜÇLÜ BEDENİNE HAYRANLIKLA BAKTIM


1967 yılının Nisan ayı olmalı. Kazak Edebiyatı Gazetesi’nde İcra Sekreteri Yardımcısıydım. İcra Sekreteri ise İzağa’dır. Şair İztay Mambetov. Daireye her gün saat onda gelen İzağa, ne olduysa gecikti. Saat 11’e geliyordu. Yazı İşleri Müdürü Sekreteri Raya abla girdi odaya ve çenesiyle İzağa’nın boş masasına işaret ederek:
“İztay nerede?” diye sordu bana.
“Daha gelmedi” dedim.
“Öyleyse Nigmet’e sen git, istiyor” diye odadan çıktı Raya abla.
Yazı İşleri Müdürü Nigmet Gabdullin’in odasına girdiğimde gözlerime inanamadım. Bavırjan Momışulı’nın kendisi oturuyordu. Kendisi… Nigmet Bey’in masasının ön tarafındaki alçak ve küçük masanın sağ tarafındaki koltukta dimdik oturuyor. Canlı Bavken’i ilk defa görüşüm. Şan şöhreti göklere kadar yükselen kahraman ağabeyimizle beklenmedik anda karşılaşmak benim için kolay olmadı. Ne yapacağımı şaşırmıştım doğrusu, Müdür’e bakıp konuşmakta olan Bavken’e doğru yürümeye başladım yavaşça. O, bir an ani bir bakış attı bana. Çatılmış kaşları altından keskin gözleri parlayıverdi. “Çok da huysuz olduğunu söylerlerdi, doğruymuş.” dedim kendi kendime. Çekindiğimi belli etmemeye çalışarak yavaşça attığım adımlarla karşısına gidip sağ elimi göğsüme götürerek:
“Selamünaleyküm.”dedim. Bavken, dikmiş olduğu gözlerini ayırmadan sağ elini başının şakak kısmına hançer gibi aniden kaldırıp:
“Selamlar.”dedi ve “hançer” elini Yazı İşleri Müdürü’nün masasına atıp hızlı bakışlarla Nigmet Bey’e bakarak: “Bu delikanlı kimdir?”dedi.
Müdür’e baktım, neden olduğunu bilmem gülümseyip duruyordu.
“Bavkebu, delikanlı sizin öykünüzü daktilodan çıktıktan sonra okuyup gerekli biçime sokacak personelimizdir, Gabbas Kabışev adlı kardeşiniz” dedi. Nigmet Bey, önündeki beş altı sayfayı toplayıp bana uzatırken. Bavken hızla yerinden kalktı ve Nigmet Bey’e kızgın bakış atıp sıkça bıyığına sağ elinin işaret parmağıyla bir iki dürterek:
“Şu bıyıklar. Şu bıyıklar hafife alınmaz.” dedi ve ardından gözlerini kocaman açıp: “Gidebilirsin.”dedi sert bir sesle.
Ben, tek laf bile etmeden kapıya yöneldim. Biraz uzaklaşınca Yazı İşleri Müdürü’nün:
“Anladım, Yoldaş Albayım.”şeklinde kurnazca bir sesle verdiği cevabı duydum.
“Muhafız Alay Albayı.” dedi Bavken emrivaki bir sesle.
“Anladım, Yoldaş Albayım,Yoldaş Muhafız Alay Albayı.”dedi Nigmet Bey, nedense nazlı bir sesle.
“Çok çok iyi”dedi Bavken yüksek bir kahkaha atarak. “Gerçekten de ilginç bir adammış.”diye ben de gülerek, tabii ki belli etmeden kendi kendime gülerek odadan çıktım.
* * *
1978 yılının yaz mevsimi. Kazak Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti Edebiyat Fonu Kazak Şubesi Başkanıydım. Öğle arasından sonra tam da yerime yerleşmiştim ki telefon çaldı. Ahizeyi kaldırdım. Diğer taraftan:
“Yoldaş Başkanla mı görüşüyorum?” diyen çok net ve sert bir ses geldi. Bavken’in sesi.
“Selamünaleyküm.”dedim hemencecik.
“Aleykümselam. Oğlum ben “Alatav” Tatil Evine yarından itibaren iki kişilik sevk istiyorum, yengen ile ikimize. Tamam mı?”
“Şimdi bakacağım, sonra size dönerim” dedim. En az bir hafta önce sipariş vermeden elde etmenin mümkün olmadığı sevki ha deyince bulmak mümkün mü ki. Ancak cesaret varsa anlat bunları.
“Teşekkürler. İyi günler.”diye kısa kesti Bavken.
Değerli ağabeyimizle ilk görüşmemizden sonra da birkaç defa daha görüşmüştüm. Asıl katılımcısı olmasam da büyük küçük diğer meslektaşlarla görüşmelerine katılarak kendisini dinleme fırsatı bulmuştum. Aynı masada yemek de yemiştim.
Bavken’in talimatını yerine getirmek için girişmelere başladım. Bakanlar Kurulu nezdindeki 4.Genel Müdürlüğün Genel Müdürü Petr Romanoviç Çekurov’a telefon ettim. Bizdeki “Almatı”, “Alatav”, “Okjetpes”, dışarıdaki “Essentuki”, “Kislovodsk” ve diğer tatil evlerine sevk verme konusunda yetkili kurum o idi. Biz, yazarlar için ihtiyaç duyduğumuz sevkleri yaklaşık bir ay önce yazılı olarak isterdik. Bavken ise yarından itibaren diye elimi ayağıma doladı. “Daha önceden söylemeliydin” diye Bavken’e itiraz edecek cesaret de yok. Çekurov da çözüm bulmakta zorlanarak “Vah Bavırjan, vah… sevk hemen bulunur mu hiç?” dedi. Sesinden Bavken’e saygı duyduğunu anladım. Hem bir kurumun Genel Müdürü hem de Sağlık Bakanı Yardımcısı olmak az yetki sayılmaz. “Yok” diye kesip atabilirdi de kolayca. Öyle davranışlarına daha önce şahit olduğum da vardı.
“Petr Romanoviç biraz sonra arayayım mı sizi?” dedim üsteleyerek.
“Bir tane bile bulmak zor olacaktır, hepsi de verilmiş.” diye o da kızmaya başladı.
“Kim bilir, belki bulunur” diyorum.
“Kim bilir”miş. Ben biliyorum. Veren benim.”diyor.
“Başka yazarlar için böyle istemezdik, Bavırjan Momışulı ya” diyorum. Bavken’den daha önemli kimsenin olmadığını ima ediyorum.
“Yarın saat onda arayın”dedi o. “Yarın” mı?..
Ertesi gün daireye varana kadar rahat edemedim. Şayet sevk bulunursa Allah vermiş, bulunmazsa Allah çarpmış demektir. Bavken’e ben ne diyeceğim, Bavken bana ne diyecek?.. Arabadan iner inmez şoför delikanlıya:
“Buradan bir yere ayrılma, şimdi ya oğlumuz olacak, ya da kızımız” dedim. O, bir şey anlamadan şaşkın şaşkın kalakaldı.
Saat ona beş kala Çekurov’a telefon ettim. Allah’tan “oğlumuz oldu.”.
“Bavırjan’ın şansı varmış, gelip sevk belgesini alabilirsiniz” dedi Çekurov neşeli bir sesle.
Edebiyat Fonu Baş Muhasebecisi Farida Minikeyeva, sevklerin parasını ödemek üzere 4. Genel Müdürlüğün yolunu tuttu…
İki sevk elime geçince sevinerek ve Bavken’in talimatını yerine getirmenin gururunu yaşarak (başka bir duygu yaşamak mümkün mü?), derhâl Bavken’in evini aradım. Telefonu açan kadın: “Beyefendi yarın akşam gelecekler, Talgar tarafına misafirliğe gittiler” dedi. “Yarından itibaren” diyerek elimizi ayağımıza dolayıp kendisinin gezmeye gitmiş olmasına şaşırsam da telefonu açan kadına durumu izah edip şoförle sevkleri evine gönderdim.
Ertesi gün öğleye doğru Kalavbek telefon edip görüşmek istediğini söyledi. Kalavbek Tursınkulov. Hem Yazarlar Birliği’nin Üçüncü Sekreteri hem de Edebiyat Fonu Dairesi Başkanıdır. Aynı zamanda benim akıl hocam, destekçimdir. “Allah’ın verdiği tek patron” diye şaka yaparım. Babasının adı Kudaybergen’dir[2 - Anlamı “Allah vermiş”.]. Şakamı herkes kendince anlıyordu herhâlde, kimseye açıklamasını yapmış değildim.
Kaleken’in odasına girince masaya dirseğini dayayıp oturan Bavken’i gördüm. Güler yüzlü bir insan olarak, çok neşeli bir şekilde:
“Selamünaleyküm. Talimatınızı yerine getirdim, sevkleri evinize göndermiştim.” dedim. Bavken, bana ani bakış attı. Yüzü çok soğuktu. Kaftanının iç cebinden iki sevki çıkarıp bana doğru atıverdi. Hemen durdum. İki sevk, iki tarafa uçuştu.
“Benim, senin sevklerine ihtiyacım yok.” dedi Bavken çok kızgın bir sesle. Böyle bir davranışı hiç beklemiyor olmalıyım ki kanım beynime sıçramış gibi anlaşılmayan hâller yaşadım. Bende de az da olsa “cin ve şeytan” vardı, onlar bir araya geliverdiler. İki sevki dörde parçalayıp odayı terk edesim geldi. Ancak ninemin söylediği gibi sağ tarafımdaki melek: “sabırlı ol” diye fısıldadı bana. Sevkleri yerden kaldırıp dikkatle Bavken’e baktım.
“Ben “Alma Ata” Tatil Evi’ne gitmek isterim, “Alatav” Tatil Evi’ne değil, anladın mı?.” dedi Bavken.Yüzünü Kalavbek’e doğru çevirdi. Kaleken, başını eğmiş, sessizce bir kâğıdı inceliyor görünüyordu.
“Bavırjan Bey “Alatav”ı istediğinizi daha dün kendiniz söylemediniz mi?” dedim.
“O, dündü. Dün. Bugün ise bugün. Biz, “Alma-Ata”da iki kişilik lüks oda isteriz, anlaşıldı mı?.” dedi Bavken, bana sırtını dönüp kendisi cam tarafına bakarak. Cebinden “Belomor” sigarasını çıkardı. Neden olduğunu bilmem kunduz börk ile kaftanın kendisine yakıştığını düşündüm o an. Daha önceleri askerî kıyafetle veya elbiseyle görüyordum. Börk ve ince kaftan giydiğini görmemiştim.
“Yine kız ister gibi Çekurov’a gitmem gerekecek” diye söylenerek kapıya doğru yürüdüm.
“Konuşmayı dene, belki bulur” dedi Kalavbek.
“Ben Çekurov’u Mekurov’u bilmem, bilmek de istemem.” dedi Bavke hiç poz değiştirmeden....
Çekurov ise köze basmış gibi ciyak ciyak bağırdı. Onu çok iyi anlıyorum. Onun yerinde olsaydım, yatıp yeri tekmelerdim. Önceden istenmesi gereken sevki aynı gün temin etmeyi talep etmek, temin ettiğini hemen başka bir tatil evine değiştirmeyi istemek korkunç bir şeydir. “Olmaz.” diye telefonu pat kapatırsa Çekurov’a kim ne yapabilir?
Petr Pomanoviç bir süre küplere bindikten sonra nihayet sakinleşir gibi olup:
“Şimdi dairedekilerle bir konuşayım, biraz hatta kalın. Vah, Bavırjan Momışulı, vah. Vah, Muhafız Alay Albayı. Ne inatçı bir adamsın sen.” diye Bavken’e arkasından kızdı ve iç hattan birilerini arayıp sormaya başladı. Konuştuklarını az da olsa duyuyordum. “Allahım ne olur bulunsun.” diye dua ediyordum kendi kendime. Biraz sonra Çekurov:
“Vah Bavırjan, Bavırjan. Kendisi şanslı, bulundu, bulundu, bakanın biri aldığı sevklerini az önce iade etmiş, gidemeyecekmiş, onu siz alın” diye derin ah çekti.
Zorlandığım kapı aniden sonuna kadar açılmış gibi sevinerek “ Teşekkürler Petr Romanoviç, Allah uzun ömürler versin.”dedim.
“Sayenizde” uzun yaşamamak mümkün değil” diye ani bir cevap verdi.
“Yarın da arayabilirim”dedim ben de geri kalmayıp.
“Allah korusun.”diye güldü o.
“Amin.”dedin.
O ara kapı açıldı ve sarımtırak kıvrım bastonunu tık tık vurarak Bavken giriverdi içeri. Yerimden fırlayıp:
“Bavırjan Bey buyurun…”demeye başladığım an:
“Sus.”dedi. Çenesini kaldırıp gözlerini küçülterek baktığı gibi yanıma geldi. Yüzündeki sertlik gitmişti sanki. “Sustum.” diye cevap verdim içimden ve asker gibi dimdik dikildim karşısına. Bavken göğsünü göğsüme değdirecek kadar yaklaşıp durdu ve bu sefer özellikle sert bir bakış atıp yumuşak bir sesle: “Nöbetçi değilsin, bu kadar dikilmene gerek yok, eğil ve alnını getir.” dedi. Bavken uzun boylu biri idi, ben azıcık eğildim. Bavken, dudaklarını alnıma dokundurdu ve:
“Otur”dedi. Kendisi karşı duvardaki kanepeye oturdu. Gözlerimin önünde babam canlandı ve hemen duygulandım.
Bavken, acele etmeden odama göz gezdirdikten sonra: “Boyu beş metre, eni üç metrelik bir oda değil mi? Mesane kadar derler bu kadar büyüklükte bir yere. Müdüre yakışmaz.” diye bana bakış attı.
“Bavke “Zengin, taya da binse yakışır” demezler mi?”
“Doğrudur. Oğlum seni yorduğumun farkındayım. Kusuruma bakma. Öyle oldu. Şimdi hangi tarihlere vermek istersen ver. Hangi tarihe verirsen o tarihlerde gideriz. Fakat sadece Almatı Tatil Evi olsun…”
“Belgeleriniz hazır, şimdi aldıracağım, Almatı Tatil Evi’nin Lüks odası için.” diye sevinçle rapor ettim.
Bavken yerinden kalktı ve:
“Aferin.” diye sağ elini azıcık kaldırıp hançer gibi dikleştirdikten sonra kapıya doğru yöneldi. Tam da geçirmeye yeltenmiştim ki arkasına dönmeden:
“Sen iş yerindesin. Hoşça kal.” diye odayı terk etti. Ben de börk ve cepkenli güçlü bedenine hayranlıkla bakıp kalakaldım…
* * *
Bavken’e edebiyat alanına sağladığı değerli emeklerinden dolayı Kazakistan Abay Devlet Edebî Ödülü takdim edildiğinde hepimiz çok sevindik. Ödül, “Ösken Uya (Büyümüş Yuva)” adını verdiği kitabına, kıymetli edebî şahsiyetine verilen değerdi. Savaş sırasındaki büyük kahramanlıkları Bavken’in kendisi hayattayken gerektiği gibi önemsenmese de yazarlığına böylece kendisine yakışır bir şekilde değer verildi. Ödülle onurlanan Kahraman ağabeyimiz büyük bir kutlama yaptı. Ben de davet edildim.
Tabii Bavken’in morali çok yüksekti. Büyük küçük herkesle şakalaşıp yaşadığı ilginç anlarından olaylar anlattı. Ağabeyi takdir ederek konuşma yapanlar övgü sözleri yağdırdılar. Hepsi de çok uygundu.
Yemekle çay arasında ara verildi. Misafirler nefes almak için koridora, dışarıya çıkmaya başladı. O sıralarda kenarda bekleyen bir grup fotoğrafçılardan biri: “Kardeşler, yoldaşlar, Bavkenle bir resim çekilmeye ne dersiniz?” dedi. Böyle bir fırsattan kim yararlanmak istemez, anında gürültü koptu. Bavken’i ortamıza alıp ona yakın durmaya çalıştık. Teklifi yapan fotoğrafçı ayrıntılı olarak kimin nerede durması gerektiğini anlatmaya başladı. Bavken’i ve birkaç büyüğü yan yana sandalyelere oturttu. Üç dört delikanlı onların ön tarafına, yere serilmiş kilime oturtuldu. Fotoğrafçı: “Sizin boyunuz uzun, Bavken’in arka tarafına geçin.”diyerek Hizmet-aka ile (ünlü Uygur yazarı Hizmet Abdullin) ikimizin arkada durmasını istedi. Geriye kalanları sağa sola yerleştirdikten sonra nihayet öne çıkıp makinesinden baktı. Sıraları bir daha düzelterek tekrar makinesinden baktı ve: “Şimdi iyi oldu, makine hepinizi alıyor. Şimdi çekeceğim, hadi bu tarafa bakın. Gülümseyin, neşeli durun. Evet, çektim.” dediği an yan kapıdan: “Arkadaşlar, beklesenize. Ben de çekilmek istiyorum.” diyen bir ses duyuldu. Yazar Kalmukan İsabayev imiş. Memnuniyetle bize doğru koştu. Fotoğrafçı ister istemez durdu. Koşarak gelen Kalmukan yanımıza geldiğinde Hizmet-aka: “Kalmukan buraya gelsene, benim önüme, şu sol tarafıma geç, sonra resmi görenler senin kafanın benim madalyam olduğunu düşünsünler” demez mi. Kahkaha tufanı koptu. Bavken, hızla dönüp Hizmet-aka’ya bakarak: “Aferin.” diye alkış tuttu ve yüksek bir kahkaha attı. Ufak tefek Kalmukan Bey parlak başını sıvazlayıp bizimle birlikte güldü.
* * *
Bavken fani dünyaya veda ettiğinde Kalavbek’in talimatı üzerine Bakanlar Kurulu İdari İşler Müdürlüğü deposuna gidip tabuta saracak kırmızı renkli pelüş ve üzerini kapatacak siyah kadife aldım. Kumaşları Taşkent Sokağı üzerindeki atölyeye götürüp tabut için kılıf ve örtü yaptırdım ve arabayla Bavken’in evine ulaştırdım. Canımın çok sıkıldığı, çok duygulandığım ve gözlerimin yaşardığı o anları hâlâ hatırlıyorum.
Daha sonraları Bavken’in yaşadığı evin dış duvarına anı olarak asmak üzere pano hazırlanmakta olduğunu duyarak atölyeye gittiğimde oldukça üzüldüğümü de hiç unutmam. Bavken’in mermer panoda yer alacak portresi hiç hoşuma gitmemişti. Değerli ağabeyimizin oğlu, kardeşim Bakıtjan’la birlikte gitmiştik:
“Bakıtjancığım, şu sönük resmi nereden buldunuz da verdiniz? Halkımızın tanıdığı Bavırjan’ın kahraman görünüşü yok ki bu resimde. Kendisinin özellikle belirterek söylediği “Muhafız Alay Albayı Bavırjan Momışulı”nın resmi nerede?” dedim.
“Genç annemizin kendisi bunu seçmiş de vermiş. Bize danışmadı, ne yapalım” dedi.
Kahraman Bavke. Halkın sana: “Kahramanım.” dedi. Halkın verdiği değer, en yüksek ve kutsal bir değerdir. Halkın sana sonsuz saygı duydu, sen de halkına naz yaptın.Sergilediğin, kendi gözlerimle gördüğüm, hatta duyduğum o “eğri büğrü” davranışlarının hepsi halkına geçirebileceğinden emin olduğun o nazın yansımalarıdır. Yakışıksız bir şey yoktu. Olduğu söylenirse de gerçek değil, asılsız, boş laflardır.
Evet, bazıları Bavken hakkında iyi konuşmazlar. “Laubaliydi, kabaydı, asabiydi.” derler onunla ilgili. O türden davranışlarını zamanında gözleriyle görmüş, kulaklarıyla duymuş olsalar neyse de merhumun arkasından, onca yıl geçtikten sonra bu şekilde konuşmak Müslümanlığa yakışmayan bir davranış değil mi? O türden huyuna şahit olsalar bile onun o sırada neden kızdığını, orada tam olarak kimin suçlu olduğunu, elini vicdanına koyup söylemek gerekmez mi? Hayır, öyle yapmazlar. Saadece bilgiçlik taslarlar.
Bavken’le dört defa sohbet ettim. “Başı acı, sonu tatlı” o olaydan sonra (fakat onları yazmak istemiyorum; kimsenin “uydurmuş” gibi laflar etmesini istemem) Kahraman ağabeyimizin yapısını çözdüğümü düşünüyorum. Bavken, insanlıktan, iyilikten, adaletten yana bir insandı. Uygunsuz davranışlara, yalana, iki yüzlülüğe gelemezdi.
“Vatan için ateşe gir yanmazsın.” sözlerini Bavken, diğer insanlar gibi uzaktan söylemedi, kendisi defalarca o ateşe giren ve yanmadan çıkan gerçek savaşçı ve kahraman olmuştur. O, savaş yıllarında, yaşam ile ölüm savaşı sıralarında yüksek askerî rütbeye sahip bazı kimselerin sahtekâr, adaletsiz, iki yüzlü davranışlarına, makam düşkünü olmalarına şahit olmuş, onlara seyirci kalmayıp açıkça karşı çıkmış biridir. Makam düşkünü, rütbe sahibi askerler bu yüzden Bavken’e kin tutarak onun büyük kahramanlıklarını, komutana has sivri zekâsını görmezlikten gelir, önemsemek istemez. Sovyetler Birliği Kahramanı unvanı için birkaç defa önerilmesine rağmen verilmesine engel olmuşlardır. Bavken hakkında iki edebî kitap yazan Azilhan Nurşayıkov, askerî ve bilimsel pek çok yazı kaleme alan Albay Kim Serikbayev (bazı gerici ve kıskanç kimseler yüzünden yirmi kadar sene Albay rütbesi taşıyıp emekli olan gerçek toplum adamı ve aydın.) ve diğer şahısların verdikleri bilgilerden öğrendiğim kadarıyla Sovyetler Birliği Mareşalleri İ. Konev, A. Greçko böyle yapmıştır. Bavken bunu öğrenmiş ve kızmıştır. Tabii ki unvana göz koyduğu için değil, vatan kaderinin belirsiz olduğu günlerde bile insanlığın ayaklar altına alınmasına kızmıştır.
Adaletsizlikle karşı karşıya kalmanın herkeste olumsuz etki yarattığı, sinirleri yıprattığı kesindir. Bana göre, şayet savaştan önceki Bavırjan, savaştan sonraki Bavırjan’dan biraz farklı ise (“farklı” değil, “biraz farklı”) bunu onun kusuru olarak görmek ve duyurmak doğru değildir. Muhakkak ki bunun nedeni zamanla ateş içinde kalan çevrenin olumsuz etkisindendir. Benim tanıdığım Bavken, kaba ve saygısız kimse olmamıştır. İnsanlığa, Kazak milletine has onur ve namusa zıt olan davranışa dayanamayan dikbaşlı yapısını korumuştur hep…
* * *
Yanılmıyorsam 1989 yılının sonbaharı idi. Günlerden birinde Ulusal Gaziler ve Emektarlar Konseyi, Yazarlar Birliği yönetimine telefon edip Bavırjan Momışulı, Rahımjan Koşkarbayev, Kasım Kaysenov’un yaşamı hakkında çok acil detaylı bilgi toplanmasını istemiş. Yönetimdekiler bu işi bana havale ettiler. Yazarlar Birliği’nin Edebî Eserleri Çevirme ve Edebî İletişim Kurulu Başkanı idim. Öğrendiğime göre adları geçen meşhur üç gaziye Sovyetler Birliği Kahramanı unvanını verme konusunda yukarıyla anlaşılmış, onun için ilgili belgelerin iletilmesi gerekiyormuş. Memnuniyetle işe koyuldum. Üç ağabeyimize layık unvanın neden verilmediğini merak eden, verilmesini talep eden makaleler, mektuplar son yıllarda epeyce birikmişti. Mutlaka hükümete de çok yazılmıştır. Ben, Ulusal Gaziler ve Emektarlar Konseyi’ne derhâl telefon edip Yazarlar Birliği üyeleri olan Momışulı ile Kaysenov’un belgelerini bir sonraki güne hazır edeceğimi, Koşkarbayev’le ilgili bilgilerin kurumumuzda bulunmadığını ilettim.
İş beni fazla yormadı, Momışulı ve Kaysenov’la ilgili belgelerini ayrı ayrı paketleyip valize koydum. Ertesi gün uzun boylu, esmer bir delikanlı geldi. Adı Yermek miydi Yerlanmıydı tam hatırlamıyorum. Belgeleri almaya geldiğini, Ulusal Emektarlar Konseyi Başkanı Şangerey Janibekov tarafından gönderildiğini söyledi. “İnşallah milletimizin isteği gerçekleşir” şeklindeki iyi dileklerimi ileterek onu geçirdim.
İkinci günün öğle saatlerinde deminki delikanlı valizlerle birlikte geri geldi.
“Evet, ne var ne yok?”diye sordum sevinçli bir haber duyacağım umuduyla.
“Gabbas Bey hiç sormayın, rezaletti.” dedi genç adam kendisine yakın duran sandalyeye bedenini bırakarak. Kısaca şunları anlattı: Üç ağabeyimizle ilgili tüm belgeler düzene sokularak toplantıya katılanların bilgisine sunulmak üzere masaya yerleştirilir. Ardından Başkan Şangerey Janıbekov toplantının gündemini katılımcıların dikkatlerine sunar. Ulusal Silahlı Kuvvetler Gaziler Konseyi Başkanı General Sagadat Nurmagambetov, gündemi duyar duymaz yerinden fırlayıp: “Ölmüş Bavırjan Momışulı ile Rahımjan Koşkarbayev bu unvanı ne yapacak?. Onlar kazanacaklarını kazandılar zamanında. Kasım Kaysenov ise kendi kendini yüceltenlerdendir, bu unvana layık değildir. Ben öneriyi desteklemiyorum. Hiçbir belgeye imza atmam.” diyerek kesin ve net görüşünü belirtir. Toplantıya katılan generaller, general olmayanlar, hiç kimse Nurmagambetov’u fikrinden vazgeçirememiş.
Atalarımız bu tür davranışa ne derdi acaba? Moskova’nın, Kremlin’in uygun bulduğu öneriye nasıl kendimiz engel olabiliriz? Savaş kahramanlarımız Bavırjan Momışulı’na, Rahımjan Koşkarbayev’e, Kasım Kaysenov’a Sovyetler Birliği Kahramanı unvanı verilirse Kazak halkı bundan şeref duymaz mı? Saga-dat Nurmagambetov bunu neden düşünmedi?
Atalarımız, bu türden davranışa çekememezlik der. Çekememezlik ise tedavisi zor hastalıklardan biridir.

AĞABEY EMANETİNİ YERİNE GETİREN KARDEŞ


1974 yılı. Nisan ayının ortaları. Almatı’dan Tiflis Şehri’ne uçuyoruz. Eski Gürcistan başkentinde SSCB Edebiyat Eleştirmenler Kongresi yapılacak. Muhtar Avezov Edebiyat ve Sanat Enstitüsü Müdürü Adi Şaripov’un başkanlık ettiği heyetimizde Hasen Adibayev, Sayın Muratbekov, Rımgali Nurgaliyev, Kabdeş Jumadilov, Fayzolla Orazayev, Sa-gat Aşimbayev (Leninci Genç Gazetesi Muhabiri) ve diğerleri var. Toplam ondan fazla kişi gidiyoruz. Ben, Kazak Edebiyatı Gazetesi’ni temsil ediyorum.
Uçaktaki yerlerimiz en önde imiş. Girer girmez sağ taraftaki ilk sıraya yerleşip bizi yoklar gibi gülümseyerek bakan Adeken:
“Gabbas buraya gel.”dedi bana yanındaki koltuğa işaret ederek.
“Benim yerim üçüncü sırada gibi.”
“Bir şey olmaz, şu sıraların bu tarafı bize ait, bilete özellikle böyle sipariş vermiştim, yan yana oturalım diye. Gel otur” diyen Adeken sözlerini hemen dinlemediğimden küçücük gözlerini dikti ve gülümsedi. Sonra konuşmasına devam etti: “Kongreye katılacakların listesini de kendim oluşturdum. Genelde değişik işlerle ayrı ayrı olursunuz, şimdi ise kardeş Özbeklere uğrayıp ardından Soso’nun, Stalin’in memleketine varana kadar altı buçuk saatlik bir zaman var. Tiflis’te ise bir hafta kalacağız. Dönüşte yine altı buçuk saat sizin olacak, rahat rahat sohbet edersiniz artık, öyle değil mi?”
“Aynen öyle Ad ağabey, harika oldu, düşündüğünüz için çok teşekkür ederiz.” dedim büyük bir memnuniyet ve samimiyetle.
“Ben ağabeylerimizin pek çoğu ile böyle uzun yolculuklar yaptım. Kazak usulü sohbetin bayrağı Saben’e aitti… Sabit Mukanov… Muhan, Muhtar Avezov… Hem kendi milletimizin hem diğer milletlerin eski yeni edebiyatının canlı hazinesi, tam anlamıyla ansiklopedisi idi… Merhum Muhan… Aklıma geldikçe hastanede en son gördüğüm şekliyle canlanır gözlerimin önünde…” dedi. Adeken, kilolu bedenini yavaşça hareket ettirip ayaklarını uzatarak otururdu. Diğer tarafında pilotlar olan gri duvara bakıp bir süre sessiz kaldı. Sözlerinden ve sesinden özlem duygusu hissettim.
Adeken’i, 1966 yılının sanıyorum Mayıs ayında Yazarlar Birliği’ne başkanlık etmeye başladığından beri tanıyorum. Güler yüzlü, samimi ve konuşkan olduğu, iyi kalpli ve iyi insani özelliklere sahip insan olduğu herkesçe bilinir. Birliğimize daha önceleri başkanlık edenlerle kıyasla kalem ustalarına en çok iyilik yapan da Adeken’dir. Onların daireye de, arabaya da, madalya ve nişana da sahip olmalarını sağlamıştır. Çitadan daha hızlı olan aklım çabucacık bunları düşündü. Yine de yaptığı bir iş konusunda pek bilgi sahibi değildim. Hem onu öğrenmek hem daldığı düşünce derinliğinden çıkarmak amacıyla:
“Ad ağabey, Muhan’ın “Kıylı Zaman (Karışık Devir)” romanını tekrar yayımlatıp Rusçaya çevirtmişsiniz, yani… “Karışık Devir”i uzun yıllar boyunca reddetmek kimin, hangi işine yaradı?” diye sordum. Adeken ani bir bakış attıktan sonra güldü ve bana doğru yaslanarak:
“Bizim siyasetin midesine iyi gelmedi” diye imayla cevap verdi. Anladım.
“Ne kadar ilginç” dedim konuya devam etme isteğimi belirterek. Adeken, düz oturup anlatmaya başladı:
“Roman’ı Juldız Dergisi’nden okumuşsundur, ön sözünü ben yazmıştım. Kitap olarak önümüzdeki yıl Jazuvşı Yayınevi’nden çıkacak. Rusça nüshası 1972 yılında önce Moskova’da çıkan Novıy Mir Dergisi’nde yayımlandı, ön sözünü Cengiz Aytmatov’dan istedik. Geçen sene ise Hudojestvennaya Literatura Yayınevi’nden “Lihaya Godina” adıyla kitap olarak basıldı. Demin söylemiştim ya hastanede kaldığımı. 1961 yılının böyle ilkbahar mevsimi idi. Bakanlar Kurulu hastanesi. Muhanda yatıyormuş, ancak ben yattıktan dört beş gün sonra taburcu olmuştu. Hâl hatır sormaya geldiğinde: “Ben Almatı Sağlık Evi’ne tedavi için gidiyorum. Belki orada görüşürüz. Acil şifalar diliyorum.” demişti. Aradan yaklaşık üç dört gün geçtikten sonra, saat on bir civarında beklenmedik bir anda odama geliverdi. Selam vermek için kalkmaya çalışıyordum ki:
“Ya Adi kalkma, senin ayağa kalkman henüz yasak”dedi.
“Muha siz nasılsınız, sağlık evinde misiniz?” diye sordum. Muhan, sandalyeyi yatağıma iyice yaklaştırarak oturdu ve:
“Sağlık evine gitmedim, burada yapılan tedavi de yeterli olur. Moskova’ya gitmek üzereyim. Profesör Sayım Balmuhanovora’da tedavi olmamın daha doğru olacağını söyledi.” diye birazcık duraksadıktan sonra: “Ya Adi, ben sana iki şey emanet etmek için geldim. İlki, senin üniversiteyi kazanmasında yardımcı olduğun Murat henüz gençtir, ona göz kulak ol. İkincisi, “Karışık Devir”i tekrar bastırma işini üzerine al, o bir tek senin elinden gelir” dedi hızlı hızlı konuşarak. Kibirli bir şekilde acele etmeden konuşan ağabeyimizin hızlı konuşması ve “sana iki şey emanet etmek için geldim”, “Murat henüz gençtir, ona göz kulak ol” demesi hoşuma gitmedi. İçimden çok tedirgin oldum, ancak belli etmemeye çalışarak:
“Muha inşallah yolculuğunuz iyi geçecek ve sağ salim ülkeye döneceksiniz, kitabı da yayımlayacağız, Murat da okulunu bitirecek. Böylece sizinle birlikte istişare ederek üç kutlamayı birlikte yapacağız.” dedim.
“Ya Adi inşallah aynen dediğin gibi olur. Yine de sen emanet ettiklerimi unutma. Sen tamamen iyileş de çık, Allah sağlıkta kavuşmayı nasip etsin.” diyerek eğildi alnımdan öptü ve geniş alnı ay gibi parlayarak ayağa kalkıp yavaşça dönüp odadan çıktı. Güzel kalbi, bir kötülüğü mü hissetmişti? Moskova yolculuğundan dönmedi. Ameliyat masasında ebedî dünyaya intikal etmiş.
Adeken’in net çıkan sesi boğuk gelmeye başladı. Etkisi altına almaya başlayan derin düşünceden bir an önce kurtulmasına yardımcı olmak amacıyla:
“Hastaneden çıkar çıkmaz “Karışık Devir’i” elinize aldınız değil mi?” dedim. O, başını hafifçe sallayarak:
“Hayır” dedi. “O sıralarda Bakanlar Kurulu Başkan Yardımcısı olmama, Muhan’ın emanetini yerine getirmeyi değerli ağabeyimizin ruhu karşısındaki borcum olarak kabul etmeme rağmen kitabı tekrar bastırma işini beceremedim. Bizim Kazak milleti çok ilginçtir. Yukarıdaki arkadaşlarla konuştum, hepsi de: “O kitap parti siyasetine aykırı olduğu için yasaklanmıştır. Dikkatli ol, yanlış adım atmayasın.” dedi. Ondan sonra kendimize getirecek yolu Moskova üzerinden yapmayı uygun bulup romanı Rusça yayımlama kararı aldım. Kendi milletimizin her taraftan hırpalamaya başladığı Muhtar Avezov ile Kanış Satbayev’i, Gabit Müsirepov’u, Ahmet Jubanov’u koruyan Moskova değil mi? Oradan güç almam gerektiğini düşündüm. “Karışık Devir” romanı 1928 yılında Kızılorda Şehri’nde basıldığında “Feodalite ve milliyetçilik yönde yazılmış bir kitaptır. Sovyet yaşamını çok farklı şekilde yansıtmış, tamamen uydurulmuş” gerekçesiyle hemen kınanıp, dağıtılması ve satılması yasaklanmıştır. Ancak gerçeğine bakılırsa korkulacak bir şey yoktur. Bildiğimiz Karkara Ayaklanması konu olmuş, başka bir deyişle tarihî olayı temel almıştır. Bunun için suçlanır mı bir insan? Hepsini de yapan bizim kendi milletimiz, ne diyebilirsin? O dönemlerde “zenginin evladı, hocanın soyu” gibi iftiralarla ben de takibe alınmıştım. Pedagoji Enstitüsü’nden, Komsomol Birliği’nden atıldım, başımın tehlikede olduğunu anlayınca Türkmenistan’a kaçtım. Öyle sağ kalabildim. Bende “Karışık Devir”in bir nüshası vardı, onu en değerli hazinem gibi koruyup insanlardan gizlerdim. Bir zamanlar annemin diktiği keten torbama koyup yanıma götürdüm. Neyse, sonra 1966 yılında Bakanlar Kurulu’ndanYazarlar Birliği Başkanlığı’na Birinci Sekreteri olarak gönderilince daha rahat hareket etme imkânına kavuştum. Kitabı daktiloda yazdırıp Rusçaya satır arası tercüme yaptırarak 1969 yılında Moskova’daki SSCB Yazarlar Birliği’ne gittiğimde yanımda götürdüm. Öylece zamanında Muhan’ın dostu olan Aleksey Naumoviç Pantiyelev’e götürüp gösterdim ve edebî çevirisini yapmasını rica ettim. Merhum Muhan’ın ruhunu memnun etmemiz gerektiğini söyledim. İtiraz niteliğinde bir tek laf bile etmedi, hatta sevine sevine kabul etti. Döneminde Muhan’la çok iyi ilişkileri olan Moskovalı kalem ustalarından biriydi. Çeviriyi dört ay gibi kısa bir sürede bitirip bana Almatı’ya telefon etti. Ben de iki üç gün sonra Moskova’ya, Yazarlar Birliği Olağan Genel Kurulu’na gitmek üzereydim, çok güzel bir tesadüf oldu. Gittim. Aleksey Pantiyelev sevinçten uçuyordu: “Harika bir eser. Değerli Muhtar. Değerli Muhtar.” dedi kalbi sızlayarak. Çeviri hizmetinin karşılığını hesap ederek fazlasıyla yanımda para götürmüştüm, kesinlikle almayacağını söyleyip beni epey uğraştırdı. “Muhtar’ın ruhu için çalıştım, onun için para isteyecek değilim.”dedi. Ben de: “Kimin olursa olsun, ne kadar olursa olsun emeğinin karşılığını ödememek İslam dininde günah sayılır, böyle şeyleri ölmüşler de affetmezler.” diyerek zar zor almasını sağladım. Neyse, sonra çeviriyi “Novıy Mir” dergisinin Yazı İşleri Müdürü Aleksandr Tvardovskiy’e götürerek zamanında yazar ile kitabın uğradığı haksızlığı ona da anlattım ve yakın tanıdık olmasından istifa ederek “Saşa, derginde bir an önce yayımla” diye üsteledim. Allah razı olsun, o da Muhan’ın dostlarından, arkadaşlarından ya, hemen: “Çok iyi olmuş, doğrusunu yapmışsın. En kısa sürede yayımlayacağım, ancak Rus okuyucular için ön söz gerekir, ön söz olmadan olmaz. Kime yazdırabileceğimizi bir düşünelim.”dedi. İkimiz üzerinde düşündük, şunun, bunun adlarını sıraladık. Bizim taraftan hızlıca yazacak kimseyi bulamayacağımızı hissettim. 1951 – 1953 yıllarında Muhan’ın peşine düşenlerin, dil uzatanların çoğu hâlâ hayatta idi. Onlar yaptığımız iyi ameli duyacak olurlarsa karşı çıkıp aynı işlerine tekrar başlamaktan çekinmezlerdi. Kimin kafasında kaç tilki dolaştığını kim bilebilir.. En iyisi beladan uzak durmaktır. Böyle şeyleri düşünürken aklıma Cengiz geliverdi, Cengiz Aytmatov. “Ona yazdırayım. Muhan’ın hayır duasını almış genç kalem ustası Cengiz dururken bu işi başkasına devretmem doğru olmaz. Böyle bir şeyden Muhan’ın ruhu da razı olacaktır” kararını aldım ve hemen: “Saşa, Muhtar Avezov’un edebiyata attığı ilk adımına çok sevinerek hayır dua ettiği Cengiz Aytmatov var ya. Ön sözü ona, Cengiz’e yazdıralım. Ondan daha ünlü kimseleri arayıp da ne yapacağız? Buralarda olduğunu duymuştum. Bulayım da söyleyeyim, kabul edeceğinden hiçbir şüphem yok. dedim. Tvardovskiy hemen uygun bularak: “Evet, Cengiz Aytmatov burada. Geleli bir hafta kadar oldu galiba. Ben onu yarın… hayır bugün buldurup kendim konuşayım.” dedi. “Ancak onun da başı belaya girmiş, siyasetçilerden sıkıntı çekeli uzun bir süre olmuştu. Konuşmamızdan sonra fazla geçmeden görevinden alındı. Tabiki dergisinde çok cesurca, gerçeği yansıtan eserleri yayımladığı için. Ancak kendisi tarafından teşekkül edilen dergi personeli onun çalıştığı yönde çalışmaya devam etti. “Karışık Devir”, nihayet konuşmanın üçüncü yılında Aleksandr Tvardovskiy’nin Aytmatov’a yazdırdığı ön söz ile yayımlandı. İşte Gabbas yoldaş, eserin böyle bir hikâyesi vardır.” dedi Ade-ken.
“Ad ağabeyciğim “Karışık Devir”in aramıza dönmesi sizin emekleriniz sayesinde olmuş. Rusçaya tercüme ettirmeniz, büyük hocası olarak Muhan’la gurur duyan Cengiz Aytmatov’un kitabın Rusça nüshasına ön söz yazmasını sağlamanız ne kadar örnek bir davranış.” dedim kalem ustası ağabeyimizin gösterdiği cesaretten dolayı son derece mutluluk ve gurur duyarak.
“Muhan’ın emanetini yerine getirebildiğim için çok şükrettim… Pantiyelev, telefon edip “Novıy Mir” dergisinde çıktığı müjdelediğinde niye gizleyeyim ki gözlerimden sevinç yaşları döküldü. Rusça “Lihaya Godina” adıyla kitap olarak çıktığında ve kitap elime geçtiğinde odamı içeriden kilitleyip çocuk gibi hüngür hüngür ağladım.” derken Ad ağabeyin sesi yine boğuk çıkmaya başladı. Başını iyice öne eğip cebinden mendilini çıkardı ve gözlerine götürdü. Ben ne yapacağımı bilemeyip şaşkına döndüm. Benim de içimi üzüntü kapladı ve kalbim hızla çarpmaya başladı.
Bazı edebiyatçı bilim adamları “Karışık Devir”in tekrar yayımlanmasının, Rusçaya çevrilerek bastırılmasının Cengiz Aytmatov’un emekleri sayesinde olduğunu belirterek kendilerince “yeni keşif” yaptıklarını düşünmektedirler. Şayet o zaman Adeken, Aytmatov’u teklif etmeseydi veya Aytmatov bulunmasaydı ön sözü Muhan’ın Moskovalı Rus dostlarından biri yazmış olurdu. Sonuçta kim olursa olsun gözleriyle görmediği, kesin emin olmadığı şeyleri gerçek olarak sunmak doğru değildir. Kazak milleti “Yalanı gerçekmiş gibi, tepeyi düzlükmüş gibi gösterenler”i sevmemiştir.
Tiflis’teki toplantımız bir hafta devam etti. Edebî eleştiricilerin nice ustaları katıldı. Özellikle de Moskova ile Leningrad, Kiyev şehirlerinden gelen heyetlerin üyeleri çok güçlüydü. Bu durumu söylediğimizde Adeken: “Sovyet edebiyatının havasını yapanlar onlardır.” diyerek her üye hakkında biraz bilgi vermişti. Onların hepsi de ağabeyimizin yanına koşarak gelip “Ooo, Adeke. Selamünaleyküm.” diye elini sıkarak veya “Değerli Adi Şaripoviç.” diye sarılarak selamlaştı. Biz de gururlanıp çok mutlu oluyorduk. Öyle anlardan birinde Sayın Muratbekov bana: “Moskova’da Adeken’in itibarı Şolohov’un, Gamzatov’un itibarından hiç de eksik değil.” dedi. Bir dönemler SSCB Yüksek Kurulu Başkan Yardımcısı, Milletler Kurulu Başkanı görevlerinde bulunan Adeken’den destek görüp yardım alanlar az olmamışa benziyordu.
Sagat Aşimbayev ikimiz sıkıcı konuşmalardan ve uzun uzun oturmalardan yorulmaya başladık ve ikinci gün öğleden sonra toplantıdan ayrıldık. Toplantılara öğleye kadar veya öğleden sonraları katılma, geriye kalan zamanlarda şehri dolaşma kararı aldık. Adeken, bunu fark etmiş olmalı ki ertesi gün akşam odasında toplanmaya başladığımızda: “Gabbas, Sagat. İkiniz ne uyanıkmışsınız ya.” diyerek yüksek sesle güldü…
Kim olursa olsun, insanı ilk gördüğünde bıraktığı etki aklında net ve uzun süre kalırmış. Hatırına ilk yerleşen sureti aynı şekilde durmaya devam edermiş. Daha sonraları o insanla ne kadar görüşürsen görüş, hatta her gün görürsen gör o insanın yüzünden, oturmasından ve kalkmasından, konuşmasından o ilk görüşte fark ettiğin özelliklerini ararmışsın. Kazaklar, “Bir defa görünce bildik, iki defa görünce tanıdık olunur” derler. Öyle insanlar bazen yaşama veda ettikten sonra bile aklına geldikçe onu ilk gördüğün, onunla ilk konuştuğun anları hatırlarsın hemen.
“Yazarlar Birliği Birinci Başkanı görevine Adi Şaripov’un getirildiği haberini duyduğumuz günün ertesi Yazı İşleri Müdürümüz yazar Nıgmet Gabdullin, hepimizi odasına toplayıp: “Arkadaşlar, yarın saat onda yeni başkanımız Adeken bizi kabul edecek. Birliğimizle tanışma işine edebiyat gazetesi çalışanlarıyla görüşmeyle başlamak istemiş olmalı. Bence çok doğru. Ne işiniz varsa erteleye durun, hep birlikte gidip gözükelim.” dedi.
Belirtilen saatte Adi Şaripov’la görüşmeye gittik. Odanın kapısı açılır açılmaz geniş odanın köşesindeki büyük masa başında oturan kilolu, kel kafalı, keskin bakışlı, açık tenli adam yerinden rahatça kalkıp bize:
“Gençler buyurun, buyurun lütfen.” dedi. Beklediği misafirleri memnuniyetle karşılayan ev sahibi gibi neşeli ve güler yüzlüydü. Ellerimizi sıkarak selamlaştı. Odanın sol taraf kenarına konan uzun meşeden masaya işaret edip oturmamızı rica etti. Kendisi makam koltuğuna değil, yanımıza oturduktan sonra Yazı İşleri Müdürümüze bakıp: “Hep gücü kuvveti yerinde delikanlıları seçmişe benziyorsun, hadi askerlerinle tanıştır bakalım.” diye gülümsedi.
Nıgan hepimizin adını, soyadını, hangi bölümde ne iş yaptığımızı, neler yazdığımızı tek tek anlattı. Adeken, arada başını sallayarak dikkatle dinlerken keskin gözleri parlayarak hepimize sıcak bakışlar attı. Ondan sonra bize hangi okuldan mezun olduğumuzu, gazetede ne zamandan beri çalıştığımızı, medeni hâlimizi, evlerimiz olup olmadığını etraflıca sorup öğrendi.
“Baca gibi sigara içen, lüp lüp alkol alan kimse var mı aranızda? Doğruyu söyleyin.”diye gülümseyerek sırayla yüzlerimizi inceledi.
“Sigara içme alışkanlığı olan bir delikanlımız var, ancak içki düşkünü kimse yok aramızda. O bakımdan vicdanımız temiz Adeke.”Şeklinde şaka karışık bir cevap verdi Müdürümüz.
Adeken yüksek bir kahkaha attı:
“Maşallah, hakikaten de örnek bir personele sahipmişsiniz.” dedi. Gülüşünden memnuniyet duyduğu hissedildi.
“Kazak Edebiyatı Gazetesi, sahip olduğumuz tek edebî gazetedir. Şahsen ben bu gazeteyi ilk sayısından beri beğenerek okurum. Bu gazetenin ilk sıkıntılarını çeken ağabeyleriniz bugünkü emektar şair ve yazarlarımızdır. Öncelikle dilemek istediğim, Allah size de onların sahip oldukları itibarı, şan ve şöhreti nasip etsin. İleride sizi de onlar gibi büyük şair ve yazar yapsın. Attığınız adımlar fena değil, kimin ne yazdığından haberim var. Gazeteyi iyi çıkarıyorsunuz. Gücünüz ve kuvvetiniz yerinde iken toplumsal çalışmalara da önem vermelisiniz. Milletin aklını meşgul eden konuları detaylı olarak yazmak gerekir. Edebiyat alanında henüz yerine getirilmemiş pek çok iş vardır, onları araştırın, delilli ve bilimsel olarak yazmaya özen gösterin. Daima gerçeği söyleyin, adaletli olun…”
Adeken, ağabeylik nasihatlerini esirgemedi. Bize bir buçuk saatlik zamanını ayırıp hepimizle kısa da olsa tek tek konuştu. Zengin yaşam tecrübesine sahip bir insanın çok içten konuşması olumlu bir etki yarattı üzerimizde. Bilgili hocadan, yararlı bir ders dinleyen öğrenci gibi çok mutlu olduk.
“Bir aksilik olmazsa hepinize daire alacağım. O konuyu ben düşünürüm, gazetenin her sayısını çekici kılmak konusunu da siz düşünün.” diyen Adeken hepimizin ellerini tek tek sıkarak bizi geçirdi. Verdiği sözü tuttu, bir yıl gibi kısa bir süre içerisinde sadece bize değil, Yazarlar Birliği sekretaryasının, “Juldız”, “Prostor”dergilerinin, Edebiyatı Öğütleme Bürosu’nun, Edebiyat Fonu’nun evsiz olan çalışanlarına daire temin etti. Yazarlar için geniş ve yüksek on altı daireli ev yaptırdı. Adeken tarafından temeli atılan Sanat Evi ile kırk daireli konutun inşa edilmesi konusuna daha sonra ben de baktım (SSCB Edebiyat Fonu Kazak Şubesi Müdürü iken). Halk tarafından sevilen, çok emek harcayan kalem ustalarını takdir edip belirli yıl dönümlerini kutlama, madalya sunma, ihtiyacı olanlara araba alma ve diğer destek ve yardım konularında, kısaca Yazarlar Birliğimizin maddi durumunu iyileştirmede Yazarlar Birliği’nde otuzyıl çalışan biri olarak söyleyecek olursam söz konusu edebiyat ocağında Adeken gibi çalışkan ve itibarlı bir başkan olmamıştır. Konuya uygun olarak, Kazak Edebiyatını yurt dışında tanıtma, başka bir deyişle birliğimizi manevi bakımdan yüceltme hususunda da Anvar Alimjanov kadar çalışan bir başkan olmadığını belirtmek isterim.
Artık halkımızın yegâne evladı Adi Şaripov’un yaşamını gözden geçirmeye başlayalım.
Adeken, 1912 yılının 19 Ocak tarihinde Semey Vilayeti Jarma Bölgesi’ndeki Marinovka Köyü’nde dünyaya gelir (Vilayet, daha sonra Semey Bölgesi adını aldı. Günümüzde ise Doğu Kazakistan Bölgesi’dir). Dedesi kadı ve hacıdır.Babası ise zenginlerdendir. Kendisi 1932 yılında Kazak Abay Pedagoji Enstitüsü’nü kazanır, ancak 1934 yılında “zenginin soyu” suçlaması ile takip edilerek okuldan ve komsomol birliğinden atılır. Hapse atılma tehlikesi ile karşı karşıya olduğunu anlayınca bir gece gizlice Almatı Tren İstasyonu’na gidip geçmekte olan bir trene atlar. Tren, Türkmenistan’ın Kızılsu Şehri’nde durduğunda iner ve oralardaki okulları araştırma sonucunda Pedagoji Yüksek Okulu olduğunu öğrenir. Adı geçen okula gidip okul başkanlığına gerçeği anlatır. Başkanlık, anlayış gösterip okula kabul eder.
Çalışkan, bilgili ve aktif, organizatörlük özelliğine sahip Adeken, son sınıfta iken okulun Eğitim İşleri Bölümü Başkan Vekili görevini de yürütür. Büyük bir itibara sahip olmasına rağmen ülkesine dönmek ister ve Almatı’daki güvenilir dostlarıyla mektuplaşır. Dostlarından biri (Adeken, o dostunun adını ve soyadını da söylemişti, ancak aklımda kalmamış) Enstitü başkanlığının tamamen yenilendiğini, zamanında gündemi meşgul eden lafların artık unutulduğunu yazar. Adeken, riski göze alarak Almatı’ya dönüp ilk başta okuduğu enstitünün rektörüne gider. Rektör, durumunu anlayıp Dil ve Edebiyat Fakültesi’nin üçüncü sınıfına kaydedilmesini sağlar. 1938 yılında fakülte diplomasını eline alan genç adam Kaskelen Orta Okulu’na öğretmen olarak gönderilir.
İkinci Dünya Savaşı başlayınca Adeken savaşa gidip Beyaz Rusya topraklarında düşmanla savaşır. 1943 yılının Aralık ayından itibaren Partizan Harekatı Smolensk Merkezi’nde çalışır.
Adiağabey savaştan sonra Kazak Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti Eğitim Bakan Yardımcısı; Eğitim Bakanı, Kazak Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti Bakanlar Başkanı Yardımcısı, Kazak SSC Dışişleri Bakanı; Kazakistan Yazarlar Birliği Başkanlığı Birinci Sekreteri ve SSCB Yazarlar Birliği Başkanlığı Sekreteri, Kazak Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti Bilimler Akademisi Muhtar Avezov Edebiyat ve Sanat Enstitüsü Müdürü görevlerinde bulundu.
Devlet ve toplum adamı Adeken, yanılmıyorsam 1962-1965 yılları arasında SSCB Yüksek Kurulu Başkanı Ulus İşleri Yardımcısı da olmuştur. Sovyetler Birliği düzeyindeki, ulusal ve uluslararası meseleleri çözme hususunda kırktan fazla yabancı ülkede bulunmuştur. Son dönemlerde yurt dışına yaptığı ziyaretler “Alıs Jagalavlar (Uzak Sahiller)” kitabında yer aldı.
Edebî şahsiyetinden söz edecek olursak Adeken’in kaleminden: “Partizan Kızı”, “Ormandagı Ot (Ormandaki Ateş)”, “Ton (Kürk)”, “Kapastagı Juldızdar (Kafesteki Yıldızlar)” adlı hikâyeleri ve “Sahara Kızı (Step Kızı)”, “Dos Sırı (Dost Sırrı)” romanları meydana geldi. Onun “Orman Hikâyesi” senaryosu üzerine çekilen film, Asya ve Afrika ülkelerinin Taşkent’te yapılan film festivalinde ödül kazanıp Almatı’da düzenlenen Sovyetler Birliği Askerî Filmler Yarışması’nda SSCB Savunma Bakanı’nın özel ödülüne layık görüldü.
Edebiyat alanına çok büyük katkılar sağlamıştır. “Jumagali Sayınnın Ömiri men Şığarmaşılığı (Jumagali Sayın’ın Hayatı ve Eserleri)”, “Sırbay Mavlenovtın Şığarmaşılığı (Sırbay Mavlenov’un Edebî Şahsiyeti)”, “Kazak Adebiyetinde Dastür men Janaşıldık (Kazak Edebiyatında Gelenek ve Yenilik)”, “Kazirgi Davir jane Kazak Adebiyetinin Damu Joldarı (Çağdaş Dönem veKazak Edebiyatı’nın Gelişme Yolları)” adlı monografiler ile önemli meseleleri ele alan pek çok makalenin sahibidir. Bu tür çalışmalarından dolayı filoloji bilimleri doktoru unvanını kazanmıştır.
Savaşçı, toplum ve devlet adamı, kalem ustası Adeken’in uzun yıllar boyunca verdiği emek Lenin Nişanı, Emek Kızıl Sancak Nişanı (iki kez), Kızıl Yıldız ve Şeref nişanları, SSCB madalyaları, Kazak Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti Yüksek Kurulu Şeref belgeleri, Kazak Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti Emektar Öğretmeni nişan, madalyalarıyla takdir edilmiştir.
Özetle, sözlerime Almatı Tiflis (kelime anlamı “ılık su”) yolculuğundan başladığım için Tiflis Almatı yolculuğu ile bitirmem şarttır.
Gürcistan’da bir hafta kaldık. Edebiyat eleştiricilerinin fikir alışverişi dört gün devam etti, geriye kalan günlerde Gori, Kutaisi, Borjomi şehirlerini gezdik. O bir hafta içinde gözlerimle görüp göğüslerimi kabartan, SSCB ülkelerinden, Moskova ile Leningrad’dan gelen nice ünlü edebiyatçı ve eleştirmenlerin Adeken’i görür görmez uzaktan akrabası gelmiş gibi sevinerek “Adeke.”, “Adi Şaripoviç.” diye içtenlik ve memnuniyet sergilemeleri oldu. Ağabeyimizin yüksek itibarı bizi de gerçekten şereflendirdi.
Dönüşte de Adeken beni yanına oturtup toplantı ve ziyaretimiz hakkındaki düşüncelerimi merak etti. Laf lafı doğurur ya bir defasında Adeken bana keskin gözlerini dikip tebessüm ederek:
“Gabbas, sen benim kim olduğumu, nereden olduğumu biliyor musun?”diye sordu. Güzel tebessümü rahat olmamı sağlamıştı ve hiç çekinmeden:
“Yazarlar Birliği’ni yönetirken bize bu konuda bilgi vermemiştiniz. Ancak sizin Semey’den, Abay’ın memleketinden olduğunuzu duymuştum. Öyleyse Argın[3 - Boy adı] ağabeyin hangi kolundansınız?” dedim.O, başını arkaya atıp yüksek sesle güldü:
“Sana ilginç bir şey söyleyeyim: Argın’ın aydınları Nayman[4 - Boy adı] olduğumu, Nayman’ın aydınları ise Argın olduğumu düşünürler. Aslında Nayman ihtiyarın evladıyım, Matayımdır. İliyas Jansügirov ağabeyinin kardeşiyim. Memleketim Ulan İlçesi’ne bağlı Bozanbay Köyü’nden kuzeybatıya doğru on beş kilometre uzakta bulunan Kayranbay Köyü’dür. Ancak… Şimdilerde köyde neredeyse kimse kalmadı. Çoğu geçimini sağlamak için farklı yerlere taşınmış.” Diye kısık sesle konuşan Ad ağabey bir süre sessiz kaldı. Düşünceleriyle yaşamın ta uzaklarında bulunan kırlarını ve tepelerini dolaşmaya geçmiş olmalı. Ben de sessiz kaldım. Biraz sonra sessizliği bozarak: “Semey’in Marinovka Köyü’nde doğmamın nedeni ise iş peşinden giden babamızın orada birkaç yıl yaşamış olmasındandır. Peki sen Nayman’ın hangi kolundansın?”dedi.
“Kökjarlıyım.”
O sırada uçakta anons yapılıp: “Dikkat dikkat. Kemerlerinizi bağlayınız, biraz sonra uçağımız Taşkent Havaalanı’na inmiş olacaktır” dendi. Ondan bir buçuk saat sonra da uçağımız havalanıp Almatı’nın yolunu tuttu. O sırada bilim adamı, yazar Hasen Adibayev:
“Adeke Tiflis’te sizinle birlikte geçirdiğimiz bir hafta bizim için son derece değerli ve verimli oldu. Akşamları sizin odanızda geçirdiğimiz her saat, enstitü ve üniversitelerdeki ders dinlemeye hevesli öğrencilik dönemlerimize götürdü. Teşekkürler Adeke, yüz yıl yaşayın.” dedi. Biz de yarışırcasına onu doğruladık. Adeken:
“Maşallah söz ustalarına.”diyerek neşeyle güldü.
Hasan ağabeyle ilgili ilginç bir şey yaşadığımızı da anlatayım. Hasan ağabey Tiflis’ten elinde dışına yarım metre kadar kurdele bağlanmış güzel kâğıt kutu ile döndü. Kutunun üzerindeki yazılar Gürcü harfleri ile tabii ki Gürcüce yazılmış.
Her zamanki gibi şakalaşarak: “Has ağabey, elinizdeki nedir? Patlayıcı bir şey değildir herhalde.” dedim
“Yengen için aldığım Gürcü pastasıdır.”dedi. Kahkaha tufanı koptu. Çocuklardan biri, sanıyorum Sayın’dı:
“Şu sıcak havada pastanız erimeden verin, yiyelim.” dedi. Tekrar kahkaha koptu. Ad ağabey yüksek sesle gülerek:
“Tabi siz eşlerinize Allah bilir bir şeker bile almamışsınızdır. O yüzden de Hasen’in pastasını kıskanıyorsunuz değil mi?” dedi.
“Ad ağabey, gelinleriniz için biz kendimiz en değerli hediye sayılırız.”dedi Kabdeş. Kahkahalarımız Taşkent Havaalanı’nın her yerinde yankılanmış olmalı…

    1992 yılı.

İLEKEN


1973 yılının 20 Eylül günü olmalı ev telefonum gaz sancısından ağlayan bebek gibi yüksek sesle durmadan çalmaya başladı. “Ay Allah canını almayası.”diye derhâl ahizeyi elime alıp kulağıma yapıştırdım:
“Buyurun.”dedim.
“Gabbas nasılsın? Ben Anvar.”
“Tanıdım. Harikayım.”
“Yıllık iznini almışsın, tatile gitmedin mi? Daha ne kadar zamanın var?”
“Daha iki haftam var.”
“Öyleyse bana gel.”
“Hayır Aneke, pazara gitmek üzereyim, üç saat sonra Öskemen’e uçacağım.”
“Üç saat dediğimiz çok zamandır, yetişirsin, bana bir uğra.”
“Anekeceğim yetişmem zor olur, bilet cebimde…”
“Bilet cebinde ise uçak bir yere kaçmaz”diye sesli sesli güldü Anvar.
“Bu kadar acil olan nedir?”
“Gelince anlatacağım, birazdan arabam seni alacak, bekliyoruz.”
Aneken’in, Yazarlar Birliği Başkanlığı Birinci Sekreteri Anvar Alimjanov’un şoförünün adı da Anvaridi.
“Niye çağırıyor? Ne oldu?”diye sordum, o omzunu kaldırıp kafasını sallayarak:
“Bilmiyorum. Sekreterini gönderip: “Gabbas’ı getirsin” demiş…”
“Anvar yalnız mı?” dedim giriş odadaki sekreter hanıma selamlaştıktan sonra.
“İlyas ağabey var.”
“Selamünaleyküm.” deyip odaya girdim.
“Aleykümselam.”dedi İleken, İlyas Yesenberlin, gülümseyerek elini uzattı. Yazarlar Birliği Başkanlığı İkinci Sekreteriydi.
“Geldin mi? Buyur.” dedi Anvar, elini uzatırken yerinden kalktı. Ön dişleri fırlayıp iki omuzu sallanarak sessizce güldü.
“Patron gelmeyi emredince gelinmez mi? Neşeli olduğunuzu görüyorum, bu iyiye işarettir” dedim, İleken’in karşısına oturdum. İleken, her zaman olduğu gibi tek nefeste “ıh-hı” diye gülüp Anvar’a baktı. Anvar da gülümsemeye geçip bana baktı. Ben ikisine sırayla bakıp:
“Niye çağırdınız, söylesenize, gülmek gerekirse ben de gülerim,” dedim.
“Öskemen’i bekletip Moskova’ya uçman gerekiyor” dedi Anvar, yerinde oturarak ve ciddi bir yüz ifadesi edinerek.
“Ben orada ne yapacağım?”
“Mülakata girmen gerekir.”
“Ne? Neden? O da nedir?”
“Biz aramızda istişare ederek senin, buraya, bizim Edebiyat Fonu’na Müdür olmanı uygun bulduk.”
“Uygun bulduk” da ne demek? Benim fikrimi almadan mı?”
“Gabbas dinlesene, anlasana.” dedi İleken kırgın bir sesle.
“Neyi anlamam gerekir?”
“Anvar özetle anlatıp açıklasana.”dedi İleken, ellerini açıp Anvar’a baktı.
“Gabbas şöyle: Biz Abdraşit Ahmetov’u emekliye gönderip onun yerine seni Müdür yapma kararı aldık. Moskova’daki üst Edebiyat Fonu olumlu bakıyor. Onlar iki üç gün içerisinde arayacaklar, ondan sonra: “Neredesin Moskova?” diye gideceksin ve Müdürüyle tanışıp konuşacaksın. Öskemen’e daha sonra gidersin.” dedi Anvar. Ben katiyen istemediğimi söyledim. Kazak Edebiyatı Gazetesi’nin Eleştiri Bölümü Başkanı idim. Orada çalışmaya devam etmek istediğimi, adı geçen gazeteden başka bir yere gitme planlarımın olmadığını ve ayrılmayacağımı ilettim. İki başkan: “Gideceksin.” dedi, bense: “Gitmeyeceğim.” dedim. Bahanelerimi dinleyen yoktu. “Sen uygunsun”, “Sen disiplinlisin”, “Sen yönetebilirsin”, “Senin adaylığın Parti tarafından da destek buldu” gibi övgü veya kandırma sözleri olduğunu tam ayırt edemediğim lafları yağdırıp, dönmeye çalıştığım yerlerde önümü kapatıp kendi taraflarına çektiler.
Sağlam bir bahane bulduğumu düşünerek. “Aritmetikten anlamayan, genel olarak matematik derslerinden okulda “üç”ten daha yüksek bir not almayan biriyimdir. Çıkarma, toplama, çarpma ve bölme denen dört işlemden başka bir şey bilmem. Edebiyat Fonu’nun kazanında yüz binlerce rakamın kaynadığı söylenir. Onların hepsini karıştırıp her yerime bulaştırarak mahkemelik olmamı mı istiyorsunuz?” dedim. İleken bana gözlerini dikerek:
“Bir şey olmaz, bence en fazla iki sene içeride kalır çıkarsın.” dedi.
(Daha sonra öğrendim ki İleken Kazak Tiyatrosu Kurumu nezdindeki Filarmoni Müdürü görevine getirildiğinde çok geçmeden muhasebecilerin yalan yanlışlarına kanıp hapse atılmış ve iki yılını hapishanede geçirmiş.)
Anvar, kıs kıs güldü.
Sonuç, 2:1 oldu.
***
SSCB Edebiyat Fonu Kazak Şubesi Müdürü olmakla birlikte özel odaya sahip olup yerdeki pek çok “Allah”tan birine dönüşerek kurulmuş koltuğumda oturduğum günlerden birinde Edebiyat Birliği Katibi Ravza Kamalkızı gelip:
“Gabbas yarın Kabul Komisyonu toplantısı yapılacak. Yesenberlin sana selam söyledi: “Serikkaliyev’in referansı işe yaramaz, başka birinden istesin” dedi,”demez mi.
“Neden işe yaramazmış, beş yıldan fazladır çalışıyor?” dedim, gerçekten şaşırarak.
“Ya, anla işte…”
“Anlıyorum, fakat siz de Sayın Yesenberlin’e benden selam söyleyin: üyeliğe ister alsın ister almasın, ben Serikkaliyev’i satmam.”
Ravza Kamalkızı omzunu bir defa zıplattı ve bir şey demeden çıkıp gitti.
Zeynolla Serikkaliyev, tanınmış eleştirmen, Sosyalistik Kazakistan Gazetesi’nin Eleştiri Bölümü Başkanıdır. Gazeteye İ. Yesenberlin’in “Almas Kılış (Elmas Kılıç)” adlı romanı hakkında makale yazarak başına bela almıştı. İleken, genelde olduğu gibi “gazete makalesini tartışacağız” bahanesiyle çağırıp takımı aracılığıyla bir güzel fırçalamıştı. Bana SSCB Yazarlar Birliği üyesi olmak için gerekli referanslardan birini Zeynolla yazmıştı.
Aradan iki yıl geçti. Kabul Komisyonu benim üyelik başvurumu değerlendirmeye almadı. Ben de suskunluğumu korudum. Komisyon Başkanı, Birliğimizin İkinci Sekreteri İlyas Yesenberlin, böylece Zeynolla’dan alacağı intikamı benden almış oldu.
“Sen ne zaman üye olacaksın? Sen Edebiyat Fonu Müdürüsün, bu nasıl oluyor? Başvurunu yapsana.” dedi bir gün Anvar Alimjanov.
“Belgelerimi sunalı tam tamına iki yıl oldu, Yesenberlin bana sırtını döndü.”
“Nasıl? Neden?”
“Referanstan birini Zeynolla Serikkaliyev’den aldığım için.”
“Tüh, İlekende ne tuhaf adam.” dedi ve omuzlarını büküp ellerini sallayarak güldü Anvar.
Ertesi gün Zeynolla ile görüştüm. Şundan bundan söz ederken:
“Alnı beyaz lekeli siyah atlı Kambar”ın beni üyeliğe kabul etmeyeli beri iki sene oldu, büfeye gidip onu “ıslatalım” hadi.”dedim.
Şaşkınlığını gizleyemeyip “İleken neden öyle yapmış ki?”
dedi.
“Seninle “dostluğu” sıkı olduğu için.”
“Haa… Referanstan birini başka bir yazardan alsanıza… Ben, nedense o tarafını düşünmemişim.”
“Ona ikimizde kafa yormayalım, yorulacak kafa “Alnı beyaz lekeli siyah atlı Kambar”da var ya, o yeter.”dedim. Zeynolla her zamanki gibi sessizce güldü.
Anvar, “İleken de ne tuhaf adam” dedikten üç gün sonra Birlik Üyeliğine kabul edildim. Bir ay sonra da Anvar’ın elinden üyelik belgemi aldım. Anvar’ın odasında İleken ile Dördüncü Sekreter Kalavbek Tursınkulov varmış, onlar da kutlayıp elimi sıktılar. Belgemi elime alıp özellikle büyük bir ilgiyle inceledim ve:
İleken tarafına bakış atarak. “Kabı kıpkırmızı, çok güzel ve yepyeni bir belge. Bundan iki buçuk yıl önce almış olsaydım şimdiye eskimişti.” dedim. Şakamın özünden Kalavbek’in de haberi varmış, Anvarla ikisi güldü, İleken ise güzel tebessümüyle bana bakıp:
“Sen kırk yıllık olayı unutmazmışsın.”dedi.
“Size çekmişim.”dedim. Dördümüz yarışırcasına güldük…
İleken, acele etmeden konuşan sabırlı bir insandı. Edebiyat Köyü’ndeki atışma ve tartışma türündeki etkinliklere katıldığında kızdığını, sesini yükselttiğini hiç görmemişimdir. “Hızlı olan değil, sabırlı olan kazanır” atasözümüze tam bir örnektir. Öyle olmasına rağmen, Anvar’ın yeni önerilerine, iyi kararlarına bazen karşı çıkıp “Anva-a-ar bu böyle olmamalı, şöyle olması gerekir” deme alışkanlığı olduğunu fark etmiştim.
“İlyas Yesenberlin” denen iki kelimeyi duyduğumda İleken’in iki andaki görüntüsü canlanır gözlerimin önünde. O sırada konuştuklarımız aklıma gelir hemen.
Bir keresinde İleken, rahat adımlarla yürüyerek Kirov Sokağı tarafından (şimdiki Bögenbay Batır Sokağı) aşağı doğru iniyormuş. Ben “Çocuk Eşyası” mağazasından çıkmıştım. Yazarlar Birliğibinası önünde karşılaştık. İleken, çok da neşeli görünüyordu. Selamlaştıktan sonra:
“İleke sevincinizi paylaşmak isterim, anlatsanıza.”dedim. O, samimi bir şekilde gülümseyip koluma girdi ve içeri geçtik.
“Evet sevinçli haberim var, söyleyeyim. Dimaş’ı[5 - Dinmuhamed Konayev]ziyaret ettim. Desteklediğini, Moskova’yla görüşeceğini söyledi. Liyonyasına bir kelime söylese yeterli olur zaten” diye neşeyle güldü.
“Ne güzel. Şimdiden tebrik ederim.” dedim dış kapıyı açıp geçmesini beklerken…
İkinci an da Allah’ın işine bak ki yine aynı yerde, Yazarlar Birliği binası önünde yaşandı. Bir iş için dışarıya çıkmıştım. İleken yine aynı yoldan geliyormuş. Acele etmeden yürüyordu. SSCB Devlet Ödülü için sunulan eserler yarışmasında Gürcü yazar Dumbadze’nin Hikâyeler Kitabı yarışmayı kazanıp İleken’in “Köşpendiler (Göçebeler)” kitabının dikkate alınmadığını televizyon ve radyodan öğrenip tansiyonlar yükseleli iki gün olmuştu. Moskova’ya uçakla gidip at arabasıyla dönmüş hâlde olan İleken’e doğru yürüyüp yavaşça:
“Selamünaleyküm ağabey.” dedim.Yorgun görünen İle-ken kafasını kaldırıp durdu ve elini uzatarak:
“Gabbas sen misin? Nasılsın? Ben dün geldim. Duymuş, öğrenmişsinizdir. Olmadı… Dimaş kimseyle konuşmamış, Gabit ise orada bulunalı bir hafta olmasına rağmen komite toplantılarına katılmamış. Beni bir tek Cengiz Aytmatov destekledi, ancak o tek başına ne yapabilir ki?” diye içini anında döküp elini sallayıverdi. Ben ne diyebilirdim ki, çekine çekine:
“Adaletsizlik oluyor işte” dedim. İleken ilgisizce kıs kıs güldü ve:
“Evet oluyor,”diye yoluna devam etti…
Dinmuhamed Konayev, “Liyonyası” yani dostu Liyonid Brejnev ile neden görüşmedi? Brejnev’in gerçekten de bir kelime işi çözmeye yeterli olmaz mıydı? Peki Gabit Müsirepov’a ne olmuş? Ödül Komitesi’nin itibarlı üyesi değil mi? İleken’i savunmassa savunmasın, Kazak milletinin beş yüz yıllık tarihini ele alan üç ciltli romanı değerlendirme toplantılarına neden katılmamış? Güzel milletim benim…
Daha sonra sağdan soldan duyduğumuz haberlere göre Moskova’ya Dumbadze’nin peşinden iki vagon üzüm ve şarap gitmiş, Yesenberlin’in peşinden ise iki vagon şikâyet.
O haftanın Cuma günü benim odamda üç dört arkadaş sohbet ederken şair Ötejan Nurgaliyev gelerek:
“Evet arkadaşlar, sohbetiniz hoş, dostunuz bol olsun. Sohbetinizin tadını kaçırmadım değil mi?” diye gülümseyerek selamlaştı. Küçük gözleri yuvarlak bir hâl alır, yüzüne tebessüm gelir ve rahat bir şekilde konuşurdu genelde.
“Buyur. Moskova’ya İlyas Yesenberlin’in peşinden vagonlarca şikâyet gittiğini duyduk da onu tartışıyoruz” diye ortaya şaka attım.
“Evet, orada benim de payım vardır. Üç koç ağabeyim beni dördüncü olarak ekledi ve çok güzel şikâyet yazısını iletiverdik” diye yaptığı iyiliği övünerek anlatır gibi içten güldü. Anlattığına inanıp inanmayacağımızı bilemeyip biz de güldük…
Güzel İlyas ağabeyimiz… Seçtiğiniz meslek jeolog olduğu gibi edebiyatımızın tarih konusunu seçerek, nice eski ve yararlı kaynakları, gerekli bilgileri kaydederek halkına armağan ettin. Ya biz?.. Öncelikle “Göçebeler” romanının şereflendirilmesine engel olduk; ardından kendimiz çok bölümlü film yapmak yerine değerli hazinemizi yabancıya yem olarak verip eserin değerini düşürdük. Söz konusu değerli eserin Rusçaya, özellikle de İngilizceye yapılan çevirilerinde yanlışların az olmadığını bağıra bağıra söyleyeli 10 yıl oldu… Eminim ki gelecek nesil ruhuna saygı duyacaktır.

    (2012 yılı)

KALEMİ SİLAH, 3HAKİKATİ BAYRAK YAPTI


Yeryüzünün her yerine izini bırakmış, eski Kazak ülkesi ile toprağından, halkından büyük bir sevgi, istek ve gururla söz etmiş Anvar Alimjanov’un bizlerin, bugünkü neslin ve yarınki pek çok neslin önünde iftiharla söylenebilecek mert ve itibarlı davranışı, bir grup iftiracı güya yazar ve eleştiricilerden, bilgelik taslayanlardan iki yıl boyunca haksız yere “feodalite yanlısı”, “burjuva”, “gerici” gibi pis sözler duymak zorundan kalan Hocası Muhtar Avezov’u meşhur “üç harf”in[6 - KNB, Millî İstihbarat Teşkilatı] silahlı kapanına düşmekten kurtararak ve kendisini tehlikeye atarak gizlice Moskova’daki dostlarına göndermesidir. Bana göre bu davranışından dolayı Kazak milletince gururla ve saygıyla anılmaya layık olduğu muhakkaktır. Ancak önce başkalarından, daha sonra anlatmak istememesine rağmen ısrarım üzerine kendi ağzından duyduğum o olayı bugünlerde bazı kimseler yalanlamak istemektedir. Onlara göre Alimjanov’un öyle bir şey yapması mümkün değildir. Onların kimilerine örneğin, Muhan’la kardeş gibi çok yakın olan dostu, yazar, Aljappar Abişev’in “Şerli Şejire (Hüzünlü Şecere)” adlı kitabındaki:
“…O[7 - Muhtar Avezov], içindeki derdi böylece döktükten sonra biraz keyiflendi ve neşeli bir sesle:
“Benim için başını tehlikeye sokan Anvar’a cesur davranışından dolayı minnettarım ve öbür dünyada da minnettar olacağım.”
“O ne yaptı?”
“Şayet o, kaçmam için değişik yöntem bulmasaydı benim şimdi Moskova’nın şu baş köşesinde değil, Almatı’daki hapishane hücrelerinden birinde oturma ihtimalim vardı” dedi ve saatine baktı…”cümlelerini okuduğumda yüzlerini asıp dudaklarını sarkıtarak gittiklerine şahit oldum. Ancak onların affedilmesi zor tepkilerine, kayıtsız kalışlarına şaşırmamak da gerekir. Milletinin yüce şairi hakkında bilgi ile dolu tarihî eser yazarak dünya edebiyatında rastlanmayan süreci başlatan akademi üyesi, yazar, Stalin Ödülü sahibi Muhan’ın peşine düşüp ülkesini terk etmek zorunda bırakan, Bilimler Akademisi ile Devlet Üniversitesi’ndeki görevlerinden atan o dönem Kazaklarının bugünkü neslinden hayır ummak doğru değildir.
Muhan’ın, Akademi’den atılmasına gerekçe olan belgede şunlar kaydedilmiştir:
Kazak SSC Bilimler Akademisi Kurulu’nun 06. 04. 1953 Tarihli ve Kazak SSC Bilimler Akademisi Sosyal Bilimler Bölümü 1953 Yılı Çalışmaları Raporu Üzerine Kararı
3.“Kazak Edebiyatı Tarihi” eserinin 1. cildi çalışmalarında gösterdiği ihmalkârlık ve işleri aksatmalarından dolayı Kazak SSC Bilimler Akademisi üyesi M. Avezov, Sosyal Bilimler Bölümü Bürosu’ndan çıkarılacaktır.
Kazak SSC Bilimler Akademisi üyesi, Akademi Başkan Yardımcısı M. İ. Goryayev.
Kazak SSC Bilimler Akademisiüyesi, Akademi Baş Bilim Sekreteri D. V. Sokolskiy.
(Kazak SSC Bilimler AkademisiArşivi, Bölüm 2, Döküm 10, Dosya 53, Varak 23, 26,27)
Üniversiteden atılması ise Beysebay Kenjebayev ağabeyimizin hatıralarında kısaca şöyle anlatılmıştır:
“1953 yılı. Mart ayı. Muhan ikimiz milliyetçi olarak suçlandık ve bir kararla Kazak Devlet Üniversitesi’ndeki görevimizden atıldık. Bir iki gün sonra o Moskova’nın yolunu tuttu.” (“Akıl-Oy Ağamız (Akıl ve Fikir Ağabeyimiz)”. “Muhtar Avezov Turalı Yestelikter (Muhtar Avezov Hakkında Anılar)”, Jazuşı Yayınevi, 1997).
Buradaki “Bir iki gün sonra o Moskova’nın yolunu tuttu” bilgisi yanlıştır. Muhan Mart ayında Moskova’da olsaydı aşağıda anlatılacak konferansa katılmamış olurdu.
Muhan’ı suçlamanın en kötüsü ve sonuncusu Bilimler Akademisi ile Yazarlar Birliği işbirliğinde Kazak destanı üzerine 11-15 Nisan 1953 tarihleri arasında düzenlenen konferans olmuştur. Konferansın açılışı Akademi Başkanı Dinmuhammed Konayev tarafından yapılıp yazar Malik Gabdullin ve bilim insanı Musatay Akınjanov bildiri sunar. Beş gün boyunca Muhan hedefe alınır ve “burjuva, feodalite yanlısı, milliyetçi” damgaları vurulup suçlanır. Söz gelimi, M. Gabdullin şunları söyler (konferans Rusça yapılmıştır):
“1947 yılında toplumumuz tarafından kınanan “Zar Zaman (Zor Dönem)” edebiyat teorisini ilk olarak ortaya atan ve onun propagandasını yapan ilk Kazak edebiyatçısı kimdir? Profesör Avezov’dur.
“Han Kene” piyesi ve diğer eserleri kaleme alarak halkı susturan Kenesarı ve Navrızbay’ı yücelten ilk Kazak edebiyatçısı kimdir? Profesör Avezov’dur.
1951 yılında toplumumuz tarafından kınanan “Abay’ın Şiirsel Ekolü” teorisini ortaya atıp uzun süre propagandasını yapan ve öven ilk Kazak edebiyatçısı kimdir? Profesör Avezov’dur.
Yedige hakkındaki, Şora ile Kenesarı hakkındaki, Korkut ve diğerleri hakkındaki oldukça gerici, anti ulusal şiir ve efsaneleri araştıran ve yaymaya çalışan ilk Kazak edebiyatçısı kimdir? Profesör Avezov’dur.
Bu gerçekler neyi göstermektedir? Bunların hepsi Profesör Avezov’un burjuva ve milliyetçi görüşlere sahip olduğunu göstermektedir. Bilindiği gibi gerçekler acıdır. Gerçeği hiç bir düzen ve dolapla kapatamazsın”.
Devlet İstihbarat Teşkilatı’nın gözetim ve takip altındaki Muhtar Avezov’u tutuklamaya dair gizli bir karar çıkarması söz konusu konferanstan sonra olmuştur. Kararın çıkarıldığı o dönemler ise istihbaratta çalışan Abdolla Kılışbayev’den (Anvar’ın ağabeyidir, ancak anne tarafından dedesi büyütmüş ve kendi soyadına kaydettirmiştir) öğrenilir ve Muhan için endişelenen Anvar gurubu, derhâl yazarı kurtarma operasyonu planlarını gerçekleştirmeye girişir. Onlar üç çeşit plan yaparlar: İlki Muhan’ı Tastak Semti’nde hazırlanan evde gizlemek; ikincisi Kırgızistan’daki veya Özbekistan’daki dostlarına ulaştırmak; üçüncüsü, Anvar tarafından önerilir, Moskova’daki dostu Aleksandr Fadeyev’e göndermek. “Şu durumda Avezov’u Fadeyev’den başka kimse koruyamaz.” der Anvar. Sonunda üçüncü planı gerçekleştirme üzerine anlaşıp SSCB Yüksek Kurulu milletvekili Kalibek Kuvanışbayev adına uçak bileti alınır ve yazar geceleyin Moskova’ya gönderilir. Kuvanışbayev’in milletvekili kimliğini getirme konusunda kardeşi gibi yakın olan Abdolla; bilet alma ve uçağa bindirme konusunda ise Anvar grubundaki bir Rus öğrencinin hava alanında çalışan ablası yardım eder.
(Muhan’ın eli uzun İstihbarat Teşkilatı’na nasıl yakalanmadan gittiği konusu “Dünyaca tanınan Anvar”, “İki hikâye”adlı çalışmalarımda ayrıntılı olarak anlatıldığından burada tekrar etme gereği duyulmamaktadır.)
…Evet, Aleksandr Fadeyev tarafından korunan Muhtar Avezov, ülkeye 1954 yılının yazında döner.
Bir gün Aneken’e o çok riskli kahramanlığını Hocasının zamanında nasıl değerlendirdiğini merak ederek sorduğumda kalemdaş ağabeyim:
“Babacığım sen de ne tuhafmışsın… Muhan, Muhtar ağabey büyük şahsiyettir, bizim küçük hizmetlerimize önem vermesi gerekmez.” dedi.“Babacığım”ı, lafın gelişine göre söylemişti.
“Aneke, siz de tuhafmışsınız. Kendisini büyük dertten, kötü bir ecelden koruyan insana teşekkür etmesi gerekmez mi?” diye üstelediğimde:
“Muhan, kaderi ülkemizin kaderi gibi zor olan bir insandır. Biz tam tanıyamadık. “Ben Muhan’ın öğrencisi idim”, “Muhan benim Hocam idi” ifadelerinden fazlasını söyleyemiyoruz. Bize Abay’ı tanıtan ve yücelten Muhan gibi olamasak da Abay’ın “Olamıyorsan da benzemeye çalış, bir âlimi görürsen. Öyle olmak nerede deme ki ilmi seversen” sözlerine kulak verip gerçek Muhan’ı tanıtmaya çalışmalı, öykü veya roman, uzun hikâye veya uzun şiirler kaleme almamız gerekir. Bu bizim borcumuzdur. Yapabilirsem ben de yazmayı denemek istiyorum. Kendi yaşamımdan olabilir. Binlerce eş ve dostlarımın yaşamından olabilir. Biz de kaderin cilvesini az çekmedik ya… Böylece “Tanım (İdrak)” adıyla uzun hikâye yazmaya başladım. Muhan hakkında yazacağım roman için bir hazırlık olabilir. Daha sonra tevekkül etmek istiyorum… Bilemiyorum… Muhan beni koruyor gibime geliyor.” dedi, sorumun tam cevabını vermedi. Yapıcı olmayan, doğal mütevazılığını sergiledi bir daha. Anladım ve “İnsanlığın Aristo’dan sonraki ikinci üstadı Ebu Nasr el-Farabi’nin, savaşçı şair Mahambet Ötemisulı’nın yaşamları hakkında roman yazmış kalem ustası, önce Hocası, ardından koruyucusu ve akıl hocası olan Muhan hakkında neden yazamasın ki” diye geçirdim aklımdan. Peşinden kendi kendime “Şayet Muhan’ı başka birisi kurtarmış olsaydı onlar da Aneken misali bir şey yapmamışçasına sessiz mi kalırdı acaba yoksa “Ben kurtarmıştım. Ben. Ben.” diye göğsünü yumruklayıp milleti usandırır mıydı?” sorusunu sordum ve yine kendi kendime “Kim bilebilir…” cevabını verdim.
Zamanında Muhtar Avezov: “I. Petro Avrupa’ya pencere yeri açtıysa, Anvar Alimjanov, Asya’nın penceresini iyice açmıştır.” demiştir. Öğrencisinin tüm Asya ile Afrika’yı dolaşarak onların özgürlük için mücadele eden ve zafere ulaşan savaşçıları sayılan genç şair ve yazarlarıyla tanıştığını, iyi anlaşıp dostluk kurduğunu, millî edebî kurumlarının düzene girmesine yardımcı olduğunu görseydi, sabırlı öğrencisinin koordinatörlüğü ile 1973 yılının Eylül ayında Almatı’da yapılan V. Asya ve Afrika Yazarları Konferansı’nın uzun asırlar devam eden sömürgecilikten azat olan Afrika edebiyatı tarihine en büyük olay olarak geçtiğini, Afrika’nın uyanışına kendi ülkesinin de Sovyet İmparatorluğu kösteğinden kurtulmasına şahit olduğunu bilseydi Muhan’ın: “…Anvar Alimjanov, Asya ile Afrika’nın penceresini iyice açmıştır.” diyeceği kesindir.
Beşinci konferansın anlam ve önemi paha biçilmezdi. Öncelikle, Kazakistan topluluğu Asya ve Afrika kıtalarının kapitalizmin sömürüsünden kurtulduktan sonraki çehresini tam görebildi, edebiyat sanatının aniden açılıveren pınar gibi fışkırarak geniş bir ırmağa dönüşmeye başladığına şahit oldu. İkincisi, kucağını genişçe açan iki kıta ile Kazakistan’ın kalem ustalarını bir araya getirip dostluğun, arkadaşlığın ortak bayrağını yükseltti ve işbirliği kurma ve tercüman bulma olanağı sağladı. İşbirliği neticesinde bizim için Arap edebiyatının seçkin eserlerini kendi dilimizde, onlar için ise Kazak edebiyatının seçkin eserlerini kendi dillerinde okuma fırsatına götüren yol gözüktü. Söz konusu hayırlı işin gerçekleşmesinde Anvar’ın Asya ve Afrika edebiyatının Yusuf Sibai, Faid Ahmad Faid, Alex La Guma, Muin Bsisiu, Mahmut Derviş, Ousmane Sembene, Ngũgĩ wa Thiong ve diğer usta kalem sahipleri ile olan özel dostluk ilişkilerinin çok etkili olduğunu iyi biliriz. Ancak ne yazık ki kurulan parlak edebî ilişkilerimiz son yirmi yılda solup bitmiştir. Bağımsızlığımızı elde etmemizin bizim için tarihî açıdan çok değerli bir olay olduğu şüphesiz olmakla birlikte karşı karşıya kaldığımız ekonomik sorunlar yüzünden uzaklardaki Afrika kıtası şöyle dursun, yakınımızdaki eski Sovyetler Birliği ülkeleriyle olan kültürel ilişkilerimizin ancak iskeleti kalmıştır. Belirli aralıklarda düzenlenen on günlük edebiyat ve sanat günlerimiz de unutulmuştur. Eski ve yeni dönem şair ve yazarların yıl dönümleri vesilesiyle bir araya gelip mutluluğa eriştiğimiz günler de gerilerde kaldı. “Zamanı kim yönetecek…” demişti Abay…
Kalemdaş dostları: “Dünya haritasında Anvar’ın bulunduğu ülkeyi aramaktansa onun bulunmadığı ülkeyi aramak daha kolaydır” diye şaka yaptıkları gibi dünyanın altmış kadar ülkesini gezen Aneken; makale, hikâye ve romanlarını trenlerde, uçaklarda, gemilerde hatta arabalarda otururken yazmışa benzemektedir. Onun kalemine konu olmayan, anlamı ve önemi açıklanamayan mesele neredeyse yoktur. Her zaman büyük ve küçük kalemdaşlarının ilerisinde bulunarak yaşama olan sevgisinden midir halk ve toplum karşısındaki sorumluluğunu tam bilmesinden, hissetmesinden midir yoksa Sovyetler çapında çıkarılan “Literaturnaya Gazeta (Edebî Gazete)”, “Pravda (Hakikat)” gazeterlerinin Kazakistan’daki, Orta Asya’daki temsilcisi, muhabiri görevinden iyi istifade edebilmesinden midir bilinmez ama neticede döneminin nice çok elzem ve karmaşık konularını herkesten önce ve cesurca kaleme almıştır. 1950 – 1960 yıllarındaki makaleleri, deneme, söyleşileri incelendiğinde Sovyet politikasının lise mezunu Kazak gençlerinin anne ve babaları gibi çoban olmalarını amaçlayan “Lise diplomalarıyla hayvan çiftliklerine” gibi imalı sloganlarını desteklemediğini, gençlerin kendi istedikleri yüksek eğitim kurumlarına gitmeleri, ekonominin tüm alanlarında çalışmaları gerektiği görüşüne sahip olduğunu görmek mümkündür. Bu durumun ülkenin yarını için önemli olduğunu ilk söyleyen Aneken olmuştur. Moskova’daki yüksek öğretim kurumları öğrencileri Aymukan Tavjanov, Bolat-han Tayjanov, Murat Avezov’un kurduğu “Jas Tulpar (Genç Tulpar)” cemiyeti Almatı’daki özellikle de siyasetçiler tarafından takibe alındıklarında halkın çıkarı için çalışan düşünceli gençleri herkesten önce koruyan Aneken olmuştur. O, Abay’ın memleketinde zoraki açılan Semey Poligonu’ndaki atom bombası denemelerinin insanlara, havaya, toprağa, suya sadece deneme yapıldığı dönemde değil, gelecekte de çok zarar vereceğini ilk dile getirenlerden olmuştur. Aral Denizi’nin durumu için de çok endişelenmiştir. Kazak bilimi ve eğitimi, kültürü, ekonomisi, iç ve dış siyaseti, eski ve yeni tarihi, halkın genel yapısı, gelenek ve görenekleri, yaşam tarzı hakkında çok derin ve mükemmel fikirlerin sahibi olmuştur. Korkut, Muhammed El-Farabi, Abay, Şakarim, Kurmangazı, Jambıl, Mahambet, Çokan, Mustafa Çokay, Ahmet, Jüsip, Mirjakıp, Magjan, Sa-ken, İlyas, Beyimbet, Muhtar gibi şahsiyetlerin yaşamları hakkında yararlı bilgiler sunmuştur. İlyas Yesenberlin’in, Mukagali Makatayev’in… edebî ustalıklarından söz etmiştir. Fyodor Dostoyevksiy, Mihail Şolohov, Mirzo Tursunzode, Sadriddin Ayni, Oles Honchar ve Cengiz Aytmatov’un eserlerini edebî eleştiri şartlarına uygun bir şekilde inceleyerek takdir etmiştir. Yabancı edebiyat klasikleri hakkında verdiği bilgiler v.s. hepsi hepsi bilgilendirme açısından çok değerli çalışmalardır. Saken Seyfullin’in, Beyimbet Maylin’in birkaç öyküsünü Rusçaya çevirmesi (arasında Maylin’in “Şuganın Belgisi (Şuga’nın İşareti)” uzun öyküsü de vardır) pek çoğumuzun hâlâ bilmediğimiz hizmetlerindendir.
Kazak Edebiyatı Gazetesi’ne: “Mustafa Çokayev… O kimdir?” adlı iki sayfalık makale yayımlayarak (M. Çokay siyaseten aklanmadan önce.)Siyasetçi, Delikanlı, Kahraman Mustafa Çokay hakkında açık ve bol bilgiler sunup Kazakistan Komünist Partisi Merkez Komitesi’nden cesur bir şekilde onu aklamasını talep etmesi de takdire şayan mertliklerinden biridir…
Muhtar Avezov’un candan ön sözünün bulunduğu ve “Künge Bet Algan Keruven (Güneşe Doğru Giden Kervan)” adlı öyküsü ile başlayan hikâyeleri, “Ustazdın Oraluvı (Üstadın Dönüşü)”, “Mahambettin Jebesi (Mahambet’in Oku)”, “Otrardan Jetken Sıy (Otrar’dan Gelen Armağan)”, “Javşı (Elçi)” romanları, yayımlanmış değişik makalelerinin hepsi eşsiz ve değerli hazinelerdir. Ayrıca nice kalabalık gruplar karşısında kınından çekip çıkarılmış kılıç gibi parlayarak söylediği yararlı sözlerine değinmemek de mümkün değildir. Ne yazık ki bizim de pek çok defa duyduğumuz o sözlerin hepsi yazıya, kayda geçirilmemiştir.
Vatanseverlik. Vatanı en içten duygularla sevmek. Aneken’in bu duygusu, örneğin benim için özleme dönüşmüştür. Vatanını Aneken gibi sevenlerin sayısı maalesef son zamanlarda azalmıştır. İyi ve yetenekli avcı kuşların çoğu becerilerini iyi kullanamadıklarından kanatları bükülerek, korkak olup elden beslenmeye alışmış zavallı kartala benzemeye başlamışlardır. Hatta sıradan tavuk oldukları bile söylenebilir. Anvar’da ise ülkenin onuru, halkın onuru söz konusu olduğunda kan içinde kalıp yaralandığına bakmaksızın canını feda edecek güç ve kuvvet vardı. Muhammed El-Farabi’nin Özbek kökenli olduğu sonucuna varılacağı zaman; bilgenin Kazak, kökenli olduğunu tanınmış bilim adamı A. Gafurov’un yardımına dayanarak ispatlayan ve yüce atamızın doğumunun 1100. yıldönümünün Almatı’da dünya çapında kutlanmasını sağlayan yine Anvar olmuştur. Bu vatanseverliği tarihimize geçmiş ve değerini bulmuştur.
Pakistan’ın usta ressamı Salih Ayın, 1967 yılında, yurt dışına yaptığı iş gezilerinden birinde Karaçi Şehri’ne yolu düşen Anvar’ı Merkez Bankası binasındaki resim galerisine götürmüş. İç duvara yağlı boya ile yapılan eski resimler arasında siması Kazaklara benzeyen birinin elinde dombıra tutan resmini gören Aneken’in “Bu kimdir?” sorusuna Salih, “Bu, Ebu Nasr Muhammed El-Farabi’dir. İbn-i Sina başta olmak üzere tüm bilgelerin ikinci üstadıdır. Bizim buradaki kütüphanemizde Aristo’nun, Öklid’in, Batlamyus’un eserleri üzerine yazdığı açıklamaları, kendisine ait pek çok el yazmaları mevcuttur” cevabını vermiştir. Anvar’ın o anda nasıl bir duyguya kapıldığını tahmin edebilir misiniz? O, Ayın’dan söz konusu resmin bir örneğini isteyip ülkeye döner dönmez resim ustalarımızdan Bek Ibırayev’e anlatarak Farabi’nin resmini çizdirir ve böylece ilk olarak atamızın çok değerli suretini yaptırmış olur. Bilge şahsiyetin bilimsel eserlerini araştıran, inceleyen bilim adamı Akjan Maşanov ağabeyimiz ile birlikte El-Farabi eserlerinin tanınmasında çok çaba sarf etti. Onun hakkında “Ustazdın Oraluvı (Üstadın Dönüşü)”adlı romanı yazdı. Adı geçen tarihî romanın her zaman olduğu gibi dikkatli araştırmalarının neticesi olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Hazırlık döneminde yazdığı şu satırlar da söylediklerimi doğrulayacaktır:
“Cezayirli büyük edebiyatçı ve tarihçi Beşir Hacı Ali, çalışmalarında onun antik dönemin bilgelerinden olduğunu yazar. Muhammed El-Farabi’nin eserleri ve onun hakkında yazılan kitaplar Kahireli ve İstanbullu, Şamlı ve Bağdatlı, Tahranlı, Semerkandlı, Duşanbeli, Heratlı ve Almatılı bilim adamlarının araştırma konuları olmaya devam etmektedir. Onun Avrupa halkları dillerine çevrilmiş eserleri Londra, Paris ve Berlin kütüphanelerinde yüzyıllardır eşsiz bir hazine niteliğinde korunmaktadır.
Önde gelen Sovyet Doğu Bilimcileri, profesörler S. Braginski’nin, V. M. Jirmunski’nin, İ. Konrad’ın belirttikleri gibi Muhammed El-Farabi “Doğu Rönensans”ı döneminde yaşamıştır. Onun eserleri Antik Doğu’nun İbn-i Sina, Abdullah el-Bağdadi, Biruni, Ömer Hayyam gibi muazzam bilgelerini olumlu etkilemekle kalmamış, Avrupai yeniden doğuş sürecinin gelişmesinde de büyük etkisi olmuştur. Zira onun eserlerinden Leonardo da Vinci ile Copernicus, Bacon ile Leibniz de istifa etmişlerdir…
İbn-i Sina başta olmak üzere Doğulu bilim adamları onu üstat kabul etmiştir…
“Farabi o zaman bölgelerin tümü için yetkin Aristo uzmanı olmakla kalmamış, Orta Çağ düşünce tarzı için çok yakın ve elzem olan Aristoculuk ile Eflatunculuğu birleştirmiştir” der Akademi üyesi N. İ. Konrad”.
Yukarıda kaydedilen satırlar Aneken’in “Velikiy Muhammed iz Otrara (Otrarlı Yüce Muhammed)” adlı makalesinden alındı. Romanları Kazakçaya çevrilmiş yazarın hikâyeleri, gazete ve dergilerde yayımlanan çeşitli makaleleri, ne yazık ki Kazakçaya tercüme edilmeyip Rusça kalmıştır. Onun makaleleri hakkında ülkemizin, toplumumuzun önde gelen örnek adamı, kültürümüzün gerçek koruyucusu İlyas Omarov ağabeyimiz şunları söylemiştir:
“…Her yeteneği kendi zamanında tanımak gerekir. Bu, her şeyden önce o yeteneğe büyük sorumluluk yüklemek demektir. Bu, o şahsın sadece kendisine değil, onun üzerinde çalıştığı edebiyat türüne de yüklenen bir iştir. Alimjanov’un yayıncılık yeteneğinin gücü ne dir? Bize göre, kendi işinin yapısını çok iyi bilmenin yanı sıra aldığı konunun tarihini dikkatlice araştırmasındadır. Hâli hazırdaki durumu öğrenmekle birlikte onun geleceğini değişik bakımlardan sıkı gözlemlemek, hangi şeye neyin özgü olduğunu anlamak, sonuç olarak kendi düşüncesini gerçekçi, sade ve dikkatli bir biçimde sindirmesindedir. Onun çalışmaları okuyan insanı düşünmeye zorlamaz, ancak okuyan herkes ister istemez düşünür.
Bu kaydedilenlere gerçek hümanistin üstün aklı ile sıcak duygularını katarsak Anvar Alimjanov’un benzeri olmayan imzasını tanımak mümkün olacaktır.
Gazeteci ve yazarın “Kögildir Tavlar (Mavi Dağlar)” adlı kitabı, edebî eser olmanın yanında genel olarak dünyayı kavramaya sağladığı katkılardan dolayı çok değerlidir. Aklımızdan kitabın her sayfasını çevirmeye başlarsak orada sahnedeki gibi çok çeşitli mekân güzelliklerini, farklı insanlarla doğa olaylarını, bölge gelişmelerini olduğu gibi gözlerimizin önüne getirmemiz mümkündür. Tabii bunların hepsi çok ter döktüren emek ister…” (“Azamat”. 1966 yılı)
Ülkendeki gelişmeleri, yaşam hakkında nerede ne yazıldığını daima takip etmeye ve yazılanların doğru veya yanlış olduğu hakkında derhâl görüş belirtmek için kim olman gerekir? Tabii ki, her şeyinle Vatansever olman gerekir. Şu örnekler de Aneken’in yapısında bu değerli duyguların bol ve sıcak olduğunu şüphesiz kanıtlayacak niteliktedir. Yugoslavyalı muharrir, yazar Mairana Sedmak 1968 yılında ülkemizi ziyaret etmiş. “Onun ne yazacağını takip ettim” dedi bir keresinde Aneken. “1969 yılında Yugoslavya’nın gençler gazetesinde konuğumuzun yedi yazısı çıktı. Okuduğumda Kazakistan’ın geri kalmış ülke olduğunu; yönetimdekilerin yüksek öğretim kurumlarına bilgi düzeyi düşük Kazak çocuklarını zorla kaydettirdiklerini kitap mağazalarında Rusça kitapların olmadığını, olanlarını da Kazakların almadıklarını, Dostoyevksi’nin ismini bile duymadıklarını yazdığını öğrendim. Hoş olmayan başka da çok şeyler yazmış. Kanımın beynime sıçradığı günlerden birinde Sedmak’ın Moskova’da olduğunu duyunca özellikle gittim ve görüştüm. Kendisine: “Yemeğini yediğiniz sofrayı kötülemenizin nedeni nedir? O kadar yalan ve dedikoduyu neden yazdınız?” diye sorduğumda şaşırarak: “Ben kendimden uydurarak bir şey yazmadım. O ziyaret sırasında bana eşlik eden komünist gazeteci Gennadi Tolmaçev’in anlattıklarına göre yazdım” cevabını verdi. Tolmaçev, Komsomolskaya Pravda (Komsomol Hakikati) Gazetesi’nin Kazakistan’daki temsilcisi idi. Onu yakalayıp: “Gena, Mairana Sedmak’a bizi o kadar kötülemenin nedeni nedir? Kazaklardan bir kötülük mü gördün? Utanmıyor musun?” dediğimde alçak: “Bilmiyorum… Ben pek de bir şey söylememiştim sanki…” diye kurnazlık etti. “Hey utanmaz seni…”diye yanından ayrıldım. O, şimdi “Pros-tor (Genişlik; Özgürlük)” dergisini sahiplenmiş durumda” diyerek başını salladı.
Moskova’da yayımlanan “Molodaya Gvardiya (Genç Seçkin Ordu)” dergisinde N. Kuzmin isimli birinin Sabit Mukanov ile Gabit Müsirepov başta olmak üzere birkaç Kazak şair ve yazarına leke sürülen “Savaştan Savaşa Kadar Gece Sohbeti” yazısı yayımlandığında onurunu kırbaçlayıp ona ilk olarak karşılık veren de Aneken olmuştu ya.
Arşivindeki makalelerini, yazılarını, çeviri ve mektuplarını incelediğim sırada çok mütevazı olan kalemdaş ağabeyimin insanlık değerini, özelliklerini, yazma gücü ile kuvvetini daha iyi tanıma fırsatı buldum. Edindiğim izlenimleri kısaca özetlersem:
Öncelikle, Aneken’in uluslararası düzeyde tanınmış olduğunu çok samimi ve sıcak mektuplardan anladım. (Ancak olumsuz olaylar olmadan yaşam olur mu hiç? Bizden birileri Aneken’e: “Sen milliyetçisin. 1986 yılında yaşanan Aralık olaylarından dolayı yöneticileri suçladın. Yaşamak istiyorsan burayı terk et.” şeklinde düşmanca, tehdit edici bir mektup göndermiş)
İkinci olarak, Korkut Ata ve El-Farabi, Abay, Şakarim, Kurmangazı, Mahambet, Jambıl, Çokan, Mustafa Çokay, Ahmet Baytursınov, Jüsip Aymavıtov, Mirjakıp Dulatov, Magjan Jumabayev ve sonraki dönemlerde yaşamış şair ve yazar ağabey ve kardeşleri, Rus okuyuculara tanıtmış bilgilendirici nitelikte makaleler yazmıştır.
Üçüncü olarak, Aneken 1989 yılının Temmuz ayında Se-mey Şehri’nde düzenlenen uluslar arası konferansta ve 1990 yılında İngiltere Avamlar Kamarası’nda her zamanki gibi etkili bir konuşma yaparak Semey Poligonu’nu kapatmayı, dünyada nükleer silah üretmini durdurmayı talep etmiştir.
Dördüncü olarak, Saken Seyfullin’in iki öyküsünü, bir uzun hikâyesini ve Beyimbet Maylin’in “Şuganın Belgisi (Şuga’nın İşareti)” uzun hikâyesinden bir parçayı Rusçaya çevirmiştir.
Beşinci olarak, ülkesini, kâğıdını lekeleyenlere hemen karşı çıkıp onlara “Literaturnaya Gazeta (Edebî Gazete)” ve “Komsomolskaya Pravda (Komsomol Hakikati)” gazeteleri sayfalarından cevap vermiştir.
Altıncı olarak, Kazak edebiyatının genç yeteneklerini, usta şairlerini SSCB’deki ve yurt dışındaki kalemdaşlarına tanıtmak için çaba sarf etmiştir (örneğin Mukagali Makatayev’in 55 şiirile 3 uzun şiirini Rusçaya çevirtip kendisi ön söz yazarak “Zov Duşi (Can Seslenişi)” adıyla yayımlatmıştır);
Yedinci olarak, bizim adlarını söylemeye cesaret edemediğimiz yıllarda, “zor dönem” ozanlarının ve daha sonraki dönemlerde “milliyetçi, gerici” olarak kabul edilen şairlerimizin birtakım şiirlerini Rusçaya çevirtip (derleme işini Muhtar Magavin’e vermiştir), Leningrad Yayınevi’nden “Poetıy Kazahstana (Kazakistan Şairleri)” adıyla kitap olarak çıkarmanın yollarını bulmuştur;
Sekizinci olarak, tabiatındaki mütevazılığını koruyabilmiştir. Ancak burada benim anlamak ve tasvip etmek istemediğim bir konuya rastladığımı belirtmek isterim. İngiltere’nin Cambridge Uluslararası Biyografi Merkezi büyük şahsiyet Aneken’den, Kazakistan Komsomol ve Devlet ödülleri, Cevahirlal Neru, Agostinho Neto ödülleri ve Lotos Dergisi ödülü sahibi Anvar Alimjanov’dan “Dünyada Kim Kimdir?” yayını için ilgili anketi doldurup geri gönderilmesini rica ettiği mektup ve formların doldurulmadığı gibi arşivindeki belgeler arasında kaldığını öğrendim. “Aslan Anekeciğim, mütevazılığın da bir adabı yok mu ki? Adı geçen uluslar arası listeye sizin dâhil olmanızın öncelikle ülkeniz Kazakistan için, milletiniz Kazaklar için önemi büyük değil miydi?” diye ister istemez üzüldüm.
Aneken’in Sovyet Birliği ve dünya çapında yüksek itibara sahip Kazaklardan olduğunu biliriz. Onun yazarlığına, insanlığına hayran kalan muasırlarının duygu ve düşüncelerini içtenlikle ifade ettikleri nice samimi yazılar mevcuttur. Onlardan bazılarını örnek vermek isterim:

• “Değerli Anvar. Asya ve Afrika Dergisi’nde El-Farabi hakkındaki araştırma çalışmanız yayımlanmış. Keşke makaleyi adı geçen dergiye verdiğinizi bana söyleseydiniz. Neyse önemli değil, hepimiz okuduk ve çok sevindik. El-Farabi gibi Büyük Üstadımızın olması bizim için ne büyük şereftir. “Ustazdın Oraluvı (Üstadın Dönüşü)” makalenizi Rusçasından Arapçaya bizzat kendim çevireceğim. Irak Hükümeti erkânlarının da bilgi sahibi olup büyük bir istekle: “El-Farabi’nin Şam’da defnedildiğini öğrendik, artık mezarı bulunacak olursa mezar taşı dikeceğiz.” dediklerini duydum. Bu, sizin mükemmel çalışmanızın neticesidir. Züheyri Bağdadi. Şam, 23. 02. 1976” (Aneken, 1975 yılının sonlarında Arap ülkelerini ziyaret
ettiğinde Suriyeli yazar Züheyri kendisine eşlik etmiştir.)
• “Anvar. Pakistanlı dostlarınız sizin edebî yaşamınızdaki her başarınız için her zaman sevinir. Sizin örnekleriniz bizim için çok ibret vericidir, değerlidir. Dostuma mutluluklar diliyorum, çok daha büyük başarılar elde etmesini temenni ederim. Kazak edebiyatı gelişmeye devam etsin. Faid Ahmad Faid. 1976”. (Dünyaca ünlü bu toplum adamı ve kalem ustası ile Anvar’ın arasında karşılıklı saygıya dayalı samimi ve uzun ilişki bulunmuştur.)
• “Sayın Anvar Alimjanov. Kazak milletinin edebiyatı, kültürü, tarihi hakkında verdiğiniz muhteşem bilgiler bizi o kadar etkiledi ki duyduklarımız mükemmel resimler gibi hâlâ gözlerimizin önünde durmaktadır. Öğrencilerimiz sizin çok bilgili olmanıza ve mütevazı oluşunuza hayret etmişlerdir. Siz onların büyük sevgilerini kazandınız. Edward S. Maynard ABD Üniversiteleri New York Birliği Siyah Öğrenciler Toplumu Profesörü. 29. 11. 1973”.
• Daha sonraları, 1978 yılının Nisan ayında New York’un Bilim ve Sanat Devlet Üniversitesi Profesörü, Orta Asya halkları edebiyatını araştıran bilim adamı Harold R. Battersby, Aneken’e mektup yollayarak üniversiteye ders vermeye çağırmış ve Kazakça yayımlanmış kitapları ile makalelerini, Sabit Mukanov’un “Botagöz” ve Muhtar Avezov’un “Abay Yolu” kitaplarının Kazakça versiyonlarını getirmesini rica etmiş. Amerika Birleşik Devletleri’nde daha önce de bulunan ve kıtayı gezen Aneken, söz konusu davetten sonra Amerika’ya yine gitmiş ve Tahoma, Santa Fe, Hammond, Washington, New York şehirlerinde bulunarak bir buçuk ay üniversitelerde dersler vermiştir.
• Herkesçe tanınan bilim adamı Lev Nikolayeviç Gumi-lev, 24 Ağustos 1980 tarihli mektubunu şöyle bitirmiş:
“Anvar. Davetin için teşekkür ederim. Ancak ne yazık ki Almatı’ya şimdilik gidemeyeceğim için üzgünüm. Sağlık durumum pek iyi değil… “Eski Rusya ve Büyük Bozkır (VII-XII. yüzyıllar) kitabımı ise bitirdim. İyileşince haberleşiriz”.
• Roma’dan mektup gönderen (30.03.1983) yazar İtalo Avvelino: “Anvar. Bize misafir olmanız sayesinde Kazakistan’ı, Kazak halkını tanıma fırsatı bulduk. Önümüzdeki dönemlerde de görüşelim.Tüm Kazak halkına selamlarımızı iletiriz.” şeklindeki samimi duygularını paylaşmış.
• 1987 yılının Ağustos ayında Erivan’dan mektup yazan A. Zoriy adlı kişi, Aneken’le bir daha buluşmaktan memnuniyet duyduğunu, kitaplarını büyük bir ilgiyle okuduğunu belirterek: “Senin “Yeryüzü cenneti Yedisi’nin güzelliğini korumak için Balkaş Gölü’nü korumamız gerekir” cümlelerin bizi düşünmeye sevk etti. Genel olarak nehir ve göllerin seviyesini korumadan yerin verimini korumanın zor olduğu yönündeki düşüncen çok değerli bir düşüncedir. Bu yönde ortak plan yaparak BM ile UNESCO üzerinden gerçekleştirmemiz gerekir” demiş.
• Meşhur Rusşairi Anatoliy Sofronov, Aneken’e doğum günü vesilesiyle kutlama mesajı gönderdiği için teşekkür ettiği 9 Ocak 1987 tarihli mektubunda şunları yazmış “Değerli An-var. İçten dilekleriniz beni ziyadesiyle mutlu etti. Bizi yakınlaştıran, bir araya getiren iyi niyetler daima hatırımda olacaktır. Siz daha gençsiniz, daha yaşayacağınız nice güzellikler var. Ben ise 76 yaşındayım… “Hesap ortada” gördüğün gibi. Yine de kendi imkânlarıma göre çabalamaya devam edeceğim. Neticesini de göreceğiz. Sağlıcakla kalın.”
• SSCB Malezya Büyükelçiliği’nden mektup gönderen V. Posetsayev (24 Mart 1988 tarihinde): “…Maleziyalılar sizin söyleşileriniz ile yazılarınızı ağızlarından düşürmüyorlar. Sizinle bir daha görüşmeyi dört gözle bekliyorlar.” diye selamlarını iletmiş.
• 5 Aralık 1988 tarihinde Başkurt kardeşimiz Sayfi Kudaş aksakal Anvar’ın Ufa ziyareti sırasında Kazak edebiyatı ve tarihi üzerine Magjan Jumabayev hakkında yaptığı sohbetler için, “Drujba Narodov (Halklar Dostluğu)” dergisinde çıkan makalesi için sonsuz teşekkürlerini sunarak “Magjan’ı SSCB ülkelerine tanıtmakla onun aklanması girişimlerinde bulunmuş oldunuz” diye şükranlarını belirtmiş.
• Türkiye’de yaşayan kandaşımız, yurt dışındaki ünlü Azatlık Radyosu bünyesinde (Radio Libety) Kazak bölümünü oluşturan usta kalem sahibi Hasan Oraltay, Sovyet rejimi tarafından çektiği eziyet yüzünden erkenden yurt dışına gitmek zorunda kalan ve naaşı da yurt dışında kalan cesur mücadeleci Mustafa Çokay’ı buradaki Kazaklara tanıtan ilk çalışmasından dolayı Anvar’a sonsuz şükranlarını iletmiş.
• Hindistan’ın Cevahirlal Neru Ödülü’nü almaya hak kazanan ilk Kazak olan Anvar, eski kültüre sahip bu ülke için de emekler vermiştir. Bu konuda örnek olarak gösterilebilecek çok şey vardır. Onlardan biri “İnostrannaya Literatura (Yabancı Edebiyat)” dergisinin Yazı İşleri Müdürü Mihail Kurgantsev’in Asya-Afrika edebiyatçıları destekçisi Aneken’e “Ündi Poeziyası (Hint Şiir Sanatı)”, “Afrika Poeziyası (Afrika Şiir Sanatı)” antolojilerinin yayımlanmasında yaptığı paha biçilmez yardımları için sonsuz teşekkürlerini ilettiği mektubudur.
• Aneken, yurt dışına sadece Kazak milletinin değil, Orta Asya’nın da elçisi, habercisi olarak gittiği malumdur. Bu durumu ispatlayan bir örnek olarak Türkmen ağabeyimiz Berdi Kerbabayev’in 14 Ekim 1970 yılında yazdığı mektubu göstermemiz mümkündür. Mektupta: “…Hindistan ziyaretinizde Türkmen edebiyatı, Mahtumkulu hakkında söylediğiniz güzel sözler için teşekkür ederiz.” denmiştir.
• Rus edebiyatı klasiklerinden Leonid Leonov ise 1961 yılı yazdığı mektuplarından birinde (Mayıs ayında) Aneken’in genç, yaşlı tüm Rus ve Kazak şair ve yazarları arasındaki işbirliğini arttırma yönünde verdiği emeklerini takdir ettiğini iletmiş.
Anvar’ın, hangi ülkeye giderse gitsin o ülkenin tarihini, edebiyatını, sanatını tanımayı, yazar ve şairleriyle tanışmayı ve onlara Kazakistan’ı, Kazak milletini tanıtmayı görev olarak bildiği hepimize malumdur. Yabancılara sadece o dillere çevrilmiş kitaplarıyla değil, bahsettiğimiz aracılık hizmetiyle de tanındığı kesindir. Evet, yolu düşen ülkelerde Kazaklarla ilgili hayırlı bir iş gördüğünde, iyi sözler duyduğunda çocuk gibi sevinerek bizimle paylaşmak için acele ederdi. Hocası Muhtar Avezov hakkında yazdığı “Dana Darın (Dâhi Yetenek)” makalesinde şu satırlar bulunmaktadır: “…Muhtar ağabeyin kitaplarına pek çok ülkede rastladım. Fildişi Sahilleri’ndeki Abican Şehri’nde, Yeşil Burun Adalarında, Gine’nin kitapçı dükkânlarında gördüm. Yolum Seylan’a düşmüştü, ziyaretim sırasında, barış yanlısı mücadeleci, Uluslar arası Lenin Ödülü sahibi, buda rahibi Udakendavala Saranankara Thero’nun yaşayıp çalıştığı tapınağa gidip mezarına çiçek bıraktım. Onun yaşadığı yeri gördüm. Rahip, oldukça sade yaşam sürmüş. Demir yatak. Samandan döşek, sandalye, kova, maşrapa. Başka hiçbir şey yok. Tüm zenginliği bol kitaplar imiş. Buda’nın yaşamı ve din tarihî hakkındaki kitaplar. Rafların tamamına kutsal kitaplar dizilmiş. Odadan çıkarken üst raflardan birinde duran İngilizce “Abay Yolu” kitabının tanıdık kapağı ilişti gözlerime. Kutsal dinî eserler arasında tek edebî eser olarak Abay hakkındaki iki ciltli kitap bulunuyordu. Rahipler başı, Muhtar ağabeyin kitabını alıp görmeme izin verdi. Kitabın bazı sayfalarında Udakendavala Saranankara Thero tarafından düşülmüş notlara rastladım. Kitabın son sayfasında rahip, eski Seylanca: “Bu kitap, hayatı daha derin anlamama yardımcı oldu” fikrini yazmış”.
Kazakistan’daki gelişmeleri, yaşam hakkında nerede ne yazıldığını daima takip etmeye ve yazılanların doğru veya yanlış olduğu hakkında derhâl görüş belirtmek için kim olman gerekir? Tabii ki, her şeyinle Vatansever olman gerekir. Anvar Turlıbekulı Alimjanov gibi.
Kaderin çilesini çok çekmiş yoksul bir Kazak ailesinde dünyaya gelip Yedsu’nun Taldıkorgan bölgesindeki Karlıgaş Köyü’nde büyümüş, uzak yakın ülkelere Kazak adlı kadim halkın bulunduğunu, o halkın edebiyatının, sanatının ve biliminin de kadim ve ibretlerle dolu tarihe sahip olduğunu evlatlık yüce duygularla iletebilen, peşinden gelen tüm kardeşlerine hem sözleriyle hem de çalışmalarıyla örnek olabilen Aneken’in devlet ve toplum adamı olarak yerine getirdiği tarihî işlerden biri de 26 Aralık 1991 tarihinde SSCB’nin dağıldığına dair Karar’ı imzalamış olmasıdır. O yılın sonbaharında SSCB halkları vekillerinin ilk kurulu toplanmıştı. Orada SSCB çapındaki, tüm Birlik düzeyindeki 8 (.) komite, Anvar Alimjanov’u Yüksek Kurul Başkanlığına sunmuştu. Diğer milletvekillerinden birine bile böyle güven duyulmamıştır. 29 Ekim günkü toplantıda Aneken, oy birliği ile SSCB Yüksek Kurulu Cumhuriyeti Kurulu Başkanlığına seçilmiştir. Oy kullanma hakkına sahip 131 vekilin 130’u tarafından desteklenmiştir. Sadece bir kişi desteklememiştir. Vatan evladı ve yazarın itibarı bu şekilde sınanmış ve büyük bir şerefe nail olmuştur. Boris Yeltsin, “Cumhurbaşkanı’nın Notları” adlı kitabında (1994 yılı) şöyle demiştir: “26 Aralık 1991 tarihinde üzerinde artık SSCB bayrağı dalgalanmayan Kremlin binasında Birlik Parlamentosu Üst Kanadı, SSCB’nin dağıldığına dair bir bildirge kabul etti. Üst Kanat Başkanı A. Alimjanov, kendilerinin milletvekillik ve vatandaşlık vazifelerini yerine getirdiklerini söyledi”.
Daha sonraları arkadaşları Anvar’a: “Dünkü “halk düşmanı”nın oğlu işte SSCB’yi yıkıp hem babasının hem de babasıyla aynı kaderi paylaşanların intikamını aldı.”diye takılır olmuştu. Ben de bir gün:
“Aneke gerçeği söyleyin, kararı onaylarken eliniz titremedi mi? İçinizde bir üzüntü belirmedi mi?”diye sordum.O, biraz düşünerek:
“Hayır üzülmedim. Zaten ayakta zor durmuyor muydu? İmparatorluk dediğin, yapısı ve oluşumu ne olursa olsun uzun süre hâkimiyetini devam ettiremez, imparatorluklar halkın çıkarını gözetmeyen düzendir. Silah gücüne dayanan sömürgeci imparatorluklar ise daha da beterdir. Sovyet Hükümeti, eskiden bünyesinde bulunan ülkelerin topraklarını sömürmedi ancak halkın zihnini sömürdü. Bu ise sömürgenin en dehşet olanıdır.” diye cevap verdi.
“Bağımsızlığı da elde ettik ya.”dedim.
“Elde etmesine ettik. Neler kaybettiğimizi biliriz, ancak neler bulduğumuzu bilmeyiz. Önümüzde bizi bekleyen pek çok sıkıntı vardır, ne zaman düzene gireceğini Allah bilir. Sovyet Hükümeti’nin inşa ettiği 74 katlı evi bozmaya temelinden değil, çatısından başlama önerisini yaptım Gorbaçov’a. O, hiç tepki vermedi, belki de yönetim elinden çıkınca sağlam düşünme yetisini yitirmişti. Şimdi ise bu evin yerini yıkıntısından temizleme işinin ne kadar devam edeceği belli değildir” dedi Aneken…
Kazakistan, bağımsızlığını elde eder etmez ülkesinin demokratik, hukuki devlet olmasını destekleyerek kalabalıklar önünde, radyo ve televizyonlarda akıcı bir şekilde konuşan, gazete ve dergilere yazılar yazıp koşturan Anvar, “Tağdırlastar (Aynı Kaderi Paylaşanlar)” adıyla bir belgesel hazırlamayı planlamıştı. “Kemerov Bölgesi Stalino Şehri’nde okurken Stas adlı bir oğlan bana düşman olmuştu ve ikimiz sık sık dövüşürdük. Ancak sonunda bir şekilde barıştık. Kendisi tamamen öksüzmüş. Benimle birlikte Taldıkorgan’a gelip evimizde biray kadar kaldı. Daha sonraları Semey’den gelen Lena adlı kızla tanıştı ve birbirlerini sevdiler. Ben, ikisini Semey’e yolcu ettim. Beş altı yıl iletişimimiz devam etti. Güzelim dünya gizemli değil mi… Denemelerime Stas ve Lena’dan başlamak isterdim.” demişti. Ancak bu isteğini yerine gertirme fırsatı bulamıyordu.
1993 yılının Eylül ayı başlarında Aneken bana “Şu uzun hikâyeyi kaleme almıştım” diyerek “Poznaniye (İdrak)” hikâyesinin el yazması örneğini getirdi. Ben o sıralarda Yazarlar Birliği bünyesindeki Edebî Çeviri ve Edebî İlişkiler Kurulu başkanıydım. Yazarlar Birliği’ne bağlı olacak “Şabıt (İlham)” adında bir matbaa açacağız diye heyecanla koşturuyorduk. Ancak bu girişimimize ilk anlarda yetecek olan bir milyon somu bulup veren Birlik Başkanı Kaldarbek Naymanbayev, o kaynağı beklenmedik anda “telif hakları avansıdır” diye on dört “klasiğe” paylaştırınca elimiz boş kalmıştı. Kurulun kendisine ait az bir şey kaynağı vardı. Bu nedenle Aneken’e telif hakkı veremeyeceğimizi açıkça söyleyip:
“Kaç adet bastırayım?” dedim.
“Babacığım sen ne kadar bastırabilirsen, benim için önemli olanı basılmasıdır. Jazuvşı Yayınevi’nde bekleye bekleye sararmaya yüz tuttu” dedi.
Hikâyesini eve getirip okudum. Ertesi gün telefon edip:
“Aneke, küçücük Karlıgaş Köyü’nde nasıl büyüyüp yetiştiğinizi şimdi öğrendim, vay dünya vay.” dedim. Hem özgün eseri için duyduğum memnuniyeti hem de Aneken’in çocukluk yaşamının çok da sıkıntılı geçtiğinden dolayı duyduğum üzüntüyü gizleyemedim.
“Kadere boyun eğmekten başka çare yoktur” sözlerini söyleyen atalarımız bilgeymiş” diye her zamanki gibi hızlı konuşmaya başladı. Yakında Sosyalist Partiler toplantısına katılmak ve tatil yapmak üzere Yunanistan’a gideceğini, döndükten sonra kendisinin başkanlık ettiği Sosyalist Parti’nin “Kazak Memleketi (Kazak Devleti) ve “Respublika (Cumhuriyet)” gazeteleri için çalışmaya başlayacağını belirtip yayın ve basın işlerinin gün geçtikçe daha da zorlaştığından dolayı duyduğu endişeyi dile getirdi.
“Anekeciğim zorluklardan hangi birini söyleyelim, yeter ki başımız sağ olsun.” dedim.
“Başka şeyleri düşünmemiz başımızın sağ olmasından ya. Bazen bir şeyler düşünme zahmetine kapılmayanlara imrenirim” diye güldü.
Sanıyorum Aneken’i yormayan konu yoktu…
O, denemelerini de, “İdrak” adlı uzun hikâyesini de tamamlayamayıp aramızdan erken ayrıldı…
Yunanistan ziyaretinden ülkeye İstanbul üzerinden dönmüştü. Kötü hava şartlarından Almatı’ya uçmayı bir haftadan fazla beklemiş. Yunanistan’da rahatsızlanarak zor günler geçirmiş. Evine durumu kötü olarak döndü ve hastaneye kaldırıldı. Ondan uzun yıllar önce de Moskova’da “Volga” marka arabayla Domodedova Havaalanı’na gelirken yük aracı çarpmıştı. Kazadan sağ kurtulmuş, ancak kalça kemiği ve dört kaburgası kırılmıştı. Bu sefer eski rahatsızlıkları da etkisini göstererek durumu gitgide kötüleşti. Hâl hatır sormaya gittiğim günlerden birinde gazetelerin arasında yatan, daktilo ile yazılmış bir mektuba ilişti gözlerim. İzniyle alıp okuduktan sonra nedense: “Aneke, şu mektubu bana verir misiniz?” diyivermişim. Aneken bana bir dakika kadar ciddi bir yüzle baktıktan sonra: “Al, al” diyerek başını salladı.
İşte o mektuptan alıntı:
“Değerli Anvar.
Senin ödenmemiş ne tür borcun olduğunu geçenlerde sözlü olarak söylemiştim, şimdi de insanların dikkatine getirmek için kâğıda geçirmeyi uygun buldum. Geri kalanını artık hissedersin.
“Ölürsem, benim için başını balta altına tutan Anvar’ın cesaretinden, toprağım razı olacaktır”.
Bu sözler Muhtar ağabeyimizin bundan 40 yıl önce Moskova Oteli’nde söylediği sözlerdir.
Bu, Muhan’ın 1953 yılının ilkbaharında Kazakistan’ın geniş bozkırlarında küçücük canını koruyacak yer bulamayıp Moskova’ya kaçtığı zamanlar idi. O sıralarda beniş gezisi dolaysıyla Moskova’nın yanı başındaki Galitsino Tatil Evi’nde bulunuyordum. Bir gün Kaljan Nurmahanov telefon edip Muhan’ın Moskova’ya geldiği haberini iletmişti. (Kaljan, o dönemlerde SSCB Yazarlar Birliği’nde Kazak Edebiyati Danışmanı idi). “Muhan’ın morali nasıl, ülkemizde her şey yolunda mı?” soruma kızgın bir şekilde şu cevabı verdi: “Ülkemizde her şey yolunda olursa Kazakistan olur mu hiç? Muhan, kendisi pek bir şey anlatmıyor. Almatı’dan telefon hatlarıyla ilettilen fısıltılara göre beyefendi Almatı’yı hızlıca terk etmek zorunda kalmışa benziyor”. Onun bu söylediklerinin nasıl etkilediğini söylemek bile çok zordur.
Ertesi gün sabahtan Moskova Oteli’ne yerleşen Muhan’ı ziyarete gittim.Yazarlar Birliği’ne gitme hazırlıkları yapıyormuş. Hâl hatır soruştuktan sonra: “Senin her şeyi öğrenmen lazım” dedi ve oturup birden bire içini dökmeye başladı. Tüm umudu dağlar altında kalmış gibiydi. Kızgın sesinden gördüğü eziyet ve, duyduğu endişe, anlaşılıyordu. Kurumuş dudaklarında daha önce bulunmayan bir titreme vardı. Daha önce duymadığım özellikle de kimi meslektaşlarının hayal kırıklığına uğratmasından doğan acı sözler, birbiri ardınca döküldü. O içini bu şekilde döktükten sonra keyiflendi. Sesi de neşelendi:
“Benim için başını balta altına tutan Anvar’ın cesaretinden, ölürsem toprağım razı olacaktır.”
“O, o kadar ne yaptı ki?”
“Eğer benim kaçmam için değişik yöntemler arayıp bulmasaydı ben şu anda gördüğün gibi Moskova’nın baş köşesinde değil, Almatı hapishanelerinden birinde oturuyor olabilirdim,”dedi ve saatine baktı: “Birazdan saat 12.00’da Fadeyev’in odasında benim onlara yazdığım mektup ele alınacak. Senin onların ne söylediklerini bilmen gerekir.
Bunları dedikten sonra giyinmeye başladı…
Muhan’ın söylediğine göre bu işte Kazak Devlet Üniversitesi’nin dört öğrencisi ile uçağa bilet almayı başaran Yahudi bir delikanlı yardımcı olmuş. Öğrencilerden biri Muhan’ı gizlemek için Tastak Semti tarafından ev hazırlamış, diğerleri Moskova’ya göndermede başarısızlığa uğrama durumunda Frunze Şehri’ne götürecek araba hazırlamış. Üzücü bir tarafı ise Muhan’ın o çocukların hepsine cesaretlerinden dolayı şükranları iletse de birinin bile adını bilmeden, gitmiş olmasıdır. Şayet onların isimleri böylece bilinmeden söylenmeden kalırsa günahı kime olacaktır? Sana olacaktır, çünkü bu konuyu senden başka bilen yoktur. Ben bu söylenenlerin tamamını bir arada merhum Leyla’ya, daha sonra da Tursun’a aktarıp “Anvar’ın yardımıyla o çocukların o dönemlerdeki resimlerini elde edip kıyabilirseniz müzenin bir köşesinde, kıyamazsanız arşiv sandıklarından birinde yer verin” demiştim. Onların seni bulmaları zor olduğundan söylediklerimden bir netice çıkmadı. Başka şeyleri unutursan unut ama Muhan’ın “ölürsem toprağım razı olacaktır” sözlerini hiçbir zaman unutma. O zaman kendi mertliğini de unutmazsın. Mertliğini unutmazsan borcunu ödemen de zor olmaz.
İkinci isteğim, o serin ilkbaharın (ilkbahar da olsa kış gibi sıkıştıran) kargaşa içinde geçen günleri ile gecelerini gözlerinin önüne getirmendir. Üç edebî türe birden konu olmak isteyen nice ilginç şeyler kendiliğinden ortaya çıkmıyor mu? Yarının Anvarlarının bundan daha ilginç şeyleri meydana getireceği muhakkaktır. Sen onlara da borçlu kalma. Düşün.
Aljappar ABİŞEV.

    24.08.1993
“Toprağım razı” sözlerini Muhan’ın ağzından ilk defa 1947 yılında, Sabit ve Gabit ile üçünün arasındaki küslük konusunun ele alındığı parti toplantısında duymuştum. Orada o, toplantının sonunda yerinden kalkıp: “Sabit’in başkan, benim yaşımın büyük olmasına bakmadan oldukça hakkaniyetli konuştunuz. Bundan dolayı arkamdaki kuşak, ölürsem toprağım sizden razı olacak” dediğinde: “Ben de aynısını söylemek istiyorum” demişti Gabit. Yerinden kalkıp: “Eklemek istediğim bir şey var. Allahım bizim şu köpekliğimizi size vermesin.” diye eklemişti ardından.
Kelimesi kelimesine örnek verdiğim şu sözler üzerinde düşünsene. O zaman üçü de 50 yaşlarını doldurmamış genç; genç de olsa ağabey idi. Sen ise 60’ını geçtin. Bunların hepsini bir düşünsene.
A.A.”.

(Not: Aljappar Bey’in mektubunda adı geçen Leyla, Muhan’ın kızı, Tursın Jurtbayev ise Muhan Müzesi Müdürüdür. G. K.).
Muhan’ı nasıl kurtardığını yazmasını iki defa istedim. Aneken, her iki defasında da: “Bu aralar zaman bulamıyorum. Emekli olunca boş kalacağım, o zaman yazarım” diye gülerek cevap vermişti.

Tüm yaşamını “Ülkem, Toprağım, Halkım.”diye geçiren Anekeciğim.
İleri gidiyorsam Allah beni affetsin. Ancak sizin gibi büyük şahsiyete ihtiyacımız var.
Biz senin Semey’deki Nükleer Poligonu’nu kapatmak için çok emek verdiğini bilmemişiz. Kimi insanlar: “Ben kapattım. Ben kapattırdım.” diye göğsüne vurarak böbürleniyor. Ancak onların hiçbiri senin gibi uluslar arası yüksek kürsülere çıkamadı, poligonun Kazak toprakları ile halkını ne tür tehlikelerle karşı karşıya bıraktığını senin gibi içten haykırışlarla iletemedi. Arşivindeki belgeler arasından: “Poligon Kapatılmalıdır” (Semey’de yapılan uluslar arası konferans sırasında, 17 Temmuz 1989 tarihinde yaptığın konuşma) ile “Atom Külüne Gömülü Kalmayalım” (13 Kasım 1990 tarihinde İngiltere Avamlar Kamarası’nda yaptığın konuşma) adlı konuşmalarını bulup gazete ve dergilere sundum. Ülkenin ve halkının kaleminin ustalığını daha iyi bilmesini istedim. Onları okuyan şuurlu insanlarımız şüphesiz: “Ne yazık ki Aneken’i tam tanıyamamışız, ne değerli, ne saygın insanmış” demişlerdir.
Şimdi de Aneken’in tarafımdan Kazakçaya çevrilmiş söz konusu yazılarını sunmak isterim.
İlk yazısı:
POLIGON KAPATILMALIDIR
Bugün şu salonda yapılmakta olan toplantı, bugüne kadar yapılan çalışmaların bir parçasıdır. Bugünkü konu da bizim onlarca yıldır sesimizi çıkarmamamız, ağzımızı açıp tek kelime etmememiz üzerinedir. Biz hem evde hem dışarıda kendimizi bir şeylerle meşgul ettik, hatta birbirimizi kandırdık diyebiliriz. Konuyu açtığımız zamanlarda da tabii ki gerçekleri söyler gibi yaptık ve yalanlarımıza kendimiz de inanır olduk. Şimdiki durumda yalan söylemenin ölümle eşit olduğunu belirtmek isterim. Başka bir deyişle bu biçimde biz kendimize ve kendi toprağımıza zarar verdik. Konu sadece Semey Poligonu değil, Kazak ülkesinde yaşanan çevre sorununun bizi çıkmaza sürüklemiş olmasıdır. Biz çıkmazın içinde bulunuyoruz. Kazakistan’ın, sadece nükleer silahları değil, halkı deneme meydanına dönüşmüştür. Kazakistan’da, Semey’de yaşanmakta olan olaylar, sadece Semeylilerin uğradığı felaket değil, Altay ve Sibirya dâhil yeryüzünün yarısını kapsayan felakettir. Biz, öylesine kızgınlığımızı sergilediğimiz durumun ne kadar tehlikeli olduğunu bugün anlamış bulunmaktayız. Akademi üyesi Sayım Balmuhanov’un ifade ettiği rakamların ne kadar korkunç olduğunu duyduk ve öğrendik. Dünya çapında değerlendirildiğinde zekâ bakımından geri olarak dünyaya gelen çocuk sayısı en çok bizim topraklardaymış. Sadece Semey bölgesinde değil, Mangıstav civarında da zekâ düzeyi gelişmemiş olarak doğanların sayısı az değildir. Ben bu toplantıya işte o Mangıstav’dan geliyorum. Orada da durum çok kötüdür. Janaözen’de, Yeskiözen’de bulundum, her yeri dolaştım. Doğduğu topraklarına el konarak evsiz barksız kalıp göç etmek zorunda kalan ecdadımızın bugünkü nesliyle buluştum. Onlar “ihtiyaç duyulmayan” insanlara dönüşüp işsiz kalmışlardır. Bu yüzden de, artık dayanma güçleri kalmadığı için kendilerini zavallı duruma düşüren güçlere karşı ayaklanmışlardır. Ancak onları anlayan kimse olmamış, aksine makineli tüfeklerini doğrultan askerleri karşılarına çıkarıp birkaç gün ekmeksiz ve susuz bırakmışlardır.
Biz, üstünlük kuran iktidar hakkında daha açık konuşmaya başladık. Bu konuda sadece bir insanı veya Moskova’yı suçlamak doğru olmaz. Biz de zamanın doğru yoldan saptırdığı, yolunu şaşırmış kadrolar mevcuttur. Onlar etrafında olup bitene kayıtsız kalıp sadece yukarıdan verilen talimatı ve emri yerine getirmeyi biliyorlar.
Askerilere ben de saygı duyarım. Yine de az önce konuşma yapan korgeneral beni çok şaşırttı doğrusu (sözü edilen general, Poligon Başkanı A. İlyenko’dur, G. K.). Onun söylediklerini hepiniz duydunuz. Generalim, siz halkın karşısına çıkmış bulunuyorsunuz. Mareşal’ın emri farklı, halkın talebi tamamen farklıdır. Halk, poligonu kapatmayı ve bu bölgeden kaldırmayı talep etmektedir.
Bugünkü toplantıda pek çok bildiri sunuldu, ancak esas soru hâlâ sorulmadı. Soru, “Poligonun bulunduğu toprak katmanları iyice denetlendi mi? Kırk yıldır devam eden denemelerin zararları nelerdir?” sorusudur.
Deneme başladığı dönemlerde her şey bulanıktı. Ne olduğunu anlamak mümkün değildi. Akademi üyesi Sayım Balmuhanov’un az önce söylediği gibi buralarda binlerce, milyonlarca felaket gizlenmiş durumdadır. Onlar yeryüzüne çıktığında durumumuz ne olacak? Çocuklarımızla torunlarımız, gelecek kuşaklar bu felaketten sağ salim kurtulabilecekler mi? Biz onlara ne bırakıyoruz? Zehirlenmiş hava, zehirlenmiş toprak, zehirlenmiş su bırakıyoruz. Temiz kaynaklarımızı pislettik, onların etrafını zararlı çamur ve çalılıklara dönüştürdük. Çevremiz felaketlerle doldu. Kazakistan işte bu şekilde tehlikeli durumdadır.
Üstünkörü bakan birine göre tüm iyilik, gelişme, dünyanın aklıyla fikri Kazakistan’da ve dahi bu ülkeyi meşhur eden uzaydadır. Aslında ise basit hamlık ve mantıksız zıtlık vardır burada. Biz, bir bakımdan yaşamımıza balta vurup tüm canlıyı, hayvan ve bitkileri yok etmekte iken diğer taraftan bilimi geliştirmemiz, silahlanma konusunda güçlenmemiz gerektiğini söyleriz. Bunlar benim şahsi fikrim olabilir, ancak ben otuz yıl yabancı ülkeleri gezerken pek çok şey gördüm, binlerce insanla görüştüm, konuştum, barışın sözde değil, gerçekte nasıl olması gerektiğini algıladım. Nükleer silah yuvasının düğmesine ilk olarak basmak için can atan deli hâlihazırda yoktur. Öylelerinin bulunacağına da inanmak istemiyorum, fakat kim bilebilir, belki de bulunur, tarihte beklenmedik şeyler hep yaşanır.
Nükleer silahı yasaklama konusundaki girişimler sadece bugünkü veya seçim öncesi yapılan bir kampanya değildir. Bunun için yeni bir reklama ihtiyaç yoktur. Bu yönde yürütülen mücadelelerin başında Albert Einstein gibi büyük bilgeler, Nikolay Tihonov ve Aleksandr Korneyçuk gibi Sovyetler Birliği’nin önde gelen devlet adamları bulunur. Kazaklardan da Kanış Satbayev ve Muhtar Avezov çıkmıştır. Onlar 1952-53 yıllarında sadece çalışmalarındaki ve fikirlerindeki “milliyetçilik” için değil, sınırlarımızdaki nükleer silah tehlikesini dile getirdikleri için de takibe alınmışlardır. Satbayev ile Avezov, Semey bölgesinde nükleer denemelerin yapılmasına karşı olduklarını Moskova’da bulunan üniversitelerdeki buluşmalarda, yazarlarla yapılan görüşmelerde, Almatı’da bilim adamları karşısında yaptıkları konuşmalarda belirtmişlerdir. Fakat biz onları unuttuk ve her şeye kendimiz başlamışız gibi davranıyoruz. Biz, başlamış konuşmayı sadece devam ettirenlerdeniz. Atom bombası ilk patladığı günlerde dünyaya gelen nesil bunu bilmeli ve mücadeleyi en yüksek zirvelere taşımalı. Bu toplantının amacı budur, başka amacı olamaz.
Askerî gruplarla uzmanların, Moskova’daki Devlet Planlama Komitesi’nin bu poligona sınırsız kaynak harcandığından onu başka bir yere taşımanın mümkün olmadığını söylemeleri poligonu kapatmaya engel olamaz.
Kazakistan geçen yıllar içinde milyarlarca ton buğday vermiştir. Borulardan akan petrol ve gazdan hiç söz etmiyorum. Ya üretilen uranyum ve altın, diğer doğal kaynaklar? Onların karşılığı olması gereken milyonlar nerede peki?
Bize zorluğunu çektirmekte olan sıkıntılar poligonsuz da yeter de artar. Yekibastuz bacalarından uçuşan, kısacası Altay’la Moğolistan’ın arasını etkisi altına alan zehirli kül ve duman bunu göstermektedir. Söz konusu bölgenin kutsal Kazak yeri, sihirli yer olduğunun söylenmesi boşuna değildir. Bunun gibi bir bölge az önce belirttiğim gibi Mangıstav’da da bulunur. Bu yüzden Kazak toprakları poligondan kurtarılmalıdır, milyonlarca hektar alan, ne kadar zarar gördüyse görsün sahibine geri verilmelidir.
Biz halkı radyasyonla zehirledik, hazinesine bir kuruş bile ödemeden soyguna uğrattık. Buna ne denmeli?
Az önce karşınızda bir hanımefendi konuştu. O, kalabalığa kendisini göstermek için gelmedi. Vatanı koruyan oğullarının yarını için endişe duyduğu için konuştu. Hepimizin anlayabileceği gerçeği söyledi.
Bizim toplantılara değil, somut eylemlere ihtiyacımız var. “Nevada” Hareketini oluştururken öncelikle başka ülkeye işaret etmiş olmayalım, bize kadar yapılan işi unutmayalım. Bu, madolyonun bir yüzüdür. İkinci yüzü olarak Nevada’nın önemini göstermek isterim. Ben geçen sene Aralık ayını Amerika’da geçirdim. ABD Senatörü Müllen Berlih bundan bir ay önce Almatı’ya geldi. Yanında Cumhurbaşkanı’nın Sovyet, Amerika İlişkileri Danışmanı vardı. Senatörün isteği üzerine ikimiz bir araya gelip üç saat süren bir görüşme gerçekleştirdik.
ABD’nin SSCB Büyükelçisi Metlac da Almatı’da bulundu. Sayın Kolbin, bizim Hareket kurduğumuzu üç defa tekrar etmesine rağmen Büyükelçi hiç tepki vermedi. Daha sonra Kazahstankaya Pravda (Kazakistan Hakikati) Gazetesi Müdürlüğü’nde yapılan görüşmede Hareketi bir daha söylediğimizde sadece “duydum” demekle yetindi.
Senatör ise bana: “Bir ülke bir eyaletin adını tamamen sahiplenirse sence bunun için hak ödemesi gerekmez mi?” şeklinde şaka yaptı. O, konuya bakan gözüyle baktı. “Peki, ödemezse başka birinden talep edilebilir mi? Bu, başkasının hakkında el koymak değil midir? Ben, sizin poligonunuzla bizim poligonu karşılaştırmıyorum, öyle yapmak istemem” diye ekledi. Bu sözleri bizim kurmakta olduğumuz Hareket’in “Nevada” adını almasıyla ilgili sorduğum soruya verdiği cevap idi. Ondan sonra o şöyle dedi: “Ben Nevada Poligonu hakkında bilgi vereyim. Nevada toprakları Senato’da 15 yıl, evet, peş peşe 15 yıl boyunca her türlü ayrıntısına kadar araştırıldı. Toprak katmanlarının durumu, dayanıklılığının hangi şartlarda nasıl olacağı incelendi. Çalışmaya tüm bilim adamları ve uzmanlar katıldı. Atom elektrik santrallerinin kalıntılarıyla ne yapmak gerektiği konusu da 15 yıl konuşuldu. Böylece, Nevada Eyaleti’nde hem denemelerin yapılabileceğinden hem atıkların gömülebileceğinden emin olduk. Bizim poligonun önümüzdeki 500 yıl içerisinde çevresine zarar vermeyeceği tespit edildi. Semey Poligonu için ise 5 yıl bile garanti verilemez. Nedeni, bu poligon yapıldığında Çernobıl Olayı gibi bir olay yaşanmamıştı. Poligon belirsiz şartlarda yapılmıştır. Tabii ki böyle şeyleri önceden tahmin etmek mümkün değildir ve bundan dolayı bilim adamlarını suçlamak doğru olmaz. Bu yüzden de poligonda her şeyin düşünüldüğünü ileri sürmek, yerel halkı aşağılamak, halkla alay etmektir”.
Ben, bu yüksek kürsüye Kazak Edebiyatını ve Barışı Koruma Kazak Komitesi temsilcisi sıfatıyla çıktım. Sizden bir isteğim olacak. Bugünlerde bizde demokrasi gereği birbiri ardınca sivil toplum örgütleri kurulmaktadır. Laf, eylemi geçerek toplanmalara olan istek artmaktadır. Bunun suçlusu ideoloji görevlileri, İlçe, Bölge ve Merkez Parti Komitelerinde çalışanlarımızdır. İdeoloji yönetilebilir, yönlendirilebilir. Sivil toplum örgütlerinin özü ideolojiye dayanır.
Tabii ki nükleer patlamalara karşı mücadelenin devamını istiyorsak mücadeleyi pekiştirecek örgüt kurmak, örgüt için bir hesap açmak doğru bir adım olacaktır. Ancak o hesapta toplanacak para için harcama planını önceden yapmak yerinde olacaktır. Asıl amaca ulaşmak için toplanan kaynağın temiz ellerde olması elzemdir. Aksi halde sağlığını yitiren halkın, her şeyinden olan halkın cebini boşaltmak hiç de insani bir davranış olmaz. Devlet kendi başına, çeşitli kurum ve kuruluşlar ise Hareket’e elini açmaya başladı. Kadro oluşturmak, reklam yapmak için ihtiyaç varmış güya. Bunları yapmadan önce düşünmek gerekmez mi? Sen öncelikle bir vatansever değil misin? Öyleyse madem bizim için, insanlık değerleri için mücadele yolculuğuna çıkmışsın, art niyetliliğin yolunu kes.
Bunların hepsinin özeti nedir diye sormak istiyorsunuzdur. Özeti, ne olursa olsun, ne kadar pahalıya mal olacaksa olsun poligon kapatılmalı, kaldırılmalıdır. Poligon kurbanları önünde başımızı eğecek zaman gelmiştir. Onların sayısı şimdi bile binlercedir. Gelecekte ne kadar olacağını kim bilebilir ki? Poligon, şimdiden insanlığın ecel mevkisine dönüştü. Yayımlanacak çağrıda ve alınacak kararda bunlar vurgulansın.
Bu toplantıya Moskova Komisyonu üyesi olan bazı insanlar gelmedi, gelmeme nedenleri bellidir. Onlar, pek çok duruma itiraz edemeyecekleri için çekindiler.
Bizim şöyle böyle değil, kesin ve somut karar almamız gerekir. Genellemeye, boş lafa engel olacak, bir karar olsun. Moratoryum ilan edilsin demeyelim, ona güvenilmez. Bir dönemler Gorbaçov, moratoryuma dayanmış, ondan sonuç çıkacağına inanmıştır. Oysa bir netice çıkmamıştır. Bu, geçmişte olan bir şeydir. Artık biz, yaşamını yitirenlerin ruhlarına tazim ederek patlamayı durduracak belgeleri kabul etmek ve onlardan olumlu sonuçlar çıkarmak zorundayız. Teşekkürler.

    Semey, 1989.
***
Aneken: “Asıl amaca toplanan kaynağın temiz ellerde olması elzemdir.” cümlesinden “Nevada-Semey” Sivil Hareketi temelinde (başkanı Oljas Süleymenov) kurulan “Nevada-Semey” Anonim Şirketi Örgütü’nün poligondan zarar görenlere yardım amaçlı olduğunu öne sürerek çeşitli hile ve yöntemlerle on beş milyar dolar toplayıp Örgüt’ün sözde uyum ve dayanışma içinde hareket eden başkan ve destekçileri Maşkeviç, Şodiyev, İbragimov (günümüzün milyarderleri), Berenbay (İsrail’e kaçmıştır) gibilerin Semeylilere bir kuruş bile nasip ettirmeyip aralarında paylaşacaklarını daha o zaman tahmin ettiğini anlamak mümkündür. Maliye Bakanlığımızın Denetleme ve Kontrol Başkanlığı, 1993 yılında “Nevada-Semey” Anonim Şirketi Örgütü’nü denetleme sonucunda meydana gelen yolsuzluğu ortaya çıkararak onlarca sayfalık tutanak hazırladığı, ancak dosyanın daha sonra kapatıldığı bilinir.
İkinci Yazısı:
ATOM KÜLÜNE GÖMÜLÜ KALMAYALIM
Ta eski dönemlerde “Zaman”, çok söylenen laflardan biri olmuş ve çözülmesi zor konular hakkında insanlar “Zaman gösterir” diye yaşama devam etmiştir. Sıkıntı ve dertlerle karşı karşıya kalan insanları da: “Zaman bütün yaraları iyileştirir” diye teselli etmişler. Böylece millet hayatta ortaya çıkan zor sorunlara cevap arama zahmetine kapılmamış, kendi kendilerini oyalayıp Süleyman’ın kemerinde yazıldığı söylenen “Bu da geçer” sözlerini benimsemiştir. Bu sözlerin Hun İmparatoru Atilla’nın da, Batu Han’ın da kemerlerinde yazıldığı ileri sürülür. Anlaşılan Atilla ile Batu Han da, Süleyman gibi yaşamın gözü açıp kapayıncaya kadar geçen bir an kadar olduğunu, gençliği yitirmenin kıyamet olduğunu dikkate almışlardır. O zamanlar savaşçı ile padişahın da, çiftçi ile Spartaküs gibi kulun da hedeflediği amaca ulaşmak için cesarete ve güce, akıl ve fikre ihtiyacı vardı (şimdi de öyle ya). Ancak onların mühimmattan ve atom bombasından haberleri yoktu, düşmanlarıyla teke tek dövüşüp adil savaş ortamında zafere ulaşırlardı. O zamanlar, insan kendi kaderini kendi belirleyebilmişe, kendi işlerini kendine göre düzenlemişe ve gelecek nesillerinin yaşamına yön vermişe benzemektedir. Ancak: “Zaman gösterir” ve “Zaman bütün yaraları iyileştirir” sözlerinin derinliğine bakacak olursak onların (aklına geleni yapan Saddam Hüseyin ve Hitler gibi zalimlerden başkalarının) kadere, yazgıya boyun eğdiğini fark etmek mümkündür.
Teknoloji ile donanmakla kalmayıp, halkın şuurunun da uyandığı, durmadan gelişmekte olan yirminci yüzyıl kadere, yazgıya ihtiyacı istememekte, dünkü felsefelere de kulak asmamaktadır.
Bugünkülerin zamanın kıymetini anlamasını sağlayan güç, sosyal değişiklikler ve devrimlerle, yeni devletlerin ortaya çıkışıdır. Biz, zamanın ne olduğu üzerinde düşündük, anladık, öğrendik. O, bizi yeryüzünde ordan oraya anında yetiştiren jet uçağıyla, beklenmedik anda, beklenmedik yerde meydana geliveren; yüzlerce, binlerce, hatta milyonlarca insanın yaşamını değiştiren devrim dalgalarıyla değil, yeryüzünde toplanan sayısız silahın bizi atom tutsağına dönüştürmesiyle de üzerinde düşünmeye sevk eder. Biz, tehlikeli nükleer ve çevre olaylarının içimizi donduran soğuk nefesiyle karşı karşıya kaldık. Büyük tehlike çok yakındır. Bundan sonra birkaç kişi veya bir halkın kaderi üzerinde değil, atalarımızdan miras kalan toprağımızın ve kültürel mirasımızın kaderi üzerinde konuşmalıyız. Konuşma konusu, beşiğimiz olan toprağımız, gelecek yaşamımızdır. Barışı korumaya katkı sağlama gibi önemli görevi üstelenerek gelen sizler, bu salonda oturan beyler, siz bu konuyu benim kadar biliyorsunuz. Aranızda dünkü kanlı savaş meydanında bulunanlarınız da az değildir muhtemelen. Bizlerin can ve ten acımıza; topraklarımızın bedenine iki siyah damga olarak vurulan Hiroşima ve Nagazaki de eklendi.
ABD’nin hemen ardından 1949 yılında patlayan atom bombasını biz, Sovyetler Birliği yaptık. O bombanın patlaması benim topraklarımda meydana geldi.
Yeni silaha sahip olur olmaz “Dünya çapında devrim yapma” niyetimize “Mekân ile zamanı kendimize tabi etme” isteğimizi ekledik.
Olumsuz düşüncelerden olumuz işler ortaya çıkar. ABD, bombasını dünyayı avucunda tutmak için yaptı. SSCB, bombasını ondan geri kalmamak, ona karşı durabilmek için yaptı. Güçlü iki devletin etkisi ile dünya tam olarak ikiye ayrıldı. Daha çok silahlanma talep eden nükleer rekabet, başladı. Bahis konusu iki devletten başka ülkeler de nükleer silaha el uzatıp sahiplenmeye başladı. Gizli depolar, denizaltılar, bombardıman uçaklarının içleri nükleer silahlarla doludur. Toprağımız patlamaya hazır fıçıya dönüştü. Soğuk savaşı destekleyenler insanların sinirlerini yıpratıyor. Bunların hepsine dayanmak, karşı durmak mümkün değildir. Şiddetli bombaları yapmaya iştirak eden Joliot – Curie ile Andrey Saharov gibi bilim adamları, bunların toplu imha silahına dönüşmesine karşı olduklarını tüm dünyaya belirtmiş, diğer insanlarla birlikte denemelerin tamamını durdurmayı talep etmeşlerdir.
Biz 60’lı, 70’li, özellikle de 80’li yıllarda ABD’de, Avrupa ülkelerinde, Japonya ve Hindistan’da nükleer silaha karşı eylemlerin çok yaygın olduğunu biliriz. Sivil toplumun söz konusu güçlü eylemlerine seksenli yılların sonlarına doğru Kazakistan halkı da dâhil oldu.
Grimen-Komon üssünü kuşatan İngiliz kadınların güçlü eylemi akıllarımızdadır. Barış için mücadele eden sıradan insanların nükleer silah taşıyan büyük askerî gemilerin yolunu kesmek için basit kayıklara binerek gemilere karşı çıktıkları akıllarımızdadır.
Nükleer denemeler halkın karşı çıkmaları neticesinde bir süre durdurulduktan sonra tekrar yapılmaya başladı. ABD’de, Hiroşima ile Nagazaki’de patlatılanlar hariç bin seksenden fazla patlama yaşandı. Sovyetler Birliği’nde 715, Fransa’da 180, İngiltere’de kırktan fazla, Çin’de otuzdan fazla patlama yapıldı.
Sovyetler Birliği’nde yapılan yediyüz on beş patlamanın 467’si Kazakistan’ın Degelen denen yerinde gerçekleştirilmiştir. Bunların 124’ü yerin üstünde, 343’i yerin altında olmuştur.
Benim, bir Kazak olarak, Kazak milletinin evladı olarak size şunları söylemem gerekir. Bu patlamaların hepsi bizim ülkemizin kutsal bölgesinde, günümüzde güzel sanatlarımız ile edebiyatımıza konu olan Kozı ile Bayan’ın aşkı anlatılan eski destanın meydana geldiği yerde yapıldı. O bölge, bizim halkımız ve kültürümüz için en kutsal ve değerli yerdir. Rus yazar Lev Tolstoy’un Yasnaya Polyanası ve İskoç şair Robert Burns’in, İngiliz şairi Byron’un göbeğinin kesildiği topraklar gibidir. Byron’un şiirleri geçen yüzyılın sonunda tüm Asya genelinde ilk defa o bölgede, 467 patlamanın yapıldığı yerde Kazakça okunmuştur. Byronile Puşkin’in şiirlerini Kazakçaya Kazak ulusu uygarlığının büyük şahsiyeti, yüce şairi Abay çevirmiştir. Abay, daha sonra 467 kez sallanan o bölgede doğup büyümüş, o bölgede yaşama veda etmiştir. Ünlü yazarımız, romanları, uzun hikâyeleri ve öyküleri ile İngiliz okuyucular tarafından iyi tanınan Muhtar Avezov da o bölgeden çıkmıştır. Dünyaca tanınan jeoloji uzmanı Kanış Satbayev, Semey Şehri’nde okumuş, eğitim almıştır. Yüce Rus yazarı Fyodor Dostoyevksiy ile Kazakların bilgesi, seyyah ÇokanValihanov’un mükemmel dostluğu orada başlamıştır.
Yaşamda, hiç olumsuzluk olmaz mı? Tolstoy hayranı ünlü şairimiz Şakarim, Cengiz Dağcı’nın Degelen, Abıralı tarafında İçişleri Halk Komiserliği haydutu elinden hayatını kaybetti. Kurşuna dizildi. Şakarim’in tek suçu mektuplaştığı Hocası Lev Tolstoy gibi zulmün yer almadığı yaşamı hayal etmesi, fiziksel gücün çektirdiği cefaya karşı çıkması, halkı adalete, barışa, birlik ve beraberliğe davet etmesiydi. O, Ekim Devrimi’nin tatlı sloganlarına inandı, destekledi, ancak Kazak köyleri acımasızca kolektifleştirilmeye başlandığında tüyleri ürpererek adaletten umudunu kesti ve dağa giderek tek başına yaşamaya çalıştı. Ne yazık ki her yeri didik didik arayan İçişleri Halk Komiserliği onu buldu.
Değerli dostlar, milletimin tarihinde yaşanan bu olayları sizin dikkatinize getirmemin nedeni, bizim bugün Facia denen şeyi kınamak için bir araya gelmiş olmamızdandır. Evet, Faciyayı. Facia ise çok çeşitlidir. Atom bombası ister bizim Degelen’de veya Abıralı’da ister okyanus adalarında ister Çin çöllerinde veya Moruroa’da patlasın benim eziyeti çok çeken milletimin kalbini sızlatır. Çünkü patlamanın civardaki tüm canlı için tehlikeli olduğunu iyi bilir. Çünkü bunları bizzat yaşamıştır. 467 patlamanın her biri bizim topraklarımız ile suyumuzu zehirledi, insanları felakete uğrattı, hatta anne karnındaki bebekleri sakat bıraktı. 467 patlamanın her biri benim milletimin kültür beşiğinde, Aziz bölgesinde onun oluru alınmadan gerçekleştirilmiş, böylece şerefi ayaklar altına alınmıştır.
Bu kadar öfkeyle haykırarak çektiğimiz eziyeti açıkça anlatırken aklıma şu sorular gelmektedir:
Bu türden felaket ve dehşet Rusya’da, Lev Tolstoy’un memleketinde, onun Yasnaya Polyanası’nda yaşanabilir mi? Peki Shakespeare veya Dickens’in, Burns veya Byron’un doğup büyüdükleri yerlerde? Bu soruya kendim cevap vereyim: Hayır. Mümkün değil. Kazak uygarlığının beşiği olan yerde patlama gerçekleştirmek yirminci yüzyılda üç kez büyük sıkıntı yaşayan, 1904 – 1905 yılları, 20’li yıllarda sıkıntılara ve 30’lu yıllarda kasten yapılan açlığa maruz kalan halkı bir kez daha sarsmaktır…
Beyler, beni doğru anlayın. Ben nükleer silahın falanca yerde denenebilir, filanca yerde denenemez demiyorum. O silahların nerede olursa olsun denenmesi insani davranışlardan olmayıp insanlığa karşı yapılan bir eylemdir. Söz gelimi şunu da belirtmek isterim ki az önce adlarını andığım yazar Avezov ile bilim adamı Satbayev, 50’li yıllarda radyasyon ile zehirlenmiş o bölgelerde birkaç kez bulundu. Hemşehrilerine hâl ve hatır sorup sohbetleriyle teselli etmeye çalıştılar. Tabii ki bunlarla sınırlı kalmayıp totaliter sisteme itiraz ettiler. Onlar bu yüzden yanlış bir şekilde “milliyetçi”olarak suçlanıp takibe alındılar, sonunda kanser hastalığından hayata gözlerini kapadılar.
12 Ağustos 1953 tarihinde Abıralı,Degelen’de hidrojen bombasının yeryüzünde denemesi yapıldı. Andrey Saharov, kendisinin“Anılarında” bu denemenin nasıl yapıldığını, ne kadar büyük güç olduğunu yazdı. Ancak sonrasında neler olacağını söylemedi, çünkü patlamanın sonucunun neler doğuracağını tam tahmin edememişti.
Beyler, ben bir tek denemeden söz ediyorum. Söylediğim gibi benim topraklarımda bunun gibi 467 patlama gerçekleştirildi. Beyler, Sovyet yönetimi o hidrojen bombayı Kaynar Köyü’nün yanı başında denemeden önce askerî yöneticiler oranın sakinlerini başka bir yere taşıma kararı almış ve sadece gencecik 42 delikanlıyı bırakmış. Üzerlerinde deneme yapılacak hayvanlar gibi. Onlardan 37’si artık hayatta değildir. Geriye kalan beşi ise çok ağır hastadır. Ayrıca Kaynar Köyü’nün 17 sakini kan hastalıklarından vefat etmiştir; radyasyona maruz kalan 14 kişi intihar etmiştir, 170 kişi de kanser hastalıklarından yaşamlarını yitirmiştir. O küçücük Kaynar Köyü’nde 28 çocuğun zekâ düzeyi gelişmemiş veya fiziksel olarak sakat doğmuştur. Bir tek patlamanın zararını çeken köyün dertli ve acıklı durumu işte böyledir. Bizde yüz binlerce insan radyasyona maruz kalmıştır; böylece milletin soyuna zarar verilmiştir. Önümüzde bizi daha ne gibi felaketin beklediğini bilmeyiz. Kazakistan’ı tuzağına düşüren nükleer denemelerin, Aral Denizi sorununun, çevrenin gördüğü zararın sonucunun ne olacağını kim bilebilir…
Kaynar Köyü’nü pençeleyen faciadan yaşamlarını yitirenlerle ayakta ölü gibi yaşayan insanların listesini CND[8 - Nükleer Silahsızlanma Kampanyası] başkanlarına ileteceğim. Burada biz net bilgilere dayanarak konuşmalıyız. Barış ortamında nükleer deneme kurbanları olan insanlar hakkında kitap çıkarmamız gerekir…
Hâli hazırda atom bombaları gizli bir şekilde denenmekte. İngiliz bombasının ABD’de deneneceğini, Fransa’nın gerçekleştirmeyi öngördüğü patlamaları ancak burada duyduk, öğrendik. Ancak bu bilgilerin bir yararı bulunmamakta, çünkü karşı duracak güce sahip değiliz.
Hiroşima ile Nagazaki’ye yapılan zulüm 1945 yılının Ağustos ayı ile sınırlanırken Kazak topraklarına, Kazak milletine 1949 yılının Ağustos ayında yapılmaya başlayan zulüm bugüne kadar devam etmektedir.
1988 yılının Ağustos ayında Kazakistan’da orta ve yakın mesafe roketlerini imha etme süreci başlatıldı. Sürece pek çok ülkeden temsilci davet ettik. Roketler imha edilmeye başlandığında göklerde aradığımız yerlerde bulunmuş gibi sevindik. Fakat sevincimiz uzun sürmedi. İmha edilen roketlerin yerine ABD roketleriyle kıyasla çok daha geliştirilmiş, yeni roketlerin getirildiğini duyduk.
Özetle, biz uçurumda duruyoruz. Soğuk savaş gerilerde kaldı. Batı ile Doğuyu birbirinden ayıran Berlin Duvarı yıkıldı. Ancak barışın nükleer silahla korunamayacağından (buna Çernobil olayı örnektir) bin defa emin de olsak, nükleer silahların denenmesi hiçbir zaman destek bulmasa da patlamaların hâlâ gerçekleştiriliyor olması akla yatmamaktadır.
Tabii, gerçek durumlara uygun olarak söyleyecek olursak, SSCB birkaç defa örnek davranış sergileyerek diğer devletleri toplu bir şekilde silahsızlanmaya, nükleer denemeleri durdurmaya davet etti. Söyledikleri ile de sınırlı kalmadı. 1985 yılında tek taraflı durdurma ilan ederek poligonlarını bir buçuk yıllığına kapattı. Geçen ilkbahardan bu seneki 24 Ekim’e kadar ne Degelen Poligonu’nda, ne de Novaya Zemlya Poligonu’nda atom bombası patlamaları duyuldu. Kazakistan Parlamentosu, SSCB Hükümeti’nden Degelen Poligonu’nu kapatma talebinde bulundu. Bu, egemen cumhuriyetin talebi idi, uluslar arası hukuka göre ise bu tür ülkenin topraklarına o ülkenin izni olmadan herhangi bir deneme yapılamaz. SSCB Yüksek Kuruluda tüm devletlerin Parlamentoları ile Hükümetlerine nükleer denemelere tamamen son verme önerisinde bulundu. Bulutlar dağılıp güneş gülmeye başlamış gibi oldu. Fakat öyle değilmiş. SSCB, kendi sergilediği örnek davranıştan vazgeçip 24 Ekim 1990 tarihinde, Birleşmiş Milletler Örgütü’nün inisiyatifi ile her yıl düzenlenen Silahsızlanma Haftalığı başladığı gün Novaya Zemlya’da nükleer patlama gerçekleştirdi. Greenpeace gönüllüleri gençlerin patlamayı durdurma girişimleri sonuç vermedi, onlar bizim deniz askerlerimiz tarafından göz altına alındılar. Ben sizlerle, Avamlar Kamarası üyeleriyle görüştüğüm gibi o gençlerle de görüşüp Novaya Zemlya’daki patlama hakkında fikir alışverişinde bulundum.
Patlama neden gerçekleştirildi? Amaç dünya toplumuna gözdağı vermek midir, yoksa silahsızlanma fikrini inkâr etmek mi? Novaya Zemlya’da patlama yaşandığı gün Pravda (Hakikat) Gazetesi’nde “Ülkemiz Nükleer Poligonları Sessiz Kalmaya Devam Etmeli Mi?” başlıklı yazı yayımlandı. Bu, Gorbaçov’un “yeni biçimde düşünme” prensiplerine zıt bir şekilde deniz askerlerini aklamak ve eski “düşman suretini” canlandırmak demekti. Makale yazarı, denemelerin yeni “biçimi”nin, etki miktarının, artırılarak ABD’de yeni nükleer silahlarının yapıldığını belirttip bu nedenle “güvenliğin sağlanması” açısından SSCB’de nükleer denemelere devam etmenin doğru olacağını ifade etmiş. Bu nedir? Yeniden inatla karşı çıkmak, üste çıkmaya çalışmak değil mi. “Güvende ve endişesiz” olmak için… son derece tehlikeli silahı üst üste yenileyerek üretmek gerekirmiş.
Böylece, biz bu pozisyonu benimsemeye devam edecek olursak büyük facia girdabına yakalanacağız ve büyüklüğünün ne kadar olduğu belli olmayan bu girdap bizi batıracak, yutarak yok edecektir.
Şuurlar tamamen uyanarak: “Durun.” diye haykırmaya başlamakta. Ecel püskürten ejderha silahları üretme yarışmasını derhâl durdurmaya davet etmekte. Poligonları kapatma, her türlü toplu imha silahını tamamen yok etmek istemekte. Bugün, Anma Günüdür. Coventry’de yapılan savaş sırasında yıkılan ibadethane önünde sabah erkenden toplanan kalabalığa hitap eden Canterbury Baş Piskoposu bu istek ve taleplerden söz etti. Barış taraftarları pek çok insanla Londra’nın Westminster Abbey Kilisesi’nde, Trafalgar Meydanı’ndaki Nelson Sütunu önünde gerçekleşen görüşmelerimizde de bunlar konuşuldu.
Yüzyılımızın sonuna kadar sadece Akıl ve Şuur yolunda gitmek için bir araya gelme çabasını gösterelim. Totaliter ideolojiyi bir kenara atıp Berlin Duvarını yıkan ve Batı ile Doğu’yu birleştiren zaman, dikkatlerimizi insani genel değerlere doğru çeviren, toprağımız için, gelecek kuşaklar için nükleer silahın yer almadığı barış ortamını sağlama imkânı sunan zaman bizden bunu talep etmektedir. Kazak Parlamentosu üyesi olarak sadece kendi adıma değil, atom bombası patlamalarından sonsuz zarar gören Kazak halkı adına barışçıl yaşam için gücümüzü bir araya getirmeye davet ediyorum. Çernobil radyasonu yakıp kavuran Beyaz Ruslar ile Ukraynalıların, Novaya Zemlya’yı mesken tutan Kuzey halkının da isteklerinin bunlardan ibaret olduğunu söyleyebilirim.
Akıllı olmak, ayak diremek değil, zamanın kıymetini, değerini bilmektir. zamanı geçirecek olursak büyük imparatorluk itibarımızı da yitirip atom külüne gömüleceğiz.
Birleşmiş Milletler Örgütü önümüzdeki 1991 yılının Ocak ayında nükleer silah konusunu ele alacak. Toplantıdan önce bizler nükleer silaha sahip ülkelerin yöneticilerinin Akıl ve Şuur sesini dinlemelerini sağlamalıyız.

    Londra, 1990.
Bu sözler, onuru ve şerefi, hakikati bayrak olarak taşıyan güçlü şahsiyet, kalem ustası, cesur mücadeleci Anvar Alimjanov’un iç sesinin haykırışıdır…
Aneken, bundan 20 yıl önce, 9 Kasım 1993 tarihinde baki dünyaya göç etti.
Çok değerli ANEKE…

HAKİM AĞABEY


Gazete yazarı, siyasetçi M. İ. Yesenaliyev’den söz edildiği anlarda iki kişiden biri “Kimsesiz çocuklar yurdunda büyümüştür. Öyle adı ve soyadı Rusça kaydedilenler az mı ki” der ve tanıdığı “Rusça-lanmış” insanları örnek göstermeye başlar. “Mihail İvanoviç İsinaliyev” dendiğinde onu iyi tanımayanlar öyle demesin de ne desin? Görüşen, konuşan insanlar ise onun Yesenaliyev Hakim Tilegenulı olduğunu bilir.
İlk başlarda hem kendisi hem arkadaşları “Kakim” dermiş. Yazar Azilhan Nurşayıkov anılarında, (“Hakim Mihail İvanoviç. Make”adlı kitapta) Muhtar Avezov’un bir iş ziyaretinde bulunduğu sırada, evinde misafir olduğunu, Muhan’ın onuruna verilen yemeğe bölge yönetiminden aralarında Mihail Yesenaliyev’in de bulunduğu üç genç adamı davet ettiğini anlatır. Muhan’ın bir ara Yesenaliyev’e gülümseyerek: “Şu genç adamın adını kiminiz “Mihail İvanoviç”, kiminiz “Kakim” diye iki şekilde söylüyorsunuz. Peki benim bu iki isimden hangisini söylemem gerekir?” dediğini, konuyu anladıktan sonra ise: “Kazakça söylemek istiyorsanız “Kakim”değil, “Hakim” demeniz daha uygun olacaktır. Lokman Hakim’i bilirsiniz. Aristo, Eflatun, Sokrates gibi bilgeleri de. Abay yirmi yedinci nasihat sözlerinde bilge Sokrates’in sözlerine yer vermiştir… “Kakim” diyecek olursanız adın bir anlamı olmaz, basit, sıradan, önemsiz kelimelerden birine benzer. “Hakim”, kurşun gibi ağırlığı olan bir sözdür. Ayrıca bilge anlamı ve özelliği taşır, herkesçe bilinir ve belli bir öneme sahiptir” gibi tavsiyelerde bulunduğunu anlatır. Ondan sonra Pavlodar Bölgesi’ne Mihail İvanoviç’e Avezov’un “Hakim” diye Kazakça ad koyduğunu yayar.
İşe o Hakim’in yaşamına bir göz gezdirelim. Oral bölgesinde dünyaya gelen Tilegen, yedi yaşında öksüz kalıp kader oraya buraya savurunca çaresizce kendisini Rusya’nın Saratov Bölgesi’ndeki Piter Köyü’nde bulur. Orada hizmetçi olarak kalır. Genç erkek yaşlarına geldiğinde kolhoz başkanının at arabacısı olur. Kazak değil mi, at hayvanına bakmada becerikli, istekli ve meyilli olduğu gözlerden kaçmaz. Bir gün köye komşu topraklardan genç bir kız geliverir. Beklenmedik anda kaderin bir araya getirmesi ile tanışırlar ve sonunda iki yarım, bir tamı oluşturur. Tilegenile Ümitay.
Hakim bir gün yaşamından bahsederken: “Allah benim siyah gözlü olmamı istemiş olmalı. Yoksa ta uzaklardaki Piter’de yaşayan tek Kazak olan müstakbel babamı kendisi gibi öksüz Kazak kızı olan müstakbel annemle buluşturur mu hiç?” diye şaka yapmıştı (Hakim’in “z” harfini “s” diye mi veya “z”harfini “s” diye mi, yada ikisini birleştirerek“sz” diye mi, kendince farklı bir şekilde, yumuşatarak söyleme gibi ilginç bir üslubu vardı).
Çiçeği burnunda aile çocuk sahibi olur (15 Eylül 1928 tarihinde). Erkek çocuğu. Babası adını “Hakim” koyar. Kutlama bittikten sonra Tilegen Bey bebeğine doğum belgesi almaya gider. Oradaki tanıdık Rus kadın: “Vanya abi, bu çocuğun adını “Mihail” koyalım. “Mihail İvanoviç” olsun. Yoldaş Mihail İvanoviç Kalinin’i biliyorsunuzdur, onu tüm dünya bilir. Sizin oğlunuz da Sovyetler Birliği’nin o yöneticisi gibi tanınmış biri olsun.” demiş (Ruslar, Kazak adlarını kendilerine göre değiştirerek söylemede çok ustadır. Örneğin, Balgabay’ı Borya, Tanabek’i Tolya diyiverirler. Ancak Tilegen’e Vanya (İvan) demiş olmaları ilginçtir. Köydekilerin yaşça büyük olanları “İvan”, akranları “Vanya” derken küçükler “Vanya ağabey” dermiş). Bedenini sevinç dalgası saran Tilegen Bey, oğlunun meşhur Kalinin Yoldaşın adını taşımasını uygun bulup “İyi, hadi öyle yaz.” demiş olmalı. Böylece Hakim,“Mihail İvanoviç İsinaliyev” oluvermiştir (bir kere Hakim’e: “Adınızı ve soyadınızı Kazakça olarak kaydettirsenize.”demiştim. “Düzeltilmesi gereken belge çok fazla, sonra, emekli olunca bakarım, şu anda zamanım yok” karşılığını vermişti).
Tilegen Bey ile Ümitay Hanım, Hakim Bey’le birlikte Piter’de, Pavlodar’da, Almatı’da yaşadılar ve ilerleyen yaşlarda vefat ettiler. Hakim’in Galina ve Roza isimli iki kız kardeşi Almatı’da oturur. Oğlu Timur, Rusya’da diplomat idi, babasının vefatından bir yıl sonra hastalıktan rahmetli oldu.
Maya İvanovna, kısa boylu, yuvarlak ve güler yüzlü bir insandır. Hakim Bey ikisi meşhur bakir topraklar projesi yıllarında Pavlodar’da tanışmışlar. Hakim Bey Bölge Komsomolu Başkanı, Maya Hanım (Maya İvanovna’ya ben bazen “Make”, bazen “yenge” derim) ise Leningrad’dan Komsomol Örgütü tarafından sevk edilen toprakları işletir. Kazakçayı iyi konuşamaz, ancak konuşulanları anlar. Uyruğu Rus olmasına rağmen ruhu Kazaktır. Buna delil olarak bir tek şunu anlatsam yeterli olur. Hakim ağabey baki dünyaya göç ettikten sonra her iki haftada bir Cuma günleri yedi pişi hazırlayıp eski dost ve eşlerini davet ederek Kur’an bağışlamaya devam etti. Ellerini açıp yüzüne götürdüğünde gözlerinden yaş döküldüğüne şahit olmuşumdur kaç defa. Değerli eşinin vefatının birinci yılı münasebetiyle yemek verip Kuran bağışladıktan üç ay sonra telefon ederek: “Gabeke, gelin al, eve gel, saat iki” dedi. Gittik. Çok yakın dört aileyi davet etmiş. Benden başka Komsomol döneminden beri görüştüğü dostları. Hakim Bey’i anıp yaşadıkları ilginç ve önemli olaylardan söz ettiler. Bir ara Maya İvanovna yerinden yavaşça kalkıp hepimize birer bakış attıktan sonra gözleri yaşararak: “Değerli dostlar.” diye titrek sesle konuşmaya başladı. Hayatından memnun olduğunu, bir tek üzüntüsünün Mişasını yitirmiş olması olduğunu söyleyip dostlarına sonsuz teşekkürlerini iletti ve sonunda: “Sülalemizin memleketi Leningrad’dır, kardeşlerimle akrabalarımın hepsinin orada yaşadığını biliyorsunuz, onlar benim taşınmamı istiyorlar. Ben de onları dinlemem gerektiğini düşünüyorum. Bir de size söylemek istedim. İzin verirseniz taşınayım, vermezseniz burada yaşamaya devam edeyim” dedi. Bir dakika kadar devam eden sessizlikten sonra aramızdaki büyüğümüz, Hakim ağabeyin en samimi dostu Sagındık Kenjebayev: “Maya, mutfak tarafına bir göz atsan” dedi alçak bir sesle. Maya İvanovna odayı terk ettikten sonra Sagındık Bey hepimize ne düşündüğümüzü sordu. Fikir alışverişinde bulunduk. Hakim Bey ile Maya Hanım’ın tek oğulları olan Timur, Moskova’daki Diplomasi Akademisi’nden mezun olup ülkeye geldiğinde göreve alınmamıştı. Hakim ağabeyimiz: “Buradaki kahpe yönetim, benden alamadıklarını oğlumdan almak için Almatı’ya yaklaştırmadı. Ne utanç verici bir davranış? Neyse, kendileri bilir. Timur, Rusya Federasyonu Dışişleri Bakanlığı’nda işe başlayacak” demişti. Böylece Maya İvanovna’ya izin vermenin uygun olacağı kararına vardık. Bir ay sonra da memleketine yolcu ettik…
Hepimiz Mihail İvanoviç’in ne zaman, nerede, ne tür görevler üstlendiğini biliriz. Komsomol örgütünde, partide, dış siyaset alanında yöneticilik yapmıştır. Kazakistan Komünist Partisi Merkez Komitesi Kültür Dairesi’ne on üç yıl kadar başkanlık edip ülkemizin manevi başarılarına büyük katkılar sağladı, bunu düşmanı bile inkâr edemez. “Düşman” dedim de bir keresinde: “Düşmanınız var mı, gerçeği söyleyin” diye şakayla karışık soru sorduğumda bıyık altından gülerek: “Mukagali’nin söylediği gibi “Düşmanın var mı dersin, nereden bileyim?”… Kazak milletinin olduğu yerde neden olmasın, vardır, ancak bana görüneni olmadı” dedi.Sonra azıcık düşündükten sonra: “Merkez Komite’de iki ateş altında çalıştım. Konayev ile İmaşev kendilerinin söylemeleri gereken kararı benim ağzımdan iletirdi. Kahrolası şu “parti etiği” denen şey yok muydu, o hem ağzımı hem elimle ayaklarımı bağlardı, çok zordu ya.. Kadro konusunda da bir iki defa suçlu duruma düşürüldüm. Ancak o kadroya hem o saatte hem daha sonra elimden geldiğince yardımcı oldum. Yardım ederken “Ben suçsuzum, ne olur bana küsmeyin, falanca insanlar mecbur bıraktılar.” demedim… O insan bunu hissedip anlamış da olabilir, “Yesenaliyev böyle yaptı, şerefsiz.” gibi düşüncelerle de gitmiş olabilir. Kim bilebilir ki… Ancak öyle şeyler beni çok üzerdi, kendi kendimi yerdim”dedi.
(Dinmuhammed Konayev, Kazakistan Komünist Partisi Merkez Komitesi Birinci Sekreteri, Sattar İmaşev, Merkez Komite İdeoloji Sekreteri.)
Parti sisteminde ben de 28 yıl çalıştım, “parti etiği”nin hem dışını hem içini çok gördüm. Bu nedenle Hakim Bey’i anlıyorum. Kültür Bakanlığı’nın, Yazarlar Birliği’nin, edebî yayın evlerindeki bazı üst görevde bulunanların Hakim Bey’e karşı kızgınlıklarını belirtip arkasından hakkında olumsuz şeyler söylediklerine şahit olmuşluğum vardı. Ancak o dönemler Hakim ağabeyle samimiyetim olmasa da kendi kendime “o, bunları kendisi yapmamıştır, muhtemelen üsttekiler yaptırmıştır” derdim.
Daha sonrasında Hakim Bey’le tanıştım. Bazen yüz yüze, bazen telefonla görüşerek sırdaş ağabey ve kardeşe dönüştük…
1986 yılının Aralık ayında M.Gorbaçov’un düzenbazlığı yüzünden Almatı’da yaşanan kanlı olayın sebepleri ile sonuçlarını araştırmayı ilk talep eden kişi Hakim Yesenaliyev’dir.
4 Haziran 1988 tarihinde Kazakistan Komünist Partisi Merkez Komitesi’nin Genel Kurul Toplantısı düzenlendi. Gündem konusu Sovyetler Birliği Komünist Partisi Merkez Komitesi’nce Almatı’daki Aralık olayları hakkında alınan kararı ele almak idi. Tabii ki önceden verilen talimat gereği söz konusu karar oy birliği ile onaylanması gerekir. Hem bildiri sunanlar hem fikir beyan edenler verilen talimatın çerçevesinden çıkmadı. Hep başını sallayarak görüşleri destekleyenlerden olmak istemeyen Merkez Komite üyeliğine aday, Dışişleri Bakanı Yesenaliyev, oturum başkanlığına not göndererek söz hakkı istedi. Söz verilmedi. Biraz sonra yerinden fırlayıp herkesin karşısında sesli olarak söz istedi. Oturum başkanları geçiştirmeye, söz vermemeye çalışarak: “Tartışmaya son verme önerisi yapıldı” dediler. O arada Kızılorda Bölge Parti Komitesi Birinci Sekreteri, Merkez Komite üyesi Yerkin Avelbekov yerinden kalkıp: “Merkez Komite üyeliğine aday, Dışişleri Bakanı Sayın Yesenaliyev’e söz vermemek hoş bir davranış olmaz. Kabalık olmasın, Sayın Yesenaliyev’e konuşma hakkı verilsin.” diye talepte bulundu. Böylece Mihail İvanoviç kürsüye çıktı. Kısacası Sovyetler Birliği Komünist Partisi Merkez Komitesi kararını olduğu gibi desteklemediğini belirtti. “Moskova’dan gelen yetkililer sadece iki gün durdular. Olayı tam olarak anlamadıklarından üstünkörü sonuç çıkardılar. Peki sizlere neler oluyor? Bakir toprakları işleme projesi başlayalı beri geçen 34 yıl içerisinde sıradan tarım uzmanlığı ve mühendislik görevinden Merkez Komite üyesi seviyesine yükselmediniz mi? Konuyu detaylı olarak inceleyerek doğruyu konuşacağınız yerde bir buçuk yıldır ağzınızı bıçak açmıyor.”dedi.
Bizim partili efendiler yılan gibi büzüldüler…
…Parti üyelerinin sessizliği sabrını tükettiği an Mihail Bey,Kazak Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti Yüksek Kurulu Genel Kurul Toplantısı’nda aşağıdaki metni okudu:

Kazak Sovyet Sosyalst Cumhuriyeti Yüksek Kurulu Başkanlığına Gensoru
“Yüksek Kurul’un Olağan Genel Kurul Toplantısı’nda milletvekillerinden bildiğimiz 1986 yılının Aralık ayı olayları sonrası yürütülen “kamu düzeninin kurulması” çalışmalarının fiziksel ve manevi sonuçları hakkında bilgi verilmesini rica ederim. İki yıldan fazla zaman geçmesine rağmen kaç kişinin yaşamını yitirdiği başta olmak üzere kaç kişinin Parti ve Komsomol üyeliğine son verildiği veya cezalandırıldığı, öğretim kurumlarından kaç kişinin eğitimine veya görevine son verildiği, kaş kişinin tutuklandandığı hakkında bırakın topluma bilgi vermeyi, Kazakistan Komünist Partisi Merkez Komitesi üyelerine ve Yüksek Kurul milletvekillerine herhangi bir bilgi verilmemiştir. Daha 30’lu yılların araştırılmamış yönleri tam tespit edilmemişken 80’li yıllarda onlara yenilerini eklemeye gerek yoktur.
Bugün için Aralık olaylarının sonuçları hakkında sadece G. V.Kolbin, V. M. Miroşnik, N. G. Knyazev, V. İ. Yefimov ve belki de ülkemiz Komünist Parti Merkez Komitesi eski ve hâlihazırdaki üyeleri biliyor. Bundan dolayı milletvekilleri ile toplum temsilcilerinden oluşacak bir yetki komisyonunun kurulmasını talep ediyorum. Komisyona söz konusu olayla ilgisi olan kişilerin açıklamaları ile ilgili belgeler sunulmalıdır. Komisyon, ardından ülkemiz Yüksek Kurulu toplantısı ile Kazakistan Komünist Partisi Merkez Komitesi Plenumu’na konuyla ilgili sonuç raporu sunacaktır. Buna neden ihtiyaç duymaktayız? Nedeni ilk resmî açıklamalara şimdi, belirli bir zaman sonra şüphe ile bakılmasıdır. Aydınlar ve yüksek öğretim kurumları öğrencileri arasında eski bilgilere karşı şüphe artmaktadır. Bunların, tahmin edemeyeceğimiz sonuçlar doğurması pek mümkündür. Bu yüzden toplumun baskısı altında yapmaktansa öncelikle konuyu incelememizin daha doğru olacağını düşünüyorum. Aksi takdirde her tür gerçek ve adil sonuç ve raporlar daha çok şüpheyle karşılanacaktır. Başka bir deyişle acı daha da artmadan dindirilmeli, önlem alınmalıdır.
Bu gensoru metninin ivedilikle ülkemiz Yüksek Kurul Başkanlığı üyelerine iletilmesini ve Sovyetler Birliği Komünist Partisi Merkez Komitesi Devlet ve Hukuk Bölümü’nün bilgilerine sunulmasını rica ederim.
Saygılarla,
Kazak SSC Yüksek Kurulu Milletvekili, Kazakistan Komünist Partisi Merkez Komitesi üyesi adayı, Dışişleri Bakanı M. İSINALIYEV.

    25 Nisan 1989.
Aralık olaylarıyla ilgili komisyon bundan üç ay sonra, 27 Temmuz’da kurulur. Kazak SSC Yüksek Kurulu toplantısı sırasında. İki hafta sonra da M. İ. Yesenaliyev’in üzerine gitmeye başlanır. Yurt dışına yaptığı iş ziyaretinden sonra emekliye ayrılmaya dair dilekçe yazması talep edilir. “Gerçeği söyleyeni akrabası sevmez” diyen güzel milletim benim…
Komisyon o sefer kurulmaya da bilirdi. Ancak Hakim ağabey peşini bırakmadı. O toplantıdan sonra şunları söyledi (konuşmasından alıntı): “…Milleti temsil eden yetkililere 1986 yılının Aralık ayı olayları sonrası yürütülen “kamu düzeninin kurulması” çalışmalarının fiziksel ve manevi sonuçlarıyla ilgili gensorunun Kazak SSC Yüksek Kurulu’na, SSCB Milletvekilleri Kurultayı’na bir ay kala tarafımca iletildiğini bilgilerinize sunarım. O zaman ülkemiz Parti Örgütü’ne G. Kolbin başkanlık ediyordu. Kendileri o zaman burada çalışıyordu ve başarılı bir şekilde kendi reklamını yapmakla meşguldü. Bahsettiğim gensoruya üç ay boyunca tepki ve cevap verilmemesi üzücüdür. Olaylar, bizim görevde olduğumuz dönemde yaşandığından biz cevabını vermekten sorumluyuz”.
Evet, komisyon kuruldu. Başkan olarak milletvekili, şair Kadır Mırzaliyev seçildi. Bir defa oturum düzenlendikten sonra komisyon dağıldı (muhtemelen dağıtılmıştır). Bir sonraki komisyona milletvekili, şair Muhtar Şahanov başkanlık etti. Pek çok iş yapıldı, ancak gerçeğini söylemeliyiz ki o komisyon bir sonuca ulaşamadı. Veya ulaştırmadılar. Komisyona Aralık olayları sorununu ilk açan M. İ. Yesenaliyev alınmadı. Veya alınması engellendi. Çünkü bana göre Hakim Bey’in o cesareti onun önüne konan engellerden biri oldu.
Sovyetler Birliği Komünist Partisi Merkez Komitesi Siyasi Bürosu’nun “Aşırı Kazak milliyetçiliği” dediği zalimce suçlamaya o oturumda karşı çıkan bir tek Hakim ağabey oldu. İktidar bunu affetmedi. Hakim Bey’in bakanlık görevine son verildi. Bu arada, Sovyetler Birliği Komünist Partisi Merkez Komitesi’nin ilgili kararı metni burada, Kazakistan Birliği Komünist Partisi Merkez Komitesi’nde hazırlanmış, “aşırı” sözcüğünü İdeoloji Bölümü Başkanı Albert Ustinov eklemiş. Onu o gün adı geçen bölüme bir iş için giden Sagat Aşimbayev (Kazak Televizyon ve Radyo Komitesi Başkanı) görmüş. Akşam bana telefon edip: “Ağabeyciğim şu Ustinov yemeğimizi yiyip tabağımızı tekmeledi.” diye kızdığı hâlâ aklımdadır. Sagatda Hakim ağabeyi gibi çok dürüst bir adamdı. Bana göre, yumuşak huylu ve çekingen yapılı Ustinov o sözcüğü kendisi eklememiştir, başkasının talimatı üzerine eklenmiştir.
İşle ilgili bazı ziyaretler gerçekleştirdiğim günlerden birinde Hakim ağabeyim hakkında harika bir şey duydum. 1996 yılının yaz mevsimi idi. İş gereği Öskemen Şehri’nde bir hafta bulunup uçakla Almatı’ya gidiyordum. Beklenmedik durumda İgor “Levitan”a rastladım. O da beni hemen tanıdı. İkimiz 1978 yılında Riga’da tanışmıştık. Sesi biraz meşhur sunucu Yu. Levitan’ın sesine benzediğinden şaka olsun diye “İgor Levitan” adını takmıştım. Soyadını şu anda hatırlamıyorum. Sovyetler Birliği Komünist Partisi Merkez Komitesi’nde çalıştığını söylemişti. İçten hâl ve hatır sorduktan sonra “Görevde yükselmişsindir. Şimdi ne işle meşgulsün?” dedim. Elini kayıtsızca sallayıp güldü ve: “Damgalı Mihail’in (Ruslarda ahiret öncesi damgalı Mihail’in ortaya çıkacağına dair bir ifade vardır.
İgor’un, Gorbaçov’u başındaki lekeyi ima ettiğini anladım.G. K.) temizliğine maruz kalarak oradan ayrıldım, artık Bilimler Akademisi’ndeyim”diye cevap verdi ve: “Tüm Birlik genelinde başkan olan Kalinin’in adaşı, kahraman Mihail İvanoviç nasıllar? İyi mi? Nerede, ne iş yapıyor?” diyerek bana baktı. Hakim Bey’i söylüyor ya. Dışişleri Bakanlığımızda Büyükelçi olduğunu söyleyip neden “kahraman” dediğini sordum. İgor, büyük bir istekle konuşarak : “Komünist Partisi doruk noktasını yaşarken Gorbaçov’un sarayını ayağa kaldıran öyle bir kahramanı bırak görmeyi, duymadık bile.” dedi.
Aradan birkaç hafta geçtikten sonra Hakim ağabeyle hastanede karşılaştım. Odalarımız yana yana idi, iki hafta kadar hastanede kaldık. İgor’un söylediklerini olduğu gibi anlatıp bunları bizzat kendisinden duymak istediğimi söylediğimde Hakim Bey tebessüm ederek: “Geçti gitti, boşver ne yapacaksın?” dedi. Sonunda: “Kremlin’e yazılan mektupların birer örneğini toplama alışkanlığım vardı, yazdığınız mektubun bir örneğini verir misiniz?” diye ricada bulundum. İki gün sonra mektubu evinden aldırdı.
Mektup Sovyetler Birliği Komünist Partisi Merkez Komitesi Genel Sekreteri, SSCB Yüksek Kurulu Başkanı M.S. Gorbaçov’a 25 Kasım 1988 tarihinde yazılmış. Yönetimin dizginini, elinde tutan “leke kafalı Mihail”, Sovyetler genelinde yapılan parti konferansında: “Birliğe dâhil ülkelerdeki Komünist Parti Birinci Yöneticileri aynı zamanda ülkelerinde Yüksek Kurul Başkanı olmalılar” duyurusunu yapar. Başkanın bu uygulamasının birlik ülkelerini eskisinden daha sıkı tutma yönündeki sinsice bir planı olduğunu hemen anlayan Hakim Bey derhâl itiraz mektubu yazıp gönderiverir (ondan başka kimse sesini çıkarmaz). Özetle şu düşüncelerini iletir: Sovyet Hükümeti ile Komünist Parti’nin yönetimini aynı ele vermek büyük bir hata olacaktır. Kazakistan Komünist Partisi’ni Rus’un (Kolbin. G. K.) yönettiği azmış gibi yerel hükümet de ona verilirse ülkenin hakkına hukukuna zarar vermek olmaz mı? Sovyetler Birliği genelindeki veya yabancı ülkelerdeki uluslar arası toplantılarda Kazakistan Hükümeti adına bir Rus’un konuşması doğru olur mu hiç? Genel olarak Sovyetler Birliği bünyesindeki ülkelerin hem Komünist Partilerini hem Hükümetlerini kendilerinin millî kadroları yönetmelidir.
O dönemde bu şekilde mektup yazmak Kremlin’e bomba atmakla eşit değil miydi? Kazakistan Dışişleri Bakanı, komünist Mihail İvanoviç Yesenaliyev’e “Kahraman”denmez mi.
Moskova’dan hemen yetkili gelir. Her zamanki gibi gizli bir şekilde atışma ve tartışma, tehdit etme ve yıldırma önlemleri kullanılır. Hakim ağabey eğilip bükülmez. Gorbaçov’un adamları geri adım atmak zorunda kalır. Gorbaçov da yaşamak istiyormuş ki son parti konferansında beyan ettiği fikrinden vazgeçer.
Kahraman ağabeyin mektubu esasında bir makale hazırlayıp Kazakçasını Kazak Yeli (Kazak Halkı, Ülkesi) Gazetesi’nde, Rusçasını Novoye Pokoleniye (Yeni Nesil) Gazetesi’nde yayımladım. Tabii ki Hakim Bey’in izniyle. Ancak iznini çok zor alabildim. Kendi kendinin propagandasını yaptıran veya yapan kimselerden olmayan bir insan benim teklifimden pek hoşlanmadı sanki. “Sen ne tuhafmışsın?” diye kırgınlık belirtti. İsterken söylediğim “mektup koleksiyonu” bahaneme inanmış olmalıydı. Yine de gazetecilik ve yazarlık hünerimi kullanıp dil dökerek ısrar ettim. Benim istediğim halkının Hakim Bey’in kahramanlığını bilmesi, arşivlerde tozlanıp kalmaması idi.
Makaleyi okuyan büyük küçük on kadar kalem arkadaşımız, başka beş altı kişi daha evime telefon edip: “Yesenaliyev ne cesur insanmış. Büyük bir kahramanlık yapmış.” dedi. Onları Hakim Bey’e sevinerek ilettiğimde: “Bunun benimle ne ilgisi var? Bu senin başarın.” demez mi? Hayda.
Eğer Hakim Bey’in attığı o cesur adımı ağırbaşlı olmayan biri gerçekleştirmiş olsaydı, Almatı’yı ayağa kaldırmıştı değil mi?
Küçük ama sağlıklı bedene sahip, esmer yüzlü, küçükçe parlak ve kahverengi gözlü, ağırbaşlı, konuşmasını bilen, dostlarıyla samimi ve güzel konuşup yerinde şaka yapmasını iyi bilen değerli Hakim Bey, ülkemizin bağımsızlığa doğru sağlam adım atması, demokratik toplumun merkezde olması yolunda tüm bilgi ve aklını, gayret ve çabasını harcamıştır. Azat Hareketi’nin, Azat Partisi’nin kurulmasında büyük emekler sarfetmiştir. Bunları parti kuruluşunun birinci yıldönümü vesilesiyle yaptığı konuşmadan net olarak anlamak mümkündür. “Blok Oppozitsiyi Besçestiya i Razvala Stranıy (Şerefsizlik ve Ülkenin Yıkılışına Karşı Muhalif Blog)” adlı makalesi ise sadece ülkedeki siyasi durumu tahlil etme değil, kendisinin kalan ömrünün de programı niteliğinde idi (Hakim Bey, 18 Ağustos 1999 tarihinde beklenmedik bir anda bu hayata veda etti).
Toplum ve siyaset adamının yaşamı karmaşık olaylarla dolu olarak geçmiştir. Hakim ağabey, hayattayken “Ştrihi k Portretam (Portrelere Çizgiler)”, “Na Grani… Epoh (Devirler… Eşiğinde)”, “Zapiski Diplomata (Diplomatın Notları)”, “Akikatın Aytkanda (Gerçeği Söylenirse)” adlarını taşıyan kitaplarını yayımlayarak örnek teşkil eden yaşamının önemli kesitlerinden biraz bilgi sunmuştur. Söyleyemediği, yazamadığı daha nice şeyler vardır…
O, çok bilgili bir insandı. Evindeki kütüphanesinde dünya kültür,sanat edebiyat, ve siyasetin, bilim ve mimarlığın… Nice değerli ve nadir eserleri ile çalışmaları mevcuttu. Uzun yıllar devam eden çok yoğun günlerinde onların hepsini okumaya, gereken bilgilerinden yararlanmaya nasıl vakit bulduğunu şaşırarak sorduğumda değerli ağabeyim güzel tebessüm ederek: “Hanımım, oğlum ve torunlarımdan sonraki arkadaşlarım, sırdaşlarım işte bunlardır” diye yanıt vermişti. Bir keresinde bana telefon edip: “İnsana dair hiçbir şey bana yabancı değil” sözlerini kim söylemişti?” diye sordu. Sesinden kurnazlık belirtileri hissediliyordu. “Bilmez miyiz, Karl Marx söylemiştir.” dedim. O, çocukça sevinerek: “Okumak lazım yoldaş, okumak lazım. Bu sözleri Romalı komedi yazarı Terentius’un kahramanlarından biri söylemişti, o zaman bırak Karl’ı, daha Marx’ın babası bile doğmamıştı” dedi. Bir defasında bir şey söylemek üzere aradığımda ise: “Ben bir kitap okuyorum, şu “Hayat insana bir defa verilir” diye başlayan öğüt sözlerini kim söylemişti, hatırlıyor musun?” diye sordu. Bana bir tuzak daha kurduğunu hissettim ve nasıl bir tuzak kurarsa kursun yakalanmayacağımdan emin bir şekilde: “Nikolay Ostrovski’nin “Çelik Böyle Sertleşti” sini ben de ezberleyerek büyüdüm Hakim ağabey.” dedim. O, yine güldü: “Ostrovski o sözleri güçlü eleştiricisi Pisarev’den almış. Okumak gerekir yoldaş yergici.” dedi. Böyle esprileri de sık yapardı.
Hakim Bey’in sevgili eşi, güvenilir dostu, akıllı ve değerli yengemiz Maya İvanovna’nın bir anı kitabı hazırlamamı istemesi üzerine merhum ağabeyimizin kâğıtlarını karıştırırken okuduğu kitaplarından not alıp sakladığı şiir, cümle gibi alıntılara rastladım. Örneğin:
“Az milletiz, ancak şerefli milletiz. Bavırjan Momışulı” (Bavırjan Bey, bu kardeşini çok severdi, adını söylemeyip “Medvejonok”[9 - Rusçadır, anlamı: ayıcık] derdi. İki keskin kılıç bu şekilde anlaşıyordu birbiriyle.).
“En büyük yasa, halkın iyiliğidir. Cicero”.
“Hakikat, güneşin zihnidir. Vovenart”.
“Yaşamak, mücadele etmektir; Mücadele etmek, yaşamaktır. Beaumarchais” (“Hayat, mücadeledir” mi demişti Karl Marx?).
“Kalbim benim kırk yama
Şu acımasız yaşamda.
Nasıl kalsın sağ salim,
Her şeyden döndükten sonra. Abay”.
Yüce şairimizin işte bu yaralı iç sırrı, daha sonraki dönemlerde nice Hakim Beylerin kaderini yansıtmadı mı?
Şimdi de Hakim ağabeyle aramızda geçen konuşmayı sunmak isterim:
Kim olursa olsun kendi sevdiği insanla ilgili samimi görüşlerini belirtirken “eşsiz”, “tek” gibi benzetmeleri seçip güzel lafları döktürmeye başlar. Ancak o “eşsizler” ile “tekler”in bazıları, etrafında olan biten çeşitli şartlara göre değişerek bazen değerli, bazen değersiz olup dün şöyle, bugün böyle, yarın ise öyle konuşarak insanların aklını karıştırırlar, onların bir konu üzerinde düşündükleri, söyledikleri, yaptıkları birbirini tutmaz, kertenkele gibi “kuyruklarıyla idare ederler”. Kimileri de örneğin, üstü olan kimi insanlarla arkasından dalga geçip haklarında kötü konuşurlarken kalabalık karşısında görünce her türlü yalakalığı yapıp her emrine hazır olduklarını göstermeye çalışırlar. Dil dökerek ballandıra ballandıra övmeye başladıklarını duyunca miden bulanır.
El-Farabi Millî Devlet Üniversitesi’nde bu tür sahnelerden birine şahit olduğumun ertesi günü Hakim ağabeyimize, Mihail İvanoviç Yesenaliyev’e telefon edip olan biteni anlatarak:
“Hakim ağabey bu nasıl olur? Öğrenci değil, doktor değil, doçent de değil, akademi üyesi gibi koca unvana sahip bir hoca bunu nasıl yapar?”dedim. O, güldü ve:
“Ders veren herkesi “hoca” sanma. Hoca, hangi yönünden bakarsan bak kusursuz denebilecek bir insandır. Senin anlattıkların ise bukalemundur. Doğru mu söylüyorum?” diye cevap verdi.
Hakim ağabeyle ne zaman, nerede, ne üzerine, kimin hakkında konuşursan konuş onun söylediklerinin doğru olduğunu teyit etmemek mümkün değildi.
***
Hakim ağabeyle ilk görüşmem 1984 yılının yazında (yanılmıyorsam Temmuz ayının sonları) olmuştu. Eski Kazakistan Komünist Partisi Merkez Komitesi oturumlarında, onun düzenlediği çeşitli toplantılarda, Yazarlar Birliği’nde karşılaşıp selamlaşırdık, ancak bire bir görüşmüşlüğümüz yoktu. Bir gün, saat 11’de, makam odası sekreteri olan hanım odama girip:
“Ağabey telefonu açar mısınız, Yesenaliyev olduğunu söylüyor” dedi.
“Ben Kabışev, buyurun” dedim ahizeyi kaldırıp.
“Askerî rütbeniz nedir?” dedi kurnazca çıkan hoş ses.
“Kimsiniz?” dedim beklenmedik sorusuna ister istemez şaşırarak. Sekreter hanımın ilettiği not üzerinde düşünmeye vakit bulamamıştım.
“Ben Yesenaliyev, Mihail İvanoviç, Dışişleri Bakanlığı’ndan.”
“Ha Hakim ağabey, selamünaleyküm.”
“Aleykümselam. “Ben Kabışev, buyurun” dediğinizi duyunca en azından yüzbaşı veya binbaşı rütbesine sahip askerî olabileceğinizi düşündüm, yanılıyor muyum yoksa?” dedi yumuşak bir sesle. “Eyvah yanıldınız” diyecek gibi olup dilimi tutmayı başarabildim:
“Oldukça yanıldınız Hakim ağabey. Ben, askerin yanına yaklaşmış biri bile değilimdir, Hitler’in yanında onbaşı bile olamadım” dedim. O, yüksek bir kahkaha attı ve:
“Ulusal “Ara-Şmel (Arı)” Dergisi Yazı İşleri Müdürü’nün direkt numarası var mıydı? Merkez Komite’nin telefon rehberinden bulamadım” dedi.
“Var tabii. Birilerine lazım olduğu için alı koymuştur” dediğimde o bir daha gülerek:
“Öyleyse Gabeke, o numarayı alıp bana bir uğrar mısınız? Konuşulması gereken bir konu vardı. Makamınız ve boyunuz yüksek olsa da yaşınız küçük ya sözüme kulak asarsınız değil mi?” diye şaka yaptı.
“Hakim ağabeyi çağırdığında kardeşi hiç gelmezlik yapar mı, saat kaçta geleyim?”
“Öğleden sonra istediğiniz saatte buyurun gelin.”
Saat 3.00’te (15.00’te) gittim. Mir Sokağı’ndaki tek katlı ahşap evin genişçe odası. Bakan değil, en fazla Bakanlığın Daire Başkanının oturacağı sade bir oda. Hakim Bey hemen yerinden kalkıp masası üzerinden elini uzatarak karşıladı. Selamlaşıp hâl hatır soruştuk. Birazcık çapraz duran yuvarlak masa başına oturduk. Çay söyledi.
“Çalışma odamızın durumu budur, sizde böyle odalar yoktur” diye gülümsedi.
“Hakim ağabey değişelim, bizde kışın soğuk, yazın ise sıcak olur, öğleden sonra güneş tüm ışınlarını saçtığında tepemden tırnağıma kadar terler, kaçacak yer ararım” dedim. Dergimizin Yazı İşleri Müdürlüğü Almatı’nın meşhur yeşil pazarı yanındaki 12 katlı cam ve betondan yapılma binanın en üst katında idi. Hakim Bey gülerek:
“Değişelim” dedikten sonra yerinden kalkıp küçük bir bina maketini getirerek: “Bizim yeni binamızın maketi işte, bizzat kendi denetimimle yaptırdım, seneye böyle bir binada oturacağız” diye ekledi ve binada kaç oda olacağı, içi ile dışının nasıl olacağı hakkında bilgiler verip etrafına birkaç bina daha yapılacağını, şu anda bulunduğu binanın olduğu gibi kalacağını söyleyip binanın tarihî yapı olduğunu, mimarmış gibi büyük bir istekle anlattı.
Birbirimizi daha yakın tanıma fırsatı bulduk. Dışişleri Bakanlığı’nın bugünü ve yarını üzerine düşüncelerini paylaştı. Edebiyatla, sanatla, basınla, bizim yergi dergimizle ilgili fikirlerini belirtti. Sohbetimizin çerçevesi epey genişti. Parti Merkez Komitesi Kültür Dairesi’ne on iki yıldan fazla bir süre başkanlık eden Hakim Bey hakkında genelde iyi şeyler duymuştum. Tersini söyleyenler olsa da, onların sayısı fazla değildi.
“Hakim ağabey bu görüşmemiz benim için çok değerli ve verimli bir görüşme oldu. Kaymaklı koyu çayınız da çok lezzetliymiş. Çok çok teşekkür ederim. Çok beklemeyeceğimi umduğum bir sonraki görüşmemize kadar bugün size son bir soru sorabilir miyim?”dedim.O, küçük gözleri gülümseyerek “evet” anlamında başını salladı.
“Merkez Komite’deki görevinizden memnun musunuz? Üzülmüyor musunuz?” dedim.
“Memnunum… Ancak üzüntüm de yok değil…” Hakim Bey’in yüzünde beliren tebessümün yerini ciddiyet aldı ve acele yetmeden şunları söyledi: “Hukuk bölümü diplomamla diplomat olarak çalıştım. Başkası bir yana, Merkez Komite Kültür Bölümü’ne on üç yıl kadar başkanlık etmem o kadar yıl diplomat olduğum anlamına gelir. Edebiyat ve sanat insanlarıyla sen de bilirsin ki hep onlarla birliktesin, diplomasi diliyle konuşmazsan tökezlersin. Bir iki tökezledikten sonra yıkılır, yıkıldığın yerde kalırsın. Söz gelimi yazarları örnek verecek olursam tartışmaktan usanmayan İlyas Yesenberlin ağabeyle, normal yaşamında çocuk gibi olup düşünce çarpışmasında keskin hançere dönüşen Anvar Alimjanov’la, fırtına gibi esen Juban Moldagaliyev ağabeyle, kibirliğini eksik etmeyen Oljas Süleymenov’la… Hangi birini söyleyeyim, onların hepsiyle tartışmalı bir meseleyi çözmek alevli ateşin üzerinden geçmek gibi zor bir şeydi. Yazarlarımızdan birine: “Devleti yönetmek seninle anlaşmaktan daha kolay olmalı” diye şaka yapmıştım. Gerçekten öyle değil mi? Ne dersin?”
“Bilmiyorum, hiç devlet yönetmedim” diye şakayla cevap verdim.
“Vay yergici, vay… Ya bu arada şunu da belirtmek isterim, sizinle, yergicilerle hiç çalışmamışım. Siz normal şartlarda huysuz görünseniz de tartışmaya pek gelmiyorsunuz değil mi?”dedi o kurnazca konuşarak.
“Evet biz tartışma taraftarı değiliz, üste alta dilekçe yazıp duracağımıza hiciv yazıları, komik öykü ve şiirimizi yazarak sakin bir yaşam sürmeyi tercih ederiz.” cevabını verdim.
***
Kazakistan’ın demokrasiye ayak basmasında büyük emekler veren kişi bana göre Hakim ağabeydir. Azat Hareketi’ni organize eden üç kişiden biridir. El ele tutarak yolda çıktığı iki arkadaşı bazı hesaplarla başka bir harekete “göç ettiğinde” de hiç tepki göstermeden hayırlı çalışmalarına devam etti. Azat Partisi’ni kurup parti başkanlığına seçildi. Ancak iki üç yıl sonra o tarafa veda ederek hiçbir örgüte ve partiye resmî üye olmadan dışarıdan danışmanlık yapmayı daha uygun buldu ve yazı işlerine ağırlık vermeye başladı. Kazakistan’ın egemen, bağımsız ülke olması, demokratik, hukuki devletler arasına dâhil olması gerektiği yönünde edebî havada pek çok makale yazarak düşünceyi cesaretli ve açık bir şekilde belirtme örneğini sergiledi. Bir kere, Dışişleri Bakanlığımızda Özel Yetkili Büyükelçi iken Ayteke Biy Sokağı’ndaki yeni konsolosluk binasının koridorunda, yeşilimsi kanepe üzerinde oturup sohbet ederken (Hakim ağabey odasında değil, o kanepede oturup sohbet etmeyi çok severdi.Daha sonra ikinci defa ziyaretine gittiğimde: “Dar odayı ne yapacağız, gidip geniş kanepemize oturalım” diye şaka yaptığını hâlâ hatırlarım) konuşmamız siyasi konulara çevrildi (doğrusu çoğu zaman siyasi konuları konuşurduk) ve:
“Hakim ağabey muhalefeti olmayan bir ülkenin tam bir ülke olamayacağını söylüyorsunuz, bizde ise muhalefet hem var gibi hem de yok gibi, bu nasıl oluyor?” dedim. Hakim ağabey başını salladı ve sorumun cevabını dışarıdan aramak istercesine yan oturup camdan dışarı bakarak düşünceli konuştu:
“Bu konu uzun uzun anlatmayı gerektiren bir konudur, ancak sana kısaca anlatmaya çalışayım. Ruslarda bir atasözü vardır, Kazakçalaştırırsak: “Turna balığı, küçük balıkların rahat olmamaları için yaratılmıştır” denilebilir herhâlde, muhalefetin rolü de budur. Muhalefet, ülkenin, halkın çıkarı için hükümetin hem eleştiricisi hem danışmanı olmalıdır. Bizim devleti de, hükümetide komünistler, muhalefetin adını silenlerin takipçileri yönetmektedir. Muhalefet oluşturmaya başladığımız an dışarıdan takip ettiler, içeriden uyuz edip mahvettiler. Üstelik bizim aydın dediklerimizin çoğu makam düşkünü değiller mi, el ele verip tek yumruk olacaklarına her biri ayrı örgüt, ayrı parti kurmayı hayal ederek fesatçıların peşinden gittiler. Kazak atalarımız, “çoban çok olursa koyunlar telef olur” dememişler miydi, bizim insanlar da aynı şekilde davrandılar, demokrasiyi gerçek anlamda istemediler, koltuğu, makamı istediler, abartılı ve boş laflarla merak sardılar, birbirlerini yediler. Hâlâ da öyledir. Bu şekilde devam edecektir. Ne zaman kendilerine geleceklerini Allah bilir. Onların zayıf noktalarını öğrenen iktidar gizlice fitne sokmanın yanı sıra açıkça tokat atmaya başlamadı mı? Kendin de görüyorsun ki birini kandırarak vazgeçirdi, diğerine tehditler yağdırdı, kimisini dövdü, bir başkasını da hapse attırıp hayatını perişan etti. Bunları göre göre bizim “önderler” düşünmezler, bir araya gelmezler. Abay atamızın söylediği gibi her biri kendince kadılık yapan, hep çer çöp işte. Bana sorarsan izlediği yoldan dönmeyecek olan bir tek Serikbolsın Abdildin vardır. “Güçlüler” onun partisini de parçalamaya çalışıyorlar, ne olacağını göreceğiz. Demokrasinin değerinin olmadığı yerde yönetimdekiler ülkeyi yönetmede kabalık eder, aydınları arasında birlik olmayan ülkede toplum manevi açıdan çöker, otoriter rejim güçlenir, önemsizler “önder”e dönüşür, halk kenarda kalakalır. İşte böyle Gabeke yoldaş.”
***
“Hakim ağabey artık yayla da sizin, kışla da sizin. Ağzınızdan çıkacak laf ile attığınız adımı kontrol eden rezil sistemden kurtulup herkes gibi “eşit haklara sahip” emekliye dönüştünüz. Bunun şerefine sizden bir şey rica etmek istiyorum” dedim. Hakim ağabeye, Bögenbay Batır Sokağı’ndaki kitapçı dükkânından çıkarken. O da şakamın devamını anında getirerek:
“Ruslar, “ayakta hakikat olmaz” derler, yürürken vereceğim cevaba inanacaksan pür dikkat seni dinliyorum” dedi kurnazca bir sesle.
“Dışişleri Bakanlığı’ndan yavaşça kaydırılmanızın, ardından basamak basamak aşağılara indirilerek hanımınızın “kadrosuna” geçirilmenizin nedeni tam olarak nedir, anlatır mısınız? Yüzde elliye yakınını bilirim, geriye kalan yüzde elliden fazlasını bilmem. Yüzde yüz öğrenirsem çok mutlu olurum.” dedim esprili konuşmamızın havasını bozmadan. Hakim ağabey şakalaşmayı çok severdi. Gülümseyerek dinler, yumuşak sesle gülerek uygun cevabı verirdi. Bu sefer de içten gülerek:
“Bu çok uzun bir konudur. Gogol’un uzun hikâyesi gibidir. Baksana, şu anda zamanım çok az.” diye kolundaki saatine baktı ve “Tam kırkdakika sonra Maya İvanovla ikimiz bir arkadaşın evinde olmalıyız. Şöyle yapalım, yarın tam bu saatte Çokan Anıtı yanında buluşalım, ben sana bir kitap vereceğim. Aradığın yüzde yüzü orada bulacaksın. Anlaştık mı?” dedi.
“Kimin kitabı?”
“Kendi kitabım.”
“Hediye mi edeceksiniz, satacak mısınız?”
“Hadi yapma yergici. Hiç merak etme, bir kuruş bile harcamayacaksın, hediye edeceğim.” diye güldü.
“Ben de elim boş gelmem.”.
“Öyleyse anlaştık…”
***
Almatı’da 1986 yılının Aralık ayında yaşanan olaylar tarihimize bir bölüm olarak hâlâ yazılmaktadır. 1996 yılında onuncu yılı münasebetiyle etkinlikler düzenledik. Kimileri memnun, kimileri kızgın. Hakim ağabeyle ikimiz Çokan Valihanov’un anıtının yanında karşılaştık. Ben oralardaki bir atölyeye gidiyordum.
“Hakim ağabey Karişal Asanov’u tanıyorsunuz, ikimiz yaşıtız, sırdaşız. O, dün Kremlin Kongre Sarayı kürsüsünde konuşma yapan Muhtar Şahanov’un konuşma notlarını hazırladığını söyledi. Bu konuyu açıklar mısınız?” dedim.
“Baksana Gabeke, bunu sonra daha rahat konuşuruz, şimdilik özetini söyleyeyim, yoksa şimdi yaşlı adamlarım gelecekler, yetiştiremeyiz. Komisyon kurmayı ilk olarak talep ettiğim doğrudur, sabırla beklemenin bir anlamı yoktu. Bugünlerde Aralık olaylarını gündeme getiren “kahramanlar” o zamanlar uyku ile uyanıklık arasında idi. Komisyon, gensorudan ancak üç ay sonra, özellikle geciktirilerek kuruldu. Önce Kadır Mırzaliyev başkanlık etti, değişen bir şey olmadı. Daha sonra Muhtar Şahanov başkan oldu, gerçekler yarım yamalak söylendi. Ben kenara itildim.
“Ne kadar ilginç.” diyiverdim ister istemez tepki göstererek.
“Erkin Avelbekov, Alaş Partisi önderlerinden Raşid Nutışev, bir iki kişi daha Aralık ayaklanmasını SSCB Halkları Milletvekilleri Kongresi’ne iletme yollarını araştırırlar ve Yerkin, Raşid’i gidip danışması için tanınmış muhalif Karişal Asanov’a gönderir. Adalet yolunda Konayev’le savaşan, diz çökmeyen Karişalya. O: “Ben konuşma notlarını hazırlayayım, notları Sovyetler Birliği’nce tanınan insanlarımızdan biri okusun. Ancak o zaman etkili olur” tavsiyelerinde bulunmuş. Öyle de yapılmış. İlk imza atanlardan olan Yerkin Avelbekov, notlar kapsamında konuşma yapmayı Oljas Süleymenov’dan istemiş, Oljas ise kesinlikle kabul etmemiş. Yerkin daha sonra Muhtar Şahanov’la görüşmüş, Şahanov riski göze almış. Kongrede konuşmak için Gorbaçov’dan izin alınması gerekliydi. Sovyet “demokrasisi” öyle idi. O görevi Yerkin üstlenmiş, Gorbaçovla ikisi daha önceden tanışıyordu, Moskova’da parti okulunda birlikte okumuşlar. Kısacası, Şahanov kongre kürsüsüne böylece çıkmıştır. Hakim ağabey elini uzatarak: Ha, işte, arkadaşlarım geliyorlar, hadi, hoşça kal.”dedi. Sokağın aşağısından yaklaşmakta olan iki yaşlı adama baktı. Ben atölyenin yolunu tuttum…

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/gabbas-kabisuli/gonlun-goklerinde-69499762/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
“Mojno” Rusça kelime, “ma” Kazakça soru ekidir. Anlamı: “Gelebilir miyim?”.

2
Anlamı “Allah vermiş”.

3
Boy adı

4
Boy adı

5
Dinmuhamed Konayev

6
KNB, Millî İstihbarat Teşkilatı

7
Muhtar Avezov

8
Nükleer Silahsızlanma Kampanyası

9
Rusçadır, anlamı: ayıcık
Gönlün Göklerinde Gabbas Kabışulı
Gönlün Göklerinde

Gabbas Kabışulı

Тип: электронная книга

Жанр: Легкая проза

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 16.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Gönlün Göklerinde, электронная книга автора Gabbas Kabışulı на турецком языке, в жанре легкая проза

  • Добавить отзыв