Yusufçuklar Oldu Mu
Bozkurt İsmail
İsmail Bozkurt
Yusufçuklar Oldu mu?
İSMAİL BOZKURT
(Kısa Özgeçmiş)
24 Şubat 1940 yılında Güney Kıbrıs’taki Lârnaka ilçesine bağlı Boğaziçi/Aytotoro köyünde doğdu. 1958’de Mağusa Namık Kemal Lisesi’ni, 1962’de Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni bitirdi.
Lisede öğrenci iken, gizli direniş örgütü Türk Mukavemet Teşkilâtı’na (TMT) katıldı. Üniversitede Siyasal Bilgiler Fakültesi Kıbrıslı Öğrenciler Derneği’nin başkanlığını yaptı.
1962’de üniversiteden mezun olunca Türk Cemaat Meclisi’nin “Belediyeler Müfettişliği” görevine getirildi. 1963 yılında EOKA’nın Türkler’i topluca imha etmeye yönelik “Akritas” planını uygulamaya koyması üzerine, Türk Mukavemet Teşkilâtı (TMT) saflarında silahlı direnişe katıldı. 1964 – 1967 arasında Geçitkale – Boğaziçi bölgesini oluşturan köylerin “Mücahit Komutanı” olarak görev yaptı. Bu sırada “Mücahit” adlı haftalık bir gazete yayımladı.
Boğaziçi Aytotro/Yeniboğaziçi Spor Kulübü, Kıbrıs Mülkiyeliler Birliği, Kıbrıs Türk Sanatçı Ve Yazarlar Birliği başkanlıkları; Beşparmak Düşünce Grubu Genel koordinatörlüğü yaptı.
Siyasal yaşamında aşağıdaki görevlerde bulundu:
• 1970 – 1990 arasında 4 dönem milletvekilliği,
• 1973-75 arasında Türk Cemaat Meclisi Başkanlığı,
• 1975-76 ve 1983-85’te iki Kurucu Meclis üyeliği,
• 1983 – 1987 arasında Toplumcu Kurtuluş Partisi Genel Başkanlığı ve bu sıfatla Ana Muhalefet Liderliği,
• 1985-86 arasında KKTC Turizm ve Kültür Bakanlığı. Siyasal yaşamında Kıbrıs Türk Halkı’nın çok partili demokratik hayata geçmesinde, Anayasa ile birçok yasanın yapılmasında etkin oldu. Kültür Bakanlığı döneminde birçok ilklere imza attı.
1990’da muhalefet partilerinin ortak adayı olarak Cumhurbaşkanlığına aday oldu, seçimi kaybedince aktif politikadan ayrıldı.
1995-2002 yılları arasında Doğu Akdeniz Üniversitesi bünyesi içinde, Kıbrıs Araştırmaları Merkezi’nin başkanlığını, Kıbrıs Araştırmaları Dergisi (Journal for Cyprus Studies)’nin genel yayın yönetmenliğini yaptı.
1998’de Türk dili, edebiyat ve çeviri dergisi Turnalar’ı çıkarmaya başladı. 2013’e kadar bu derginin genel yayın yönetmenliğini yaptı.
Çeşitli yayın organlarında çok sayıda denemesi, makalesi, gezi notları ve köşe yazıları yayınlandı. Çok sayıda uluslararası bilimsel toplantı organize etti ve pek çoğuna katılarak bildiriler sundu. Bu bildirilerin sayısı yüze yaklaşır. Bazıları değişik dillerde yayınlandı.
KKTC’de yayımlanan günlük gazetelerde, değişik dergiler ve bazı İnternet gazetelerinde köşe yazarlığı yaptı.
1998’da kuruluşundan beridir KIBATEK (Kıbrıs, Balkanlar, Avrasya Türk Edebiyatları Vakfı)’in başkanlığını yürütmekte olup dünyanın değişik yerlerinde, yaklaşık 30 edebiyat sempozyumunun organizasyonunu yapılmasında etkin oldu.
Merkezi Berlin’de bulunan PIAC(Permanent International Altaistic Conference/Daimi Altay Bilimleri Konferansı), KKTC Kültür Sanat Danışma Kurulu ve Beşparmak Düşünce üyesidir.
Evli olup birisi kız üç çocuk babasıdır. İkisi kız, ikisi erkek dört torunu vardır.
Ödülleri:
Çok sayıda ulusal ve uluslararası ödüller kazandı.
Bu ödüller arasında üç kez aldığı Necati Özkan Ödülü, Türk Dünyasına Hizmet Ödülü, Balkanlar Türk Kültürüne Hizmet Ödülü, DAÜ Vefa Ödülü gibi ödüller var.
Makedonya’nı Struga Belediyesi ile Romanya’nın Doğu-Batı Akademisi ona onur beratı verdi.
Ali Diplomasi Üniversitesi (Bakû), Vektor Uluslararası İlim Merkezi (Bakû), Asya Üniversitesi (Bakû) tarafından üç kez fahrî doktora ünvanı ile onurlandırıldı.
16 ülkeden 30’u aşkın edebiyat dergisinin genel yayın yönetmeninin oluşturduğu “Türk Dünyası Edebiyat Dergileri Kongresi” tarafından “2014 Yılı Türk Dünyası Edebiyat Adamı” olarak seçildi.
Yayınlanmış Eserleri:
•Kızıl Meydanda Bir Uçak (Gezi Notları – 1987)
•Yusufçuklar Oldu Mu? (Roman – 1991, 2. Baskı: 1999, 3. Baskı 2007)
– Makedonya Birlik Gazetesi’nde tefrika edildi.
Aşağıdaki dillere çevrilip ülkelerinde yayımlandı:
– Makedonca (2000 – Çeviri: Drita Karahasan);
– Bulgarca’ya (2000 – Çeviri: İsmail Çavuşev);
– Azerbaycan Türkçesi’n (2005 – Aktarma: Prof. Dr. Elçin İskenderzade – Oktay Hacımusalı) çevrilip yayınlandı.
•Mangal (Roman – 1995; 2. Baskı: 1997)
Aşağıdaki dillere çevrilip ülkelerinde yayımlandı:
– Makedonca (2002 – Çeviri: Esad Bayram)
– Özbekçe (2009 – Çeviri: Babahan Şerif)
•Puşkin’in Ağacı (Deneme – 2001)
•Bir Gün Belki (Roman – 2003; 2. Baskı: 2005)
Aşağıdaki dillere çevrilip ülkelerinde yayımlandı:
– Azerbaycan Türkçesi (2005 – Aktarma: Prof.Dr. Elçin İskenderzade – Oktay Hacımusalı) Rusça (2005 – Çeviri: Doç.Dr. Fedora Arnaut)’da yayınlandı.
“Bir Gün Belki” Azerbaycan’da 2004 yılının en iyi kitabı seçildi.
•Bir Gecede (Roman – 2005)
– Destanlaştırılarak Gagauz Türkçesi (2005) ve Ukranca (2005)’da yayınlandı.
•Bücür İle Gölge (Öykü – 2006)
– ”Hikayeler” adı ile Azerbaycan Türkçesi’ne aktarıldı.
•Evliya Çelebinin İzinde Kuzey Kıbrıs Seyahatnamesi (Gezi –2011)
•Kıbrıs Türk Halkı’nın Siyaset Kurumu Üzerine Deneme (Deneme – 2015)
•Kaza (Roman – Ekim 2016)
Değişik öyküleri çok sayıda dile çevrilerek ilgili ülkelerde yayımlandı.
Yayıma Hazırladığı (Editörlüğünü Yaptığı) Eserler:
•Birinci Uluslararası Kıbrıs ve Balkanlar Türk Edebiyatları Sempozyumu (1998 ), Ayşen Dağlı ve M.Kansu ile birlikte)
•Birinci Uluslararası Kıbrıs ve Balkanlar Türk Edebiyatları Sempozyumu Şiir Gecesi (1998 – Ayşen Dağlı ve M.Kansu ile birlikte)
•Second International Congress for Cyprus Studies Volume 1a Papers Presented in English, Cyprus Issue – History (1999 – Edited with Hüseyin Ateşin & M.Kansu)
•Second International Congress for Cyprus Studies Volume 1b Papers Presented in English, Economics & Miscellaneous (1999 – Edited with Hüseyin Ateşin & M.Kansu)
•İkinci Uluslararası Kıbrıs Araştırmaları Kongresi Cilt 2, Türkçe Bildiriler, Tarih – Kıbrıs Sorunu (1999 – Hüseyin Ateşin ve M.Kansu ile birlikte)
•İkinci Uluslararası Kıbrıs Araştırmaları Kongresi Cilt 3, Türkçe Bildiriler, Edebiyat – Sanat (1999 – Hüseyin Ateşin ve M.Kansu ile birlikte)
•İkinci Uluslararası Kıbrıs Araştırmaları Kongresi Cilt 4, Türkçe Bildiriler, Halkbilim – Çeşitli Konular (1999 – Hüseyin Ateşin ve M.Kansu ile birlikte)
•İz Bırakan Kıbrıslı Türkler 1. Sempozyumu: Niyasi Berkes (1999)
•Üçüncü Uluslararası Kıbrıs Araştırmaları Kongresi / Proceedings of the Third International Congress for Cyprus Studies, Cilt/Volume: 1, Tarih / History (2000)
•Üçüncü Uluslararası Kıbrıs Araştırmaları Kongresi / Proceedings of the Third International Congress for Cyprus Studies, Cilt/ Volume: 2, Dil ve Edebiyat / Linguistics & Literature (2000)
•Üçüncü Uluslararası Kıbrıs Araştırmaları Kongresi / Proceedings of the Third International Congress for Cyprus Studies, Cilt / Volume: 3, Kıbrıs Sorunu ve Turizm / Cyprus Issue & Tourism (2000)
•Üçüncü Uluslararası Kıbrıs Araştırmaları Kongresi / Proceedings of the Third International Congress for Cyprus Studies, Cilt/Volume: 4, Halkbilim ve Çeşitli Konular / Folklore & Miscellaneous (2000)
•IV. Uluslararası Gagauz Halk Kültürü Sempozyumu (2001 – Fedora Arnaut ile birlikte)
•KIBATEK Süreci (2002 – Bülent Fevzioğlu ile birlikte)
•KIBATEK Edebiyat Sempozyum (? – Kafiye Yınanç ve Metin Turan ile birlikte)
•KIBATEK-YDÜ XI. Uluslararası Edebiyat Şöleni – Bildiriler (2005 – Ali Nesim ve Şevket Öznur ile birlikte)
•Yeniboğaziçi Halk Kültürü (2006 – Fedora Arnaut ile birlikte)
•Kıbrıs Türk Milli Mücadelesi Ve Bu Mücadelede TMT’nin Yeri, Cilt I Bildiriler (Ali NESİM ile birlikte), Lefkoşa, 2008.
•Kıbrıs Türk Milli Mücadelesi Ve Bu Mücadelede TMT’nin Yeri, Cilt II Sunumlar (Ali NESİM ile birlikte), Lefkoşa, 2008.
•Kıbrıs Türk Varoluş Savaşımının Edebiyata Yansıması (Cemal Bayak ile birlikte), Lefkoşa, 2010.
•Sağlık Ve Edebiyat, Lefkoşa 2012.
•Kıbrıs Türk Milli Mücadelesi Ve Bu Mücadelede TMT’nin Yeri, Cilt I Bildiriler/Sunumlar, Lefkoşa, 2014.
•Kıbrıs Türk Milli Mücadelesi Ve Bu Mücadelede TMT’nin Yeri, Cilt II Bildiriler/Sunumlar Lefkoşa, 2014.
•Kıbrıs Türk Milli Mücadelesi Ve Bu Mücadelede TMT’nin Yeri, Cilt II Bildiriler/Sunumlar Lefkoşa, 2014.
YUSUFÇUKLAR OLDU MU?
I
Lefkoşa-Gazimağusa karayolunun geçtiği Mesarya Ovası, bu yaz gününün öğle saatlerinde, gölgede 40 derecenin üzerindeki ısı ile kavruluyordu. Büyük bir hızla Gazimağusa’ya doğru giden arabanın açık camından içeriye esen yel, bir fırından çıkıyormuşçasına sıcaktı. Kemal, çocukluğunda annesinin yaktığı ekmek fırınını anımsadı. Fırının içine atılan çalı çırpı, azgan ve odunlar çatır çutur yanarken ateşin karşısında durmayı çok severdi. Şimdi arabanın açık camından içeri giren sıcak yel gibi, fırının önünde de yüzünü sıcak bir yel yalayıp geçerdi.
Sıcak yel, böylesine uygunsuz bir saatte yola çıkışına neden olan olayları unutturdu bir an. Gözleri hız göstergesine kaydı. “Amma da hızlı gidiyorum ha” diye söylendi kendi kendine. “Bu yolun, birkaç kişiyi yemediği gün yok gibi. Oysaki çok az kıvrımlı, engebesiz bir yol.” Ayağını gazdan hafifçe kaldırdı. Araba şimdi daha az hızla gidiyordu.
Düşünmemeye, o günkü olayları anımsamamaya çalıştı. Elini radyonun düğmesine uzattı. Nasıl olup da bunu daha önce yapmadığına şaştı. Araba ile bir yolculuğa çıktığı zaman ilk yaptığı işti radyonun düğmesini çevirmek. Beğendiği bir müzik programı varsa dinleye dinleye yol alır; dinlediği parça şarkı ise çoğu kez yüksek sesle o da söylerdi. Bugün ise yolculuğa çıkarken kafası o kadar karmakarışıktı ki elini düğmeye uzatmayı akıl bile edememişti.
Radyodan sevdiği bir şarkının sözleri yayıldı. Gözleri yanındaki koltuğa kaydı. Eşi yanında yoktu. Her zaman iki koltuk arasında, bir ayağı bir koltukta, bir ayağı diğer koltukta ayakta duran, elini sürekli olarak omuzuna atan oğlu da arabada yoktu. Oğlunu anımsayınca içi cız etti. Bir burukluk duydu. O günkü olayları yeniden yaşamaya bağladı.
Kemal, çalıştığı Bakanlık’ta başarılı bir üst düzey yöneticisi idi. Parlak bir çalışma hayatı vardı. Eski T.M.T. mensuplarındandı. Gerek yeraltı döneminde, gerekse 21 Aralık 1963’ten sonra başlayan Direniş Savaşı’nda kendini kanıtlamıştı. Bakanı’nın, göstermemekle birlikte kendisini sevmediğini biliyordu. Yine de görevinden alınacağını aklının ucuna bile getirmiyordu. Oysaki bugün öğle saatlerinde onu makamına çağırmış ve görevden alındığını bildirmişti. Kemal’in ilk andaki tepkisi “nasıl olur” biçiminde olmuştu. Başından kaynar su dökülmüştü sanki. Ancak çok kısa sürede kendine gelmiş, “Bakan çağırıyor” dediklerinde, gerekir diye alıp gittiği dosyayı sert bir biçimde yere fırlattıktan sonra hiçbir şey söylemeden çıkmıştı Bakan’ın odasından. O kızgınlıkla odasına bile uğramamış, arabasına atladığı gibi evin yolunu tutmuştu.
Eve gelişini kornayı çalarak duyurmuş ancak eşi her zamanki gibi kapıyı açarak onu karşılamamıştı. “Erken geldim, herhalde komşulardan birine uğramıştır” diye düşünerek kapıyı açtı. Sofaya girdi. Daha ilk anda gözleri, ortadaki alçak masaya, görülecek, dikkat çekecek bir biçimde yerleştirilmiş olan zarfa takıldı. Zarfı eline aldı. Kendisine aitti. Yazı eşinin yazısı idi. Sabırsızca zarfı yırttı. Küçük bir kâğıt üzerinde şöyle yazmıştı eşi:
“Sayın Beyefendi,
“Bu iş yürümeyecek. Oğlumu da alıp gidiyorum. Lütfen beni arama ve peşimden gelme.
“Dönmem söz konusu olamaz.
”Ayşe”
Şaşırdı, elleri titredi, sersemledi, on on beş dakika içinde ikinci kez başına balyoz yemiş gibi oldu. Beynine bir sancı girdi. Koltuğa çöktü. Mektubu birkaç kez daha okudu. Her şey apaçıktı. Eşi kendisini terk etmişti. Çok sevdiği oğlunu da alarak çekip gitmişti.
Neden aramaya çalıştı. Bulamadı. Bu sabah, evden çıkmadan önce eşi ile bir tartışmaları olmuştu ama bu, sık sık olan tartışmalara benziyordu. Evi terk ettirecek boyutta bir olay değildi ona göre!
Sonrası Kemal için karabasana benziyordu. Bir süre evin içinde delicesine gidip geldikten, söylendikten sonra yatağa uzanmış; uyuyakalmıştı. Uyanınca bilinçsizce arabasına atlamış, Gazimağusa’ya doğru yola çıkmıştı. Annesi orada, tek başına yaşıyordu. Kemal, ne zaman sıkışsa annesine giderdi. Annesi onun için her zaman sığınılacak bir kale idi. Onun yanında huzur bulurdu.
Birden aklına geldi: Annesine ne diyecekti?
“Aman Allah’ım, ne yapacağım şimdi” diye sordu kendi kendine. Şimdiye kadar annesine yalan söylememişti. Bir an geri dönmeyi düşündü. Öyle ya! Gidip de ne yapacaktı? Gece kalmak için çamaşır, pijama gibi gereksinmeleri almamıştı. Düşünerek yola çıkmamıştı ki zaten! Yine de içinden geri dönmek gelmedi.
”Boş ver, iş oluruna varır” diye söylendi. “Geri dönüp de ne yapacağım?”
Başka bir zaman olsa, bu saatte ve bu yolda uyku basardı. Böyle durumlarda arabayı yol kenarına çeker, direksiyona eşi geçerdi. Ne tuhaftır, direksiyonda bastıran uyku, direksiyondan ayrılınca yitip giderdi.
Eşi, arabada yol alırlarken hemen hemen hiç konuşmazdı. Kaskatı kesilir, bütün dikkatiyle yolu gözlerdi. Direksiyona geçtiğinde de ağzını bıçak açmaz, tüm dikkatiyle arabayı yönetirdi. İyi bir sürücüydü.
* * *
Ayşe ile bir aşk evliliği yapmamışlardı. Hatta görücü yöntemi ile evlendikleri bile söylenebilirdi.
Kemal, üniversiteli olduğu yıllarda çılgıncasına denebilecek bir aşk yaşamıştı. Sonra yitirmişti sevdiği kızı. Erenköy’de iken onunla iletişim kuramamış, Erenköy’den dönünce onu bir daha bulamamıştı. Bu olayı anımsamak istemezdi. Anımsayınca her tarafını ateş basar, kaskatı kesilirdi.
Ayşe’yle, anne ve babasının, özellikle babasının isteği üzerine evlenmişti. Erenköy dönüşü üniversiteyi bitirip Kıbrıs’a döndükten sonra Lefkoşa’da Yönetim’de çalışmaya başlamıştı. Kıbrıs’ta yeniden barış havası yaşanıyordu. Yollar açılmış, engeller kalkmış; Kıbrıs Türkleri, yıllardır kapalı oldukları bölgelerdeki sürekli tutukluluk durumundan kurtulmuşlardı.
Ailesi Geçitkale’de yaşıyordu. Babası 1964’ün yılbaşı gecesi göç ettikleri bu köyde, ailesine bir düzen kurmuş, köyde saygın bir yer edinmişti.
Kemal, o dönemde iki üç haftada bir, hafta sonları Geçit-kale’ye gider, ailesi ile görüşürdü.
Rahmetli babası çok beklemedi. Çalışmaya başlamasının üzerinden iki yıl geçip de oğlundan evlenme isteği gelmeyince, mırıldanmaya başladı. Ona göre yirmi altı yaşına gelmiş biri, hele bir de işi varsa evlenmeli idi. Babası, bu konudaki üzüntüsünü oğluna birkaç kez dolaylı olarak aktardı. Üzüntüsünü karısına söylüyor, o da bunu Kemal’e aktarıyordu. Annesi, arada kendi üzüntüsünü eklemeyi de unutmuyordu.
Kemal, annesini dinliyor, “günü gelir be ana” deyip işin içinden çıkıyordu.
Kemal’in babası tam bir Osmanlı idi. Çevresinde çok sevilip, sayılan; doğru, mert, yürekli, yiğit bir kişiliği vardı. Evde yüzü çok az gülerdi. Karısına yüz göstermez, özellikle çocukları ya da başkaları önünde konuşmazdı bile; ancak gece yatağa girdikten sonra onunla uzun uzun konuşurdu. Kemal, doğup büyüdüğü köy evinin o uzun hanayında, uykusu kaçtığı kaç geceler onların konuşmalarını dinlemişti. Pek anlamazdı konuştuklarını. Çok yavaş sesle fısıltı halinde konuşurlardı.
Babası çocukları ile de pek konuşmazdı. Kemal’e ya da kardeşlerine bir şey söylemek istediği zaman annelerine söyler, o da onlara aktarırdı.
Evlenme işi de uzunca bir süre böyle konuşuldu. Köye gittiği bir Cumartesi gecesi, yemekten sonra babası, doğrudan doğruya kendisine açtı konuyu. Yaşı geçiyordu, evlenmeliydi diyordu babası. Kemal o gece, babasını dinlemiş ve sanki yıllardır annesi ile bu konuyu konuşmak istemeyen kendisi değilmiş gibi hiçbir direnç göstermeden “peki baba” deyivermişti.
Bunun üzerine babası, “oğlum; düşündüğün biri var mı” diye sormuştu.
Kemal “yok” derken derin bir acı duymuştu. Ne var ki yapacak hiçbir şeyi yoktu. Nerede olduğu, yaşadığı bile belirsiz birini seviyorum diyemezdi ya babasına!
Kemal’in “yok” yanıtı, babasını sevindirmişti. Apaçık belli etmişti bunu. Annesi ise her zamanki iyimserliğiyle aile içindeki bir sorunun çözüm yoluna girmesinden dolayı mutlu olmuştu.
Ondan sonrası kolay oldu. Ana-babanın, Kemal’e “uygun” bir kız bulması konusunda anlaştılar. Kemal hiçbir şeye karşı çıkmadı.
Çok geçmedi. Yine köye gittiği bir cumartesi akşamı yemekten sonra babası, “sana bir kız bulduk Kemal” dedi.
Kemal’in yanıtı yalnızca “iyi” oldu. Kızın kim olduğunu bile sormadı. O sormadan annesi ile babası anlattılar hangi kızı beğendiklerini. Ayşe idi bu kız. Komşuları sayılırdı. Bir sokak ötede otururlardı. Bir yıl önce liseyi bitirmişti. Kemal o güne kadar ona alıcı gözü ile bakmamıştı. Zaman zaman karşılaştıklarında selamlaşmadan öte bir ilişkileri de olmamıştı.
Kemal “peki baba, siz bildiğiniz gibi yapın” diyerek onayını bildirdi.
Sonrası uzun sürmedi. Ayşe ailesinden istendi. Ayşe’nin ailesi, geleneksel kız ailesi gibi davranarak süre istedi. Sonunda “evet” dediler. Önce aileler arasında nişan töreni yapıldı. Yenildi içildi. Arkasından nikâh kıyıldı. Altı ay geçmeden de evlendiler.
Kemal’in, Lefkoşa’da kaldığı bekâr odasından ayrılıp başka bir ev bulması kolay olmadı. O günlerde Lefkoşa’da ev bulmak sorundu. Evlerin arkasına garaj bölümü olarak yapılan kısımlar bile, ayrı ev olarak kiraya verilirdi. Nitekim Kemal, ancak böyle bir ev bulabildi. Buna bile memnun oldular. Her ne kadar bu garaj bölümlerinin, bazı zengin ailelerce, hizmetçi bölümü olarak kullanıldığını öğrenince bozuldularsa da yapacak başka şeyleri yoktu.
Evlilikleri böyle başladı. Sıradan bir evlilikti.
Ayşe, sessiz, az konuşan, saygılı, ağırbaşlı bir kızdı. Hanım hanımcık dedikleri cinstendi. Orta boylu, ince yapılı, düzgün vücutlu; bal rengi gözleri, kahverengi saçları ile güzeldi. Her zaman bakımlı idi. Güzel ve uyumlu giyinirdi. Kulağa hoş gelen yumuşacık, tatlı bir sesi vardı. Aslında, daha evlenmeden önce Kemal’i içten içe seviyordu. Evlenince Kemal’e büyük yakınlık gösterdi; onu sevdi, hem de tapacak kadar.
Kemal ise oralı bile olmadı. Bu evlilik, yüreğinin derinliklerdeki sızıyı dindiremedi. Ayşe’ye yakınlık duymadı. Anlayış bile göstermedi. Ona karşı davranışlarında sevgi değil, görev duygusu egemen oldu. Onu kırmamaya çalışıyor; ancak karısı olarak mutlu etmek için çaba göstermiyordu.
Evliliklerinin başında Ayşe çalışmak istedi. O yıllarda durmadan yeni daireler kuruluyor, bu dairelere personel alınıyordu. Kemal kabul etmedi. Ona göre kadın evde oturmalı idi. Bir yıl sonra kızları Yasemin doğunca, çalışma konusu bir daha konuşulmadı. Lefkoşa’da, çocuklarına bakacak kimseleri yoktu.
1974 Barış Harekâtı sırasında kızlarını yitirdiler. Rum tarafından atılan bir havan mermisi, parça parça etti küçücük yavrularını!
Kemal, savaş başlar başlamaz cepheye koşmuştu; kardeşleri Mehmet’le Mustafa da böyle! Gitmeden önce Mehmet’le Mustafa, karıları ile oğullarını Kemal’in evine getirmişlerdi. Kızkardeşi Sıdıka da, o sıralarda okul kapalı olduğu için bir süreden beri onlarla birlikte Lefkoşa’da kalıyordu. Böylece Kemal’in evi bayağı kalabalıklaşmıştı. Savaş sürerken böyle toplu olmak istemişlerdi. Hem erkekler cephede daha rahat olurdu; hem de hanımlar birlikte dayanışarak çocuklara daha iyi bakarlardı.
Hesapları tutmadı. Savaşın üçüncü günü, Yasemin bir ara kimse fark etmeden bahçeye çıktı ve ne olduysa o arada oldu. Rum tarafından atılan bir havan mermisi bahçede patlamış; Yasemin’i parça parça etmişti. Üç yaşını yeni doldurmuştu Yasemin.
Kemal hiç affetmedi Ayşe’yi. Kızının ölümünden onu sorumlu tuttu. Savaş sürerken onu tek başına bahçeye bırakmasını korkunç bir hata olarak niteledi. Zaten pek sıcak olmayan ilişkileri daha da soğudu. Yıllarca Ayşe’ye yaklaşmadı.
Bu olaydan sonra Kemal kendisini işine verdi. Boş vakitlerini üye olduğu spor kulübünde geçirmeye başladı. Çoğu kez akşam yemeğine bile eve gelmiyordu. Kulüp işlerine kendini o denli verdi ki onu önce yönetim kuruluna seçtiler, sonra da yönetim kuruluna başkan yaptılar. İşinde de sürekli yükseliyordu.
Yıllar geçti böyle. Beş yıl önce, kızlarının ölümünden sekiz yıl sonra, bir oğulları oldu. Adını Doğuş koydular. Bu olay bile Kemal’in Ayşe’ye karşı duyduğu kırgınlığı, kızgınlığı gidermedi. Oğlunu çok sevmesine karşın, onun anası olan Ayşe’ye karşı yumuşamadı.
Yaşamları, ülke düzeyine göre kötü sayılmazdı. Kemal toplumda saygın bir yer edinmişti. Evleri de olmuştu. Bunca yıl kiracı olarak üç değişik evde yaşadıktan sonra, geçenlerde bir sosyal konuta taşındılar. Büyük değil, küçük, derli toplu bir evdi, ama kendilerinindi. Daha önce kira olarak verdikleri parayı şimdi kendi evlerine taksit olarak veriyorlardı.
Kemal yine kendini işine veriyor, boş vakitlerini kulüp işleri ile dolduruyordu. Başarılı bir başkandı. Hafta sonları bile, karşılaşmalar dolayısıyla evde pek durmuyordu. Evde olabildiği zamanlarda ya oğlu ile ilgileniyor, ya okuyor, ya da televizyon seyrediyordu. Ayşe’yle, ev içinde yalnız olduklarında bile iki yabancı gibiydiler.
Ayşe, yumuşak kişiliği doğrultusunda alınyazısına boyun eğdi. Kendisini çocuğuna, evine verdi. Kemal karşılık vermese de Ayşe ona karşı saygı gösteriyor, her şeyi ile ilgileniyordu. Kemal oralı bile değildi. Günlerce birbirleri ile tek sözcük konuşmadıkları bile oluyordu. Daha doğrusu Kemal tek sözcük etmiyordu. Arada konuşulacak bir şey çıksa bile Kemal kısa, sert konuşuyor, Ayşe ne zaman ağzını açsa, onu susturuyor, lafı ağzına tıkıyordu.
O sabah evden çıkarken Doğuş uyuyordu. Ayşe her zamanki gibi kahvaltı masasını hazırladı. Kemal pek çok kez yaptığı gibi masaya oturmadı. Evden çıkıyordu ki Ayşe önüne geçti. “Kemal, bu hafta sonu Emeller Alevkayası’na pikniğe gidecekler. Biz de gidebilir miyiz” diye sordu.
Kemal, hiç düşünmeden “hayır” yanıtını verdi.
“Ne olur? Doğuş da çok sevinecek” diye ısrar etmek istedi Ayşe.
Kemal kestirip attı: “Hayır dedim ya! Başka işim var.”
Oysa başka işi yoktu. Kulüp etkinlikleri de azdı. Yazları işler azalıyordu. Karşılaşma falan da yoktu. Kemal’in aklına o anda öyle geldiği için böyle söylemişti.
O anda gözgöze geldiler. Ayşe’nin gözlerinde derin bir üzüntü vardı. Gözleri konuşuyordu sanki. Kemal bir an durakladı. “Onu bu kadar üzmeye hakkım var mı? Bir insanın üstüne bu kadar gidilir mi” diye bir an düşündü. Gözlerini kaçırarak kapıya doğru yöneldi.
Kapıdan çıkarken Ayşe’nin söyledikleri uzun süre kulaklarında çınladı:
“Yazıklar olsun Kemal! Sende insanlık kalmamış!”
Ayşe’nin ağzından ilk kez böyle söz çıkıyordu.
Kemal, Ayşe’nin bir gün kendisini terk edeceğini hiç düşünmemişti. Demek ki canına tak demişti.
Ama ya oğlu? O ne olacaktı? Ayşe nasıl olup da onu alıp gidebilirdi? Biraz düşününce Ayşe’nin Doğuş konusunda başka seçeneği olmadığını anladı. Öyle ya! Ayşe, beş yaşındaki çocuğu evde bırakıp gidemezdi.
* * *
Kemal, Gazimağusa’ya geldiğini fark etti ansızın. Birkaç dakika sonra annesinin evinde olacaktı. Annesinin tek başına oturduğu Dördüncü Bölge’deki eve doğru giderken yeniden, ona ne diyeceğini düşündü.
Kemal’in annesi Faize, genellikle bahçe içinde tek ve çift katlı evlerin bulunduğu Dördüncü Bölge’deki bu kocaman evde tek başına yaşıyordu. Kızının, ya da oğullarının kendisine uğrayacağı günleri beklerdi hep. O gün perşembe idi. Kimseyi beklemiyordu. Kızı, kocası ve çocukları, Türkiye’de gezide idi. Oğulları ise kendisine ancak hafta sonları, o da arada bir gelirlerdi.
Her zamanki gibi ev işlerini bitirdikten sonra Lefkara işini eline aldı, işlemeye başladı. Kendisi pek gitmezdi ama komşularından arada bir hatırını sormaya ve kahve içmeye gelen hanımlar olurdu. O gün onlardan da gelen giden yoktu.
Gözü seyirdi. “Hayırdır inşallah” diye mırıldandı. “Yoksa birine bir şey mi oldu? Şu telefonu da takamadılar gitti. Telefon olsa çocuklarla konuşurdum.”
Başı açıktı, apak saçları vardı. Sırtında çiçekli bir entari, ayaklarında pabuç vardı. Çorap giymiyordu.
Eskiden çarşaf giyerdi. Gençkızlığında başladı buna. Sonra bir ara köye Gençlik Teşkilâtı geldi. O zaman daha Lefkara’da idiler. O patırtı gürültüde Gençlik Teşkilatı’nın açtığı kampanyaya uyarak çarşafı attı. Rahmetli kocası ses çıkarmadı.
Uzun süre yalnız başını örttü. Zamanla onu da çıkardı. Eskiden çorapsız dolaşacağını düşünemiyordu; yazın sıcak günlerinde o da oldu. Şimdi başı açık olsa, ayağında çorap da olmasa rahatsızlık duymazdı.
Yaz günleri, herkesin yaptığı gibi kapı pencereler açık otururdu. Öğleden sonraya kadar, evin önündeki veranda güneş gördüğü için, bu saatlerde girişte otururdu. Giriş bölümü oldukça büyük, genişti. Oturma odası olarak kullanılabiliyordu. Bu giriş bölümü ile mutfaktan başka, alt katta geniş bir salon da vardı; ancak salona çok az, özel bir konuk geldiği zaman girilirdi.
Evin önünde bir araba durunca yüreği çarpmaya başladı Faize’nin. Arabayı tanımıştı, büyük oğlu Kemal’di gelen. O ne? Arabada Kemal’den başka kimse yoktu. İçinde bir tedirginlik duydu. Gözünün seğirmesi aklına geldi. Dışarıya doğru yürüdü. Kemal de arabadan çıkmış, ona doğru geliyordu. Sarıldılar:
“Hoş geldin oğlum!”
“Hoş bulduk anne!”
“Ayşe nerde, Doğuş nerde?”
“Yalnız geldim anne. Bir işim var da Mağusa’da.”
Kemal’in kalın, etkileyici bir ses tonu vardı. Faize’nin sesi de kalınca ama yumuşaktı. Tipik Kıbrıs ağzı ile konuşuyordu.
Annesi oğlunu uzun uzun süzdü. Annelik önsezisi ona bir şeylerin ters gittiğini söylüyordu. Yine de oğlunun üstüne gitmek istemedi. Nasıl olsa öğrenirdi her şeyi.
“Aç mısın oğlum? Gel sana yenecek bir şeyler hazırlayayım!”
Kemal aç olduğunu anımsadı: “Açım anne!”
“Ne yapayım sana? Tuh! Tuh! Hazır bir şey de yok. Yumurta kavurayım sana. Hellimli?”
“İstemez anne! Hazır ne varsa yerim.”
Mutfağa geçtiler. Genişçe bir mutfaktı. Duvar dolapları, buzdolabı, gazocağı ile diğer gereksinmelere yanıt verecek her şey; ortada bir masa ile dört sandalye vardı.
Anne hellim çıkarıp yıkadı. Domates, salatalık çıkardı. Karazeytin, çakıstes, ekmek çıkardı. Bir taraftan da “Tuh tuh! Hazır bir şey yok” diye söyleniyordu.
“Bundan iyisi can sağlığı be anne! Daha ne olacak?”
Böyle deyip masaya oturdu Kemal. Annesi de oturdu.
Kemal hellimi, domatesi dilimlere böldü. Salatalığı soyup parçaladı. Birkaç dilim de ekmek kesti. Konuşmadan yemeye başladı. Anne, arada bir soran gözlerle Kemal’e bakıyor; Kemal ise gözlerini ondan kaçırıyordu.
Kemal son lokmasını yutmadan, anne kalktı.
“Dur, sana kahve yapayım. Sen, yemeğini bitirir bitirmez kahveni istersin!”
Gülümsedi Kemal. Gerçekten de yemeğini yer yemez, masa toplanmadan kahvesini içmek en büyük zevki idi. Kahve ile birlikte bir de sigara içerdi.
Ayşe de bu zevkini öğrenmişti. Çoğu kez yemekten yarım yamalak kalkıp Kemal’in kahvesini yapardı. Tek bir gün bile yakınmamıştı bundan. Tersine zevkle, istekle yapardı bu işi. İkisi arasında, tek iletişim aracı gibi bir şeydi kahve!
“Sen de bu zehir gibi kahveyi nasıl içersin be oğlum?”
Annesi, kahveyi şekersiz içmesine hiç akıl erdiremiyordu. Ona göre kahve bol şekerli olmalı idi.
Anne Kemal’in kahvesini masaya koydu. Kendi kahvesini de fincana döktü. Fincanı masaya koydu, oturdu. Kahveleri aynı cezvede şekersiz olarak yapmış; Kemal’in fincanını doldurduktan sonra cezvede kalan kahveye iki kaşık şeker katarak kendi kahvesini de yapmıştı. Eskiden böyle şey bilmezdi. Bu usul yeni çıkmıştı. Kendisi de kahveleri böyle yapıyordu artık. Böylece bir taşla iki kuş vurmuş gibi oluyordu.
Kemal iki sigara yaktı. Birini kendisi, diğerini annesi için. Annesi arada bir tellendiriyordu. Kahvelerini yudumlamaya başladılar.
Sessizliği Kemal bozdu: “Ne oldu telefon işi be anne? Gelip takmadılar mı?”
“Yok oğlum. Ne gelen oldu, ne giden. Komşular diyor ki bu telefonu bize zor bağlarlarmış.”
“Ne demek o? Niçin zor bağlarlarmış?”
“Ne bileyim ben be oğlum? İşin içinde particilik varmış. Hükümet partisinden olmayanlara telefon bağlamıyorlarmış. Üç ev ötede biri var. Komşular söylüyordu. Telefon alabilmek için gazetelere ilan vermiş. Hükümet partisinden olduğunu yazmış. Ben de yazmalıymışım!”
Kemal’in canı sıkıldı. Telefonun hükümet partisi tarafından, karşıtları için bir baskı aracı olarak kullanıldığını çok iyi biliyordu; ama annesi için de benzer işlemin yapılacağını hiç düşünmemişti. Onu üzmemek gerektiğini düşündü: “Üzülme anne! Ben yarın bakarım bu işe.”
“Yarın mı? Sen bu akşam dönmeyecek misin Şeher’e?”
“Hayır anne, dönmeyeceğim!”
“Peki, Ayşe ile Doğuş yalnız mı kalacaklar?”
“Evet anne!”
Kemal suçlu gibi söylemişti son sözcükleri.
Annesi gözlerini dikti ona: “Ne oldu Kemal? Yoksa kavga mı ettiniz Ayşe ile?”
Kemal artık olanı gizlemenin anlamsız olacağını düşündü: “Evet anne, kavga ettik. Ayşe Doğuş’u da alıp evden kaçtı.”
“Aman Allah’ım! Kaçtı mı? Yoksa…?”
“Hayır anne, sandığın gibi değil. Ailesine gitti.”
Kemal bunu söyledi söylemesine de içine kurt düştü. Başka türlüsünü düşünmemişti. Gerçekten Ayşe ailesine mi gitmişti? Başka türlü olabilir miydi?
Bunu daha önce düşünmediği için kendi kendine kızdı. Yine de “ne yapabilirdim ki” diye geçirdi içinden.
“Nasıl oldu oğlum bu iş?”
“Bilmem, oldu işte!” Konuşmayı uzatmak istemedi: “Anne ben yatacağım biraz.”
“Sen bilirsin oğlum. Ben yatağını hazırlayayım.”
Üst kata çıktılar. Üst katta üç yatak odası ile bir banyo tuvalet vardı. Odalardan birini çocuklarından biri gelir diye her zaman hazır tutardı Faize. Ona girdiler.
Kemal, annesinin hazırladığı yatağa yatmadan önce pencereleri açtı. Soyundu. Gri bir pantolon, kısa kollu mavi bir gömlek, siyah bağsız ayakkabı giyiyordu. İç çamaşırları ile o biçimde yatağa uzandı.
Boğucu bir sıcak vardı. Havadaki nem oranı yüksekti. Yapış yapış ediyordu.
Kemal sırtüstü uzandığı yatakta gözleri açık, uzun süre düşündü. Bir günde art arda yediği iki darbe sinir sistemini allak bullak etmişti.
Annesinin söyledikleri ise tuz biber ekmişti. Ayşe’nin başka bir kişi ile kaçma olasılığı ona çok ağır gelmişti.
Düşündü, taşındı. Ayşe’yi getirdi gözünün önüne. Olamazdı, Ayşe başka biri ile kaçamazdı. Gözü ile görse bile inanmazdı böyle bir şeye! “Annem de biliyor bunun böyle olduğunu. En kötü olasılığı düşünmesi, anneliğin abartılı kaygısından başka şey değil!”
Bu konuda içi rahat etti. Ancak boğucu sıcak, cansıkıntısı, tambura teline dönmüş gergin sinirler, onu uzun süre uyutmadı. Sağa döndü, sola döndü, sonunda uyuyakaldı.
II
“Gözümün seğirmesinin nedeni belli oldu” diye söylendi Faize. “İyi geçinmedikleri belliydi.” Birkaç kez merdiveni çıkarak, Kemal’in yattığı odanın kapısına kadar gitti. Kulak vererek Kemal’in uyuyup uyumadığına baktı. Uyumadığını anladıkça huzursuzluğu arttı. En sonunda uyuduğundan emin olunca geri döndü. Uzunca bir süre Kemal’i, gelinini ve torununu düşündü. Sonra eline Lefkara işini alıp işlemeye başladı. Geçmişini yeniden yaşamaya başladı.
Altmış üç yaşında idi. Kısa boylu ve zayıftı. Gençken çok güzel bir kadındı. Genç kızlığında, genç kadınlığında “Çerkez kızı” diye bilinirdi köyünde. Köyün Türk ve Rumlar’ı onu bu isimle tanırlardı. Koyu mavi gözleri, kızılımsı saçları, ak teni, düzgün burnu ile çarpıcı bir güzelliği vardı. Kendisini Çerkez kızı olarak nitelendirmeleri bundandı.
On dokuz yaşında varmıştı kocasına. İlkokulu okumuş, evde oturuyordu. Kocası ise yirmi bir yaşında idi. Rüştiyede okumuştu. Çiftçilik yapan babasına yardım ediyordu.
Evliliğinden bir yıl sonra, Faize yirmi yaşında iken, ilk oğlu Kemal doğdu. Ondan sonra ikişer yıllık düzenli aralarla ikinci oğlu Mehmet, üçüncü oğlu Mustafa, kızı Sıdıka; Sıdıka’dan dört yıl sonra küçük oğlu Taner doğdu.
Faize, Taner’i anımsayınca kendi kendine güldü. Hoş bir çocuktu. Ortaokula yazılmaya gittiğinde, işlemini yapan öğretmen, başka şeyler yanında kardeşlerini de sormuş. Taner, adları ile birlikte yaşlarını da söylemiş. Kendi yaşını da söyleyince “oooo” demiş öğretmen, “baban sende düzeni bozdu. İki yıllık aralan dörde çıkardı.”
Taner bu olayı anlattığında ne çok gülmüşlerdi. Rahmetli kocası bile, kahkaha ile gülmüştü.
Taner’le birlikte bu olayı da anımsardı Faize.
Kemal, Faize’nin kaynatasının adı idi. Geleneklere uygun olarak ilk oğullarına onun adını vermişlerdi. Daha doğrusu kocası vermişti. Kendisine söz hakkı düşmezdi bu konuda.
Mehmet, kendi babasının adıydı. Kız doğmuş olsa idi kaynanasının adını taşıyacaktı. İlk çocukları erkek doğup kaynatasının adını alınca, ikinci oğullarına geleneklere göre kendi babasının adını vermeleri gerekirdi. Kocası bu geleneği uyguladı.
Üçüncü oğlu Mustafa, rahmetli kardeşinin adını taşıyordu. Kardeşi genç yaşta bilinmeyen bir hastalıktan ölünce, Faize’ye hiçbir şey söylemeden kocası, hemen sonra doğan çocuklarına Mustafa adını taktı.
Kızları doğunca, kocası ona kendi annesinin adı olan Sıdıka adını verdi.
Son oğlu doğduğunda ise kocası, hiç düşünmeden adını Taner koydu. Oysa bu durumda geleneklere göre çocuğa, en büyük amcasının adını koyması beklenirdi. Taner adı yüzünden, kocası ile kardeşi arasında, uzunca süre bir soğukluk oldu. Bu soğukluk, 1963’te Türk-Rum savaşı başlayıncaya kadar sürdü. İki kardeş ancak ondan sonra, o zor günlerde barıştılar.
Faize, tüm çocuklarını severdi. Ama ilk çocuğu, ilk gözağrısı Kemal’i diğerlerinden bir başka severdi. Yirmi yaşında, Kemal’ini kucağına aldığı ilk günü hiç unutmazdı. Onu o kadar çok severdi ki, yürümeye başladıktan sonra bile uzun süre kucağında taşıdı. Bir gün, çocuklu bir arkadaşı, “benim oğlum kâtip olacak” demişti kucağındaki oğlu için. O anda nasıl aklına gelmişse gelmiş, Faize de yanıt olarak “benim oğlum da şehbender olacak” demişti. Aslında şehbenderin ne olduğunu bilmezdi. Yalnızca büyüklerinin konuşmalarından çok büyük adam olduğunu anlıyordu. O günden sonra Kemal’in lakabı şehbender oldu çıktı. Kemal gerçi sonunda şehbender olmadı, ama Türkiye’de okudu ve büyük adam oldu. Onunla övünüyordu Faize.
Kocası, yalnız Kemal’ini değil Mehmet’ini de, Mustafa’sını da okuttu. Onlar da ta Türkiye’ye kadar gidip okudular.
Kızı yalnızca liseyi bitirdi. Kocası, kız çocuğuna bu kadar yeter dedi. “Olsun, yine dünyasını biliyor ya!”
Küçük oğlu Taner ise okumadı gitti. Ortaokulu zor bitirdi. Suç, rahmetli kocasında idi. Rahmetli, diğer çocuklarına karşı sert davranmış, onları neredeyse zorla okutmuştu. Taner’e gelince onu şımartmış, her istediğini yapar olmuştu. Taner’in okuyamayacağını anlayınca ise iş işten geçmişti. Diğer oğulları, efendi olmuştu. Kızının kocası, marangozdu. Taner ise Londra’da yıllarca kaçak olarak orada burada bulaşık yıkamış, korku içinde oradan oraya kaçmıştı. Neyse ki sonunda orada doğan Kıbrıslı bir Türk kızı ile evlenerek İngiltere’de kalma hakkı kazanmıştı. Taner geçen yıl biletini göndermiş ve annesini Londra’ya çağırmıştı. Üç ay kalmıştı Faize Londra’da. Kebapçı dükkânı işletiyordu Taner. Ev, dükkânın üstünde idi. İyi para kazanıyordu, ama çok da işlerdi. Bol bol da para harcıyordu. Geçenlerde ikinci bir dükkân almış. Vimpi mi ne? İşte ondan. Bir keresinde Taner onu bir vimpiye götürmüştü Londra’da. Nasıl bir şey olduğunu biliyordu.
1963 sonuna kadar Lefkara’da yaşadılar. Şöyle böyle geçiniyorlardı. Harnıplıkları, zeytinlikleri, bademlikleri, bir de bağları vardı. Kocası ayrıca, küçük bir bakkal dükkânı çalıştırıyordu. Kendisi de Lefkara işi yapıyordu. Bu konuda usta idi. Ünü vardı. Onun elinden çıkan Lefkara işleri kapış kapış edilirdi.
1955’de EOKA ortaya çıkıncaya kadar oldukça huzurlu bir yaşam sürmüşlerdi. Ondan sonra hiç huzur yüzü görmediler. Bir ara kocası sık sık eve gelmemeye başladı. Başlangıçta kocasından kuşkulandı. Evliliklerinin ilk yıllarında bir cıra girmişti aralarına. O dönemde birçok erkeğin cıralarla ilişkisi vardı. Gençler de isagülleri ile dalga geçerdi hep. Neyse ki kocasının cıradan kurtulması uzun sürmedi. Kadın köyden çekip gitti. Sonradan öğrendiğine göre kadın o yerlere düşmüştü. Faize bu kez de benzer şeylerin olmasından korkuyordu. Kocası ile aralarında hır gür çıkmaya başladı. Sonuçta kocası bir gün ona gerçeği anlattı: Rumlar’a karşı direnmek üzere kurulan gizli örgüt TMT’ye girmişti. Birçok gece eve gelmemesinin nedeni buydu.
Kocasıyla, ondan sonra hiçbir sürtüşmeleri olmadı. Rahmetli, oldukça ters bir adamdı. Sık sık sorun çıkarırdı. Ne kendisine ne de çocuklarına güleryüz gösterirdi. Çocuklar büyüdükten sonra bile bu tutumu pek değişmedi. Değişen tek şey vardı. Çocuklara söylemek istediklerini kendisine söyler, sonra da ondan aynı şeyleri çocuklarla konuşmasını isterdi.
Son yıllarında, Kuzey’e göç ettikten sonra çok değişmişti rahmetli. Yumuşak, sevecen, bambaşka bir insan olup çıkmıştı. Genç yaşında öleceğini mi anlamıştı ne?
21 Aralık 1963, yaşamlarım altüst eden gün oldu. Rumlar Lefkoşa’da Türkler’e saldırmışlardı. Sonra İskele ve başka yerlerde de çatışmalar çıktı. Köyden hiçbir Türk çıkamaz oldu. Besin sıkıntısı başladı. Rumlar Türkler’e besin maddeleri, özellikle de ekmek vermez oldular. Yürekli birkaç köylü, tüm tehlikeleri göze alarak Geçitkale’ye gidip geldi, orda da yiyecek sıkıntısı vardı.
Çok sürmedi. TMT’nin köydeki başkanı Turgut, yılbaşı akşamı, tüm köylüye birkaç saat içinde köyü terk edeceklerini bildirdi. Köyün EOKA lideri, Türkler’in tüm silahlarını teslim etmelerini istemiş ve belirli bir süre tanımıştı. Köyde hemen hemen her evde av tüfeği vardı. Ayrıca gizli örgüt TMT’nin bazı silahları olduğunu o gece öğrenmişlerdi.
TMT’ni köy başkanı Turgut karar vermişti: Silahları teslim etmeyeceklerdi. Tüm köylünün, silahlan ve alabilecekleri eşya ile o yılbaşı gecesi gece yarısından sonra köyü terk etmelerini ve dağ yollarından Geçitkale’ye ulaşmalarını kararlaştırdı. Öyle de oldu. Tüm köylü, yaşlı genç, çoluk çocuk, kadın erkek gece yarısından sonra yola düştüler. Öğleye doğru oraya ulaştılar.
Köylerinden göç ettiklerinde Kemal, Ankara’da üniversitede idi. Ankara’daki üçüncü yılı idi. Mehmet, Lefkoşa’da lisede, Mustafa ise İskele’de ortaokulda okuyorlardı. 21 Aralık olayları olur olmaz, ikisi de buldukları ilk araçla köye geldiler. Bu bakımdan köyü terk ettikleri gece onlar da evde idi.
Artık göçmendiler. Sıkıntılı günler başladı. Küçücük, eski bir evde yoklukla savaştılar. Uzun süre Kızılay’dan gelip dağıtılan yiyecek yardımı ile geçindiler. Aylar sonra kocasına az da olsa bir mücahit aylığı bağlandı.
Kemal’den uzun süre hiçbir haber alamadılar. Mehmet’le Mustafa da uzun süre okullarına gidemediler. Sonradan, bir yıl mı, iki yıl mı geçtikten sonra, babaları onları Leymosun’daki okullara yerleştirdi. Orada hem okudular, hem mücahitlik yaptılar. Bu suretle o zor günlerde babalarına yük olmadı çocuklar.
Bu arada savaşlar eksik olmadı. Komşu köy Boğaziçi’nde, ikide bir çatışma çıkıyordu. Hele bir kez, bayram günü başlayan çarpışmalar beş gün beş gece gün sürdü. Rumlar Boğaziçi’ni kuşatmışlardı. Bir tek Geçitkale tarafını boş bırakmışlardı. Boğaziçililer’in bir kısmı Geçitkale’ye sığındı. Onları yerleştirecek yer bulmada güçlük çekildi. Bereket mücahitler iyi direndiğinden Rumlar köyü alamadı. Geçitkale’ye sığınanlar, bir süre sonra geri döndü. Yoksa kim bilir ne güçlükler çekilecekti?
Geçitkale’de iç huzursuzluklar da hiç bitmedi. Mücahitlerin komutanını bile vurdular. Köyde ağalık taslayan biri yaptırdı bu işi. Yaptırdı ama bu, onun da sonu oldu. Hem kendisi, hem ailesi buldu.
Sonra o korkunç 15 Kasım 1967 saldırısı oldu. Çok büyük güçlerle saldırdı Rumlar. Kaç gencecik çocuk şehit oldu. Bunların arasında birçok köylüleri de vardı. Çoğu da uzaktan yakından akrabalarıydı.
O gece tüm kadınlar, çocuklar, yaşlılar sinemaya toplanmışlardı. Rum askerlerinin kendilerini toplayarak köy içinde yürütmesini, önce Fuat’ın Barı’na, sonra da Bebek Bar’a götürmesini, yaptıkları rezillikleri, korkutmalarını, işkencelerini hiç unutmamıştı. Yolda Mehmedemin Dayı’nın Rum askerleri tarafından yakılan ölüsü, her anımsadığında tüylerini diken diken ederdi. Kızı Sıdıka da yanında idi. Onun başına bir şey gelebilir diye ne çok üzülmüştü o gece.
Rahmetli kocası ise tutsak düşmüştü Rum askerlerine. Köyün eli silah tutan tüm erkeklerinden, çevre köylerine çekilemeyenlerin tümünü toplamışlardı. Aşağılayarak, horlayarak, dipçikleyerek, itip kakarak Geçitkale’den İskarinu’ya kadar kilometrelerce yürütmüşlerdi onları. O gece apaydındı. Ayışığı çevreyi pırıl pırıl aydınlatıyordu.
Arada rahmetli de bir tekme ve bir dipçik darbesi yedi.
Uzun zaman acısını çekti bu darbelerin. Kaç kez anlatmıştı o geceyi.
İskarinu’da onları üst üste yığmışlardı bir odaya. Arada bir, birini alıp götürüyorlar; işkence ederek, dayak atarak sorguladıktan sonra külçe halinde geri getiriyorlardı.
Yine arada bir, dışarıdan silah sesleri geliyor, Rum askerlerinin kendi aralarında, “bir köpeği daha temizledik” dedikleri duyuluyordu.
Özellikle komutanları, adları ile arıyorlardı. Bir kısım komutanlar, bazı mücahitlerle birlikte çevre köylerine çekilmeyi başarmıştı; tutsaklar arasında olanlar epeyce işkence gördü.
Bereket çağrılma sırası rahmetliye gelmedi. Sabahleyin Barış Gücü askerleri onları teslim aldı ve geri köye getirdi.
Faize bir de eve döndükten sonra, komşusu yaşlı kadının ölüsünü hiç unutamıyordu. Ailesi evi terk etmişti. Erkekler mevzide idi, kadınlar diğerlerinin yanına, sinemaya gitmişlerdi. Yaşlı kadın seksenlik ve yatalaktı. Onu evde bırakmışlardı.
Döndüklerinde onu yatağında, delik deşik olarak buldular. Çığlıklar üzerine Faize de koşup gitmiş ve onu görmüştü. O korkunç görüntü gözünün önünden gitmezdi.
15 Kasım olayları sırasında Kemal yine Türkiye’de idi. 1964 başlarında Lefkoşa’ya gelmiş, ancak kısa bir süre sonra ailesiyle hiç görüşemeden, Türkiye’ye geri gönderilmişti. Uzunca süre ondan haber alamadılar. Derken Erenköy’de olduğunu duydular. Orada iken Barış Gücü aracılığıyla, arada bir ondan mektup aldılar. Sonradan, oradan da yeniden Türkiye’ye geri döndüğünü öğrendiler.
Bu habere çok sevinmişlerdi,
Mehmet ile Mustafa da, Kemal’in Erenköy’den döndüğü yıl Ankara’ya, üniversitede okumaya gittiler. Onların durumundaki tüm gençleri göndermişlerdi Türkiye’ye. Sıdıka ile Taner Leymosun’da idiler. Sıdıka lisede, Taner ortaokulda okuyorlardı.
İki yıl sonra Kemal, okulunu bitirerek Ankara’dan döndü. Evden ayrılmasının üzerinden altı yıl geçmişti. Kısa bir süre sonra Lefkoşa’da çalışmaya başladı. Bir bekâr odası tutup oraya yerleşti.
Aynı yıl Sıdıka liseyi, Taner ortaokulu bitirdiler. Sıdıka’ya, yakın köylerden birinde bir öğretmenlik buldular; orada çalışmaya başladı. Taner ise ortaokulu bıraktı. Tüm zorlamalara karşın okumasını sürdürmedi. Mücahit yazıldı. Baba oğul birlikte mücahitlik yapmaya başladılar.
Geçmişe oranla yeniden oldukça huzurlu birkaç yıl geçirdiler. Arada Kemal evlendi. Mehmet ile Mustafa, okullarını bitirerek geri döndüler ve onlar da Lefkoşa’da çalışmaya başladılar. Sonra onlar da evlendiler. Önce Kemal’in bir kızı oldu; daha sonra da Mehmet’le Mustafa’nın oğulları!
Torunlarını çok sevdiler. Ne var ki onları çok az görebiliyorlardı. Kemal, Mehmet, Mustafa, köye iki-üç haftada bir geliyorlardı. Arada bir onlar da Lefkoşa’ya oğullarına gidiyorlardı ama yine de torunlarına doymuyorlardı.
Faize, savaşta ölen torunu Yasemin’i anımsadı ve gözleri ıslandı: “Zavallı Yasemincik üç yaşında gitti. Ne güzel, ne canlı bir çocuktu. Allah bilir ya! Rahmetliyi çöktüren nedenlerden biridir torunumuzun ölümü! İçine işlemişti bu olay!”
Faize derinden bir iç çekti: “Kemal da, bütün suçu Ayşe’ye yükledi. Oysa ne suçu var Ayşe’nin? Kemal’e öyle gelmiş. Ayşe’nin hiçbir suçu yok. Hangi anne çocuğunu bilerek, hatta bilmeyerek tehlikeye atar? Sıdıka ile diğer gelinlerim orada idiler. Onlar kaç kez anlattılar. Her şey göz açıp kapayıncaya kadar olmuş ama Kemal dinlemiyor ki!”
Faize, bir an işini bıraktı. Gözü yorulmuştu. Eskiden bütün gün, başını kaldırmadan çalışabiliyordu. Şimdi? Giderek daha çok yoruluyordu artık. Sıcak da onu bunaltmıştı.
“Kemal iyi uyudu. Bırak uyusun zavallı. Derdi çok!”
Ayağa kalkıp evin önündeki verandaya çıktı. Gölge tutmuştu. Buraya çıkabilirdi. Ne de olsa burası biraz daha serindi. Bir koltuk, bir sandalye çıkardı dışarıya. İşini de aldı; koltuğa oturdu. Gözlüklerini takarak yeniden işinin üstüne eğildi. Çalışmaya başladı.
“Ne korkunç olaylar geçirdik. İnşallah son olur. Çok şükür Türkiye gelip bizi kurtardı. Kaç yıl öldürülme korkusu ile yaşamıştık. Şimdi de başka sorunlar çok amma…”
İki kez her şeylerini bırakarak göç etmişlerdi. Bir üçüncü kez aynı şeyleri yaşamak istemiyordu Faize.
O soğuk yılbaşı gecesi çoluk çocuk, nasıl kaçmışlardı evlerinden! Saatlerce yürüdükten sonra Geçitkale’ye geldiklerinde yeniden doğmuşlardı.
Ya Barış Harekâtı sırasında? Papaz devrilip de Türkiye Kıbrıs’a asker çıkarınca, Rumlar bütün Türk köylerine saldırdılar. Nedense Geçitkale’ye dokunmamışlar; işi baskı ile çözümlemek istemişlerdi. Rahmetli ile Taner, mücahittiler. Ne olduysa oldu, mücahitlerin Barış Gücü’ne teslim olması istendi. Rahmetli nasıl da ağladı o gün. Tek kurşun atmadan teslim olmak zor gelmişti ona. Taner’i de alıp, gidip teslim oldular.
O günlerde Sıdıka, okullar kapalı olduğu için Lefkoşa’ya ağabeylerine gitmişti. İyi de olmuştu. Olaylar başlayınca Lefkoşa’da kesilmişti böylece.
Rahmetli ile Taner teslim olunca Faize evde yalnız kaldı. Köylüler buldukları her araç ve her olanakla Kuzey’e kaçıyorlardı. Rahmetli, ona da çok ısrar etti kaçması için. Faize kaçmadı. Kocası ile çocuğunu tutsak bırakıp gidemiyordu. Her gün onlara yiyecek hazırlayıp götürüyordu. Kaçarsa onlara ne olacak, kim yemek götürecek diye düşünüyordu.
Kemal’den, Mehmet’ten, Mustafa’dan, Sıdıka’dan çok az haber alıyordu. Buna karşın birlikte olduklarını bilmek, en büyük mutluluğuydu.
Bir gün tutsakları serbest bıraktılar. Daha doğrusu onlara, burada, yerlerinde mi serbest kalmak istedikleri, yoksa Kuzey’e mi götürülmek istedikleri soruldu. Birkaç kişi dışında tüm tutsaklar Kuzey’e geçmek istediklerini söylediler. Rahmetli ile Taner de böyle! Barış Gücü onları Lefkoşa’ya, Türk kesimine bıraktı. Çocuklarla buluştular orada.
Faize, Geçitkale’de tek başına kalmıştı. Köylülerden birçoğu gitmişti. Kuzey’e geçmek için yollar aramaya başladı. O günlerde, Türkler’i para karşılığı Kuzey’e geçirmek için birçok Rum çalışıyordu. Serbest geçiş yoktu çünkü. Rum askerleri ile polisleri tüm yolları tutmuşlar, Kuzey’e geçmek isteyenleri geri çeviriyorlardı.
Faize sordu soruşturdu. Kuzey’e gitmek için İskele’ye gitmesi gerektiği kanısına vardı. Satabildiklerini satıp savdı ve oraya gitti. Orada kendisine tavsiye edilen kişiyi buldu. Onu bir eve yerleştirdiler önce. Kendisi gibi Kuzey’e geçmek için gelen bir sürü Türk vardı. Günlerce bekleştiler. Bir gece ansızın onları aldılar. Deniz kıyısında bilmediği bir yere götürüp küçük bir deniz motoruna tıktılar. Oradan kendilerini başka bir kıyıya çıkardılar. Buranın İngiliz bölgesi Dikelya kıyısı olduğunu söylemişlerdi.
Çıktıkları kıyıda epeyce beklediler. Sonra gece karanlığında başka birisi onları araba ile alıp Türk bölgesinin sınırının başladığı Beyarmudu köyü dışına götürüp bıraktı. Oradan yürüyerek Türk bölgesine geçtiler.
Bu geçiş Faize’ye bir servete mal oldu. Yine de sevinçten ağladı. Kurtulduğuna inanamıyordu. O gece onları orada konuk ettiler. Ertesi gün de Lefkoşa’ya gönderdiler.
Faize’nin Lefkoşa’ya ulaştığı gün bayramdı sanki! Tüm aile bir araya gelmişti. Her şeyleri geride kalmıştı; yine de mutlu idiler. Özgürlüğün, güvenlik içinde olmanın tadını çıkarıyorlardı. Yerleşmek için köylerine o zamanki adı Aytotro olan Çayırova ayrılmıştı. Birlikte gidip gördüler. Ancak oraya yerleşmek istemediler. Zaten doğru dürüst ev de kalmamıştı.
Kemal, Mehmet, Mustafa daha önceden Lefkoşa’ya yerleşmişlerdi. İşleri orada idi. Hep birlikte Lefkoşa’da kalmayı düşündüler; ancak tüm çabalarına karşın Lefkoşa’da kendilerine tahsis edilecek bir ev bulamadılar. Aslında Kemal istese bu iş olabilirdi, olmadı. Kemal, bu gibi işlerde çok çekingendi nedense. Torpil kullanmaktan kaçınırdı hep. Oysa işler başka türlü dönmüyordu.
Düşündüler, taşındılar. Maraş, en iyisi idi. Faize’nin şimdi oturduğu bu ev, kendilerine tahsis edildi. Rahmetli ile birlikte gelip yerleştiler buraya. Sıdıka ile Taner de tabii! O zaman evli değildiler.
Sıdıka, yine öğretmen olarak çalışmaya başladı. Çok geçmeden evlendi. Kocası, Barış Harekâtı’na katılmıştı. Kıbrıs’a ilk inen paraşütçü birliğindendi. Terhis olunca burada kaldı.
Taner bir süre dolandı durdu. Çeşitli işlere girdi. Bir gün ansızın İngiltere’ye gideceğini söyledi. Çok geçmeden de gitti. Yıllarca oradan oraya gitti; değişik işlerde çalıştı. Sonunda kendi işini kurdu. “Şimdi iyidir çok şükür!”
Bu işlerden en çok rahmetli etkilendi. Buraya geldikten sonra hayır yüzü görmedi. Hastalıklar peşini bırakmadı. Üzüntüler kendisini perişan etti. İki yıl önce bir gün eşdeğer kâğıtları geldi. Güneyde bıraktıkları kocaman eve, dükkâna, harnıplıklara, zeytinliklere, tarlalara, bademliğe, bağa biçilen değer, oturdukları evi karşılamıyordu bile.
Malvarlığının çoğunu alınteriyle kazanan, toprak delisi rahmetli, bu darbeye dayanamadı. Yüreğine indi ve gitti.
“Allah rahmet eylesin” diye mırıldandı iç çekerek Faize. “Toprağı bol olsun!” Tam 42 yıl birlikte yaşamışlar, bir yastığa baş koymuşlardı.
Faize, o zamandan beri bu koca evde tek başına yaşıyordu.
III
Kemal, ter içinde uyandı. Kalkıp yatağın kenarına oturdu. Saatine baktı, on sekize geliyordu. “Epeyce uyumuşum” diye düşündü. Huzursuz, karabasan dolu bir uykuydu.
Bir süre ne yapacağını bilemedi. Sabahki olayları anımsadı. Dertleşecek, içini boşaltacak bir dosta öyle gereksinimi vardı ki! Murat’la Burhan’ı düşündü. İkisi de liseden beri candan arkadaşlarıydı. Son zamanlarda pek görüşemiyorlardı. Yine de birbirlerini çok severlerdi. Murat, Lefkoşa’ya her gelişinde ona uğrardı. Burhan pek uğramazdı. Niçin uğramadığını bilirdi. Karşıt partilerden birinde milletvekili idi. Kendisine zarar verir diye düşünüyordu.
“Onları bulabilir miyim acaba” diye içinden geçirdi. Evlerine gitmek istemiyordu. Bu saatlerde nerede olabileceklerini düşündü. “Kulübe uğrayayım. Burhan’ı değilse bile Murat’ı orda bulurum belki” diye karar verdi.
Odasından çıkıp merdiven başından annesine seslendi: “Anne, depoda su var mı? Şöyle bir dökünmek isterim.”
Annesinin bamteline basmıştı: “Ah oğlum! Bu sudan ne çekiyoruz bilsen. Üç dört günde birkaç teneke suyu zar zor alabiliyoruz. Onu da tankerle dağıtıyorlar. Şanslısın, dün dört teneke aldım. Depoya çeşmeden damla su akmaz. Hele yukarıdaki depo su görmeyeli yıllar oldu. Mehmet, geçenlerde bir su motoru getirip taktırdı. Ama çekecek su yok. Onun için duşu kullanamazsın.”
Faize bunları söyleye söyleye merdiveni çıktı.
Kemal banyoya doğru yürüdü. Yürürken aklına geldi. Temiz iç çamaşırları yoktu. “Ne yapalım, yeniden üstümdekileri giyerim. Giydiğimden başka elbise de yok.”
Annesi havluyu alıp geldi. “Senin temiz çamaşırın, elbisen de yok. Ne yapacaksın? Rahmetli babana ait her şeyi dağıttım. Dağıtmasam işe yarardı şimdi.”
“Zararı yok anne. Yarın Lefkoşa’ya gider alırım. Bugünlük üstümdekilerle idare ederim.”
Faize, oğluna acıyan, kaygı dolu gözlerle baktı. Başını salladı. Kemal’e havluyu uzattı ve yine aşağıya indi. “Demek ki iş sandığımdan da ciddi. Yarın Lefkoşa’ya gidip burada kalacak biçimde öteberisini alacağına göre! Kardeşlerinin haberi var mı ki? Yok herhalde! Olsaydı ağabeylerini yalnız bırakmazlardı. Şu telefon olsaydı ne iyi olurdu. Onlarla konuşurdum. Bir türlü takmadılar gitti.”
Yemeğe bakmaya gitti. Akşam yemeği için oğlunun çok sevdiği molihiya pişiriyordu. Evde biraz et vardı bereket. Yanına elle kesilmiş şehirge de yapacaktı. Şehirgenin suyuna bir parça tavuk suyu da attı mı, tadına doyum olmazdı.
Faize, çocuklarının sevdiği yiyecekleri genellikle hazır bulundurur, geldiklerinde onlara bu sevdikleri yiyeceklerden pişirirdi. Rendelenmiş, bol hellimli, el şehirgesini bütün çocukları severdi. Bu bakımdan onu her zaman yapar ve hazır bulundururdu. Bir de el makarnasını çok severdi çocuklar; ama onu yapmak daha zordu. Bu bakımdan sık sık yapamazdı. Arada bir ve de özellikle yılbaşında yapardı. Yılbaşında ayrıca pilavuna ile golifa da yapardı.
Tencerede pişen molihiyanın tadına baktı. Daha pişmemişti “Amma da çok zaman ister pişmek için bu mübarek” diye söylendi.
* * *
Kemal, kulübe giderken sıkıntılı idi. Görevden alınma işi duyulmuşsa ne yanıt vereceğini düşünüyordu.
Annesinden zor kurtulmuştu. İlle yemek yemesini istiyordu. En sevdiği şeyleri yapmıştı. “Sonra anne, geldiğimde yerim” diyerek evden çıktığında annesinin çok üzüldüğünü biliyordu.
Kulüp lokali, annesinin evinden pek uzak değildi. Birkaç dakikada oraya vardı. Arabasını park edip içeri doğru yürüdü. Ev olarak yapılmış, tek katlı, geniş bir bina idi. Oldukça kalabalıktı. Herkes bahçede oturuyordu. Kemal gözünü çevrede gezdirdi. Murat’ı göremedi, Burhan’ı bulacağını zaten pek ümit etmiyordu. İçeriye doğru yürüdü. Kendisini gören bir kısım kamu görevlisi ayağa kalktı. Onu buyur ettiler. Kemal, yanlarına oturdu. Kahveciyi çağırdılar.
“Sade bir kahve” dedi Kemal.
Bir taraftan da ne yapacağını, ne diyeceğini düşünüyordu. Yanlarına oturduğu kamu görevlileri, eğer bir spor olayını konuşmuyorlarsa, -ki sporun ölü dönemi olduğuna göre bu pek olası değildi- hayat pahalılığından, kamu görevlilerinin düşük maaşlarından, baremiçi artışlardan, yüksek vergilerden, susuzluktan ve benzer konulardan konuşuyor olmalıydılar. Kendisinden de düşüncelerini açıklamasını isteyeceklerdi. Oysaki kendisi buna hiç hazır değildi, bu konuları konuşmak istemiyordu.
Kahveci kahvesini getirdi. Sigarasını yaktı. Önce birkaç yudum su içti. Arkasından fincanı ağzına götürüp kahveden ilk yudumu alırken Murat’ın sesini duydu:
“Vay Kemal! Neredesin yahu? Hangi yel attı seni buralara? Seni görmeyeli aylar oldu.”
Murat’la sarıldılar. Kemal’in uzunca boyuna karşın Murat oldukça kısa boylu ve tıknazdı. Kemal’in kırlaşmış saçlarına karşın Murat’ın saçları kapkara idi. Boya kullanıyordu besbelli. Bembeyaz takım elbise, beyaz ayakkabı giyiyordu. Gömleği krem renginde ve açık spor yakalıydı.
“Ben de tam seni soruyordum arkadaşlara” dedi Kemal! “Seni burada bulurum ümidiyle gelmiştim.”
Kemal, kamu görevlilerine meram anlatmak zorunda kalmaktan kurtulduğu için sevindi.
“İşte buldun beni! Hade iç kahveni de gidelim burdan. Seni bulmuşken burada pineklemeye hiç niyetim yok!”
Giysilerine bakan onu çıtkırıldım biri sanırdı. Oysa şen, şakrak, hayatı hafife alan, dünyaya boş veren biri olduğunu hemen gösteriyordu daha ilk anda. Sesi kalınca idi; yüksek sesle konuşuyordu.
Kemal kahvesini içtikten sonra teşekkür etti ve özür diledi. Murat’la kapıya doğru yürüdüler.
“Eee? Söyle be Kemal! Nasılsın? Kafayı çekelim mi bu aksam?”
“Çekelim” diye yanıtladı Kemal.
“Ulan! Bu işin içinde bir iş var. Sen böyle hemen hı demezsin bu işlere. Yoksa bir derdin mi var?”
“Sorma! Sonra anlatırım.”
“Oldu! Bütün gece bizim nasıl olsa! Bak sana ne diyeyim? Şu bizim Burhan’ı da arayalım mı? Gerçi onunla yine kavga edeceğiz ya! Ne zaman bir araya gelsek tartışmadan edemeyiz.”
“Bilirim. Bilirim.”
“Ama vallahi de billahi de çok severim keratayı. Ne kadar kavga etsek de arkadaşlığımız bitmez.”
Murat, yoksul bir ailenin çocuğu idi. Zengin bir kızla evlenmişti. Kentin en ünlü avukatlarından biri olarak kendisi de iyi kazanıyordu. Sırtını hükümet partisine dayamış, birçok danışmanlık almıştı. Yargıçlarla da sıkıfıkı olduğu söyleniyordu. Yoksulluğunu çoktan unutmuştu. Kendisi köşeyi dönmüştü ya, “altında kalanın boynu kopsun” derdi hep. Avukatlığının yanında birçok başka işler de yapıyor, düzenden bol bol pay alıyordu.
Burhan da yoksul bir ailenin çocuğu idi. Murat’la ilkokuldan başlayarak ortaokulda, lisede ve üniversitede birlikte okumuşlardı. Şimdi ikisi de avukattı. Burhan da ünlü bir avukat olmuştu. Buna karşın yaşamı pek değişmemişti. Ünü güçsüzleri, başka avukatların almadığı davaları savunmaktan doğmuştu. Çoğu kez para almazdı. Aldığında da hiçbir zaman yüksek paralar almazdı. Üniversite eğitimini bitirip ülkeye döndüğü günden beri politikayla uğraşıyordu. Hep hükümet karşıtı olmuştu. Murat onu iktidar partisine girmek için çok zorlamış; “her zaman güçlünün yanında olacaksın be” demiş; Burhan onu dinlemeyip karşıt partiye girmişti. İki dönemdir milletvekili seçiliyordu.
Kemal’in onlarla arkadaşlığı lisede başlamıştı, içten bir arkadaşlık kurmuşlardı. Murat’la Burhan onu eskiden gelen arkadaşlıklarının bir parçası gibi kabul etmişlerdi. Üniversitede birlikteliklerini sürdürdüler. Üçü de Ankara’da hukukta okuyorlardı. Orada ortak pek çok gençlik deneyimleri ve anıları oldu.
Üçünün de yaşamda değişik yol tutacakları üniversite yıllarında belli olmuştu. Murat, suya sabuna dokunmadan gününü gün etmeye çalışırken, Burhan toplumcu düşüncelerle besleniyor ve bu doğrultudaki derneklere katılarak etkin görev yapıyordu. Kemal ise ne Murat, ne de Burhan gibi olabiliyordu. Haksızlıklardan etkileniyor; ancak bu etkilenme kendisini eyleme götürecek oranda olmuyordu. Günlük politik kavgaların dışında, dersleri ve Kıbrıs’taki gelişmelerle ilgileniyordu.
1963 olayları başladığı zaman birliktelikleri bozuldu. Kemal’le Burhan, ne pahasına olursa olsun Kıbrıs’a gitmek istiyorlardı. Murat, onlara eşeklik, enayilik, ahmaklık bastı; yine de yollarından çeviremedi.
Nitekim Kemal, olanak bulur bulmaz Burhan’ı da beklemeden Kıbrıs’a gitti; ancak bir süre sonra geri döndü. Bir süre sonra Türkiye’deki öğrencilerin toplu olarak Kıbrıs’a çıkması konusu gündeme geldi. Erenköy’dü çıkılan yer!
Erenköy’e Kemal’le Burhan çıkmışlar, Murat ise Ankara’da kalmayı yeğlemişti. Hatta onları engellemeye çalışmıştı. Bu olay arkadaşlıklarını bozmadı. Murat, onlar Erenköy’de iken İngilizce dersler vererek Ankara’da oldukça rahat bir duruma geldi, yurttan ayrılarak kendisine bir ev kiraladı. Kemal’le Burhan Erenköy’den dönünce onları kiraladığı eve aldı, parasal yönden kolladı. Üniversiteyi Kemal’le Burhan’dan önce bitirdiği halde, onlar Erenköy’deki süreyi yitirmişlerdi. Kıbrıs’a dönmedi, Ankara’da kaldı. Verdiği İngilizce derslerini çoğaltarak para kazanmayı; bu arada arkadaşlarını kollamayı sürdürdü.
Bir araya geldiklerinde, ne yapsalar, ne etseler, ne konuşsalar Murat’la Burhan arasında şiddetli bir tartışma başlardı. Kemal bu tartışmalara katılmaz, onları dinlemekle yetinirdi.
Yalnız tartışma spor alanına kayarsa kendisi de karışırdı. Kemal Fenerbahçeli, Murat Galatasaraylı, Burhan Beşiktaşlı idi. Kıbrıs’ta tuttukları takımlar da değişikti.
Murat’ın sözünü ettiği kavga bu idi. “Hem, biliyor musun? Burhan’la da çoktandır bir araya gelip kavga etmedik. Onunla kavga etmeyi özledim be” dedi gülerek.”
Kemal de gülümsedi: “Desene bu akşam işimiz iş yine.”
Kulübün önüne çıkmışlardı.
“Sen bir dakika bekle burada” dedi Murat. “Ben içeri girip telefonla bir arayayım Burhan’ı. Kim bilir hangi cehennemdedir? Onu dolaşarak aramaktansa telefonla aramak daha kolay! Hoş bu telefonlar da boktan ya!”
Kemal’in aklına annesinin telefon işi geldi. Ancak Murat, hemen dönüp içeriye doğru yürüdüğü için bir şey söyleyemedi. “Gelince onunla bu konuyu konuşayım” diye düşündü.
Murat’ın geri gelmesi uzun sürmedi. “Nerde olacak? Partide toplantıdaymış. Bir saate kadar ancak gelebilirmiş. Kendisine Karpas yolunda gideceğimiz yeri söyledim. Bize orada katılacak. Biz gidelim. Sen arabanı burda bırak. Dönüşte alırsın.”
Murat’ın lüks Mersedes arabasına bindiler. Kemal “eve haber vermeyecek misin” diye sordu.
“Boşver. Karıya fazla yüz vermek olmaz.” Güldü: “Böyle söylediğime bakma. Telefon ettim bile. Ne olur ne olmaz? Sahi be! Senin karıdan ne haber? Nasıl gidiyorsunuz?”
Kemal yanıt vermedi.
Karakol bölgesinden geçiyorlardı. Murat, sağda içerideki bir yapıyı gösterdi:
“Orası benim!”
Kemal baktı. İki katlı, kocaman, saray yavrusu bir yapı idi. Kaba işi bitmişti; içinde çalışıldığı belli oluyordu.
“Fakat senin evin yok mu?”
“Var! Var da, daha iyisini yapalım dedik.”
“Saray yavrusuna benziyor.”
“Benziyor sözcüğü fazla. Gerçekten saray yavrusu! Her şeyi tamam olacak. Yüzme havuzu bile. İçine giren hayran kalacak!”
“Sana epeyce tuzluya çıkacak herhalde!”
“Boş ver, para oluk gibi akıyor.”
Kemal, lise dönemindeki yoksul öğrenci arkadaşı Burhan’ı anımsayarak güldü.
“Niye güldün” diye sordu Murat.
“Yoksul çocuğu Murat’ı anımsadım. Bu kadar kısa sürede nereye gelmiş diye düşündüm.”
“Bak Kemal! Ben senin gibi enayi değilim, eşek de değilim. Bu düzen böyle oğlum! Becer de nasıl becerirsen becer. Hem sırtımdan bir sürü kişi de ekmek yiyor.”
“Yani birçok kişiyi sömürüyorum demek istiyorsun.”
“Sonuç değişir mi?”
“Herhalde yapı işinde çalışanların çoğu kaçak işçidir.”
“Ne olmuş kaçak işçi ise?”
“Yahu Murat! Yüreğin hiç sızlamaz mı? Bu zavallılar olağan ücretin ikide üçte biri ile çalışıyorlar. Yani karın tokluğuna. Hiçbir güvenceleri yok. Kovuklarda, izbelerde yaşıyorlar. Ülkedeki ücret düzeyini düşürmeleri de cabası.”
“Tam da Burhan gibi konuşuyorsun.”
“Seni anlamak kolay değil vallahi!”
“Anlaşılmayacak ne var bunda? Bu ülkede bir düzen var ve ben düzenin gereklerini yerine getiriyorum. Senin anlayacağın düzenin öngördüğü biçimde bir yurttaşım!”
Kemal acı acı güldü: “Seninle boşuna konuşuyorum. Değiştirelim bu konuyu!”
“Niye kızıyorsun arkadaşım? Sen de bu düzenin emrinde biri değil misin?”
Kemal bozuldu. Ne de olsa Murat doğru söylüyordu. Bugün görevden alınmış olsa bile, yıllarca bu düzenin bir üst düzey görevlisi olarak çalışmamış mıydı?
Yanıt vermedi.
Murat bir sigara yaktı, Kemal’e de uzattı.
“Genellikle kahve ile içerim sigarayı. Ama bir tane yakayım, gereksinimim var” diyerek aldı Kemal.
“Ben çok içerim” dedi Murat. “Günde iki üç paket!”
“Kendi kendini öldürüyorsun sen.”
“Boş ver! Atın ölümü arpadan olsun. Hem şimdiye kadar zararını görmedim.”
Bir süre öylece, sessizce ilerlediler.
Birden Murat’ın aklına geldi: “Biraz önce senin karıyı sordum. Niye yanıt vermedin?”
Kemal yine sustu.
Murat ona dönerek: “Yoksa bir şey mi oldu?”
“Evet” diye yanıtladı Kemal. “Ayşe bugün, Doğuş’u da alarak evden kaçtı.”
“Nee? Kaçtı mı? Ansızın mı?”
“Öyle sayılır.”
“Ne demek böyle sayılır?”
“Öyle işte!”
“Çatlatma yahu insanı!”
Kemal o gün sabah Ayşe ile aralarında geçen tartışmayı anlattı.
Murat, yıllardır Ayşe ile aralarında sürüp giden geçimsizliği biliyordu. “Biliyor musun yahu Kemal” diye konuştu. “Sen Ayşe’ye çok haksızlık ediyorsun. Kaç kere söyledim sana. Gâvur’un o bok mermisi bula bula çocuğunu bulup öldürdüyse Ayşe’nin bunda suçu ne? Sen buldun da bunadın be oğlum. Benim de Ayşe gibi ağzı var dili yok, her zaman iyi niyetli, sessiz, saygılı, hanım hanımcık bir karım olsa başımın üstünde taşırdım. Hem sana bir şey söyleyeyim mi? Senin derdin başka. Sen Nilüfer’i unutmadın. Anladık unutmadın da, Ayşe’nin suçu ne? Kızcağız iyi bile dayandı. Ben karın olsam sana bu kadar dayanmazdım, emin ol! Seni bırakıp gitmekte hiç de haksız değil!”
Kemal yanıt vermedi.
Bir süre konuşmadan gittiler.
Sessizliği Murat bozdu: «Eeee, ne yapacaksın şimdi?»
Kemal, Murat’ı hemen yanıtlamadı. “Ne yapacağımı sanki ben biliyormuşum gibi” diye geçirdi içinden. Sonra Murat’a döndü: “Onu boşayacağım Murat!”
“Çocuk ne olacak?”
“Çocuğu alacağım.”
“O kadar kolay mı sanıyorsun?”
“Sen avukatsın! Söylesene!”
“Bu iş o kadar kolay değil Kemal. Böyle durumlarda mahkeme çocuğu genellikle anasına verir.”
“Ama babaya da verebilir, değil mi? Sen bu işi kıvırırsın Murat. Yargıçlarla da aran iyi!”
Murat, Kemal’in ne demek istediğini anladı. Başka zaman olsa Kemal, bunu kendisini iğnelemek için söylemiş olabilirdi. Ya şimdi? Güldü: “Neyse bu işi sonra konuşuruz. Bu akşam yiyip içmemize bakalım.”
Yeniden sessizce ilerlemeyi sürdürdüler.
Kemal annesinin telefon işini anımsadı. “Yahu Murat! Kaç zamandır anneme bir telefon taktırmak için başvuruda bulunduk. Yanıt bile alamadık. Acaba…”
Murat, Kemal’in sözünü yarıda kesti: “Sen Devlet’in müsteşarısın oğlum. Bana ne söylüyorsun?”
Kemal’in yanıtı kısa oldu: “Artık müsteşar falan değilim ben!”
Murat şaşırdı: “Ne demek müsteşar değilim?”
“Bugün beni görevden aldılar.”
“Neeee?”
“Bugün beni görevden aldılar dedim. Daha açık söyleyeyim: Partin beni işimden attı!”
Son tümceyi, sözcüklerin üstüne basa basa söyledi Kemal.
“Bunlar da çizmeyi aştı. Senin gibi adamı nerede bulacaklar?” Murat, sözünü sürdürdü: “Sen bugün bayağı üzülmüşsün. Darbe üstüne darbe yemişsin. Karı kaçtı, arkasından bu! Vay anasını!”
“Seninle Burhan’ı niçin aradığımı şimdi anladın mı?”
“Anladım. Derdini dökmek, içini boşaltmak istedin. Neyse, kafa çekmeye gidiyoruz ya! İyi edeceğiz değil mi, kafayı çekmekle?”
“Öyle!”
Bir lokantanın önünde durdular. Burası Karpas Yolu üzerinde, Salamis Ormanı karşısında bir yerdi. Murat arabayı park etti. Kapıyı açmadan Kemal’e döndü: “Ha, ananın şu telefon işine gelince. Biliyorsun, bu iş için partide bir komite kuruldu. Telefon işini bir baskı aracı olarak kullanıyorlar. Partili isen sorun yok. Partili değilsen, telefon almak için partiye girmeni istiyorlar. Başka partide isen istifa edip bize katılacaksın. Her iki halde durumu gazetede duyuracaksın. Son zamanlarda bağımsızlığı terk edip, ya da partisinden ayrılıp bizim partiye girdiğini gazetede duyuranların içinde, evine telefon almak isteyip de baskıya dayanmayanlar önemli orandadır. Annenin durumu bambaşka! Eminim ki sen bir dilekçe ile sonuç alacağını sandın. Başka hiçbir girişim yapmadın. Bu düzen içinde ona sıra gelir mi sanıyorsun?”
Kemal, Murat’ın yüzüne bakmakla yetindi.
“Merak etme, ben kocakarının işine bakacağım” diye sürdürdü konuşmasını Murat.
* * *
Murat, “ne içelim, anglia mı, 31 periskân mı” diye sordu. Büyük bir asma çardağının altına oturmuşlardı. Tepelerinde iri taneli verigo üzüm salkımları yeşil yeşil sallanıyordu. Hafiften kızarmaya başlamışlardı.
“Hükümet partisinin güçlü adamına bak! Burada herkes bizi tanıyor. Kaçak içki içmek ayıp değil mi?”
“Ne ayıbı be? Bakanlar, milletvekilleri, yargıçlar, polis müdürleri bile bu işi yapıyor. Ne yani, biz enayi miyiz?”
Kemal bu durumu biliyordu. Lefkoşa’da da birçok yerler, kaçak içki servis ediyorlardı. Yapılan basitti. Kaçak içki, viski şişesine dolduruluyor, masaya öyle getiriliyordu. Birçok üst düzey görevlisinin de kaçak Rum içkisi içtiği, olağan bir şeymiş gibi halk arasında anlatılıyordu.
“Biliyorsun ki ben rakıdan başka içki içmem” dedi Kemal.
“Rakıyı da ben hiç içemem. Anglia ya da 31 periskân içersem hem huzursuz olacaksın, hem de söyleneceksin. Ben viski içeyim, sen de rakı. Burhan da rakıcıdır. O da rakı içer.”
Murat, bir şişe viski, bir şişe rakı, bol meze istedi. “Cikla, diçi, pulya da var mı” diye sordu.
“Derin dondurucuda var. Beklerseniz olur” dedi garson. “Severseniz turşusu da var.”
“Sen bize turşusundan hemen getir. Diğerlerini de derin dondurucudan çıkar. Nasıl olsa zamanımız bol.”
Garson çabucak donattı masayı. Murat’ın buralarda iyi tanındığı belliydi.
Masaya viski ve rakı şişesi, soğuk su, buz ve mezeler geldi. Mezeler arasında beyaz peynirden fasulye piyaza, karazeytinden çakısteze, yoğurttan cacığa, humustan tahine, pancardan gabbar turşusuna, dilimlenmiş turşu yumurtadan domates ve salatalığa, tavuk söğüşten beyin ve dil söğüşe, patates salatasından karışık salataya kadar her şey vardı. Üç ayrı tabak içinde turşu cikla, diçi ve pulya da geldi.
“Kebap falan isteyecek misiniz” diye sordu garson. “Fırın kebabı da var.”
“Bak” dedi Murat garsona: “Bize ne varsa getireceksin. Ortaya bolca fırın kebabı getir. Ciğer ve uykuluk kavur. Sonunda şiş kebabı, şeftali kebabı ve karışık ızgara da yap. Yalnız bir arkadaşımız daha gelecek. Bu bakımdan servise başla, ama yavaş yavaş. Hepsi birden gelmesin. Ha! Pide içinde bize hellim ve pastırma kebabı getirmeyi de unutma!”
“Onlar zaten normal serviste var” diye yanıtladı garson.
Kemal “bu kadar şeyi kim yiyecek” diye sordu.
“Merak etme yeriz” dedi Murat. “Yemediğimiz kalsın.”
Bardaklarını tokuşturdular ve ilk içkilerim içtiler.
“Burası ilginç bir yer. Daha doğrusu bu yörenin lokantaları böyle! Genellikle kuş türleri servis ediyorlar. Özellikle kışın çok çeşitleri olur. Gavcar mantarı, kuşkonmaz, yumurtaotu ve benzeri şeyler de verirler” diye bilgi vermeye başladı Murat.
* * *
Burhan, bir saat geçmeden onlara katıldı. Parti toplantısı epeyce tartışmalı geçmişti. Toplantıda, Demokratik Birlik ile ilgili gelişmeler, hükümetin uyguladığı ekonomik politikalarla baskılar ve sonbaharda yapılacak Kurultay’la ilgili sorunlar görüşülmüştü.
Kemal’le kucaklaştılar.
Burhan da Murat gibi oldukça kısa boylu idi. Murat’ın tıknazlığına karşın zayıftı. Başında çok az saç kalmıştı. Murat’ın esmerliğine karşın ak bir teni vardı, ilk anda olgun bir kişi izlenimini veriyordu. Kahverengi bir pantolon, krem rengi kısa kollu bir gömlek giyiyordu. Ayaklarındaki ayakkabılar kara idi.
“Nasılsın Kemal, görüşemiyoruz bir türlü” diye sitem etti.
Olgun görünüşüne ters olarak ince, tiz bir sesle konuşuyordu:
“Ne yapalım? Olmuyor Burhan. Bir yol tutmuş gidiyoruz işte.”
Burhan, Murat’la da tokalaştı.
Murat, “neredesin düzeni değiştirecek olan adam” diye takılarak karşıladı Burhan’ı.
“Vay senin düzenini de! Yaktınız toplumu” diyerek oturdu Burhan.
“Herhalde rakı içersin” diye sordu Murat.
“Sorulur mu?”
Garson hemen Burhan’a da tabak, çatal-bıçak, rakı kadehi, su bardağı getirdi.
Bardağına rakı koydular. Üstüne su ve buz ekledi.
“Hade şerefe” dedi Murat. “Epeyce oldu bir araya gelmeyeli.”
İçkilerini çektiler.
“Epeyce acıkmışım” diyerek atıştırmaya başladı Burhan.
“Ha şöyle! Kendi karnını doyurmaya bak da diğer açları bir tarafa bırak!”
“Yahu masadakilerle bir ordu doyar. Yazık değil mi? Bu kadarı savurganlık olmaz mı?”
Burhan tutumlu bir kişi idi. Murat, bu tutumluluğunu her zaman pintilik olarak niteleyerek Burhan’ı kızdırırdı. Yine aynı şeyi yapmak istedi: “Biz senin gibi liraya on düğüm atanlardan değiliz oğlum!”
Burhan bu kez kızmadı. İşi şakaya vurdu: “Sen de neredeyse ‘anamıza renga bile almadığımızı’ söyleyeceksin” diye karşılık verdi ve konuşmasını sürdürdü: “Neyse boş ver. Bu akşam seninle tartışmak istemiyorum. Kaç zamandır ilk kez üçümüz bir araya geldik. Ha, sahi nasıl oldu bu iş?” Burhan, bunları söyleyerek yanıt bekler gibi Kemal’e baktı.
Kemal’den önce Murat atıldı: ”Kemal’in bazı sorunları var. Bizimle dertleşmek istemiş. Ben de en iyi dertleşme içki masasında olur diye düşündüm.”
“İyi etmişsin” dedi Burhan. Kemal’e döndü: “Ne gibi sorunların var Kemal?”
Kemal yutkundu. Nasıl başlayacağını bilemiyordu.
Murat yine atıldı: “Hiç sorma, Ayşe Kemal’i terk etmiş.”
Burhan: “Niye?”
Kemal yine hemen yanıt vermedi.
Murat üsteledi: “Anlatsana yahu Kemal!”
Kemal istemeye istemeye sabahki olayı anlattı. Burhan da Murat gibi, Kemal ile Ayşe arasında yıllardır süren geçimsizliği biliyordu.
Burhan: “Doğrusunu istersen Kemal, Ayşe iyi bile dayanmış. Onun gibi bir kadını bu kadar ezmeni doğrusu sana yakıştıramıyordum. Kaç kez söyledim sana. Savaş ortamında serseri bir havan mermisi gelip kızını bulmuşsa, Ayşe’nin bunda suçu ne? Bu olaya dayanarak Ayşe’yi ezdin hep. İnsanlık değil bu! Canın sıkılacak ama yeniden söyleyeyim: Senin derdin başka. Nilüfer’i unutamadın, acını Ayşe’den çıkarıyorsun!”
Murat güldü.
“Ne gülüyorsun? Önemli ve yaşamsal bir konu var ortada” dedi Burhan.
Murat: “Niçin güldüğümü söyleyeyim. Kemal’e hemen hemen aynı şeyleri söyledik. Anlayacağın seninle aynı düşüncede ve aynı cephedeyiz. Onun için güldüm.”
Burhan da güldü.
“Yalnız bu kadar değil!”
“Ne demek istiyorsun” diye sordu Burhan.
“Senin anlayacağın” dedi Murat, “Kemal bugün darbe üstüne darbe yedi. Görevden de alındı.”
Burhan bu kez kahkaha ile güldü. Hem de uzun uzun. Sonunda konuştu: “Bak buna şaşmadım. Şimdiye kadar böyle bir şeyin olmaması olağandışı idi çünkü!”
Burhan konuşmasını sürdürdü:
“Bak Kemal, seninle kaç kez konuştuk. Sen bir kamu görevlisi olarak görevini yaptın. Ama bu iktidara hizmet etmek züldür. Kendini düşün. Sen bu toplumun direniş savaşında üstüne düşen her görevi yaparak ünlenmiş, bulunduğun kamu görevlerinde de her zaman başarı kazanmış birisin. Ne oldu? Bir günde seni harcadılar. Niçin? Çünkü sen onlardan biri olmadın. Tarafsız olman bile onlara yetmedi. Onların defterinde artık tek bir şey var: Kendilerinden yana olanlar ve olmayanlar. Onlardansan sorun yok. Onlardan değilsen eğer, bu toplumda sana yaşam hakkı tanımazlar. Bunun için Devlet olanaklarını, Devlet’in gücünü kullanırlar. Adamına göre yıldırma yöntemleri vardır. Kimine baskı yaparlar, kimini gözdağı ile korkuturlar, kimisini başka türlü korkuturlar. Bunlar da olmazsa çıkar sağlarlar, ya da çıkar sözü verirler. Direneni işinden ederler, işsizi işe almazlar, eşdeğer sorunu olanın sorununu çözmezler, telefon isteyene telefon vermezler. Kısacası kendilerinden olmayanı canından bezdirmek için her çareye başvururlar.
“Bak size bir örnek vereyim: Bize servis eden garson var ya, onu çok iyi tanıyorum. Bu çocuk 8-10 yıldır her turizm sezonunda Salamis Bay otelinde çalışıyordu. Şimdi çalışamıyor. Neden? Çünkü kendisinden hükümet partisine üye olmasını istediler. Olmadı diye işe almadılar. Oysaki bu kadar yıl çalışmış biri olarak kadroya gireceklerin başında geliyordu.
“Başka bir örnek vereyim: Bu oturduğumuz gazinonun mutfağında çalışan bir kadıncağız var. O da aynı durumda. Altmışına yaklaşan, bakacak çocukları olan bu dul kadından bile partilerine üye olmasını istediler. Kadın reddettiği için işsiz kaldı. Her ikisi de uzun süre işsiz kaldıktan sonra, burada iş buldular. Ancak bu işten aldıkları ücret daha düşüktür, üstelik hiçbir güvenceleri yoktur. Sigortasızdırlar.
“Direnemeyip de istemeden partisinden istifa eden ve hükümet partisine girmiş olan kişiler de var. Bunlar işlerini korudular. Ama insanlık onurları ayaklar altına alındı. Böylesine onuru incinmiş kişilerden toplum ne bekleyebilir artık?
“Değişik bir örnek daha vereyim: Hemen dibimizden geçen bu Karpas yolu üzerindeki tüm arsalarla topraklar sessiz sedasız, gizlice dağıtıldı. Dağıtıldı da bu toprakların bağlı olduğu Yeniboğaziçi köylülerinden bir tekine bile, bir tek arsa verilmedi. İlaç olsun diye derler ya, örnek olsun diye bile, bir tek Yeniboğaziçili bu dağıtımdan yararlandırılmadı. Niçin? Çünkü bu insanlar hiçbir seçimde onlara oy vermedi. Ama beyimiz Murat bile dört arsa almış buralardan!”
Murat gülerek karşıladı Burhan’ın sözlerini: “Senin gibi enayi mi olmalıydık? Becerdik aldık işte. Becer de nasıl becerirsen becer. Hem sana söyleyeyim mi? Başa kim gelse aynı şeyleri yapacak.”
Burhan acı acı gülümsedi: “Ne desek boş. Senin felsefen bu! Her zaman söylersin ‘altında kalanın boynu kopsun diye’. Sen arsaları almışsın ama zavallı köylüler altta kalıp boyunları kopmuş, umurunda mı?” Kemal’e döndü: “Bu konuları Murat’la konuşmanın anlamı yok Kemal. Sana diyeceğim şu: Seni görevden aldılar diye hiç üzülme, tersine sevin. Bu adamlar seni kendilerinden görmedilerse onur duyman gerek!”
Kemal, Burhan’ın söylediklerini dikkatle dinledi. Bunlar, ilk kez duyduğu sözler değildi. Kaç kez kardeşi Mustafa da benzer şeyleri söylemişti. Kendisinin de yaşadığı olaylardı bunlar.
Şimdiye kadar görevlerinde vicdan rahatsızlığı duymamıştı. Her zaman Devlet’ten yana olmuş bir kişi idi. Devlet’ten önce toplumun örgütü olarak TMT vardı, o zaman da ondan yana idi. Günlük politika ile hiç ilgilenmemişti. Tüm yaptığı, görevlerinin gereklerini yerine getirmekti. Kendisine ters gelen işler de vardı. Örneğin ülkenin temel sorunu çözüme ulaşmamışken, toplumun davası sürüp giderken bir sürü partiler kurup kavga etmenin, kendisine göre, anlamı yoktu. Ancak Devlet’i yönetenlerin çok büyük hatalar, haksızlıklar yaptıklarını; hırsızların, namussuzların ve zamanında toplumun direniş savaşma ters düşenlerin, direnişten kaçanların el üstünde tutulduklarını, buna karşın toplumun direnişi uğruna yaşamlarını ortaya koyanların “tu kaka” edildiğini gördükçe; düşüncesinin hatalı olduğunu anlamaya başlamıştı. Son zamanlarda bu düşüncesi giderek açıklık kazanıyordu.
Bakanlık’ta başına gelen bazı olayları anımsadı. Bakanı kaç kez onu karşıt partililerin işini yaptığı için uyarmıştı. Kemal, bu uyanlara karşın doğru bildiği yolda yürümüştü.
Bir de Başbakan’ın bir sözü çok etkilemişti Kemal’i. “Biz bizden olmayanları ve bize karşı olanları affetmeyiz” demişti Başbakan. “Eğer dediyse, acınacak bir durumdayız demektir” diye düşündü Kemal. Dalmış gitmişti.
Burhan’ı sabırla dinleyen Murat ise sert bir çıkış yaptı:
“Kemal’i de sana benzeteceksin. Ne yani sen karşıt partide yer aldın, milletvekili seçildin de ne oldu? Züğürtlükten kurtuldun mu ki şimdi de Kemal’i aynı yöne yönlendiriyorsun?”
“Benim kimseyi yönlendirdiğim yok” dedi Burhan. “Ne var ki Kemal dürüst biri. Haksızlıklara dayanmaz. Haksızlıklarınıza karşı olmasından doğal şey olamaz. Kemal, her şeye senin gibi kişisel çıkar açısından bakamaz.”
“Ne dersen de, biz milliyetçiyiz! Halk bizi bırakmaz.”
“Nesiniz, ne?”
“Milliyetçiyiz!”
“Güldürme beni! Milliyetçilik kim, siz kim? Milliyetçi değil, lillicisiniz siz, lillici!”
Erenköy işini anımsatacaktı, boş verdi.
“Şunu söyleyeyim” diye sürdürdü Burhan, “senin partin Kıbrıs Türkü’nün direnişinden kaçmış, hatta bu direnişe karşı çıkmış, Rum’la işbirliği yapmış, toplumuna ihanet etmiş olanların sığınağı olmuştur. Gerisi martaval!”
Murat oralı değildi yahut da etkilendiğini göstermek istemedi:
“Sen ne dersen de arkadaşım; güçlü biziz, yöneten de biziz. Unutma ki her doğan bebek bizim partili olarak doğmaktadır.”
Son sözleri alaylı bir anlatımla söylemişti.
Burhan gözlerini Murat’ın gözlerine dikti: “İşte gerçek durumumuzu gösterecek bir kanıt. Böyle bir sözü söyleyebilen bir Başbakan’ın nasıl bir kafa taşıdığının kanıtı! Ama kuzum, sen gerçekten buna inanıyor musun?”
Kemal, Burhan’la Murat’ın konuşmasını can kulağı ile dinliyordu.
Murat güldü. “İnanana da” dedi alay edercesine!
“Senden ciddiyet beklemek hata zaten! Yine sululaştın.”
“Ulan Burhan! Sen de buluttan nem kaparsın hemen. Siktir et yahu! Ben seninle değil, bu sözü söyleyen Başbakan’la dalga geçiyorum.”
* * *
Uzunca bir süre dereden tepeden konuştular. Ortak anılardan söz ettiler. Fıkralar anlattılar.
Neden epeyce sonra Burhan konuyu değiştirdi: “Neyse! Bunları bırakalım da biraz başka şeyler konuşalım. Ne yapmayı düşünüyorsun Kemal?”
“Hangi konuda” diye sordu Kemal.
Burhan: “Hangi konuda olacak? Karın konusunda. Diğerini siktir et. Bilirim canın sıkıldı, onurun kırıldı, ama bence çok konuşmaya değmez. Sen şimdi asıl diğer konuda ne düşünüyorsun, onu söyle?”
Kemal daha önce Murat’a söylediklerini yineledi: “Ayşe’den boşanacağım.”
Gerek Burhan, gerekse Murat Kemal’i, hatalı düşündüğü konusunda uyardılar. Şimdi ikisi elbirliği etmiş, Kemal’e yükleniyorlar; Ayşe’ye karşı haksızlık ettiğini anlatmaya çalışıyorlardı.
Burhan: “Bak Kemal. Sen Ayşe ile isteyerek evlenmedin, doğru. Ama bu evliliğe karşı da çıkmadın. Onunla evlenmeyi kabul ettiğine göre, kızcağızın suçu ne? Kaldı ki her istediğini yaptı. Çalışmak istedi, bırakmadın. Oysaki o günlerde bal gibi uygun bir iş bulabilirdi. Kısacası diyeceğim şu: Ayşe gibi bir kadına yaptıkların insanlığa sığar mı? Hep kızının ölümünü ortaya atıyorsun. Bu da haksızlık! Bir an nasıl olmuşsa olmuş; kızın, annesinin yanından ayrılarak dışarı çıkmış ve o sırada olan olmuş. Daha önce söyledim. Yine söylüyorum. O serseri havan mermisi hem kızını, hem karını öldürseydi ne olacaktı? Ya da kızın yerine karın dışarı çıksa ve havan mermisi onu öldürseydi ne yapacaktın? Karın öldü diye sevinecek miydin?”
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/bozkurt-ismail/yusufcuklar-oldu-mu-69499711/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.