Kartal Pençesinde Bir Güzel

Kartal Pençesinde Bir Güzel
Hüseyin Yıldırım

Hüseyin Yıldırım
Kartal Pençesinde Bir Güzel

ÖN SÖZ
Bu kitapta Türkmen edebiyatından on iki seçme hikâye yer almaktadır. Hikâyeler belirlenirken mümkün mertebede Türkmenlerin kültürünü, gelenek göreneklerini, tarihini yaşam biçimini, sosyal hayatını yansıtan hikâyeler seçilmiş; böylece okuyucunun Türkmenler ve onların kültürü hakkında fikir sahibi olması hedeflenmiştir. Aynı şekilde Türkmenistan coğrafyasının doğal güzelliklerini yansıtan hikâyelere yer verilmeye çalışılmıştır. Okuyucular, seçilen hikâye örneklerinde, bu coğrafyada doğa ile iç içe yaşayıp bir yandan doğanın kendilerine sunduğu büyüleyici zenginliklerle hayatını idame ettiren ama bir yandan da aynı doğanın sert ve zorlu şartları altında yaşam mücadelesi veren emektar Türkmen insanının takdire şayan bir o kadar da çileli hayatlarından izler bulacaktır.
Türkmenler köklü bir kültüre sahip Türk topluluğudur. Kültürleri, sosyal hayatları, yaşadıkları önemli tarihî olaylar edebiyatlarına da yansımıştır. Türkmen edebiyatında Oğuz Han’dan, Selçuk Bey’den bahsedilmemesi; Selçuk’un torunları Tuğrul ve Çağrı Beylerin yurt tutma, devlet kurma mücadelelerinin hikâyelerde konu edilmemesi mümkün değildir. “Agöyli” adlı hikâye buna bir örnektir. Tüm Türkmenler ünlü destanları Köroğlu ile haklı bir gurur yaşar. Var oluş tarihlerinde Köroğlu Bey de sergilediği kahramanlıklarla Türkmen yiğitlerine yol göstericidir ve onlar için cesaretin timsalidir. “Kırat’ın Hayali” adlı hikâyede Türkmenlerin Köroğlu’na duyduğu sevgiyi, gururu görürüz. Sadece uzak geçmişteki değil toplumda derin izler bırakan yakın tarihteki olaylar da elbette hikâyelerde konu edilmiştir. Mesela ikinci dünya savaşı ve bu savaşın Türkmenlerde açtığı yaralar hikâyelerde bolca işlenmiştir. “Babasının Oğlu” adlı hikâye bunlardan biridir.
Türkmenler gelenek göreneklerine sıkı sıkıya bağlı bir toplumdur. Atalarından kendilerine miras kalan güzel âdetlerini bugün de yaşatarak gelecek nesillerine aktarmaktadır. Mesela Türkmen düğün geleneğinin toplumda ayrı bir yeri vardır. “Dutar” adlı hikâyede düğün geleneklerinden bazılarını görürüz. Örneğin gelin “kürte (gelinlik örtüsü)” adı verilen ve Türkmenlerin geleneksel motifleri ile bezenmiş el işlemesi özel bir gelinlik giyer. Bu gelinlik örtüsünün ağırlığı takılar ve diğer kıyafetlerle birlikte yaklaşık 40 kiloyu bulur. Gelin alayı gelini baba evinden aldıktan sonra deve sırtına kurulmuş “kecebe (gelin koltuğu)” adı verilen bir düzeneğe oturtulur. Hem bu düzenek hem de sırtında taşıyan deve halılarla, millî örtülerle süslenir. Günümüzde ise değişen hayat şartlarına bağlı olarak develerin yerini gelin arabaları almaktadır. Türkmenler gelin arabalarını da eski kültürlerinin devamı olarak deveyi süsledikleri gibi süslerler. Yeni evlenen çift eve geldiğinde “kemer çözme” ve “çizme çıkartma” âdeti icra edildikten sonra damat eline kırbaç alıp odadakileri dışarı çıkartır. Gelin ve damada yürek ve şerbet ikram edilir. Yüreği birlikte yiyen çiftin ömür boyu kalplerinin bir atacağına; şerbeti içip birbirlerine karşı her daim dillerinin şerbet gibi tatlı olacağına inanılır. Düğün gelenekleri arasında dikkat çeken bir âdet de gelin “gaytarma (geri gönderme)” âdetidir. Damat evine gelen gelin mümkünse üç beş gün ya da en geç kırk gün içinde baba evine geri gönderilir ve bir hafta on gün baba evinde ailesiyle, kardeşleriyle hasret giderir; babasının hayır duasını alır. Yeni gelin için bu gelenek aynı zamanda bir alışma sürecidir. Tekrar kaynatasının evine döndükten sonra artık kürtesini (gelinlik örtüsünü) çıkartır ve o evin kalıcı fertlerinden biri olur.
Seçilen hikâyelerde, kadın erkek ilişkilerine; büyüğün küçüğün birbirine davranış biçimlerine dair de kültürden bazı kesitler buluruz. Mesela bir erkek, genç kızlarla ya da gelinlerle yüz yüze gelip doğrudan iletişim kurmaz ve onlara söyleyeceklerini küçükler aracılığı ile söyler. Gelinler de aynı şekilde kayın biraderlerine ve büyüklerine saygıda kusur etmezler. “Kırat’ın Hayali” adlı hikâye Türkmen kültüründe yer alan birçok gelenek göreneği yansıtması bakımından değerli bir eserdir. Örneğin bu hikâyenin karakterlerinden biri olan Şemmet Ağa genç kızlara veya gelinlere söylemek istediklerini doğrudan kendileri ile muhatap olarak değil “Kızım sana diyorum gelinim sen anla” atasözünde olduğu gibi delikanlılara söyleyerek genç kadınlara duyurur. Yine bu hikâyede konu edilen bir olayda, bir gelin su kovaları ile giderken eşeği ile karşıdan gelen kişiyi görünce saygıdan yolunu değiştirir, adam da aynı şekilde genç gelin utanmasın diye dikkatli davranıp onun yolundan çekilir. Eşler de birbirine karşı her zaman saygılıdır, birbirlerine hitap ederken isimlerini kullanmaz. Kadın kocasına “babası”, koca da hanımına “annesi” diye seslenir. Tek başına bu hitap biçimleri bile toplum geleneğindeki eşler arasındaki karşılıklı saygının göstergesidir. Türkmenler alçakgönüllü ve bağışlamasını bilen bir toplumdur. Büyüğünden küçüğüne kim olursa olsun aralarında tartışıp kavga ettiklerinde, en ağır silah olarak kamçı ya da sopaya başvursa bile namusa dil uzatılmadığı, ağır hakaretler edilmediği sürece kolay kolay soğuk silahı ele almazlar. Tartışma sonrasında affetmeyi de gönül almayı da bilirler. Türkmenler misafirperver bir toplumdur. Eve gelen misafire hürmet gösterilir ve mutlaka yemek ikram ederler. Kültürde “tuz-ekmek hakkı” deyimi sık kullanılır. Bu deyimden hareketle insanlar birbirinin hakkını yemezler. Tadına baktığı “tuzun-ekmeğin” hatırı vardır. “Perili Ev” hikâyesinde kendisine yeni bir ev yaptıran çift, ustaları yedirir içirir. Sonradan aralarında bir tartışma çıksa da bu tartışmanın sonu “tuz-ekmek hatırına” tatlıya bağlanır ve aralarında helalleşirler.
Kızların rızaları olmadan evlendirilmeleri, başlık parası alınarak tanımadıkları kişilere gelin olarak gönderilmeleri de hikâyelerde eleştirisel bakış açısıyla işlenen konular arasında yer almıştır. Kitapta yer alan “Kartal Pençesinde Bir Güzel” ve “Şirin” hikâyeleri buna örnektir. Kültür içinde insanlar tarafından tasvip edilmeyen gelenek görenekler yeri geldiğinde yazarlar tarafından eleştirilerek bir nevi insanlar eğitilmeye çalışılmış, doğru olan davranış biçimi gösterilmeye gayret edilmiştir. İnsanlar da gerektiğinde yanlış bulduğu gelenek görenekleri terk etmişlerdir. Kitaptaki seçme hikâyelerden “Nikâh Yüzüğü” buna örnek olarak verilebilir. Gelenek görenekte eleştirilen ve hikâyelere de konu olan, kızların rızaları alınmadan evlendirilmeleri âdetinin aksine “Nikâh Yüzüğü” hikâyesinde artık gençlerin birbiriyle tanışıp severek toplum tarafından hiç yadırganmadan kendi rızası ile evlenebildiği görülmektedir.
Türkmenler ve Türkmenistan denince halı, at, dutar (iki telli Türkmen sazı) gibi değerler, millî kültürün en önemli ögeleri olarak ilk akla gelenlerdendir. Türkmen halıları dünyaca ün salmıştır. Her genç kız halı dokumayı öğrenir. “Dutar” adlı hikâyede damadın anlatımında gelinin ilmek ilmek işleyerek dokuduğu ve çeyiz olarak evine getirdiği muhteşem halı âdeta bir tablo gibi gözümüzün önünde canlanır. Aynı hikâyeden, gelinin çaldığı dutarın sesini duyar ve muhteşem melodisi ile âdeta kulaklarımızın pası silinir; kendimizi bir müzik ziyafeti içinde buluruz.
Türkmenlerin millî kimliğini oluşturan en önemli değerlerden birisi de at, özellikle de dünyaca ünlü Ahal Teke atlarıdır. Türkmenler Ahal Teke atları ile haklı bir gurur yaşarlar ve ata karşı özel bir ilgi beslerler. “Kuşların Şahı” isimli hikâyede bir aksungurun gözünden Türkmenlerin Şahbaz atlarının asalet ve zarafet dolu özelliklerini görürüz. Köroğlu ve onun Kırat’ı Türkmenler için bir gurur kaynağıdır ve edebî eserlerde sık sık işlenir. “Kırat’ın Hayali” adlı hikâye Türkmenlerin at sevgisinin ve Köroğlu’nun yiğitliklerinden duyduğu gururun bir nişanesidir. Yine “Agöyli” hikâyesinde gördüğümüz Türkmen yiğidinin atı da yiğit gibi savaş taktiklerini çok iyi bilir ve uygular. Düşman üzerine ne zaman hücum etmesi, ne zaman geri çekilmesi gerektiğini çok iyi hesaplar. Sahibi zor duruma düştüğünde “At yiğidin kanadıdır” sözü misali âdeta kanat açıp uçar gibi hızla oradan uzaklaşır. Böylece sahibinin karşısındaki rakibe karşı üstün gelmesinde önemli bir pay sahibi olduğu gibi gerektiğinde onu korumasını da bilir. “Sabah kalkınca babanı gör, babandan sonra atını gör!”, “At dostu, baba dostu” gibi atasözleri büyüğünden küçüğüne tüm Türkmenler tarafından çok iyi bilinen ve ata verilen önemi gösteren atasözlerindendir.
Yine kartallar, aksungurlar, bozdoğanlar, ceylanlar, kurtlar, alabay isimli çoban köpekleri vs. Türkmen kültürünün önemli parçalarından olup ana karakter olarak hikâyelerde sık sık yerini alır. “Kuşların Şahı” adlı hikâyede aksungurun maceraları esasında Türkmenistan’ın dağları, kayalıkları, vadileri, bozkırları kısacası muhteşem doğal güzellikleri arasında dolaşırız. “Kayadan Güçlü” hikâyesinde kartallara karşı özel bir ilgi duyan ve gönüllerinde onlara ayrı bir saygı besleyen Türkmenleri görürüz. Yavru iken aldıkları kartalı büyütüp yetiştirdikten sonra onunla avlanır ve böylece geçimini sağlarlar. Türkmenistan’ın doğal güzellikleri olan çöl ve bozkırın hikâyelerde konu edilmemesi düşünülemez. “Bozkırın Göçebeleri” adlı hikâyede ana karakter bir ceylandır. Ceylanlar zarafetiyle Türkmenler arasında çok sevilen bir canlıdır. Öyle ki kız çocuklarına Ceren (Ceylan), Maral (Meral), Keyik (Geyik) gibi isimlerin verilmesi toplumun bu hayvana karşı duyduğu sevginin göstergesidir. “Alabay” adlı hikâyede çobanlık yaparak geçimini sağlayan Türkmenleri görürüz. Türkmenler özellikle küçükbaş hayvancılıkla geçimini sağlayan ve bundan dolayı da çobanlık geleneğinin yaygın olduğu bir Türk topluluğudur. Hayvanlarını otlatan Türkmenler çobanlık mesleği gereği sürekli kurtlarla mücadele etmek zorunda kalmış ve bu mücadelelerde Alabay isimli ünlü köpekleri de her zaman en yakın dostları, kurtlara karşı en büyük yardımcıları olmuş ve hikâyelerde sık sık konu edilmiştir. Alabay ırkı genel olarak Türkistan bölgesinde özel olarak da Türkmenistan’da yaygın olarak kullanılan bir köpek türüdür. Bu köpek türünün Kangal köpek ırkının da atası olduğu kabul edilir. Diğer bir ifadeyle dünya çapında nam salmış bir köpek türü olan Kangal çoban köpekleri, ata yurdumuz Türkmenistan’daki yine dünya çapında ünlü olan Alabay çoban köpeklerinin anayurdumuz Anadolu’ya gelmiş bir türüdür. Türkmenistan’ın dünyanın en büyük pamuk üreticilerinden biri olduğu düşünüldüğünde pamuk işçiliğinin hikâyelerde yadsınamayacak konulardan birisi olduğu bir gerçektir. “Kırat’ın Hayali” isimli hikâyede de pamuk işçilerinin mücadelesi, küçüğünden büyüğüne her Türkmen’in pamuk toplamada elbirliği ile çalıştığı görülmektedir.
Türkmenler yakın tarihe kadar çoğunlukla konargöçer yaşamış bir Türk topluluğudur. Bu yaşam biçiminin gereği olarak da “ak öy (ak çadır)” ve “gara öy (kara çadır)” adı verilen çadır geleneği Türkmen kültürünün en önemli parçalarından biridir. Mesela “Agöyli (Ak çadırlı)” hikâyesinde çadırda yaşayan Türkmenlere tanık oluruz. Yine “Şirin” hikâyesinin ana karakteri olan Akcamal çölde çadırda doğup büyümüş bir kızdır. Çadır kültürü Türkmenler arasında bugün de devam etmekle birlikte, özellikle 20. yüzyıldan itibaren yerleşik hayata geçmeleri ve değişen dünya düzenine bağlı olarak artık Türkmenler de çoğunlukla taş evlere ve daha yakın tarihlerde de modern tarzda betonarme binalara geçiş yapmaktadır. “Perili Ev” hikâyesi kendilerine iki katlı müstakil bir ev yaptıran Türkmen ailenin başından geçenleri konu eder ve çadır kültüründen taş ev kültürüne geçişe bir örnek olarak gösterilebilir.
***
Kitap “Kartal Pençesinde Bir Güzel” ismini taşımaktadır. Bu ismin tercih edilmesinin bazı sebepleri vardır.
Öncelikle kitapta yer alan hikâyelerden birinin ismi “Kartal Pençesinde Bir Güzel” olup kitabın ismi konulurken de bu isimden esinlenmiştir. Bu hikâyenin ana karakteri olan Akcamal âdeta kaynanası Oğuldursun’un kartal pençeleri altında eziyet gören bir gelindir.
“Kayadan Güçlü” adlı hikâyenin asıl adı Nuryağdı olup kaplan avladığı için halk arasında Pelen Avcı olarak bilinen ana karakterinin ise gerçek anlamda hayatı bir kartalın pençeleri arasındadır. Düştüğü uçurumda 33 gün boyunca verdiğini yaşam mücadelesinde onu besleyen ve sonrasında uçurumdan kurtulmasını sağlayan da ana kartaldır. Avcıyı âdeta ölümün pençesinden alıp yeniden yaşama tutunmasına vesile olmuştur.
“Agöyli” adlı hikâyenin ana karakteri olan Türkmen yiğidinin ve topyekûn Selçuklu Türkmenlerinin Dandanakan Muharebesinde sergilediği var oluş mücadelesinde istiklalleri Sultan Mesut’un pençeleri arasındadır. Belki de bu savaşta Tuğrul ve Çağrı Bey kardeşler Sultan Mesut’un pençelerinden kurtulamasa Selçuklu Devleti kurulamayacak ve Anadolu’nun Türkleşmesinin önü açılamayacaktı.
“Alabay” adlı hikâyenin ana karakteri olan soylu köpeğin ise hayatı bir kurdun pençeleri arasındadır. Erkek kurdun cezbedici kokusuna kapılıp peşinden gitmiş ve tüm hayatı birden değişerek âdeta bu kurdun pençeleri arasına girmiştir.
“Bozkırın Göçebeleri” adlı hikâyede ise kartal pençesinde olan bir yavru ceylandır. Annesinden ayrı kalan ve kendisini bulan jeologlar tarafından Şemal ismi verilen küçük ceylan, bozkırın acımasız yırtıcılarının pençesinden insanlar sayesinde kurtulmuştur. Ama üç yaşına giren aynı ceylan bu defa avcı birinin pençelerinden kurtulamamış ve böylece bir başka insanın tüfeğinden çıkan mermi sonrası yaşamını yitirmiştir.
“Babasının Oğlu” adlı hikâyede ise bu defa insanlığa kartal pençelerini geçiren bir savaştır. Savaşın acımasız pençeleri Murat isimli ana karakteri babasından ayırmış ve onun hayatını planlamada kökten kararlar almasına sebep olmuştur.
“Kırat’ın Hayali” adlı hikâyede, kartal pençesinde olan 12 yaşındaki Eziz’dir. Eziz’in hayalindeki kırat onun tüm benliğini pençeleri arasına almıştır.
Kısacası hikâyelerdeki karakterlerin yukarıda özetlenen hem mecaz hem de gerçek anlamda kartal pençesinde olmalarından hareketle kitabın ismi “Kartal Pençesinde Bir Güzel” olarak konulmuştur.
Anayurttan Ata yurttaki Türkmen kardeşlerimize sevgilerle…

    Hüseyin YILDIRIM

KİTAPTA YER ALAN HİKÂYELERİN KÜNYESİ
1. Agöyli (Agöýli). Kömek Kulyýew, Ömür kerweni, 2010, Aşgabat, Türkmen döwlet neşirýat gullugy.
2.Kayadan Güçlü (Gaýadan güýçli). Hudaýberdi Durdyýew, 1966
3. Dutar (Dutar). Döwletmyrat Nuryýrew.
4. Alabay (Alabaý). Agageldi Allanazarow, Ak ýelken, 2008, Aşgabat, Türkmen döwlet neşirýat gullugy.
5. Kartal Pençesinde Bir Güzel (Bürgüt Penjesinde Bir Gözel). Agahan Durdyýew. Han küýli, 1982, Aşgabat, “Türkmenistan”.
6. Şirin (Şirin). Nurmyrat Saryhanow, Ýagtylyga Çykanlar, 1979, Aşgabat, “Türkmenistan” neşirýaty.
7. Nikâh Yüzüğü (Nika ýüzügi). Jumanazar Garajaýew, Bagtly Pursatlar, 2013, Aşgabat, “Ylym” neşirýaty
8.Kırat’ın Hayali (Gyr atyň howalasy). Agageldi Allanazarow, Ak ýelken, 2008, Aşgabat, Türkmen döwlet neşirýat gullugy.
9.Bozkırın Göçebeleri (Çölüň ýüwrikleri). Jumanazar Garajaýew, Bagtly Pursatlar, 2013, Aşgabat , “Ylym” neşirýaty
10.Babasının Oğlu (Atasynyň ogly). Berdi Kerbabaýew, Saýlanan Eserler, 1992, Aşgabat, “Magaryf”.
11. Kuşların Şahı (Guşlaryň şasy). Döwletmyrat Nuryýrew.
12. Perili Ev (Eýeli jaý). Kömek Kulyýew, Ömür kerweni, 2010, Aşgabat, Türkmen döwlet neşirýat gullugy.

AGÖYLİ
Oğuz Han’dan miras kalan büyük güç artık kendi kozasına sığamaz oldu. Bu güç zamanla kendi gövdesine de sığamayıp kabuğunu yarmaya başladı. Onuncu asırda bu güç, Gazneli Türkmen hükümdarlarının boyunduruğu altında toplandı. Ancak bu çatı altında da tek bir yumruğa sığamadı. Tekrar yarılıp parçalandığında bu bölünmeden Selçuk Beyleri adında bir grup türedi. Türedi ve günden güne çoğalıp güçlenerek yıldan yıla cesaretlenmeye başladı. Zeki ve acımasız, kuvvetli ve kurnaz Sultan Mahmut Gazneli’nin keskin gözleri binlerce menzil öteden bu gücü sezdi.
Düşmanını yenmenin en iyi ve en kolay yolu onu dost edinmektir. Sultan Mahmut Gazneli de bunu çok iyi biliyordu. Bu yüzden de Selçuk Türkmenlerini en yakınına, Horasan’a, getirmenin yollarını aramaya başladı. İşini sağlama almak için de Selçukluların komutanı olan Arslan Han’ı kandırarak Horasan’a getirdi ve zindanda tutsak etti.
Ancak karşısında, onun bu hilelerini uzaktan görüp önsezileriyle tuzağa düşmeyen başka bir ihtiyar kurt vardı. O kurt, Selçuk Bey’di. Er ya da geç ata yurdunu geri alacaksa, Sultan Mahmut ile bir varoluş savaşının, bir istiklal mücadelesinin kaçınılmaz olduğunu önceden gören ihtiyar bilge artık tüm dikkatini, gayretini, kalan gücünü kuvvetini, ömrünün son demlerini; gözünün gururu, iki torunu Muhammet (Tuğrul) ile Davut (Çağrı)’a vermişti. Daha küçük yaştayken âdeta büyümüş olan bu iki delikanlı, Selçuk Bey’in biricik umudu, gelecekteki savaşlarda öne sürebileceği en büyük gücüydü.
O dönemler dünyadaki en büyük, en güçlü devleti teşkil ettiren ve bu devleti kuvvetli kollarının altında sıkı sıkıya muhafaza eden Sultan Mahmut da, bazen fani dünyanın gelip geçici olduğuna dair düşüncelere dalıp giderdi ve bu anlarda da niçin oğlu Mesut’a baktığının kendi bile farkında olmazdı. Mesut! Nasreddin El Mesut! Gelecekteki Sultan Mesut! Ufkun öte tarafından yükselip gelen Selçuk gücünün önünde, er geç oğlu Mesut’un durabileceğini yüreği hissetmiş gibi Sultan Mahmut Gazneli, Mesut’u herkesten güçlü, herkesten çevik, herkesten cesur, herkesten zeki bir yiğit olarak yetiştirmek için tecrübesini de malını mülkünü de sarf etmekten kaçınmıyordu.
***
Sultan Mahmut’un çabaları hedefine ulaştı. Mesut birçok açıdan babasının yerini aldı. Ancak “Oğul babadan bir parça eksiktir.” sözü de boş yere söylenmemiş. Babasının ileri görüşlülüğü, önsezisi, kurnazlığı gibi en önemli vasıfları Mesut’a aksetmedi. Mesut, babasının başına buyruk davranan bu Selçuk Türkmenlerini niçin kendisine yakın tutmaya çalıştığını önceleri de anlamamıştı, sonra da anlamadı. Onları ‘tatlı sözlerle değil; kaba güçle, kılıçla yenmek gerekir’ fikri onda önce de vardı, sonra da hiç değişmedi. Babasından miras kalan muazzam güç kendi eline geçtikten sonra Mesut, daha da rahat davranmaya başladı. Bu sebeple de, Muhammet Tuğrul ve Davut Çağrı’nın elçileri, yerleşmek için kendi ata yurtlarından bir parça toprak istediklerini belirten mektubu getirip huzuruna vardıklarında Sultan Mesut alaylı alaylı gülümseyerek “Çıkın!” manasında elini sallayıp kapıyı gösterdi.
Bu alaycı gülüşün sonunun nasıl bir acı ve gözyaşlarıyla biteceğini o vakit Sultan Mesut nereden bilsin ki!
İşte şuan Sultan, bu Selçuk Türkmenleriyle uçsuz bucaksız çölün ortasında, Dandanakan ovasında karşı karşıya durmakta. Bakalım neler olacak!
O an Sultan Mesut’ta güç kuvvet ne kadar istersen vardı. Dünyanın tam yarısı onun ağzından çıkacak tek bir sözünü bekleyip “Hazırız!” demekteydi. Ancak ne kadar güçlü olursan, kendi gücünden ve bu gücün sarhoş edici kudretinden de bir o kadar çekinmelisin.
Sultan Mesut babasının “Asla yapma, asla yapma, asla yapma!” diye tembihlediği vasiyetlerden birini çoktan bozmuştu. Kendini içkiye verdi. Onun bu hastalığı yavaş yavaş alt rütbedeki komutanlara da orduya da sirayet etti.
İşte bugün de sarhoşluğunun tesiri geçip ayıldığı vakit Sultan Mesut; şimdiye kadar savaşın keyfinden başka zevküsefa bilmeyen ayık, seçkin, boz yiğitlerle -Selçuk Beyleriyle- yüz yüze, karşı karşıya olduğunu anladı. Hem de onlar Sultan Mesut’un en korktuğu yerde, yaman çölün ortasında, yolunu kestiler. Sultan Mesut’un gücü onlarınkinden on kat fazla olsa da, burada -bu sahrada- çöl kurtlarının her birinin on kişiye, yüz kişiye denk olduğunu Sultan çok iyi biliyordu.
***
Dünyayı titretip feleğin çarkını tersine döndürecek olan müthiş kapışmanın -Dandanakan Muharebesinin-başlamasına sayılı dakikalar kalmıştı.
Tuğrul Bey ile Çağrı Alp bu varoluş savaşının, bu istiklal mücadelesinin hemen öncesinde, hem kendi yiğitlerini görmek hem de onlara görünmek için meydana çıktılar.
Tuğrul Bey, Çağrı Alp’ten iki üç yaş küçük olmasına rağmen, Tuğrul Bey daha iri ve daha ağırbaşlı olduğundan mıdır nedense bilinmez, karşıdan bakıldığında büyük olan Çağrı Alp değil de Tuğrul Bey gibi görünüyordu. Göze ilk o çarpıyordu. Bunun haricinde Tuğrul Bey’de gözle görünmeyen bir başka artı daha var gibiydi. Bunu hissettiğinden midir yoksa kendisi çok alçakgönüllü ve nezaketli oluşundan mıdır Çağrı Alp de daima Tuğrul’u öne geçirir, ilk söz sırasını ona verirdi.
Beylerinin geldiğini gören yiğitlerin tümü afallayıp aceleyle toparlandılar, hepsinin bakışları beylerine doğru yöneldi.
Atları eyerleyip kuyruklarını bağladılar. Silahlar yerli yerinde, hazırdı. Yiğitlerin keyfi oldukça yüksekti. Dört bir yandan bakan kara gözlerin hepsinde bir ateş, bir arzu alevlenmekteydi. Tuğrul Bey ve Çağrı Alp’in onlardan beklentisi de tam buydu.
Birdenbire Tuğrul Bey’in bakışları o anki içinde bulunulan vaziyetle uyuşmayan garip bir duruma ilişti. Az ötede bir yiğit eyersiz çıplak atın kâh etrafından dolanıp kâh altından o tarafa bu tarafa geçip atın vücudunu incelemekteydi. Delikanlı, atın bir sağından bir solundan geçip, orasına burasına dokununca at sanki huylanmış gibi nazlanıp, silkelenerek tepinmeye başlıyordu. Bunun üzerine yiğit, atının boynuna sarılıp, başını aşağı eğerek kulağına bir şeyler fısıldıyordu ve at ancak o zaman durup sakinleşiyordu.
Yiğidin üzerinde iple bağlanmış, kısa, keten entari; altında, güreşe çıkacak gibi dizine kadar katlanmış pantolon; belindeki örme kuşağa asılmış, kabzalı tek bir kılıç… Tümü bu! Atında da ne eyer var ne koşum takımı.
Tuğrul Bey atını dizginledi:
“Ne oluyor böyle? O yiğit, durmuş durmuş da şimdi atını mı yıkayacak yoksa?” diyerek atının dizginini çekmiş tam yanı başında duran Çağrı Alp’e seslendi.
Çağrı Alp herkesten ve her şeyden haberdardır. Önünde ilerleyip giden koca ordunun içinde hangi yiğidin ne derdi olduğunu da bilirdi.
Çağrı Alp gülümseyip nedense “O” demeyip “Onlar” diyerek söze başladı:
“ ‘Bir kaftanlı, iki çıplak’ dedikleri işte bunlardır!”
Tuğrul Bey’in şaşkın şaşkın bakmasına cevap olarak Çağrı Alp söze tekrar açıklık getirdi:
“Kaftanlı ya da entarili dedikleri yiğidin kendisidir; iki çıplak dedikleri de atı ile kılıcıdır. Böyle savaşıyorlar!”
Bu özel ve gurur verici açıklamayı işiten Tuğrul Bey’in güneş ve rüzgârla örselenmiş sert yüzünde sıcak bir gülümseme belirdi ve bu gülümseme eşliğinde başını salladı:
“Vay be… Hadi, çağırın o… onları!”
Seyislerden biri hemen atını kamçıladı.
Tuğrul Bey, seyisin o yiğidin yanına varıp ona bir şeyler söylediğini görse de, bu yiğidin atına nasıl atladığını ve ne ara huzuruna geldiğini anlamadı bile. Seyis daha atının başını geriye döndürmeden o yiğit çoktan gelmiş Tuğrul Bey’in karşısında duruyordu. Gelir gelmez atından sıçrayıp indi ve saygıyla selam verdi. Eyersiz ve dizginsiz olan bu atı, böyle istediği zaman nasıl durdurabildiğine hiç anlam veremeyen Tuğrul Bey, yine yan tarafındaki Çağrı Alp’in yüzüne bakarak şaşkınlıkla gözünü kaşını oynattı. Çağrı Alp hiçbir şey konuşmadan “İşte, gördün mü?” der gibi yere bakarak gülümsüyordu.
Bunun üzerine Tuğrul Bey “Hım-m!” deyip o yiğide:
“Adın nedir, genç yiğit?” dedi. Yiğit:
“Agöyli derler!” diyerek kısa ve öz bir cevap verdi.
“Demek… Agöyli imiş…” diyerek Tuğrul Bey tekrar Çağrı Alp’in yüzüne baktı.
Çağrı Alp’in başka bir karakter yapısı daha vardı. Kendisine kim ne sorarsa sorsun, her hâlükârda bildiği şeye acele etmeden kısa ve anlaşılır cevap verirdi. Fakat kendisine sorulmazsa hiçbir söze karışmazdı. Bu yüzden de kendisine soru yöneltildiği için o an kardeşine “Sen bilirsin!” demeden net cevap verdi:
“Sultan Mahmut, bu tür yiğitleri sınırlarına muhafız olarak koyardı. Onlara belli bir müddete kadar evlenip aile kurmak, yurt tutmak yasaktı. Sadece atı ve silahı, bir de ak çadırı… Eğer ansızın o yiğitlerin obası başkaldırırsa, Sultan öldürülen yüksek statüdeki her idarecinin kanına karşılık bu ‘agöyli (ak çadırlı)’ denilen yiğitlerin onunun kellesini aldırırdı. Hem muhafız hem de bir nevi rehin oldukları için onlar maalesef…”
Tuğrul Bey “Hım-m!” deyip yönünü Agöyli’ye çevirdi. Agöyli de atı da başını yere eğmiş sohbete kulak kabartıyorlardı. Nedense “Bu ikisi tek vücut, bir can, bir ten olmalı…” şeklindeki aniden aklında ortaya çıkıveren fikirler at koşturur gibi bir çırpıda Tuğrul Bey’in zihninden geçti.
Bey, Agöyli’yi ve atını bir kez daha baştan aşağı süzdükten sonra:
“Peki, sana başka hiçbir şey vermediler mi?” dedi.
“Bana başka hiçbir şey lazım değil!” deyip Agöyli, bir eliyle belindeki kılıcını tutarken diğer elini de atın yelesine götürdü. “Bize bu yeter, beyim!”
“Pekâlâ! Yeterse tamam…” diyerek Tuğrul Bey de onun konuştuğu gibi kısa ve öz konuştu; sonra da Agöyli’nin atının balık sırtı gibi parlayan gövdesine ve sağrısına baktı:
“Atına yağ falan mı sürdün?”
“Aa, hayır beyim… Yağ sürülmeden bile bunun üzerinde zor oturuyorum!” diyerek Agöyli çocuksu gülümsemesini takındı.
“Zor oturman buysa!” diyerek onun daha az evvelki fırlayıp gelişini anımsayan Tuğrul Bey de kendi kendine gülümsedi ve tekrar Agöyli’nin atına doğru işaret etti:
“Bakımını sütle, yoğurtla yapıyorsun sanırım!”
Agöyli başını salladı ve yakınmaya başladı:
“Ah, beyim, aslında ben bunu eyere, koşun takımına boyun eğdiremedim… Tay iken de kendim eyer vurmak istemedim. Artık sırtına eyer değse mecali kalmayıp da yere yıkılıncaya değin tepinip zıplıyor. Gem vursam da faydası yok, dudağı yırtılıncaya dek yuları çekiyor, asla itaat etmiyor… Ama eyer, yular falan takmaya kalkmayıp da özgür bırakırsan, ne istersen yapıyor. Ne diyeceğimi ayağımdan mı anlıyor nedir bilemem… Ben de artık mecburen onun istediği gibi yapıyorum.”
“O hâlde, sen atını değil de atın seni eğitmiş desene!”
“Evet, öyle oldu…” diyerek Agöyli yine az evvelki çocuksu gülüşünü sergiledi.
Agöyli’nin atının kulaklarını dikip, ürkerek gözlerini oynattığını gören Çağrı Bey de dayanamayıp söze karıştı:
“Bu yüzden de ‘Alma al renkliyi!’ demiş eskiler… Al renkli at kolay kolay insana alışmaz.
“Hay Maşallah! Pekâlâ… Atın sana hayırlı olsun kardeşim!” deyip Tuğrul Bey güldü.
Beyin son sözüne Agöyli de keyiflenip güldü; bu esnada onun inci gibi dizilmiş dişleri bembeyaz ortaya çıkıp parıldadı.
Bunları yan taraftan gülerek izlemekte olan Çağrı Alp içinden “Şimdi buna ‘Gül!’ desen atı da güler bunun!” diye düşündü.
Sonra Tuğrul Bey, Çağrı Alp gibi “o” ya da “sen” diye ayırt etmeden tüm kalabalığa seslenir gibi:
“O hâlde, haydi yiğitler davranın!” dedi.
Tam o sırada öteden bir yiğit atını dörtnala koşturarak geldi:
“Beyim! Pirimiz Mäne Baba özel bir ulak göndermiş. Çok acil diyor…” dedi.
Tuğrul Bey ve Çağrı Alp hemen atlarının başını ulağın geldiği tarafa çevirdiler. O esnada Tuğrul Bey, Agöyli’ye tekrar bir şey demek istedi ve başını arkasına döndü. Baksa ki çoktan Agöyli de at da yok olmuştu. Tuğrul Bey hayret edip başını iki yana salladı ve atını topukladı.
***
Öyle bir savaş oldu ki. At toynağının gümbürtüsünden yer sarsıldı; uğultu, inilti, toz duman birbirine karışıp gökyüzüne ulaştı. Bu çarpışmanın ne zaman başlayıp ne zaman biteceğini, kan ter içinde dört bir yana at koşturup, her bir yanda kılıç savuran askerlerin hiçbirisi, hatta ikisi de yüksek bir alandan bu savaşı izlemekte olan iki büyük rakip, Tuğrul Bey ve Sultan Mesut da biliyor gibi değildi. Bu savaşı şu an sadece Allah-u Teâlâ kendisi müdahil olup bitirebilirdi, başka da durdurabilecek bir güç yoktu.
Allah-u Teâlâ’nın da kimin tarafında olduğunu Kudret Sahibi ancak kendisi biliyordu. Bu yüzden de kaçan da “Allah!” diyordu, kovalayan da.
Sultan Mesut’un ordusu, Türkmen asıllı komutan Beydoğdu’nun başkumandanlığında oldukça sağlam bir nizam içinde savaşsa da, dört bir yandan kurt saldırır gibi ansızın ortaya çıkıp aniden de geri çekilen Selçuk atlılarının hücumları onları sürekli huzursuz edip bunaltıyor ve gittikçe de zayıflatıyordu. Bu kesintisiz ve düzensiz hücumlar sadece atlı ordunun değil, aynı zamanda her koşula alışık olan savaş fillerinin de aklını karıştırıp feleğini şaşırtıyordu. Sultan’ın ordusu böyle bir savaşa alışkın değildi.
Bu keşmekeşin ve kargaşanın içinde ilginç bir durum Tuğrul Bey’in dikkatini çekti. Ta ufukta birçok atlı aniden bir yere toplanıyor ve tekrar dağılıyorlardı. O esnada da onların arasından eyersiz çıplak bir at ok gibi fırlayıp çıkıyor ve iki üç atlıyı yüzüstü devirip tekrar geri kaçıyordu. Diğer atlılar peş peşe onun ardına düşüyor, lakin bu kaçıp gitmekte olan at birden duruyor ve aniden geri dönüyordu. Tam bunun üzerine de birkaç defa ışık parıldıyor ve dörtnala gelen atlılardan en önde olan bir ikisi yere seriliyordu.
İşte, eyersiz çıplak at yapacağını yaptı ve tekrar kaçtı. “Vay, vay, vay!” diyen Tuğrul Bey’in keskin kartal gözleri, o eyersiz çıplak atın üstünde âdeta yapışmış gibi oturan kırmızı entarili gövdeyi tanıdı. Agöyli atın üzerine kapandığından kızıl atın rengi ile Agöyli’nin kırmızı entarisinin rengi iç içe geçmişti ve uzaktan bakıldığında Agöyli ile atı yekvücut gibi görünüyordu. Tuğrul Bey kendi kendine birden:
“Oo… ‘Bir kaftanlı, iki çıplağımız da’ savaşa girmiş ya!” diyerek sesli konuştuğunu fark etmedi.
“Onlar tan yeri ağardığından beri savaşın içindeler!” diyerek Çağrı Alp anında cevap verdi.
…Bu defa Agöyli’nin etrafını oldukça kalabalık kuşattılar. Atı ve kılıcıyla birlikte büyük bir girdabın içine çekilmiş gibi, kalabalığın arasında kayboldu.
Bu vaziyeti izlemekte olan Çağrı Bey dayanamadı:
“Ona, acaba, en azından bir yardım mı göndersek? Bunca vakittir tek başına savaşırsan, her kim olursan ol…” dedi ve sözünü tamamlamadan Tuğrul Bey’in yüzüne baktı. Tuğrul Bey de kararsız kalmış gibi bir müddet duraksayıp düşündü. Tam bu sırada, az evvelki kargaşanın ve keşmekeşin arasından o çıplak at, tereyağından kıl çeker gibi sıyrılıp çıktı.
Tuğrul Bey “Oh be!” diyerek derin bir nefes aldı. “Sağ imiş, her ne olursa olsun… En iyisi, ona ayak bağı olmayalım şu an!” dedi.
***
İnsanlar yoruldu, atlar bitkin düştü. Güneş de bunca vakittir yukarıdan savaşı izlemekten yorulmuş gibi, ağır gövdesini yavaşça aşağı bırakmaya başladı. Fakat sabahın erken saatlerinde başlayan Dandanakan Muharebesi henüz duracak gibi değildi.
Yorgunluktan, susuzluktan, aldıkları yaralardan dolayı atların alt çenesi sallanmış, ağızları köpürmüş; insanların dilleri ağzında şişmeye başlamıştı.
Bu durum Selçukluların direncini kırsa da, Sultan Mesut’un çoktan beri savaşmak için talim almamış olan askerlerine daha da ağır gelmişti. Onlarda artık ilk baştaki arzu, gayret, hiddet, tertip nizam kalmamıştı. Yüzlerinde “Aman, artık ne olacaksa olsun!” der gibi umursamazlığın, boş vermişliğin ifadesi belirmeye başladı. Bunu ilk önce Sultan Mesut fark etmeliydi; ama hayır, fark edemiyor, göremiyordu. O bekliyordu, “Padişah-ı âlem, biz yendik!” haberinin gelmesini bekliyordu. Ama bu haber ise bir türlü gelmiyordu. Sultan, sakilerin doldurduğu şaraptan ara sıra bir yudum alıp yanındaki vezirlere peş peşe “Hey, ne oluyor!” diye sorup duruyordu. Onlar ise cevap vermek yerine sadece başlarını aşağı eğiyorlardı. Mesut’un sürekli kımıldayarak oturmasından mıdır yoksa konulduğu yer ince kumlu olduğundan mıdır nedendir, kısacası, altındaki taht da olduğu yerde sabit duramayıp kâh o tarafa kâh bu tarafa eğilip bükülerek iki de bir düzeltmek zorunda kalan muhafızlara iş çıkartıyordu.
Tuğrul Bey ile Çağrı Alp’in ise tahtı düzeltme kaygıları yoktu. Onların tahtı, atın eyeriydi. Seyisin uzattığı kan gibi sıcak sudan ara sıra bir yudum alan Çağrı Alp tekrar kalabalığın üzerine atını sürüp gidiyordu. Tuğrul Bey ise, âdeta üzerinden bulunduğu dağın bir parçasından yontularak yapılmış heykel gibi olduğu yerde kımıldamadan duruyor.
En sonunda Çağrı Alp öteden gelirken içinde bulundukları hakikati söyledi:
“Bey kardeşim, artık yardım için gönderecek tek bir adamımız bile kalmadı.”
Tuğrul Bey sakin duruşunu bozmadan Çağrı Alp’in yüzüne bakıp gülümsedi:
“Ey, ağabeyim, ikimiz neyiz, adam değil miyiz?”
Çağrı Alp önce biraz şaşırıp duraksadı ve sonra birden kardeşinin gülüşü gibi babasından sıcak bir söz işitmiş mert bir delikanlı edasıyla tatlı tatlı gülümsedi:
“Gerçekten mi?”
“İkimizin daima her şeyi gerçektir!”
Tuğrul Bey’in çenesi tam bir şey demek için kımıldadı, sonra birdenbire kilitlenmiş gibi donup kaldı; dişleri iyice sıkıldı, kaşları çatıldı. Dünyayı yönetmesi için verilen kuvvetli kollar eğri kılıcın kınını açtı; gök gürültüsü gibi, kaplanın kükremesi gibi korkunç bir ses yankılandı:
“Çağrı Beyim, bey abim! Sürelim Sultan’ın üzerine! Geri dönen namert olsun!”
…“Tuğrul Bey kendisi de bizzat savaşa girdi!” haberi Sultan Mesut’a yıldırım hızıyla gelip ulaştı. Aniden tahtından kalktı ve etrafındakilere değil de âdeta Tuğrul Bey’e söylüyormuş gibi:
“Hey, Selçuk Bey, hey çapulcu!” diye bağırdı. “Dayanamadın mı? Güçlü değilsin! Artık kendinden başka savaşacak adamın kalmamıştır! Ben biliyordum böyle olacağını…”
Sultanın etrafındakilerin hepsi “Evet, evet!” diyerek nara attılar. Aralarından özellikle belirlenip seçilen birisi, güçlü ses tonuyla bağırarak:
“Bizim Sultanımız yenilmezdir; o, yenilmez Sultan Mahmut Gazneli’nin oğludur!” diyerek çok içten haykırdı.
Bu sözler, Sultan Mesut’a gençliğini, savaş talimleri aldığı zamanlarını, rüzgârlarla yarışıp, fırtına gibi eserek at üzerinde tüm hünerlerini sergileyen oğlunu “Aferin aferin!” diyerek alkışlayan hükümdar babasını hatırlattı.
“Evet, bu tavır çapulcuların komutanının bana meydan okuma davetidir…” deyip Sultan Mesut tekrar o has kendine kinayeli kaba gülüşünü takındı ve “Sultan denince sadece yiyip içip, yüksek sesle bağırıp çağırarak dolaşan biri zannediyor olmalısın… Sultan’ın kim olduğunu bugün sana göstereceğim. Davetini kabul ediyorum, köpoğlu köpek! Senden korkan babasının dölü değildir! Gel beri!” dedi.
Sultan “Atımı getirin, pusatlarımı getirin!” diyerek hiddetle haykırdı.
Tuğrul Bey ile Sultan Mesut’un kılıçlarını kınından sıyırıp bizzat kendilerinin de çarpışmaya dâhil olması savaşın gidişatını birden değiştirdi.
İki tarafın adamları da bu Hz. Ali’nin er meydanında artık “Ya istiklal, ya ölüm!”, “Ya sen ya da ben!” vaktinin gelmiş olduğunu anladılar.
Genel savaşların bir kaidesi vardır; öncelikle üzerinize gelen komutanı haklamak gerekir! Ancak Doğu savaşlarının başka bir töresi daha vardır; rakip Sultan ya da Padişah ile başa baş savaşıp onu yaralayabilirsin veya esir alabilirsin buna hakkın vardır, fakat öldürmek yasaktır. Bu namertlik kabul edilir.
…Sultan Mesut’un askerlerinin yüzü Tuğrul Bey’in geldiği tarafa çevrildi. Ölmüşçesine bitkin düşmüş ordunun aklında artık sadece tek bir düşünce vardı: “Bunların beyinden bir kurtulursak belki o vakit bu lanet olası savaş da son bulur. Dinleniriz… suya kanarız…”
Fakat Tuğrul Bey’den kolay kolay kurtulmak mümkün mü? Hele bir varın yakınına! Başkası iki üç defa kılıç salladığında birisini alt edebilirken onun her darbesinde iki üç atlı yere yıkılıyordu. Tuğrul Bey’in arkasını ve her iki yanını kollamakta olan Çağrı Alp’in darbeleri ise onunkinden de beterdi; savurduğu darbelerle düşmanın atını bile deviriyordu.
İki kardeşin at üstünde oturuşları da bambaşkaydı. Tuğrul Bey heykel gibi dimdik, dosdoğru oturmuş sadece iki eli ve iki ayağı hareket ediyordu; Çağrı Alp’in atının üzerinde ise insan değil de sanki fırtına oturuyor gibiydi, hareketlerini takip etmeye göz yetişemiyordu. Tuğrul Beyi’n rahatlığı, sakinliği düşmanın moralini altüst ederken; Çağrı Alp çevikliği ile rakibinin gözlerini yanıltıyordu.
…O vakit “Ya Allah!” diyerek öne atılan Sultan Mesut’un etrafı fedailerle dolu iken Tuğrul Bey ile Çağrı Alp’in birbirlerinden ve de Allah’tan başka koruyanı yoktu. Her Türkmen tek başına! Ama hepsinin de bir gözünün ucu Tuğrul Bey tarafında. Her birinde de “Beyimiz kendisi halledip hakkından gelir!” şeklinde bir güven vardı. Askerlerinin kendilerine olan bu güvenini Tuğrul Bey de biliyordu, Çağrı Alp de. Bu sebeple de her Türkmen’in yaptığı gibi o ikisi de kendi başının çaresine kendisi bakıyordu. Ayrıca, ikisi de o an her bir Türkmen’in kendilerine baktığını, vurdukları darbelerin her birinin Türkmen’in eline, beline iki misli güç kuvvet verdiğini iyi biliyorlardı. Bu bilinç ise onların savurduğu her darbenin gücünü ikiye katlıyordu.
…Nice yıldan beridir sarhoş olarak dünyayı tek başına yöneten Sultan Mesut’u bugün onun en yakın adamları bile tanıyamadı. Sanki ağzından ateş püskürten ejderha vardı meydanda! Bir elinde aman vermez kılıcı, diğer elinde de baş kadar büyüklükte koca gürzü. Önüne çıkanın beynini dağıtıp başını yuvarlıyor, karşısındakileri ezip geçiyordu. Mesut’u çocukluğundan beri yetiştirip büyüten, bildiği bilmediği hünerlerin tümünü öğreten ihtiyar vezir de onun arkasından gözleri yaşlı gelirken, Sultanın her darbesinden sonra yumruğunu sıkıp Sultan Mahmut’un söylediği gibi “Aferin! A-fer-in! A-a-a-feri-i-in!” diye bağırıyordu.
Sultan Mesut vurduğu darbelerin sayısını da zaman mefhumunun hesabını da yitirdi. Bildiği kadarıyla Selçuklular bu kadar da kalabalık olmamalıydı. Sultan askerlerinin her birisi bir Selçukluyu bertaraf etmiş olsa, şu ana kadar bu meydanda tek bir Selçuklu kalmamalıydı. Ama neden bunlar azalmıyor? Çarpışma taktikleri mi ustaca yoksa bir yerlerden destek mi yetişti?
Bir zamanlar Sultan Mahmut Gazneli’nin ordusunda Türkmenler çoktu. Sultan, onların en yeteneklilerinden birisini talim ustası tutmuş, oğlu Mesut’a Türkmen savaşının tüm taktik ve sırlarını öğretmeye çabalıyordu. Geninde Türkmen kanı olan bir yiğit için bunları öğrenmek çok zor bir iş mi! Şehzade Mesut da hemen öğrenmişti. Ancak ne kadar öğrenmiş olsa da Türkmenlerin bazı savaş taktikleri onun için henüz bir sırdı.
Mesela, bir Türkmen karşıdan kılıcını parlatıp gelir; ne kalkanı vardır ne de mızrağı. Tam karşına geldiğinde de kılıcını tependen birden savurur, sen de o an korkup mecburen kılıcını ya da kalkanını önde tutarsın ancak Türkmen’in kılıcı tam o esnada senin açıkta kalan başka bir yerini bulur…
Bu taktik ve kurnazlıklara Mesut çok iyi aşinaydı. Fakat sadece kendisinin bilmesi ne fayda, şu ilerleyen koskoca ordu askerinin hangi birine bunları öğretmeye gücü yetebilir ki.
Ayrıca, bu usulleri sadece kendinin bilmesi yetmez, aynı zamanda altındaki atın da bilmeliydi. Yüz yüze, başa baş olduğunda Türkmen’in atı da taktiklerin tümünü bilir, her türlü kurnazlığı yapardı. Rakibe ne zaman saldırıp ne zaman geri çekileceğini; kılıçlar savrulmaya başlandığında mesafeyi ne vakit ne kadar koruması gerektiğini sahibinden iyi bilirdi. Fırsatını bulursa ağzını kocaman açıp rakibinin ya da atının uygun bir yerinden el kadar parçayı koparıp aldığını hiç fark edemezsin bile. Bu yüzden de aynı anda âdeta iki kişi ile savaşır gibi olursun.
Yaşlı bir seyisin söylediği “Türkmen’in atı bizimki gibi emanet değildir; Türkmen yiğidi atı ile birlikte doğar, birlikte koşar, birlikte büyür. Bu yüzden de ikisi birbirinin tıpkı hık demiş burnundan düşmüş gibidir.” sözleri Mesut’un kulağına çalınmıştı.
Sadece atın değil, atlı askerin de diğer atlı askerden farkı çoktur. Mesut’un atlılarının azıkları, suları hatta iğneden ipliğe kadar ne ararsan yanında her şeyi vardır. Ancak Türkmen’inki ise “Bir çakı, sadece bir çakıdır.” Koltuğunun altından bir tandır ekmeği çıksa, bu onun için beyliktir. “Geri kalanını yolda Allah verir!” derler. “Allah!” diyene Allah da Kerim’dir.
Bunlara “Haydi, yemek için neyiniz var?” diye sorsan “Azığımız var…” deyip gülerler.
Türkmen’in daima bedeninin hafif oluşu ve atının yorulmak bilmezliği de belki bu yüzdendir.
Sultan Mesut’un sadece binbaşı ya da yüzbaşılarının değil, sıradan askerlerine kadar herkesin her ay düzenli aldıkları bir ücret vardı. Türkmen’in ise beş kuruş almadan savaştığını Sultan Mesut çok iyi biliyordu.
Sultan Mesut’un ordusu eksiksiz talime, sıkı bir disiplin ve nizama alışmış ordudur. Bu sebeple komutanlarının dediği dedik, buyurduğu buyruktur.
Türkmenlerin ise her biri kendisine sultandır. Her biri istediği yerden hücum edip istediği yerden çıkar. Ama dışarıdan bakıldığında bu durum başına buyrukluk, düzensizlik gibi görünse de onlar her an birbirlerinden haberdardır. Birinin sıkıştığı yerde diğeri Hızır gibi yetişir.
Diğer bir sır ise onların eğri kılıcındadır. Ancak bu sır, eğri olmasında değil, sağlamlığındadır. Sultan Mesut, kendi askerlerinin kılıçlarını en mahir ustalara çelik suyunu verdirip yüksek kalitede biletse de, iki üç ağır savaştan sonra o kılıçlar iş görmez olup uçurumdan fırlatıp atılacak hâle geliyordu. Ama Türkmen’e bir kılıç bütün ömrü boyunca yetiyordu.
“Bunun çeliğine ne katıyorsunuz?” diye bir Türkmen ustasına sorduklarında, doğru mu yalan mı bilinmez, “Hayvanın boğaz kanı!” diyerek gülermiş. Şakadır muhtemelen!
“Türkmenler kılıcını kınında çok bekletmez. Kılıç kında durursa, hemen paslanır.” diyerek yine başka biri sohbete katılır. Söz sohbet çok da, ama…
Mesut atının başını çekti:
“Ne oluyor? Heyyy tutun onu!”
Sultan’ın etrafındakiler aniden durup hükümdarın baktığı yöne gözlerini çevirdiler.
Ta ötede, üzerindeki sahibini eyeri ile birlikte kaybedip içinde bulunduğu hengâmeden ve uğultudan dolayı kuduza dönen çıplak bir at askerlerin arasında oldukça paniklemiş, telaşlı telaşlı iki yana koşuşturuyordu. Koşuşturma bir yana, bu can alıp can verilen kanlı hengâme içinde sahipsiz kalan at az mıydı? Ama o atın hâli, sahibinin intikamını kimden alacağını bilemeden önüne çıkana saldırıyor gibiydi. Garip olanı ise, onun gittiği yerdeki atlılar da onu yakalamak ya da vurup kovalamak yerine, aksine bağrışarak kaçıyorlardı. Ardı adına attan düşenler de görünüyordu.
Bu ne böyle, acaba yine Tuğrul Bey’in bir oyunu mu? Sultan Mesut’un fillerine özenip o da atın gövdesine kılıç, mızrak vs. bağlayarak savaş meydanına salıverdi mi yoksa?
O esnada az evvelki çıplak zannedilen atın üzerinde birinin başı görünür gibi oldu. Evet, evet! At sahipsiz değildi. Üstünde tuhaf elbiseli biri vardı. İşte, kılıcını da savuruyordu.
Tuğrul da değil. Çağrı mı acaba? Çağrı Alp’in at üstünde yaptığı oyunları Sultan işitmişti.
Hangisi ise hangisi, ne fark eder! Böyle yaptığını yapmaya devam mı edecek?
Sultan öfkeyle atının böğrünü tekmeledi. Bu ani tekmeden irkilen zavallı at, ağzındaki gemi ısırarak öne fırladığında az kalsın sahibini üzerinden düşürüyordu.
Mesut kendini toparlayıp tekrar kılıç ve gürzünü hazır etti.
Ancak bir süredir kılıç sallamayıp soğuduğundan mı nedense elleri oldukça ağırlaşmış gibiydi. Ziyanı yok, tekrar ısınır.
Sultan Mesut’un öfkesi nedense özellikle bu çıplak atla kabarmıştı. Sadece ona odaklanmış gidiyordu. Kaplan gibi eğilip doğrularak Sultan’ın ordusunun kâh sağından kâh solundan kurt gibi saldıran o Türkmen’in ise şu an elindeki kılıcı ile altındaki atından başka hiçbir şeyi yoktu. Ama… bu ikisi kâfi değil miydi?
…Agöyli ve atının ise şu an tam da çarpışmaya iyice ısındığı vakitti. Sağdan soldan atılan ve az çok isabet eden okların sızısını hissetmiyorlardı bile. Aynı zamanda, birbirlerine dinlenme fırsatı da yaratıyorlardı. Bunu nasıl yapıyorlar ki!
Agöyli bazen atından sıçrayıp iniyor ve bir eliyle onun yelesine yapışmış koşarak giderken, diğer eliyle de yaya olarak savaşmaya koyuluyordu. Tehlikede kalıp savunmaya geçmesi gerektiğinde de atının altından sünüp diğer tarafa geçiyor… Çok yorulduğunda da atının üstüne kendini atıp boynuna sarılıyordu. At o anda kuş gibi uçup sahibini kargaşadan ve insanlardan uzak bir yere götürüyordu. Ölümcül bir yara almadıkça onları yorarak alt etmek mümkün değildi.
“Hey, çıplak Selçuk! Hokkabaz Türkmen! Gel bakalım, sihirbazlık nasıl olurmuş sana bir göstereyim!” deyip Sultan Mesut da dişlerini gıcırdatarak bazen kılıcının ters tarafıyla atının sağrısına vurup öne atılıyordu. Ancak Sultan’ın birkaç yıldan beri şarap bardağından ağır bir şey kaldırmamış olan elleri gittikçe takatten kesilip atı da sanki arkasından birisi asılıyormuş gibi ha bire geri çekiyordu.
Selçuk Türkmenlerinin vur kaç taktiği artık iyiden iyiye canına tak eden Sultan’ın ordusu, tüm gücünü toparlayıp kararlı bir saldırıya geçti. Bu son hücum Selçukluları geri çekilmeye mecbur bıraktı. Bundan cesaret alan Sultan’ın askerlerinin büyük bir bölümü, onları âdeta yeryüzünün sonuna dek kovalamak için peşlerine düştü.
Kendi de Türkmen olduğu için, Türkmenlerin oyununu çok iyi bilen vezir Beydoğdu “Kovalamayı bırakın! Dağılmayın!” diye emretti. Ama Sultan’ın askerleri iyiden iyiye zafer sarhoşluğu ile coşmuştu; onların üçte biri emre itaat edip geri dönse de kalan kısmı takibi sürdürdü.
Öfke ve ihtiras gözlerini bürümeyegörsün! Nefret aklın önüne geçmeyegörsün! Değilse Selçuk Türkmenlerinin kaçmasına da kovalamasına da inanmamak gerektiğini, aslında şu an kovalamakta olan askerler de çok iyi biliyordu.
Ayrıca, savaşta her şey yolunda giderken bazen birden disiplini bozup gidişatı tam tersine çevirecek durumlar da olur. Askerlerin on, on beşi kovalamaya başlarsa diğerleri de onların peşine takılır; eğer on, on beşi geri dönüp kaçarsa kalanlar da dağılıp sıvışıverir.
İşte buyurun! Atlarına kapanmış kaçmakta olan Selçuklular birden ufukta atlarının dizginini çekip kendilerini kovalamakta olanlara doğru geri dönüverdiler. Kovalamakta olanlar, onları paramparça etmek için atağa kalkmış hızla giderken bir ödleğin “Hey, pusu, kuşatıldık!” diye korkunç bir şeklinde bağırması herkesin bedenini titretti. Baksalar ki, gerçekten de etraf tıpkı yerden bitmiş gibi Selçuk atlılarıyla doluşmuştu.
Bir müddet sessizlik oldu. Birdenbire Çağrı Alp’in sesi:
“Yiğitle-e-er!!!” diyerek yankılandı. Gerisini Allah göstermesin!
Tuğrul Bey’in önderliğindeki diğer grup ise o an Sultan Mesut’un bölünmüş olan askerlerinin bir kanadından atağa kalkmış geliyordu.
Ama bu kalan askerlerin de gücü Tuğrul Bey’inkinden fazla olmasa da, az da değildi. Arkalarında da Sultan olduğu için, o an cesaretleri tamdı ve yüreklerine su serpiliyordu. Fakat yanlarındaki mataralarda bir yudum bile su yoktu.
…Agöyli iki ateşin arasında kaldı. Arkasındaki kuşatmayı bir şekilde yarıp geçen Sultan muhafız birliğinden kalabalık bir grubun güzergâh yolu da tam onun üzerine denk geldi. Sabahtan beri onlara rahat vermeyen bu eyersiz çıplak atlının etrafını çoğalarak sardılar.
İnsanın canı demirden değil ya! Bedeninde aldığı sayısız yaranın, yorgunluğun, susuzluğun sıkıntılarını Agöyli gittikçe daha şiddetli hissetmeye başladı. Ama savaşın en hararetli, en gergin anında vuruşmayı bırakmayı gururuna yediremedi; ölürse de burada, kendi atının üstünde ölmeyi yüreğine kazıdı.
Bu kuşatmada, ensesine inen kalın bir topuz mu yoksa gürz mü ne ise, Agöyli’yi sendeletip atın üzerinden yana sarkıttı. Ancak Agöyli’nin beyni bir emri: “Öldükten sonra bile birincisi atın boynunu, ikincisi de kılıcını elden bırakmamak gerektiği düsturunu” çok iyi idrak etmişti. Bu sebeple de Agöyli atın yan tarafına kayıp sarksa da, ecelin insanın boynuna yapışması gibi, bir eli atının yelesine sıkıca yapışıp tutundu.
Agöyli’nin üzerine dört bir yandan aç kurt gibi üşüştüler. Ama onu tam mızrağın ucuna takacakları esnada gökten inmiş gibi bir grup Selçuk atlısı ortaya çıktı ve çemberi yararak bu kalabalığın arasına girdi. Elbette, böylesine can alıp can verilen kanlı hengâmede kim üstün gelirse zafer onundur. Selçuklar yine galip geldi.
Bu fırsattan yararlanıp Agöyli de hemen kendine geldi. Atını gördü. Onun boynuna yapışıp “Beni bırakma, alıp götür, dostum!” diye fısıldadı. Bir bakın şuna! At, birden onun önüne deve gibi çöküverdi. Agöyli atın sırtına güçlükle ayağını atıp boynuna sıkıca sarıldı ve tekrar “Uçalım dostum!” diye fısıldadı.
Bir anda “Gitti!” oldubitti. Agöyli ile atının ardında sadece belli belirsiz bir toz kaldı. Uçmak diye işte tam da buna denir! Onların arkasından, önünden, yanından koşuşturup, sokulup kovalayan atlıların hepsinin ağzına Agöyli’nin atı tekmeyi basıp hızla uçtu. Yaşanan olayları izlemekte olan Sultan Mesut, bu durumu kötüye yordu.
Sultan’ın etrafındaki adamlar gittikçe çoğalıyordu. O, atının deminden beri bir yerde tepinip durduğunu sonradan fark etti.
Ne oldu ve ne ters gittiyse, Sultan Mesut’un ordusunda birdenbire tatsız bir ayaklanma patlak verdi. Ordunun bir ucunda başlayan isyanın tüm askerlere yayılmaya başlaması üzerine vuku bulan darbe, Sultan Mesut’un tam yüreğine saplandı. Sultan’ın yüreği sarsılsa da belli etmemeye çalıştı, onun sarsıldığını belli etmesi ayaklanan ordunun cesaretine cesaret katmak olurdu.
Sultan Mesut üzengi üzerinde doğrulup neler olduğunu görmek istedi; ancak aniden arka arkaya sıralanarak onu koruma çemberine alan etten duvar, buna fırsat vermedi. Ama gözleriyle göremese de olumsuz bir durumun yaşanmakta olduğunu, işlerin ters gittiğini yüreği çoktan sezmişti. Sultan Mesut gözlerini belertip:
“Durun! Nereye? Durun diyorum, sizin bir…” diye bağırdı. Bununla da yetinmeyip yan tarafında duran sipahilerden birinin başına kamçıyı indirdi: “Siz neden, hepiniz bana sokulmuş duruyorsunuz, işe yaramaz beceriksizler… Gidin, varın ileri!”
Tedbir amaçlı bırakılan muhafızlar ile ihtiyar vezirin haricindekiler, atlarını dörtnala sürüp gittiler. Ama… ürkmüş bir deveyle giden servetin ve bir de rakibinden korkup paniğe kapılan ordunun önünde duran asla sen olma!
Koruma çemberi oluşturan askerler Sultan Mesut’u geriye doğru ite ite kısa süre içerisinde, o eski yerine, savaşın başında durduğu tepenin üzerine çıkarttılar. Alabildiğine genişlik içinde Sultan uzaklara baktığında, deminden beri inanası gelmeyen acı gerçeği gözleriyle gördü. Ordu büyük bir telaşla geri çekiliyordu. Orduyu kılıçla bölmüş gibi iki parçaya ayırmış gelen Selçuk atlılarının arasında at üstünde dimdik oturan bir gövde belirdi. Eğer Sultan’ın gözleri yanlış görmüyorsa bu Tuğrul Bey olmalıydı! Düşmanını gören Sultan birden irkilip güçlükle öne hamle yaptı. Ancak elleri ve ayakları artık onu dinlemiyordu…
Etrafta bağırtı, gürültü; feryat figan gittikçe artıyordu.
Sultan’ın durumunu herkesten önce yaşlı vezir fark etti. Vezir, yan yana dizilip kalkan olan sipahilerden birine işaret etti. Sultan’ı kaldırıp, alıp kaçtılar. Yaşlı vezir, Sultan’ın elinden düşen koca gürzü güçlükle yerden kaldırıp ilk gelen rakibin atının tam alnının çatına vurdu. At, üstündeki askerle birlikte tepetaklak yuvarlandı. Vezir gürzünü ikinci defa kaldırmaya yetişemedi…
Sultan kaçtı; takat kesildi. “Sultan gitti!” haberi yıldırım hızıyla askerlerinin bulunduğu her yere ulaştı. Bu haber ordunun tüm direncini kırdı. Pusatlar elden düştü.
***
Davulcu, tokmağını davuluna vurdu. Tellal borazanını çaldı. Sancaktar, Tuğrul Bey’in sancağını kaldırıp rüzgârda dalgalandırarak iki yana salladı. Dandanakan Muharebesi işte şimdi son bulmuştu.
Tuğrul Bey “Toplanın!” diye emir verdi.
O an bir ulak atını kamçılayıp, hızla sürüp geldi:
“Falanca yerde bir grup düşman atlısı toplanıyor! Ellerinde beyaz bayrak sallıyorlar!” diye haber verdi.
Çağrı Alp, henüz soğumamış olan sağ elini kılıcının kınına götürdüğünde Tuğrul Bey elini onun elinin üzerine koydu:
“Onlar şehitlerini ve yaralılarını toplayacaktır. Dokunmayın…”
Ta ufukta, başını bir aşağı bir yukarı eğip kaldırarak güç bela gelmekte olan atı gören Tuğrul Bey kendi konuşmasını tam orta yerinden kesti.
Zavallı at, Tuğrul Bey’in beş on adım yakınına gelip birden durdu. Onun eyersiz çıplak sırtının iki tarafından aşağı sarkan iki el ve iki ayağı gören Tuğrul Bey:
“Ahh… Agöyli!” dediğini fark etmedi. Sonra da birden “Mää-mu-u-un!” diye bağırdı.
Tuğrul Bey’in en güvendiği hekimi ihtiyar al-Mamun derhâl Bey’in karşısında belirdi. Gelir gelmez de Tuğrul Bey’in kanamakta olan omzuna yapıştı. Ama Tuğrul Bey sağlam eli ile onu yavaşça itekleyip Agöyli’yi işaret etti.
Hekimin talebeleri hemen Agöyli’yi atın üzerinden aldılar ve yere yatırdılar.
Bu ihtiyar hekim Arap kökenli olup sonu al-Mamun ile biten uzun bir adı vardı.
Selçuklular da Türkmenceye uydurup ona “Mümin hekim” derlerdi, Tuğrul Bey ise o üzülmesin diye kendince Arapçaya yakın olarak “Mämun” derdi.
Al-Mamun denilmesinin de bir sebebi vardı. Hangi taraftan olursa olsun ağır yaralı birini gördüğünde yas tutardı. İşte, şimdi de Agöyli’nin yanına dizüstü çökmüş ağlayarak kendi dilinde bir şeyler mırıldanıyordu; kederinden göğsüne iki defa yumruğunu vurup dövündü, sonra sarığını parmaklarıyla kavrayıp buruşturdu.
Çağrı Alp:
“Vah, diyor, vah…” dedi.
Çağrı Alp’in hekimin söylediklerini tercüme etmeye başladığını Tuğrul Bey sonradan anladı ve meraklandı:
“Ne diyor?”
“Ah üzülüyor işte… ‘Böylesine güzel yiğide…’, ımm ‘ağırbaşlı yiğide kılıç vuranın eli kurusun!’ diyor. ‘Vah, buna ne yapmışlar!’ diyor. ‘Delik deşik’ diyor…”
“Peki, yeterli!” deyip Tuğrul Bey üzüntü ile derin bir iç çekti ve birdenbire omzundaki sancıdan dolayı yüzünü buruşturdu. “Hay… Gerçekten de, sağlam yerini bırakmamışlar… Başka ne diyor?”
İhtiyar hekim birden ağlamayı kesti ve dizüstü çökmüş hâlde Agöyli’nin göğsüne kulağını koydu, sonra onun bileğini tuttu ve gözkapaklarını kaldırarak gözbebeğine baktı. Birdenbire de temiz bir Türkmenceyle:
“Ya Allah’ım, medet senden! Merhamet et!” diye bağırdı. Agöyli’nin yüzünde sağ olduğuna dair bir emare olmasa da ihtiyar hekimin gözlerinde umut ışığı göründü.
“Mämun!” diyerek Tuğrul Bey seslendi. “Bu yiğit…” deyip Tuğrul Bey parmağını Agöyli’ ye doğru uzattı, “Ölmemeli, duydun mu beni? Bunun gibi yiğitlerin ardı arkası kesilmemeli, nesli tükenmemeli! İşittin mi?”
Biçare hekim, ne diyeceğini bilemeden derin bir iç çekip başını yere eğdi:
“Âmin!” dedi.
Al-Mamun, Agöyli’yi temiz bir döşeğin üzerine yatırdı. Aletlerini ve ilaçlarını alıp onun yanına çöktü. Önünü ardını çevirip yaralarının hepsini yıkadı, temizledi; merhem üstüne merhem sürdü, kanamasını durdurdu.
Yiğitlerin birkaçı ise bu esnada, al-Mamun’un buyruğu üzerine az ötede bir keçiyi kesmiş, derisini yüzüyorlardı.
Hekim, keçinin henüz buharı üstünde tüten postunu Agöyli’nin yanına serdirdi ve postun üzerine bir şeyler serpiştirip hemen Agöyli’yi derinin üzerine taşıttı. Önceki sürdüğü merhemleri temizleyip Agöyli’nin etrafını deri ile bebek kundaklar gibi sardı ve üzerine iki üç kere ip doladı. Bunu da az görmüş gibi Agöyli’nin ayaklarını da sıkıca bağladı. Başı da tamamen sargılı olduğu için Agöyli’nin artık ağzı burnu ve sımsıkı kapalı olan iki gözünden başka hiçbir yeri görünmüyordu.
Bir müddet sonra Agöyli’nin tüm bedeni aniden sarsılıp titredi ve sonra bir kez daha… Birdenbire Agöyli’nin gövdesi kıvrılıp öyle bir çırpınmaya başladı ki hekimin talebeleri iki taraftan elleriyle kavramış, onu güçlükle tutuyorlardı. Bu mücadele devam ederken, deminden beridir inlemeye bile mecali olmadan yatan Agöyli derin bir “ah” çekip can havliyle öylesine bir bağırdı ki hekimin talebeleri ne yapacaklarını bilmeyip panikle hocalarının yüzüne baktılar. Hekimin ise o an kılı bile kıpırdamıyordu; Agöyli’nin başucunda eğilip doğrularak sakin sakin kendi işiyle meşgul oluyordu.
Bu esnada beklenmedik bir olay oldu. Agöyli’nin baştan beri bir kenarda bitkin bitkin duran atı, sahibinin yürek burkan acı sesine başını kaldırdı ve birdenbire ağzını açıp hekime doğru atıldı. Üç dört yiğit birden ok gibi fırlayıp yerlerinden kalktı. Atın boynuna kement atıp onu yakalamamış olsalardı, bu olayın sonunun nasıl biteceği belli değildi.
Bir süre sonra Agöyli de sakinleşti, atı da. Agöyli’nin burnunun ucu yavaş yavaş terlemeye başladı.
Hekimin talebelerinden biri hocasının az evvel yere yuvarlanan sarığını kaldırıp ona uzattığı esnada kulağına fısıldadı:
“Bu zavallı hayvanın da yara almadık bir yeri yok gibi…”
Hekim bir yandan sarığını düzeltirken bir yandan da yürek burkan bir sesle konuştu:
“O da hiçbir yere gidemez… Onu da iyileştiririz. Dört ayağını da bağlayın hemen!
***
“Babayiğit Agöyli, nasılsın?”
Üzerinin keçesi, eşiğinin halısı ve örtüsü yukarı doğru kaldırılmış olan geniş kara çadırın içinde kendisi gibi ağır yaralılar arasında yatan Agöyli, tanıdık sese gözlerini açtı ve üzerine eğilmiş duran Tuğrul’un sevimli yüzünü zor bela tanıyıp “nasılsın” sorusuna karşılık olarak mecalsizce tebessüm etti.
“Padişah-ı âlem!” diyerek Tuğrul Bey’in yanındakilerden biri ona doğru seslendi ve sonra kulağına bir şeyler fısıldadı.
Agöyli, biraz şaşırmış hâlde etrafına bakındı.
Dünden önceki gün, Selçukluların Merv’de yapılan kurultayında Tuğrul’un oybirliği ile sultan ilan edildiğinden Agöyli’nin henüz haberi yoktu. Tuğrul’un yüz ifadesinden ve dış kıyafetinden de bu duruma dair bir şey anlamak mümkün değildi.
“Herhangi bir şeye ihtiyacın var mı, yiğidim?” deyip Tuğrul Bey, Agöyli’nin yanına tek dizinin üzerine çöktü.
Agöyli dudaklarını yavaşça kımıldattı. Hekimin talebelerinden biri ona doğru kulağını uzattı, sonra da saygı ile iki büklüm eğilerek Agöyli’nin yerine sultana cevap verdi:
“Atını soruyor, efendim!”
Tuğrul başını geri çevirip ardında duranlara baktı. Onlardan biri:
“Padişah-ı âlem, atın durumu iyi, yarışlara bile katılabilir!” dedi.
Agöyli’nin dudakları tekrar tebessüm etti.
“Vay be, cesur Agöyli, ben seni de yanıma alıp Irak’a, Şam’a doğru sefere çıkacaktım yahu… hadi bakalım hayırlısı olsun! Olmazsa arkamızdan yetişirsin!
Agöyli cevap olarak, gözlerinin içini gülümsetip yavaşça başını salladı.
“Hayır, kalırım dersen de, bak Çağrı Bey de seni dört gözle bekliyor… Her nerede olursan ol, bu mert başın sağ olsun!” dedi ve Tuğrul Bey bir elini kaldırarak arkasındakilere işaret edince, orada duranlardan biri koşarak gelip muhteşem bir kaftanı mükâfat olarak Agöyli’nin üstüne örttü. “Senin her yarana bir kaftan armağan etsek bile biz yine de borçlu kalırız.” diyerek Tuğrul sözünün devamını getirdi ve belindeki altın saplı, gümüş kınlı hançerini çözüp Agöyli’nin yastığının üzerine bıraktı. “Sen gerçek bir Agöyli imişsin. Adın yerde kalmasın, bey kardeşim!”
Arkada duranların tümü başlarını eğerek hükümdara ve de yeni beye saygı ve hürmetlerini gösterdiler.
Tuğrul, yaralıların hepsinin hâlini hatırını sorup geri çıkarken aniden durdu ve kara çadırın eşiğindeki halı örtüye baktı; sonra da ardına dönerek:
“Çağrı Bey! İkimizin arzu ettiği, hayalini kurduğu bir yurtta Agöyli gibi yiğitler kara çadırda yatıp kalkmamalı!” dedi.
Çağrı Bey başını eğdi.

KAYADAN GÜÇLÜ
Türkmen yurdunun güneyindeki, kimisi alçak kimisi yüksek kayalarla bezenmiş koca koca dağlarında kim bilir nice olaylar yaşanmıştır! Yazarların, şairlerin övgüsüne mazhar olmuş “âlemin güzelliği, dünyanın dayanağı, göğün direği” olan bu dağlar, bunca asrın çekişmeli günlerinin sağır ve dilsiz tanığıdır. Bu dağlarda insan için huzur da var korku da. Yolunu kaybetmiş susuz bir yolcu, dağın duru pınarlarından susuzluğunu gideriyor; bu dağların serin vadilerinde gölgeleniyor, türlü türlü meyveleriyle karnını doyuruyor. Bir başkası dağda bir yırtıcıya denk gelip ya da kayadan uçup helak oluyor. Yine bir diğeri ise sert kış günlerinde dağın hiçbir yerinde kendisine sığınacak bir barınak bulamayıp soğuğun acımasız pençesinde kurban oluyor… Eğer dağlarımız dile gelse belki de ömürlerinin her bir günü için bize ilginç ve eğlenceli ya da hüzünlü bir olayı anlatırdı. O zaman, belki de, biz aşağıda anlatacağımız bu hikâyeyi dağın kendi “ağzından” dinlerdik.
I
Kırağı kaplanmış yüce başını gökyüzüne uzatan Hasar Dağı, karanlığın muhteşem kaftanını omuzlarından yeni sıyırmaya başlamıştı. Onun bağrını mesken tutan mahlûkat da tan ağarmaya başladığında uykudan uyanmış, her biri çoktan kendine has yiyeceklerden aramaya çıkmış, her zamanki işi gücüyle meşguldü. Dağın kaygan taşları arasından doğan pınarlar, seherin nurundan güç alırcasına dörtnala koşturuyordu. Bu pınarlar, suyun çarpıp parladığı küçük taşların kulağına bir şeyler fısıldıyormuş gibi şırıl şırıl çağıldıyordu. Yılın dört mevsiminde de yemyeşil kalan muhteşem çam ağaçları, dallarının her birini seherin şirin rüzgârında hışırdatıyordu.
Yeryüzü aydınlandığında, kayanın eteğinde bir mağara karaltısı göründü. Oradan uzun boylu, iri yarı bir adam çıktı. Orta yaşı geçmiş; servi boyu cüsseli gövdesine yakışan; uzun yüzlü bu adamın sivri burnu, dolgun dudaklı kocaman ağzına doğru uzanıyordu. Gür sakalı, beyaz keten gömleğinin yakasından ve kollarından fışkıran tüyler onun kıllı bir adam olduğunu gösteriyordu. Mağaradan kanat çırparak çıkan koca kuş, adamın omzuna konup “Hadi, kahvaltımı versene!” der gibi sahibinin yüzüne gözlerini dikti. Sonra da ağzına uzatılan iki parça etin birini hemen yuttu ve diğerini de gagasıyla kavrayıp yere kondu. O adam ehlileşmiş kartalın yemeğini yemesiyle ilgilenmeyip kayalara göz gezdiriyordu. Sakince durup yavaş yavaş etrafına bakınmasından onun bu civarlarda birçok defa bulunduğu ve buraları kendine patika yaptığı anlaşılıyordu. Ancak onun derviş misali yersiz yurtsuz yaşayıp, bu mağarada yatıp kalkması nedendir acaba?…
Bu adamı, dağla arası çok da uzak olmayan berideki kalabalık köyde büyükten küçüğe herkes tanırdı. Köyde onun bilinen ismi Pelen Avcı idi. Kaplan derisini sürükleyerek geldiği zamanlar da olmuştu. Böylesine maharetli bir kişi olduğundan Nuryağdı Bey’e halk Pelen Avcı diyordu. Yirmi otuz yıldan beri avcılık onun mesleğiydi. İhtiyar avcı, elinde tüfekle bu dağın çoğu yerini adım adım gezmişti. Bu mağara da onun bozkırdaki “eviydi”. Avlanamadığı zamanlarda bu “evinde” yatar kalkardı. Bugün mağaradan çıkmasının sebebi de buydu. Ancak onun bütün geçimini avcılığa dayandırmasının da uzun bir hikâyesi vardı…
Yirmi beş yaşına kadar sekiz yıl boyunca Hesip Bey’in koyunlarının peşinde koşturmuştu. Bey, onca davar sürüsünün sayısını parmakla sayarcasına hesaplayabiliyordu; hatta yetim kuzuya kadar hepsi aklındaydı. Hesip ismi de bundan dolayı kalmıştı. Bunca zenginlik içinden bir tek hayvan bile ölse kendi canı gitmiş gibi üzülür, kızardı. Çobanın yedi sülalesini bırakmadan hakaret eder, her gördüğünün yanında yas tutar, çaresiz günlere düşmüşe dönerdi.
Bir defasında, bu civarda daha evvel hiç görülüp işitilmedik bir tufan koptu. İlk önce kara bir yel geldi, sonrasında da şakırdayıp sağanak oldu; dereler dolup taştı, sel aktı; dağdan koca koca taşlar selle devrilip sürüklendi. O tufanlı günde beyin yoz koyunlarından on on beşi kaybolmuştu. Çoban günlerce aradı, kayıp koyunların üçü dışında diğerlerini buldu; ancak üç kısır şişek ortada yoktu. Çoban ne kadar bağrını parçalasa da onlardan iz bulamadı. Üç koyunu bulamadan köye gitse oraya varır varmaz köpek gibi kendisine saldırılacağını çok iyi biliyordu. Fakat her yeri arayıp bulamayınca başka çaresi kalmadı.
Hesip Bey, çobanın korkusunu haklı çıkardı. “Üç hayvandan hiçbir iz yok, ağa!” sözlerini işitir işitmez, beyin fareninki kadar küçücük olan gözleri fal taşı gibi açılıp baykuşun gözlerine döndü; tıpkı karabasan çökmüş gibi dili tutuldu. Bir anda odun yutmuş gibi kaskatı kesildi. Sonra da öfkesini bastırıp başını salladı; bir şeyler diyecek oldu ancak yine dili dönmedi. Son nefesi boğazına gelmiş gibi aceleyle bir şeyler aradı. O an, eline ocağın başında küle bulanmış maşa ilişti. Bey tıpkı kudurmuş gibi maşayı sertçe çobana fırlattı. Maşa çobanın alnına isabet edip kapının önüne düştü. Çoban alnını tuttu, bir müddet gözünü açamadı. Başı dönüp gözü karardı. İçinden “Bu alçağın boğazına yapış da canını cehenneme gönder.” diye geçti. Ancak yine de aklını başına devşirip sakinleşti. Taş kesilmiş kurbağa misali veryansın eden bey ile aşık atamayacağını anladı. Ayrıca zamanda da hanımı ve oğlu küçük Meret gözünün önüne geldi. Bu insanlıktan çıkmış yaratık için hanımını ve tek çocuğunu sahipsiz, yetim bırakmaya gönlü el vermedi.
O sırada “Korkan üste çıkar.” misali davranan Hesip Bey, çobanın alnındaki aşık kemiği kadar şişkinliği görüp tehditler savurdu:
“Ah! Vücudunda o hayvanların her bir kılı için bir şişlik yapsam da içim soğumaz, haramzade!”
Son söz çobana maşadan da sert dokundu. Hırsından dudaklarını ısırıp derin bir nefes aldı ve birilerinden yardım bekler gibi kapıya göz gezdirdi. Ama ağzından salyalar akıtarak yatan yaşlı köpekten başka hiçbir şey görmedi. Bir kez daha dolup taşan öfkesini bastırarak aklını başına devşirdi. Onun ağzından çıkan sözler alev olup yakıyordu:
“Hesip Bey! Ben senin kendi bitini yiyecek kadar cimri olduğunu bilirdim. Ancak üç leş yüzünden böyle yüreğine kor düşeceğini tahmin etmezdim. Artık benim için senin şu kapıda yatan yaşlı köpekten zerre kadar farkın yok. Bu yüzden de sürülerini al da başına çal. Şu an seninle hesaplaşmaya gücüm yok. Ancak bir gün maşanın tadını sen de tadarsın inşallah. İnsafsız, o üç şişek yüzünden benim hakkım olan ücreti keseceğini de adım gibi biliyorum. Lakin ‘Çobanın hakkı, belanın okudur.’ er geç helalleşmek zorunda kalırsın.”
Son sözlerini söylerken gözleri fal taşı gibi açılıp dişleri sıkıldı.
Nuryağdı’nın bu çıkıp gidişi son oldu. Beyin koyunlarının peşinde çarık eskittiği son üç yılın hakkı olarak kazandığı dört zayıf koyunu da kapısına eski yamağı getirip bırakmıştı.
Bundan sonra Nuryağdı geçim sıkıntısı çekip çok düşündü. Başka bir gözü dönmüş beye çoban dursa yine önceki gibi olacaktı. “Domuzun akı ne, karası ne! Al birini vur ötekine! Hepsi de aynı!”. Çiftçilik yapayım dese tarlası yoktu, olsa bile onu sürüp işlemeye araç gereç gerekti. Ne yapmalıydı?
Günler peş peşe geçip gidiyordu. Nuryağdı yan gelip yatmaktan fayda gelmeyeceğini bilse de bir çaresini bulamıyordu. Fakat bir gün evinde sırtüstü uzanıp düşüncelere dalmış yatarken evin kirişinde asılı duran tek namlulu tüfeğine gözü ilişti. Bu tüfek ona babasından kalan yadigârdı. Meraya giderken daima yanında taşısa da onunla henüz hiç avlanmamıştı. “Boş yatacağına odun yak!” dedikleri misal “Ben de böyle kıvrılıp yatacağıma bir etrafı dolaşayım.” deyip tüfeğini sildi, namlusunu temizledi, mermi doldurdu. Yuvarlak bir tandır ekmeğini ikiye katlayıp basma mendile sararak beline bağladı ve tüfeğini omzuna asıp dışarı çıktı. Bir müddet duraksadı, sonra da “Neredesin ey başı dumanlı dağlar!” deyip güneydoğu istikametine doğru yola koyuldu.
Onun ilk avı bereketli geçti. Kurşungeçirmez kadar gür olan ormanla kaplı vadiden çıkıp yukarı doğru tırmanmaya başlamıştı ki sağ taraftaki yamacın üzerinde boynuzları kıvrım kıvrım yaban koçu göğüslerini kabartmış, vadinin yukarısından bakıyordu. Vadideki pınara su içmeye gelmiş olmalıydı. Ancak ansızın atılan mermi tam yanağına isabet etti. Bu dağdaki çeşit çeşit otların çiçekleriyle beslenen semiz koç, hava basılan top gibi yerden bir kulaç yukarı zıpladı ve sonra yuvarlanıp aşağıya düştü…
Böylece Nuryağdı, çobanlığın eğri değneğini tüfekle değiştirdi. Avcılık onun mesleği olarak sürüp gitti. Avı bereketli olduğu zamanlarda ailesinin ihtiyacından artakalan ceylan etini buğdayla, unla değiş tokuş ederdi. Nadir bulunan etlerden canı çekip parasını ödeyen kişi çıkarsa vurduğu geyiği bütün olarak da satardı. Böylece, kışlık erzakını da temin ederdi.
İşte, bugün de Pelen Avcı için o eski günlerden biriydi. Mağaranın önünde durup sağ elini gözlerine siper etti ve dağın eteklerine göz gezdirmeye başladı. Henüz yeni doğmuş olan parıltılı güneşin ışıkları altında, rengârenk örtüye bürünmüş yüksek dağın güzel manzarası onun gözünün önünden bir bir geçiyordu. Kıvrım kıvrım yamaçlar; elle dikilmiş gibi sıra sıra çam, meşe, incir, nar ağaçları; küme küme duran kara kütükler; dağın eteğinde koskoca mavi bir halı serilmiş misali görünen gür böğürtlenler; ucundan kopartılmış keteyi andıran kat kat kayalar, koca koca taşlar, kimi yerlerde ise çocukların sesiyle neşelenip çalmaya hazır “dutarlı” sarmaşık güller… Birden avcının gözüne, yeni emeklemeye başlamış yavrusunu peşine takmış otlamakta olan ceylan ilişti. Avcılık içgüdüsü onu hemen tüfeğine sarılmaya mecbur etti. Pelen Avcı bu iki ceylanı isabetli atış alanına sokmak için gizlice onlara doğru yöneldi. Sahibinin hünerine alışkın olan avcı kartal da özel bir işaret beklemeden onun yanında seke seke ilerledi.
Yavrusunun çabalayarak küçük otların ucunu koparmasından haz alan anne ceylan bu esnada canına kıyılacağından habersizdi. Avcı iri ağır gövdesine dayanarak çok yavaş ilerliyordu. Taştan taşa atlayıp, bazı yerlerde de tırmanıp arayı kapatıyordu. Onun niyeti, ceylanın tam karşısında duran taşı kendisine siper edip atışını gerçekleştirmekti. O taşın ardına varıp nefesini ayarladı. Taşın dibinde sahibi ile aynı anda hazır konuma geçen kartal çoktan kendi avını göz hapsine almış çırpınıyordu. Onun gözlerinde “Annesini vur da yavrusunu bana bırak!” der gibi bir ifade belirdi. Avcı, kalpağını çıkardı; taşın üzerinden fark ettirmeden sakince ceylanı gözetledi. Ceylan serbestçe otlanmaktaydı. Yeşil çimenle minik karnını şişiren yavrusu keyifli keyifli zıplayıp kendi kendine oynuyordu. Bir bakmışsın zıplayıp annesinin yanına varıyordu, ona sürtünüyordu, ayağına dolaşıyordu; bir bakmışsın koşturup otların ucunu kokluyordu, başını kaldırıp bir yerlere bakıyordu. Sonra yine gelip annesine sokuluyordu. Annesi de güya yavrusunu bağrına basıp yüzünden, gözünden öper gibi ağzını yavrusunun yüzüne, boynuna sürüyordu. Bunu ölüm öncesi, annenin yavrusuyla vedalaşması diye düşünmek de mümkündü. Çünkü namlunun ucu çoktan bu zavallı hayvana doğrultulmuş, tüfeğin tetiği de işaret parmağının tek bir hareketine bırakılmıştı. Ancak tetiğe basılmadı. Avcı neyi bekliyordu? Niçin ateş etmiyordu? O tek bir mermiyle iki hayvanı da avlayabilirdi aslında. Ama tüfekten ses çıkmadı. Aksine, avcı tüfeğini geri çekip gövdesini birden yere bıraktı ve kalın köklü koca bir peline yaslanarak derin düşüncelere daldı. Yumruğunu yanağına dayayıp, anne ceylanın oğlağını sıcak şefkatiyle doyurup onun ruhunu okşamasını taşın kıyısından izliyordu. Taşın ardında görünen insan kafasını fark edince ceylan ürküp, kaçıp gidecek oldu. Fakat birdenbire avcı ile göz göze geldi ve büyülenmiş gibi şaşkın şaşkın donup kaldı. İki gözbebeği birbirinin içinde şimşek gibi çaktı, avcının tüyleri diken diken oldu, sonrasında da ter bastı. Alnını ayasıyla tutarak başını salladı. İçinden “Ey kurban olduğum Allah’ım, ne oluyor böyle acaba? Kaplan ile karşı karşıya geldiğimde bile böylesine aciz kalmamıştım? Yoksa insan yaşlandıkça yufka yürekli mi oluyor ki?” diye geçirdi. Birdenbire hançer saplanmış gibi yüreği sızladı. On iki yaşında kızamıktan ölen oğulcuğu gözlerinin önüne geldi. “Hayır, ben bunun vücuduna hançer saplamamalıyım. Bırakayım, yavrusuyla mutlu olsun. Baksın, büyütsün, yoldaş edinsin. Hem ceylan dediğin hayvan zarif, güzel, hoş bir canlıdır. Baksana, onun teninin yaldızla bezenmiş gibi parlayışına. Bugün benim elim silah tutabilecek değil.”. Talimatını sabırsızlıkla beklemekte olan kartalını yavaşça kucağına aldı ve başını, tüylerini okşayarak “Sen de, Algır’ım, beni affet. Ben senin ayağına gelen rızkını kesiyorum. Çoktan beri yoldaşım, cesur yarenim olduğundan sen benim tek bir işaretimi anlayabiliyorsun. Ama yüreğimin şu anki derdini konuşmadan sana nasıl anlatayım? Bunu sözle bile anlatmak mümkün değil. Ancak kartallar da kendi yavrularından ayrı düştüğünde sanırım keskin gözlerinin feri sönmüşe döner. Benim ise şahdamarım kesildi. Şimdi sen sahibine hiç gücenme.” dedi. İhtiyar, omzunda kartalıyla ardına baka baka, suspus olmuş hâlde kayadan indi; yola koyuldu. Onun ayakları kendiliğinden adım atıyordu, zihni ise bu dünyadan muradını alamadan göçüp giden oğulcuğu ile meşguldü. Oğlunun kısacık ömrünü tüm detaylarıyla gözlerinin önüne getirmeye çabalıyordu. Birdenbire küçük Meret ile ilgili bir anısı hatırına geldi, nedense gönlü huzur bulmuş gibi oldu. Sonra da o olayı bir bir zihninde canlandırdı.
O, her defasında ava çıkmak için sabah erkenden kalktığında Meretçik de mutlaka uyanırdı ve babasıyla birlikte gitmek isterdi. Fakat Pelen Avcı her seferinde hoş sözlerle onun gönlünü alırdı. Ama bu defa onu kandırmadı. Oğluna çamlı dağları göstermek; onu yabani yetişen nar ve üzümle, incir ve erikle doyurmak; keklik ve bıldırcınla, eğer rast gelirse tilki ve çakalla da “tanıştırmak” Pelen Avcı’nın da aklında yok değildi. Bu yüzden de hanımı “Yumruk kadar çocuğu dağda bayırda gezdirmek şart mı?” diye çıkışsa da küçük Meret’in ayağına çarığını giydirip yanında götürmüştü. Sevincinden kuş olup uçan Meretçik yolda giderlerken kaplandan korktuğunu belli etti:
“Baba, baba, kaplana rast gelirsek ne yaparız?”
“Vururuz oğlum, vururuz.”
“O bizi yemez mi?”
“Yedirmeyiz, oğlum! Tüfeğimiz var nasılsa. İki avcı bir kaplana yenilirsek hoş olmaz neticede. Öyle değil mi?”
Meretçik kendisinin de büyük adam yerine konulmasına sevindi fakat tam o esnada karşısında bir koca kaplan duruyormuş gibi korkup güçlükle “Evet ya!” dedi.
Dağdaki “evine”, mağaraya, vardıktan sonra Pelen Avcı çok geçmeden üç dört kekliği vurup meşe odununun közünde kızarttı. Dağ kuşlarının taze etini iştahla yemekte olan Meretçik mutlulukla babasının yüzüne bakıyordu:
“Bir sonraki sefer de beni alıp getirir misin, baba?”
“Yardım edersen alıp getiririm, oğlum.”
“Ben az evvel pınardan su getirdim ya… Tüfeğim olsa ben de keklik vurabilirim. Öyle değil mi, baba?”
“Vurursun, oğlum. Ama şimdilik sen biraz büyü. O zaman sana kuş tüfeği de alırım…”
O gün, Meretçik ile yemek yedikten sonra küçük avcıyı mağaranın girişinde bırakıp kendisi de bir önceki gün kurduğu kapanları kontrol etmeye gitti. Her ihtimale karşı tüfeğini de omzuna alıp vadiye yöneldi. Parıldayan, aklı karalı salkımlarını gizleyen yabani üzüm ağaçları, dikkatsiz davranırsan âdeta meyvelerinden tattırmak istemezmiş gibi “dikenli tırnaklarını batırmaya hazır” böğürtlenler kendi kendine çardak yapmış, geniş vadinin yeşil kadifesi gibi serilip gidiyordu. Kaynağını nereden aldığı bilinmeyen pınarlar da dört bir yandan şırıldayıp gür ormanın dibine cömertçe su veriyordu. Ormanın içinde suyun biriktiği açık bir alan vardı. Dağın yabani hayvanları oraya suya inerdi. Avcı kapanını oraya kurmuştu. Yakaladığını asla bırakmayan, öncesinde de birçok çakal ve tilki avlayan kapanından avcının bu defa da umudu yok değildi. O, kedi gibi sinsi sinsi yürüyerek geçidin başına vardığında kapan yerine sadece oyulmuş bir çukuru gördü. Kapanın sürüklenerek götürülen kancasının izi çok net fark ediliyordu. Avcı yakın civarlarda iz sürdü, her yerde insanın başparmağı büyüklüğündeki pençe izlerini görüp o kapanın üstünde ne tür bir toz fırtınası koptuğunu hemen anladı. Pelen Avcı tüfeğini doldurdu ve zikzak çizerek giden kapan izini takip etmeye başladı. İz onu büyük bir sırttan aşırıp koyu gölgeli yüksek bir çamın dibine ulaştırdı. Kapana düşen hayvan acıya dayanamayıp bir müddet bu ağacın altında yatıp sonra tekrar gitmişe benziyordu. Avcı kapanı sürüyerek giden mahlûkun artık çok uzakta olmadığını anlamıştı. Bu esnada da yukarı taraftan kapanın şakırtı sesi işitildi. Yuvarlanıp devrilecek gibi eğilmiş duran koca taşın arkasından alaca renkli bir mahlûk çıkıp korkutucu biçimde gerindi, ağzını kocaman açıp esnedi, sonra yavaşça yürümeye başladı.
Avcının tahmini doğru çıktı. Kapana kaplan düşmüştü. Pelen Avcı çeşit çeşit hayvan avlamıştı ama dağın aslanı ile aşık atmak henüz ona kısmet olmamıştı. O, bu mağrur yırtıcının kurnazlığına, gücüne, cesaretine aşinaydı. Onun neşter gibi pençesine bir düşersen, işte o vakit canlı kurtulma şansın yoktu. Avcı böylesine tehlikeli bir girişime teşebbüs edebilir mi acaba? “Bu tehlikeli canlının gücü yerinde, yüreği ise kırk kişinin yüreğine denk olurmuş. Fakat insanda da ondan üstün bir güç olarak akıl fikir var. Ayrıca serde bir de avcı adın var ki kapanı sürükleyip giden yırtıcıya el uzatmadan, sakalını sıvazlayıp geri dönmek ölümden de beter namertliktir. Hayır, bu beklenmedik belayı basitçe savuşturmamak gerek.” Avcı derhâl kendisinin o andan itibaren nasıl hareket etmesi gerektiğini düşündü. Bir fırsatını bulup kaplanın karşısına geçmek ve onu karnından vurmak niyetiyle yavaş yavaş yukarıya doğru tırmanmaya başladı. İnsan ayağı değince kayan taşların hışırtısını mı işitti nedense, kaplan birden durdu, etrafına kulak kabarttı. Bunu gören avcı da kımıldamadan yüzüstü yattı. Kapan tekrar şakırdamaya başladı. Avcı bu şakırtılar arasından çevik bir hareketle kısa sürede yırtıcının önüne geçti. Kalın çam ağacı onu hırçın hayvanın gözünden gizledi. Böyle olsa da kurnazlığı, uyanıklığı, hassas işitme yeteneğiyle bilinen yırtıcı, her neyse, bir şeyler sezdi. Tekrar duraksayıp kulak kabarttı. Avcıya doğru tam da göğsünü dönüp durdu. O anda da tüfeğin gümbürtü sesi kayadan kayaya çarpıp bütün dağda yankılandı. Tüm canlıların kralı korkunç bir kükremeyle, dimdik gökyüzüne zıpladı ve ayakları üzerine inemeyip savruldu. Koca leşle birlikte yuvarlanan irili ufaklı taşların şakırtısı da bu korkunç kükremeye karışıp vadinin içinde büyük bir gürültü koparttı. Avcı kalpağının içinden çıkardığı mendiliyle yüzünü gözünü siliyordu ve yuvarlanan zavallı leşe bakıyordu. Sonunda leş önüne çıkan büyük taşa sertçe çarpıp durdu. Avcı tüfeğini tekrar doldurmadı. Kaplan ile kapışma yöntemlerini iyi bildiğinden eline eski cüppesini doladı, diğer eline de keskin bıçağını alıp leşin peşinden gitti. Kaplanın ölüp ölmediği belli değildi. İki gözünün arasından kan fışkıran kaplan can çekişirken son defa yerinden kalkmak için hamle yapıp kocaman ağzını açtığı anda avcı, cüppesiyle doladığı elini ona bastırdı ve sağ eliyle de ak saplı bıçağını mümkün mertebe hızlıca batırdı. Böylece keskin bıçak yırtıcının kalbine saplandı. Hayvanın çenesi açılıp ağır kafası sertçe yere çarptı.
Mağaranın girişinde babasını uzun süre bekleyen küçük Meret’in ise artık sabrı iyiden iyiye taşıp yüreğine kuşku düşmeye başlamıştı. “Mağarada bir başıma kaldım ah!” deyip, ne yapacağını bilemez hâlde oturan çocuğun gözleri belermiş, dudakları titriyordu. Küçücük bir hışırtıda bile ürperiyor, birdenbire taşların ardından bir kaplan çıkıp üzerine atılacakmış gibi hissediyordu. Bu sırada yuvarlanan bir taşın sesi onu oldukça korkuttu. Aniden yerinden kalkıp şakırtının işitildiği tarafa baktı. O arada babası omzuna kocaman ala bele renkli bir şeyi atmış bir vaziyette geldi. Onun bu değişik yükü Meretçik’i bir an duraksattı. Avcı, oğlunun neden korktuğunu anlayıp kaplan derisini omzundan yere attı ve “Gel oğlum, korkma, işte bu kaplan derisi!” diyerek gülümsedi. Üzerinden ağır yük kalkan Meretçik fırlayıp onun kucağına atladı. Annesini bulup emen kuzu misali babasına sıkıca sarılıp başını kaldırmadan yüzünü onun göğsüne, boynuna sürttü. O anda kaplanı avlayan cesur yürek erimiş, dudakları yavaştan fısıldıyordu:
“Mert oğlum, avcı oğlum…”. İhtiyar kederli anılarına ara verip ardına baktığında, koca dağ küçücük görünüyordu.
Köye vardıktan sonra onun yüreği günlerce huzur bulamadı. Her şeyden elini eteğini çekti, ava da çıkmadı. Bir nevi hasta gibi kendi kendine konuşa konuşa gezip dolaştı. Köyün eğlencelerine gitse de bir kenarda oturup sesini çıkartmadan, geri evine döndü. Kısacası onun hayatla bağı kalmamıştı.
***
Pelen Avcı, evcil kuşunu yavruyken besleyip, büyütüp onunla sıkı dost olmuştu. Onu tıpkı kendi ailesinin bir ferdi gibi görürdü. O kuş, onun kırgın gönlünü neşelendiren tek dayanağı, tek eğlencesiydi. Her gün erkenden kalkıp onu uçururdu, köyden ses mesafesi kadar uzaklaştığında yemi havaya kaldırıp sallardı. Ete gözü ilişen kartal, sahibinin tepesinde uçup onun omzuna konardı. İyice karnını doyurduktan sonra tekrar bir müddet gökyüzünde gezinip sahibinin kapısına varırdı. Kartal, bu kalabalık köyün evcil kuşuydu, büyük küçük herkes onu severdi. Sevilmeyecek gibi mi? Daima köyün üzerinde kanat çırpıp civciv ve tavukları bozdoğanlardan korurdu. Öylesine akıllı, meziyetli bir kuştu ki “Onun insandan tek bir farkı var, maalesef konuşamıyor.” derlerdi. Onun adı Algır idi. Onun yeteneklerini tavşanın, tilkinin üzerine salındığında bir göreceksin: Avını gördüğü anda peşinden hemen saldırıya geçmez, ilk önce dimdik gökyüzüne yükselip avının tepesinden iyice bakar, sonra hangi noktaya inmesi gerektiğini gözüyle hesaplar ve aniden yayın kirişinden çıkmış ok gibi hedefine kilitlenip inişe geçerdi. Korkusundan pusan tavşan ne olup bittiğini anlayana kadar Algır çoktan ensesine vurup onu sersemletmiş olur, sonra da sahibi gelinceye dek serilip yatan tavşanın başını beklerdi. Pelen Avcı gelip tavşanın iç organlarını çıkartır, ayaklarını katlayarak torbasına atıp yola düşerdi. Hemen onun omzuna konup böbürlenen Algır da keskin gözleri ile dört bir yanı izleyerek giderdi.
Pelen Avcı bozkıra birkaç geceliğine gittiğinde onu çoğunlukla tilki ve tavşanın üzerine salardı. Kuş, biraz ufakça bir ceylan yavrusu olursa, onu da kaçırmazdı. Dağa gittiğinde ise avcı onunla bıldırcın, keklik avlardı. Ömrünün çoğunu dağda, ovada tek başına dolaşarak geçiren adam için o hem yardımcı hem de sırdaştı. İhtiyar ona, insanla konuşur gibi, akıl danışırdı; onunla sohbet ederdi. Son zamanlarda kartalıyla daha da yakın dost olmuştu. Çünkü ihtiyarlık iyiden iyiye kendini hissettirmeye başlamıştı. Artık dik dik yamaçları elinde tüfekle dolaşmaya dizlerinin eski mecali yoktu. Bu sebeple ihtiyar için böylesine değerli kartalın kıymeti bir başkaydı. Ancak…
Öğle vaktiydi. Hayvanlar, insanlar güneşin hararetine dayanamayıp kendini bir kıyıya atmıştı. Gün boyu kapı kapı gezip dolaşan yaşlı köpekler de evlerin kenarındaki cılız öğle gölgesine bağırlarını vermiş; uzak yoldan yorgun argın gelmiş gibi dilleri dışarıda, hırıl hırıl aralıksız soluyarak nefes alıp veriyordu. Kapılarda bağlı duran eşekler ve atlar da sıcağın bunaltıcı etkisinden dolayı başlarını öne eğmiş hâlde somurtuyorlardı.
İhtiyar avcı, kuşunu yemleyip daha yeni uykuya yatmıştı. Evin sağ yanında yuvasının üstünde pinekleyen Al-gır da gagasını açıp kapatarak gözlerini kıpırdatıyordu. Ancak birden gözlerini açıp kapıdan dışarı, başını bir gökyüzüne bir yere hızlı hızlı çevirip bakmaya başladı. O an külleri deşmekte olan gurk tavuğun peşindeki civcivlere göz koyan bozdoğan, bir fırsatını bulup onları kapmak için yukarıda kanat çırpıyordu. Algır onun niyetini anlayıp onu nasıl pençesiyle yakalayacağının hesabını yapar gibi gözlerini kıpırdatmadan aynı noktaya kilitlendi. O anda da az evvelki bozdoğan kanatlarını kapatıp civcivlerin ve tavuğun üzerine dalışa geçti. Bu esnada Algır da fırlayıp dışarıya çıktı ve ayağını yerden kesti. Bozdoğan, iki civcivi pençelerine alıp çoktan göğe yükselmişti. Fakat tabanları yağlayıp gelen kartalı gören bozdoğan kendi canını kurtarmaya razıydı. Onun açılan pençelerinden kurtulan iki biçare civciv, mavi gökyüzünde tüy gibi süzülerek yere cansız düştü. Aniden, hiç beklenmedik bir anda tüfek atıldı. Göz açıp kapayıncaya dek gökyüzündeki iki kuştan biri yere paldır küldür düştü.
Yeni uykuya dalan Pelen Avcı tüfek sesine sıçrayıp nefes nefese yerinden kalktı, alelacele çarıklarını çorapsız giyip dışarıya çıktı ve “Ne oluyor, söyleyin?” diye bağırdı. Bu sırada köpeklerin havlayarak saldırdığı tarafta eli tüfekli birinin koca bir kuşu kanatlarından tutup yerden kaldırdığını gördü. Nedense ihtiyarın üzerine kaynar su dökülmüş gibi oldu. Hemen arkasını dönüp evin yan tarafına baktı. Algır yoktu. İhtiyar sanki ayaklarını ateşe basmış gibi birden sıçrayıp eli tüfekli kişiye doğru koşarak gitti.
O, Hesip Bey’in oğlu Gıpık’tı. Kulakları doğuştan yassı olduğu için köy ahalisi ona Gıpık diyordu. Onun asıl isminin ne olduğunu anasından babasından başka kimse bilmiyordu. Cimri Hesip malına mülküne güvenip Gıpık’ı on dört yaşını bile doldurmadan evlendirmişti. Artık evli barklı, çoluk çocuklu biri olsa da onun aklı fikri fındık kadar bile gelişmemişti. Köy içinde hâlâ onun en büyük uğraşı kavgadan bıkıp usanmış yaşlı köpekleri birbirine saldırtıp onlara sopayla vurmaktı. O da olmazsa çoluk çocuğu peşine takıp kuş tüfeğiyle serçe ve turgay vururdu. Az evvelki bozdoğan köyün üzerine geldiğinde aylak aylak iş güç bulamayıp kapı eşiğine iyice yayılmış, yanı başına topladığı tezekleri atarak, her neyse, bir şeyleri vurmaya çalışıyordu. Kendisine doğru peş peşe gelmekte olan iki kuşa gözleri iliştiğinde Gıpık derhâl içeri girdi ve tüfeğini alıp çıktı. Ömründe serçe ve turgaydan başka hiçbir av vurmayan “avcının” attığı mermi bu defa boş geçmedi…
İri gövdesini iki büklüm edip sallana sallana giden ihtiyar Pelen, her zaman başının altından şer iş çıkan bu salyalı aptaldan oğlandan hayırlı iş çıkmayacağını bilmesine rağmen o an aklından geçen kötü düşüncelere inanmak istemiyordu. Fakat eli tüfekli bu çocuğa yaklaştıkça ihtiyarın omuzlarına basan yük ağırlaşıyordu. Gıpık, kendisine doğru yaklaşıp gelen beti benzi atmış avcıyı görünce, ona yaranmak isteyen bir köpek gibi sırıtmaya başladı. Ancak birdenbire kendisinin zengin bir adamın çocuğu olduğunu hatırlayıp avcıya saygısız saygısız konuştu:
“Heyy, ben aslında bozdoğana nişan alıp atmıştım, lakin senin kuşun kendisi merminin önüne attı. Eceli yetmiş, beyim, tam da can evine denk gelmiş ya! Atış muhteşem!” deyip Algır’ın kursağını karıştırarak merminin isabet ettiği yeri Pelen Avcı’ya gösterdi. Gözü gibi bakıp kıymet verdiği evcil kuşundan, yegâne varlığından mahrum kalan ihtiyarın kalp damarları sanki yerinden kopartılıp kopartılıp atılmış gibi oldu. Boğazına kadar dolan öfkesini bastıramayıp hemen belindeki bıçağına sarıldı. Fakat kiminle aşık attığını hatırlayıp vazgeçti. Onun tüm öfkesi, nefreti gözlerinde alev topuna dönüp bir tokat olarak o ödleğin yüzünde patladı. Korkudan dili tutulan Gıpık geri geri çekilip titrek sesle “İmdat, yetişin!” diye feryat ederek bağırdı. O anda da taşa takılıp sırtüstü düştü. Sinirlenen Pelen Ağa onun elinden Algır’ın leşini çekip aldı ve bir oğlak, kuzu taşır gibi onu kucağına alıp geri döndü. Öfkeden dolayı kan çanağına dönen gözlerinin önünden Hesip Bey ile onun oğlunun iğrenç görüntüsü ta eve gelinceye dek gitmedi. Onlar, Pelen Ağa’nın eskiden beri bastırıp içinde tuttuğu intikam duygusunu körüklüyor, sönen ateşini alevlendiriyordu. İhtiyar yürüyerek gelirken derin derin nefes alıyor; sinirden dudaklarını ısırıp diş biliyor; başını iki yana sallayarak kendi kendine homurdanıyordu:
“Ah, önceden bu alçağın pinti babasında kalan intikamıma hayıflanıp duruyordum. Gel, gör ki bu sümüklü de iyileşmeyen yarama tuz bastı. Ah, rezalet getiren haramzade! Niçin ben onun oracıkta karnını deşmedim ki? Kelle başına bir ölüm, değil mi? Hayır, ‘Kazana yaklaşırsan karası bulaşır.’ Ayrıca bir kuş yüzünden kan dökmek yakışık almaz. Boş ver, bu da fakir fukaranın Hesip Bey’den almak için yanıp tutuştuğu öçlerden biriymiş demek ki.”
Pelen Avcı içinden konuşa konuşa gelip evden küreğini aldı ve köyün ilerisindeki tepeye doğru yöneldi. Tepenin altında bir çukur kazdı. Sanki kuşu dirilecekmiş gibi onun yüzüne baka baka sonunda onu usulca çukurun dibine yerleştirdi. Cesedin üzerine bir an kum atmaya gönlü el vermedi, uzun süre kulak kabartıp bekledi. Birden onu tekrar kucağına aldı ve geri döndü. Güya çukur canlanıp peşine düşecekmiş gibi ardına bakıyor, kuşku içinde hızlı hızlı yürüyüp gidiyordu:
“Hayır, hayır, seni köpek gömer gibi gömemem, Algır’ım. Benim için senin en yakın akrabalarımdan farkın yok neticede.”
İhtiyar, eve gelip içi eski püskü dolu çuvalı dökmeye başladı. Ancak yıpranmaya yüz tutmuş beyaz pamuk gömleğinden başka işe yarar bir şey bulamadı. Kuşu gömleğine sarıp kefen diker gibi gömleğin her yerini teyelledi. Yine her neyse bir şeylerle oyalandı. Yürekten alıştığı dostundan ayrılası gelmiyordu. “Kefenden” başı çıkan kartalın açık olan gözleri de ona sitemli bakışlarla “Bunca hizmetimden sonra şimdi beni çukura atıp dönüverecek misin?” diye yakınır gibiydi. O gözler ihtiyarı, güneş dağın ardına aşıncaya dek durdurdu.
Alacakaranlık çökmeye başlayınca avcı, tepenin dibinde dizleri üzerine çöktü. Kuşu ile son defa vedalaşıp onun açık olan gözlerini iki defa sıvazladı ve kocaman beyaz “bohçasını” titreyen ellerinden çukura bıraktı.
II
“Garibin varı yoğu, canı.” dedikleri gibi tek geçim kaynağı olan Algırını elim bir hadiseyle kaybetmesi fakir avcıya çok ağır geldi. Yıldızlı gecelerde, yıkık dökük yerlerinden Ülker yıldızının göründüğü dört direkli sıradan köhne evi, şimdi ona daha da dar gelmeye başladı. Yattı kalktı huzur bulamadı. Zaman zaman tatlı uykusundan sıçrayıp uyandığında birden gözüne, evcil kuşu kulübesinin etrafında dolaşıyormuş gibi görünürdü.
Erken kalkmak avcının mizacıydı. Bu alışkanlık, ihtiyarı tan ağarmak üzereyken uyandırdı. Dağın seher vakitlerini neredeyse bir ömür boyu göre göre bugünlere gelmiş olsa da, bu defaki seher vakti ona daha bir farklı, daha bir hoş göründü. İşte, taşların arasında rahvan yürüyüşle seke seke giden keklikler tuhaf ve kaygılı bir ötüşle aralarında bir konuyu “istişare” ediyorlar. Her biri kendine has şakıyan çeşit çeşit küçük kuşlar orkestra kurmuş, ilginç nağmeler döktürüyordu. Güneşin ışıkları, âlemin bir ucundan diğer ucuna süngü misali uzanıyordu. Işıltılı süngü ucunun değdiği dağın etekleri, rengârenk parlıyordu. İhtiyar, bu güzel manzaraya dalıp gitmişti. Seherin temiz havasını, tabiatın şirin sesli melodilerini âdeta tüm benliğine sindiriyordu.
Kuşluk vakti oldu. İhtiyarın tahmin ettiği yerde iri kuş göze ilişmedi. İhtiyar, kartalı başka yerde aramaya karar verdi ve kuş yuvalarının bulunduğu kayanın eteğinden geçip batıya doğru ilerledi. Üç dört yamacı aştı. Dağın iniş çıkışı onu oldukça yordu. Ancak kuş sevdasına düşen ihtiyar ara sıra bile durup etrafına bakınmadı, mola verip dinlenmedi. Onun tüm dikkati başı dumanlı, yüzeyi dümdüz kayanın üzerindeydi. Her ne kadar gözlerini kısarak baksa da kat kat yükselen taşların arasında bir hareketlilik görmedi.
O yine başka bir tepeye çıktı. Boz renkli taşların yüzeyine dikkatli dikkatli bakmaktan gözleri yoruldu. Hayal kırıklığına uğrayan ihtiyar, uzun süre başını öne eğip suratını astı. Sonra geri dönmek isteyip başını kaldırdığında gözüne uçup gelmekte olan küçücük bir karaltı göründü. Onun boyutu gittikçe büyüyordu. Sonunda, onun kayaya doğru gelen büyük bir kuş olduğu apaçık belli oldu. İhtiyar ilk başta onu akbaba zannetti. Ancak yanından uçup geçtiğinde bu koca boz kuşu hemen tanıdı. Gözlerini ayırmadan onun ardından baktı. Kartal, yalçın kayaların arasında kanat süzüp kendi mülkünü denetliyor gibi iki tarafa göz gezdirdi. Sonunda kondu. Koca kuş, yağmur ve karla yıkanan, rüzgâr ve güneşle ağaran taşların arasında küçücük kara bir nokta olarak zar zor görünüyordu. İhtiyar onun konduğu yeri iyice belirleyip eşyalarının bulunduğu yere geri döndü. Sabahtan beri kartalın peşinde koşturan ihtiyar bir yamacı aştı, iki yamacı aştı. Ayakları güç bela adım attı. Eşyalarını bıraktığı yerden mesafeyi oldukça açmış olduğunu şimdi fark etmişti. Durum böyle olsa da otura kalka, dinlene dinlene eşyalarına ulaştı. Çaydanlığı ateşe oturtup çay demledi, olan azığıyla akşam yemeğini yedi. Demli çay ve ateşte ısıtılmış sıcak ekmek, yorgun vücuduna uyku bastırdı. Pelen Avcı, eşeğin semerine dirseğini dayadı ve uykuya ne zaman daldığının farkına bile varmadı. O uyandığında vakit çoktan öğleyi geçmişti. İhtiyar, kartalla ilgili işini yine ertelemek zorunda kaldı.
Tan ağardıktan sonra Pelen Avcı eşeğini sıkıca bağladı. Onun koşun takımlarını ve semerini, kendisinin ufak tefek eşyalarıyla birlikte öbek hâlinde duran gür böğürtlenin üzerine bıraktı. Bir yere toplanıp bırakılan öteberinin altına yılan çıyan girebilirdi, belli mi olur! Akşamdan kalan ekmeği ve özel olarak getirdiği birkaç kulaçlık urganını yanına alıp dünkü yere gitmek üzere tekrar yola koyuldu.
İlk önce başı sivrilerek göğe doğru uzanan yüksek tepeye çıkmak zorundaydı. Oradan eşeğin sağrısı gibi duran kayaya bitişik sırta geçmek kolaydı. Ancak Pelen Avcı henüz o kuşun sadece bir kartal olduğunu biliyordu. Ama onun yuvasının olup olmadığından bihaberdi. Bu yüzden iç sesini dinleyip “Yahu, yuvası olmasa bu civarda ne işi var!” diye kendi kendine konuşarak gidiyordu.
Sonbaharın başı olmasına rağmen hâlâ güneşin sıcaklığı vardı. Gecenin serinliği yavaş yavaş kayboldu. Dik yokuşlar ihtiyarı çoktan terletmişti. En sonunda, alnındaki boncuk boncuk ter damlaları gözüne inip onu dinlenmeye mecbur etti. O “Ahh bu ihtiyarlık…” diye iç çekip başını salladı. Sonra yamaca çıkıp dizlerini büktü. Yamacın öbür yüzünde geviş getirerek güneşlenen bir grup boz geyik, yabancı karaltıyı görünce hemen kalktı ve dağılmadan sürü hâlinde kaçıp uzaklaştı. Avcının üzüntülü bakışları çekip giden güzel ceylanların ardından ok gibi atıldı.
İhtiyar, bu eşek sağrısını andıran yamacı dolanıp, tırmanarak kartalın bulunduğu kayanın zirvesine çıktı. Dağ başının temiz havasında nefes alıp duru gökyüzüne baktığında kendini sanki arşa uçup gidecekmiş gibi hissetti. Koca bir deniz gibi çalkalanan Karakum’a göz gezdirdi. Nedense ihtiyarın yüreğinin gizli bir yerinde garip bir hüzün hâli, köyünden ayrı düşmüş gibi bir duygu, hâsıl oldu. Kendi kendine konuştu:
“Bu gereksiz işten vazgeç sen, Pelen. Bu yaştan sonra evcil kuş edinip mezarının başına bekçi mi koyacaksın? Hadi, bir kuş edindin diyelim. O da Gıpık gibi densiz birinin tüfeğinin hedefine denk gelirse ya! O zaman ömrün boyunca böyle dağa taşa tırmanıp duracak mısın? Ayrıca daha da kötüsü, o korkunç canlıyla karşı karşıya kalmak. Her ne kadar uzakta olursa olsun, bir kartal yavrusunu gözünden ayırmazmış. Yuvaya ulaşmadan gelip yetişirse… Korkup geri de durmaz o. Vurur mızraklı pençesini. İşte uçup gittin, çöp misali. Bedeninden tek bir parça bile bulunmaz… Hayır, ne olursa olsun, niyetimden vazgeçmeyeceğim. Hem o biçarenin yuvası da hemen şuracıkta, el uzatıp yavrusunu almalıyım. Öküzün altında buzağı aramayayım.”
Kartal, çoktan uçup gitmişti. Yaklaşık üç dört kulaç aşağıda yuvası gözüküyordu. O yuvaya, cilalanmış gibi kaygan bir taşın üzerinden geçerek ulaşmak gerekiyordu. Yuvanın bir adam boyu kadar tam aşağısında insan eliyle özel olarak yapılmış gibi bir taş seki vardı. Bu sekinin üzerine bir inilebilirsen yuvayı avcunun içinde bil. Oraya sadece iple sarkmak mümkündü. Bu ise canını riske atmaktı. Çünkü ipten kaysan dibi görünmeyen yüksek kayanın yüzeyinde tutunacak çer çöp dahi yoktu.
İhtiyar, belinden urganını çözdü. İpi bağlamak için geniş halkalı demir kazığı, çatlamış bir taşın yarığına boylu boyunca çaktı. Onun halkasından ipi geçirip ayağını taşa diredi, iki eliyle silkelendi. Demir kazık kımıldamadı. İhtiyar boynunu uzatıp ineceği yere göz attı. Düz kayanın yüzeyindeki taş sekinin kıyısı bıçak sırtı gibi incecik göründü.
Avcı erzak torbasını, su kabını orada bırakmak istedi. Yine de kendi kendine fikir yürüttü: “Lazım olan taşın ağırlığı olmazmış. Bunları yanıma almakla ip kopacak değil ya.”
İpin bir ucunu beline bağladı, diğer ucunu da bağlamadan sadece sağ koluna doladı. Kayadan sallandıkça koluna doladığı ip çözülmeliydi. İhtiyar bu tehlikeli yolculuğuna son bir defa boynunu uzatıp baktı. Bomboş uzanan ürkütücü uçurum onu birden ürpertti. Ancak ömrünü tehlikeler içinde geçiren ihtiyar vazgeçmedi. Çaktığı kazığın sağlam olup olmadığını bir kez daha kontrol etti ve kaygan taşın yüzeyinden usul usul aşağıya sarkmaya başladı. Koluna doladığı ipin halkaları peş peşe çözülüyordu. İki üç kulaç sarktıktan sonra ihtiyarın ayakuçları el kadar bir taşa değdi. Bir müddet ona dayanıp kollarını dinlendirdi. Ağır gövdeyi ayakuçlarının üzerinde uzun süre tutamadı. O, kendisini tekrar aşağı bıraktı. Yuvanın dengine ulaştığında henüz tüyü bile bitmemiş bir çift kartal yavrusuna hevesli gözlerle baktı. Bu sırada ihtiyar, o sekinin üzerine indi. Eni boyu dört beş adım civarında olan koca taş sanki insan ağırlığından kopup düşecekmişçesine, ihtiyar onun üzerine yavaşça ağırlığını bıraktı. Nice yılların karı yağmuru, sıcağı soğuğu ile sertleşen taş zerre sarsılmadı. Eski masallardaki kanatlı insanlar gibi “gökte asılı” duran ihtiyar, yüksek kayanın eteğinden dünyayı huzurla seyretmek istedi. Geri döndü ancak deminden beri düz kayanın yüzeyinden başka hiçbir yere bakmayan gözlerinin birden uçsuz bucaksız boşluğa düşmesinden dolayı mıdır nedense ihtiyarın aniden başı dönüp sendeledi. Gövdesine hâkim olamayıp önce dizlerinin üstüne çöktü, sonra da ellerini sekiye dayayıp yan tarafına yığıldı. Sağ eline doladığı ipin en son iki halkası da gövdesinin ağırlığından çözüldü ve fırlayıp yukarı gitti. Bu sırada da ip yukarıdaki demir kazığın halkasından sıyrılıp düştü ve sekinin üzerine kıvrılıp uzandı. Lakin gözleri kapalı ihtiyar başına ne tür zorlu bir sınavın geldiğinden habersizdi. Bir çay içimlik süre öylece yattıktan sonra ağır ağır gözlerini açtı. Yavaş yavaş kuvveti yerine gelmeye başladı. İki eline dayanarak ayağa kalktı. Sırtını taşa yaslayıp uzun süre ufuklara baktı. Sanki nerede oturduğunun bile farkında değil gibiydi. Yan tarafında büklüm büklüm duran urgana gözü iliştiğinde bile hemen ne olduğunu anlayamadı. Birdenbire irkilip ürpermeye başladı. Çaresiz bir duruma düştüğünü anlayan avcı sanki çıyan şokmuş gibi sıçrayıp yerinden kalktı. İç çekip şaşkın gözlerini yukarı dikti. Ancak “Şimdi belaya gark oldun işte!” diye ikaz eder gibi üstüne abanıp duran kayadan başka bir şeye gözü ilişmedi. Kartal yavrusunu kafese koymaya gelen ihtiyarın kendisi, çıkar yolu olmayan ağa düşüverdi. O, ömrünün büyük bir bölümünü tamamladığını bilse de kalanını bir uçurumun üstünde geçirip emanet canını teslim edeceğini düşünmemişti. Gerçekten de bu taştan kalenin içinde yardım çığlıklarını kime ulaştırabilecek, kimden destek isteyecekti? Bağırsan da çağırsan da feryadına bir tek dağlar, vadiler cevap verecekti. Yaralı bir ceylanı kovalayıp gelen avcının biri tesadüfen halkalı demir kazığın üzerine denk gelmezse ihtiyar sanki “darağacına çekilmiş” ve “yere çivilenmiş” hâlde çürüyüp gidecekti.
İhtiyar birden daraldı, yüreğinde korkudan dolayı bir çarpıntı hâsıl oldu, avazı çıktığınca bağırası geldi. Fakat avcının panik hâli yerini, ihtiyarlığın verdiği olgunluk ferasetine bıraktı: “Eh Pelen! Başına gelen iş, sıradan bir iş değil. Kendi elinle kendini kuyuya attın. Eğer yaşamak istiyorsan çaresi ne? Şimdi kanat çırpıp uçamazsan bu kara taştan kurtulma ihtimalin de yok… Ah, dostlar! Hey, yolunu şaşırıp buralara gelen olmaz mı acaba? Belki olur, şimdilik ümidimi kesmeyeyim. Bugün yarın idare edecek ekmeğim de suyum da var.”
İhtiyar yandan askılı torbasını boynundan sıyırıp içindeki ikiye katlanmış ekmeği çıkardı ve tekrar geri koydu. Kalaydan özel olarak yapılmış mataradaki suyla kuruyan boğazını ıslattı. Yıpranmış abasını çıkartıp azık torbasının üzerine attı. Bu esnada o belalı kartal yuvası gözüne ilişti. Yuvadaki bir çift kartal yavrusu, bu yabancı canlıya gözlerini fal taşı gibi açarak baktı ve birbirlerine sokuldu. İhtiyar, bir an onlara elini uzatsa da aciz canlıları sıcak yerlerinden çekip almaya kıyamadı. Zavallı bir çocuğu görmüş gibi merhametli bakışlarını onlardan ayıramadı. Kayaya yaslanarak uzun süre durdu ancak onun hayalleri kim bilir nerelerde kanat çırpıyordu.
Nerede olduğundan bihaber ihtiyar, sonunda derin düşüncelerden sıyrılıp etrafına göz gezdirdi; baksa ki güneş çoktan dağın ardına sarkmış, alacakaranlık çökmeye başlamıştı. Şimdi boyu dört beş adım, eni ise iki kulaca yakın taraçada sabahı etmenin kaygısını gütmeliydi. O taraçanın üzerindeki irili ufaklı taşları bile temizleyip atmadı. İhtiyaç olur diye toplayıp bir kenara koydu. Ancak bu daracık yerde yatmanın korkusu ona rahat verir mi ki? Uyku sırasında yuvarlanıp kayadan uçma ihtimali de vardı neticede. O, beline ip dolayıp sımsıkı bağladı ve ipin bir ucunu başucundaki taşa geçirdi. “Ancak, anne kartal gelip gafil avlamasa iyidir. O, doğrudan insanın gözlerini gagalarmış. Sonrasında, neresini isterse kendi keyfine kalmış. Şimdi de kendi ayaklarıyla çıkagelen avını gagalar kesin.” İhtiyarın içi ürperdi.
Torbasını başının altına koyup sırtüstü uzandı, tekrar başını kaldırıp bir lokma ekmek aldı. Boğazından zar zor geçen kuru ekmeği isteksizce çiğneyerek gökyüzüne bakıyordu. Gökyüzü sanki sayısız yıldızlarını taşıyamayıp onun üzerine bırakıverecekmiş gibi göründü. Ancak ihtiyarın bu vaziyete gözleri alıştı, bu durumu kendine eğlence edindi. Tanıdığı yıldızları arayıp bulmaya koyuldu, onlar hakkında işittiği rivayetleri hatırlıyordu; kısacası düşüncesini başka tarafa çekmeye çalışıyordu. Her ne olursa olsun, ölümünü hatırlatan ağır endişe onu gecenin bir vaktine kadar uyutmadı. Sabaha yakın uykuya daldı…
Kuşluk vakti olduğunda karabasan çökmüş gibi sıçrayıp uyandı. Yavrularının yanına gelen boz kartal davetsiz “misafirin” üzerinde pervane olmuş uçuyordu. Yuvanın önünü kapatıp yatan bu karaltının ne tür bir mahlûk olduğunu anlamak ister gibi avcının yanından tekrar tekrar kanat çırparak geçiyordu. Sonunda karar verdi. Kanatlarını topladı ve yumak gibi kapanıp doğruca ihtiyarın üzerine inişe geçti. Kartaldan gözünü ayırmadan oturan avcı, paniklemeden derhâl bıçağını kınından sıyırdı ve hemen yerinden kalktı. Kartal, ayakta duran adama yine saldıramadı. Birden kanatlarını açıp hızla gökyüzüne yöneldi, oldukça yüksekte uçuyordu. Ancak kartalın bulunduğu nokta yakındı, yavrularını bırakıp gidecek yeri yoktu. O yüksek yüksek tepelerin üstünde kanat çırpıyordu, aniden gözleri kör olmuş gibi kanatlarını kapatıp yuvaya doğru iniyordu fakat insandan korkup geri çekiliyordu. Bu şekilde yavrularını koruyarak uzun süre uçtu. En sonunda çare bulamayıp ihtiyarın başucu tarafındaki sivri uçlu bir taşın üzerine kondu. Keskin bakışlarını avcının içinden geçirecek gibiydi. Onun başını dik tutup iki yana sallaması oldukça heybetliydi. Ancak avcıya gözü ilişince, nedense onun ihtişamı kayboluyordu. “Ey, cihanın hükümdarı insanoğlu! Ben kendimi tüm kanat çırpan özgürler âleminin sultanı sayıyorum. Senin bakışlarının yetişemeyeceği, mermilerinin ulaşamayacağı yerlerden avımı yakalayabiliyorum. Yüksek yüksek dağlarda, kumlu kumlu çöllerde dolaşan, süratte rüzgâr ile yarışan sürü sürü geyikler de ceylanlar da tavşanlar da benden korkup yere yapışır. Ancak senin karşında hünerlerim aciz. İnsanın kudreti daha fazla, hilesi daha çoktur. Lakin üstün olsan da iyi bil ki kartal sağken yavrularını elinden aldırmaz.” Onun heybetli bakışlarından bu mana anlaşılıyordu.
Ana kartal, deli cesareti gösterip zıpladı ve yuvanın ağzına kondu. Yavru sevgisi, annelik duygusu ölüm korkusundan üstün geldi. Anne, kendi canını hiçe sayıp yavrularına kavuştu. Bir ihtiyara; bir yuvasına bakıyordu. Sonra pençelerine kıstırıp getirdiği bir çift kekliği çabucak parçalayıp açlıktan ağızlarını açan minik kartalları beslemeye koyuldu. İhtiyar da ana kartalın bu sevimli hünerine hayran kalmış sakin sakin izliyordu.
Yavrularını besledikten sonra kartalın gözü tekrar ihtiyara dikildi. Yırtıcı kuşun keskin bakışı avcının içinden geçip gitti ama ihtiyar da kartalın kin dolu bakışlarına hiç çekinmeden gözlerini dikti. Gözlerle kurulan teke tek savaşta insanoğlu aciz kalmadı.
Pelen Avcı’dan gözlerini ayırmadan duran kartal “Bu beladan yavrularımı nasıl kurtarsam ki?” diye düşünüyor gibiydi. Her ne olursa olsun, böyle aylak aylak durmaktan bezdi. Ama uzaklara uçup gidemedi. Dolaştı, dolaştı tekrar yuvasına döndü. Avcı onu umursamıyor gibiydi ancak bıçağını da elinden bırakmıyordu. Kartal, ihtiyara dikkatli baka baka nihayet kendi yavrularına ondan bir zarar gelmeyeceğini anlamış gibi uzaklaşıp uçtu gitti. İhtiyarsa yine yalçın kayanın üzerinde tek başına kalakaldı.
O şimdi ne yapsın? Neyle ilgilensin? Dört bir taraftan üzerine abanıp duran düz kayalar, deve büyüklüğündeki koca koca taşlar, istemeden kafese düşen insanın çaresiz hâline oldukça seviniyormuş gibi görünüyordu. Bu vaziyet ihtiyarı huzursuz etti. Onun aklından sayısız düşünce gelip geçiyordu: “Ah, dostlar, şimdi iki taşın arasında esir mi kalacağım? Köyden arayıp soran olmaz mı ki? Arayıp bulurlarsa iyi de, fakat ya bulamazlarsa… Hayır, onlar beni mutlaka bulmalı, izim de bellidir. Ya da taşların arasında izim kaybolup gitti mi ki? Neyse umutsuz olmayayım. ‘Çıkmamış candan ümit kesilmez.’ demişler. Ancak kendime bir uğraş bulmalıyım.”…
İhtiyarın yeni “mekânının” etrafı tamamen kayalarla çevrili olsa da sekinin el uzanabilecek yerindeki koca bir taşın dibinde kurumuş çer çöp görünüyordu. Paniğe kapılan ihtiyar, onları önceden fark etmemişti. Sadece bir hamur teknesinin ağzı kadar olan küçücük alanda ot bitmiş olmasına hayret etti. Sonra sekinin üzerinde yattığı yerden elini uzatıp bıçağıyla orayı kurcalamaya koyuldu. Bıçak taşa değmedi, aksine nemli yumuşak kum çıkmaya başladı. Sırasıyla bir sağ elini bir sol elini kullanarak acele etmeden kazmayı sürdürdü. Bu meşakkatli işle gün boyu uğraştıktan sonra, sonunda topak tutmuş ıslak kum taneleri görünmeye başladı. Yitirdiğini bulmuş gibi, yorgun ihtiyarın kollarına kuvvet geldi. Oyuğun yukarısından bir soğuk damla aniden, biraz terlemiş olan eline damlayıp bedenini titretti. Çukurun dibini, yan taraflarını aceleyle yoklayan parmaklar ıslandı. Dağın nemli katmanlarından sızıp çıkan duru su damlaları parıldayarak aşağı sızıp yavaşça akıyordu. “Vay, Hasar’ın uzanıp yatan ufak taşlarına bile ayağın takılsa altından su çıkar diye söylerlerdi; hakikaten de aslı varmış.” Taşın arasından su bulduğuna kendi bile inanamayan ihtiyar, elini tekrar tekrar çukura sokuyor; her defasında da eli ıslanarak çıkıyordu. Çektiği zahmete değen Pelen Avcı’nın keyfi yerine geldi. Sanki buraya sırf su aramaya gelmiş gibi tüm derdi tasası birden yok oldu. Kısacası, o artık susuz kalmayacaktı.
İhtiyar, su kabını “pınarın” kaynağına denk gelecek şekilde bıraktı. Uzun süre damlayan damlalardan boğaz ıslatacak kadar su birikti. Boğazı kuruyan ihtiyarın artık beklemeye takati kalmadı. Turna gözü gibi berrak suyu ağzına doldurup içti. Dağın soğuk suyu ihtiyarın tüm bedenine cıva misali yayıldı, onun bitkin gönlünü şenlendirdi, yüreğine huzur verdi. Azık torbasındaki son parça ekmeğini çıkartıp iştahla çiğnemeye başladı. Sertleşen ekmeğin kenarları suyla karışıp aç boğazdan tıpkı ilik gibi kayıp geçiyordu…
Ertesi gün kartal geldiğinde önceki gibi çekinmedi, ürküp beklemedi. Gelir gelmez yuvasının ağzına kondu, getirdiği yiyecekleri yavrularına paylaştırmaya koyuldu. Ancak “Hâlâ kamp kurmuş yatıyorsun hey!” der gibi Pelen Avcı’ya ara sıra sakınmadan bakış atıyordu. Kendi görevini tamamladıktan sonra da “misafirinin” yüzüne dikkatli bakmadı. Kartal, uzaklara göz gezdiriyor; bir sonraki azığının kaygısını çekiyordu.
Kartal, kayadan yükselip yola koyulduğunda ihtiyarın yüreğinde garip bir endişe beliriyordu. İhtiyarlamış kalp, huzursuz çarptı. Özgürce kanat gerip giden kartalın uçuşuna yufka yüreği heves etti. Fakat onun kanatları kırıktı. Kötü düşüncelerden sıyrılıp dikkatini başka noktalara çekmek için, sekinin üzerinde iki tarafa gide gele adımlarını saymaya başladı…
Pelen Avcı, hanımına “Yarın öğlen gelirim.” deyip çıkmıştı. Doyduk Hanım gönlü rahat, sabırlı bir kadındı. Ava kendini kaptırdığında kocasının iki üç güne bile eve dönmediğini bilirdi. Ama onun bu defaki kadar çok geciktiği olmamıştı. Kendisi de “Üç güne kadar geri dönmezsem aramaya çıkarsınız.” derdi. Ancak bu defa dört gün geçti. Beşinci gün oldu. Gün kavuştu, karanlık çöktü, yatsı oldu, gece yarısını geçti. Avcı gelmedi. Gece boyu gözüne uyku girmeyip Pelen’i bekleyen Doyduk Hanım evde daralıp dışarı çıktı. Parlayan yıldızların ışığı altında dağ, bir karaltı şeklinde görünüyordu. Yüreğini endişe kaplayan Doyduk Hanım, gül yâri hayat arkadaşının yoluna bakarak bin bir türlü kötü düşünceye daldığından yeryüzünün aydınlandığını bile fark edemedi. Evine girdiğinde de gönlü rahat etmedi, durduğu yerde duramayıp ocağın etrafında gezindi durdu. Kime danışacağını düşünüyordu. Pelen Avcı’nın evlenmiş iki kızından başka yakın akrabası da yoktu; onlar da uzakta, çölde yaşıyordu.
Ancak Pelen Avcı’nın sevdiği tek bir dostu, akranı vardı; adına Nunna Ağa derlerdi. O da ömrünün çoğunu çobanlıkla geçirmişti. Artık iki oğlu büyümüş ve onun eğri değneğini elinden almışlardı. Fakat tüm ömrünü çalışarak geçirdiği için boş boş yatamazdı. Ot biçer, çalı keser, eşeğiyle odun taşırdı.
Doyduk Hanım beriden selam verip geldiğinde de Nunna Ağa çoktan bir yerlere gitmek için hazırlık yapıyordu:
“Aleykümselam Doyduk, sağlığın sıhhatin yerinde mi? Avcımız bu kez uzun süredir dönmedi, sanırım.” diyerek, Doyduk Hanım’dan önce davrandı.
“Evet, ben de tam bunu diyecektim, merakta kalıp yanına geldim. Yarın gelirim deyip gitti. Bugün, tam altı gün oldu. Kötü bir şey olmasa bu kadar gecikmezdi. Dünden beri kalbim bir tuhaf atıyor. Başına bir bela gelmediyse iyidir.”
“Aaa, kötü bir şey yoktur. Eli boş gelmeye içi el vermediğinden ceylanların peşinde koşturuyordur. Ama sen vesvese getirme aklına. Ne yapmak gerekirse biz çaresine bakarız. Sen rahat ol.”
“Peki, tamam, size zahmet olacak. Muhtemelen kartallı kayaya gitmiştir.”
Doyduk Hanım evine döndü. Nunna Ağa dostunun başına bir hâl geldiğini hissedip işini bıraktı. Doyduk Hanım’ın endişesi, şimdi onu da huzursuz etmişti. Köyde sözünün geçtiği kişilere danışmaya çıktı. Avcıyı aramaya çıkmaya karar verdiler.
Onlar, biri eşekli üç kişi olarak öğleye doğru köyden ayrıldılar. İkindi olduğunda vadiye girip mola verdiler. Dinlenene kadar hava karardı. Aysız gecede iz sürme imkânı yoktu. Onlar sabah olunca ne yapacaklarına karar vermeyi uygun gördüler.
Şafak söktü. Onların her biri bir tarafa yöneldi. Nunna Ağa vadinin içini arayarak gidiyordu. Arkadaşlarından ses ulaşma mesafesi kadar arayı açtığında önüne eşeğin leşi çıktı. Kurtlar onun kellesi hariç her yerini keyifle didik didik etmişlerdi. Onun ayağına bağlanan ip bile çözülmemiş, diğer tarafında ise eyeri duruyordu. Nunna Ağa, eşeği kafasından tanıdı. Seslenip çağırması üzerine arkadaşları da onun yanına geldi. Nunna Ağa kendi fikrini söyledi:
“Arkadaşlar, Pelen’in binip gittiği eşek, işte bu. Bu leşin üzerinden epey süre geçmiş olmalı, değilse böyle kurumazdı. Pelen de kısa süre dolaşıp gelme niyetiyle gitmiş ama dönmemiş. Eğer yaşıyor olsa eşeğini kurtlara yem etmezdi. Muhtemelen, şu kayaların bir yerinden yuvarlandı. Ancak ne olursa olsun, her şeye hazırlıklı geldik; yakın civarı iyice arayalım. Bir yerlerde sakatlanıp kalmış olabilir.
Kayıp avcıyı arayanlar, o gün de sonraki gün de bir sonraki gün de dağda kaldılar. Onların çıkmadığı yokuş, aramadığı vadi kalmadı. Ancak kayıptan iz bulunamadı. Taştan taşa, yamaçtan yamaca tırmanıp ayakları, elleri kabarmış ve mosmor olmuş üç adamın bağıra bağıra sesleri kısıldı ancak dağlar, kayalar cevap verse de kayıp avcı cevap vermedi. Nunna Ağa, arkadaşlarının konuşmalarından ve tavırlarından onların artık köye dönmek istediklerini anladı: “Böyle dolaşıp durursak bizim de leşimizi bulmaları külfetli olur.” Yakın dostunun, akranının cesedini bulmadan eve gitse Doyduk Hanım’ın yüreğinde onulmaz yara açacağını Nunna Ağa biliyordu. Ama arkadaşlarının da gönlünü kıramadı.
Ancak bulunmayı bekleyen ihtiyar dünyadan bihaber, gece gündüz kayanın kucağında, kurtulmanın yollarını arıyor; çare bulamıyordu. Fakat tek bir dakika bile umudunu elden bırakmıyordu.
“Misafirine” yüz vermeden gittiği günün ertesi, kartal ganimetle geldi. Pençesine sıkıştırıp büyük bir tavşan getirdi. Yine “misafirine” merhamet etmeden “başköşeye” geçiverdi. Yuvasının ağzına silkinip yerleşti ve getirdiği azığı paylaştırmak için leşe gagasını vurdu. O anda da pençesinden kurtulan tavşanın leşi, kartalın gagasından fırladı ve Pelen Avcı’nın yanına pat diye düştü. Kartal onun peşinden zıplayacak oldu ama duraksadı. Gözlerini oynatarak ihtiyarın yüzüne dikkatlice baktı. “Avımı geri ver, yoksa…” diye tehdit savurur gibiydi. İhtiyar acele etmeden belinden bıçağını çıkardı ve tavşanın etini doğramaya başladı. Sonra da parçaladığı etleri tavşanın derisine sarıp yavaşça yerinden kalktı. Kendisinden ürküp geri çekilen kartala dikkat bile etmiyordu. Adamın bu tavrına kartal şaşkın şaşkın bakıp ne yapacağını bilemedi, onun elinden eti çekip alma fikrinden vazgeçti. Bu esnada da kendisine doğru uzatılan bir parça et kartalı iyice şaşırttı. Tereddüt ede ede adamın elinden et parçasını çekip aldı ve doğruca ağzına attı. Pelen Avcı, kartalları besleyip kendine bıraktığı bir lokma eti boğazından geçirebilmek için dermansız gövdesini yere bıraktı. Onun her daim yanında taşıdığı ağzı büzülmüş beyaz renkli tuz torbası, bu kötü günde de çok işine yaradı. Tuzlu çiğ eti başta midesi kaldırmayacak gibi oldu. Gittikçe aç damarların ağzı açıldı ve tuzlu et dünyanın en lezzetli yemeğine dönüştü.
Böylece, yavuz insanla kartalın karşılıklı yardımlaşma serüveni başladı. İhtiyar, kartal yavrularına su veriyordu, onları eline alıp okşuyordu, onlarla “konuşuyordu”. Ana kartalın getirdiği “çeşit çeşit” leşleri paylaştırıyordu, kendisi de onların ucundan ölmeyecek kadar yiyordu.
Pelen Avcı’dan iz bulamadan dönen kişiler onun evine yas götürdü. Gece gündüz gariban Doyduk Hanım’ın sesi dinmedi. Tek dayanağını, hayat arkadaşını yitiren biçare kadın ağlayarak feryat ediyordu: “Ah Tanrı’m, ömür boyu garip bırakmayı az mı buldun? Her insanın ölümü gibi bir ölümü de ona reva görmedin. Hani senin keremin, hani sende adalet? Gözlerim kör oldu, kapılarım kapandı. Nerelerde feryat edeyim, nerelerde ağlayayım? Aslan Pele-nimi kaybettim, gül bahçemi soldurdum.”
Ne olursa olsun, hayat insana kendi istediğini yaptırıyor. Matemli yüreğe yavaş yavaş sakinlik gelmeye başladı. “Ahh ne oldu?” diyerek gelen kadınların yanında kendini tutamasa da artık Doyduk Hanım ağlamalarını kesti. Can çıkmadıkça geçim derdi devam ediyordu. Başkasının kapısına varıp el açmak olur mu? Doyduk Hanım geçinmek için onun bunun işlerini yapmaya başladı.
Bir gün yanına Nunna Ağa gelip hâlini hatırını sordu, köydeki yeniliklerden haber verdi.
Köyümüze şehirden bir grup adam gelmiş. Kim fakir, kim zengin sayacaklarmış. Yurdun idaresini yoksullar ele geçirmiş diyorlar. Onlar fakir fukaranın yanında olan bir hükümet kurmuşlar.
Bu büyük haber, kalbi kırık biçarenin kulaklarına hoş gelip onu mutlu etmedi. Derin bir nefes alıp işittiği haberle kendi iç derdine yandı:
“Garibanın yanında olan bu dostlar, bahtı kara Pelen’in dönemine denk gelmedi.”
Nunna Ağa yalnız kalan biçare kadının, kaybolan ihtiyardan başka hiçbir şeyle ilgilenmediğini anlayıp asıl gelme sebebini söyledi:
“Geçen gece arkadaşım rüyama girdi. Doyduk, eğer kabul edersen ben kapımdaki keçiyi alıp geleceğim. Onu kurban keselim. Sağ ise başının sadakası olur, değil ise…”
Boğazı düğümlenen Doyduk Hanım’ın dili dönmedi. Yeni kurumaya başlayan gözlerinin pınarından akan damlalar buruşmuş yanaklarından aşağı yuvarlandı. Şalının ucuyla gözlerini silip derin bir iç çekti ve fısıldar gibi konuştu:
“Pelen’e hürmet edene Allah da hürmet etsin. Biz de gün gelir karşılığını yaparız desem yalancı çıkarım, Nunna. Oğlunla, kızınla mutlu ol. Ancak Pelen’i bu kapıdan ebediyete uğurlamadığımdan onun ecelinin geldiğine de bir türlü inanmak istemiyorum. O sağdır. ‘Pelen sağ salim gelsin.’ diye adakta bulunup kes keçini. Böyle yaparsan gönlüm rahat edecek.”
“Benim de asıl niyetim bu.” deyip Nunna Ağa hemen kalktı…
Tuzağa düşen ihtiyarın ise zor günleri birbiri ardınca geçip gidiyordu. Ama sırtı “yüklü” geçiyordu. Kartalın getirdiği leşlerden, aslında, ölmeyecek kadar yiyordu. Ancak bir iki defa kartal “misafirini” kurbağa ve fare leşi ile ağırlamıştı. İhtiyarın tüm içi dışına çıkmıştı. Buna rağmen yiyeceğe iştahla saldıran kuşlara imrenerek tahammül etmiş ve kendi payını boğazından geçirmişti. Ancak bu tuzlu etler ihtiyara kuvvet vermiyordu, aksine günden güne onun takati kesiliyordu. Yerinden kalksa hemen başı dönüyordu, üzerine yalnız olmanın hüznü çöküyordu.
Uzaklardan ganimetle gelen kartala gözü iliştiğinde ihtiyarın kervanı ticaretten gelmişe döner; canlanır, ayağa kalkardı, misafirperver kuşu karşılardı. İnsana iyice alışan kartal, kendi getirdiği azığının ihtiyar tarafından paylaştırılmasına hayran kalıp izlerdi. Üç kuş ile bir insan aynı “sofradan” yemek yerlerdi. İhtiyar, uzun süre ayakta durmaya gücü yetmediğinde sekinin üzerine uzanırdı; anne kartal da hüzünlenen ihtiyarın gönlüne teselli vermek ister gibi onun yanına zıplayıp konardı ve ufuklara bakıp dalardı. Pelen Avcı onunla “sohbet” ederdi: “Mert kuş olduğunu işitmiş olsam da bu kadarını tahmin etmezdim. Ben senin yavrularına kastetmek için çıkıp geldim ama sen onların boğazından kesip beni besliyorsun… İnsanlardan daha cömert hayvanlar da varmış. Pinti Hesip Bey de kendisini adam zannederdi. Fakat o halkın gariban evlatlarının ağzındakini çekip alırdı.”
Her ne olursa olsun, kartal insan değil; adamın dilinden anlamıyor, dostluk hasreti çeken ihtiyarın sözlerine cevap vermiyordu. Bu yüzden de avcı kendi kendine konuşuyor, başından geçen zulümleri hatırlıyor, cefalı ömrünün tek tük de olsa güzel geçen günlerinden sohbet açıyordu. Derin düşüncelere dalan ihtiyar “sohbet arkadaşı” kartalın çoktan uçup gittiğini ise sonradan fark ediyordu.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/huseyin-yildirim/kartal-pencesinde-bir-guzel-69499732/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
Kartal Pençesinde Bir Güzel Hüseyin Yıldırım
Kartal Pençesinde Bir Güzel

Hüseyin Yıldırım

Тип: электронная книга

Жанр: Историческая литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 16.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Kartal Pençesinde Bir Güzel, электронная книга автора Hüseyin Yıldırım на турецком языке, в жанре историческая литература

  • Добавить отзыв