Ulpan

Ulpan
Gabit Müsirepov

Gabit Müsirepov
Ulpan

Takdim

Canseyit TÜYMEBAYEV
Kazakistan Cumhuriyeti Ankara Büyükelçisi
Türkiye-Kazakistan arasında siyasî ilişkilerdeki gelişmeye bağlı olarak her geçen gün iki ülke arasındaki kültürel ilişkiler de hızla gelişmekte. Kültürel ilişkiler kapsamındaysa özellikle edebî ilişkilerin çok özel bir yeri var. İki halkın önemli edebiyatçılarıyla ilgili karşılıklı olarak yapılan toplantılar ve karşılıklı eser basımı edebî ilişkilerin gelişmesine büyük katkı sağlamakta. Özellikle son dönemde gerek Kazak edebiyatının önemli eserlerinin Türkiye Türkçesine kazandırılması gerekse Türk edebiyatının eserlerinin Kazakçaya aktarılması ve bu yolla iki halkın birbirinin edebiyatından haberdar olması oldukça sevindirici.
İki ülkenin edebî ilişkilerine katkı sağlayan bir çalışma da Kazak edebiyatının tanınmış yazarlarından biri olan Gabit Müsirepov’un Ulpan adlı ünlü romanının Türkiye Türkçesine kazandırılmış olmasıdır.
Kazak tarihinde ileri görüşlü, lider, akıllı, feraset sahibi, akrabasına, çevresine, halkına karşı yakın ve samimi olan “halk anaları” vardır. Bu kadınlar, Kazak halkı için büyük bir değer ifade eder. Ulpan romanının kahramanı halk anası Ulpan da işte bu kadın kahramanlardan biridir. Günümüzde sıklıkla kadın haklarının konuşulduğu ve kadının konumunun iyileştirmesi gerekliliği tartışılırken, daha 19. yüzyılın ikinci yarısında, Kazak bozkırında yaşayan ve yaşadığı döneme damgasını vuran lider ruhlu bir Kazak kadınıdır Ulpan. Gabit Müsirepov’un Ulpan romanında, lider ruhlu, akıllı ve ileri görüşlü bütün Kazak kadınları, hatta toplumsal hayatta hiçbir zaman pasif olmayan, toplumsal hayata daima aktif olarak katılan genel Türk kadını, roman kahramanı Ulpan şahsında dile getirilmiştir. Anadolu’da da Ulpan gibi halk anaları az değildir. Türk okuyucu romanı okuduğunda, Ulpan’ın hayatında Anadolu’daki lider ruhlu kadınlardan izler de bulacaktır. Okuyucu, aslında genel Türk kadınının Türk Dünyasının neresinde yaşarsa yaşasın toplumda daima var olduğunu, söz söyleyebildiğini, dikkate alındığını, değer gördüğünü farkedecektir.
Umuyorum ki Dr. Cemile KINACI tarafından Türkiye Türkçesine kazandırılan bu eser sayesinde Türk okuyucu, lider ruhlu ve yenilikçi halk anası Ulpan’ı tanıyacak ve onu gönülden sevecektir. Bu vesileyle tanınmış Kazak yazarı Gabit Müsirepov’un edebî yaratıcılığını tanıtan Ulpan romanını Türkiye Türkçesine çevirerek kökleri bir olan Türk-Kazak halkının yakınlıklarının gözlemlenmesine imkân sağlayan Dr. Cemile KINACI’yı kutluyorum. Kitabın yayınlanmasına katkı sağlayan Bengü Yayınları Genel Yayın Yönetmeni Yakup ÖMEROĞLU’na teşekkürlerimi sunuyorum. Türk-Kazak edebî ilişkilerinin gelişerek devam etmesini en içten dileklerimle temenni ediyorum.

Takdim

Yrd. Doç. Dr. Yakup ÖMEROĞLU
Avrasya Yazarlar Birliği Genel Başkanı
Avrasya Yazarlar Birliği, kurulduğu ilk günden bu yana kardeş Kazakistan ile sıkı edebî ilişkiler içerisinde oldu. Türkiye ve Kazakistan arasında yürütülen edebî faaliyetlerde hem biz Kazak kardeşlerimize gönülden destek verirken, Kazak kardeşlerimizin desteğini de her zaman gördük ve görmeye de devam ediyoruz.
Avrasya Yazarlar Birliği, Türk ve Kazak edebiyatçılarıyla ilgili karşılıklı olarak yapılan toplantılara ve karşılıklı eser basımına memnuniyetle destek vermektedir. Böylece Türkiye-Kazakistan edebî ilişkilerinin her geçen gün giderek gelişmesine de imkânları ölçüsünde katkı sağlamaktadır.
Kazakistan Cumhuriyeti Ankara Büyükelçisi Sayın Canseyit Tüymebayev’in özel gayretleriyle son dönemde Kazak edebiyatının tanınmış yazarlarının önemli eserlerinin Türkiye Türkçesine kazandırılması hızla devam etmektedir. Bu faaliyete biz de destek olmaktan büyük bir memnuniyet duymaktayız. Kazak edebiyatının abidevî eserlerinin Türkiye Türkçesine çevrilmesi, şüphesiz kardeş Kazak halkının Türkiye’de daha yakından tanınmasına ve Türk okuyucunun Kazak edebiyatından haberdar olmasına vesile olmaktadır. İki halkın birbirinin edebiyatından haberdar olması demek, iki halkın birbirini daha yakından tanıması ve sonuç olarak iki ülke arasında siyasî ilişkilerden çok daha sağlam kültürel ilişkilerin kurulması demektir. Edebiyat, Türk ve Kazak halkı arasına yıkılmaz gönül köprülerinin inşa edilmesine katkı sağlamaktadır.
Türk ve Kazak halkı arasına kültürel bir gönül köprüsü kurmaya katkı sağlayacak eserlerden biri de Kazak edebiyatının tanınmış eseri Ulpan’ın Türkiye Türkçesine kazandırılmış olmasıdır. Kazak edebiyatının öne çıkan yazarlarından biri olan Gabit Müsirepov’un eseri Ulpan, kadın konulu bir roman olması bakımından da ayrıca önemlidir. Romana adını veren ileri görüşlü, lider, akıllı, feraset sahibi, akrabasına, çevresine, halkına karşı yakın ve samimi olan “halk anası” Kazak Ulpan, aslında Anadolu’daki Türk kadınına hiç de yabancı değildir. Anadolu’nun hemen her yerinde Ulpan’a benzeyen Hayme Analar, Gökçe Analar, Kara Fatmalar, Nene Hatunlar ve daha pek çok isimsiz Anadolu kadını tarihte yaşamış ve bu gün de bu güzel vatan toprağında yaşamaya devam etmektedir.
Türk okuyucu ve özellikle Türk kadınları, daha 19. yüzyılın ikinci yarısında, Kazak bozkırında yaşayan ve yaşadığı döneme damgasını vuran lider ruhlu Kazak kadını Ulpan’ın hayat hikâyesini okuduğunda, kendinden izler bulacaktır. Kazak yazarı Gabit Müsirepov Ulpan romanında, lider ruhlu, akıllı ve ileri görüşlü bütün Kazak kadınlarını, hatta bir bakıma toplumsal hayatta hiçbir zaman pasif olmayan, toplumsal hayata daima aktif olarak katılan genel Türk kadınını Ulpan karakterinde dile getirmiştir.
Umuyorum ki Dr. Cemile KINACI tarafından Türkiye Türkçesine kazandırılan bu eser vasıtasıyla lider ruhlu ve yenilikçi halk anası Ulpan’ı Türk okuyucu da tanıyacak ve kendine çok benzeyen Kazak tarihindeki bu lider ruhlu halk anasını sevecektir. Türk-Kazak edebî ilişkilerinin perçinlenmesine katkı sağlayan bu kitabı Türkiye Türkçesine çeviren Dr. Cemile KINACI’yı kutluyorum. Türk-Kazak edebî ilişkilerinin gelişerek devam etmesini en içten dileklerimle temenni ediyorum. Kitabın yayınlanmasına destek veren Kazakistan Cumhuriyeti Ankara Büyükelçisi Sayın Canseyit TÜYMEBAYEV’e teşekkürlerimi sunuyorum. Ayrıca kitabı yayına hazırlayan TÜRKSOY Kazakistan Temsilcisi Malik OTARBAYEV’e de teşekkür ediyorum. Türk-Kazak edebî ilişkilerinin artarak devam etmesini içtenlikle diliyorum.

Ön Söz

Dr. Cemile KINACI
Gabit Müsirepov’un Ulpan romanı ile doktora tezimi yazarken tanıştım. Romanı bilimsel bir çalışmanın materyallerinden yalnızca biri olarak okumaya başladım. Romanın daha ilk sayfalarından itibaren roman benim için yalnızca bir materyal olmanın ötesine geçiverdi. Sayfalar ilerledikçe, kendimi âdeta roman döneminde buluverdim. Birdenbire Kazak bozkırındaki Kazak kızı Ulpan oluverdim. Babasının “erkek gibi” yetiştirdiği genç Ulpan ile kendimi öyle özdeşleştirdim ki, artık Ulpan benim için romanın sıradan bir kahramanı olmanın çok ötesine geçti. Ete kemiğe büründü ve âdeta “ben” oldu.
Türk Dünyasında kadın aydınlanmasını konu alan edebî miras içinde Gabit Müsirepov’un Ulpan romanının çok özel bir yeri var. Türk Dünyası kadınının tarihteki toplumsal konumuna ışık tutması bakımından Ulpan okunması gereken bir eser.
Romanı okudukça, erkek gibi giyinen, ata binen, yılkı peşindeki cesur bozkır kızı Ulpan’ı çok sevdim. Ulpan, genç yaşına rağmen bilgeliği, olgunluğu, cesareti, kararlılığı, ileri görüşlülüğü ve lider ruhlu oluşuyla çok özel bir kadın kahramandı. O, etrafındaki pek çok erkekten çok daha akıllı, bilgeliği ile herkese sözünü dinleten, herkes tarafından saygı gören tam bir “halk anası” idi. Gelişmeye açık, kendini yetiştiren ve yaşadığı döneme göre oldukça modern bir Kazak kadını…
Ulpan, 19. yüzyıl Türk kadınının toplumsal konumunu göstermesi bakımından da çok özel bir kahraman. Ulpan’ın yaşadığı dönemde, Batılı kadınlar haklarını sokaklarda canhıraş mücadelelerle ararken, Kazak bozkırındaki Ulpan, kendi boyunu idare ediyor. O, halkının önündeki bir lider olarak halkının geleceğini dert ediyor, halkını refah içinde yaşatmak için elinden geleni yapıyor, onlarla ilgili kararlar alıyor ve üst düzey yöneticilerle anlaşmalar imzalıyor. Ulpan, lider ruhlu, akıllı ve ileri görüşlü bütün Kazak kadınlarını, hatta toplumsal hayatta hiçbir zaman pasif olmayan, toplumsal hayata daima aktif olarak katılan genel Türk kadınını temsil ediyor.
Özellikle son yıllarda kadının toplumsal konumunun iyileştirilmesi gerekliliği sıklıkla tartışılmasına, kadın haklarında iyileştirmeler yapılmasına rağmen, günümüz toplumlarında yine de yüzyüze kalınan “kadın sorunu” bütün ciddiyetiyle zihinleri meşgul etmekte.
Günümüzde “kadın sorunu” hâlâ çözülemeyen büyük bir mesele olmasına rağmen, aslında geçmişte Türk kadınının “sorun” olmadığını, bizzat “çözüm” üreten, karar veren, pasif değil, daima etkin olan olduğunu görmek için Ulpan’ın hayatını okumak gerektiğini düşündüm. Bozkırın erkek tabiatlı Kazak kızının “halk anası” Ulpan oluş serüvenini, Anadolu’daki kardeşleri de okusun, bilsin, onun hayatından kendine dair bir şeyler bulsun istedim. İşte bu sebepledir, Gabit Müsirepov gibi dili oldukça ağır olan bir Kazak yazarının romanını Türkiye Türkçesine kazandırma cesaretimin nedeni. Elbette Gabit Müsirepov gibi bir yazar değilim, ama çeviri aracılığıyla Kazak yazar Müsirepov’un Ulpan romanını Türk okuyucusuna sunmaktan büyük bir mutluluk duyuyorum. Umarım romanı okuduğunda Türk okuyucu da benim gibi Ulpan’ı sever.
Çevirdiğim Ulpan romanını yayınlayarak emeğimi taçlandıran Kazakistan Cumhuriyeti Ankara Büyükelçisi Sayın Canseyit TÜYMEBAYEV’e ve Avrasya Yazarlar Birliği Genel Başkanı ve Bengü Yayınları Genel Yayın Yönetmeni Yakup ÖMEROĞLU’na sonsuz şükranlarımı sunuyorum. Ayrıca bütün yoğunluğuna rağmen çeviriyi sabırla okuyarak gerekli düzeltmeleri yapan ve Ulpan’ı yayına hazırlayan TÜRKSOY Kazakistan Temsilcisi değerli Malik OTARBAYEV’e, çeviride başım sıkıştığında yardımını esirgemeyen arkadaşım Akmaral KULMAGAMBETOVA’ya da içten teşekkürlerimi sunuyorum. Her zaman olduğu gibi, bu çeviriyi yaparken de sevgi ve ilgileriyle beni destekleyen, bana her zaman güvenen anneme, babama ve kardeşlerime de sonsuz şükranlarımı sunuyorum.

    6 Mart 2016, Ankara
Türk Dünyasının bütün bilge kadınlarına…


Kazak Yazarı Gabit Müsirepov’un Hayatı ve Edebî Kişiği (1902-1985)
Kazak Yazarı Gabit Müsirepov, 1902 yılında günümüzdeki Kuzey Kazakistan bölgesindeki Jambıl ilçesinin Janajol avulunda[1 - Konar-göçer devirde birkaç çadırdan meydana gelen Kazak yerleşim birimi.] doğmuştur. Babası Mahmut fakir bir kişidir. Müsirepov dokuz yaşına kadar avulunda okuma yazma öğrenmiştir (Sovettik Kazakstan Jazuvşıları 1987: 433).
Avulundaki avul mektebinde okuma yazmayı öğrenen Müsirepov, 1916 yılında iki yıllık Rus avul mektebini, ardından da dört yıllık daha yüksek eğitim veren Rus mektebini 1921 yılında bitirmiştir. 1923 yılında Orenburg’daki İşçi Fakültesi’ne girip orada üç yıl Sabit Mukanov ile birlikte okumuş ve Saken Seyfullin ile tanışmıştır. 1926 yılında İşçi Fakültesi’ni bitirdikten sonra Ombı’daki Köy Enstitüsü’nde bir yıl okuyup, 1927-1928 yılları arasında Burabay Teknik Lisesi’nde hocalık yapmıştır. Ekim Devrimi’nden sonra Sovyet Hükümeti’nin faaliyetlerine katılmıştır. İyi derecede Rusçası olduğu için Sovyet Hükümeti’nin faaliyetlerinde aktif olarak çeşitli görevler üstlenmiştir. Rus okulunda okuduğu dönemde tanınmış Rus şairlerinin ve yazarlarının eserlerini okuması, avul mektebinde okuduğu dönemde de edebiyatçı olan öğretmeni Beket Ötetilov, gelecekte yazar olacak Müsirepov’a derinden tesir etmiştir. Müsirepov, Orenburg’da İşçi Fakültesi’nde okuduğu dönemde edebî bilgisini ve edebî zevkini geliştirmiştir. Bundan sonra basım işlerinde, Parti ve Sovyet idarî işlerinde önemli görevler üstlenerek, yazarlığını da geliştirmiştir (Kazak Adebiyeti, Sosyalistik Kazakstan gazetelerinin baş redaktörlüğü, Kazakistan Komünist Partisi’nin Merkez Komitesi bölüm başkanlığı, Kazak Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’nin Halk Komiserleri Sovyeti’nin Sanat İşleri bölüm başkanlığı). 1927 yılından itibaren KPSS üyesi olmuştur. 1938-1955 yıllarında yazarlıkla ilgili çeşitli faaliyetlerle ilgilenmiştir. 1955-1966 yılları arasında Ara dergisinin baş redaktörlüğünü ve Kazakistan Yazarlar Birliği’nin birinci sekreterliğini yapmıştır. 1958 yılından itibaren Sovyet Yazarlar Birliği sekreterlerinden biri olmuştur. Asya ve Afrika halklarıyla edebî ilişkileri geliştirme ve Sovyet edebiyatının başarılarını dünyaya tanıtmada büyük emek harcamıştır. Müsirepov, birkaç kez Kazak Sovyet Cumhuriyeti Yüksek Sovyeti’nin milletvekili, bir kez de Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği Yüksek Sovyeti’nin milletvekili seçilmiştir. O, Kazak Sovyet Cumhuriyeti Yüksek Sovyeti’nin başkanı da olmuştur. Üç defa “Lenin Ödülü”, iki defa “Emek Kızıl Tuğ Madalyası”, “Ekim Devrimi” ve “SSCB Madalyası” ile ödüllendirilmiştir. Müsirepov, Kazak Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti İlim Akademisi’nin akademisyeni (1958), “Sosyalist Emek Eri” (1974), “Kazak Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’nin Halk Yazarı” (1984) unvanlarını almıştır (Toğısbayev-Sujikova 2009: 191; Sovettik Kazakstan Jazuvşıları 1987: 433-434).
Eserleri: Romanları: Kazak Soldatı (1949, ilk önce 1945’te uzun hikâye olarak Kazak Batırı adıyla), Oyangan Ölke (1953), Ulpan (1974), Jat Kolında (1984); hikâyeleri: Kos Şalkar (1928), Kök Üydegi Körşiler, Şugıla, Talpak Tanav (1934); uzun hikâyesi: Tuvlagan Tol-kında (1927), Bir Adım Keyin, Eki Adım İlgeri; manzum hikâyesi: Kezdespey Ketken Bir Beyne (1966); tiyatroları: Kız Jibek (1935), Amangeldi (1934), Kozı Körpeş-Bayan Suluv (1939), Akan Seri-Aktoktı; makale ve edebî tenkitleri: Suvretker Parızı (1970), Zaman Jane Adebiyet (1982).

Ulpan (1974) Romanı Hakkında
Gabit Müsirepov’un Ulpan adlı romanında, avul kızı olan fakir Ulpan’ın nüfuzlu Eseney biy ile evlenmesi, Eseney biy’in yaralanması sonucunda sakat kalmasından sonra, Ulpan’ın Eseney’in bütün yetkilerini eline alarak zaman içinde tam bir halk anası oluşu anlatılır. Ulpan, romanda Kazak bozkırında yaptığı yenilikler ile öne çıkar.
Kazak tarihinde ileri görüşlü, lider, akıllı, feraset sahibi, akrabasına, çevresine, halkına karşı yakın ve samimi olan “halk anaları” vardır. Bu kadınlar, bütün Kazaklar için büyük bir değer ifade eder. Ulpan romanının kahramanı halk anası Ulpan da bu kadın kahramanlardan biridir.
Romandaki olaylar, 19. yüzyılın ikinci yarısında Kazakların Rusya hâkimiyetinde oldukları dönemde geçer. Yazar, tarihî bir kişilik olan Ulpan’ın hayatı etrafında, konar-göçer hayat yaşayan Kazaklar arasında Rus tesiriyle yaşanan reformları anlatır. Yazar, romanda kurguladığı Ulpan karakteriyle sonraki Kazak nesillerine Ulpan’ı ileri görüşlü örnek bir kahraman olarak sunar.
Konar-göçer devirde tıpkı bir erkek gibi yetiştirilmiş cesur ama fakir bir aile kızı olan Ulpan, kendisinden yaşça epey büyük olan Eseney biy ile evlenir. Eseney varlıklı, mal mülk sahibi ve etrafında kendisine bağlı pek çok uruk olan bir kişidir. Eseney hem otorite sahibi hem de çok yiğit bir kişi olmasına rağmen, aldığı bir ok yarası nedeniyle felç olur ve yürüyemez. Eseney’in sakat kalması nedeniyle genç ve cevval eşi Ulpan, onun bütün sorumluluklarını üstlenir ve tam bir “halk anası” olur.
Ulpan, arkasında kocası Eseney’in desteğiyle halkının yeni Eseney Bey’i olur. O, tam bir reformisttir. Halkına kendi idaresindeki toprakların tamamını paylaştırır. Paylaştırdığı bu topraklarda tarım yaptırır. Toprağı daha iyi işlemenin, topraktan daha çok verim almanın yollarını araştırır. Keçe çadırlarda yaşayan Kazaklara kışın kalacakları ağaç evler inşa ettirir ve onların yerleşik hayata geçmesi için uğraşır. Okul açtırır, “daha önce Rus tarzında hamam bilmeyen Kazaklara” hamamlar yaptırır. Ulpan, elinden her iş gelen, o dönemin modern Kazak kadınıdır. Ulpan’ın adı Rus Çarı’na kadar ulaşır ve onun yürüttüğü bu başarılı reformlar nedeniyle Çar tarafından kendisine bir takdir belgesi de gönderilir.

ULPAN
“Kadın kalkmadan, erkek uyanmaz”
    Kazak Atasözü

BİRİNCİ BÖLÜM

I
Eseney’in dört çift yılkısı Karşıgalı otlağına yaklaşıyordu. Kupkuru kalan yazınki yaylaktan gelmekte olan yılkı, sık ağaçlı ve engebeli bölgeye toynakları değer değmez ustura gibi keskin dişleriyle yerdeki otları koparıp yemeğe başladı.
Kazakların zenginliği yılkılarıyla ölçülür. Eğer kışa doğru, yılkının barınağını yeşil otlağın olduğu yere yakın tutmazsan, “Zenginlik bir jutluk[2 - Jut: Çok soğuk geçen kışlarda Kazakların geçim kaynağı olan hayvanlarının ölmesi ve bunun sonucunda yaşanan kıtlık ve açlık hâli.], batırlık[3 - Batır: Bahadır; düşmana karşı koyan; vatanını seven, vatanı için canını veren kişi; akıllı, aklı ile düşmanı yenip milletini yücelten kişi; cesur; yiğit ve gözüpek kişi.] bir okluk” dedikleri gibi, bazen tamtakır kuruyup yayan da kalıverirsin. Yayan kalan insan nesiyle insandır ki?.. Nesiyle Kazak?..
Eseney şu anda, yeri çiğneye çiğneye, yerdeki otları dişleyerek yavaş yavaş gelen zenginliğinin önünde, epeyce uzak bir yerde, yüksek tepenin başında at üstünde duruyordu. Gözün ulaşamadığı ufuğa kadar uzanan geniş, uçsuz bucaksız arazi gerçekten de övünülecek kadar vardı. Yığın yığın sık ormanlar. Dereli tepeli, toynak değmemiş yemyeşil otlu geniş arazi… Atın ayak hizasını birazcık aşan yağan ilk ak kar, yerdeki otları henüz tamamen gizleyememişti. Böyle bir yere erkenden gelip yerleştiğinden dolayı, mal sahibinin gönlü tamamen hoşnut gibi görünüyordu.
Eseney’in yanında dört yoldaşı vardı: en güvendiği dostu, uzak akraba “Türkmen” Müsirep, Alday boyundan avcı Müsirep, başka boydan olsa da, Eseney’in hemşehrisi Bekentay Batır ve Eseney’in yedekteki atını getiren genç yiğit, Türkmen Müsirep’in kardeşi Kenjetay.
“Türkmen” Müsirep biraz kaval çalardı. Onun “Bozingen”, “Bozmunay”, “Süyir Batır”, “Alkaköl”, “Alğaşkım” adlı küyleri[4 - Küy: Kazakların millî müzik aletleriyle çaldıkları geleneksel bir müzik türü, melodi.] vardı. Bundan sonraki tutkusu ise iyi bir at ve güzel bir elbiseydi; o, eğlenceye düşkün bir kişiydi. Ceplerinde karanfil bulunurdu… Halen ak düşmemiş sakal ve bıyığını itinayla tıraş ederdi.
Alday boyundan olan Müsirep, avcıydı. Baldağa[5 - Baldak: Av için kullanılan kartal ve öteki kuşların konduğu elin altındaki eğerle dirsek arasında destek olan ağaç.] dayadığı sağ kolunda “Tilki Perisi” adlı gözleri bağlı kara kartalı, sırtında ise oku ve uzun namlulu tüfeği vardı. O, birazcık sabırsızca, birazcık da çok konuşan bir adamdı.
Gün akşama dönüyordu ve hava bulanıyordu, çok geçmeden kar yağmaya başladı. Eseney uzaktan gözlerini dikerek, gelip durduğu bu yeri övmelerini bekler gibi yoldaşlarına baktı.
Böyle geniş bir otlağı Eseney’in aklına ilk düşüren kişi, avcı Müsirep idi. O, sanki bunu Eseney’e hatırlatmak ister gibi ona doğru yönelip:
–Ağa Sultan[6 - Ağa Sultan: 19. asrın ilk yarısında Kazak bozkırlarında ilçe yöneticilerine verilen isim.] pirimay! Dememiş miydim? Kışa doğru yılkı yavrularına bundan daha iyi yer olmaz, sahipsiz boş duran yer! Bir kış yayladın oldu, Ağa Sultan’ın otlağı diye bilinir de çocuğunun çocuğuna kadar gider! Dedi.
Eseney, onun sözünü bitirmesine izin vermeden ikinci Müsirep’e baktı. Bu söylediği “Ağa Sultan” ve “çocuğunun çocuğuna” sözlerinin Eseney’e ok gibi saplandığını, saf kalpli avcı fark etmedi bile. Ağa Sultan olmak isteyip de olamayan bir kişiye, iki oğlu bir günde ölüp, o zamandan beri geçen yirmi yıl içinde hanımı çocuk doğurmayan bir kişiye, söylenen deminki sözlerin alay etmek ve küçük düşürmek ile eşit olduğunu dalkavuk avcı anlamamış olsa gerekti. Şöhret düşkünü, lakap düşkününün sözünü tekrarlar.
Geçen kış avda karşılaşıp Eseney’e iki tilki, üç gelincik vermişti, bundan yüz bulup sohbetin arasına girip lafı bölüyordu. Bu yıl, işte Eseney’in yanında Eseney’in kurt kovalayan avcı köpeklerini besliyordu. Kendisi de ava düşkün olan Eseney, onu bozacak sert bir söz söylemiyordu. Sadece elini kaldırıp onu susturdu, bütün olup biten bu kadardı…
–Yaz güz hayvan tırnağının değmediği bir otlak olduğu besbelli. Fakat bu gün sahipsiz bir yer var mı, bir sahibi vardır belki de, diye “Türkmen” Müsirep biraz ağırdan alıyordu. Avcı Müsirep yine araya girdi:
–Yok yok! Sahipsiz demedim mi? Bu civarda benim bilmediğim yer var mı, hey Allahım! Kurdu ve tilkisinin işaretine, damgasına kadar bilirim. Tanrı biliyor diye söyleyeyim, “Karşıgalı”da üç bin kurt, beş bin tilki, on iki bin gelincik, yedi bin tavşan var!..
“Türkmen” Müsirep adaşına bakıp ona sataştı:
–Ak keklikler ve kara kekliklerini saymamış olmalısın Müsirep Bey!
–Eğer üç bin kurdu olsaydı, benim yılkımı bir kışta yiyip bitirmez miydi? Diye Eseney de şaka yaptı.
Kenjetay, ağabeyine bakıp ona gözüyle sık ormanın orta tarafını işaret etti. Müsirep kardeşinin işaret ettiği tarafa baktı:
–Şu sık ağaçlığın ortasında üç yerden duman mı görünüyor sanki, diye Eseney’e döndü. -İşte atlı adamlar da göründü.
Üç atlı adam hızla at sürüp geldi. Biri önde, diğer ikisi daha arkadaydı. Öndekinin atı ya rahvan giden bir at ya da orta hızda giden çok zayıf bir at olmalıydı. Arkadaki iki kişi onun arkasından geliyordu.
Öndeki genç, tepenin başında duran kalabalığın önüne yaklaşıp konuşmaya başladı:
–Nasılsınız ağalar!.. “Karşıgalı” otlağını mesken tutup konan üç avulluk Kürlevit boyunun ricasını bildirmeye geldik… Bu yıl kışın burada barınabiliriz dediğimiz, yaz boyunca kullandığımız nadide bir yerimizdi. Varıp yerleşen bir boy değiliz… Zavallının ahı, ar edene denk gelirmiş diye gönderdiler… dile getirdiğimiz ricamıza bir kulak verseniz…
Avcı Müsirep, Eseney’e yaranmak isteyip, ricasını bitirmesine izin vermeden gencin sözünü kesti:
–Dur dedikten sonra laf kalabalığı yapmadan dur, çocuk! Avuluna selam söyle: Eseney Ağa Sultan’ın atının burnunu dayadığı yer için onlar mücadeleye girip boşa yorulmasınlar! Dedi.
Genç de şaşırmadı:
–Eseney’i olmayan boy da boy imiş, halk imiş deseniz ne olur, kızıl ateş gibi etrafı kaplayarak gelen yılkısının yönünü geldiği yöne geri çevirseniz. Bu bizim sizden ricamız…
–Şunu görüyor musunuz kimin adını anıyor! Kuyruğunu kıstırıp, sopa çeksin diye mi bekliyorsun? Diye avcı hızla atını mahmuzladı. Eseney, koluyla engelleyip durdurmasa neredeyse bir kaza çıkacaktı.
Genç delikanlı bu sefer cevap vermedi. Başını eğip, ricasına cevap bekledi.
Eseney, böyle cesur gençleri çok beğenirdi. Henüz yirmisine bile basmayan genç çocuğun sözlerinde hem anlam hem de öfke vardı. O, böyle yetiştiririm diye ümit ettiği iki oğlu birden çiçek hastalığından bir gün içinde vefat ettiğinden beri, böyle sağlam karakterli gençlere her zaman imrenerek bakardı. Kendisiyle aynı boydan olan on avul Sıyban’ın içinde ümit vadeden gençlerin hepsini de takip ederdi. Genç delikanlıya imrenip “Türkmen” Müsirep’e baktı, bu bakışı, nazik cevap ver der gibiydi.
“Türkmen” Müsirep, genç delikanlının kelime seçiminden onun öfkesinin kudretini hissetmişti. “Kürlevit boyu” diyerek ricacı gönderen hangi zengin avul dersin? Ricada bulunmasını bilen bir aksakalı da mı yok acaba?
–Yavrum, rican sonuçsuz kalmaz, dedi o, -bu sonuçsuz bırakılacak rica değil. Avuluna gidip bunu söylersin. Görünüşü samimi olandan ümidini kesme derler, görmüşsünüz demeye içim elvermiyor. Ne yazık ki, öfkenden kaynaklansa da biraz gururlanarak konuştuğun da oldu. Avuluna gidince bunu da söylersin.
Genç delikanlı bu sefer de hemen cevap verdi:
–Ricamızı bildirip gel diyen halk, gururlanarak söyle diye tembihlememişti, ağalar. Böyle olduğu için, kabahat bende. Yerinde söylenen söz yerini bulur, yerinde söylenmeyen söz gider sahibini bulur demişler ya! İşte, ayıbım! Diye atından inip, atın uzun yularını Kenjetay’a doğru fırlattı. -Nasıl olsa yedekte at sürüyorsun, bunu da al yedekte sür.
Daha sonra iki arkadaşından birini atından indirip, onun atına binip atını sürdü.
–Affediniz, ağalar…
Arkadaşları ise ikisi birlikte bir ata binip gitti.
Eseney uzaklaşarak giden genç delikanlıya uzun süre bakakaldı. O an, çocuksuzluk derdi onun bütün ruhuna işleyip, bütün aklı fikri bu genç delikanlının ardından uçup gitmiş gibiydi.
–Tüh, kuyruğunu kıstırıp, iyice dövüp alman gerekliydi bunu senin! Dedi avcı Müsirep, yeniden sinirlenerek. “Kuyruğunu kıstırıp” sözünü de çok akıllıca bulup söyledim diye yeniden tekrarladı.
–Hay Allahım, bu kimin kızı imiş! Diye “Türkmen” Müsirep Eseney’e baktı.
–Kız? Gün boyu Eseney’in ağzından çıkan ikinci söz buydu.
–Evet, kız!.. “İşte, ayıbım!” derken sana göz ucuyla bakış attığını nasıl fark etmedin? Hem yalnızca bir bakış atmak değildi bu, üstelik göz ucuyla da olsa seni basbayağı süzüyordu hani!..
–Ay, Türkmen ay, yaşlansan da kadın kız denildiğinde hep tetiktesin ya, dedi Eseney. Neden olduğu bilinmez ama bu duruma içten içe gururlanmış gibiydi.
Avcı Müsirep şaşkına döndü.
–Kız ise, beni Allah çarpsın! Dedi. -Ben maskara oldum. Bu, Artıkbay Batır’ın kızı Ulpan. Onların evlerine misafir olalı daha bir ay olmadı. Hiç olmazsa bari kara rahvan atını tanısaydım ya hu, onu da nasıl tanıyamadığımı görüyor musun! Bir gün benimle ava çıkıp iki kaz avlamıştı. Ay canım, şimdi senin yüzüne nasıl bakarım ben! Diye saf avcı hayıflanıp üzüldü.
–Falakaya yatırmak istemiyor muydun? Yüzüne bakmadan da falakaya çekebilirsin işte! Diyerek kendi kendine hayıflanıp duran, şaşkınlık içindeki avcıyı “Türkmen” Müsirep iyice yerin dibine soktu.
–Artıkbay Batır’ın kızı mı dedin sen? Dedi Eseney.
–Oy, Ağa Sultanım! Evet, onun kızı, Ulpan. Onun bindiği, arka ayağının toynağında ak lekesi, alnında ak akıtması olan kara rahvan ya, işte!..
Kızın sadece bir kere göz ucuyla Eseney’i kimseye fark ettirmeden süzdüğünü “Türkmen” Müsirep’ten başka hiç kimse fark etmemişti. Gün batıp hava kararıyor, kar serpiştirmekte… ricada bulunmaya bir kız gelecek diye kim düşünebilirdi ki! Ulpan, onlarla görüşmeye geldiği sırada konuşmasını değiştirip, söylediklerine hepsini inandırarak, kız olduğunu kimseye belli etmemeye gayret etmişti. Öyle olsa da, kızın adı kız, meşhur batır, adı duyulmuş âdil biy[7 - Biy: Kazaklar arasında bir anlaşmazlığı gidermek için iki tarafı dinleyerek karar bildiren kimse, hâkim; hatip, güzel söz söyleyen, sözü dinlenen, itibarlı kişi.] olarak adlandırılan Eseney’e, bir anlık da olsa baktığını kızın kendisi bile farketmemişti.
Yaylalardan aşıp gelenin, Eseney’in yılkısı olduğunu avulu biliyordu. Kalın siyah bezden olan şapkası yüzünü kapatmasına rağmen, deve kadar doru koyu renkte olan atın üstündeki iri vücutlu adamın Eseney olduğunu Ulpan da aslında anlamıştı. Beş yaşındayken onu gördüğünü de, korktuğunu da hatırlamıştı. Fakat yine de kendisini ona tanıtmamıştı.
Eseney’in ekibi ne yapacağını şaşırdı. Ne yapmak gerekliydi? Kara rahvan atı kızın ayıbının bedeli diye nasıl alacaklardı? Bak, zeki kız bunların başına nasıl da utanılacak bir iş açmıştı. Evet, “malım, canımın sadakası; canım arımın sadakası” diyen halkın nasihatini dikkate alırsan eğer, bu uygun bir iş değildi. Eseney arkadaşlarına baktı, “ne yapmak gerek?”.
–Artıkbay Batır’a güç gösterisinde bulunur gibi olmamız ne kadar büyük ayıp! Kızının atını ayıp bedeli olarak almamız ikinci ayıbımız. Rica bildirmeye gelen kızın atını ceza bedeli olarak almamız, ayıp bedeli konusunda bu güne kadar halk içinde duyulmamış bir iş! Diye “Türkmen” Müsirep Eseney’in çiçek hastalığından çopur olan yüzüne baktı.
Eseney ömrü boyunca ayıp bedeli ödemiş adam olmadığı gibi, ayıbı olan kişilere sert cezalar vermekten de hoşlanan bir biy idi. Hiç olmadık yerden başına bela açılmasına halen gülesi geliyordu, halen bu meseleye bir çözüm bulamadığı da bir gerçekti. Artıkbay bir defasında onu namus ölümünün elinden almış kişiydi, ikinci defa ise ölümün kendisinden kurtaran yaşlı yoldaşıydı, batır kişiydi.
–Kara rahvanın yanına bir at daha koşup göndermek uygun olur! Dedi “Türkmen” Müsirep.
–Kurban olayım adaşım benim, buldun buldun işte! Benim yaşlı boz atımı koşup beraberinde gönder! Dedi saf kalpli avcı.
Eseney “yürü!” anlamında omzuyla işaret ederek Kenjetay’a emretti.
–Artıbay Beye selam söyle, yarın kendim de gelip selam verir dönerim.
Kenjetay, kendisinin çektiği Eseney’in “Müzbel” adlı doru akıtmalı atını kara rahvan ile birlikte koşup yola koyuldu.
Eseney yoldaşlarına şimdiki kararını açıkladı:
–Bu tepeden ileriye bundan sonra bir at dahi ayak basmasın! Sadir’in yılkı süründen başka diğer yılkı sürülerinden ikisini Kusmurın’a doğru, dördüncü yılkı sürüsünü bizim Akkuvsak, Kara Emen, Elaman göllerine doğru gönderin. Sadir’in yılkı sürüsü şimdilik burada kalsın. İki adaş benimle kalıyorsunuz, Bekentay, sen Kusmurın yılkı sürüsüyle birlikte gidersin.
Eseney’in arkadaşları onun emirlerini yerine getirmek için dağıldılar. Eseney ise kendi konaklayacağı yeri kurdurmak için yalnız başına göle doğru yöneldi.
“Bundan on yıl önce yer altındakinin bile sesi herkesten önce bana ulaşırdı, gelip Artıkbay Batır’a bulaşmam yaşlandığımın göstergesi ah! Diye düşündü Eseney. -Yoksa bu, kadrimi kıymetimi yitirdiğimin işareti mi? Peki ya, avcının çığırtkanlığına uyup onun ardından gidişime ne demeli? Eskiden var ya, onun gibilere kendim haddini bildirirdim!”.
Az önce yaşanan küçük olay, Eseney’e bundan on beş yıl önce yaşanan olayları hatırlattı. Artıkbay Batır’ın müstesna kahramanlıklarını gözünün önüne getirdi. O zaman kendi halinde yaşayan halka, tekrar tekrar saldırıp, tekrar tekrar talan eden Kenesarı Töre[8 - Töre: Han sülalesinden olan erkek çocuklara verilen unvan, şehzade.]’nin isyan zamanıydı.
Kenesarı, Rus sınırında yaşayan Kerey-Uvak boyuna iki defa saldırmıştı.
–Kenesarı’yı han seçmeye razı olan ak sakallı, kara sakallı biyleri tez gelsin! Diyerek halkın üstüne eşkıyalar gönderdi ve üç gün içinde haber çıkmazsa onlara saldıracağını bildirdi. Kenesarı’nın beraberindekiler yılkıya da, kadın kıza da düşkündü.
Tobıl, Baglan, Stap, Kpitan şehirlerine yakın oturan beş bolıs[9 - Bolıs: Çarlık Rusya zamanındaki bir idarî taksimattır, ilçenin karşılığı sayılabilir. İdarecisine de bolıs denir.] Kerey-Uvak’ın sınırda oturanlarına birkaç kez saldırıp gitti. Bu boyların Sarıarka’ya doğru sınır bölgelerinde oturanları olmakla birlikte, Rus şehirlerine sınırda oturan kalabalık bir kısmı canlarını zar zor kurtarabilmişti.
Amankaragay ilçesine bağlı çok kavimli boyların hayatına pazar girmiş, çay, şeker, ekmek, başörtüsü, sabun, basma kumaş, kadife, ipek, deri girmişti. Bundan yirmi yıl önce hanlık yıkıldıktan sonra, savaşlar azalmış, sakin hayat düzeni sağlamlaşmaya başlamıştı. Bütün bunları unutup, Kenesarı’yı han seçmeye bu boylar hiç yanaşmadı: saldırıya uğruyorlardı, kızları gelinleri horlanıyordu, bu sebeple onlar Kenesarı’yı han seçmeye hiç yanaşmadılar.
Eseney bir şey biliyorsa, o da Kenesarı akılsız bir adamdan başka bir şey değildi. Kazak Hanlığı’nın artık sınırları da yoktu, hiç değişmeden duran kanunları da yoktu. Birisi han seçilirse, Han Cengiz’in bütün nesli halkı boy boy bölüp idare edip, aklına eseni yapıyordu. Doymuyordu da, bırakmıyordu da. Şimdi Kenesarı o dönemin düzenini yeniden getirmek istiyordu. Bu halk ise zaten o devirden tamamen bıkmıştı. Kenesarı’nın kıt akıllı, dik başlı olduğu artık net bir şekilde görülmüştü. Onun akıllı bir adam olmadığı herkes tarafından anlaşıldı.
Kazak topraklarının batısından doğusuna kadar ulaşıp, güneyine dayanan Rus şehirleri vardır. Oral, Orınbor, Tobıl, Tümen, Kızıljar, Ombı, İrbit, büyük şehirlerdir. Bu şehirlerin görünüşleri güzelleştirilip, Kazak-Rus yerleşim yerleri kuruldu. Bu durumda Kenesarı, kendi hanlığını nereye kuracak! Betbakdala’ya mı? Ona katılan halkın “Aktaban şubırındı”[10 - Aktaban Şubırındı: Kazakların, 1723 yılında (Bolat Han devri, 1718-1730) gerçekleşen büyük çaplı bir Kalmak saldırısı sonunda büyük kayıplar vererek Güney Kazakistan’ı Kalmaklara bırakmak zorunda kaldıkları, Kazak hafızasında hiç unutulmayan acı tarihî olaylardan biridir. Bu olayın Kazak tarihinde “Aktaban şubırındı” olarak adlandırılmasının nedeni, Kalmaklara yenilen Kazakların kafileler hâlinde, ayak tabanları yürümekten bembeyaz oluncaya kadar, daha kuzeye, Güney Kazakistan’dan Kazak bozkırlarına doğru göç etmesinden dolayıdır. “Aktaban şubırındı” yıllarından sonra Kazak Hanlığı’nda iç huzursuzluk belirgin bir şekilde hissedilmeye başlamış ve bu huzursuzluklar sonrasında Üç Kazak Cüzü idarî olarak tamamen ayrılma sürecine girmiştir.] olmama ihtimali var mı? Bundan iki üç yıl önce Kenesarı’ya katılanların şimdilerde kaçtığı görülüyor. Bunu da anlamıyorsa eğer, Kenesarı gerçekten de ahmaktır!
Sömürgeci Çarlık’ın aldıkları da az değil, Rus şehirlerinden senin aldıkların da az değil. Han’ın kazanına koyulup pişenin senin ağzına köpüğü de değmez, kemiği de değmez.
Bunu düşünen halk, huzurunu bırakıp da Kenesarı İsyanı’na direnerek katılmadı. Bunu idrak eden Eseney, Kenesarı’ya karşı mücadeleye girişti. Kerey-Uvak olarak adlandırılan bes bolıs, Eseney’in etrafına toplandı da toplandı.

II
Kazak savaşlarında yaralananlar çoktur, ama ölenler azdır. Ok, çoğunlukla uzaktan atılır ve çok derine isabet etmez, hafif yaralar. Topuzu olan kişiler, mızrağı da çok kolay bir şekilde saplayıp ortasından kırabilir. Mızrağı kırılan kişi, silahsız bir insan ile denktir. Kılıç, karşı karşıya mücadeleye girişip kılıçla savaşmak, Kazak savaşlarında âdet değildir. Eseney ile Kenesarı birliğinin üç yıldır devam eden savaşında halen üç yüz kişi bile ölmüş değildir. Yaralanıp, savaşan birlikten ayrılan sakatlar ise her iki evden birinde mutlaka vardır.
Şimdi Kenesarı’nın kalabalık birliğini Kerey-Uvak’ın tam kalbine, Esil boyuna topladığı ve Eseney’e karşı büyük bir sefere hazırlandığı anlaşılıyor. Eseney de beş bolıs halkının yiğitlerini etrafına toplayıp, yaylak göllerine kondurdu. Daha sonra ise topladığı halkını, her boyun batırlarına ve herkesin güvendiği aksakallarına emanet edip, kendisi de yanına kırk kişiyi alarak, bir kez daha görüşmek için ilçe başkanı Ağa Sultan Şıngıs’a gitti.
Amankaragay ilçesinin Ağa Sultanı Şıngıs Uvalihanov adlı töre idi. O, Kenesarı İsyanı’na destek vermiyordu, ancak karşı da çıkmıyordu. Saldırıya uğrayan halkı mı varmış, Kenesarı’ya katılan halkı mı varmış, hiç umursamadan, Ağa Sultan bunların ikisine karşı da çaresiz bir kişinin kayıtsızlığıyla kendi ordasında[11 - Yönetim merkezi, idare merkezi, saray.] sükûnet içinde oturuyordu. Üçüncü yılına giren talana, yıkıma tek bir ses bile çıkarmıyordu. Kışa doğru kırk semiz soğım[12 - Kışın kesilmek için özel olarak semirtilen hayvan.], yaza doğru kırk sağımlık kısrak, yüz kısır koyun topluyordu, bunları toplayıp veren halk, saldırıya uğradığında ise hiç sesini çıkarmıyordu. Ağa Sultan’ın bu şekilde ikili oynaması, idare ettiği halkın içinde fitne de doğurdu. Bu sebeple Eseney’in de Ağa Sultan ile arası tamamen açılmaktaydı.
Eseney, Ağa Sultan kurulunun en değerli biyidir. Âdil, ama sert mizaçlı olarak tanınan bir kişidir. Uzun süre düşünmesine karşılık, kararını hızlı verir. Hırsıza arsıza karşı çok serttir. O, yanındaki kırk yiğidi ile ilçe merkezine geldi. Eseney, Ağa Sultan’ın ordasına, güvendiği yoldaşı “Türkmen” Müsirep, Artıkbay ve Sadir adlı iki batırını alarak girdi.
Şıngıs, Eseney’e doğru gelip selamlaştı.
–Eseney Bey, hoş geldiniz. Tör’e[13 - Evin (çadırın) en değerli yeri, köşesi, baş köşe.] buyrunuz…
Yüzüne doğrudan bakılamayacak kadar kötü görünen çiçek bozuğu yüzlü, orta boylu adama, gövdesine ancak yetiştiği Eseney’e, Ağa Sultan bir yandan şaşkınlıkla bir yandan korkuyla bakıyordu.
–Kendi yerinize, kendi yerinize! Deyip ne yapacağını bilemeyerek kendi yanında yer gösterdi.
Tör’de oturan Kenesarı’nın elçisi Tilevimbet Biy ile Janay Batır ve birkaç kişi daha, hepsi de ayağa kalkıp Eseney ile selamlaştı.
Eseney, Tör’de oturan Tilevimbet Biy’i daha ileriye kaydırıp, her zamanki kendi yerine, Şıngıs’ın sağ tarafına yakınlaşarak oturdu. Otururken, Eseney’in dizi, Tilevimbet Biy’in bacağına çarptı, o ise hemen bacağını çekip, Janay Batır’a doğru yaklaştı.
–Hayırlar ola Eseney Bey!.. İlçe kurultayının vaktinden bir ay önce geldin, hayır mı, hayırdır inşallah!
–Hayır olsa gelir miydim, Allahım, Ya Rabbim! Cin çarpmış kardeşin, idaren altındaki halkına her gün saldırıp bir huzur mu veriyor! Dedi Eseney. Özellikle de Tilevimbet’e laf çarptırarak söyledi.
–Kerey-Uvak’ın içinde eğer senin bir Eseney Bey’in varsa, dışarıdan hiç kimseye minnet duymana gerek yok diye, biz burada huzur içinde duruyorduk…, diyerek Şıngıs sözünü tamamladı.
–Bu senin bahsettiğin Kerey-Uvak’ın at üstünde uyuyalı beri üç yıl oldu. Bu senin çok iyi bildiğin bir durum… Dedi Eseney, bu sefer Şıngıs’ın doğrudan yüzüne bakarak konuştu.
–Ooo, Eseney Beyim çok sinirlenip gelmiş… Eseney Beyim öfkeliyse ben âdetim olduğu üzere ağzımı açamam, diye Şıngıs böbürlenerek yalandan güldü. -Kırıcı konuşmadan sabredelim demeye de dilim varmıyor.
Uzayan sözün farklı bir mecraya gitmekte olduğunu sezinleyen Tilevimbet Biy, konuşmaya başladı. O, iyi bir hatipti. Söze başlayan Tilevimbet, imalı imalı konuşarak, atasözleri ve deyimlerle konuşmasını süsleyerek, iyice coştu. En nihayetinde onuru kırılmış bir şekilde, tehditkâr bir üslûpla söz söyledi:
Kazak Kazak olalı,
Kendi önüne halk olup,
Sağ salim bir konalı,
Hanlığından ayrılsa,
Halk olmaktan uzaklaşır.
Tay yüzen kara saba[14 - Saba, kımızı saklamak amacıyla at derisinden yapılan kımız kabıdır. Bu kabın içine yüz litreden fazla kımız sığdığı için büyüklüğünü vurgulamak amacıyla tay yüzen yani kabın içinde bir at yavrusunun yüzebildiği ifadesi kullanılmıştır.],
Buharadan gelen tay kazan,
Hepsi mahvolur.
Kara ekmeye kul olup,
Hanına dil uzatan,
İster biy, ister kul olsun,
Bir cezasını çekecek,
Böylesinin onduğunu görmüş değilim.
Tilevimbet bu şekilde bir güç gösterisinde bulunup sustu. Eseney, ona cevap vermek istemeyip Müsirep’i omzuyla dürttü.
–Ağam, siz ne zamanki hanlıktan, hangi hanlıktan bahsediyorsunuz? Bu oturan Ağa Sultanımızın babası Uvalihan öleli yirmi yılı aştı. O zamandan beri Sibir’e bağlı altı ilçelik Kazak’ın hanının varlığını işitmedik de bilmiyoruz da. Kenesarı’ya oradan buradan katılan avareler hanımız diyorsa da, biz hiç öyle düşünmüyoruz, onlar öyle diyorlarsa varsın desinler. Fakat beni han seçmezseniz size saldırırım diyen başıbozuğu, aklı başında olan halk, han seçmez herhalde. Siz, bizim boyumuz arasına iki defa gelip, bu şiirinizi iki defa okudunuz. O zaman bizim beş bolıs Kerey-Uvak size nasıl cevap verdi? Hatırlıyor olmalısınız galiba?
Tilevimbet Biy, “Türkmen” Müsirep’in tek bir sözünü bile duymak istemeyen bir tavırla gözlerini kapatıp, başını öne eğip sessiz kaldı. Kenesarı’nın biyine, Rusların tayin ettiği ilçe biyinin kendisi cevap vermeyerek, yanındaki at bakıcısı “Türkmenine” cevap verdirtmesi, gerçekten çok ağır bir aşağılama idi.
Tilevimbet’in çalım satması, Müsirep’i de rahatsız etmişti, bu sebeple o, sözün sonunda biyi iyice yerin dibine soktu.
–İlk gelişinizde sağ salim dönmüştünüz… Peki, ikinci gelişinizde ne oldu, hatırlıyor musunuz? Diye Müsirep azıcık duraksadı ve Eseney’in gözüyle işaret etmesini dikkate almayarak, -Bindiğiniz atınızdan da olup geri dönmüştünüz! Dedi.
Kenesarı’nın Kerey-Uvak boylarına ikinci defa gönderdiği elçisi Tilevimbet Biy’in, o defa büyük bir utanç yaşayıp geri döndüğü doğruydu. “Ağzı iyi laf yapan” biri olarak bilinen biy, atasözleri ile halkı uyutuyordu. Beş bolıs Kerey-Uvak’ın arasında büyük bir heyecan hâsıl olup, onlar düşünceden çok, güzel sözlere itibar eder olmuşlardı. Bu söz ustalığı, biyin kendi ustalığı değildi elbette, onun evirip çevirerek söylediklerinin, zaten halkın kendi öz hazinesi olduğunu cahil halk fark edemiyordu.
–Peh peh, nasıl söyledi ya hu! Halkın derdine dertlenen Edige olsa ancak böyle olurdu! Gibi sesler çıkmaya başladığında, Tilevimbet:
–İdrak ettiyseniz, bu bana yeter halkım! Diye gururlandı.
Tam o sırada, kalabalığın arasında oturan Eseney Biy’in önüne kır sakallı bir adam gelip çöktü:
–Adil biy diyerek huzuruna geldim, sana başvurdum, Ese-ney. Ricamı dinle! Bu evliyalık taslayan Tilevimbet Biy’in bindiği sarı rahvanı kimin acaba? Eğer bunu biliyorsanız söyler misiniz? Dedi.
–Kendinindir herhalde! Dedi Eseney. Tilevimbet Biy birisinin atına binip geziyor mu diyorsun?
–Eseney Biy, kurduğun tuzağın varmış demek! Dedi Tilevimbet öfkeyle bağırıp.
–Yok, Eseney Biy, altı ilçeye ünü yayılan sarı rahvan at benimdir. Bu kişi başkanlığında geldiler, iki hafta oldu, sarı rahvanın neslini önlerine katıp hepsini götürdüler. Ondan sonra da kendim dün göçüp Kpitan şehrinin girişinde durakladım.
Az önce Tilevimbet’e saygı duyan halk, şimdi birdenbire ona karşı oluvermişti.
–Ayıp ayıp!
–Ölmek bile bundan daha iyidir!
–Peki, sen kimsin? Diye sordu Eseney.
–Birinin adı iyi namıyla ünlenir, birinin adı ise rezilliğiyle! Atıgay-Karavıl Savıtbek’in adı, eğer sarı rahvan rezilliğiyle duyulduysa, işte ben, o sarı rahvanı ile adı duyulan koyunlu Atıgay’ın bir kötü ihtiyarıyım.
–O zaman sen Jamanbalasın ya hu!
–Öyle diyorsan öyleyizdir.
–İşte biy efendim, hükmü kendiniz veriniz, dedi Eseney Tilevimbet Biy’e.
–Kırk kamçı falaka!
–Kime?
–Biy hakkında şikâyette bulunana elbette!
Eseney, biraz duraksadı ve:
–At senindir! Dedi Jamanbala’ya.
Müsirep, Tilevimbet’e işte bu yaşanan olayı hatırlatıp, ona laf dokundurdu ve artık daha fazla ileriye gitmedi. Tilevimbet’in donakalan vücudu taş gibi oldu.
Eseney, Şıngıs’a doğru dönüp konuşmaya başladı:
–Öfkelenerek gelmişsem de sebebi varmış Ağa Sultan. Kusuruma bakma! Tay yüzen kara saba, tay kazan denilenler artık günümüzde boş sözler. Ekmek ile oynamayalım. Ekmek, artık her Kazak’ın gün görmesi anlamına geliyor. Vakti zamanında kara sabası olan, tay kazanı olan hanlar hangi Kazak’ı doyurdu? Han’ın kazanını da sabasını da Kazak halkı dolduruyordu daima. Şimdi de öyle. Tekrar diriltip han seçtiğin kişi, hanlığını nerede kuracak? Betbak’ın çölüne mi? Bundan iki üç yıl önce Kenesarı’yı han seçiyoruz diye yaygara koparan halk, şimdi sıra sıra dizilip kendi topraklarına dönüyor. Benim bildiğim bir şey varsa o da, Kenesarı altı vilayete han olmak bir yana, kendi yurduna dahi sığamadan bozkıra, Sarıarka’ya doğru kaçmakta. Şimdi o, kaçak, diye sustu.
Şıngıs’ın kendi düşüncesi de buna yakın idi. Napolyon’u yenip, Batı dünyasının tekebbürlüğünü ezip geçen Rus teçhizatına karşı başkaldırmaya, şimdi hangi büyük ülke olursa olsun, cesareti yetmezdi. Böyle bir güç şu anda yeryüzünde mevcut değildi! Doğrusu Kenesarı, sadece halkı biraz kışkırtıp düzeni bozmuştu, ama bir süre sonra bastırılıp, bu isyan hareketi sona erecekti. Diyelim ki, Üç Cüz’ün bolısları ve biyleri baş başa verip Kenesarı’yı han seçerse, mümkün, Kazakları müstakil bir halk olarak kabul eden Çarlık, zulmünü onlardan hiç eksik eder miydi, ya da ne yapardı? Fakat hanlık denilen şey ebediyen var olamaz. Ağa Sultan bunu çok iyi biliyordu. Talan ve eşkıyalıktan bıkıp usanan öfkeli halkın, “Çok yaşasa Kenesarı yüze kadar yaşar!”[15 - “Köp bolsa kenesarı cüzge keler, jüzge jetse ajal kelip ol da öler.” Kazaklar arasında Kenesarı isyanı ile ortaya çıkan “Kenesarı en çok yüz yaşına kadar yaşar, yüz yaşına gelse bile ecel gelir nihayetinde o da ölür.” anlamına gelen bir sözdür.] demeye başlaması, her yere yayılmıştı. Kalabalık halk ondan uzaklaşmaya ve ondan tamamen ayrılmaya başlamış gibiydi. Bu oturan kara çopur, bunların hepsini tamamiyle idrak edip, han soyundan olan Ağa Sultan’ın yüzüne doğrudan söylemekteydi. Ya halkının yanında ol, ya da akrabanı savun, iki taraftan birini seçerek safını belirle demişler ya hu.
Çarlık’ın koyduğu düzene göre, önce, Ağa Sultan olan kişi Kenesarı’ya karşı mücadele etmeliydi. Bunu nasıl yapacaktı? Tilevimbet Biy, asker toplayıp Kenesarı’ya katıl diye emir vermişti. Buna nasıl gidecekti?
Eseney yine konuşmaya başladı:
–Kenesarı Kerey-Uvak’ın tam kalbine binlerce asker toplayıp, bugün yarın saldırayım deyip duruyor. Bizim de oturup bakacak halimiz yok herhalde. Neticede, bu defalığına bir kısmımız saygı gösterip sesimizi çıkarmayacağız. Özellikle bunu haber vereyim diye geldim…
Söz arasındaki birazcık boşluktan faydalanıp Tilevimbet Biy Eseney’e dönüp:
–Amankaragay ilçesinin en üst düzey biyi Eseney, Rusların heybe taşıyıcısı olmuş dendiğini işittiğimizde sevineceğimizi de, utanacağımızı da bilemedik… sen kendine hangisini layık görüyorsan, bizim için de öyle olsun. Hayırlı olsun! Diyerek âdeta bir büyü böceği gibi yakıp geçti.
Eseney hiç çekinmedi.
–Eseney’in eski heybesine Kenesarı’nın iki yüz batırı sığdıktan sonra, ben heybemden tamamen razıyım, dedi o. -AtıgayKaravıl’ın hatırı sayılır biyi idiniz, Kenesarı’nın ayakçısı olup boş işlerle uğraşmanız size de hayırlı olsun…
İkisi arasında yaşanan bu didişmenin ardından ikisi de sustu. Üçüncü yılına varan çatışmalarda Eseney, Kenesarı’nın iki yüz kadar askerini esir edip Stap’a teslim etmişti. Bu sebeple ona, horunjiy[16 - Horunjiy: Subaylıkta bir rütbe.] unvanını vermişlerdi. Tilevimbet Biy, Ağa Sultan seçiminde eski biylik unvanını bırakıp, şimdilerde Kenesarı’nın “ayak işlerinde” hizmet ediyordu. İki biyin devamlı karşılıklı atışmaları bu sebeplerle idi.
Şıngıs çok zor durumda kaldı. Esasen Eseney’in ne diyeceğini Şıngıs önceden sezmişti. Eseney’in bu seferki geliş sebebi, ya katıl ya da ayrıl, tarafını belli et demeye geliyordu. Yarın kendi idare ettiği ilçenin tam yarısı kadar büyük bir bölümü saldırıya uğrarsa, Eseney bu durumu Sibirya Gubernatörü’ne[17 - Vali.] şikâyet etmez miydi? Şıngıs şimdi onu hafife alıp önemsemediğini sezdirirse, o, soluğu doğru Gubernatörde alacaktı. Ombı’da altı ilçeden sorumlu olan Turlıbek vardı. O, Eseney’in akrabasıydı, teyzesinin oğluydu. Şikâyetin ilki “Saldırı karşısında Ağa Sultan’a kendim gidip haber verdim, hiç kulak asmadı” demekle başlardı… Peki, mücadele içerisinde olan iki tarafın benim gözümün önünde karşılaşmalarına ne yapacaksın. Böyle birdenbire parlayan bir tartışmanın çıkmasına sebep olan karşılaşmayı, bir yolunu bulup dağıtmaya nasıl bir çare bulunabilirdi acaba?
O sırada Alman mı, İsveç mi olduğu belli olmayan, Kazakların Bersen dediği sarışın Binbaşı Bergsen gelip:
–Ağa Sultan Mirza, at oyunları hazırlandı. Avcılar da hazır. Buyrunuz, dedi. Şıngıs buna çok sevindi.
–Kıymetli biyler, şimdi söz dalaşına girip kavgayı alevlendirmek hoş olmaz. İki tarafın da durumu anlaşıldı. Dışarı çıkıp askerî oyunları seyretsek nasıl olur? Diye yerinden kalktı. Misafirleri de onu takip ederek ardından çıktılar.
“Tehlike anında lazım olur” diye Sibirya Gubernatörü Ağa Sultan Şıngıs’a silahlı kırk Rus Kazak’ı vermişti. Onlar bir yandan Ağa Sultan’ın korumaları bir yandan da sesini çıkarmasına izin vermeyen gözlemci olarak bulunuyorlardı. Onlar ilk olarak at üzerindeki oyunlarını sergilediler.
Rus Kazakları at oyunları konusunda iyice mahirleşmiş kişilerdi. Onlar kâh şahlanıp koşan ata atlayıp biniyorlardı kâh koşarak gelen atın boynuna asılıp geçip gidebiliyorlardı. Atları da buna nasıl alışmıştı! Hızla koşup gelerek birden durup, hepsi bir yana doğru eğilip yatıyorlardı. Hiç kımıldamadan duruyorlardı. Oysa Kazak atlarının böyle bir durumda kendiliklerinden aklı başından gider, olmayacak şeyden ürküp her şeyi mahvederlerdi.
Rus Kazakları sonraki gösteriye bütün silahlarını kuşanıp ışıldayarak çıktılar. Kılıç, tüfek, ok ile sırayla birbirleriyle dövüşüyorlardı, ama buna rağmen hiçkimse yaralanmıyordu. Fakat gerçek bir savaşta bunların karşısında mücadele etmek zor gibi görünüyordu. Özellikle gün ışığında parlayan kılıçların ışıltısından insanın tüyleri ürperiyordu.
Şıngıs, Tilevimbet Biy’e unutulmaz bir ders vermek ister gibi, onun yüzüne arada bir bakıyordu. İnatçı ve aksi biy:
–Bunlar atlarını yatırıp kaldırırken biz de oturup bakacak değiliz! Dedi.
Evet, Kenesarı taraftarlarının inat ettikleri yönden yüzlerini çevirmeye niyetleri yoktu! Bu, açık tabiatlı halkın han soylularının, biylerinin ve bolıslarının, aksakallarının, gözler önündeki durumuydu. Onlar, halkın Çarlık’ın sömürgecilik siyasetine haklı olarak karşı oluşunu fırsat bilerek, hanlık kurmak niyetindelerdi. Onlar, artık bu düşüncelerinden dönmeyecek gibi görünüyorlardı, “gerçi bu saatten sonra hepsi birdi, iddialarından dönecek olsalar bile, artık Çarlık da onları affetmezdi, halk da affetmezdi”.
Rus Kazaklarının oyunlarından sonra “Hedef vurma” yarışı başladı. Bu oyunların ikisi de Tilevimbet Biy’in gelişi şerefine hazırlanmıştı. İki yüksek çam ağacına enine uzatılmış bir kalın ağaca, hedef olarak sıralanan birkaç metal parlıyordu. İkisi tay tırnağı gibiydi ve bakırdı. İkisi bir tengelik gümüştü, ikisi ise insan tırnağı boyutunda ve altındandı.
Binbaşı, hedef vurma yarışının kurallarını açıkladı: tay tırnağı kadar bakır hedefi vurup düşüren avcıya tilki derisi, gümüş hedefi düşürene kurt derisi, altın hedefi düşürene kunduz derisi verilecekti.
Eseney’in ekibinden Artıkbay, Tilevimbet’in ekibinden ise Janay adlı avcılar yarışmak için çıktılar. İki avcı yan yana geçip birbirlerini selamladılar:
–Kerey’in avcısı kime sıra verir diyorsun, at! Dedi Janay.
–Argın ağamızın balası, sıra sizindir, buyrun siz atınız.
–Sıramı verdim!
–Yok, ben ağabey sırasını çiğneyip geçemem, buyrun atınız!
–Kibirli Kerey’in avcısı, atıver artık!
–Yaşı büyük kişisiniz, siz atınız!
Böylece eski geleneğe uygun olarak üç kere birbirlerine sıra verdikten sonra, avcı Janay sadağına ok yerleştirip attı ve sağ gözüne konan küçük sineği eliyle uzaklaştırdı. Sineğin ısırdığı yeri bir süre eliyle ovuşturdu.
–Gözünüzü boş yere ovuşturdunuz…, dedi ona Artıkbay.
Janay ona bakmadan sadağını çekti, sadağın oku altın hedefe değdi, sarstı ama düşüremeden geçip gitti. Hızlıca okunu atan Artıbay’ın oku ise altın hedefi vurup düşürdü.
Görevli, parlayan kara kunduzu Artıkbay’a getirdi.
–Hey, sen! Tam benim attığım sırada neden konuşup gevezelik ediyorsun! Dedi boğazı düğümlenerek Janay, Artıkbay’a.
–Ben size dostça söz söyledim: ok atarken gözünü ovuşturursan eğer, okun hedeften dışarı gider… gitmedi mi?
–Benim gözümde senin babanın hakkı mı vardı?
–Artıkbay Batır’ın babasının hakkını değil, uyuz oğlağının hakkını bile başkasında bıraktığı görülmemiştir! Diyerek o da kabadayılık yaptı.
–Pis herif!
–Kaçak baytalın[18 - 2-4 yaş arası, henüz yavrulamamış at.]…yalayan yaşlı azban[19 - Kısırlaştırılmış olan hayvan.], pislik senden geçip de bana ulaşır mı!
Kenerarı’nın Bopay adlı kızkardeşi çok kişiyle ilişkisi olan, doyumsuz bir kişi olarak tanınıyordu. Kendisi Cengiz Han neslinden olduğu için sıradan bir Kazak ile evlenemediği gibi, batırları, yiğitleri de öyle kuru kuru eli boş göndermeyen bir alışkanlığı vardı, Artıkbay Janay’ı işte o çok kişiden birisin diye bu sözüyle iğneledi.
Avcı Janay’ın bu söze sabredecek hâli yoktu elbette.
–Hay senin babanın ağzına, ne dedin ne dedin sen? Sadağına ok yerleştirmeye başladı. Artıkbay da aynı şeyi yaptı. Birbirlerine ok atacak gibi görünüyorlardı.
Şıngıs bağırdı:
–Yeter artık!
İki avcı iki ayrı tarafa gitti. Daha önce uzaktan birbirlerine kin besleyip, sadaklarındaki okları uzaktan sırayla hedefe yönlendiren kıskanç avcılar, bundan sonra bir ömür boyu aynı gölden su içmeyeceklermiş gibi, aynı dünyada yaşamayacaklarmış gibi birbirlerinden uzaklaşıp gittiler.
Şıngıs, oyunu bitirdi ve çadırına doğru yürüdü. İki grubun mızrakçı batırları, avcıları iki gruba ayrılıp daha önce yerleştikleri konuk evlerine gittiler. Artıkbay, yarışmadan aldığı kunduzu Eseney’in önüne getirip attı:
–Sırtınıza sarınız! Dedi.
Öğle yemeğinden sonra Şıngıs, Eseney ile yalnız kalıp:
–Eseney Bey, hoş geldiniz. Birkaç gün kalıp misafirim olunuz, diye rica eder gibi oldu, Eseney hiç oralı olmadı:
–Ben bir gün bile sabredemiyorum. Daha önce söylediğim boş söz değildi. Kenesarı taraftarları can evimizden vurmaktalar. Kendi düşünceni açıkça belirtsen olacak, yürüyüp yoluma gideceğim. Stap ve Kpitan ile de hemen haberleşmem gerek.
–Eseney Bey, benim ne kadar zor durumda olduğumu siz çok iyi biliyor olmalısınız, diye başladı Şıngıs. -İki ateş arasında kalmadım mı? Halk ne yapmak istiyorsa kendisi bilir. Ben Ağa Sultansam siz de yedi biyden birisiniz. Çarlık’ın hizmetindeki kişileriz… Bize asker verdikleri yok, sana da vermez. Han seçer mi, han seçmez mi, bu, halkın kendi bileceği iş. Bizim idare ettiğimiz yalnızca bir ilçe. Kenesarı’yı han seçelim diyenler Üç Cüz kadar kişi anlaşmışlar gibi görünüyor. Üç Cüz’e bizim emrimiz geçer mi? Ben bunlardan birisine bile karışmak istemiyorum. Bize samimiyetle inanan ve asker veren Çarlık da yok. Kendi kendini kırıp geçir mi diyorsun, ne diyorsun? Dedi ve sustu.
Kazak geleneklerine bağlı bir kişi olan Eseney birden şunları söyledi:
–Kısacası şu ki, ilçenin tam olarak yarısı saldırıya uğramışken, biz ilçe başkanından hayır beklemiyoruz, dedi.
–Düşmanın askerinden sizin asker az olsa dahi sizin askeriniz düşman askerinden beş kat güçlüdür… Çünkü başında Ese-ney Beyim var! Eğer ben bu işe karışırsam, halka maskara olmaz mıyım! Diyerek Şıngıs gülümsedi.
Akşama doğru Eseney kendi memleketine döndü. Şıngıs’tan tamamen ümidini kesip, ne görecekse de yalnızca kendi Kerey-Uvak halkından göreceğini idrak edip oradan ayrıldı. Birkaç günden beri Şıngıs’a emir verip orada konaklayan Tilevimbet Biy ise oturduğu yerden bile doğrulmadı…

III
İlçe merkezi Amankaray’dan akşama doğru çıkan Eseney ve birliği, tan ağarmaya başladığında, Obagan Nehri’nin devamı “Küçük Deniz”de oturan Jazı Biy’in avuluna ulaştı. Argın boyundan Jazı Biy, Orınbor, Sibir guberniyalarının[20 - Valilik.] sınırını koruyan, Kenesarı İsyanı’na karşı duran bir kişiydi. Henüz asker toplayıp “Atlan!” diye emir vermemekle birlikte, Eseney ile tam olarak aynı düşüncedeydi ve Eseney’in sırdaşıydı. Azıcık Rusça okumayı da biliyordu, Amankaray ilçesinin Eseney’den sonraki en hatırı sayılır biyi idi. Eseney’i büyük bir saygı ve hürmetle karşıladı. Fakat biyler ağzını açıp da tek kelime edemedi. Çünkü konuklar attan inip büyük ak çadıra doğru yürümeye başladıklarında, dörtnala at koşturarak yaklaşan iki atlı göründü ve konuklar çadıra girmeyip gelenleri bekledi.
–Bizim adamlarımız! Dedi Eseney.
Bu gelenler, Eseney’in habercileri idi.
–Kenesarı birliği dün Esil’in karşı tarafına geçti, dedi.
–Jazı, bana kırk at bulup ver. Canlı kalırlarsa geri veririm, yok eğer ölürlerse, senin ödemen gereken bir borçmuş gibi say artık.
Konuklar eve girip susuzluklarını giderinceye kadar, Jazı Biy kendi yılkısından kırk tane cins at getirtip:
–Sorgusuz sualsiz senindir Eseney Bey, dedi.
Yedekteki cins atlar ile hızla gidip halkın bulunduğu bölgeye yakınlaştıklarında Kenesarı birliğinin Kerey-Uvak avullarına her taraftan gelip dayandığı anlaşıldı. Yaylaklarına kıyamayıp, biz nasıl olsa uzaktayız diye düşünerek, bölgerinde konaklamaya devam eden avulların yılkılarını, kadın kızlarını sürüp götürmüşlerdi, keçe ve kilim gibi ev eşyalarını da yağmalamışlardı.
Eseney birliğinin hızla geldiği gün, tan ağarmaya başladığı sırada, birlik buradaki çatışmanın tam üstüne gelmişti. Ortalama beş kilometreye uzanan geniş ovada Kenesarı birliği ile Kerey-Uvak birlikleri arasında çatışma olmuştu. Sahibini kaybeden atlar ürkerek koşuldukları arabalardan kurtulup, önlerindekini ezip geçiyordu. Arabalar bir sağa bir sola doğru zikzaklar çiziyordu. Kovalayanlar ve kaçanlar iki tarafta da vardı. Zaten Kazak çatışmalarının hepsi böyledir. Bir bakarsın kovalayanlar geriye dönüp kaçmaya başlar, bir bakarsın ki kaçanlar geriye dönüp çatışmaya devam eder.
Eseney hemen çatışmanın durumunu gözden geçirdi. Düşman askerleri beş kat daha azdı ama birlik halindelerdi. Halkın tarafı beş kat daha fazla idi, fakat bazen toplanıp bir tarafa kümeleniyordu, diğerleriyle bir türlü birleşmeyi beceremiyordu. Grubun iki tarafı da organize olamıyordu. Ne tarafta çevik ve gözüpek batırlar varsa, mızrakçılar çoksa, o taraf ilerliyordu.
Eseney’in kendisi de askerleri komuta edemiyordu. Çünkü o, batırdı, fakat komutan değildi. Gelir gelmez, savaş alanının bir ucundan diğer ucuna kadar bağırıp, Kerey-Uvak’ın parolasını söyleyip çarpışmaya başlamıştı. O, böylece çarpışanlara kendisinin orada olduğunu bildiriyordu. Denk geldiği batırlarına övgü sözleri söylüyor ve onları cesaretlendiriyordu. Daha sonra var gücüyle bağırıp gürleyerek çatışmanın içine girdi. Halkın hangi tarafta zayıfladığını kontrol ederek, zaman zaman bu zayıflayan gruba katılarak ona destek veriyordu. Yanında dört beş batırı olan Eseney’in destek verdiği gruplar, düşman tarafını kolayca püskürtebilmişti.
Akşama doğru iki tarafın atları da yorulup sadaklardaki oklar tükenmeye başlamıştı. Eseney’in de bizzat içinde bulunduğu karşılıklı çatışma sonucunda elli kadar düşman askeri ele geçirilmişti. Ele geçirilenlerin çoğu, Kenesarı’dan kaçıp kurtulamayan ve ona katılmaya mecbur olan kişilere benziyordu. Bir kısmı ise yaralı askerlerdi.
Düşman eline düşen, halk birliğinin batırları iki üç kat daha çoktu. İki taraf da esir aldıkları kişilerin kollarını arkadan bağlayıp kendi taraflarına götürüyorlardı. Özellikle, sahipsiz kalan atları kovalayıp yakalamaya çalışanlar çoktu.
Bu sırada Eseney yaralandı. Sadaktan fırlayan bir ok iki kürek kemiğinin arasına isabet edip saplandı. O, kaçmaya başlayan bir grup askeri kovalamaya niyetlenmişti, tam o sırada, Eseney’in boynuna ok isabet eden atı, tökezleyip yere düştü. Eseney de onunla birlikte yere düştü. Düşünce, zaten çiçek bozuğu olan yüzü yaralandı. Yüzü kan içinde kaldı. Yedek atı yedekleyen Bekentay gemden kurtulmak için huysuzlanan güçlü atı durdurdu. Eseney sol ayağını üzengiye doğru kaldırıp koymaya çalıştığı sırada, bir ok gelip ona saplandı. Eseney atın yelelerinden tutup doğrulamadan kalakaldı.
Eseney ile yan yana hareket eden Sadir, Müsirep, Artıkbay Batırlar Eseney’i kucaklayıp hemen tedavi etmeye çalıştılar. İlk olarak Eseney’in sırtında hala saplı duran oku çıkarıp, kan fışkırmaya başlayan yarasını bu okla halk hekimliği yöntemiyle tedavi ettiler.
–Uşık uşık uşık!
Devasını veriver, Peygamber Yusuf.
Uşık uşık uşık,
Şifa veren biz değiliz,
Gönlünü alan kara baksı küçük burunlu…
Uşık uşık uşık!
Uşık uşık uşık!
–Haydi şimdi eve doğru, Stap’taki doktora gidiyoruz! Bekentay, biyin atını sen yedeğine al!
Müsirep ve Sadir ikisi, Eseney’i iki yanından tutup, Artıkbay Batır arkasından destek olarak, Eseney’in ekibi yola çıktı.
–Ah! Yavaş olun yavaş olun! Dedi Eseney acı içinde.
Yavaş gidildiği takdirde düşman eline düşeceklerini anlayan Müsirep, Bekentay’a:
–Yavaşı batsın, hızlı sür, hızlan! Dedi.
Eseney’in ekibinin kaçmaya başladığını gören düşman, birdenbire kendine gelip, cesaretlenmişti. Eseney’in ekibinin etrafını sarıvermişlerdi, özellikle de arkalarından gelenler onlara çok yaklaşmışlardı.
O sırada Stap’tan gönderilen yüz kişilik Rus Kazak kuvveti de yetişmişti. Onlar kılıçları parlayarak, mızrakları havada, karşılarındakini korkutarak geliyordu. Onları gören düşman birden geri dönmüştü. Arkadan gelip öndekilere yetişenleri heyecanlı olsalar da, ancak on kadar ok atıp geriye dönmüşlerdi. İşte bu on kadar oktan biri ise Eseney’i arkasından koruyarak gelen Artıkbay Batır’ın tam beline isabet etmişti.
Batır, beline saplanan oku kendi eliyle çıkarıp atmıştı ve sıcağıyla atını hızla koşturmaya devam etmişti. Yaklaşan Rus Kazak takviye kuvvetine ulaşana kadar da yaralandığını hiç kimseye belli etmemişti. Herkes ile beraber yüzbaşına “Zdrasti!” demiş ve atından kayıp yere düşmüştü.
Yolculuğun geri kalanında deveye bindirilerek getirilen Ese-ney, Stap’ın askerî hastanesinde bir ay yatıp, avuluna tek başına atına binerek dönmüştü. Artıkbay Batır ise altı ay boyunca hastanede kalıp, evine bir kızak ile dönmüştü. O günden beri Artıkbay yürüyemeyen bir felçliydi. İki ayağı felç olmuştu, hareketsizdi. O, Eseney’e isabet edecek oka karşı kendini siper etmişti. Eseney’i korumuştu, onun hayatını kurtarmıştı, ama kendisi başkalarına muhtaç kalmıştı. O, artık bir engelliydi. “Saf batır, eğer beline saplanan oku kendisi çıkarıp atmasaydı, halk hekimliği ile çaresine baksaydı, hiç böyle engelli olup kalır mıydı! Halk hekimliğiyle tedavi edilen Eseney ise işte görüldüğü gibi iyileşmişti!”.
Bu son çarpışmadan sonra Kenesarı, bir daha Kerey-Uvak’ı rahatsız etmemişti. O, Kazak bozkırının güney kesimlerine doğru çekilip, Alatav’a gitmişti ve orada bu isyan hareketi sona ermişti. Kenesarı’nın bir daha geri döndüğü de görülmemişti.
Eseney, Stap hastanesinde de huzur içinde yatmamıştı. O, Kenesarı’ya karşı olan boyların lideri olduğu zaman da kafasında onu düşündüren derin bir mesele vardı. Son defa Ağa Sultan Şıngıs’a gittiği zaman da aklında bu mesele vardı. Han soylular, hanlıklarına özlem duymadan duramazlardı. Han soylu Şıngıs, Kenesarı’ya karşı mücadele başlatmayıp halk içine fitne sokmuştu, Rusya Hükümeti’ne büyük bir vefasızlık göstermişti. Eseney’in bu düşünceleri, eğer Sibirya Gubernatörü, General-Binbaşı Fon Fridriks’in kulağına giderse, Şıngıs’ı bu görevinden azletmek mümkün olurdu.
Eseney’in, bu düşüncelerini General-Binbaşı’ya haber verecek adamı da vardı. O, Eseney’in teyzesinin oğlu Turlıbek Köşenulı idi, kendisi altı ilçeye idarecilik yapan büyük bir töreydi.
Eseney, bu Turlıbek’i Stap’a çağırttı. Yarasının mikrop kapıp iyileşmediği çok eziyet çektiği bir dönemdi. Eseney, Turlıbek ile çok sert konuştu.
–Sen Ombı’da ne işle uğraşıyorsun? Töre neslini ne zamandan beri başımızın üstünde taşıyoruz? Şıngıs denilen adamın nasıl biri olduğunu daha ne zaman göreceksin? O, Kenesarı’nın en birinci destekçisi olup çıkmadı mı?
–Bu düşünce Ombı’da da yaygınlaşıyor, Eseney Bey. Bununla birlikte…
–Bununla birlikte, çaresiz oturup duruyoruz diyorsun ha! O zaman bana erk verin. Beş günde elini ayağını zincirleyip Ombı’ya sürüyerek getireyim!
Rus Semineri’ni bitiren, baştan aşağı şehir kıyafetleri giyen Turlıbek, Eseney gibi inatçı karakterli, kibirli değil, kanunların sınırından çıkmayan, çok sabırlı ve tahammülü güçlü bir kişiydi. O, teyzesinin oğluyla aynı fikirde olsa da, Şıngıs’ın tavırlarından büyük bir rahatsızlık duysa da, fevri davranıp aceleci olmaya ve çatışmaya karşıydı. O, bu güne kadar kanunların dışına hiç çıkmamıştı.
Hanlık yıkılıp, Ağa Sultanın idare ettiği ilçe açıldığından beri, Sibirya Gubernatörü’nü rahatsız eden şey, Kenesarı konusundaki tereddüttü. Bu tereddüt, en sonunda da işte isyana evrilmişti. Başından beri Turlıbek, Kenesarı hakkında kaç defa âdilane düşüncelerini bildirmişti. Ancak sıradan Kazak halkını tamamen yabanî, tamamen cahil, güvenilmez gören Çarlık Hükümeti, Han soyluları açık açığa koruyup, onları bir türlü atmaya kıyamıyordu.
Kenesarı, Kazak halkının Çarlık yönetimine duyduğu memnuniyetsizlikten faydalanarak, han seçilmek niyetindeydi. Ese-ney ise Şıngıs’ın Kenesarı’ya karşı mücadele etmemesinden faydalanarak Ağa Sultan seçilmek niyetindeydi.
Turlıbek, Şıngıs’ın Eseney hakkındaki düşüncesini de çok iyi biliyordu. Sonraki seçimde Şıngıs, Eseney’i yerinden edip başka birini biy olarak atamaya hazırlanıyordu. Asıl amacı, idareciliği ele geçirmek olan Eseney’in gerekçeleri mantıklıydı, ne çare ki Gubernatör önünde ise Şıngıs haklıydı. Gubernatör, onun sırtını sıvazlayıp duruyordu. Şekspir’in bir sözünü hatırlatıp:
“Her gece, oyunda, eğlencede, keyifte, güzdüz başı yastıkta!”, dediği de olmuştu. Bu sözüyle Şıngıs’ın ömrünün oyun, eğlence, kadın-kız, uyku ile geçip gittiğini ima etmişti.
Üstelik Şıngıs’ın yanındaki Binbaşı Bergsen’in de iki üç defa onu şikâyet ettiği olmuştu. O da, Kenesarı’nın elçilerinin devamlı gelip gittiklerini, geceleyin tenhada yalnız buluştuklarını, iki taraf arasında hediyeler getirip götürdüklerini yazmıştı. Bu da demekti ki, Şıngıs’a muhalif bir grup oluşturmak oldukça güçtü. Turlıbek’in bu durumu değiştirmeye gücü yetmezdi. Sonuç olarak, elbette, Eseney yenilecekti ve biylik görevinden ayrılacaktı.
Eseney yine kızgın bir şekilde konuşmaya devam etmişti. Beli sarılıydı, yüzüstü yatıyordu ve başını da döndüremiyordu. Esmer ve çiçek bozuğu yüzü yara bere içindeydi. Neredeyse bir cücenin bacakları kadar olan dirseklerini yastığa dayayıp gürlemeye başlamıştı:
–Ben seni niye okuttum? Senden başka yetim çocuk bulamadım mı hiç? Marifetini göster. Şıngıs’ın düşeceği zaman işte bu zaman. Kahretsin, yatağa düştüğümü görmüyor musun? Eğer böyle olmasaydım, Şıngıs’ın ocağını başına yıkardım!
Eseney bunu yapmaktan çekinecek adam değildi. Stap Rus Kazakları da bundan çekinmezdi. Onlar için hepsi “orda”, Kenesarı kim, Şıngıs kim? “Hepsi bir!” Kenesarı birlikleri ile Eseney’in son çatışması sona erdiğinde rastlamıştı da, korkusuz Rus Kazakları’nın daha yapacakları hiç bitmemişti…
Bunları düşünen Turlıbek, şimdi Şıngıs ile Eseney arasındaki çatışmayı sona erdirmenin bir yolunu arıyordu. Çünkü bu ikisinin arasında bir çatışma olduğu takdirde, halkın arasında da bir ayrılık ve bölünme olacağı şüphesizdi.
–Eseney Bey, şimdi Ombı sizin emeğinizi çok takdir ediyor. Amankaray ilçesini talandan koruyan Şıngıs değil, sizsiniz diye düşünüyor. Buraya gelmeden önce General-Gubernatör’e uğrayıp bir selam verdim. Size çok çok selam söyledi. Çarlık Hükümeti sizin emeğinizi unutmaz, şimdi Eseney Biy’e nasıl bir mükâfat vermek gerek, onu düşünüyorum dedi.
Eseney azıcık keyiflenip daha sakin konuşmaya başladı:
–Sınır Komisyonu’na benim adıma rapor yaz. Üç yıldır Kenesarı ile devamlı mücadele ettiğimi iyice yaz. En sonunda yurda sokmadan sürüp çıkardığımı yaz. Kenesarı’nın bu gidişi, işte o son gidişi oldu. Kaça kaça Betbak’ın çölüne sıkıştı da bir daha bu tarafa dönemedi. Babası Kasım, on yıl kadar oldu Hiyve hanına hizmet edip Ruslarla savaşıyordu. Bu da ondan öteye gidecek değil, diye gururlandı. Teyzesinin oğlunun gerekeni yapacağına inanarak, -Gubernatör’e ne diyeceğini kendin bilirsin, nihayetinde, Şıngıs’ı yerinden etsen iyi olur! Diye sözünü bitirdi.
Ona tamam deyip Turlıbek gitmek için yönelmişti ki, tam o sırada, yanına şehrin yerleşik fakir işçilerinden Tilemis adlı genç delikanlıyı tercüman olarak alıp gelen yüzbaşı içeri girdi.
–Merhaba, Eseney Bey Estemesoviç!
–Merhaba, Efim Töre Kotsuk, merhaba! Eseney’in Kotsuh demeye dili dönmüyor mu yoksa özellikle mi sözü böyle çeviriyor yüzbaşı bunu anlayamadı. Fakat kulağı alışmıştı.
–Eee, Eseney Bey, böylece bütün iş bitti mi diyoruz?
–Ne oldu? Düşmanın tekrar döndüğüne dair haber mi var yoksa?
–Yok yok. Eseney Bey’in başlattığı, yüzbaşı Kotsuh’un sonlandırdığı işin tekrarlamasının mümkünatı var mı hiç!
Eseney ile Kotsuh uzun zamandan beri iyi anlaşan kişilerdi. Onlar açık ve samimi konuşan iki sırdaştı. Birinin Rusça, diğerinin Kazakça anlamadıkları şeyleri, Tilemis tercümeyle anlaşılır hale getiriyordu.
–Bu sefer Kenasarı kesin olarak geri çekildi diyor musun?
–Artık o, burnunun ucunu dahi bu tarafa çeviremez. Rus Kazakları’nın kılıcının tadına bir defa bakan düşman, kim olursa olsun, geriye dönüp de arkasına dahi bakamaz. Yazık ki, yalnızca bir saat savaşabildik. Tozu dumana katarak gelen Rus Kazakları’nın hevesleri kursağında kaldı… Keşifçiler bu Tilemis’i yanlarına alıp, dört gün yol gidip geceleyin döndüler. Esil’in öbür tarafında bir can dahi kalmadan her biri bir yana çil yavrusu gibi dağılıp kaçmışlar.
–Evvelki gün Esil’in diğer tarafına da gidip kırk elli kilometre yol yürüyüp etrafı kolaçan edip geldik. Kimse yok. Kenesarı güneye doğru çekilmişe benziyor. On avulun ihtiyar erkekleri ve yaşlı kadınları da hepsi böyle söylüyor.
–Daha önce hiç kimse yok diyordun ya?
–Savaşan birine rastlamadık demek istedim, Eseney Bey.
Eseney ile Artıkbay Batır yaralanıp askerî hastaneye geldiklerinde cerrah doktor bu Tilemis’i beraberinde getirip konuşmuştu. Eseney’e sizin yaranız hafif, bu batırınız ise ağır yaralanmış demişti.
O zamandan beri Eseney, Tilemis ile iyi anlaşamazdı. Bundan on yedi yıl önce Eseney, Tilemis’in babasına domuz bakıyorsun diye falaka çektirmişti. O zaman on yaşında olan küçük Tilemis, hiç korkmamıştı ve dimdik durmuştu. Küçük çocuk, ağlayarak Eseney’in ayağına kapanan annesini, kendine engel olamayarak yerden kaldırıp alıp gitmişti. Güzel kadının ayağına kapanması mı, yoksa çocuğun onurluluğu mu hoşuna gitti bilinmez, her nasılsa Eseney, beş sopayı affetmişti. Tilemis’in babası çok sıradan, oysa annesi erkeklerin bir bakmadan geçemeyeceği kadar güzel bir kadındı.
“Ay, senin baban bu salak değil, buraya gelip giden takı satan kuyumcu Çerkes ya hu!.. Annenin burnunun dibine kadar gelen bu takıcı işte”, diyerek Eseney onun içine bir kurt düşürmüştü.
Zaman içinde bu küçük çocuk Tilemis, büyüyüp Kafkas görünüşlü yakışıklı bir delikanlı oldu. Rusçayı iyi biliyor gibi görünüyordu. Zeki ve bilinçli bir çocuktu. Falaka olayı Eseney’in aklına yeniden düştü, Tilemis de unutmuş değildi. İkisinin gözlerinde de bu olayın kıvılcımları halen yanıyordu. Geçen zamanın ardından şu anda ise Eseney, Tilemis’i çok beğenmişti.
–Annen baban iyi mi yavrum? Diye şefkatle sordu.
–Babam öldü, annem var, dedi Tilemis. Eseney, delikanlıya daha çok takdir ederek baktı, iç çekti ve sonra:
–İrbit pazarı yakınlaştı. Bu yıl bizimle beraber kalsan da o pazara sen gidip gelsen nasıl olur acaba? Görüyorsun ben bu haldeyim. Benim çocuğum da yok… Dedi. İç çeker gibi oldu.
–Olur tabi Eseney Bey. Ne zaman derseniz, ben hazırım o zaman giderim.
–İki günü geçirmeden bizim evde olsan iyi olurdu. Pazara götüreceğin hayvanları seçmek için de vaktin olurdu o zaman.
–Tamam Eseney Bey.
–Gideceğin zaman bana uğra da git.
Böyle her şeyi bilen, becerikli bir genci avcunun içine aldığını düşünen Eseney, kendiyle gurur duydu. Kotsuh söze karıştı:
–Eseney Bey Estemesoviç, ben Ağa Sultan huzuruna gidiyorum. Yarın yola çıkacağım. Ağa Sultan’ı korumak için bıraktığım Rus Kazakları’nı alıp geleceğim. Kadınları rahatsız oldu. Artık onun korumaya ne ihtiyacı var. Kenesarı gitti. Bizim Gubernatör de ilginç adam: bir sultan ile savaş, öbür sultanı koru diyor. O ikisi ise birbirleri ile kolkola girip oturuyor. Ben Ağa Sultan’ın kuyruğuna bir diken sıkıştırıp geri dönme niyetindeyim şimdi.
Eseney kahkahalarla güldü. Çoktan beri böyle gülmemişti. Yarasının ağrımasına da bakmadı. Yüzüstü yatarak gülen adamın kara kazan gibi kocaman başının ağırlığından ince yastık kılıfının her yerinden kuş tüyleri fırlayıp çıkmaya başladı.
–Benim için de kuyruğuna bir bıtırak sıkıştır!..
Bu olaydan bir ay sonra Şıngıs, ilçe başkanlık merkezini bırakıp kendi bölgesine gitti. Üstelik Ağa Sultan’ın ilçem başkansız kaldı diye hiç kaygılandığı da yoktu. Ağa Sultansız kaldık diye kaygılanan halk da yoktu.
İşte, bu olaylar yaşanalı aradan tam on beş yıl geçti!..

IV
Dönüp tekrar kondukları yere gelen Eseney’in hatırladığı, gözünün önünden geçen büyük olayların silsilesi böyle idi. O zamanlar kamçısından kan damlayan zamanıydı, oysa şimdi altmışına dayanmıştı. Tövbeye geleceği, zorbalık ve cebirle işi olmayacak zamanıydı. Oysa ne talihsizlikti ki, kendisi okun önüne geçip, onun sağ kalmasını sağlayan can dostunun yerleştiği yere göz dikmişti. Ne büyük ayıp, nasıl bir pişmanlıktı bu! Bu büyük ayıbı temizlemek için diğer ata yedekte bir at daha ekleyerek göndermek, acaba batırın gönlünde kırgınlıktan eser bırakmadan, onun gönlünü hoş etmiş midir! Yarın kendisi gidip af diler ya hu, ama o zaman da, üslûpsuz avcı Müsirep’e inanıp böyle davrandım demek ne kadar büyük ayıp olur!
Yılkı sürüsünün getirildiği gölün, batı ve güney tarafları kayın ve kavak ağaçları ile sarılıydı. Burası kayın ve kavak ağaçlarının bir arada bulunduğu sık ormanlık bir araziydi. Kuzey doğu tarafları, söğüt ağaçları ile çalılıkların bir arada bulunduğu karmakarışık ovada yerleşmiş nehri çevreliyordu. Sık kamışlı, pasparlak derin gölün ortası henüz donmamıştı. Eseney, yaklaşmakta olan kış soğuğundan ürperir gibi olup azıcık titredi.
Kışı geçirmek için ne kadar da elverişli bir yer! Ormanın içi nasıl da av hayvanlarıyla dolu. Suyu ne kadar da dupduru ve masmavi. Odunu da var, konaklayacak yeri de. Artıkbay Batır hiç olmazsa bir çift yılkı sürüsünü burada kışlatmaya izin verse ne kadar iyi olacaktı.
Eseney’in yılkıcı ekibi, iki ak çadırdan ve üç kara çadırdan oluşuyordu. Hepsi de söğüt ve çalılıklar arasına, kuytuya kurulmuştu. Ağaç tabanlı kızaklar, yedekteki at ve teçhizatlar ayrı olarak yerleştirilmişti. Eseney’in konakladığı büyük ak çadırın girişinin iki yanında iki Arap asıllı büyük köpeğin kulübeleri vardı.
Köpekler sahibine ne ürüyordu ne de ona yaramazlık yapıp sevgi gösterisinde bulunuyordu. Onlar, kulübelerinden çıkıp önce gerindiler ve daha sonra sahiplerinden emir bekler gibi havladılar.
Hava kararırken Kenjetay döndü.
–Evet?
–“Müzbeli” götürüp batıra teslim ettim. Batır çok memnun kaldı.
–Ne dedi?
–Kimin hatalı olduğuna hala karar verip işin içinden çıkamadım. Ulpancan kimsenin karşı çıkamadığı şımarık büyütülmüş bir çocuktur, kim nereden bilsin… Eseney’in ayıbı değilse belki bu onun mirzalığıdır. Allah razı olsun, dedi.
–Kendisi nasılmış? Yatalak olmalı değil mi?
–Yok, kapıyı açtırıp, yüz adımlık yerdeki kalın kavak ağacını nişan alıp yattığı yerden ok atıyordu. Yarın sizi misafirliğe çağırdı. Nesibeli yengesinin sıcak bavırsağını[21 - Anadolu’da bişi/pişi olarak bilinen, yağda kızartılan mayalı hamurdan yapılan millî Kazak yiyeceği.] özlemiştir heralde… Dedi.
Eseney bir an, ahiretlik hakkının olduğu bu adamın evine gitmeyeli on üç yıl geçtiğini fark etti.
–Başka hiçkimse hiçbir şey demedi mi?
Kenjetay, yakışıksız bir sözü söylemek istemese de daha fazla gizleyemedi.
–Babası kızına “yavrum, bir ayıp işledim, atımı bunun karşılığında bırakıp geldim demiştin sen, bak ayıbım diye Eseney kendi atını verip göndermiş… Bu işin aslı ne, ben olayı iyice bir anlayayım hele…” dedi. Kızı söze karıştı:
–Vadideki on avul Sıyban’ın bütün hayvanlarını sürüp getirseler de bir kış beslemeye “Karşıgalı”nın otlağı yeterdi. Bir tek Eseney’in yılkısını beslemeye yerimiz yetmezse, ayıplı mı olacağız? Ben bunu söyledim, baba… Haddini aşarak konuştun, yavrucuğum, dedi birisi… Ben iddialaşmayıp, kabahatimi kabullenip, ayıbıma karşılık atımı verdim ve oradan ayrıldım. Şimdi Eseney Biy benim atımı geri gönderdiyse bu benim kabahatli olmadığımı göstermez mi? Bunun üstüne, kendi atını da benimkiyle beraber katıp gönderdiyse bu, ayıp benimdir demeye gelmez mi? Dedi kızı. Babası: -Olur, yavrum, olur, diyerek onu susturmadığında, kızın söyleyeceği söz hala da çok mu acaba diye düşündüm.
–Evin içi nasıl, fakir değil miydi?
–O kadar fakir değil. Katar katar hazineleri olmadığı gibi, bir eksikleri de yok gibi görünüyordu. Evin sağ tarafında kerege[22 - Kerege: Keçe çadırın katlanıp açılabilir şekilde olan iskeleti.] başına iliştirilmiş uzunlu kısalı iki üç mızrak, bir iki sadak, kabzasında duran kılıç, gümüş kemer…
–Anladım. Namaz kılalım.
Kenjetay, Eseney’in hem seyisi hem imamı, daha açık ifade etmek gerekirse, kulağına fısıldayıcısı, suflörü gibiydi. Namaz surelerini o Eseney’e fısıldayarak hatırlatırdı, Eseney sadece içinden tekrarlardı. Arapça dualara dili de dönmezdi, ezberleyememişti de bir türlü. Arapçada dört türlü “z”, üç türlü “s”, iki türlü “h”, iki türlü “ğ” vardı. Eseney bunlardan birini bile doğru söyleyemiyordu. Bu sebeple, Kenjetay, Eseney ile birlikte namaza durup, Eseney’e doğru dönüp duaların hepsini Eseney’e hatırlatırdı. Eseney tekrarladığında da çoğunu değişik bir şeylere benzetip okuyordu.
Eseney şimdi dindar bir adam olmakla birlikte, bir zamanlar çok kibirli ve zalim bir biydi. Rus sınırına yerleşen Nuralı adlı kendi halinde yaşayan boyun bütün topraklarına el koyup, onları kimsenin rağbet etmediği ıssız bölgeye sürmüştü. Kendi halinde yaşayan bu gariban halk, beddualar ederek topraklarını bırakıp gitmiş olmalı ki, sonraki yıl Eseney’in iki oğlu birden kara çiçek hastalığından bir gün içinde, bir anda ölüp gidivermişti.
Çocuklarını gömdüğü gün, kara çiçek hastalığı Eseney’in kendine de bulaştı. Temmuzun en sıcak günleriydi. Çok cesur olan bu batır adam hastalık karşısında başkarında rastlanamayacak şekilde çok dayanıklı durdu. Atına binip yakındaki “Avliye sor” adlı tuzlu göle çırılçıplak girdi. Arkasından gelen kişilere oraya çadır kurmalarını, içecek getirmelerini emretti ve suyu ılık göle gece gündüz girdi çıktı girdi çıktı. Çiçek çıktığında ateşlenip yanan vücudunu kaşımamaya gayret etti. Baksı[23 - Kam, bahşı.] ve halk hekimlerini de etrafına hiç yaklaştırmadı.
Tuzlu gölün suyunda çiçek hastalığına deva olan ne var onu hiçkimse bilemedi ama Eseney vücudunda kocaman kocaman kara izler kalmasına rağmen, iyileşip hayatta kaldı. O zamandan bu yana hanımı da hiç hamile kalmadı. Hor görülen ve zorbalığa uğrayan Nurali boyunun bedduasına uğrayıp zürriyetsiz kaldım diyerek buna kendisi de kesin bir şekilde inandı. Sert ve dik başlı adam bundan sonra namaz kılmaya başladı. Bilmediği, anlamadığı bir işin, yolundan dönmeyen bir kulu olup çıktı.
Avcı Müsirep’in: “Sahipsiz duran toprakta eğer ki bir kış yaylarsan, çocuğunun çocuğuna kadar senin olup gider” demesinin Eseney’e ok gibi saplanmasının nedeni de işte buydu. Çocuğu olmayan bir kişiye, “çocuğunun çocuğuna kadar” denmesini işitmek elbette ağır gelirdi.
Eseney’in bu günkü namazı namaz olmaktan çıktı. Duların birini bile içinden de olsa doğru tekrarlayamadı. Önceki bildiklerini dahi unutmuş gibiydi sanki. Benim kalbim temiz, Tanrı kendi affeder, dedi ve namazı yarım yamalak tamamlayıp kalktı. Eseney bu gün erken yattı ve geç kalktı. Fakat uyuyamadı, o yana bu yana döndü durdu. Gönlüne bir sıkıntı düştü. Bir şey sanki uzaktan görünüp kaybolur gibi, onu rahatsız ediyor ve huzursuzluk veriyordu. Eseney bunu, Artıkbay Batır’a bilmeden zorluk çıkarmasından dolayı yaşadığı pişmanlık olarak yoruyordu, fakat aslında kendi de buna inanmıyordu. “Kendi kendini kandırma Eseney, kurnazlık yapma!”, diyordu. Gönlüne bir düşünce mi girmişti yoksa ne oluyordu… Düşünce değildi bu ya hu, yüreğindeki bir şeyi uzaktan sezer gibiydi… Utanılacak ve gerçekten bakıldığında tehlikeli bir his gibiydi bu. Eseney bu duyguyu çiğneyip çiğneyip o taraftan bu tarafa atmak istedi. Çiğneyip attım diye, öteki tarafa dönüp yattı. Gözlerini de yumdu. Tanrıya da sığındı. Fakat bir görünüp bir kaybolan duygu, yeniden geri döndü, tekrar tekrar geri döndü. Düşüncelerinin merkezine kısırlığının ta kendisi geldi… Kalbi tırısa geçmiş at gibi şahlanarak atmaya başlayıp, iri vücudunu hararet bastı.
Bu içimdeki beni rahatsız eden şeyden kurtulur muyum acaba diyerek, Eseney yılkılarını nereye yerleştireceğini düşünmeye başladı. Kış boyu av avlayan köpeklerini ve atlarını tekrar tekrar sayıp tamamladı. Hiç farketmiyordu, ne yaparsa yapsın rahatlayamıyordu.
Artıkbay Batır, belinden sakatlandıktan sonra Eseney onun halini sormaya gitmişti. Onun üzerinden işte tam on üç yıl geçmişti. Eseney selam verip eve girdiğinde, dört beş yaşlarındaki kız çocuk korkup, evden dışarı çıkıp kaçmaya çalışmıştı. O çocuk, üç gün boyunca kendi evine girememişti. Kapının eşiğinden bakıyordu ve ardından hemen kaçıyordu.
Bu, Eseney’in İrbit pazarından döndükten sonra arkadaşının evine minnetle geldiği zamandı. Bir at, iki yavrulu kısrak ile beraber, bir deveye çay, şeker, erik, kuru üzüm, giyecek, halı kilim, ev içinde gerekli olan her türlü araç gereci yükleyip getirmişti.
Bu meyve kuruları ve çerezler yoluyla küçük kız çocuğu Ulpan, ancak bir hafta sonra Eseney’e alışmaya başlamıştı. Deveden büyük cüsseli adamın cebi meyve kuruları ve şekerle doluydu… Bu adam, öfkelenmeyen, az konuşan, yumuşak bir ses tonu olan biriydi. Eli yüzü kapkara çiçekbozuğu olsa da iyi bir kişi olup çıkmıştı. Masum çocuk çok geçmeden Eseney ile dost olmuştu. Eseney namaz kılarken sırtına binip:
–Ben deveye bindim! Baba, sen evde kaldın! Diye çığlıklar atıp mutluluktan uçuyordu. Namazda oturmak, kalkmak, eğilmek, bükülmek, secdeye varmak vardı ve bütün bunlar küçük çocuk için eğlenceli görünüyordu.
–Kalk şimdi, otur şimdi, eğil, bükül! Diye kaç defa söylese de “devesi” onun dediğini yapıyordu. Çocuksuz kalan adam, bir süreliğine de olsa çocuk sahibi olmanın mutluluğunu yaşayıp, duygulanıp, merhamet duyguları kabarıp, çocuk sahibi olan bir kişinin mutluluğunu tatmıştı.
Eseney, iki oğlu bir günde öldüğünden beri kendi evinde küçük çocuk sesi duymamıştı. Küçük bir çocuğun kokusunun nasıl olduğunu unutmuştu, küçük bir çocuğun bıcır bıcır konuşup, olmayacak şeylere sevinip olmayacak şeylere üzüldüğünü anlamaz olmuştu.
Ulpan geç uyandı. Elini yüzünü yıkadı. Yemeğini yedi ve Eseney’e:
–Ata, namaz kıl! Dedi.
Eseney sabah namazını çok daha erken kılmış olsa da tekrar namaza durdu.
–Önce otur! Dedi Ulpan. Eseney eğilip oturdu.
Ulpan önce onun ayaklarının üstüne oturup, yakasından çekip daha sonra kollarını boynuna sardı ve: -Şimdi kalk! Dedi.
Bir gün Ulpan, Eseney’in önünde şımarıklıklar yapıp:
–Ata, senin yüzünü kim tırnaklarıyla yoldu? Diye sordu.
–Senin gibi küçük bir çocukken kara bir kurt yedi. Sen avuldan uzaklara gidip oynama, oldu mu?
O sırada Ulpan birden Eseney’e:
–Sen kara boğa mısın? Diye sordu. Hayvanlar içinde büyüyen çocuk, aslan ve fil gibi hayvanları hiç bilmiyordu.
–Yok, boğa değilim. Boynuzum yok. Çocukları boynuzumla süsmüyorum.
–Aaa, bildim bildim, sen kara buğrasın! Dağ gibi büyük bir kara buğrasın. Ben senden korkmuyorum. Sen iyi bir buğrasın, öyle değil mi?
–Evet evet.
Yine bir defasında namaz kılan Eseney’in boynuna asılıp:
–Aaa, ata, popomu karınca ısırıyor! Diye az kalsın yere düşecekti. Atlayıp yere indi.
Eseney çocuğu bir eliyle tutup, gömleğini sıyırıp, kadife şalvarını indirip, uçkur kısmında gezinen kara karıncayı yakaladı. Çocuğun belini bir iki defa eliyle sıvazladı. Kalçasından azıcık yukarıda gömlek düğmesi gibi ufakça, kara et beni vardı, Eseney’in gözü istemeden ona ilişti.
Eseney’in bu gün gördüğü genç kız, işte bu Ulpan’dı. Bundan on üç yıl önce gördüğü küçük kız, çok öncelerde onun aklından çıkıp gitmişti. Oysa şimdi, Ulpan’ın bu günkü cesaretliliği, Ulpan’ın çocukluğundaki şımarıklığı ile siyah et benini Eseney’e yeniden hatırlatıvermişti. “Küçükken şımarık olacağa benziyordu, evet hiç çekinmeden konuşan bir kız olmuş ya hu!.. Zeki ve akıllı olacaksın” diye düşünmüştü, düşündüğü meğer gerçek olmuştu. Galip gelmemize izin vermeden bırakıp gitti ya! Avcı Müsirep falakaya yatırayım mı dedi ya!.. Evet, falakaya yatır dese, falaka çekmeye başlasa… o küçücük et beni gözüne ilişse tanır mıydı acaba?!
Tanrım, benim aklıma neler geliyor böyle! Lakavlı eldabelda, galı men kazım[24 - Arapça kelimelere bir türlü dili dönmeyen Eseney’in “Lahavle…” telaffuzu.]… Sağ yanıma dönüp yatayım bari, uyuyayım…
Yok, uykunun geleceği yok. Bedenini hararet basmıştı. Bana kara buğrasın demişti ya hu!.. Ben senden korkmuyorum dedi. Bırak, yaşlı buğra, bırak!.. Kudurma!
Gürbüz vücutlu, uzun boyunlu bir kız olmuş, öyle mi? Kara beni de büyüdü mü acaba? Yoksa o, gömlek düğmesi gibi olup apak belinde duruyor mu? Yok, beni büyümemiş olsa gerek… Ah keşke, kadife kara ben sol yanağında, bıyık altında dursaydı!
Bırak diyorum, yaşlı buğra, bırak artık! Yarın Artıkbay Beye gidip bir hal hatır sorup döneyim. Yılkımı başka tarafa gönderdiğimi söyleyip af dilersem eğer, batırın gönlünü hoş etmiş olurum.
Ulpan, hiç olmadı bir çay koyup verecektir ya hu… Çocukken dudakları kıpkırmızı, parmakları uzunca, gözleri alev gibiydi. Masum yavru, çiçek hastalığına yakalanmamış demek ki… Ey Allahım, sen koru!..
Herhangi biri herhangi bir zamanda gidip de dünür olmuş mudur acaba ya hu… Bu konuda söyleyecek söz yok ya. İtlikti bu, nasıl bir ardamarı çatlamış itlikti bu! Kazaklar daha beşikte yatan çocuklarını beşik kertmesi yapardı. Fakirleşen batır, çok önceden kızı karşılığında kalınmalını[25 - Kalınmal: Geleneksel Kazak hayatında erkek tarafının kız tarafına ödediği başlık parasına benzer bir bedeldir. Kalınmal bedelinin yüksekliği, kalınmalı veren ve alan tarafın sosyo-ekonomik düzeyinin bir göstergesidir.] alıp yemiş olmalı.
Annesi Nesibeli hem güzel hem de sevimli bir kişiydi. Ona çekmiş ya hu! Huyu da annesine benzediyse, samimi, dışa dönük ve sıcakkanlı olmalı. Bu, bulunmaz bir huydur ya hu! Ona gelin duvağı nasıl da yakışırdı kimbilir!
Gümüşle süslenmiş tekne önünde, oymalı kepçe elinde kımızı nasıl karıştırdığını bir görür müyüm acaba… bir kerecik! O zaman büyük ak otağa can verirdi hey gidi!
Bırak diyorum, yaşlı buğra, bırak artık başına bela çağırma!
Yedi yıldan beri ayrı yaşadığı hanımını hatırladı. Evet, Kanıkey de güzel kadındı. Zavallı şımarıklaştı. Eseney biy olduktan sonra o da kendisini biy olmuş sayıp, halka zulüm yaptı. Zaten tanınmış bir zenginin kızıydı. Eseney ile zıtlaşmaya başladı. Bir türlü oturduğu yerde oturamayan, herkesi aşağılayan biriydi. Bu huylardan hoşlanmayan Eseney ile sık sık tartışıyordu. Doğurduğu iki oğlunun bir gün içinde vefat etmesini, Eseney’in tanrının kargışına uğraması olarak yorumladı ve o da Eseney’e beddua eder oldu. Sonunda kendi payına düşen malı mülkü alıp, Kirköylek adlı yerde ayrı olarak yaşamaya başladı.
Sert mizaçlı Eseney, o zamandan beri kadın adını unutmuşçasına sadece hayvanları ve biyliği ile yaşayıp gidiyordu. İşte şimdi, içine bir şeytan girmişçesine, gece boyu kendi kendiyle mücadele edip, gözüne uyku girmedi. Tanrısı onu tövbeye getirmeseydi, Tanrının cezasına mı çarptırılırdı ne yapardı…

V
Eseney ertesi sabah yılkılarını etrafa dağıtıp gönderdi ve akşama doğru Artıkbay Batır’ın evine geldi. Yanında “Türkmen” Müsirep, mızrakçı Sadir ve yedekteki atını taşıyan Kenjetay vardı. Avcı Müsirep’i yanında getirmedi.
–Artıkbay Batır’ın kızına ne dediğin aklında mı? Senin ayıbını ben çektim. Kar kalınlaştıktan sonra kartalına bir iki tilki yakalatıp, Artıkbay Beyin kapısına bağlayıp, ayağına kapanıp, ayıbını temizleyip dönersin. Bu gün beklemede kal. Senin çekeceğin ayıp da bu olacak.
Artıkbay Batır, konuklarını büyük bir misafirperverlik, samimiyet ve mutlulukla karşıladı.
–Arslanım benim, ah temiz kalplim benim, kötürüm kalan ağan nasıl oldu da aklına geldi? Gel bu tarafa doğru! Diye sevincini de, öfke ve nazını da birlikte bir kerede söyleyiverdi. Eseney’in odun gibi çiçek izli parmaklarını uzun uzun sıkıp sıvazlayıp bıraktı.
–Türkmenim misin, ele avuca sığmazım, şaşmayanım mısın! Diye Müsirep’in elini de uzun uzun sıkıp, gözleri yaşardı.
–Halk Eseney’in canını kurtaran Artıkbay diyorsa ben de Artıkbay’ın canını kurtaran sensin derim, kısmetli konuğum.
Yaşlı batır, Stap hastanesinde yattığı altı ay içinde Müsirep’ten gördüğü azıcık merhameti hatırlatıyordu. Unutamamıştı. Stap’a avulu yakın olan Müsirep, Artıkbay’a her hafta bir defa yiyecek içecek getirmişti. Askerî hastanenin doktoru biz elimizden geleni yaptık dedikten sonra iyice sertleşen soğuk kışta o, batırı evine götürmüştü. Hatır gönül bilen batır, işte şimdi, o zaman ettiği hayır duayı tekrarlıyordu.
Artıkbay Bey, Sadir Batır ile başka bir özlemle selamlaştı.
–Batırım, ok geçmeyenim, mızrak ustam, seni de göreceğim gün varmış be hey!.. İt seni, on beş yıl boyunca neden bir kerecik olsun uğramadın? Ölmüş olmalısın diye düşünüyordum artık!..
Diğer konuklar sakat batıra eğilerek selam verirken, Sadir yer döşeğinde oturan kötürümün yanına diz çökerek oturup iki elini birden uzatmıştı. Kötürüm batır, onu kucaklayıp, sıvazlarak sevip, sırtını yumruklayarak:
–İt seni yav, neredeydin, nerelere kaybolup gittin? Diye tekrar tekrar söyleyip, uzun süre onu bırakmadı. İkisi de hıçkırıklara boğuldu.
–Batır gereken, mızrak gereken zaman yerin dibine battı, batsın batasıca! Sadir mızrağını kement ile değiştirip yılkıcı oldu artık, diyerek Sadir de kendisinin Eseney’in eline bakan it ömrünü arzuhal etti.
Konuklar Artıkbay’ın hanımına da yaklaşarak elini tutup selamlaştılar. Annesinin yanında duran Ulpan’ı ise sadece gözleriyle hızlı bir bakışla selamladılar. Kız çocuğa bundan daha fazla bakmak, ilgi göstermek yakışık kalmazdı. Kız da bunların herbirine göz ucuyla hızlıca bakıp sadece gözüyle selamlaştı. Bu bakışların derinliğinde seyrek rastlanan bir güzellik olduğunu bütün konuklar farketti. Kara kısrağı olmayan, kımızsız ev, sarı kısrağına, semavere sarıldı. Ulpan, sarı bakır semaveri alıp dışarıya çıktı.
Hal hatır sorduktan sonra Eseney, suçunu tez elden temizlemek isteyerek söze başladı:
–Artıkbay Bey, sizin bu bölgede konakladığınızı bilmeyerek bir kabahat işledik. Eski yerleştiğiniz yer buradan çok yukarıdaydı ya hu!
–Evet, düzlüğe yakındı… “Aksuvat” idi ya. Bu yıl bu tarafa doğru indik. Yavaş yavaş sen de duyarsın, “Kuyuya kulan[26 - Yabanî at.] düşerse, kurbağa kulağında oynar” derler ya, işte öyle bir halimiz oldu.
–Sahipsiz duran yer deyip sık otlu otlağa hayran kalıp burada kaldık, sizin de buraya gelip yerleştiğinizi duyduktan sonra hayvanların yarısını Kusmurın’a doğru, yarısını da içlere doğru gönderdim.
–Boş yere öyle yapmışsın. Yeterki gönüller sığsın, gölün suyu bize haydi haydi yeterdi ya hu.
–Yok yok, Artıkbay Bey! Eseney bir zamanlar canını kurtaran batırının arazisini zorla almış diye adım çıksın istemiyorum.
–Eseney bir kışlığına konaklamak için gönül koymuş da, ihtiyar topal, evinin yanında yer vermemiş diye ya benim adım çıkarsa nasıl olacak?
–Size laf ettirmem ya hu, Artıkbay Bey…
–Hiç olmazsa bir kış lokmamızı paylaşıp, iyileşsin biraz diyorsan eğer, bu topal ağanı kızağa bindirip yanında götür, kurt avladığını göster. Ben evkuşu olup dışarı çıkmayalı on beş yıl oldu… Ekibini alıp gel, benim evin yanına çadırını kurdur.
Böylece, ikisi de birbirlerine karşı anlayış gösterip, uzlaştılar. Yer konusunda şimdi geri başa dönerlerse, iki tarafa da ayıp olurdu. Eseney, bir çift yılkı sürüsünü burada kışlatmaya karar verdi. Artıkbay, eğer Eseney’in yılkısı yanlarında olursa, aç kalmayacağına emindi.
–Artıkbay Bey, sadak ve mızraklarınızı hazırlayınız. Kış boyunca kurt kovalayacağız. Kapıyı açıp, sadağınızı gerip dışarıdaki hedefe nişan aldığınızı işitmiştim. İnşallah, nişan aldığınız hedefinize bir gün kurt da denk gelir, dedi.
–Eseney ya hu, başka bir uğraşım kaldı mı ki benim? Mızraklarımı bileyip, oklarımın uçlarını yontup kendime bir meşgale çıkarıyorum. Etrafta kimse olmadığında hedefe nişan alıyorum. Bazen okum hedefe tam denk geliyor, bazen hedefi şaşırıp dışarı gidiyor.
–Bu kış, eski günleri yine tekrarlarız o zaman.
–Allah razı olsun!
Konuklar, ilk geldikleri anda atlarını hemen oracıkta denk geldikleri bir ağaca bağlamışlardı. Bu aklına gelince, Kenjetay dışarı çıktı. Atları barınağa götürüp bağlamak istedi. Diğer evde kaynayan semaveri getiren Ulpan’ı görüp: -Semaveri yere koysana, canım. Eve ben götüreyim, dedi kıza iyice yaklaşarak.
Ulpan semaveri yere koydu ve:
–Delikanlı, sen bana sakın canım deme bir daha. Benim adım Ulpan. Şimdi çay içtikten sonra, şu sık ağaçların diğer tarafındaki alanda bağlı duran düne kadar senin taşıdığın doru at duruyor, onu alıp getir sen. Haydi, işte orada duruyor, yürü. Şimdi semaveri alıp eve gir… Dedi. Kenjetay’ı iyice utandırıp laf dokundurarak söyledi.
Kenjetay, semaveri alıp eve girdi. Ulpan ise arkasından geldi. O sırada Eseney, Ulpan’ı Kenjetay’dan kıskandı. Zengin bir beyefendi gibi güzel giyimli, yakışıklı genç delikanlı, kız ile konuşup da anlaştı mı acaba diye kıskançlık duydu. Fakat Kenjetay’ın yüzünde kıza karşı sadece çekingenlik ifadesi vardı. Kenjetay, kızın emrini yerine getirmek için çaya hiç bakmadan tekrar çıkıp gitti.
–Ben atları barınağa koyup geleyim…
–Eseney Mirza, sağılacak çok az sayıda kısrağımız kaldığı için, semaver denilen bu fokurdayan sarının eline bakıp kaldık. Sağolsun, sabah akşam kaynayıp duruyor… Dedi Artıkbay. -Kadın! Sarı kısrağını paslandırmadan sağacaksın.
Eseney içinden: “Sabret, ihtiyarım, kış boyu sana kımız içirtirim” diyeyazdı ve sohbetin yönünü çaya çevirdi:
–E, çaya alıştık. Bu kuruyasıcayı kanana kadar içmezsen, hepten başın ağrıyor. Vermeseydiniz isteyip yine de içecektik. Nesi-beli yengemizin sıcak bavırsağını özlediğimiz de bir gerçek, diye Eseney gevrek gevrek güldü. Elbette, diğerleri de gülüştüler.
Çay içilirken Eseney, ne kadar bakmayayım dese de, gözünü kızdan alamıyordu. Kızın başında bordo kadife ile astarlanmış kara deri börk, üstünde yine bu bordo kadife ile astarlanmış ince, içi deri kaftan, bordo kadife şalvar, belinde ise gümüş kaplamalı deri kemer vardı. Ayağında yüksek topuklu, sivri burunlu çizme, “cizlavet lastik”[27 - Metinde “kosay kaloş” olarak geçen bu ayakkabı, çizmenin üzerine giyilen cizlavet lastik ayakkabıdır.], hepsi de sandık dibinde duran “bir defalığına giyildiği” anlaşılan kıyafetlerdi. Hepsi de anne elinden çıkmıştı…
Çay dolduran kızın sadece on parmağı ve yüzü görünüyordu. Güzelliğini de gençliğini de ifşa etmeyerek kendini gizleyen bir kız olsa gerekti, yoksa zeki kız, gizlediği güzelliğinin insanı ölesiye heveslendiren bir şey olduğunun farkında mıydı?.. Avcunu bütünüyle dolduracak kadar kalın saç örgüsünün altından boynu bembeyaz görünüyordu. Yalnızca incecik olan ak parmaklar değil, işe alışkın elleri kendinden emin ve işe yatkın bir şekilde bütünüyle hareket ediyordu.
Eseney kızın görünmeyenini görmeye çalışarak, onu dikkatle iyice süzüyordu. Geçmişte karıncanın ısırdığı poposu aklına geldi. Kadife siyah benin olduğu bölgeye de uzunca bir süre takılıp kaldı. Kız güzel olmasına çok güzeldi, fakat Eseney onun güzelliğini de huyunu da aklını da kendi anlayışına göre, bir okun ulaşamadığı yüce bir zirveden daha da üstün görüyordu. Gece boyunca “kudurma, kara buğra, kudurma!”, demişti kendine. Bu tövbesi şimdi de aklındaydı. İçinden bir kez daha tekrarladı. Ne çare ki, kendine de gözlerine de hâkim olamıyordu. Hatta bir iki defa Artıkbay’ın sorularını cevapsız da bıraktı.
Eseney’in gönlüne başka bir düşüncenin girdiğini kızın annesi Nesibeli hemen farketti, Müsirep de sezdi. Sadece kız, hiç farkına varmadı. Çay içildikten sonra Ulpan semaveri yerine koydu ve çıkıp gitti.
Evin birden neşesi kaçıp durgun bir hal alıp, ev sessizleşti. Bu halde kimsenin tek bir söz söylememesi kötüydü… Dün erkek kılığında gelip bunları utandıran kızın şımarıklığından bahsedip herkesi güldürmek mümkün olabilirdi belki! Kız o zaman nasıl bir tavır takınırdı acaba? Acaba kızın ağzından yine ilginç sözler çıkar mıydı, acaba ne yapardı… Hiç olmazsa, gözleri parlayıp, hızla bir bakış atıp şöyle doğrudan bir bakmaz mıydı acaba!.. Dağ gibi Eseney’in koskocaman biy olup da böyle çok kolay bir konuyu çözememesi de neyin nesiydi? Yoksa altmışa yaklaşan yaşı kuruyasıca çekingen mi olmuştu?
Ulpan, uzun süre gitti ve geri dönmedi. Şimdi onu, bu eve ister istemez getirecek, hızlıca geri döndürecek bir şey düşünüp bulmak lazımdı.
–Kenjetay, sen batıra güzel bir türkü söylesen ya! Dedi Eseney.
–Hay sen yaşa! Diye Artıkbay da bu fikre çok sevindi. Evde dombıra yoktu. Kenjetay kamçısını ikiye büküp “dombıra” haline getirdi ve “Suluvşaş” türküsünü söylemeye başladı:
Samur kürk kız çocuğa yaraşır.
Yiğidi şaşırtacak sis yoktur.
Sartoğay’ın civarını mesken tutmuş
Kantay adlı çok nüfuzlu bir zengin varmış.
Suluvşaş zengin Kantay’ın tek kızıymış,
Güzelliği huri kızıyla yarışırmış…
Kulağa hoş gelen sesiyle Kenjetay mısraları, mısralardaki düşünceleri yerli yerine yerleştirip sırayla söylüyordu. Kantay’ın zenginliğini, özellikle de kızının güzelliğini, sanki bu kız, dört köşeli bir aynaya yansımışçasına, türküsünde onu canlandırarak dile getirdi.
Suluvşaş’ı verdikleri damadın başı kelmiş. Suluvşaş onunla evlenmek istememiş, hatta ondan iğrenmiş. Çok mutsuz olmuş. Anne babası zor durumda kalmış. Çünkü daha önce Suluvşaş’ın kalınmalını almış ve kullanmışlar. Ama öte yandan da kızlarına üzülüp acıyorlarmış. Kızın Altay adında sevdiği bir delikanlı varmış. O, zengin çocuğu değilmiş ama güçlü kuvvetli, becerikli bir gençmiş. Türkü, işte bu ikisini kavuşturmak istiyordu ama kavuşturamıyordu. Kenjetay, bu sırada bazı şeyleri kendi hayatından eklermişçesine türküyü derinden hissederek söylemeye başladı. Kızın kaygısını, dinleyicilerin hissetmelerini sağlamak için, kendisi de türküyü âdeta ruhunun derinliklerinde hissederek söyledi:
Hazan eserken kazlar geri döner,
Suluvşaş’ın nişanlısı kepkeldir.
Kaygısı deve kadar büyüktür,
Kızını satıp mal alan babası pek keyiflidir!
Bu sırada Artıkbay Batır kendi başındaki dertten bahsetmek istedi:
–Kız çocuklarını hor gören biz kendimiziz, dedi. Derinden bir iç çekti.
Dışarıdan hızla koşarak gelen at sesleri duyuldu. Evdekiler şaşkınlıkla birbirlerine baktılar. Türkü de kesildi. At sesi yakınlaşmaya başladı. Köpekler havlıyordu. Erkek sesleri işitildi. Kenjetay, kerege başında asılı duran mızrakların birini alarak atlara doğru koştu. İri vücutlu orta yaşın üstündeki Sadir de bir mızrağı eline alıp tam koşacağı sırada, atlarından hep birlikte inip bu eve doğru gelmekte olan erkek seslerini tanıdı ve durakladı.
Eve önce Ulpan koşarak girdi. Biraz utanır gibi gülümseyen babasının yanına gidip keregeye büzüştü. Onun arkasından üç erkek hızla eve girdi. İlk giren, tilki derisinden börkü olan, kedi bıyıklı, alevleriyle çadırı yalayıp geçecekmiş gibi parlayıp sönen ateşe yaklaşır gibi bir halde nefes nefese gelip durdu ve arkasından gelen iki kişiye:
–Sürüyerek getirin! İşte orada duruyor! Diyerek Ulpan’ı gösterdi.
–Hey, sen boşboğaz, kimi sürüyerek getiriyorsun? Gözlerine bir bak! Dediğinde, Sadir’in mızrağı kedi bıyıklının omzuna saplanıp kalmıştı. Mızrağın ucu ağzından girip, ensesinden çıkmış gibi görünüyordu. Delikanlı donakalmış bir şekilde konuşamadı.
–Otur!
Delikanlı oturduğunda, Sadir mızrağın ucuyla onun başındaki börkü çıkarıp yanmakta olan ocağa attı. Ulpan’a doğru yönelen iki delikanlı da kıza elini bile dokunamadan geri çekildi. Sadir, mızrağının ucuyla işaret edip, bu ikisini de diğerinin yanına oturttu. Dışarıdan gelen iki delikanlı daha içeriye girdi. Sadir, sadece mızrağıyla işaret ederek beş delikanlıyı birden ateşin başına topladı. Mızrağını birine dahi dokundurmadı.
Uzun zamandır batırlık ruhu horlanmış bir şekilde yaşayan Sadir, Nesibeli’ye dönerek:
–İp getir! Dedi.
Fakirlerin bütün varlıkları evlerinin etrafındaydı işte. Nesi-beli koşarak çıktı ve ipi hızlıca alıp geldi.
Sadir, gençlerin başlıklarını çıkarıp yere atarak onları bağlamaya başladı.
–Senin başını ateşte ütüp, Tanrı izin verirse kendim kemiririm! Diyerek öncelikle eve ilk giren kedi bıyıklıyı iple bağlamaya başladı.
–Sen de bir güzel yontulması gereken biriymişsin, Tanrı izin verirse, kırk kamçı falakayı sana ben kendim atacağım.
–Sen kara baykuş, evinde oturduğunda nasıl da güçlüsün değil mi, ha?
Bu şekilde her biriyle ayrı ayrı sözlü alay ederek delikanlıları bağladı ve iplerin iki ucunu iki taraftaki keregeye bağlayıp kendi kendine iyice keyiflendi. Mızrağına dayanıp, kuzu misali bağlananlara tepeden baktı.
–Şimdi Eseney Biy’in hükmünü dinlesinler!
Delikanlılar törde oturan iri yarı esmer ve çiçek bozuğu yüzü olan kişinin Eseney Biy olduğunu ancak o zaman anlayıp dut yemiş bülbüle döndüler.
Baskında ve hırsızlıkta esir edilen kişileri önce iple bağlayarak aşağılamak, karşı tarafı aşağılamanın çok ağır bir türüydü. Bu dönemde de devamlılık gösteren eski bir gelenekti bu. Bir kez “iple bağlanıp” daha sonra tekrar yerine yurduna dönen delikanlının, hiçkimsenin nezdinde kadri kıymeti kalmazdı. Sadir, işte bu delikanlılara bu aşağılamayı yapıyordu.
Sadir’in “boşboğaz”, “kara baykuş” demesinde de bir mana vardı. Teke tekte olsun, savaşta olsun, karşılaştığın düşmanla bu şekilde alay edip onu aşağılarsan eğer, karşındaki kişi çok kolay sinirlenirdi. Sinirlenen kişi ise mutlaka kaybeder, yenilirdi…
–Bunlar kim? Tanıyor musunuz? Dedi Eseney Artıkbay’a bakarak.
–Kim olacak, dünürlerim işte, dedi Artıkbay. -Bizim evdeki “Suluvşaş”a dünür olan dünürlerim, diyerek kızına baktı. Fakirlik ne yaptırmıyor ki, Bağlan ağzında oturan bir tüccar olan Tülen ile dünür olmuştum. Çocuğu kel mi, hastalıklı mı, bilmiyorum ama sonuçta güzel Ulpancanım onu hiç istemedi. Topal ihtiyara baskın yapıp kızı alıp kaçmaya geldiklerini görmüyor musun! Artıkbay yine derin bir iç çekip sustu.
–Oldu Artıkbay Bey, oldu. Devamını anlatmayınız. Görüyoruz zaten. Sadir, sen bu dünürleri artık bizim konak yerine götürürsün…
Kenesarı İsyanı’ndan sonraki on beş yıl içinde Sadir’in mızrağının parladığı gün, işte yalnızca bu gün olmuştu. Bu on beş yıl içinde koyun misali bağlayıp tutsak ettiği de yalnızca bugünkülerdi işte. Avcunun içindeki kaşınma halen de devam ediyordu. Eseney’in gördüğü kadarıyla o, uzun süredir savaşmadığından, şimdi yeniden mızrağına güvenmişti ve onun öfkesi yeniden kabarmıştı. Bu yüzden o, Eseney’in buyruğuna çok sevindi. Tanrı izin verirse, onları kendi konakladıkları yere götürüp hapsettikten sonra, onları birer birer çıkarıp falakaya yatırmak mümkün olabilirdi. Biyin kararı vakti zamanı geldiğinde olacaktır, o zamana kadar güzün uzun gecelerinde Sadir’in eğlencesi için bol bol yeter…
Sadir, bağladığı delikanlıları çözüp, eyersiz atlara ikişer ikişer bindirdi. Eğer takımlarını kucaklarına yükledi. Beş delikanlı eve girdiğinde, dışarıda atları tutan iki delikanlı daha vardı. Böylece altısını ikişer ikişer üç ata bindirip, atların yularlarını birlikte düğümleyip yedinci delikanlıya tutturdu ve atları sürdü.
Ulpan’ı isteyen nişanlısı Tülen’in oğlu Mirzaş adlı delikanlı, önceki yıl bir kez gelip gitmişti. Tabiatın misk gibi koktuğu ilkbahar mevsimiydi. Ulpan, Tanrı’nın yazdığı yazgıya boyun eğip, aklında beğenmek ya da beğenmemekten hiç eser bile olmaksızın, damadı sadece görme merakıyla cibinliğe girdi ve sonra kaçarak çıktı. Kızın o güne kadar hiç duymadığı iğrenç bir kokudan midesi bulandı. Yengeleri önce eski geleneğe uygun olarak damat ile kızın ellerini birbirlerine tutturmuştu. Ulpan’ın avcuna ömür boyu yıkasan da temizlenmeyecek yağlı bir ter kokusu bulaşmış gibi oldu. Kız, o yapışkanlığı hala da avcunda hissediyordu ve Ulpan hala da ondan iğreniyordu. Bunu hatırladığında, ellerini sabunla iyice köpürtüp tekrar tekrar yıkıyordu.
O zamandan sonra dünürlerin arası açılmaya başladı. Kötü niyetli tüccar, oğlu olmayan kötürüm ihtiyara baskı yapıp, daha önce kalınmal olarak verdiğim beş tayı olan kısrağımı geri ver demişti. Artıkbay bunu doğru bulup, onun bu dediğini kabul etmişti, ancak Tülen, beş kısrağın on yıldan bu yanaki artışını da istemişti. Onun istediği bu rakam, Artıkbay’ın hiçbir zaman karşısında göremeyeceği çok sayıda yılkı oluyordu. Artıkbay, kalınmal karşılığında aldığı beş tayı olan kısrağı geri vermişti ama on yıldan bu yanaki artış davasından hala da kurtulmuş değillerdi. En sonunda uzak bir yere gidersem kurtulur muyum acaba demişti. İşte bunun üzerine Tülen, sözünden dönen kızı yakalatıp getirtmek için yiğitlerini göndermişti…
Ulpan başında dünkü deri başlığı, üstünde ince kıyafetinin üstüne giydiği deve yününden cepken, yerinden kalkamayan babasını korumaya hazır bir halde, onun uzağında durdu. Korktuğu için sararıp solmuştu, korktuğuna utandığından dolayı gülümseyen bir hali vardı. Her gün yaptığı gibi alaca karanlıkta az sayıdaki yılkısını çitin içine getirip kapısını kapatıp, tan atarken otlatmaya göndermişti. Kenjetay’a atı eğerleme görevini vermesinin sebebi de buydu.
Ulpan yayılmakta olan yılkısını topladığında, ağaçlar arasından iki atlı çıkıverip:
–Bu kimin yılkısı? Diye sordu.
–Bizim.
Ulpan, geceye doğru ağaçlar arasından çıkıp gelen adamların olsa olsa hırsız olduğunu düşünerek, yılkısını bağırarak sürmeye başladı. Kızın sesini hemen tanıdılar. Ağaçlar arasından:
–O! Onun ta kendisi!
–Davran, tut! Diyen sesler yakınlaşmaya başladı.
Gizlenerek gelen kız yılkısını da bırakıp, tek başına avuluna doğru koştu. Arkasında kovalayanlar, Ulpan onlardan neredeyse bir ok boyu daha erken evine ulaştı.
Sadir, gençleri sürüyerek götürdükten sonra, Ulpan babasının yanına oturdu ve ağlamaya başladı. Konuklarına sanki halini anlatır gibi hıçkırarak ağladı. Ne büyük bir hor görülme! Bu güne kadar hiçkimsenin yüzüne duramadığı, şımarık büyüyen Ulpan, mal karşılığında satılıp gidecek birçok kızdan sadece biri oldu ya! Eğer evde konuklar olmasaydı, deminki delikanlılar bunu bağlayıp sürüyüp götüreceklerdi ya. Götüreceklerdi ve de pis kokulu Mirzaş’ın koynuna sokacaklardı. Ondan sonra yatıver eriyip her gün tükenerek… susuver… ölüver… Ulpan titredi… çocuk gibi karakteri vardı, çok korkmuştu, küçük bir çocuk gibi de ağladı. Şımarık olsa da yiğit bir kızdı, bu sebeple de horlandığı için gururu kırıldı ve ağladı. Evine kıymetli konukların geldiği gün, büyük bir utanç başıma geldi diyerek, utancından ağladı.
Eseney, Müsirep’e baktı. Bir şeyler söyle de gönlünü alsana der gibiydi. Müsirep zaten bir şeyler söylemeyi kendisi de isteyip, Eseney’den bir işaret bekliyordu, hızla söze başladı:
–Güzelim Ulpancan, başına musallat olan bir beladan kurtuldun. Şimdi artık tamamen kurtuldun. Ağlama! Demek bu eve gelirken niyetimiz temizmiş ki size yapılan bir zorbalığa tam denk geldik. Artık bundan sonra bu bela senin başına terkrar dönüp gelmeyecek. Artıkbay Bey ve Nesibeli yengemizin biricik kıymetli çocuğunu nerede olursak olalım mutlaka koruyacağız. Bu eve hiç kimsenin zararı dokunamaz artık. Bahtın açılacak, güzelim. Dengine varırsın daha, ağlama…
–Bu bölgede kırk eve yakın Kürlevit varız… Dedi Artıkbay. -Yaza doğru bir avul olup birlikte yaşıyoruz ve kışa doğru ağaçlık arayıp, sık ağaçlık yerleri yerleşme yeri seçip dağınık olarak yaşıyoruz. Bu gün eğer siz gelmeseydiniz halimiz haraptı. Eseney, sen yılkını hiçbir yere gönderme… Kendi ekibini de alıp yanıma gel, buraya yerleşin.
–Artıkbay Bey, siz neyi istersiniz de ben sizin istediğinizi yapmam ki. Fakat artık dünürlerinizden korkmanıza gerek yok. Ben kendi ekibimi sizin dünürlerin avuluna yakın bir yere götürüp onlara yakın yere yerleşsem nasıl olur diye düşünüyordum.
–Oy, o zaman zalim tüccarı tamamen durduracaksın ha!..
–Dursun kalsın!.. İzin verirseniz Sadir ve beraberindekileri buraya yerleştirmek istiyordum… Yılkınızı Sadir’inkine katıp gönderirseniz, Ulpancan da kış soğuğunda geceleyin yollara düşmezdi.
–Oldu, Eseneycan, oldu. Bana Sadir’den başka yoldaşın gereği yok artık!
Ulpan, yalnızca o anda gülümsedi. Konuklar akşam yemeğinden sonra atlarına binip gitti.

VI
Sadir, eski tutsak geleneğinin hepsini uygulamak isteyerek, kız kaçırmaya gelen delikanlıların ellerini arkada bağlayıp, Ese-ney ve beraberindekilerin yanına yaya olarak getirdi. Hepsi de başları kabak, başlıklarını çıkarıp koyunlarına sokmuştu. Sadir kendisi at üstünde, mızrağı elindeydi, yanında ise Eseney’in gönderdiği Kenjetay vardı, o da tek başına at üstündeydi.
–Kerey-Uvak kin güder, Süyir Batır teke kovalar! Diye bağırdı Sadir. -Kerey-Uvak ile düşman olursan, Süyir Batır’ın zulmünü de görürsün! Denildiğini duymuş muydunuz, haydut itler?
Delikanlıların hiç sesi çıkmıyordu. Gece boyu epeyce kalınlaşan köpük gibi karı etekleriyle sürüyüp, bir o yana bir bu yana yalpalayarak yürüyüp gelmişlerdi. Karınları açtı. Biraz da kamçı yemişlerdi. Eseney’in hırsızlara karşı sert olduğunu da duymuşlardı. Korkuyorlardı.
–Tüh, Stap’a da benim götürmem gerekti bak ya hu!.. Tanrı izin verirse Stap’a varana kadar kulaklarınızdan olursunuz. Stap’ta kulaklarınız iyileşene kadar iki ay yatarsınız. Demiri kıpkızıl kızdırıp, alınlarınıza “eşkıya” diye damga basacaklar. Tanrı izin verirse, onu ben basacağım… Ondan sonra herkes huzurlu olacak, “İtjekken”e kadar Rus’un polisleri sürüp götürecek.
Sadir, bunu delikanlılara gece boyunca yaptığı eziyeti Eseney’e söylerler mi diye tehdit etmek amacıyla söylüyordu.
–Kerey-Uvak kin güder, Süyir Batır teke kovalar!.. “İtjekken”e kadar iki kış, iki yaz yayan götürsünler… Belinize kadar kara gömülerek, ama yalpalamadan yürüyün bakalım!
Eseney ve beraberindekilerin bulunduğu yer, Sadir’inkine uzak değildi. Sadir delikanlılara bu nasihatlerini söyleyip bitirene kadar, Eseney çıkıp geldi. Delikanlılar, Eseney’in evine girer girmez yere diz çöküp, birer birer yere kapanıp kulluk bildirdi ve daha sonra ancak kapı önüne sıralandılar.
–Şimdi gidebilirsin, beraberindekileri göçür! Dedi Eseney Sadir’e.
Sadir çıkıp gitti. Yılkıcı değil, birdenbire cengâver oluvermişti, hızlıca çıkıp gitti.
–Evet, sizler kimsiniz?
–Kerey boyundanız, Ağa Sultanımız, Kerey’iz, sizdeniz… Bağlan ağzında oturanlardanız.
–Dün Artıkbay Batır’ın evine ilk giren sensin… Sen kimsin?
–Tülen’in büyük oğluyum… Adım Mırzageldi.
–Hımm, kız sizindi öyle mi?
–Evet, efendim… Erkek kardeşim çocukluğunda hastalanmıştı… Kışa doğru iyice zayıfladıktan sonra biraz onu mutlu edebilir miyiz diyerek, nişanlısını alıp getirsek diye düşünmüştük.
Delikanlının gece boyunca düşündüğü bir hileydi bu. Kardeşim hasta dersem, Eseney yufka yürekli, merhamet eder demişti.
–Hasta kişiye kadın mı getirilir?
–Gönlü hoş olur ümidiyle… Kalınmalı tamamen ödendikten sonra kız bizimdir diye düşünmüştük.
–Verdiklerinizi geri almışsınız ama!
–Kârını hiç alamamıştık…
Ezilerek konuşmasına rağmen, delikanlının aklında nasıl bir hainlik olduğunu Eseney kolayca anladı. Kazak hilelerinin hepsi birbirine benzer. Erkek kardeşi ölüm döşeğindeymiş… Nişanlısını alıp gelirlerse eğer, o zavallı kızcağız “küçük kardeş ölürse, ağabeye miras” kalmaz mıydı?
–Bu akıl, baban Tülen’in mi yoksa senin kendinin mi?
–Babamıza hiç söylememiştik…
–Şimdi dönün gidin. Stap’a şimdilik göndermeyeyim. Eğer baban, Artıkbay’da kalan malım var diyorsa, kendisi bana gelsin. Yok eğer gelmezse, kış ortasına doğru bir çift yılkıyı ben o tarafa gönderirim, o zaman karşılaşır… Kenjetay, bunların ellerini çözüp, serbest bırakıp gönder!
Delikanlılar Eseney’e tekrar tekrar tazim edip, çıkıp gittiler. Akşam olmaktaydı. Kendileri açtı, atları da tir tir titreyerek, dün geceleyin bağlandıkları yerde aç duruyorlardı… Beraberindekileri getirip Artıkbay’ın yanına göçürmekte olan Sadir, bunlara hala kızgın bakıyordu. Bazen Eseney’in böyle merhamet ettiği zamanlar da oluyordu!.. Hiç değilse falakaya bile yatırtmadığını gördün mü bak!..
Mırzageldi’nin içine çok büyük bir korku düşmüştü. Eğer Eseney, bir çift yılkısı ile gelip onların yanına yerleşirse, bundan daha büyük jut olur mu bak? Şimdi Ulpan’dan da ümit kesmekten başka ne çare kaldı? Sonuç olarak, Tülen’in bütün işi gücü sarsılıp, düzeni bozulacaktı. Beş baytal atın hakkı bir hilekârdaydı ne vardı bunda? Hey, bu boş söz ya hu, Ulpan gibi bir kadına nerede rastlarsın artık!.. Bu sefer alıp kaçırabilseydim, kaderde yazılmamışsa da yazılacaktı!..
Kendileri de atları da acıkan delikanlılar, bu “Karşıgalı” ormanının içinde sınır olarak oturan akraba dünürlerine doğru yola çıktılar. Çok hızlı bir şekilde atlarının izlerini arkalarında bırakarak oraya ulaştılar.
Ulpan’ı küçük oğlu Mirzaş’a isteyen Tülen’in büyükbabası Tilepbay’ın teyzesi Akbaypak’tan doğan Karabay’ın Kayırgeldi’sinin yeğeni İgenberdi’nin torununu alan Irımbek, evinde idi.
Artıkbay’ın evinin sakin bir yerde olduğunu, kızın hava karardıktan sonra otlayan atları toplayıp evin önündeki çitin içine getirip kapattığınıTülen’e haber veren kişi, işte bu Irımbek idi. Ulpan’ı alıp kaçmak, kaz yavrusunu tutmaktan da daha kolay demişti…
Dün akşama doğru Irımbek, kız kaçırmaya gelen delikanlıları kendisi getirip Artıkbay’ın az sayıda yılkısının yakınına, ağaçların arasına gizlemişti. Delikanlılar kızı yakalamaya çalıştıklarında, o hemen oradan ayrılıp evine doğru gitmişti. Ondan sonraki yaşananlar bütün “Karşıgalı”ya yayıldığı için, Irımbek’in ödü kopuyordu. Irımbek evinden çıktı ve:
–Aman, işte toklu, işte kazanım… Alın da gidin. Ben şimdi bittim! Dedi. Delikanlılar da hala burada oyalanmaktan korkup, Irımbek’in verdiklerini alıp gittiler. Mırzageldi boş boş gitmedi elbette, küfrederek ayrıldı.
–Gözü çıkasıca, domuz gözlü, Artıkbay’ın evine Eseney’in geldiğini nasıl bilmezsin?
–Aman kulunuz olayım, gidin şimdi! Dedi Irımbek.
Irımbek’in bu kadar telaşlanması da boş yere değildi. Geçen gece yaşlı Artıkbay’ın evinde olan olay, tan ağarana kadar “Karşıgalı”da kışlayan kırk çadırlı Kürlevit boyu arasında tamamen yayılmıştı. Bu gün yaşlı adamın eşi dostu, bütün akrabaları hepsi oradaydı.
–Hey Allahım, Allah saklamış ya hu!
–Eseney Bey gelmeseydi vah vah, Ulpancan’dan ayrılıp da kalacaktık.
–Nesibeli Ablanın boz koç kestirip kurban etmesi çok yerinde olmuş… Kellesini Eseney’e ikram ediniz[28 - Kazak geleneksel sofra adabına uygun olarak sofranın en kıymetli misafirine hayvanın kellesi ikram edilir. Etin diğer bölümleri de sofradaki hiyerarşiye göre sırayla sofradakilere pay edilir.]!
–Aksakal, siz bu yıl boş yere kıyıda kışladınız… hâlâ da bizim ortamıza gelip konmanız daha doğru olur…
–Başka söze ne hacet, arada laf taşıyan kötü niyetli biri var. Onu bulup cezasını vermek gerek!..
Irımbek, gün boyu kendi de orada bulunup bu sözlerin hepsini işitip, hayatından ümidini kesmişti. Hanımı hala oradan dönmemişti. Onun alıp getireceği daha da ilave haberler vardı!
Halkın duyup bildiklerini saksağan cıvıldayarak, karga gaglayarak iyice abartıp konuyla ilgili dedikodular çığ gibi büyümüştü.
–Eseney kız kaçırmaya gelenlere kırk kamçı falaka çektirmiş.
–Kuzu misali bağlayıp alınlarına kırklık kızdırıp basıp, “İtjekken”e süreyim demiş diyorlar. Tanrı bilir, doğrudur!..
–Kendi içimizdeki laf taşıyan haini de onlarla birlikte sürse çok iyi olurdu.
–Eseney, ihtiyarın çadırını bir kış koruması için Sadir adlı bir yiğidini bırakıp gitmiş…
Sadir’in beraberindekilerle gelip, Artıkbay’ın çadırına yakın bir yere çadırlarını kurduğu da doğruydu. Sadir’in beraberindekiler dört kara çadırdan oluşuyordu: at seyisleri, sağmacılar, köpek ve kartal bakıcıları, hepsi oradaydı. Sadir’in yanında on kadar yiğidi de vardı. Şimdi artık ihtiyar Artıkbay hiçkimseden korkmuyordu.
Eseney kendi beraberindekileri yerlerinden hareket ettirmedi. Bir an, Ulpan’a göz dikmem hainlik diye de düşündü. Ben yetmişe dayandığımda o, otuza ancak gelecek. O zaman ben ne yapacağım diye düşünüp tedirgin oldu. Ulpan başka kızlar gibi: Tanrı nasip etti, ben de kabul ettim diyerek ebediyen boyun eğip, ebediyen ses çıkarmadan oturacak birine benzemiyor. Bu, Eseney’in mantığını devreye sokarak düşündüğü ve gerçek olandı.
Ne yazık ki, bu düşünce, bu dosdoğru gerçek, namaz esnasında uçup gitti. Sabah namazını kılıyordu. Eseney’in aklına, küçük Ulpan’ın çocukken onun sırtına yapışması geldi. Ne kadar da yumuşak dokunuyordu! Bütün vücudunu daha önce hiç hissetmediği bir his kapladı, bu his onu mest ediyordu. Kadife gibi et beni nasıl da yakışıyordu…
Bu Ulpan şimdi, bu yaşımda da sırtıma asılır mıydı! Bir kez olsa bile… Nasıl bir haz duyardı o zaman! Ben bir şey biliyorsam o da ağabeyli kardeşli iki “Türkmen”in ikisi de Ulpan’a kur yapıyor gibiydiler. Biri yakışıklı ve genç bir delikanlıydı. Ağabeyi ise şimdiye kadar evlenmemiş müzmin bir bekârdı. Özellikle ağabey, kadınlar kızlar tarafından çok beğenilen, şeytan tüyü olan biriydi. Bir gün: “Eseney, bu kızı bana iste” derse, o zaman ne diyeceğim? Yok, ben böyle düşünüp durursam delireceğim sanırım. Avcı Müsirep’e katılıp tilki avlayıp döneyim.
Eseney namazını yarım yamalak kılıp, kalkıp gitti.
Avcı Müsirep, dünden beri ölecek gibi horlanmış hissediyordu kendini. Eseney’in ava çıkalım haberini aldıktan sonra, yeniden canlanıverdi.
–A, Tanrı varmış!.. Müsirep daha ölmemiş meğer! Dedi Sadir’e.
Yanında on kadar yiğidi olan Eseney, “Karşıgalı” diyarını gezip gün boyu dışarıda vakit geçirdi. İki kartal, dört kurt kovalayan köpekler Eseney’indi, iki sarı ise “Türkmen” Müsirep’inkiydi.
Eseney’in köpekleri, kim olursa olsun istediğini alıp koparan, kendi aralarında dalaşıp duran köpeklerdi. Oysa Müsirep’in iki sarı köpeği ise aynı yuvadan olan, hiç dalaşmayan iyi anlaşan uysal köpeklerdi. Bu ikisi meşhur, cins, avcılık kanına sinmiş belalardı. Avcılığı sahiplerine bunlar öğretiyordu. Kurt ile tilkiyi hangisi önce görürse, doğruca kovalamaya başlardı ve ikincisi de uzaktan merakla bakıp kestirme yoldan gidip, pusuya yatardı. Birinin adı Pars, birinin adı Sadak idi. İkisi daima sahipleriyle beraber, sahiplerinin beraberindeki ekip içinde bulunurdu.
Eseney’in köpekleri önce çıkıp boğuşmaya başladı. Adeta bir düve kadar büyük kurt, köpeklerin keskin dişleriyle buluştu. Köpeklerde, hangisi önce yıkılırsa onu parçalama gibi bir alışkanlık vardı. Dördünden biri sakatlanıp ayağa kalkamadı. Üstü başı kıpkızıl kan içindeydi.
İki Müsirep’in köpekleri bir arada duramıyordu. “Türkmen” Müsirep yanına Sadir’i alıp, kendi köpeklerini beraberinde götürüp, oradan ayrıldı. İki sarı köpek sahiplerini kendileri yönlendirip, hayvanların yayıldığı yoldan uzaklaştıktan sonra ancak havayı koklayıp, rastladıkları izleri koklayıp uzaklaşıp gitti. Avcı yürüyüşü yavaştır. Bu sebeple avcılar köpeklerini gözden kaybetmeden, uzaktan takip edip, yavaş yavaş geliyorlardı.
Kurda akşama doğru rastladılar. Bir kilometre yakınlıktaki mesafeden dik dik baktı ve yürümeye başladı. Pars, hemen harekete geçti.
–Düve kadarmış. Erkek kurt, börü! Diye Sadir de atını koşturdu.
Sadak, kurdun yöneldiği tarafa doğru, onun önünü kesecek şekilde, kestirmeden gidiyordu. Acele etmeden, yavaşça koşuyordu. Müsirep kendi de onun arkasından gitti. Az sonra Pars da, Sadir de uzaklaşıp görünmez oldu. Sadak aynı şekilde gitmeye devam ediyordu. O, önünü kesecek şekilde koşmaya devam etti. Arada sırada hoplayıp zıplayıp kurtun olduğu tarafa doğru bakıyordu.
Sadak, kurdun uzaktan duyulan kokusunu alarak takip ediyordu. Koku bir yakınlaşıp bir uzaklaşıyordu. Önceleri kurdun sıradan kokusu geliyordu, beş kilometre koştuktan sonra kurdun kokusuna ter kokusu da karışmaya başlamıştı. Şişman ve semiz miydi acaba?.. Bu dönemde dişi kurtlar yalnız gezmezdi, yavrularını avlanmaya alıştırarak yavrularıyla birlikte gezerlerdi. Bu, işte, erkek olanıydı. Erkek olduğu kokusundan da anlaşılıyordu zaten. Koyun yemiş olmalı, koyun etinin kokusu duyuluyor. Ay Allahım, koku nereye kayboldu? Yok ya hu!
Sadak, biraz daha hamle yapıp kovaladı ve sonra durdu. Bildim, bildim! Öbür tarafa doğru dönmüş olmalı. Hiç farketmez, rüzgar o taraftan esiyor. Şimdi bulup alacağım, şimdi… Sahibine bir bakış atıp özür diledi ve dönüp ikinci tarafa doğru, önünü kesecek şekilde koşmaya başladı. Çok geçmeden koşması da hızlandı. Atılarak gidiyordu. Sahibi de ata kamçıyı bastı. Müsirep’in atı da çok kuvvetliydi, öyle olsa da Sadak yine de daha hızlıydı ve çabuk uzaklaştı.
Biraz sonra Müsirep, kurt ile yarım kilometre kadar mesafelik yerden önünü keserek geçip yakınlaşan Pars’ı gördü. Sadir kaldı. Kurtun göğsünden atıldı ve kurt yere yığıldı. Pars da yetişti. Şiddetli bir boğuşma…
–Kurban olayım hey, Sarı Sadak’ım hey! Diye Müsirep de geldi.
Kurdun üstü başı kırpkırmızı kandı. Karnı parçalanmış, bağırsakları dışarı çıkmıştı. Sadak, kurdu halen de boğazına yapışmış vaziyette ısırmaya devam ediyordu. Karnını, bağırsaklarını parçalamak Pars’ın yaptığı bir işti…
Müsirep, Sadak’ın alnını, ensesini okşayıp: “Kurban olduğum hey, sarı Sadak’ım hey!” diye köpeğin ağzını zar zor açtırdı. Çenesi resmen kilitlenmişti.
Müsirep o sırada farketti ki, Sadak buraya gelene kadarki elli adımlık yeri pusuda sürünerek gelmişti. Bunu her zaman yapardı. Bu, kurda görünmemek için yaptığı bir şeydi. Müsirep bunu ilk defa görmüyordu. Sadak, kurdun geçeceği yere sürünerek gelip gizlenirdi ve tam karşı karşıya geldikleri anda ok gibi atılırdı. Hızlıca kurdu yakalardı ve boğazına yapışırdı. Isırırdı ısırırdı. O sırada Pars da yetişip kurdun karnını, bağırsaklarını parçalardı. İyice hırslanmış vaziyette burnunu sokup çıkarıp, başını iki yana sallayınca bütün iş biterdi.
Müsirep, kurdu Sadir’in eğerinin arkasına bağlayıp, ekibin olduğu yere doğru yola çıktı. Artıkbay’ın avulu bunların dönüş güzergâhındaydı. Uğramasalar ayıp olurdu, kurdu onlara bırakıp gitmezlerse daha da büyük bir ayıp olurdu. Müsirep bir düve büyüklüğündeki erkek kurdu sürüyerek eve girip:
–Artıkbay Bey, işte kurdunuz! Dedi.
–Hey, hanım, toy yap, kazan kur! Bizim eve on beş yıldan beri giren ilk kurt bu!
Biraz daha gecikerek Eseney ve beraberindekiler de bu eve geldiklerinde, tek parça halinde yüzülüp kuruması için gergiye gerilen kurt derisi keregeye dayanmış olarak duruyordu. Büyüktü. Hayvanın suratı, çadırın kubbesini oluşturan çubukların bükülen kısmına kadar ulaşırken, kuyruğu ise yere kadar uzanıyordu.
–Türkmen, Artıkbay Bey’e kurdu getirip bağlamışsın ya! Dedi Eseney.
–Elimize geçen yalnızca bu oldu.
–Erkekmiş, devamı gelerek sürüsüyle yirmi yedi olsun, Artıkbay Bey.
Avcı Müsirep, iki tilkiyi birden yüklenmiş olarak geldi.
–Nerede benim Ulpanım, kraliçem! Buraya gel, sarın bu iki kızıl tilkiyi. Selamunaleyküm, Artıkbay Bey. Sağlığınız, sıhhatiniz nasıl? Kurban olayım, ihtiyar ağabeyin büyük bir ayıp yapmıştı… İşte bu ayıbıma karşılık olsun! Nesibeli, sen nasılsın? Benimle alay edeceksen et, bana her gün gülseniz yeridir. “Güleceksen, ihtiyara gül” dedikleri budur işte.
Ulpan gülümseyerek gelip iki tilkiyi aldı ve:
–Ayıp dediğimiz şey, bize tekrar geri gönderilmedi mi, Müsirep Bey?! Siz verdiniz, ben de aldım. Şimdi de size geri veriyorum… Siz kendiniz alınız, diye tilkileri tekrardan ona uzattı.
Eseney töre çıkıp oturdu:
–Ayıbın mayıbın geri verilmediği de, geri dönmediği de olabilir, dedi. Bu, “Müzbel Doru” adlı atın geri verilmeyeceğini hatırlatmaktı. Bu konuda, bu defa Ulpan’ı nasıl olur da konuşturabilirim diye gün boyu düşünmüştü.
–Dönüp yılkı sürüsüne katılmasına, tekrar döndü demiştim ya, öylesine. Ulpan, dünden beri hiç sesini çıkarmadan oturmasını doğru bulmayıp, küçük bir şaka yapmıştı.
Eseney biraz düşündü ve Artıkbay’ın yılkısının “Müzbel Doru” ile birlikte Sadir’in mallarına eklendiğini hatırladı.
–Yılkı sürüsüne katıldıysa, yılkı sürüsünü tamamen alayım demektir de! Dedi.
“Bu ne demek? Kalınmal olarak veriyorum demek mi? Bu ihtiyarda böyle bir düşünce de olabilir! Bırak bunu, böyle bir düşüncesi varsa, hemen onu bu düşüncesinden vazgeçirmek gerekir”.
–Bizim eve sürü olarak gelen malın hayrı olmaz, dedi Ulpan. Sesi belli belirsiz bir sertlikte çıktı.
Bunların neyi ima etmeye çalıştıklarını anlayamayan avcı Müsirep:
–Ulpancan, kurban olayım, ayıbı kurusun, babana hediyem olsun. Alıver, güneşim! Diye lafa girdi. Ulpan bu neşeli ve gülen haliyle tilkiyi aldı ve mutfağa gitti.
Çay içerken yine lafın ucu Ulpan’a gelip dokundu. Eseney ve beraberindekiler avda bir maralı ellerinden kaçırmışlardı. Avcı Müsirep bundan söz açtı:
–Peh peh vay! Altın boynuzlu akmaraldı! Esney Bey, sizin köpeklerin ağızlığı olmadığında, kurtulamazdı. Avcılıkta mahir köpekler, hepsi birlikte hızlıca hamle yapmadan, pusuya yatarak kovaladılar. Sizin köpekler üçü birden hamle yapıp, birlikte yorgun düşüp, sonunda birbirleriyle dalaştılar, zar zor ayırdık. Her yerden gelen köpek, köpek olmuyor.
Artıkbay heyecanlandı:
–Altın boynuzlu akmaral mı dedin sen? Vay be, onu bizim avulun delikanlıları gün boyu kovalayıp, iyice yorup sıkıştırdığında, Ulpancan onu kurtarmıştı… Zavallı maral yorulduğu için göle güp diye yığılıvermişti. O değil midir, Ulpancan?
–O herhalde.
Ulpan’ın maralı kurtardığı gerçekti. Delikanlılar göle yığılı-veren maralı nasıl yakalayacaklarının bir yolunu bulamayınca, ihtiyar Artıkbay’ın mızrağını istemeye adam göndermişlerdi. Ulpan babasına: “Verme!” dedi ve atına binerek hemen gitti.
Bu maral, Ulpan’ın arada sırada gördüğü maralıydı. Maral, onu kovalamayan, üzerine köpekleri kışkırtmayan kıza alışmıştı. Çok yakınlaştırmamakla birlikte hoplayıp zıplayarak kaçıp gitmiyordu da. Çalıların yapraklarını koparıp yerken, Ulpan’dan gözlerini hiç ayırmadan ihtiyatlı davranarak ona bakıyordu.
Ulpan göle geldiğinde, on beş kadar atlı delikanlı gölün etrafını dolanarak gelip, köpekleri kışkırtarak koşturuyordu. Suyun soğuk olduğu bir zamandı, bu yüzden kimse göle girememişti.
Ulpan, delikanlıları oradan kovup göndermişti.
–Ne var, kırk çadırlı Kürlevit boyu, kırk yapraktan koparıp alayım diye mi geldiniz? Dokunmayın! Bu benim maralım! Dedi.
Delikanlılar utanıp, köpeklerini de alıp hepsi dağılmışlardı. Az sonra maral da sudan çıkıp, silkindi ve sık ağaçlığa girip kayboldu. Gün boyu insanoğlu tarafından kovalanmış olsa da, Ulpan’dan bu defa da kaçmamıştı, kendini toplayıp yavaş yavaş yürüyerek gitmişti.
–Gözleri pasparlak ya hu, kapkara… dedi avcı Müsirep.
–Kara gözlü, ak alınlı mı yoksa? Eseney, bunu hemen araya sıkıştırıp söylemişti. Bu söz tam da Ulpan’a söylenmiş gibi olduğu için utanıp, “Türkmen” Müsirep’e dönüp: -Sen ayrılıp gitmeseydin ak maral kurtulamazdı! Deyiverdi.
–Evet, o bana da denk geldi. Hayvan olarak yaratılanların en güzeli. Elli adımlık yerden çalılar arasından vurulabilirdi, kovalamadım.
Ulpan, minnettar bakışlarıyla Müsirep’in yüzüne okşar gibi baktı.
–Ben köpeklerimi güzel hayvanların üzerine göndermiyorum. Bu kadar güzel yaratılanı köpeklere talatıp, kana bulamayı vebal olarak görüyorum. Ben kurda ve tilkiye hevesliyim…
“Gerçekten mi? Nasıl?” dercesine Ulpan’ın azıcık gülümseyen gözleri parlayıp yeniden Müsirep’e doğru odaklandı.
Maralı öven sözleri aslında Ulpan için söyleyen ve fırsatı iyi değerlendiren yakışıklı Müsirep, bunu doğrudan kaba bir şekilde söylemeye karşı olduğunu da fark ettirdi.
–Ulpancan, seninle aynı dilekte olan da varmış bak gördün mü! dedi Artıkbay sevinerek. -Bu marala bütün avul Ulpan’ın maralı diyor. Hepsi de onu koruyup kolluyor.
–Hey Allahım, kraliçem, dokunmuyorum maralına, dokunmuyorum. Bundan sonra eğer ona göz dikersem, beşikte yatan bebeğimi görmek nasip olmasın! Diye avcı Müsirep ant vermeye başladı.
–İki yavrusu ve anası Tuzdıköl civarında yaşıyor, diyerek Ulpan bir hatırlatma da yaptı.
Eseney maral hakkındaki sohbetin başlayıp devam etmesine sevinse de, şimdi bitmesine üzülüp keyfi kaçtı. İlk önce kendi akrabası Müsirep’e sinirlendi. Maralı kıza denk tutup överek, köpeklere talatıp… kana boyayıp… öldürmek vebal olurdu demesi nasıl bir saçmalamaktı? Özellikle beni sinirlendirmek için söyledi. Hiç olmazsa bir akşam olsun, aslında kızdan bahsedip maral hakkında konuşup, maraldan bahsedip kız hakkında konuşup eğlenip gülüp vakit geçirmiş oluyordu ya. Ulpan da susup konuşmayım demiyordu doğrusu. İki Müsirep’in sırayla giyinip giderek, sözün sonunu cehennemin dibine kadar getirip sonra muhabbeti kapattığını gördün mü!.. Kendim de Allah’a şükür, pek çok beceriksizden biriyim… ayıp mayıp… atlar, marallar hakkında konuşma oldu… Bunlardan birinden birini olsun ne konuşup dikkati üstüme çekebildim ne de konuşmayı istediğim gibi yönlendirebildim. Sadece sözü bağladım. Aslında, ben sözün gelişerek devam etmesine hiç bakmaksızın, hemen hüküm vermeyi âdet haline getiren bir kişiyim. Kıza hüküm ne gerek? On gün düşünsem de gelecekteki bir akşam Ulpan’dan başka bir kişiye söz hakkı vermeden… Ulpan ne söylese de yerinde söylüyor… bazen güldürüp bazen düşündürüp… bazen de başının üstünden ok gibi geçen yırtıcı kuş gibi… bazen ok gibi saplanıp… eritip, yakıp… döneceğim.

VII
Eseney, on gün düşünse de kızı öyle eritip yakacak kadar etkileyecek hiçbir şey bulamadı. İki defa Artıkbay’ı kızağa bağlayıp ava götürmüştü. Onu koruma kaygısıyla kurt yakalayamadı. Bu gün “Türkmen” Müsirep evine dönüyor. O gittikten sonra Eseney’in grubu iyice sessizleşmişti. Avcı Müsirep’in saçmalığını Ulpan gülerek dinliyordu. Böyle boş boş konuşup başını şişirmektense hiç konuşmamak daha iyiydi… Onun sözlerine gülmedi, kendine güldü. Sözün özü, Eseney, yalnızca Eseney olarak kalmalıydı. Başka birine benzemeye çalışıp hatip olacağım, nazik olacağım, beyefendi olacağım derse, komik duruma düşebilirdi. Eskiden beri benim adım Eseney olduğu için takdir görüyorum. Şimdi bu yaptığım nasıl bir bunaklıktır! Yok, ben Eseney’den başka hiçkimse olamam!
Eseney, memleketine gitmek için hazırlanan Müsirep’i çağırdı.
–Bir kış birlikte olalım demiştim, kabul etmedin, seni müzmin bekâr… Sebebi vardır heralde, sormuyorum. Yalnızca benim son bir arzumu yerine getir. Bir gün daha bekle.
–Tamam, bekleyim.
–Bekliyorsan, şimdi atlan. Artıkbay’a dünürlüğe git. Niye şaşırdın?.. Ulpan’a Eseney’in gönlü düştü. Benim gibi itiyarların nicesi kuma alıyor. Ben de senin gibi müzmin bir bekârım. Sen hanımı olmayan bir bekârsın, ben hanımım olmasına rağmen, on yıldan beri müzmin bir bekârım. Altmışa henüz gelmedim. Gerekirse, kızın kendisine de söyle. Senin “İlkgözağrım” dediğin bir durumun varsa, benim “Sonuncum” dediğim bu kız, Ulpan. Kadın kız denilince bu işlerden anlayan delikanlısın, göster bakalım bu defa hünerini!
–Tamam, gideyim.
–Yalnızca gidip gelme, işi bitirip gel. Sıyban adlı boy bir gün tamamen kuruyup kalsın demiyorsan eğer, onları ikna edip gel!
Eseney’in son sözü Müsirep’i derinden etkiledi. Sıyban, bir tek Eseney’i olmasa, ağaç kovuklarına sığınıp dağılıp gidecek güçsüz bir boydu. Eseney güçleneli beri, on avul Sıyban ancak bir boy haline gelmişti. Ama işte bu Eseney zürriyetsizdi. Akrabaları arasında bunun izinden gidecek, yerini tutacak hiçkimse yoktu. Onun gibi bir kişi daha bütün Sıyban içinde bile yoktu. Onun başka taraflarını bir yana bırakırsak, iki oğlu vefat ettikten sonra tamamen zürriyetsiz kalması da Müsirep’i çok derinden üzüyordu. O da insan ya hu! Ama bir yandan da içinden Ulpan’a da acıdı. Eseney her ne kadar onun yakını olmakla birlikte, kancayı başka birine taksa da olurdu. Şimdi ne olacaktı? Bu kıza yazık olmaz mıydı? Yazık ya hu, on avul Sıyban’ın bir kadınının dul kalmadan oturduğunu gördün mü!.. Müsirep, içinden hem Eseney’e acıyarak hem de Ulpan’a acıyarak Artıkbay’ın evine geldi.
Ulpan evde değildi. Müsirep bundan faydalanıp hangi maksatla geldiğini lafı hiç dolandırmadan, kızın anne babasına hemen söyledi. Eseney’in selamını iletti. Lafı hiç dolandırmadı, süsleyip püslemedi, doğrudan söyledi. Artıkbay Bey, sesini çıkarmadan sessiz ve düşünceli bir şekilde oturdu, kızın annesi Nesibeli ise ağlayıp, evden çıkıp gitti.
–İşte bu, Artıkbay Bey, gelme sebebim. Ne cevap veriyorsunuz?
–Aman, Müsirep ya hu!.. Eseney bir kez gözünü diktiyse, almadan rahat eder mi hiç? Ulpanımı ben vermiyorum dersem, Eseney bunu kabul eder mi dersin? Söyledi, önümden geçti, oldu bitti değil mi, almadan rahat etmez o!
–Öyleyse, siz razısınız diyeyim mi?
–Hangi razılık?
–Şimdi gidip sizin ne dediğinizi söyleyim?
–Ulpan kendi kararını kendi verir. Kendisiyle konuşsun dedi de. İşte “baba, hayır duanı yap” dediği gün, yapacağım dua olsun, dua etmek zor değil ki…
Artıkbay biraz daha sessiz kaldı. Müsirep de ihtiyarın cevabı değişir mi acaba diye bekliyordu. Anne razı değildi, baba razı değildi. Gidip bunu söylerse, Eseney’in tavrı değişir mi? Yok, değişmezdi. Buna, kızın razı olmadığı da eklenirse ne olacak peki? O zaman zorlamasına zorbalığı da eklenirdi.
–Müsirep, ben seni yirmi yıldan beri biliyorum. Sadakatinden ve samimiyetinden başka, gizli bir yanını görmüş değilim. Ulpan ile kendin de konuş. Samimi düşünceni söyle. Şu geveze adaşın, tan ağarmadan gelip, Ulpancan’ı tilki avlamaya götürdü. Gideceğiz dediği yer Tuzlugöl… Bu evin kapısı ne tarafa bakıyorsa, o tarafta. Müsirep atına bindi ve ihtiyar Artıkbay’ın söylediği tarafa doğru gitti. Yavaşça yürüyüp gitti. Evet, bu uygunsuz bir elçilik olmuştu. Eseney’e iki şey geçmezdi: bir, ok geçmezdi, bir de söz geçmezdi. “Senin “İlkgözağrım” dediğinse, benim “Sonuncum” dediğim” dedi, oldu.
Ulpan, bu gün çok mutluydu. Babasının az sayıdaki yılkısını Sadir’inkilere katıp gönderdiğinden beri geçen bir hafta boyunca, ata binip bozkıra çıkacak, kendini zinde tutacak bir sebebi kalmamıştı. Gençlik ateşi yanıp duran enerji dolu Ulpan için, evde pineklemek, resmen insanın sabredemeyeceği bir azaptı. Bu gün işte tan attığından beri at üstündeydi. Gün gülümser gibi açıktı. Mavi gök hergünkünden farklı, sanki bu gün daha da yükseklere çıkmış gibi görünüyordu. Geceleyin yağan yumuşacık kar, her yeri ak ipek gibi kaplamıştı. Genç kayınlar, ak duvak örtünen edepli bir gelinmişçesine tazimde bulunur gibi eğiliyordu. Beyaza bürünen çalının dibinden pır diye ak keklik uçtuğunda, çalının dallarındaki kar hemen yere döküldü ve sanki ak kekliğin kanatlarından çalının dallarına kir bulaşmış gibi göründü.
Bozkırda büyüyen Kazak kızına yılın dört mevsimi asla bir değildir, her bir günün içinde kaç mevsim vardır. Hepsinin de ayrı bir güzelliği vardır. Bir haftadan beri ata binip bozkıra çıkmayan kız, bozkırını özlemişti.
Bu gün avcı Müsirep’in kartalı da görünen tilkiyi adım attırmadan yakalıyordu. Fakat kartala tilki yakalatmak o kadar da eğlenceli değildi. Koşmak da yoktu, kovalamak da yoktu. Bindiği “Müzbel doru” da memnun değildi. Ava çıkıp da at koşturmadıktan sonra bunun neresi zevkliydi ki! Eseney’in üç buyruğundan birinin, bir kızı hor kılmadığı yoktu ki! Eli çok serttir onun. Demir ağızlık olmasaydı gösterirdim nasıl at koşturulduğunu! Pantolonumun paçaları parça parça olana kadar koştururdum…
Avcı Müsirep ilginç bir insandı. Bazen ölmekte olan tilki ile kavga ederdi. Sen nesin, kızıl şamdan, kara pantolon paçası hilekâr!.. Sen nesin ha, kızıl renkli küçük köpek, kara ayaklı bir üçkağıtçı!.. Kurtulacağını mı sandın? Evine varamadan yere serilip kurnazlığına bak hele şunun! Köpek yavrusunu Kazaklar dokuz ayı dolduğunda “evine vardı”, yani yetişkin oldu diye düşünürdü. Kartalın yukarıdan süzülerek gelip hamle yaptığında iki defa dokunup da alamadığı kancık tilkiye avcı, bu utanmazlığını söyleyip onu utandırıyordu. Senin annen ya hu, senden de beter işe yaramaz…
Avcı daha sonra kartalına kızmaya başladı. Sen nesin, bundan önce hiç kancık görmedin mi? Gördün! Ne zamandan beri sana söylüyorum: kuyruğunu dikip koşan, tilkinin kancığıdır. Onun başı kuyruğunun dip tarafında değildir, ne tarafa doğru yönelmiş gidiyorsa o taraftadır. Kuyruğunun dip tarafına doğru gidersen, onu, senin ağzına yüzüne dolar. Ondan sonra bir ay otur evde, baban ölmüş gibi bir üzüntü içinde… Güzelim Ulpan, bağla bunu…
Görmüş geçirmiş adam, tilkiye sanki kendi hanımına kızarmışçasına kızıyordu. Ben seninle birlikte yaşayıp gidiyorum, sarı ve kirli donlu yaşlı üçkağıtçı seni! Ne var da sen böyle kendini beğeniyordun. İhtiyar Müsirep’in gözüne ilişirsin de, yere serilmez misin işte böyle?..
Avcının boş laflarını daha fazla dinlemek istemeyen Ulpan evine döndü.
–Ağabey, ben maralımı bir göreyim demiştim…
Ulpan, maralın izini takip ediyordu, “Türkmen” Müsirep’i sonradan tanıdı. İki köpek arkasında, av arayarak yavaş yavaş geliyordu. Başında kuzu derisinden kara börk, kara tay derisinden kürk, uzaktan uzaktan yürüyen kızıl renkli at, Ulpan’a çok tanıdık geldi. Ulpan onu görünce sevindi. Tuzak kurmadan, art niyetsiz, dürüstçe konuştular. Müsirep, beğendiğini gizlemedi de. Bunda korkacak bir durum ya da tehlike de yoktu. Ulpan da onu beğeniyordu.
Bu birini beğenmenin masum bir şekliydi. İkisi de biliyordu, birbirine söylemeden, ömür boyunca sessizce sürüp gidecekti. Büyüklük de küçüklük de engel değildi, başka bir engel de yoktu. Böyle bir beğenme, dokunarak mutlu olmaktan da daha yukarı bir masumluktu. Şımartmayı bilen ağabey ile şımarmayı bilen kızkardeş arasındaki sevgi misaliydi. Ne olduğu ve nereden başladığı belirsizdi, Ulpan ile “Türkmen” Müsirep’in arasındaki ilişki böyle başlamıştı.
Ulpan hızlıca atını koşturup gelerek:
–Müsirep Ağabey, kurt avlamaya çok geç çıkmışsın? Dedi.
–Kurt avlamaya değil, seni görüp halini hatrını sorayım diye geliyorum, güzelim. Yarın artık memlekete dönüyorum.
–Memlekete? Bizi böyle bırakıp gidiyor musunuz?
–Bırakıp gitmek de ne demek, kurban olayım… Sana kıyıp da kim seni bırakıp gider! Çok geçmeden geri geleceğim.
–Olsun, bu gün bizdesiniz ya. Gitmiyorsunuz. Ben size bir kucak kuvray[29 - 100-150 cm boyunda büyüyen, temmuz ayında şemsiye şeklinde çiçek açan bir bitkidir. Eylül ayında çiçek ve yapraklarını döküp sarı renge dönüşür ve rüzgârda özel bir ses çıkarır.] kesip getirdim… Ne kadar çok çeşidi var! Kuruyanı da var, çalılar arasında taze ve yeşil olanları da…
–Olsun, Ulpancan olsun…
–O, akşama olacak. O zamana kadar kurt kovaladığınızı gösterirsiniz.
– O da olsun… Kurttan korkmuyor muydun?
–Sizin yanınızda olup da korkar mıyım hiç?
–Peki, tamam, güzelim… Fakat benim dediğimden çıkmayacaksın ona göre!
–Kabul, Müsirep Ağabey, kabul. Sadakatle sana itaat eden kulunum…
Müsirep atından inip, Ulpan’ın atının üstündeki eğeri iyice düzeltti. Üzenginin kayışını azıcık uzatırken eli kızın ayağına dokundu, sıcacıktı. Sıcaklık bütün vücuduna yayıldı, elini hızlıca çekti.
–Haydi, şimdi gidiyoruz.
İkisi birlikte dörtnala gidiyordu, Ulpan’ın gözüne maralın daha yeni bıraktığı ayak izleri ilişti.
–Müsirep Ağabey, maralımı görmek ister misiniz?
–Gör dersen göreyim.
Şimdi Ulpan öne geçip gitmeye başladı.
–Gel, gel canım, haydi gel!..
Maral çalılık arasından birden kendini gösterdi ve kibirli bir yürüyüşle açıklığa çıkıp durdu. Ölçülü sarımtrak boynuzu gün ışığıyla birleşip, altın bir hançer gibi parlıyordu. Avcı Müsirep’in “Altın boynuzlu ak maral” demesi bu sebeple olsa gerekti. Apak ak maral değildi, kışa doğru ak tüylerle kaplanmaya başlayan, aka doğru çalmakta olan, bozca renkliydi.
Maral, sadece Ulpan’ın tanıdık sesinden korkmadığı için göz önüne çıkmıştı. Şimdi şaşkınlık içindeydi, biraz ürkmüştü. Bu kız da beraberinde köpekle mi gelmişti yoksa? Öyle olsa gerek, yanında erkeği de var. Erkekler bizim düşmanımızdır. En iyisi, köpeklerini üstümüze kışkırtmayanıdır. Bu iki sarı köpek gerçekten seni parça parça edebilecek bir belanın ta kendisi olabilir!..
–Gel, gel canım, haydi gel!..
Yok, bu gün ben bu kıza şımararak hoplayıp zıplayıp oynayarak yaklaşmasam daha iyi olacak. Dört ayağım, siz her an kaçmak için hazır olun. Sevmek istiyorsan yalnız gel. Köpeklerini getirme!..
Maral birdenbire kayboldu. Köpekler onu gördü ama onu diğer hayvanlardan biri zannetti ve kovalamadı, keçi mi acaba? Yok, teke olmalı…
–Güzelmiş! Dedi Müsirep. -Bütün vücudunda hoş görünmeyen bir tek yer olsun ya! Nasıl bir mükemmellik, her uzvunun orantılı olduğu nasıl bir güzellik. Bunun güzelliğine heveslenmeden, göze ilişir ilişmez kovalamaya başlıyoruz. Bu güzeli kesip, etini yiyoruz.
Ulpan, Kazak delikanlılarının güzel kızlara nasıl hevesli olduklarını söylemek istedi, ama acaba kendi kaderini ima etmiş mi olur diye düşünüp duraksadı. Kendisi böyle bir işe rastlamamakla birlikte, gençliğinde güzel olarak bilinen yengelerinin yüzlerine hiç gitmeyecek damgaların basıldığını, nasıl horlandıklarını biliyordu.
İki sarı köpek yeri ve rüzgârı koklayarak koşturup sahibine bakıp durdu ve rüzgâra karşı hızla koşmaya başladı.
–Ulpancan, köpekler bir şeyi hissettiler. Şimdi bir yerden kurdu kovalamaya başlarlar. Sen kurdu kovalamaya başlayan köpeğin peşinden git. Beş yüz metreden fazla yaklaşma! Kurt ağaçlığa ya da göle doğru dönerse, önünü kesip yüzünü göreceğim diye boş yere uğraşma. Köpeğin arkasında ol. Kurt, on bin metre kadar kaçıp ağaçlık arasına döner. O sırada ben de bir tarafından çıkar gelirim.
Müsirep ve Ulpan atlarını birlikte sürdüler. Sık ormanın uzaklaşıp giden ağaçlık ve çalılık düzlüğününün diğer tarafına çıktıklarında Ulpan, birden Müsirep’e bakıp:
–Aaa, ağabey, bir köpek durdu, dedi.
– O zaman haydi davran, koş! Şu yel gibi hızlıca tek başına giden sarı köpeği takip et, geride kalma!
Ulpan, fırtına gibi hareket etti. Sanki atla birlikte yaratılmış gibi adeta uçuyordu. Pars, sahibine görünmeden gitti. Sadak, kurdun kokusunu uzaktan alıp, epeyce bir süre çapraz bir şekilde koştu. Müsirep onun peşine düştü.
Sadak, öylesine oynayarak koşup gelir gibiydi. Tanrı dedikleri kancık olmalı heralde!.. Tam sırası, tavşan yemiş. Fakat Pars biraz koşar. Yakında ağaç da göl de görünmüyor. Kancığın adı kancık, hemen kaçıveriyor. Bu kancık köpek kararsızlığa sürüklüyor, bir o yana bir bu yana kaçıp boşa uğraştırmasaydı iyiydi. Ee, Pars onun kendi istediği yöne gitmesine izin vermez. Kız da yakın gidiyor. Pars’ın kokusu ile kızın kokusu bazen ayrı, bazen birlikte geliyordu. Off, kancığın kokusu ya hu, burnunun direğini kırıyordu. Kışın ortalarıysa eğer, kancığın kokusu bir günlük yerden bile tanınıyor. O sırada bir defa denk gelip de görür müydü kendisi…
Ulpan, Pars’ın arkasından at koşturuyordu. Kurt ve köpeğin arası epeyce yakınlaşsa da hala açık vardı. At koşturmak için yaratılmış dümdüz bozkırda, at dizini geçmeyen apak kar köpeğe de kurda da ağır gelmiyordu. Dizginleri boşaltırsa “Müzbel Doru” kurda adım attırmayacak gibi görünüyordu. Fakat o zaman ne olacaktı? İşte ulaştın kurda, kamçıyla dövecek misin? Ulpan, bir hayvana asla kamçıyla vuracak biri değildi. Kurdun yüzünü göreceğim diye boşa uğraşma diye yapılan uyarı hala aklındaydı. Müsirep bu uyarıyı oldukça ciddiyetle yapmıştı. Gerçekten diyorum ya hu, kurdu kovalayıp ona yetişirsem, o bana doğru koşup, ağzını kocaman açıp bana saldırır. “Kızı görürsem, kızıl gırtlağım gıdıklanıyor, dayanamayıp yutuveririm de öyle giderim!” diyen kurt bu değil mi!.. Tanrım ay, sen koru!
Ulpan, sarı köpekten gözünü ayırmadan koşturup, ne yöne, hangi tarafa, nasıl gideceğini bilemeden kalakaldı. Kaçıp kurtulamayacağını farkeden kurt defalarca avlanmaya çıktığı sık ormana doğru nasıl yöneleceğini de bilmiyordu. Şimdi bir an dikkat ettiğinde, önünde sık ağaçlı orman göründü. Bu neredeki ormandı acaba? Köpek ile kurdun arasındaki mesafe iyice kapanmıştı. Bu ikisine kendisi de yakınlaşıyordu. Ne yazık ki, ormana kurt önce girecek gibi görünüyordu. Sarı köpek eğer ki ormana kadar kurdu yakalayamazsa, kurt kurtulacaktı. Sadece bin metrelik bir mesafe kaldı. Bağırmak gerekli galiba? Kime? Kurda mı? Müsirep Ağabey bir görünseydi iyi olacaktı. O da görünmüyor ki. Kurt kurtulacak galiba. Ormana sadece beş yüz metre kaldı… Ok boyu… ip boyu… Kurtuldu ya hu canı çıkasıca… Bırak, hamle yapmazsa olmaz…. Ay, bu da neyin nesi? Kar yağıyor ya hu. Kurt nerede, inine girip kurtuldu mu? Sarı köpekler de ikisi bir araya geldiler. İki sarı köpek, kurdu bırakıp kendi kendilerine dalaşmaya başladılar…

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/gabit-musirepov/ulpan-69499759/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Konar-göçer devirde birkaç çadırdan meydana gelen Kazak yerleşim birimi.

2
Jut: Çok soğuk geçen kışlarda Kazakların geçim kaynağı olan hayvanlarının ölmesi ve bunun sonucunda yaşanan kıtlık ve açlık hâli.

3
Batır: Bahadır; düşmana karşı koyan; vatanını seven, vatanı için canını veren kişi; akıllı, aklı ile düşmanı yenip milletini yücelten kişi; cesur; yiğit ve gözüpek kişi.

4
Küy: Kazakların millî müzik aletleriyle çaldıkları geleneksel bir müzik türü, melodi.

5
Baldak: Av için kullanılan kartal ve öteki kuşların konduğu elin altındaki eğerle dirsek arasında destek olan ağaç.

6
Ağa Sultan: 19. asrın ilk yarısında Kazak bozkırlarında ilçe yöneticilerine verilen isim.

7
Biy: Kazaklar arasında bir anlaşmazlığı gidermek için iki tarafı dinleyerek karar bildiren kimse, hâkim; hatip, güzel söz söyleyen, sözü dinlenen, itibarlı kişi.

8
Töre: Han sülalesinden olan erkek çocuklara verilen unvan, şehzade.

9
Bolıs: Çarlık Rusya zamanındaki bir idarî taksimattır, ilçenin karşılığı sayılabilir. İdarecisine de bolıs denir.

10
Aktaban Şubırındı: Kazakların, 1723 yılında (Bolat Han devri, 1718-1730) gerçekleşen büyük çaplı bir Kalmak saldırısı sonunda büyük kayıplar vererek Güney Kazakistan’ı Kalmaklara bırakmak zorunda kaldıkları, Kazak hafızasında hiç unutulmayan acı tarihî olaylardan biridir. Bu olayın Kazak tarihinde “Aktaban şubırındı” olarak adlandırılmasının nedeni, Kalmaklara yenilen Kazakların kafileler hâlinde, ayak tabanları yürümekten bembeyaz oluncaya kadar, daha kuzeye, Güney Kazakistan’dan Kazak bozkırlarına doğru göç etmesinden dolayıdır. “Aktaban şubırındı” yıllarından sonra Kazak Hanlığı’nda iç huzursuzluk belirgin bir şekilde hissedilmeye başlamış ve bu huzursuzluklar sonrasında Üç Kazak Cüzü idarî olarak tamamen ayrılma sürecine girmiştir.

11
Yönetim merkezi, idare merkezi, saray.

12
Kışın kesilmek için özel olarak semirtilen hayvan.

13
Evin (çadırın) en değerli yeri, köşesi, baş köşe.

14
Saba, kımızı saklamak amacıyla at derisinden yapılan kımız kabıdır. Bu kabın içine yüz litreden fazla kımız sığdığı için büyüklüğünü vurgulamak amacıyla tay yüzen yani kabın içinde bir at yavrusunun yüzebildiği ifadesi kullanılmıştır.

15
“Köp bolsa kenesarı cüzge keler, jüzge jetse ajal kelip ol da öler.” Kazaklar arasında Kenesarı isyanı ile ortaya çıkan “Kenesarı en çok yüz yaşına kadar yaşar, yüz yaşına gelse bile ecel gelir nihayetinde o da ölür.” anlamına gelen bir sözdür.

16
Horunjiy: Subaylıkta bir rütbe.

17
Vali.

18
2-4 yaş arası, henüz yavrulamamış at.

19
Kısırlaştırılmış olan hayvan.

20
Valilik.

21
Anadolu’da bişi/pişi olarak bilinen, yağda kızartılan mayalı hamurdan yapılan millî Kazak yiyeceği.

22
Kerege: Keçe çadırın katlanıp açılabilir şekilde olan iskeleti.

23
Kam, bahşı.

24
Arapça kelimelere bir türlü dili dönmeyen Eseney’in “Lahavle…” telaffuzu.

25
Kalınmal: Geleneksel Kazak hayatında erkek tarafının kız tarafına ödediği başlık parasına benzer bir bedeldir. Kalınmal bedelinin yüksekliği, kalınmalı veren ve alan tarafın sosyo-ekonomik düzeyinin bir göstergesidir.

26
Yabanî at.

27
Metinde “kosay kaloş” olarak geçen bu ayakkabı, çizmenin üzerine giyilen cizlavet lastik ayakkabıdır.

28
Kazak geleneksel sofra adabına uygun olarak sofranın en kıymetli misafirine hayvanın kellesi ikram edilir. Etin diğer bölümleri de sofradaki hiyerarşiye göre sırayla sofradakilere pay edilir.

29
100-150 cm boyunda büyüyen, temmuz ayında şemsiye şeklinde çiçek açan bir bitkidir. Eylül ayında çiçek ve yapraklarını döküp sarı renge dönüşür ve rüzgârda özel bir ses çıkarır.
Ulpan Gabit Müsirepov

Gabit Müsirepov

Тип: электронная книга

Жанр: Современная зарубежная литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 16.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Ulpan, электронная книга автора Gabit Müsirepov на турецком языке, в жанре современная зарубежная литература

  • Добавить отзыв