Kaharlı Altay

Kaharlı Altay
Jaksılık Samiytulı

Jaksılık Samiytulı
Kaharlı Altay

JAKSILIK SAMİYTULI
8 Mayıs 1940 tarihinde, günümüzde Çin Halk Cumhuriyeti sınırları içerisinde kalan Doğu Türkistan’ın Altay-Jemeney-Jeke Lastı bölgesinde dünyaya gelen Jaksılık Samiytulı, 1959 senesinde, Doğu Türkistan (Sinkiang) Enstitüsünün Edebiyat Fakültesini bitirdi. 1979 yılından itibaren, Doğu Türkistan’daki “Altay Ayası” dergisinde, daha sonra da “Sinkiang” Doğu Türkistan Televizyonunda dublaj merkezinin editörü olarak çalıştı. Kazakistan’ın bağımsızlığından sonra, Doğu Türkistan’da yaşayan Kazakların ilk grubunun liderlerinden birisi olarak, Kazakistan’ın Almatı şehrine gelip yerleşti. Samiytulu, bu tarihten îtibâren, Al Farâbî Kazak Millî Üniversitesinin Şarkiyat Fakültesinde Çince ve Çin Edebiyatı dersleri verdi ve Şubat 2007 tarihinde emekliye ayrıldı.
Jaksılık Samiytulı, 1958’de, Doğu Türkistan’da “Yerel Milliyetçiliğe Karşı Mücadele Kampanyası”nın “Sağcılığa Karşı Savaş” hareketi sırasında, “milliyetçilik” suçlamasıyla 20 yıl hapse mahkûm edildi. Kazak ve Çin edebiyatı yanında dünya klâsiklerini de gayet iyi bilen yazar, serbest kaldıktan sonra, on yıldan kısa bir süre içinde 10 kadar roman ve 50 civarında kısa hikâye yayımladı. Ata Mekân (1983), Dağ Meltemi (Tav Samalı, 1985), Ak Dilek (Aq Tilek, 1990 ); Aq Işın (Aq Savle, 1992) isimli romanları bunlar arasındadır. “İkinci Düğün” (Ekinçi Toy) ve “Ana Sütü” hikâyeleriyle “Ata Mekân” romanı, yalnız Doğu Türkistan’da değil, bütün Çin coğrafyasında dikkat çekti.
Jaksılık Samiytulı, 1993 senesinden îtibâren Kazakistan’da yaşamaya başladı. Almatı’da, hem üniversitedeki görevlerini hem de edebiyat sahasındaki çalışmalarını sürdürdü; hatta eskiye oranla daha da verimli yıllar geçirdi. Bu dönemde, Doğu Türkistan’daki Kazakların birçok sahadaki özelliklerinin haritasını açıkça ortaya koyan “Kıtay’daki Kazaklar” isimli eseri, 2000 senesinde Dünya Kazakları Vakfı tarafından Almatı’da basıldı. Bundan sonra, üç roman ve 30 kadar kısa hikâye daha yazdı.
Jaksılık Samiytulı’nun eserleri ve edebî değeri, Kazakistan edebî muhitinin de dikkatini çekti. “Ake Beyiti” (Baba Mezarı) hikâyesi, Kazakistan’da 1996 yılında seçilen en iyi hikâyeler arasında yer aldı. Bu hikâye, ABD’de çıkan World Literature Today isimli dergide de basıldı.
Jaksılık Samiytulı, 1995’ten itibaren, üç cilt olarak hazırladığı ve 1996, 2001, 2004 yıllarında Almatı’da bastırdığı “Sergeldeng” (ikilem anlamında düşünülebilir) isimli üç ciltlik eserinde, Kazakistan’ın doğu sınırları dışında yaşayan Kazakların siyâsî ve târihî mücadelesini anlattı. Kaharlı Altay; Sergeldeng üçlemesinin son cildidir.
Osman Batur’un destânî hayatını konu edinen elinizdeki bu roman, Doğu Türkistan Kazaklarının hayatından gerçekçi kesitler sunmaktadır.
Bu romanın baş kahramanı olan OSMAN BATUR, yaşamış bir kahramandır. 1899 senesinde Altay Dağlarında Aytuvgan boyundan olup, Kürti’de doğmuştur.
Osman Batur, Doğu Türkistan’ın Altay bölgesinde 1930’lardan sonra başlayan istiklâl mücadelesine, 1940 senesinde aktif olarak katılmış ve bu mücâdeleyi Sovyet Rusya, Çin ve Dış Moğolistan idarelerine karşı bizzat yürütmüştür.
Osman Batur’un ciltlere konu olacak destansı hayatı, eşine az rastlanacak kadar olağanüstü cesaret, irade, dayanıklılık, akıllılık ve ileri görüşlülük örnekleriyle doludur. Bu eşsiz kahramanın hayatına 28 Nisan 1951 tarihinde bütün Kızıl Çin’e hakim olan Maoist güçler tarafından son verilmiştir.
Osman Batur ve Doğu Türkistan’daki Kazak ve Uygur Türklerinin davası sadece Türk ve İslâm dünyasında değil, Batıda da çok yankı bulan konular arasındadır. Bu konuda hem akademik hem de popüler sahada birçok makale ve kitap yayınlanmıştır.
Romanda adı geçen Osman Batur, Canımhan Hacı, Alibek Hakim gibi tüm Kazak ve İsa Yusuf Alptekin, Mehmet Emin Buğra, Mesut Sabri Baykuzu, Ahmetcan Kasımî gibi tüm Uygur kahramanların aziz hatıraları önünde saygıyla eğiliyor, rahmetle anıyoruz..

    M.H. Kazakkızı

I
Bir bölük askerle otuz deveye yüklenmiş silah ve mühimmatı Jemeney sınırından getiren Ziyakan, yedi günlük yolculuğun sonunda Zuvka[1 - Zuvka Batur Sabit Damolla oglu, Kazakların-Orta Cüz-Kerey-İyteli Boyundan olup, Çinliler tarafından hunharca öldürüldükten sonra, başı ilk defa kazığa geçirilerek halka teşhir edilen ilk Kazak Türküdür. Bu kahramanın evlatları da 1949 senesinde Doğu Türkistan’dan kaçarak, Alibek Hakim göçüyle beraber Hindistan’a ve oradan da Türkiye’ye avdet etmişlerdir. Zuvka Batur evlatları bugün dünyanın her yerinde Kazak adını yaşatmaktadırlar. (Çev.)](Süha)’nın Kuyusundan geçmişti. Kürti Nehrinin Ku Ertiş Nehrine kavuştuğu yerde biraz dinlendi. Hep geceleri yol almıştı. Buraya vardığında şafak vaktiydi. Taşıdığı yükleri Ku Ertiş’in bir dönemecinde bulunan kayaların altındaki sık ağaçlıklı bir yere indirdi; develeri bakıma, dinlenmeye gönderdi. Bu mevsimde bu bölgeye henüz bahar gelmemiş olsa da hiçbir zaman başka sürülerin ulaşamadığı bu noktada, geçen seneden kalma otlar hâlâ vardı. Develer bütün kış boyu kar altında kalan ve ancak yeni yeni görünmeye başlayan etek büyüklüğündeki koca yaprakları koparıp yemişler, sonra da geviş getirmeye başlamışlardı. Bazı develer tuz ihtiyaçlarını gidermek için yeşil ağaçların budaklarını kabuklarını bile kemiriyorlardı.
Askerlerin bir kısmı ileriye gözetleme ve nöbet için gönderilmiş, kalanları da yemek derdine düşmüştü. Ziyakan’ın uzun süredir yamçılığını[2 - Emireri.] yapan ve artık sırdaş olan ihtiyar yoldaşı Masakbay da, aceleyle bir çay içimlik süt almak için maya[3 - Dişi deve.]yı sağmaya girişmişti. Gayesi bu bir çay içimlik sütle efendisinin gönlünü almaktı.
Ulıbay Kuyusu’ndaki savaşta bir omuzunu yaralayan kurşunu hâlâ vücudunda taşıyan Masakbay, bir an geçmiş günlere döndü. Sarsümbe şehrindeki askerî hastaneye gönderilmişti. Etrafı yüksek beyaz çınarlarla çevrilmiş, Kıran Nehri kıyısındaki hastanede Masakbay bir ay kadar yatmıştı. Tepeden tırnağa beyazlar giymiş, ağızları maskeli ancak sadece masmavi gözleri görünen Rus doktorları onun omuzundaki kurşunu kolayca çıkarmışlar. Masakbay buna şaşırmıştı. Önceleri savaşta yaralananlar ne kadar dayanıklı, iri vücutlu olsalar da birkaç gün içinde ağırlaşır, yaraları kötüleşir, iltihaplanır, ateşi çıkar ve nihayetinde dünyaya veda ederlerdi. Ama burada herşey başkaydı… Yeter ki kirpiği kıpırdasın, canı çıkmamış olsun kâfi; iki üç gün demeden iyileşme belirtileri görülmeye başlıyordu. Üstelik el ve ayakları kopmuş, hatta bağırsakları çıkmış olanların bile çoğu kurtulmuştu. Bunların arasında Masakbay da çabucak iyileşmişti.
Bu sırada, ona geçmiş olsun demek için hastaneye Ziyakan da gelmişti. Geçen sene yaylaya çıkıldığında, Osman Batur’un yaşadığı avula giderken yaşadıkları bir olay sebebiyle Ziyakan onu yamçılıktan çıkarmıştı. O zamandan beri ilk defa karşılaşıyorlardı.
– O sırada yaptıklarından sonra seni bir daha göreceğimi sanmıyordum, dedi Ziyakan, eski küslüklerini hatırlatırcasına.
– Ya. İnsan görmeyeceğim dediği yeri üç kere görürmüş; at, gitmeyeceğim dediği yere üç kere gidermiş derler, diye sırıttı Masakbay saf saf.
– Tam kıvamında, genç gelindi. Elimden kaptın aldın.
– Eskiden Mukırtay’da konakladığımız gece, Köpen’in gelinini de sen benden kapmıştın. Çok zoruna gidiyorsa onun öcünü almış oldum!” diye kıkırdadı Masakbay. Bunun üzerine
– Anlaşıldı, ben de öyle düşünmüştüm, diye yumuşamaya başlayan Ziyakan.
Senin gibi işe yaramazlar işte öyle kinci olurlar. Neyse ben onu unuttum. Şimdi çoluk-çocuk, hanım-manım yok. Kıymet bilen de yok. Sorumluluk ağır; çok keyifsiz, umutsuz bir hâldeyim. Onun için, hiç olmazsa arada sırada nükteli sohbetlerinle biraz gülümseriz, rahatlarız, diye seni özellikle aradım. Kulağımızın dibinden kurşunların vınlayarak geçtiği günlerdeyiz, daha ne kadar ömrümüz kaldı kimbilir? Bundan sonraki hayatımızda beraber olalım. Kabûl edersen, komutanlardan izin alırım. Sana da ziyanı olmaz. En öndeki safta Osman Batur’un kurşunlarına gövdeni hedef etmekten, hurralayarak öne çıkmaya çalışmaktansa, benim yanımda olmak işine gelir. Gördün mü, Osman’ın adamları nasıl nişancı, ha? dedi Ziyakan, özellikle Masakbay’dan birşeyler öğrenmek amacıyla.
– Şeytan da olabilirler, serap da olabilirler. Kahramansan, onlar gibi ol! dedi Masakbay.
Ziyakan kafasını salladı.
– Ancak dikkatli konuş! dedi gerçek dostluğunu göstermek niyetiyle.
Boyu kısa olduğu için devenin karnından biraz daha yüksek görünen Masakbay’ın vücudu zayıf, ama çocuk gibi hareketli, eli ayağı çabuktu. Atla seyahate çok yatkındı. Bu evsiz yurtsuz hayattaki yemek derdini çözmekte de oldukça becerikliydi. Şimdi de o, kara mayanın memesine vura vura, bir çay içimlik süt sağmayı becererek geri geldi.
Jemeney sınırındaki satış merkezinden aldığı çay tabletlerinden birini bolca kırdı ve çaydanlığa koydu. Ziyakan ile birlikte, bu oldukça demli çayı ortalarına alarak iştahla kahvaltıya giriştiler. Uzun süreden beri eve uğramadan kırlarda vakit geçirse de Masakbay’ın yaşadığı yerlerde her zaman bolluk olurdu. Şimdi de bu tüysüz heybenin dibinde, çoktan beri buzlukta beklemiş aş gibi duran koyunun budu, çayın içinde ısıtmak için ince ince doğranmış, dört köşe kesilmiş bavırsak, Rusların nöbet şekeri ve tandırda pişmiş ekmek vardı. Ziyakan’ın elinde saplı demir kupa, Masakbay’ın elinde kara saplı maşrapa. Her ikisi de, hafif donmuş yemekleri kendi kupalarına doldurarak iştahla yemeye başlamışlardı.
Aniden yakınlarda bir silah sesi duyuldu. Rus yapımı beş atarın sesiydi bu. Uzak bir yerlerdeki hedefe gitti ve boğuldu. Ziyakan, yemeğini tam ağzına götürürken durdu ve silah sesinin geldiği tarafa bakakaldı. Gözünü bir noktaya dikerek bir süre sessiz ve hareketsiz bekledi. Sonra bir karara varmış gibi aceleyle:
– Haydi tez bitir. Ata binelim, dedi. Kupasına doldurduğu yemeği aceleyle bitirmeye çalışıyordu..
Bir tarafı Kürti, diğer tarafı Köktogay ve Kara Tünke olan bu bölge, tam bu sıralarda tehlikeli bir mevki sayılırdı. Boğaz boğaza mücadelenin cereyan ettiği yer, burasıydı. Osman Batur mücahitlerinin ileri güçleri Sarıtogay, Şekürtü ve Öndirkara’ya doğru her yönden gidiyorlarsa da onların arkasında, Ulu Dağ’ın girinti çıkıntılarında pusuda yatmakta olan bölümlerinin olması ihtimâli de vardı. Özellikle yeni cephe olacak olan Kubı’nın kumlarından buralara kadar uzanan saha, adeta bir çöl gibidir. Sığınmak ve saklanmak için çalı dibi bile bulamazsın. Osman, çok mücadele etmeden kolayca geri çekiliverdi. Sovyet Destekli Millî Orduyu bu çöle çekerek, bu sipersiz sahrada saldırmayı planlamış olması şaşırtıcı değildi.
Her iki tarafına da ikişer nöbetçi diken Ziyakan, yanındaki Masakbay’la birlikte atını tırısa kaldırdı. Çevreyi en iyi kolaçan edebileceği tepenin zirvesine ulaştığında, yayan ve yalnızdı. Etrafa dürbünle baktı. Uzakta Kürti’nin inişli yokuşlu arazisi, Ku Ertiş Nehri’nin uzayıp giden silueti, beride Akdalanın halı misali serilmiş geniş sahrası; gözün gördüğü her yer sükûnete bürünmüş. Askeri birliğe rastlamak şöyle dursun, bir tek nefer bile yoktu ortalıkta. Sadece Ku Ertiş Nehrinin bir kenarından, biraz evvel kendisinin gönderdiği iki nöbetçinin atlarını yeldirerek gelmekte olduklarını gördü.
Ziyakan atına bindi ve onlara doğru yürüdü.
– Neden silah patladı, kim patlattı? diye sordu.
İki asker birbirinin yüzüne baktı. Ne cevap vereceklerini şaşırmış hâlde duraksadılar. Onların görevi sadece çevreyi kolaçan edip dönmekti. Olmadık yerde kurşun atmak, disipline aykırıydı. Yusufcan ve İbrahimbay kıtasının bazı sorumsuz askerleri, kendilerini askerliğe burada katılanlardan daha üstün görerek ve hükümete daha yakın bularak hareket edebiliyorlar. Başlarında komutan bulunmadığı zamanlarda kafalarına estiği gibi hareket ediyor, bazen de tehlikeli işler yapıyorlardı. Maalesef Ziyakan’ın koruma grubunun askerleri onlardan seçilmişti. Eğer hafif bir yumuşama olursa, Ziyakan’ın emirlerini de dinlememeye hazır gibiydiler. Ziya-kan durumun farkındaydı ve bu yüzden onları sıkı disiplin altında tutmaya çalışıyordu.
– O tarafta bir karakuyruk kuşuna rastgeldik de, diye geveledi birisi.
Ziyakan, gözlerini onun gözlerine dikince. Asker biraz çekinerek gözlerini kırpıştırdı. Arkadaşına yan gözle baktı. İkisinde de bir çekingenlik vardı. Bet beniz atmıştı.
– Nerde o karakuyruk?
– Vuramadık.
– Kim vuracaktı onu?
Cevap veren biraz irkilerek zorla konuştu:
– İşte bu… diye çenesiyle işaret etti.
– Yok. Ben vurmadım. O kendisi vurdu. diye arkadaşına karşı çıktı. Diğeri
– Evet ben vurdum. dedi.
– Niye yalan söylüyorsun?
– Bu “vur” demişti.
– Gerçekten karakuyruk mu?
– Evet yoldaş Albay.
– Hadi gelin. Sen, götür bizi oraya. Ateş ettiğiniz yere götür beni, dedi Ziyakan ciddi bir ifadeyle. İki askerin sözlerinden bu işte bir bit yeniği olduğunu sezmişti. Onu anlamak ve doğrulatmak istiyordu.
İki asker atlarını isteksizce çevirdiler. Önden giderlerken, aralarında fısıldaştılar. Bu fısıldaşma gittikçe tartışmaya dönüştü.
– Sen başlattın, dedi birisi, – Sen yapalım dedin ya, diye geveledi diğer geveze asker.
Atları biraz sürdükten sonra askerlerin biri atının başını geri çevirdi.
– Sayın Albay, bu yalan söylüyor. Karakuyruk değildi, ateş ettiğimiz bir kadındı.
– Ne yapıyormuş kadın?
– Deli bir kadın, dedi sesi titreyerek. Ben değil, şu vurdu onu.
– Ne saçmalıyorsunuz? dedi Ziyakan birdenbire gözleri yuvalarından fırlayarak.
Aklına kızkardeşi Gülzâde geldi. Çoktandır görmemişti kızcağızı. Başkalarından onun, işte bu Şingil, Sarıtogay civarında; hatta bazen Ku Ertiş, Suptı, Kürti, Burıltogay Nehirlerinin boylarında yaşayanların arasında avare avare dolaştığını duymuştu. Ne zaman Gülzâde’yi ve onun şimdiki acınacak hâlini düşünse yüreğine yemyeşil zehir akardı. Ağabey olarak, elinde gücü olan biri olarak, dünyadaki tek kızkardeşinin zor durumuna yardım edemediği için kendi zavallılığına acıyordu.
– Vur diyen bunun kendisiydi, diye geveze asker suçu arkadaşına atmaya çalıştı.
– Ben öldürmeyelim, bırakıverelim, demiştim. Birine bir şey söyler, diye sen bırakmadın.
– Kesin zırvalamayı. Düşün önüme! diye bağırdı Ziyakan.
İki üç tepeyi aştıktan sonra nehre doğru döndüler. Buralarda eski bir patika vardı. Oraya gelince atlarını dizginlediler. Ziyakan, atını mahmuzlayıp öne çıktı. İki eli ve iki ayağı iki yana açılmış, yerde yatan Gülzâde’yi tanıdı.
Atından inerek, dizgini Masakbay’a verdi ve Gülzâde’ye daha yakından dikkatle baktı. Evet Gülzâde. Ta kendisi. Fakat onun zihnindeki terü taze Gülzâde değil. Vücudu kalınlaşmış, tanınmayacak kadar büyümüş. Adeta şişmiş. Bahara yakın aylarda evsiz barksız, yersiz yurtsuz, sığınacak yeri olmadan üstüne üstlük aç sefil bir insan nasıl şişmanlar? Yoksa dünya derdi aklına gelmediğinden, akılsız ussuz dolaştığından su içse bile semirdiği için midir, yüzü gözü oldukça büyük göründü ona. Açık kalan gözleri de gökyüzüne dikilmiş, yatıyordu. Eski deri mantosunun iki eteği de iki tarafa yayılmış. Göğsü bağrı ve daha aşağı bölgeleri tamamıyla açık. Kirlenmekten mi, yoksa havanın ayazından mı vücudu kızarmış, hatta morarmış kalçasında da hiçbir örtü yok. Dizi hafifçe bükülmüş sırtüstü yatıyordu öylece.
Ziyakan bundan sonra çevresini inceledi. Çalı çırpının bulunduğu çukurca bir yerdeydi. Bir evlik alandaki otların gelişi güzel çiğnenmiş olduğu ayan beyan görünüyordu. Bir döşek büyüklüğündeki alanda ezilmiş otlar aynen duruyordu.
Ziyakan aniden geri döndü, mavzerini kaptığı gibi iki askeri delip geçen bakışlarla süzdü.
– Attan inin! dedi sesi titreyerek, bırakın silahları!
Şimdi onun esmer yüzü sanki yangından çıkmış gibiydi. Kısılıp yumulmaya yüz tutmuş gözlerinde zehirli bir ateş vardı. Çıkık elmacık kemiklerinin eklem yerleri şişmişti. Sinirleri tepesine çıkmışken dişini sıktı.
İki asker titriyordu. Bembeyaz kesildiler, elleri ayakları tutmaz oldu.
– Doğruyu söyle! dedi Ziyakan geveze askeri sıkıştırarak.
– Bu başladı, dedi o arkadaşını işaret ederek. Ağlamaklı bir sesle devam etti
– Yoldaş Albay bu yalan söylüyor. O yaptı. Muhterem Yusipcan’ın ”Haydutun kızlarını gelinlerini korumaya gerek yok!” sözünü bana hatırlatarak kendi yolunda giden kadını buraya getiren, bunun kendisidir..
– Doğru mu? dedi Ziyakan.
– Yüzbaşının söyledikleri doğrudur, dedi asker, fakat sadece ben değil bu da…
Ziyakan, adeta put kesilmişti. Bir zaman sessiz sedasız durdu. Neden sonra atlardan birinin okranmasıyla aklı başına geldi.
– Kaldırın, şu tepenin başına götürün, dedi Gülzâde’nin cesedini.
İki asker, onu yakın bir tepeye taşıdılar. Ziyakan onların tüfeklerinin süngüsünü çıkardı ve Masakbay’a doğru fırlatıverdi.
– Kazın burayı. İşte şuradan şuraya kadar, dedi ve süngüsünün ucuyla bir dikdörtgen çizdi.
Masakbay aşağıda atların başında oturdu. Ziyakan yüksekçe bir tepenin başına yalnız olarak tırmandı. Öfkeden kısılmış gözlerini soğuk dürbüne dayadı ve bomboş sahrayı baştan sona süzdü. Koyu yeşilimsi toza bulanmış Burıltogay Nehrinin sisli siluetine uzun süre takıldı kaldı. Oradan yukarılara Sarıtogay’a baktı.
Burıltogay ve Sarıtogay, ikisi bir nehir. Baştarafı Büyük Şingil, Küçük Şingil olarak bölünen nehrin Bulgın’a dökülen kısmına Sarıtogay, Şekürtü’den aşağıya giderken Karabulgun, Düre’den geçen kısmına da Burıltogay adı verilir. Bu nehir, giderek Ülingir Gölüne ulaşır.
Şimdi bu nehir boyunda hayat çok canlı. Osman’ın Kuvvetleri ve onlara katılan Kazakların hepsi orada. Şamsiyya da Kaliman da orada. Güzel güzel kadınların hepsi oralarda. Onların yaşadığı yerde nehir suyu bile sessizce, gürültüsüz akıp gider. Kimseye mecbur olmayan hür hayat da oralarda, Osman’ın yaşadığı yerlerde. Ama burada patron dolu. “Hepinizin tepesinde ben varım!“ diyen Ruslar, patronluk taslar. “Sovyet Destekli Millî Ordu’nun Altay bölgesindeki komutanı olarak tayin edildim.” diye Yusipcan horozlanır. Altay bölgesinin gerçek sahibi benim diye General Delilhan[4 - Delilhan Sügirbayev, 1906-1949. Hayatının son dönemlerinde, kukla Doğu Türkistan Cumhuriyetinin Altay bölgesindeki Sovyet Destekli Millî Ordu’nun generali olarak tayin edilmiştir. Ancak 1949 senesinin Eylül ayında, Sovyetlere ait bir uçakla Pekin’e Çin Komunist Partisi’nin Genel Kurulu’na giderken, İrkutsk şehrinde uçak kazasında ölmüştür. Sügirbayev’in ölümünün kazadan çok suikast olduğu da söylentiler arasındadır.] (Sügirbayev) şişinir. Ziyakan, bir an bunların arasında olmaktan pişmanlık duydu. Amacına ulaştı mı? Ulaşamadı. Onu geriye ittiler. Daha dünkü Konkay, yüzbaşı haliyle bir bölüğe komuta eder. Onun kadar bile olamadı. Şimdi albaylık rütbesi sümüklü oğlanların omzunda bile olabilir. Güvenmiyorlar da “Sür getir, arkamızı topla!” emirleriyle yamçılık ettiriyorlar.
Üzülerek yere baktı. İki asker aceleyle Gülzâde’ye mezar kazıyorlar. Onların ilerisinde daha önceden birçok göç kafilesinin kullandığı eski yol görünüyor. “Zavallı Gülzâde, buralara nasıl geldi? Birinin göç kervanına takıldı herhalde. Vaktiyle “Kızın nasıl?“ diye soranlara göğsünü gere gere göstereceğin güzellikte bir taze çocuktu. Fidan gibiydi. Kader işte. Kaç yaşındaydı bu? Agalak’ta doğmuştu. Ondan beri… ya.. bu sene on dokuzunda. Onun sadece on altısını insan gibi yaşadı. Ondan sonra…“diye Ziyakan gözünü yumdu. Düşünmeye cesareti yok. “Zavallı… hayır! Sabi sübyan. Günahsız, terü taze haline geri döndü. İnsanlığın bu kepaze hayatından kurtuldu. Zalimlik, zulüm, nefsi emmare, insanlığın alçalışı gibi dünyevilikten ayrıldı, hepsinden yukarılara çıktı. Ne yazık ki aklı usu yerinde değildi. Yoksa, gerçekten günahsız insandı…”
Gülzâde‘nin mezarı çok derin kazılmadı. Normalde şeriata göre kadın kısmına insanın göğsüne gelecek kadar derin mezar kazılırdı. Fakat Masakbay vurulan insanın şehit olduğuna hükmederek, şehitlere cenaze merasimi yapılmasa da onların cennete gideceğini söyledi. Ziyakan‘ı inandırdı. Cesedi kaldırmak için yaklaşırken Ziyakan gürledi:
– Kes! Renksiz yüzü daha beter renksizleşti, zor nefes alıyordu. Başını çevirip askerin birine bağırdı: “Çıkar üstündeki paltonu!”
Ziyakan, askerin paltosunu mezarın dibine kendi elleriyle serdi. Sonra Gülzâde‘yi göğüs hizasından kucaklarken, kendisine yardımcı olmaya çalışarak ellerini uzatan askere bağırdı.
– Çek ellerini! Tutma onu pis ellerinle! dedi iğrenen bakışlarla.
Cesedin yüzünü kıbleye döndürerek sağ yanına yatırdı. Ellerini ayaklarını düzledikten sonra ikinci askere yine vuracakmış gibi baktı:
– Getir paltonu!
Bununla Gülzâde’nin yüzünü örttü. Nehir boyundaki kurumuş dal budaklardan birkaç kucak getirtmişti. Onları acele etmeden dizdi. Üstünü otlarla örttü. Sonra toprakla iyice kapattı.
– Elveda canım, beni affet! Ahirette buluşuruz, dedi Ziyakan sesi titreyerek.
Masakbay bildiği duayı okuyup yerinden kalktığında, yüreği ağzına geldi. Hâlâ beti benzi atık hâlde olan Ziyakan, mavzerini çıkarmış, kapkara suratla duruyordu.
– Mirza! dedi Masakbay, onun niyetini anlamış gibi.
– Konuşma, çekil şuradan, dedi Ziyakan ona dişlerinin arasından. Sonra iki askere bütün nefretini kusmaya başladı. “Ulan, zebanîler, kıpırdamayın! Durun! Mezara yakın gelin. Sizin pis kanınızı burada akıtacağım. Maskara olmuş, akıl usu kalmamış, insanlıktan çıkmış bir zavallıya, günahsıza bu hayatın rezilliğini çok gördünüz. Sizin gibi zalimlere, Gülzâde için, temiz pak bu genç can için, ben de bir hüküm vereceğim. Hiç olmazsa aklı başında sağlıklı biri değildi. Bu fâni dünyada felekten yediği sille yetmemişti. Yarım canlı bu zavallıya yaptığınız ihanetiniz için, insanlıktan çıkmış arsızlığınız için, ikinizin de canını cehenneme göndereceğim!” dedi. Gözleri kan çanağına dönmüştü..
– Mirza!…, – Sayın Albay, diye Masakbay ile günahkâr askerler aynı anda yalvarmaya başlamışlardı ki, Ziyakan mavzerin tetiğine basıverdi. Silahın ağzından çıkan mavi duman havaya yayılıncaya kadar basmaya devam etti. Başını dikleştirdi, göğsünü gerdi, taş gibi soğuk, yemyeşil gözlerini kısarak yaklaştı. Daha canlarını teslim etmemiş olan askerlerin son nefeslerini vermelerini bekledi. Rahatlamıştı. Mavzerin ağzına üfledi ve kılıfına geri koydu. Masakbay’a dönerek:
– O iki atı şu tarafa götür, koşum takımlarını çıkar da salıver, dedi.
Ziyakan, asker kampına döndükten sonra da kimseyle konuşmadı. Akşam oluncaya kadar bir tepede yalnız başına oturdu. Akşam olup da karanlık çökmeye başladığında kervanı harekete geçirdi, yola çıktılar.
– Aşağıya doğru! Sarıbulak’ın doğusunu geçip Öndirkara’ya doğru! dedi Masakbay’a kısaca. Kimseye sezdirme. Sabah olmadan yetişmeye çalış. Ben arkadayım.
– Mirza, dedi Masakbay. Ziyakan’ın niyetini anlamıştı ve tepeden tırnağa silahlı askerlerden çekiniyordu.
– Hepsi de coğrafî özelliklerden habersiz angutlar. Gecenin karanlığında nereye gittiklerini anlamazlar bile, dedi Ziyakan inandırıcı bir tavırla.
– Sadece bocalamadan, sallanmadan işi devam ettir.
Şafak sökerken, etraf seçilmeye başlar başlamaz, durmadan yol alan asker kervanı Burıltogay Nehrine yakınlaşmıştı. Bıdırmak kumluğunun kenarına geldiklerinde Ziyakan, kervanı acele durdurdu.
– Bölük dur! diye komut verdi. Olağanüstü hâl durumunda olduklarından bütün askerler silahlarını bir araya topladılar. Kendisi mavzerini kılıfından çıkararak nöbete geçti ve Masakbay’a bütün tüfeklerin şarjörlerini çıkarıp toplamayı emretti. Sonra yola tekrar düzüldüler; kervan, hiçbir eksiği olmaksızın topluca Osman Batur’un Karargâhına yollandı.

II
Osman Batur’un mücahitlerinin peşine Sovyet Destekli Millî Ordunun askerleri düştü. Yüzbaşı Yusiphan Yasinov komutasındaki Tarbagatay Üçüncü Atlı askerleri Kara Tünke Sarıtogay cihetinde, Narmantı”ya kadar yayılan Jılkaydar askerlerinin önünü kesmek, onları geri çevirmek görevini üstlendi. Smirnov grubuna Kürti Nehrinden aşağı inmek, Akdala’yı boydan boya geçmek ve batıdan tekrar geri dönerek Osman Batur’un mücahitlerini çembere almak emri verildi. Kalan iki taburun arasında kahramanlığıyla ün salmış Fethullah Bölüğü ile Beşkajı; Şekürti ve Öndirkara cihetinden mücahitlere tam ortadan saldırdılar. Aslında hepsi de daha önce yaptıkları gibi topyekün saldırıya geçmeden bölük bölük, grup grup ayrılarak ve bağlantıyı aradaki habercilerle sağlayarak çeşitli yönlerden bütün Burıltogay Nehrini kuşatmak, çembere almak için hızla ilerliyorlardı.
Osman Batur, güvenilir habercilere bakarak kendisine büyük bir saldırının planlandığını tahmin ediyordu. Moğolistan Kızıl Ordusunun yüzbaşısı ve Moğolistan’ın Çapayev’i ünvanını alan meşhur Dandar Batur, Maykantas’tan aşağıya doğru, İytjalagan Dağı’nın doğusundan Dabısın’a gelmişti. Eğer Osman Batur’un mücahitleri Sarıtogay’dan karşıya geçmeye yeltenirse, onları Narmantı Dağı’na ulaştırmadan tam ciğerinden vurmayı hedef almış, bekliyordu. Yüzbaşı Yusipcan Könbayev komutasındaki Kobık İkinci Süvari Alayı da acele yola çıkmış; Kasım Kamır ve Küren Tepki Dağlarının yamaçlarından hareketle tez vakitte Smirnov Alayıyla birleşmek ve Osman’ın birliklerini batı ve güney cephesinden kuşatmak emrini yerine getirmek için gece gündüz yol alıyorlardı.
Buna karşın, Osman mücahitleri de dağılarak baş kısmı Sarıtogay, ayak tarafı Karabulgın-Düre arasında göçmekte olan ve başı sonu daha yeni toparlanmaya başlayan sivil halkın çevresini güvene almak gayesiyle mevzilenmekteydi. Bir taraftan tepeden tırnağa silahlı askerlere karşı savaş hazırlığı yaparken, diğer taraftan nehir boyunca köşeye sıkışmış sivil halkı nehirden geçirmek ve soykırım demek olan bir saldırıdan kurtarmak için acele etmek gerekiyordu.
Bu sırada Burıltogay Nehri boyunda mart ayının ılık günleri başlamıştı. Yükseklerden aşağıya uzun ağaçların ince dallarını hafifçe sallayarak yavaşça esen rüzgâr, nehrin yüzündeki buzları inceltmeye yüz tutmuştu. Güneşin tepeye vurduğu sırada, bütün kış boyunca kalınlaşan ve kat kat donan cam gibi buzların üstünde yavaş yavaş sular görünmeye başladı. Akşama doğru nehrin üstünde birçok yerden delikler açılmıştı bile.
Buzlar erimeden nehirden geçmek için bütün avullar kendi tedbirlerini almaya çalıştılar. Nehir boyunca sıra sıra yerleşmiş avullar, önce çoluk çocukları sonra yükleri ve en sonunda da hayvanları nehirden geçirmeye başladılar. Bunu yaparken, özellikle gecenin ayazından faydalanmayı ve ayazda tekrar donan buzların üstünden geçmeyi hedeflediler. Uyuşmadan, ağırlık vermeden, çabuk hareket ederek buzun üstünden karşıya geçmeye gayret ettiler. Kırılmaya yüz tutan ve ilerden bir yerlerden çatırtıyla yürekleri ağza getiren buz üstündeki dansa uygun ilerleyerek, ayaklarının ucuna basarak, gözleri korkudan büyüyerek, çabuk çabuk ve dikkatlice geçiyorlardı nehri. “Allah, Allah!“ diyerek öbür yakaya yetişip yere yıkılıyorlardı. Karabulgın Nehrinden İyteli Avulundan iki devesiyle bir ihtiyar kadının, Sarıterek’ten de öküze binmiş bir kızın nehre düşüp boğulmasından başka kayıp olmadı. Herkes, sağ salim kurtuldu.
Çok geçmeden çatışma başladı. Sarıtogay‘a ulaşmış dinlenmekte olan Yusipcan askerlerine Jılkaydar grubu saldırdı ve çok zayiat verdirdi. Ayrı yollardan ve her yönden tek tek gelip mevzilenen Osman Batur mücahitleri, işaret için atılan kurşun sesiyle saldırdı ve kime nasıl karşılık vereceğini şaşıran Yusipcan ve askerleri, aklını başına alıncaya kadar boşuna kurşun harcadılar. Toktıbay Batur başkanlığındaki beş asker, yağmur gibi yağan kurşuna aldırmaksızın bir köşede duran 50-60 atı önlerine kattılar ve böylece düşmanın bir tabur askerini yayan bıraktılar. Sarıtogay Nehrinden aşağıya yüzerek bir köşeden çıkan sekiz on asker, orman içinden saldırıya geçti ve Yusipcan‘ı asker kampından kaçarak Şekürti yönüne, nehrin güney tarafındaki çıplak araziye sığınmaya mecbur ettiler. Bütün alay, o sırada biraraya gelerek yeni saldırı planlarını oluşturdu.
Smirnov Alayı, Kobık’tan gelmekte olan Nusiphan birliklerini beklemiş ve nehir kenarına yaklaşmıştı. Bunlar, Akdala merasının aşağı eteğinden yavaşça ilerliyorlardı.
Can alınan, can verilen en kanlı mücadelelerin geçtiği kıyamet sahneleri, Şekürti‘nin aşağı boylarında, Osman Batur Avulunun çevresinde yaşanıyordu. Bölge coğrafyasını iyi bilen Fethullah Bölüğü, Beskajı ve Konkay Bölükleri Osman mücahitlerinin çevresini kuşatıp ani saldırıya geçtiler.
Bu çarpışmada özel gayret sarfeden grup, Konkay grubuydu. Daha önceden, Nogaytı‘da ellerindeki esirleri serbest bırakması ve Millî Ordu’nun şerefine gölge düşürmesi sebebiyle General Delil-han (Sügirbayev) ona çok kızmıştı.
Bu seferki çarpışma, sadece Konkay için değil, Sovyet Destekli Millî Ordu için ve bilhassa Leskin için özel öneme sahipti. Yukarı taraftakiler, Taşkent ve İle (Gulca) idareleri, Osman Batur‘u ele geçirmenin, Osman’ın mücahitlerini yok etmenin ve böylece Altay‘daki Kazak ayaklanmasına nokta koymanın en uygun zamanı şimdidir, fikrindeydiler. Bu sefer, Osman’ın mücahitlerinin hiçbirini sağ bırakmamak konusunda bütün orduya kesin emir verilmişti. Bu yüzden Bedelhan önderliğindeki Sarsümbe Alayı da, İbrahimbay komutasındaki Dörbiljing Dördüncü Süvari Alayı da bütün gayretini sarfediyordu.
Bu çarpışmada, Osman Batur da kendi gücünü sonuna kadar kullandı. Bedelhan ve İbrahimbay Alaylarıyla denk kuvvette olduğuna inandığı Kapas (Abbas), Keles, Keşapat ve Jeksen komutasındaki bölükleri gönderdi. Osman Batur kendisi de attan inmedi; her an, her saat başı bölüklerin yanında bulundu ve beraber savaştı.
Karşıdaki düşman ne kadar güçlü olursa olsun, Osman Bölükleri onlara yenilmedi. Özellikle Ziyakan‘ın getirdiği 30 deve yükü mühimmatın çok faydasını gördüler. Kapas, Keşapat gibi kahramanlar, sahra savaşları için özel olarak yapılan elli atar pulemetleri[5 - Ağır makineli tüfek.] koşum takımına dayayarak, atla giderken bile kullandılar. Önceden belli noktalara mevzilenmiş makinalılar, İbrahimbay Alayının yaptığı birkaç saldırıyı geri püskürttü. Topyekün cepheye sürülen asker yığınlarını, domino taşları gibi yere yıkıyorlardı.
Bu çarpışmada Maliypa‘nın bir fikri çok faydalı oldu. Maliypa, bir gece önce bütün evleri dolaşarak, özellikle genç gelinleri ve eşleri, ön saflarda savaşa katılan erkeklerin hanımlarını, toplamış gelmişti.
– Silah kullanamasan da atına sahip olursun; tüfeğine, makinalısına kurşun dizersin. Biz de insanız. Bizim canımız savaşan erkeklerden daha mı kıymetli? Hepiniz geleceksiniz, diye her bir savaşçının peşine bir gelini takmıştı.
İki günlük kanlı çarpışmada iki taraf ta bütün güçlerini sarfetmişe benziyorlardı. Osman Batur tarafı, kendilerini tamamiyla yok etme emri almış olan Sovyet Destekli Millî Ordu’nun avucundan kurtularak, geniş alanlara çekilmeyi, kendilerine çeki düzen vermek için saldırmayı ertelemeyi uygun gördü. Sovyet Destekli Millî Ordu’nun bütün amacı Osman Batur‘u bu noktada ele geçirmekti. Fakat defalarca saldırsalar da yeni silahlarla donanmış Osman Batur’un mücahitleri kimseyi yaklaştırmadı. İbrahimbay ve Bedelhan’ın Alayları beraber saldırıyı denedilerse de, önlerinde Fethullah’ın Bölüğü ölüme atıldıysa da hiçbir sonuç vermedi.
Üçüncü gün şafak sökerken, Kapas ve Jantas bölükleri, nehrin karşı tarafına geçmeye çalıştı. Nehrin buzu erimişti. Şafak sökerken nehirde irili ufaklı buz parçaları yüzmeye başladı.
Yiğitler, nehri atla geçmeyi uygun buldular. Büyük gocuklarını, kalın deri pantalonlarını çıkaran gençler, önlerine gelecek buzları iteklemek için birer uzun sopa alarak taş gibi soğuk buzlu nehre daldılar. Nehrin güneyine geçerek aşağı taraftan gelmekte olan Smirnov ve Nusipcan Alaylarına karşı güçlü bir savunma hattı oluşturdular. Hedefleri Kubı’nın kumluğuydu. Sabaha karşı Şekürti‘nin aşağısından nehri geçen Fethullah Bölüğü, Osman Batur mücahitlerinin doğusu için tehlike oluşturdu.
Kapas Batur‘ın bölükleri, Nusiphan Alayını anında parçaladı ve kaçanlar, Smirnov Alayına katıldılar. Böylece Kubının Kumına gidilecek ilk yol açılmış oldu. Beklenen de buymuş, elleri atlarının dizgininde eşyaları yüklenmiş hazır bekleyen sivil kitleler, ihtiyar adam, kadın, çoluk çocuk hepsi anında hareket etti. Burıltogay Nehrinden başlayan beyaz kumluk arazide kendilerini düşman gözünden saklayacak büyük kayaları ve suların eskiden açtığı büyük arkları kullanarak acilen yola çıktılar.
Sivil halkın kuşatmadan kurtulduğunu anlayan Sovyet Destekli Millî Ordu komutanları çok bozuldu. Sivil halkın göçünü takip etmektense, bütün nefretlerini Osman Batur mücahitlerine kusmak için emir üstüne emir yağdırdılar. Leskin, bizzat ön saflara geldi.
Askerlere yöneltilen emir, son derece sertti:
– Eğer ele geçirirseniz, Ziyakan‘ı bulduğunuz yerde doğrayın. Fakat Osman‘ı, mümkünse canlı yakalamaya çalışın.
O günün sabahında Jantas yüzlükleri, Smirnov Alayında ön safta yol gösterici olarak bulunan Konkay Takımının önüne çıkarak çarpıştı. Yüksek kum tepelerinde, bele kadar gelen siperler kazarak önlerine seksevil[6 - Seksevül, Orta ve iç Asya’ya özgü bir bitki çeşididir.] dalları koyup, kurumuş iğde ağaçlarından siper hazırlayarak pusuya yatmış olan bu manga, açıktan kendisine saldıran Jantas yüzlüklerini yaklaştırmadı. İlk defa yapılan bu karşılaşmadan hiçbir sonuç çıkmadı.
Jantas iyice canı sıkılmış, sinirlenmiş, hidddetlenmiş bir hâlde tir tir titrerken:
– Şu yüksek kum tepesini gördünüz mü? Tam orada mavzerle ateş eden, Konkay’ın ta kendisi. Yanında çok adam yok. Belki altı yedi kişiler. Dikkat ediyor musunuz? Bu tepe, buranın en yüksek tepesi. Eğer orayı ele geçirirsek, onun aşağısındaki bütün Konkay Takımını paramparça edeceğiz. Böylece diğer yandaki Rus askerleri de bu tarafa geçemezler. Öyleyse, şu tepeyi almamız lâzım. Onun için ben, Konkay’ın tam sırtına kadar yalnız giderim. sipere atlar, girer ve doğruca Konkay’ın elindeki mavzeri kaparım. Oradakileri Konkay’la birlikte halleder, size tımak[7 - Tımak, Kazakların geleneksel kalpağının adıdır.]ımı sallayarak işaret veririm.
– Deli cesareti!
– Ölümüne mi susadın? dedi, daha önce nice çarpışmalara girmiş arkadaşları.
– Ihtimâl yok, ama tevekkül Allah’tan! diyerek onu göndermek istemeseler de, canları burunlarındaydı ve bıçak iyice kemiğe dayanmıştı. Hiddetten neredeyse patlayacak hâlde olan Jantas, hiçbirini dinlemedi.
– Ben ölürsem, Şakabay[8 - Şakabay, Kazakların Orta Cüz- Kerey-Jantekey Boyunun bir alt boyudur.]ın bir kadını, yine bir oğlan doğurur, diyerek gocuğunu çıkardı, ağırlıklarını üzerinden attı ve bir belaya hazırlanırcasına :
– Siz, o tepeye doğru nefes aldırmadan ateşe devam edin! dedi.
Jantas, anında kayboldu. Tüye kuyruk, jıngıl ve sekseviller[9 - Tüyekuyruk, jıngıl ve seksevül, hepsi de bitki adlarıdır.] onu saklamak için elbirliği etmiş gibiydi. Arkadaşları Konkay’ın sipere yattığı tepeyi hallaç pamuğu gibi atmaya başladılar.
Et kaynatımı bir vakit geçtikten sonra, Konkay’ın siperlendiği tepeden sadece bir el mavzer sesi duyuldu; siperden yuvarlanarak kaçan iki kişi birbiri arkasından yere düştü. Hemen ardından da Jantas’ın tımakı havada göründü.
Jantas’ın arkadaşları fırlayıp tepeye vardıklarında, dar siperin içine zar zor sıkışmış, elleri arkasından bağlanmış, yüzükoyun yerde yatan Konkay’ı ve ensesinde kartal gibi oturan Jantas’ı gördüler. O, düşmanın tam sırtından gizlice gelmiş, Konkay’ın tam ensesinden sipere atlamış, elindeki mavzeri çekmiş almış ve tetiğe basıvermiş. Konkay’ın askerleri şaşkınlıktan kurşuna karşı kurşun atmayı bile beceremeden kaçmışlar.
Konkay’ı koşum takımı olmayan bir ata bindirdiler, ayağını atın karnından bağladılar ve arkaya doğru yönelttiler. Jantas, bu yüksek tepeye iki tane ağır pulemet getirip kurdu. Nehirden bu tarafta mevzilenen bütün düşman siperlerini temizledi. Bu tepelere mevzilenerek Smirnov Alayına karşı kuvvetli bir savunma hattı kurdu.
Bu sırada başka cephelerdeki çarpışmalar da şiddetle devam ediyordu. Böyle yattıkları yerde çarpışıp durmayı faydasız bulan Osman Batur, savaş devam ederken, akşama doğru karanlık basar basmaz, belli etmeden bütün meydanı boşaltarak çekilip gitmeyi planladı. İkindi vakti civarında Keşapat, Manat, Nurkojay[10 - Nurkojay Bahadır, Orta Cüz-Kerey-Jantekey-Şakabay Boyundandır. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak İstanbul’da vefat etmiştir. Evlatları Türkiye’de ve Avrupa’da yaşamaktadırlar.] yüzlükleri nehri geçmiş ikiye ayrılmış, Smirnov Alayıyla Fethullah Alayına karşı savaşa devam ederken, Keles ve Jeksen yüzlüklerinin önünü açmak için bekliyorlardı.Tam bu sırada İbrahimbay Alayının üç taburu birden saldırdı ve Keles ile Jeksen yüzlüklerinin ara bağlantısını kesti. Keles askerleri savaşmadan nehrin öbür yakasına geri çekildiler.
Osman Batur, Jeksen yüzlüğünün arasındaydı ve Jeksen’le beraber bir tepede oturuyorlardı. Onların yanında yedi sekiz kadar nişancı vardı.
– Sen yüzlüğü geriye çekmeye başla! dedi Osman Batur Jeksen’e. “Ben, bunları engelleyeceğim.”
Jeksen, genç olduğu için hürmetle:
– Önce siz gidin, Batur Aga; burasını bana bırakın! dedi.
– Yüzlüğün kaderi senin ellerinde. Çabuk toplan ve geri çekil! Burada, öyle korkulacak tehlike yok. Ama ben buradan ayrılırsam bütün askerlerin morali çöker. Tez atla! dedi Osman Batur. Kendisi savaş alanından giderse, savaşın genel gidişatının tersine döneceğini düşünüyordu..
Jeksen’lerin geri çekilmeye başlamasından kısa süre sonra, Osman Batur’un yattığı tepenin arkasından kurşunlar yağmaya başladı. Osman Batur, bu tepelerin arkasından şaşırmadan gelebildiklerine bakarak, bunların Beskajı Mangası’nın olduğunu tahmin etti. Osman Batur yanındakilere:
– Fırlayın, aşağıya eteklere doğru inelim; kaçarken vurmaya devam ederiz! diye bağırdı ve kendisi de sürüne yıkıla aksak ayağıyla koşmaya başladı.
O kadar güçlü bir saldırıydı ki, her şey bir anda olup bitti. Osman Batur’un yedi arkadaşından sadece biri ona katılabilmişti. O da put kesilmiş arkasına bakakalmıştı. Osman Batur:
– Kap![11 - Eyvah, tüh!] dedi hiddetle.
Güneş hâlâ batmamıştı. Batıdaki yüksek dağların ucundaki bulutlara kızıllığını sürmeye yeni başlamıştı. Karanlık olsaydı, belki gözden kaybolmak mümkündü. Fakat daha erkendi. Beskajı‘lar onları görmüş, tanımış olduklarından tam hedefi vuruyorlardı. Osman Batur, bunları düşününceye kadar yanındaki yoldaşı da yere düştü.
Osman Batur, kaşla göz arasında yalnız kaldığını sezdi. Atların dizgincisi aşağı eteklerdeydi. O tarafa doğru eğilerek koşmaya çalıştı ama önündeki Jantak, Tüyekuyruk gibi çalılıkları dümdüz eden pulemet ateşi onu durdurdu. “Kap! Eyvahlar olsun! Beni canlı yakalamanın yolunu bulmuşlar!..” diye düşünen Osman Batur, aniden geri dönüp, tepeden akan suların çukurlaştırdığı bir doğal sipere girdi, biraz nefes aldı. Bu doğal siper. İnsan boyu derinliğindeydi. “Ölmeyen insana ölü balık bulunurmuş.“ dedikleri doğruymuş, diye düşündü bir an. Kendi durumunu değerlendirirken, aklından “Böyle oturup kalmak da, karşı saldırıya geçmeden kaçmak da olmaz.“ düşüncesi geçti. “Çünkü onlar her taraftan kuşatarak yakalayacaklar. Yakınlaştırmamak gerek. Kimin kafası görünürse vurmak ve gecenin koynuna girinceye kadar dayanmak lâzım.“ Osman Batur, saklandığı siperin diğer tarafından, belindeki kamçısının ucuna geçirdiği tımakını kaldırdı. Anında tam tımağın alın hizasından kurşunu yapıştırdılar. “Nişancıymış! Beskajı olmalı… Tımakın[12 - Bir nevi kalpak.] kunduzluk takılan yerinden vuramazsa hedefi tutturamayacağını biliyor.“ diye düşündü.
Biraz sonra siperin yukarı tarafına koştu. Arada sırada kamçının ucundaki tımağını kaldırıyordu. Kendisi de epeyce kurşun harcadı. Şimdilik kimse yaklaşamıyordu. “Hepsi de uzakta tepe başındalar. Onların da canı tatlı tabii…” diye düşündü Osman Batur.
Osman Batur, ne kadar yol aldığını tahmin edemiyordu. Bir süre sonra bu doğal siper de geride kaldı. Önünde dümdüz bir alan uzanıyordu. Az ileride yüksek bir tepe gördü. “Ah, oraya yetişebilseydim. Yükseğe mevzilenmek savunmanın en güzeli…“ diye düşündü.
Karşıdakinin Osman Batur olduğunu anlayan düşman askerleri de her taraftan kuşatarak hızla geliyorlardı. O ise tez elden tepeye yetişmek için çırpınıyordu. “Öldüm, bittim!“ derken tepeye yetişti ve nefes alabildi. Şimdi farkediyordu ki, bütün çevresi kuşatılmış. Her tarafta düşman askerleri. “Yakalanmak, buna denir.” diye acındı kendine. “Yok bu mümkün değil. En sonuncu kurşunu kendime ayırmalı. O zamana kadar çarpışacağız…“
Omzundaki deri heybe dolusu kurşunu vardı. Heybe hafiflemiş gibi. Gocuğunu çıkarıp yere yaydı ve heybedeki kurşunları üstüne döktü. Allah’a şükürler olsun, daha epey kurşun varmış. İlâve olarak iki de el bombası var. “Böyle malzemelerle kolayca teslim olmayız.“ düşüncesiyle biraz sevindi.
Ne var ki, düşman güçleri, ısrarcı kuşatmayı ve hedefi milim şaşmadan, kıpırtıyı vurarak saldırıyı sürdürdü. Bazen Osman Batur‘un başını kaldırmasına müsaade etmeyecek şekilde yaylım ateşine giriyorlardı. Osman Batur, çaresiz saklandığı yerden kıpırdamadan dayanıyor “Yüreksiz, bu köpekler! Yoksa, bu fırsatı kaçırmadan, arka taraftan gelip saldırabilirler.“ diye düşmanının zayıf yönlerini de değerlendiririp, hesaplar yapıyordu.
Her türlü pusuyu, çarpışmayı, savaşın bütün metodlarını yaşamış olan Osman Batur‘un en önemli özelliği, böyle durumlarda, telaşa kapılmadan sabırlı hareket etmeyi bilmesiydi. Şimdi de aynı sabrı gösteriyor ve telaşlanmıyordu. Fakat endişesiz değildi. Hangi taraftan nasıl tuzaklar kurulabileceğini hesaplayarak hepsine karşı tedbirler düşünüyordu. Düşman tarafının önden, arkadan, sağdan, soldan yaptığı atışlar, Osman Batur‘un kendisine kurulan pusuyu anlamasına yetti. Vaziyet? pusunun gerçekleşmesine imkân verecek gibiydi. İş kötü. Yalnız başına. Tek bir mavzer. Pulemet bile değil. Saldırırlarsa, ezecekleri aşikar. Belki şimdi yaparlar. Belki şu dakikalar, Osman Batur‘un bu dünyadaki son dakikalarıdır. Bunu düşünürken, teyemmüm yaptı ve iki rekat namazını sessizce kıldı. Kelime-i şehadet getirdi.
İnadına hava da hâlâ kararmadı. Deminki pamuk bulutların üstünde oturdu kaldı. Düşman çemberi de gittikçe daralmakta. Onlar da güneş batmadan önce kendisini ele geçirmeyi planladıkları için aceleci davranıyorlar. Osman Batur, kimbilir kaç tanesini vurdu; ama sayıları hiç de azalacak gibi değil. Biraz daha yaklaşıp saldırırlarsa, onu ele geçirmeleri mümkün.
Dört yönünde dönen hesapları Osman Batur da tahmin ediyordu. Batısında ve güneyinde Beskajı Takımı, kıpırdayanı uçurur. Nişancı. Öbür iki tarafı somun pehlivanları. “Vurursak vururuz, vurmazsak boşa harcarız“ mantığıyla kurşun savurup duruyorlar. Osman Batur, “eğer fırsatı yakalarsam, o taraftan çemberi yarmayı denerim.“ düşüncesini aklından geçiriyordu.
Yağmur gibi kurşunlar Osman Batur‘un başını kaldırmaya fırsat vermiyordu. Aniden karşı tarafın bir kenarından bir vaveyla yükseldi. Daha biraz önce her tarafı tarayan pulemet sesi diniverdi. Böyle bir fırsatı yakalamak için pusuda bekleyen Osman Batur da mavzerini doğrultarak düşman saflarını biraz seyreltmek için ileriye baktı.
Tam o noktada gözünü diktiği hedeften bir atlının kendisine doğru uçarak gelmekte olduğunu gördü. Anında kalbi çarpmaya başladı ve bir an “vuruvereyim” düşüncesi kafasından geçse de biraz duraksadı. Arkasında, çevresinde kimse yoktu. Yalnız başına geliyordu. “Eğer deli kaçık biriyse de yakına gelince hesabını görürüm.“ diye sabretti. Tam bu sırada:
– Janibeeek[13 - Janibek Batur: Orta Cüz Kerey Boyunun mukaddes olarak kabûl ettikleri kahraman babaları ve 18. yüzyılda, Altay bölgesini Jongarlardan temizleyerek tekrar Kerey Boyuna yurt eden muhterem ve mukaddes tarihi şahsiyet.]! Janibeek! Aytuvgaaan[14 - Orta Cüz-Kerey Boyunun Molku alt Boyunun ata-babasının adıdır. Molku Boyu savaşta atağa kalkarken bu ismin verdiği ruhani güçle kuvvet bulur. Osman Batur da Molku Boyunun Aytuvgan alt Boyunun evlâdıdır.]! Aytuvgaaan! sesini duyunca kendi kulaklarına inanamadı. Bir an durakladıktan sonra sese doğru koşmaya başladı.
Süvari atını yana döndürerek:
– Batur Aga! Gel! Atla! dedi.
Osman Batur, onun Maliypa olduğunu anladı. Boş üzengiye ayağını takar takmaz ata atladı.
Maliypa dünden beri Osman Batur’un yanındaydı. Mermi heybesini taşıyordu, silaha mermi diziyordu. Bazen Batur’u dinlendirip sipere kendi geçtiği de oluyordu. Demin önde giden grupların arasındaydı. Osman Batur’un geçikmesinden endişelenerek, kendi kendine “Batur Ağam, bir tuzağa düşerse!..” ihtimâliyle geri dönerken, buraya gelmişti.
Maliypa atının başını çevirdi ve eğer takımına dayadığı pulemetle etrafı sağlı sollu tararken uçarcasına gitti. Kaşla gözün arasında çemberi yararak girdiği gedikten geri döndü ve sık ağaçlıklı tepelerin arkasında kayboldu. Tehlikeden uzaklaştıktan sonra atın dizginini çekti, sağ ayağını eğer takımın ön tarafından geçirip aşağıya atladı. Atın dizginini tutarken:
– Batur Ağam, eyere oturun, dedi dizgini Batur’a sundu.
Osman Batur ağzını açıp bir şey diyemedi. Bir süre bekledikten sonra sesi titreyerek:
– Helâl sana Malipa, yiğit kadınmışsın dedi .

III
Develerin yularını gevşek bırakmadan yavaşça ilerleyen göç kâfilesinin ön safları, sabah aydınlığıyla çölün içindeki büyük bir vahaya geldi ve yüklerini indirdi. Burıltogay Nehrinden çıktıklarından beri ikinci defa konaklıyorlardı. En önde Şakabay Avulları. Onlardan sonra Karakas, Molkı, Jedik, Jantekey[15 - Şakabay, Karakas, Molkı, Jedik, Jantekey, hepsi de Orta Cüz- Kerey Boyunun alt boylarıdır.] ve karışık Şubarkerey Avulları arka arkaya geçici barınaklarını, yâni iytarka-koslarını diktiler.
Yaz kış kimsenin uğramadığı, hayvanların yayılmadığı bu vahada otlak alanları hâlâ semiz görünüyordu.Yağmurun çok yağdığı senelerde sele yol açan çayların iki yakası, şimdi de selev, biydayık ve akşöp bitkileriyle doluydu. Ara ara kızıl kuvray, jıngıl, tüye kuyruklar da görünüyordu. Kum tepelerinin eteklerinde daha yeşermemiş jantak, terisken, karagan gibi bitkiler de çoktu.
Beli uyuşmuş ve zorla gelmiş olan develer jantak ve sarı yapraklarını iştahla koparıyor; burulmuş, yorulmuş atlar akşöp bitkisinin dibine yapışmış, ran otuna dalıyor, arada sırada denk gelen sargalların sarı dallarını dibinden koparmaktan başlarını kaldıramıyordu.
Güneş bir kılıç boyu yükselince, sonuncu avullar da gelip yerleşmeye başladı. 500 ailelik bu topluluğun çarçabuk dikilmiş barınaklarına ve hepsinin sahip oldukları hayvan sürülerine büyükbaş mallar da eklenince, senenin on iki ayında bomboş duran sahranın bu bölgesinde adım atacak yer kalmadı.
Az sonra çeşitli aralıklarla Osman Batur mücahitleri de konak yerine yetişti. Bazıları kavuştuğuna sevinirken, çatışmada kaybedilenlerin evlerinden hazin ağıtlar duyuluyor ve yürekleri dağlayan acılar yaşanıyordu. Böylesi ölümlere, kayıplara artık alışmaya başlayan bazı ailelerin üyeleri, nehirden getirdikleri güğüm ve testilere koydukları suların damlasını ziyan etmeden, çay yapmaya başladılar. Rüzgârsız, kıpırtısız ılık havada akşam güneşi battı ve gecenin parlak aydınlığı mavi gökyüzünü kapladı.
Susuzluğunu gideren, biraz yemek yiyerek kendine gelen Osman Batur, yüzbaşıları çağırarak ertesi günkü görevler hakkında fikirleşti. Sovyet Destekli Millî Ordu tehlikesinin önemli bir tuzağından şimdilik kurtuldukları doğruydu. Fakat bu tuzağı tam atlattıkları da söylenemezdi. Artık bütün kuvvetler onların peşine düşmese bile, büsbütün başıboş da bırakmayacaklardı. Moğolistan Kızıl Ordusunun Dandar Alayının, Narmantı Dağlarına keşif kolları gönderip, Dabısın’a kadar gelmiş olmalarına bakılırsa, Osman Batur’u destekleyen sivil halkı, Beytik Dağlarına göndermeden yolda durdurmayı planlıyor olmalıydılar. Fethullah Bölüğü ile Nusiphan Alayları da daha nehrin öbür tarafına geçememişlerdi. Buna rağmen en büyük tehdit, bu çöl tabiatında insanlara içecek su, hayvanlara yeşil otlak bulmak meselesiydi. Narmantı Dağını sol tarafta bırakarak Beytik Dağları’na doğru gidilse; pınarlar, kuyular bolca bulunurdu. Şimdi o bölgelerde Moğollar pusuda bekliyorlar. Bu durumda Sovyet Destekli Millî Ordu, Osman Batur’a bağlı sivil halka eziyet için onları Kubı Çölü’nün iç taraflarına doğru gitmeye zorlayacaktır. İşte bu yüzden Osman Batur, uzak yakın bütün kaynaklardan doğru haberler alıp kesin bir plan yapıncaya kadar, sivil halka göçü başlatmama ve birkaç gün bu bölgede bekleme kararına vardı.
Osman Batur’un tahmini doğruydu. Arkaya, nehir boylarına giden keşif kolları, 40-50 kadar atlı askerin güneydoğuya doğru gitmekte olduğunu, Kubı Çölü’nün kumuna sinmiş izlerinden anlayarak rapor ettiler. Nusiphan Alayı ile Fethullah Bölüğünün izleri takip ederek geldikleri haberi de ulaştı.
Osman Batur, öncü birliğin Beskajı Takımı’nın olduğunu, onların Jiydelibulak (İğdelipınar), kontrole gönderildiğini anladı. Ka-pas, Keles, Manat askerlerini derhâl o bölgeye gönderdi ve her şeyden önce Beskajı Takımını yok etme emrini verdi. İlâve olarak Şekürti’nin yukarılarından Kubı Çölünün kenarına varmış olan ve doğuyu hedefleyerek ilerleyen Jılkaydar, Toktıbay yüzlükleri ve onların peşinden gelen Şingil bölgesinde yaşayan Nezir teyci[16 - Teyci ve Ükirday sözleri, Doğu Türkistan’daki Kazaklara, bölgeyi uzaktan idare eden Çin hükümetinin verdiği ünvanlardır.] liderliğindeki Şakabayları; Bayanbay ükirday, Jota Hacı liderliğindeki Molkı Avulları ile Şubar Kerey Boylarına ait sivilleri Moğol tuzağına düşürmeden, Jırıkbastav çevresine sağ salim yetiştirmelerini buyurdu. Jeksen, Keşapat ve Jantas Kuvvetleri, Nusiphan ve Fethullah Kuvvetlerine engel olmak ve göç eden sivil halkı korumak için bu bölgede kaldılar.
Osman Batur Avulunun adamları da Jiydelibulak’tan geçmek, Jırıkbastav’a yetişmek, Jılkaydar’la buluşup daha ileriye Beytik Dağlarına çıkmak ve orada hayvanların yavrulaması için hazırlık yapmak zorundaydı. Narmantı Dağının güney etekleri sayılan bu bölgede dereler ve pınarlar oldukça boldu. Aral tepenin tuzlu kuyusundan öteye geçince Takırpınar, büyük Jırıkbastav, Sanbastav, küçük Takırbastav gibi pek çok pınar vardı. Çölün içerilerine doğru gidildikçe, böylesi pınarlar neredeyse hiç yoktur. Kimbilir ne zamandan kalma, belki de hırsızların, haydutların kazdığı, sonradan tek tek atlıların, bazen geyik avcılarının gecelediği Jiydeli ve Seksevül Kuyularının, bunca kalabalığın su ihtiyacına yetmeyeceği aşikardı. Buradan daha ilerilerde Üçbulak, Kökbastav (Gökkaynar) gibi su kaynaklarına ulaşmaksa, çok uzak bir ihtimâldi.
Bu yıl hava durumu oldukça değişken. Sıcaklar erken bastırdı. Öğle sıcağında tepeden vuran güneş, insanların da hayvanların da hayatını zehir ediyordu. Çok uzaklarda, ufukta görünen kum tepelerinin üstünden dupduru, gümüş rengi bir nehir çıkar. Yeryüzünde daha önce hiç görülmemiş kadar taze ve temiz su, atlayarak, oynayarak, kıvrıla kıvrıla akar. İlk aşkın saf dalgaları gibi dalgalanarak, inip çıkarak, bazen aniden hareketlenerek, gerile doğrula uzak mesafelere kollarını uzatır. Adeta hikâyelerdeki gibi acaip bir mutluluk saçarak insanı heyecanlandırır. Sanki nazik bir el, uzaktan sallanıyor ve tılsımlı bir dünyaya; şefkatli, huzurlu, bir kucağa davet ediyor gibidir.
Güneşin harareti geçince, akşam serinliğinde develerini yedeğe alan göç kervanı, uzun bir yolculuğa başladı. Jiydelibulak’a yaklaştıklarında önlerinden keşif kolları çıktı. Onlar, dün akşam Jiydelibulak’a Fethullah Bölüğünün geldiğini, o zamandan beri bu düşmanların Kapas, Keles yüzlükleriyle amansız çatışmalar sürdürmekte olduğunu haber ettiler.
Göç kervanı ortalıkta kalakaldı. Birbirine çarpan develer bağırdı. Yorulan, acıkan ve sinirlenen sarı tabanlı uzak yol hayvanı develer, kızgınlıktan etrafa köpüklerini saçtılar. Sırtlarına eyer takımı batan atlar, geriye doğru kaykılıp şahlanıyor ya da toynaklarıyla yeri kazıyorlardı. Su kaynaklarına yetişmeye imkânı olmayan göç kervanı, yönünü yeniden kamçı vurulan tarafa çevirdi ve kumluk alana geri döndü. Şafak sökerken bütün avullar, geldikleri yere dermansız yuvarlanıverdi. Taşıdıkları suları bitmiş ihtiyarlar, başlarına birer gölgelik kurdular ve kafayı vurup yatıverdiler.
Dün akşam haberciler bütün avulları dolaşarak, liderlere, yaşlılara Osman Batur’un fermanını iletmişlerdi:
– Değerli kardeşler, avuldaşlar, kader birliğindeki Kerey kardeşler! Bugün başımızda bütün dertlerden daha büyük iki dert var: Birincisi, göç kervanında yayan kalmak; ikincisi, açlık ve susuzluk. Bu iki tehlikeden sağ salim kurtulmak için çare elbirliği ve ağızbirliğidir. Hâlsiz, zayıf ve fakirleri yolda bırakmayın kardeşler! Göç için yeterli hayvanı olanlar, zenginler, çevrenizdekileri bir damla suya muhtaç etmeyin! Önce çocukları, sabileri, ihtiyarları korumaya alın. Bundan sonra, her kim kendi derdine düşerse, Allah’a, ata-baba ruhlarına karşı zalimlik ederse ve bunun yüzünden açlıktan ölen, göçten geri kalan, susuzluktan yiten olursa; ben o avulun liderleriyle görüşeceğim. Bunu unutmayın, Müslüman evlatları!
Osman Batur’un bu buyruğunu bütün halk kabûl etti. Herkes birbirine yardım etti; sularını, azıklarını bölüştü. Bir barınaktan diğerine tabaklar, bardaklar, çaydanlıklar dolaştı.
O gece sabaha karşı, İğdelipınar (Jiydelibulak)dan haberciler yetişti. Sovyet Destekli Millî Ordunun ele geçirdiği su kaynakları bakımından zengin bölgeyi almak mümkün değilmiş. Nusiphan Alayının hemen arkasından gelen Rus Bölükleri minometleri kullanarak, Jiydelibulak çevresindeki tepeleri de, pınarın bulunduğu alanı da darmadağın etmişler ve bölgenin altı üstüne geldiği için yürümek bile zorlaşmış. Oraya daha önceden ulaşan Kapas, Keles, Manat yüzlükleri de, onların arkasından gelen ve Nusiphan Alayıyla çarpışarak göç kafilesini tehlikeden uzaklaştırmayı hedefleyen Jeksen, Keşapat ve Jantas yüzlükleri de iki günlük çarpışmada çok zayiat vermişler ve geri çekilmeye mecbur kalmışlar.
Göç kafilesinin önündekiler eşyalarını tekrar yükleyip yola çıkacağı zaman, Jiydelibulak’i bırakıp geri çekilen askerler de kafileye geri döndü. Atları yorulmuş, savaşçıların kendileri de bitkinlikten siyahlaşmış yüzleriyle, dudakları susuzluktan, yorgunluktan çatlamış, gözleri çukurlaşmış, avurtları çökmüş hâlde kendi evlerinin yolunu tuttular.
Jırıkbastav tarafından ümitlenerek, doğuya doğru giden göç kafilesi ve Jiydelibulak’ın güneyinden başlayan kumluk araziden geçmekte olan göç kafilesi öğlene doğru gidiş yönünü tekrar değiştirmek zorunda kaldı. Yine sağ tarafa, Kubı Çölü’nün ortalarına, uçsuz bucaksız çöle yöneldi. Jırıkbastav’da Moğolistan’ın Dandar Alayı pusuda bekliyormuş. Oradan geri dönen Jılkaydar, Jamet, Toktıbay yüzlüklerine rastgelmişler ve Şakabay, Molkı Avullarındaki sivil halka pulemetle ateş açmışlar. Zayiat çok. Canını kurtaran halk çaresizlikten Kubı Çölü’ne doğru kaymaya başlamış.
Sıcakta, uzun göç zahmetine ne insan ne de hayvan dayanamadığı için, öğle vakti kalabalık göç kervanı, geniş bir alanda yine mola vermek zorunda kaldı. Çöldeki felaket şimdi sadece insanları değil, hayvanları da tehdit etmeye başladı. Kendilerini zor taşıyan sığırlar ağızlarından tükürükleri akarak, soluk soluğa, zar zor yürüyordu. Atlar da gemlerini şıkırdatarak, yol kenarındaki akşöpleri yemek için başını bile döndürmeden sadece devekuyruk ve jantak gibi bitkilerin gölgesine burnunu sokarak bir damla nefes almaya çalışırken, yutkuna yutkuna gidiyordu. Sadece develer ve koyunlar şimdilik problemsiz görünüyordu.
Şimdiki yolculuğun hedefi, daha da uzak. Taa uzaklardaki Üçbulak’a yetişmek lâ zım. Oraya yetişmek, atlı bir adam için değil; bu çoluk çocuk, ihtiyar hâlsizlerin bu ağır yükleriyle ulaşması imkansız gibi bir şeydi. Bu yüzden, artık sadece geceleri göç etme kararı alındı. Akşam oluncaya kadar, ağıllar dolusu koyunlar ortaya alınarak seçildi, ayıklandı. Sağlam görünenler halka paylaştırıldı ve ihtiyarların tecrübelerine başvurularak zayıf hayvanlar kesildi. Özellikle kuyruk yağları ve kemiksiz etleri ayrıldı; atların ağzına tıkıldı, yedirildi. Kuvvetli erkekler azgın, sinirli atların kulaklarından tutup ağzını zorla açarak dilini çekmek suretiyle, dilim dilim kuyruk yağlarını hayvanların boğazına doğru tıkıverdiler.
Bu sıralarda Jırıkbastav’da Mogol Alayına yenilerek kaçıp kurtulan Jılkaydar, Jamet, Toktıbay Bölükleri sivil halkın yanına dönmüştü. Osman Batur, Jılkaydar’ı göç kervanının sonunu korumaya bıraktı. Kendisi Küniyaz Molla, Jeksen ve Jantas gibi bir grup genç savaşçıyla ön saflara doğru gitti. Önceki senelerde çölde saklanırken kullandıkları Seksevil ve Jıngıldıkuyu gibi kuyular vardı. Onları keşfetmek için yola çıktılar.
Gece yarısı, Osman Batur, yanındaki yiğitlerle bir tepeye çıktı ve ön tarafı çenesiyle işaret ederek:
– İşte, Şıraljın Kuyusu orda, şu görünen tepenin döşünde! dedi atını mahmuzlayarak.
Aceleyle atı tırısa geçmiş hâlde vardı ve gözlerine inanamayarak durakaldı. Şaşırdı. Kuyu yoktu. Tekrar atını mahmuzladı ve karşıdaki tepeye çıktı. Ay aydınlığıyla da olsa çevreyi doğru tanımıştı. Eskiden buralarda çok dolaşmıştı. Kuyu burada. Tam şurada olmalıydı. Yanılması mümkün değil. Osman Batur, Jeksen’e:
– Sen etrafı kolaçan et. Gelip gidenlerin izi var mı bir bak, dedi.
Jeksen çok geçmeden geri geldi:
– On kadar atlının izi var. Millî Ordu askerleri olmalı. Çünkü atlarına kırılmamış arpa yedirmişler, dedi tahminini ispatlamak istercesine.
– Doğru. Ben de öyle sanıyorum, dedi. Osman Batur kuyunun tahmini ağzına geri dönerek, Kuyu burada. Kapatmışlar, dedi.
Atından indi ve kuyunun etrafını tekrar dolaştı. Hâlâ yeni olan ateş yakılmış bölgeyi ve onun üzerindeki ayak izlerini gördü. Kemirilmiş kemikler vardı. Sigara izmaritleri…
– Belânın hepsi kendimizden! diye iç geçirdi Osman Batur. Beskajı‘lar bunlar. Onlar değilse, yetmiş yedi geçmişi bu topraklara ayak basmamış Ruslarla Delilhan‘lar nasıl gelip yapar bu işi?
Osman Batur, üzüldü ve ümitsizleşti. Bıyıklarının ucunu dişlerken düşünmeye başladı. Kendi kendine “Bunlar artık geri dönmez.“ diye mırıldandı. Yüksek tepeye tekrar çıktı ve gruba seslendi:
– Gidişlerine bakılırsa, Beskajılar buradan geri dönmüşler. Giderken bu çevredeki bütün kuyuları da kapattıkları aşikâr. Gördünüz mü sadece kumla doldurmamışlar. Devekuyruk, şıraljın ve jantak gibi bitkileri de doldurmuşlar ve kuyu suyunu kısa zamanda arındırılamayacak kadar kullanılmaz hâle getirmişler. Şimdi dinleyin! Jeksen, Jantas ikiniz birkaç kuvvetli yiğitle taa ilerde ufukta görünen Aybalta‘nın Geçidine doğru akan yıldızı gördünüz mü? O arada yüksek, uzun bir geçit var. Bu geçidin tam ortalarındaki daralan yola Aybalta Geçidi derler. Ondan dosdoğru geçince, şu görünen Çolpan yıldızının sağında Seksevil Kuyusu var. Seksevil bitkisi kullanılarak yapılmış, derin, bol sulu bir kuyudur. Oraya yetişin ve o kuyuyu temizleyerek biz gelinceye kadar hazır bekleyin. Bir aksilik çıkmazsa öbür, gün ilk göç kervanları oraya yetişecektir” dedi ve arkasından “Kaç tanesi canlı yetişir, Allah bilir.” diye derinden iç geçirdi Osman Batur. “Hadi şimdi, sağlıcakla. Haydi yiğitler, biz arkada kalanlarla göç kervanını burda bekleyelim.”
Osman Batur, bunu söyledikten sonra kör kuyunun çevresindeki yeşillik tepeciğine gidip atından indi. Etrafta seksevil ve jıngıldan başka kum tepelerinin eteklerinde jantak yaprakları sallanıyordu. Bundan başka hiçbir bitki yok. Tamtakır. Sadece kuyunun aşağılarında ara ara şıraljın, kara kuvray, akşöp ve biydayık karışık yeşilimsi bir alan var. Bunun bir kenarına Osman Batur ile Küniyaz Molla, eyer takımını, yastık; kalan keçeleri de döşek yaparak yatıverdiler.
Günlerden beri açlıktan susuzluktan bitkinleşen binek atları, isteksizce her bir bitkiden biraz koparıp yemeye başladılar; arada sırada kuyu tarafına gelip toprağı kokluyorlardı.
Osman Batur:
– At denen hayvanın sezgisi çok kuvvetli değil mi? Hayvancağızlar toprağın altındaki suyun varlığını bile seziyorlar, dedi.
– Geçmişte, Canibek babamız zamanında göçerken, Kerey Boyu, Kalba Dağının eteklerine doğru giderken, yine böyle bir çöle rastgelmişler. O zaman Canekeng (Canibek isminin hürmetle anılışı) Avulunun bir ihtiyar beyaz aygırı, bir tomar şiy bitkisinin dibini koklayarak ayağıyla yere vurmaya başlamış. Muhterem Janekeng de hemen anlamış. O şiy bitkisinin dibinden kuyu kazdırmış. Atamızın hürmeti mi yoksa verimli bir kuyu mu bilinmez, bel hizasına gelince kuyudan dupduru tertemiz su çıkmaya başlamış. Zamanla büyük bir göle dönüşmüş. Halk ona Kökiyrim adını takmış. İşte Janekeng zamanında bütün halkı bir araya toplayan Kökiyrim Kurultayı orada açılmış, diye hikâye etti Küniyaz Molla.
Osman Batur iç geçirerek:
– Janekeng mukaddes bir kahramandı. Şansına o dönemlerde hayat da şimdiki gibi sıkıntılı değildi, dedi. ”O zamanlarda kurak yerde kuyudan su çıkarmış; şimdi ise insanların azdığı şu devirde, açık kuyunun suyu toprağa gömülmekte, pınarların suyu çekilmekte. Zamanın gidişatı bizi nereye götürüyor? Kerey Boyunun evlatları, şu Altay Dağlarından tarihte üç defa göçüp gitmiş ve üç defa geri gelmişler. Görüyor musun, hasret ne demek! Şimdi, yine doğduğun topraklardan gidiyorsun. Belki artık geri gelmeyeceğiz”, dedi Osman Batur. Gökyüzünde parıldayan yıldızlardan gözünü ayırmadan konuşmuştu. Belli ki çok üzülüyordu.
Küniyaz Molla, yüreğindeki yangını dişlerinin arasından çıkarırcasına yavaşça iç çekerek:
– Yaa, bunun çaresi yok. Dayanacaksın. Çekeceksin. Sen, Allah olmadığın için hepsine katlanacaksın! dedi.
Osman Batur, Küniyaz Mollanın bu şakasını hiç hoş karşılamadı. Sırtını döndü, gözünü yumdu. Bir daha konuşmadı. Uykusu da gelmedi.
Şafakla birlikte göç kervanına yettiler, halkın durumunu sordular. Şimdi bütün problem susuzluk. Sovyet Destekli Millî Ordunun peşlerinden gelen alayları da, Moğolların Dandar Alayı da göç kervanının peşini bırakmıştı. Halkın başındaki en büyük dert, çöldeki âfetti. İnsanların hepsi kapkara, kurumuş, yanmış haldeydi. Susuzluktan kurumuş dudakları çatlamıştı. Kadınlar ve çocukların yüzleri küçülmüş, gözleri çökmüş; çaresizlikten, ümitsizlikten yalvaran bakışlara bürünmüştü. Beyazı çoğalıp, siyahı kaybolan gözler, ölmüş koyunların gözleri gibi fersiz bakıyordu. Atlar ve diğer binek hayvanları bitkindi. Dilleri sarkmış, dikenlerin arasında kertenkele arayan köpekler bile hâlsizdi. Herkeste bir dermansızlık… Göç kervanının hızına yetişemeyip yolda kalmış avullar da vardı.
Osman Batur, kuvvetli yiğitlerden bir grubu, sağlam at ve develerle geriye gönderip yolda kalmış insanlara yardım sağlayarak devam etmekten başka çare bulamadı.
Jeksen ve arkadaşları öğle vaktine doğru geri geldiğinde, onların mataralarındaki suları, hâlsizleşmiş çoluk çocuğa ve hastalara birer yudumluk paylaştırdı. Halkı her günkü gibi erken hareket ettirmeye ve bir an önce suyun kaynağına sağ salim yetiştirmeye çalıştı. Her bir boyun, avulun liderlerini göç boyunca kendi avulunun yanında olmaya, dağılmış saçılmış bir şeyler olursa, toplamaya sorumlu etti.
Bu son geceki göç sırasında hepsi de elinden geleni yaptı. Kimsenin kimseye bakacak hali kalmamıştı. Herkes, yolda kalan hayvanlarını bile bırakıp, kuyubaşına bir an önce yetişmeye çalıştı. Aybalta Geçidinden en önce Karakas Boyunun Avulları geçti. Onların ardından kuyruk mesafesiyle Kıstavbay Boyunun Ömürzak Zalıng[17 - Zalıng da bir ünvandır.] Avulları, daha sonra Şakabay, Molkı ve diğer Kerey Boylarının adamları arka arkaya gidiyorlardı.
Osman Batur, kuyu başına başkalarından bir ok atımlık erken yetişti. Onu karşılayarak atının dizginini alan Jantas’a:
– Nasıl? Su bol muymuş? diye sorarken farkında olmadan kendisi de yutkundu.
Jantas da başka yiğitler de sevinçliydi. Yüzlerine nur gelmiş, yanakları pembeleşmiş, canlanmışlardı.
– Su bol. Oldukça bol.
– Allah gözümüzün yaşına baktı.
Hepsi bir ağızdan:
– Çok verimli, suyu bol kuyuymuş. Alttan sular kaynıyor, dediler.
Jeksen, koşar adım elinde bir maşrapa suyu çalkalayarak getirdi. Osman Batur’a sundu. Osman Batur, suya elini uzatmadı.
– Dökme. İsraf etme. Bu su, bize can olacak, dedi kaşlarını çatarak. Su ne kadar çok olursa olsun, onu içecek ağız da çok bulunur.
Suyun kokusunu alan akboz at da kişnedi, kuyuya doğru gitmek için dizginleri zorladı. Osman Batur, Jeksen’e akboz atı işaret ederken
– Buna içir, dedi.
Akboz at, maşrapadaki suya burnunu sokuverip aceleyle bir iki yudumda içtikten sonra başını kaldırıp kuyu tarafına baktı. Osman Batur, lastik gibi gerilmiş atının terden sırılsıklam olup kıvrılmış gövdesine, sırtına bakarak
– Bu yeter. Artık ölmez, dedi.
– Siz! dedi Jeksen, Osman Batur’a ikinci bir maşrapa suyu sunarken. Osman Batur başını salladı, kaşlarını çatarak.
– Hayatta neler görmüş Osman bu. Bana hiçbir şey olmaz. Artarsa en sonunda görürüz, dedi. Sonra yanındaki Küniyaz Molla’ya döndü:
– Molla Eke!
Bu sırada başka biri Küniyaz Molla’nın eline de bir maşrapa tutuşturmuştu. Bunu görünce duraksadı.
– Suyunuzu için! dedi. Küniyaz Molla, bir maşrapa suyu nefes almadan yutuncaya, maşrapanın kenarı tak diye alnına vuruncaya kadar Osman Batur, ondan gözünü alamadı, bekledi. Molla’nın gözünün tekrar ışıldayıp, derin bir nefes aldığını gören Osman Batur‘un yüzüne de ışıltı gelmişti:
– Molla Eke, şimdi dinleyin. Koynunuzda Kur‘an, ağzınızda iman var. Herkesin hürmet ettiği muhterem bir kişisiniz. Bu kuyunun başında bulunun. Her bir canlıya bir kase, binek atlarına birer maşrapadan fazla su yok. Bu yiğitleri ben, şimdi göç kervanının ardında kalanları toplamaya göndereceğim, dedi Jantas ve Jeksen‘in adamlarına bakarken.
– Olur, dedi Küniyaz Molla. Gocuğuyla kalpağını çıkarıp başına beyaz mendilini bağlayıp kollarını sıvadı ve kuyunun başına yaklaştı. İki yiğit, kovayla kuyudan su çekmekteydiler. Onlardan biri “Bismillah“ diye bir maşrapa suyu aldı ve Osman Batur‘a sundu.
– Yok, dedi Osman Batur, kararmış hâlde yutkunurken.
Göç kervanının önüne çıkan yiğitler herkesi tertibe çağırdı ve sıraya soktu. Eğer başıboş kalırlarsa, bu günlerdir aç ve susuz insanlar ve hayvanlar kuyu başındaki herşeyi ezer, izdihama sebep olurdu. Kuyuya yaklaşırken herkes attan iniyor, sıraya giriyor ve yavaş adımlarla ilerliyordu.
Göç kervanının sonu, akşama kadar gelmedi. Jeksen ve Jantas‘ın adamları göç kervanı sonunda kalan hâlsizleri, akşam güneşi ufukta batarken ancak ite kaka zor yetiştirdiler.
Bugün hava dünden de sıcaktı. Hava o kadar sıcaktı ki sanki güneş yere düşecek sanırdın. Rüzgâr da sıcak esiyordu. Öğlenin kavurucu sıcağında kum çölünün üzerinde serap misâli görüntüler belirdi. Gözleri patlak patlak kertenkeleler bitkilerin dibine kaçtı. Bütün etraf alevler içinde ateş koruna dönüştü.
Osman Batur da akşama kadar attan inmeden kılı kıpırdamadan, boğazını yumuşatacak bir damla su içmeden kapkara haliyle su dağıtan Küniyaz Molla’nın arkasında bekledi. Yanağı solmuş, avurtları çökmüştü. Sakal ve bıyığı da tozlanmış kurumuş gibiydi. Kısılmış, çökmüş gözlerinde solgun gri bir ışık kalmıştı. Kapkara dudakları çatlamıştı. Kurumuş ince deriler çizgi çizgi ayırmıştı dudaklarını. Tek kelime etmeden, kirpiklerinin arasından süzerek bakarken ümitsizdi.
– Su bitti, dedi bir ara Küniyaz Molla kendi kendine utanarak, suçluymuş gibi, Osman Batur‘un yüzüne bakmaksızın.
– Allah-u Teala, sabaha kadar, nasip ettiğini yine verecektir, dedi Osman Batur çatlamış dudaklarını yalarken.
Sonra atından indi. Küniyaz Molla’yla ilerledi ve ilerideki eyer takımını yastık edip yattı.

IV
Beytik Dağının ortalarındaki yüksek tepelerden birinin adı Altın Oba idi. Eskiden kalmış bir isim. Bu tepenin neden Altın Oba ismini aldığını kimse kesin olarak bilmese de, bunun tepesinden bakıldığında, bütün çevrenin taa ufka kadar ayak altındaymışcasına göründüğü kesin. Kuzeybatıda, kıvrılarak yatan Üçkız göze ilişir. Doğusu Kaptık Dağı’na ulaşır; daha ilerisi Barköl, Kumıl‘a kadar uzanır. Güneyinde ise meşhur Jongar Çukuru var. Onun öbür tarafında, havanın açık olduğu günlerde, Boğda Dağının en yüksek üç zirvesini görebilirsiniz. Bu çanağın bir kenarında eski Şonjı vardır. İnsan gözünün ulaşamayacağı genişlikler, atla giden biri için en az iki üç günlük yol tutar. Üç gün önce Osman Batur oraya Jantas‘ı gönderdi. Hızıyla meşhur bir ata binen Jantas, Osman Batur Avulunun bulunduğu Orunbulak’tan sabah erken çıktı. Hızlı bir at sürüşüyle güneş yuvasına girmeden önce Şonjı şehrinin doğusundaki askerî kışlaya girdi, atından indi ve kendi kontrolünü kaybederek bir dizgin boyu mesafeyi koşarak gitti.
Burada iki üç seneden beri, 1945 senesinin kışından beri Hu Zungnan ordusunun Çinhay’daki Ma BuFang’a bağlı Birinci Süvari Tümeni vardı. Tümen komutanı şimdi kırk yaşlarında, orta boylu, kara sakallı Han Yuvın isimli müslüman Çinliydi. Şingjang garnizonu komutanı General Sung Shiliang’ın emriyle Osman Batur’la aradaki bağlantıyı bu Han Yuvın komutasındaki tümen yürütmekteydi.
Osman Batur’un bu sefer Jantas’a bu görevi vermesinin özel bir önemi vardı. Onun Moğolistan tarafından güvenilir kaynaklardan aldığı habere göre, Moğolların Yüzbaşı Dandar komutasındaki bir alay askeri şimdi buraya Karagaytı’ya gelmişti. Osman mücahitlerini Beytik Dağından sürme planı yapıyorlardı. Osman Batur ve adamları Altın Obanın yüksek bir tepesinde oturmuş, o arada devamlı gidip gelen askeri uçakları, çarpışmaya hazırlanan zengbirekleri, sıkış tıkış dikilmiş çadırları, arada gidip gelen sürü sürü askerleri gözleriyle görmüşlerdi. Bundan daha inandırıcı bir hâdise de, Altın Obanın dibindeki büyük Kujırtı, küçük Kujırtı arasındaki adacıkları savunan Ma Shıjıng hattına özel ulak göndererek: “Bunların durduğu yer Moğol Halk Cumhuriyeti toprakları. Buradan 28 saat içinde çıkıp gitmeleri lâzım,” diye tehditte bulunduklarını da duydular. Bu yüzden Osman Batur, Jantas’ı acele Şonjı’ya göndermişti. Şonjı’daki Han Yuvın tümeninin emrinde General Sung Shiliang’ın Osman Batur’a gönderdiği dört yüz tüfek, on civarında pulemet ve başka mühimmat da bulunuyordu. Bunun acele teslimini talep ediyordu.
Haziran ayının başlangıcıydı. Herkes oruçlu… Güneş yeni batmış. Batıdan kırık yüzük gibi altın ay doğmuş, halkın tamamı iftara girişmiş. Koyırteki tarafından silah sesi duyuldu.
– Avcılar herhalde.
– Akşam üzeri neyin avı?
– Canı sıkılan Çinlilerdir, diyordu kimisi.
Bu arada çok yakın bir mesafeden fişek atıldı. Avulun üstünü apaydınlık etti ve gökyüzünde sönüverdi.
Kapas, Jeksen, Keşapat, Toktıbay, Jamet ayaklandılar ve Osman Batur’un evinde toplandılar. Osman Batur silah sesinin geldiği tarafa kulak vererek
– Halka çabuk haber salın. Öncelikle güneyde Lastı’daki avullara söyleyin. Sınırdaki Çinliler, Ma Shijing hattıyla çarpışıyorlar galiba. Hadi kalkın. O tarafa gidelim.
Osman Batur, mücahitlerinin âdetleri üzere bütün silahları ve atları daima savaşa hazır olurdu. Kısa bir sürede yüz kadar savaşçı toplandı. Osman Batur kendisine Yüzbaşı Han’ın hediye ettiği alaca ata bindi ve öne çıktı. Koyırteki’ye yaklaşarak bir tepeye çıktılar.
Ön taraftan, Şokpartaş’taki Ma Shıjıng hattının mevzilendiği yerden otomatik tüfekler ve pulemetlerin sesi duyuluyordu. Ara sıra da onları bastıran insan sesleri yükseliyordu. Az sonra koyu mavi gökyüzünü ikiye bölerek üç uçak birbirinin arkasından geldiler ve bombaladılar.
Osman Batur kendi kendine konuşurmuş gibi kısık bir sesle:
– Çinlilerin gece savaşından korktuklarını bunlar da anlamışlar, dedi.
– Çinlilerin savunma hattını ve yollardaki engelleri temizledikten sonra bize gelecekler herhalde! dedi Kapas Batur hiddetle. Bunları şimdi arkadan kuşatıp ele geçirmek vardı.
Osman Batur sabırlı haliyle, serinkanlılığından vazgeçmeden ağır ağır konuştu:
– Acele etme. Bize sıra yarın sabah gelecek. Şimdi ona göre hazırlanalım. Sen yüzlüğünü al, Karagaytı’nın arkasını dolan. Keşapat, sen Koyırteki’nin Sarıtogay yönünde bekle. Jeksen de şu görünen tepelerde pusuda olsun. Avul tarafına geçirmeyelim. Moğolların sırrını biliriz. Arkasından dolaşırsan durmazlar, dedi.
Bütün gece hava bulutluydu, sabaha karşı sağanak başladı. Altın Obanın bir tepesinde oturan Osman Batur, hava aydınlanır aydınlanmaz dürbünle etrafı gözetledi, bütün çevreyi kolaçan etti. Dağ gövdesi sessiz. Koyu boyayla boyanmış gibi karanlık duran dağ yamaçları bilmece halini korumaktaydı. Sağanağın hışırtısından başka bütün dünya dilsize dönmüştü. Bu yüksek dağın en dingin saatlerinden biriydi. Bahar mevsiminde, bütün gökyüzünü kaplarcasına gelen kara bulutlardan aşağı dökülen gözyaşlarını susamışçasına içerek, sessizce yutan dünyada tık yok. Dağ taş tamamıyla ölmüş gibi. Daha dün gece çarpışmaların yaşandığı, vaveylaların koptuğu Şokpar Tas tarafı da sisler içinde dilsiz.
“Çinliler gece savaşamazlar. Galiba Şokpar taşı boşaltmış kaçmışlar,” diye düşünürken onların durumlarını tahmine çalıştı. Gerçekten de bölük pörçük hâlde kaçışan Çinli askerler şafak söker sökmez, Altın Obanın bağrından çıkıp Osman Batur avuluna doğru kaçmaya başladılar.
– Şunların komutanını buraya çağır! dedi Osman Batur yanındaki Jetpis’e. Çinlilerle bağlantı kurduğu zamanlarda, Jetpis her zaman yanında olurdu. “Şu, Ma Shıjing isimli sünepe canlıysa, onu da beraber getir.”
Bunu dedikten sonra, Jetpis’in arkasından gözlerini dikip uzun uzun baktı: “Askerin önünden kaçan komutanı vurmak lâzım. Bunların büyük komutanı Han Yuvın da korkağın, beceriksizin tekidir. İki yüzlülük, yalakalıktan başka bir şey yapamaz. Koltuk sevdasından cebini doldurmaktan başka derdi olmayan kötü yürekli birisi. Böylesi kötü niyetli komutanların emrindeki askerlere de yazık. Pisi pisine gider hepsi. Bak o General Sun, gerçek yiğit. Çelik kılıcın ta kendisi. Fakat onun çevresi de çürük.“ diye düşündü Osman Batur, Han Yuvın’ı gözünde canlandırmaya çalışırken.
Osman Batur düşünürken, Ma Shıjıng da geldi. Yakına gelince atından yuvarlanırcasına indi ve Osman Batur’un önünde eğilerek, bağıra bağıra ağlayarak emeklermiş gibi yaklaştı.
– Batur, Osman Batur! Bittim… Tamamıyla kuruttular! Bana yardım edin, beni koruyun, diye yalvarıyordu.
Osman Batur anladı. Bunun bu hareketi, daha sonraki olacaklar için tedbir haliydi. Bir bölük büyüklüğündeki askerin çoğunu kaybeden ve sorumluluğuna verilen yerin, sınır boyunun savunmasını bırakıp kaçan subaylara kimse acımaz. Çinli bunu bildiği için, yarın öbür gün Han Yuvın karşısında Osman Batur’dan aman dilemek için bu hareketi özellikle yapıyordu.
Ma Shıjıng’ın bu haline iğrenerek bakan Osman Batur, kurşun gibi bakışlarını adama dikti.
– Böyle yapacağına orada ölseydin. Ölüm vardır, yaşamaktan da kıymetli. Hayat vardır, ölümden de beter. Sadece kendisini düşünen adam komutan olamaz! derken, “Keşke benim emrimdekilerden biri olsaydı. Bu rezili…” diye sinirlendi içinden.
– Fakat Allah korusun.
– Hazret, Osman Aga, şefaatçım olun, diye yalvardı Çinli. Aniden saldırdılar. Uçakla bombaladılar…
Osman Batur hâlâ hiddetli haliyle:
– Yeter! Kalk artık. Öncelikle geride kalan askerlerini topla. O Şonjı’daki komutanınıza haber salın.
– Başüstüne… Başüstüne dedi, Ma Shıjıng aceleyle.
Karagaytı sınır karakolundan gelen üç uçak, bunların hemen dikkatini çekti. Osman Batur mücahitlerinin nerede hangi tepede mevzilendiğini biliyorlarmış gibiydiler. Dosdoğru geliyor, bombalıyorlardı. Bunların arasından bir uçak özellikle tehlikeliydi. Osman Batur mücahitlerine doğru süzülerek gelip ters dönüveriyor ve ardınca da pulemet mermilerini yağdırıyordu. Sonra da anında uçup geri gidiyor, Karagaytı karakolunun aşağılarına inip bomba alıp geri geliyordu. Tekrar saldırıyordu. Karagaytı’dan yukarılara iki grup halinde çıkmaya çalışan askerlere yol açmak için de zengbirekler (toplar) durmadan gürüldüyordu. Tepeleri koparıp, paramparça ederek dağın gögsünü koyu kahverengi toprak ve toz dumana boğuyordu.
Moğol askerleri ne kadar çabaladılarsa da pek bir başarı elde edemediler. Jeksen Birliği’nin dağın eteklerinde bağlı duran bir grup binek atı ürktü, yularlarını koparıp kaçtılar. Başka kayıp olmadı. Çarpışmanın üçüncü gününde, uçaklar iyice alçalmaya başladı. Bazen Osman Batur mücahitlerinin mevzilendiği tepelerin arasına kadar sokulup pulemet mermileri döktüler. O kadar yakına geldiler ki uçağın penceresi ve hatta içindeki pilot bile göründü.
Yanlarından yıldırım gibi geçip giden uçağı gördüğünde Jeksen “Kap[18 - Eyvah!]!” dedi ve kendi dizine bir şaplak attı.”Keşke bir daha gelse..” diye elli atar pulemetini hazır bekletmeye başladı. Konuşması biter bitmez uçak onların üstüne yine geliyordu. Jeksen uçağın tamı tamına penceresine nişan aldı ve elli atar tüfeğinden kurşunu boşalttı. Uçak “ Iss” diye değişik bir ses çıkarttı, gürleyen sesi kaybolurken aşağıya inmeye başladı ve karakol tarafına yetişince düştü.
– Düştü. Düştü!
– Jeksen uçak düşürdü!
– Bak orada düştü!
– Tamam şimdi yanmaya başlar, dedi görenler.
Uçak yanmadı. O bölgeden koyu bir duman yükseldi. Fakat uçak bir daha uçamadı.
Karagaytı’nın yakalarından, Kapas Batur yüzlüklerinin mevzilendiği yerden havai fişek atıldı. Saldırı işareti… Buna Koyırteki tarafındaki Keşapat grubu da ses verdi. İki tane havai fişek birbirinin arkasından, Jeksen askerlerinin mevzilendiği tepeden uçarak geçti.
– Atlan! Atlan! diye bağırdı Jeksen de gökyüzüne bıçak gibi ayıran kıpkırmızı ateş ışığı çıkaran fişekleri birbiri ardına atarken.
Üç taraftan saldırıya uğramaya dayanamayan Mogol askerleri birkaç saat dirense de siperleri boşaltıp geri çekildiler. Çadırlarını aceleyle yıkıp yüklediler ve aşağılara gittiler. Kapas Batur askerleri onların önünü kesti ve kurşun, el bombası ve çadırları yükledikleri birkaç deveyi ele geçirdi.
Jeksen de yıkmaya vakitleri yetmediği için bıraktıkları bir çadırı ele geçirdi. İçinde yaralı bir asker vardı. Kapının dibinde komutanların kullandığı ve havai fişek atan bir silah varmış. Jeksen onu alıp baktı ve askere döndü.
– Kimsin sen?
– Askerim.
– Yüzbaşı Dandar sen değil misin?
– Hayır. O kaçtı. Ben onun emir eriydim! dedi korkmuş olan asker, iki omzunu ve yaralı ayağını gösterirken.
– Deminki uçak nasıl düştü? Parçalandı mı?
– Hayır parçalanmadı. Pilotu Zaysanov isimli bir Kazakmış. Meşhur biri. Sovyet-Alman harbinde kahraman olmuş. Bir bileğine kurşun girmiş. Uçak bozulmuş ama parçalanmadan indirebilmiş.
Jeksen çadırda kalan bir bavulun kilidini bozarak açınca içinde üç altın madalya buldu. Bir de bir subay üniforması. Yepyeni deriden bir asker çizmesi, galoşuyla beraber. İki madalya daha… ve bir hançer çıktı.
– Kimin? diye askere sordu.
– Onundu.
Kaçıp giden Moğol askerlerinin bıraktıkları arasından çok miktarda ganimet alan Kazaklar, birçok deve yükü ile Osman Batur Avuluna sabaha karşı geri döndüler.
Jeksen havai fişek tüfeğini Osman Batur’a sundu.
– Bunların etmediği icat yok, dedi Osman Batur tüfeği incelerken. Gördün mü sadece iki karış, kundağı da bayağı adi tahta. Buna rağmen ateş edişi güzel, fişekleri de uzaklara yayılıyor. Bütün bir alanı ışıldatıverdi. Keşke biz de böyle tüfek tapabilecek kadar ilerlesek, dedi ve iç geçirerek başını salladı.
Üç gün sonra, Osman Batur’un yanına yabancı bir genç geldi. Başında tavşan derisi kalpağı, üstünde her tarafında tüyleri çıkmış gocuğu, ayağında sarı deri pantolonu vardı. Selam vererek eğildi ve baş köşeye geçmeden, tevazu ile kapıya yakın oturdu. “Bu bölgenin yerlisi Kazaklardanım. Boyum, Sarıbas içinde Sarıtokay. Siz Moğollardan çok ganimet almışsınız, diye duydum da bana da bir hatıra verirsiniz, diye gelmiştim.” diye Osman Batur’un yüzüne çekinerek baktı. Arada sırada yemek hazırlayan Bayan ile Maliypa’yı da göz ucuyla süzüyordu.
– Nasıl bir şey? Ne ihtiyacın var? dedi Osman Batur.
Adam biraz çekinerek cevap verdi.
– Bir tüfek olsaydı, dedi yüzü biraz kızararak.
– Onu ne yapacaksın?
– Batur, fakir bir insanım. Taa orada Şonjı’da zengin Çinlilerin ekininde çalışıyorum. Darı, buğday kısmı iyi de, elbise kıyafetten yoksunuz. Üstüne üstlük kırmızı eti de çok yiyemiyoruz. Onun için tilki avlıyorum, tavşan avlıyorum ve geçinmeye çalışıyorum.” dedi, yine biraz utandığı için alçak sesle konuşarak.
Osman Batur hafifçe gülümsedi. “Nasıl da saf yiğitmiş. Bütün gerçeği söyleyiverdi. Bizim Jantas’lar, Jetpis’ler olsa, gider hırsızlık yapar, birinin atlarını alır kaçar; ama asla tavşan etine kanaat edip yaşamaz.” diye düşündü.
– Tüfek kullanabiliyor musun?
– Kullanırım. Kötü bir iki ağızlı tüfeğim var. Eskidi. Ağzı genişledi. Defalarca egedim, tamir ettim ama tam hedefi vuramıyorum. Onun üstüne kurşun da çok gidiyor.
– Öyleyse nasıl bir tüfek istersin? Dokuz atar mı yoksa beş atar mı alırsın?
– Beş atar alayım.
– Nasıl beş atar?
– Başkasını istemem, eğer Mekelay (Nikolay-Rus yapımı) ’ın sarı boyunlusundan verseniz yeter!” diye genç adam çabuk çabuk cevap verdi.
Osman Batur güldü:
– Eyvah kardeşim, sarı boyunluyla vurduğun tavşanın eti kalmaz ki! dedi. Sonra, “Bu ne diyor?” diye Bayan ile Maliypa baktı. Genç Kazak, Maliypa’ya:
– Benim kötü sentralle vuruyorum. Ben, sadece tavşan’ın kaval kemiğinden vururum, dedi kendine çok güvenerek.
Osman Batur onun yüzüne aniden baktı “Doğru mu?” dedi. Genç adam, “Avcılık mesleğinde en zor iş, tavşanla gelincik vurmaktır. Tavşan zıplamaya başlarsa durdurmak mümkün değildir. Gelincik ise otların ve taşların arasından sadece boynunu gösterir, vücudunu göremezsin. Başından vursan bile yaralı olarak kaçarsa, düştüğü yeri bulmak zor.” diye sürdürdü konuşmasını.
– Nasıl yani? Tavşanı dururken mi yoksa kaçarken mi vurursun? dedi Osman Batur onu hâlâ sınamakla meşguldü.
– Efendim, oturan tavşanın kaval kemiği görünür mü? Tabii ki kaçarken vuruyorum, dedi adam anlamamış gibi.
– Kaçarken mi, dedin? Hep kaval kemiğinden öyle mi? Vay canına! Bu çok enteresan, dedi Osman Batur inanmayarak.
– Tam dediğim gibi. Hep kaval kemiğinden.. diye tekrarladı adam, Osman Batur’un inanmadığını sezinleyerek.
– Osman Batur, gülümseyerek başını eğdi:
– İyi. Ama umarım dediğin doğrudur.
Böyle söyledikten sonra Osman Batur yerinden kalktı, gocuğunu giydi, askıdaki kalpağını eline aldı.
– Mapeş! Jantas nerede? Yiğitlerden bir ikisini çağırın bakayım. Şuralardan biraz tavşan avlayalım. Dediği doğruysa istediğini veririz. Yalansa, yoluna gider, dedi evden çıkarken.
Avulun çevresi verimli otlu bir düzlüktü. Terisken, devekuyruk, şengel bitkileri karışık olduğu için tavşanın bol olması gerekirdi. Jantas ve Jetpis uzaktan kovalayarak bir tavşanı ürküttüler. Tavşan yana kaçtı. Yabancı genç adam, ayakta dururken nişan aldı ve vurdu. Sonra gidip hâlâ can çekişen tavşanı arka ayaklarından tuttu ve Osman Batur’un önüne getirdi. Kurşun gerçekten de kaval kemiğine gelmişti.
Osman Batur seslenmedi. Jetpis ile Jantas’a “Yine…” diye işaret etti. Onlar da atlarıyla hızlanarak tekrar bir tavşan ürküttüler. Deri pantalonlu adam onu vurdu. Sonra bir tane daha vurdu.
Osman Batur, yabancı gence imrenerek baktı.
– Usta nişancıymışın dedi ona hoşnutlukla. Nasıl vuruyorsun?
– Arka ayakları yerden kalkarken tetiğe basıyorum.
Bu hâdiseyi görmek için Maliypa da gelmişti. Genç adamın bu lafını duyunca gözleri birden parladı. Usunun derinlerinden bir yerde bir şey parlamışçasına keyiflendi.”Acaip ya, her mesleğin sırrı var kendine göre. Onu sadece o sırrı çözebilen başarıya ulaşır. Nasıl akıllı, iyi adammış.”
– Bu metodu kendiniz mi buldunuz? diye lafa karıştı.
– Hayır. babam öğretti. Merhum bizi avcılıkla büyütmüştü.
– Adın neydi? dedi Osman Batur.
– Omari.
– Güzel, Omari, beğendiysen elindeki tüfeği al, dedi Osman Batur gence.
– Sağol, Batur! Güzel tüfekmiş. Dörtle vursam da hedefi vurur, dedi Omari sevincinden agzı kulaklarında, tüfeği döndüre döndüre incelerken.
Osman Batur vedalaşıp giderken geri döndü. Biraz baktıktan sonra:
– Ya Omari, bize katılmaz mısın? dedi yüzünde sıcak bir gülümsemeyle. Omarilerimiz çok. Bizde de üç tane Omari var. Büyen Omari, Taypak Omari ve ölez Omari. Bunların arasına Nişancı Omari olarak seni alırsak, köşemiz dört olacak gibi.
Omari duraksadı, Osman Batur’un yüzüne doğru başını kaldırdı ve gözlerini kırpıştırdı.
– Hepsi bebek yaşta çocuklarım var! dedi utanırcasına yere bakarken. Biraz düşüneyim.
Bundan bir ay kadar sonra, Beytik Dağının Gök Çayır isimli kalın çam ormanlarıyla kaplı, bol sulu, yemyeşil bir bölgesinde konaklamış Osman Batur Avuluna Garnizon Baş Komutanı General Sung Shılıang geldi. Yanında Han Yuvın ve kırk kadar askeri vardı. Hepsinin alacalı aynı türden atları vardı. Kıyafetleri, takımları çok gösterişliydi.
Osman Batur, onlar için özel bir Kazak çadırı kurdurdu. Kapas ve Jeksen yüzlükleri de iyi giyinmiş olarak yolun iki tarafında dizildiler, merasimle karşılandılar. Han Yuvın’ın isteği üzerine nöbeti iki taraf ortak yaptı. Misafirlerin konakladığı bölgeye özel izinle Osman Batur ve onun iltimaslı adamları, Keles, Kapas, Jeksen, Jantas, Ziyakan ve Jetpis gibi on kadar kişi girebiliyordu.
Sun Shiliang ile Osman Batur gündüzleri hep beraber oldular. Osman Batur, Generali yakında Moğollarla çarpıştıkları Sarışokı’ya ve Koyırteki’ye bizzat götürdü. Sun Shiliang, Moğol askerlerinin nereden, nasıl saldırdıklarını, uçakların nereden havalandıklarını, zengbirekler (top) ve ağır makinalıların nerelere yerleştirildiğini, Osman Batur mücahitlerinin onları hangi yönlerden geri püskürttüğünü, hepsini, gördü ve öğrendi; sekreterine rapor halinde yazdırdı. Moğollardan ele geçirilmiş olan askeri kıyafetleri ve madalyaları kabûl etti. Özellikle o zaman alınan vâlizden çıkan askeri çorap, savaş haritası, Yüzbaşı Dandar imzalı Rusça savaş emri gibi özel eşyaları görünce, sevinçten ellerini birbirine vurdu.
– Osman Batur, bir askerî akademide mi eğitim aldınız? Nasıl muhteşem savaşmışsınız! Savaş sanatını çok iyi biliyorsunuz. Eskiden Çin’de Ju Gilian isimli bir komutan varmış. Tastamam ona benziyorsunuz!” dedi samîmîyetle onu överken. Bu savaşta, Osman Batur’un mücahitlerini çok stratejik biçimde yerleştirdiğini hayretle gördükten sonra ilâve etti: “Siz, bu sefer, vatan için büyük hizmet ettiniz.”
Daha sonra Sung Şiliang kendi düşüncelerini Osman Batur’a çekinmeden anlattı.
– Şimdi bizim Çin‘deki, Da Gung Bao ve Şıng Bao gibi birçok gazeteler, bu sizin Beytik savaşınızı çok tafsilatlı yazdılar. Fakat onlar tek taraflı yazmışlar. Onlar “İle tarafı Moğollar vasıtasıyla Osman Batur’u yok etmek için savaş başlattı” dediler. Hatta bizim generallerden Jang Jıjung ve Tao Siyu da öyle muhafazakar düşünüyordu, diye her zamanki iki yüzlülüğünü ederek. Beşinci Atlı Korpus Komutanı Ma Çingşang, Moğolların güçlendirilmiş bir batarya askerinin sınıra saldırdığını, yetiştirdiği zaman ben bunun gelişigüzel bir çatışma olmadığını, vatanımız topraklarının bölünmezliğiyle ilgili büyük bir mesele olduğunu anlamıştım. Şonjı’daki Birinci Süvari Tümeninin İkinci Alayının komutanı Han Fang’e Beytik Dağına “acele gidin” diye emir verdim. İlâve olarak yedi ayrı konuda çalışma yaptım. Bunlar, otomobil yolu, deve kervanları, arabaları alarak gerekli araç gereç, yiyecek giyecek, mühimmatları taşımak; Şonjı ile Beytik arasındaki coğrafi durumu incelemek için keşifçi çıkarmak ve danışmanları göndermek gibi konulardı. Dış Moğolistan askerlerinin sınırlarımıza yaptığı saldırı hakkında Nanking’deki Savunma Bakanlığına, Lanchou’daki Güneybatı Çin Bölge İdaresine telgraflar gönderdim. Önceleri general Jang da, Tao da benim fikrimi acelecilik diye kabûl etmediler. Ancak sonradan Cumhurbaşkanının kendi eliyle yazdığı telgrafı okuyunca kafaları biraz çalıştı.
General Sung’ın konuşmalarını bugün Jetpis tercüme ediyordu. Bu sırada Ziyakan, Osman Batur’a doğru eğildi ve :
– Chiang Kai Shek’ten bahsediyor, dedi.
– Böylece Cumhurbaşkanı’nın telgrafında “İle ile Moğollar birleşerek Urumçi’ye ve Kumul’a saldırırlarsa, biz direk yardım gönderemeyeceğiz. Bu durumda Şıngjang’ı kaybedebiliriz. Bu konuya önem vermek için dünyayı bundan haberdar etmeliyiz.” diye yazdığını duyunca, benim fikrimi desteklemekten başka çareleri kalmadı.
– Siz, ne düşünüyordunuz? dedi Ziyakan.
– Ben, bunun arkasındaki amacı inceledim. Bana göre bu, büyük düşmanlık. Onlar Jang ve Tao’nun tahmin ettiği gibi sadece sizleri, Osman Batur’u yok etmek niyetinde değiller. Onların niyeti kötü. Önce, başarabilirlerse Beytik Dağını almak, ondan sonra güneye doğru giderek, Şonjı, Barköl, Yedikuyu çevresine kadar işgâl etmek ve bizim Lanchou’ya giden yolumuzu kesmek niyetindeler. Daha sonra da Manas Nehrinden Urumçi’ye doğru saldırarak, bize, İle hükümetinin öne sürdüğü şartları kabûl ettirmek için baskı yapmak ve en sonunda da bizi Singjang (Doğu Türkistan) topraklarından kovarak, kendilerinin desteklediği “Doğu Türkistan Cumhuriyetini kurmak” amacını gerçekleştirmek niyetindeler.
– Onlar Doğu Türkistan Cumhuriyetini gerçekten kuracaklar mı sanıyorsunuz? dedi Osman Batur.
– Daha ne? dedi General Sung, aniden sorulan soruya şaşırdığı için Osman Batur’a ürkerek baktı.
Osman Batur, daha sonra ses çıkarmadığı için biraz durakladı ve sözüne devam etti.
– Onların maksadı, bizim vatanımızı bölmek. Bizim imparatorluk olmamızı çekemiyorlar. 1912 senesi Ağustosunda bizden mukaddes ve eski topraklarımız olan Moğolistan’ı ve Kobda bölgesini aldılar. 1913 Temmuzunda Altay Dağlarının doğusundaki Sagantünke’ye saldırdılar. 21 Aralık 1913’te bizim Altay’daki maslahatgüzarımız Palta, Rusya’nın Altay’daki konsolosu Kuçenko’yla Sarsümbe’de bir araya geldi ve Çin-Moğolistan arasındaki askeri birliklerin sınır boylarındaki konumları hakkındaki anlaşmaya imza atsa bile daha sonra Ruslar “Beytik Dağını sınır olarak kabûl etmek gerekir” fikrini ileri sürmeye başladılar. Böylece bütün Altay bölgesini ele geçirme niyetlerini açığa vurmuş oldular. Sonradan yani, 1914’ te Avrupa’da dünya savaşı çıktığı zaman, Rusya bütün kuvvetlerini batıya kaydırdı ve doğudaki işlerle ilgilenmeye hali kalmadı. Üstüne üstlük, 1917’ deki Bolşevik Devrimi onların elini kolunu bağladı. Böylece on sene kadar bir süre Altay bölgesindeki sınır, sessiz kaldı. İşte bu fırsattan faydalanan Şıngjang (Doğu Türkistan) Bölgesel İdarecisi General Yang Zıngşıng 1914’te İle Elçisini, 1916’da Tarbagatay Danışmanını, 1918’de Altay’daki Rus Maslahatgüzarlığını feshetti ve bu üç bölgeyi bütünleştirdi.
Fakat Rusya’nın Altay bölgesini işgal etmek niyeti, yine değişmedi. 1933’ te Moğollar askerleriyle gelerek Bulgın bölgesini işgâl ettiler. 20 Haziran 1938’de Kobda‘daki muhafızlar aniden saldırarak Bomboto ve Karabalçık bölgesini aldılar. Bakın, görüyor musunuz, Rusya’nın gerçek amacının ne olduğunu? Hatta Sovyetler Birliği’nde 1940 senesinde yapılan bir haritada Altay Dağlarının küngey (güney) tarafı Sovyetler Birliği ve Mogolistan’ın sınırları içinde gösterilmiştir. Şimdi de yaptıklarını görüyorsunuz. Buna izin verilmemelidir. Cumhurbaşkanı bize “Jan, giderse gider; ama Altay bölgesi verilmeyecektir.” emrini verdi.
Bu sohbette, General, bildiği bütün bilgileri böyle uzun bir sohbetle anlatmış oldu. Uzun konuşmasının ardından nefes nefese kalmış koyu derili yüzünde bir damla renk kalmamış bir hâlde kısık gözlerini Osman Batur’a dikmiş bir şekilde kalakalmıştı.
Onun bu konuşmasından Osman Batur da memnun kalmamış, ama nefretini içinde gizlemişti. Çok yakın bir tanışıklığı yoktu, sadece ismen tanıyordu. General ismi uzaktan kulağa çok büyük geliyordu. Onunla konuşup tanışanlar da onu yere göğe sığdıramazlar, överler, iyiliklerini sayıp dökerlerdi. Fakat bu görünüşü Osman Batur için hayâl kırıklığıydı. Daha önce tanıştığı Çinli liderlerden hiçbir farkı yoktu. Bu da kara kuru, bu da çekik gözlü. Bu da Çinlilerin üstünlük taslayan tavrına sahip olduğu için: “Hepsi benim, hepsini ben yutarım,” tavrıyla aç gözlülüğünü apaçık ortaya koyuyordu. “Kimbilir, nasıl zalimdir? Kimbilir, ne cinayetler işlemiştir. Kupkuru suratından, gözünden belli olmuyor mu? Açıkça söylemiyor ama, seni bitireceğim, Altay bölgesini tamamıyla yutuvereceğim, niyetini göstermedi mi? Ah mümkün olsa şunu var ya… Tam buradayken…” diye düşünüyordu Osman Batur, yere çakılmış gözleri ve kenetlenmiş dişleriyle sessiz otururken. Avurtlarındaki sinirler oynamaya, çene kasları sertleşmeye başladı. Başını çevirdi, sessizce düşündükten sonra iç geçirdi ve geri dönerek “O zaman… Ben, Altay bölgesini Ruslardan kurtarıp tekrar sana vermek için savaşıyorum gâlibâ” deyiverecekken kendini tuttu. Sabretti. “Akıl dayanak, öfke bıçak.” atasözünü hatırladı. “Hay Allah, bu da ölümcül noktayı bıçaklamak istiyor. Sonunda bundan da iş çıkmayacağı anlaşıldı. Hedefe bak: Benim elimle Doğu Türkistan’ı yok etmek, Rusları kovmak ve sonra beni de …”diye düşünürken farkında olmadan yumruklarını sıktı. Yine sinirlerini kontrol altına aldı, sağduyuyla düşünmeye başladı. “Şimdilik başka çare yok. Bu benim elimle Rusları kovmaya çalışırsa ben de bunları köprü yapar, Amerikalılara ulaşmaya çalışırım. Urumçi’de Amerikalı birileri, dünyanın en güçlü, büyük memleketlerinden Amerika’dan gelen elçiler varmış. Onları bulayım. Sonra.. Sonra görürsün sen beni.. Gösteririm!..” diyerek sabretmeye çalıştı ve sessiz düşüncelere daldı.
Osman Batur’un yüzünün renginin değişmesinden, onun konuşmayı beğenmediğini Çinli General Sung Şiliang da anladı. Daha önceden Osman Batur hakkında rapor veren Çinliler, Osman Batur’un cahil, bilgisiz olduğunu söylerlerdi. Fakat bu tanıdığı Osman Batur, öyle sağduyusuz, anlayışsız biri değildi. İnsanın sadece gözünün içindekini değil, beyninin derinliklerindekini de anlayabilecek kadar akıllı biri. Hesabı kitabı çok güçlü ve derin bir düşman bu. Herkesin dediği gibi kolay düşman değil. Ne var ki, ne kadar güçlü olursa olsun, Çin’in büyük planı gerçekleşecektir. Çinlinin planı işi uzatmak… Babadan oğula, oğuldan toruna, torundan, torunun torununa.. Asla vazgeçilmez, birinden sonra öbürü işi devam ettirir. 2000 sene önce Han Hanedanı zamanında bu bölgeye Jang Şiliang’ı gönderen Han Padişahının emeli, hâlâ aynı..O zamandan beri hiç unutulmadan devam ettiriliyor. Kesintiye bile uğramadı. Uzaya uzaya Zo Zungtang zamanında Tanrı Dağlarının bir köşesinde bir dağı ele geçirdiler. Sonra sırasıyla Liyu Jingtang, Yang Zıngşıong, Jıng Şurın, Şın Sısey ve şimdi sıra kendisinde. Bak şimdi ayaklarının altında Altay bölgesinin toprakları. Çinli atasözüne göre “Dünyada, “tedbir” sözünden daha güçlü bir söz yok”tur. Bu atasözü binlerce yıldır sınanmış. Buna karşı Rusya da, Doğu Türkistan da hiçbir şey yapamaz. Hepsi dermansız kalır. Hepsinin yaptığı boşa gider. Bu Osman Batur mesela, bu tecrübeye göre.... Sadece sabır, dayanmak, dayanmak lâzım. Çinli sabrı gerek. O zaman bütün dünya…Bundan beş ya da on nesil sonra bütün dünyada iki kelime üstün olacak: Dünya ve Çin, veya Çin ve Dünya.
Kendi düşünceleriyle kendini rahatlatan General Sung, artık başka herşeyi unuttu. Osman Batur’un gönlündeki kırgınlığı da önemsemedi, ona yaranmaya çalışarak konuşmaya başladı.
– Osman Batur, siz olağanüstü bir insansınız. Siz Ju Giliang’sınız. Siz, bana misafirliğe, Urumçi’ye gelin.
Osman Batur ses etmedi. Başını yana çevirmiş hâlde alt dudaklarını ısırarak düşündü: ”Tabiî ki gitmek lâzım. Sung Şiliang’ı üzmemek lâzım. Geçmişte Çoybalsan’la da görüştü. O da yapışıp kalmadı ya. En kötüsü bu da ona benzer.”
– Olur, gelirim. Fakat şimdi değil, dedi isteksizce. Dünkü anlaşmaya göre ben kontrolümdeki askerleri iki alay olarak tekrar organize edeceğim. Daha sonra kısmet olursa, yayladan indikten sonra bakarız.
Sung Şiliang buna çok sevindi.
– İyi, dedi hemen sahte gülümsemesini takınarak. Şimdi bir ricam daha olacak. Sizde kabiliyetli, elinden iş gelir elemanlar varmış. Siz de insan sarrafı muhteşem bir komutansınız. Dünden beri benim dikkatimi bu Ziyakan Bey çekiyor. İzin verirseniz bu beyi Urumçi’ye almak istiyorum. Gidince etraflı konuşur ve yüzbaşı rütbesini geri iade ederiz belki. Sizin oradaki daimi temsilciniz olursa, iki taraf için de faydalı bir iş yapmış oluruz.
– Benim Urumçi’de adamım var. Keles Batur var. Bu Jetpis de orada, dedi Osman Batur, onun dediklerini hemen kabûl etmeyerek. Bu cevabı bir açıdan Generale karşı tedbir olarak diğer açıdan da Ziyakan’a güvenmediği için böyle vermişti. Çinlileri çok sever çünkü. Kocasının ikinci karısı olmaya iyice alışmış kumalara benziyor. Aslında, “Çinlilerle ve daha da ileri giderek Amerikalılarla ilişkiye girmek, sadece Osman Batur için değil, bütün Kazakların kaderini değiştirecek büyük bir iştir. Keles ile Jetpis bütün bu işlerin üstesinden gelemezlerse Küniyaz Molla’yı da göndermek gerekebilir!” diye karara vardı kendi kendine.
– Ziyakan Bey daha önce bizimle işbirliği yaptığı için tanışıklığı var, dedi General Sung da doğruyu söyleyerek.
– İyi o zaman, çok hoşunuza gittiyse alın. Haddi zatında Ziya-kan Bey bizim için de çok gerekli bir eleman ama… dedi, doğru mu değil mi belli olmayan bir tavırla. Sonra Ziyakan’a döndü, “Bu kararı Ziyakan Bey kendisi versin. Gitmek isterse engel olmam. Talihi açık olsun.”
Ziyakan, şaşırmış gibi tavır takındı.
– General cenapları size dün de söylemiştim, bu kararı Osman Batur bilir, diye cevap verdi, daha dün General Sung Shiliang’a verdiği sözü açıklamadan, özellikle gizleyerek. ”Nerede olursak olalım, niyetimiz birdir, demiştim size.”
– İyi, hürmetin için teşekkürler. Yolun açık olsun dedi! Osman Batur, hiç bozuntuya vermeyerek.”

V
Maliypa, bu sıralarda kendine bir uğraş bulmuştu. Gündüzleri eve uğramaz oldu. Geçen günkü nişancı gencin tavşan vuruşunu gördükten sonra onun da nefes alacak vakti yok. Üstüne üstlük Osman Batur’un bir nişancılık maharetine şahit olduktan sonra yerinde duramaz oldu. Osman Batur’un yanyana konmuş bir sıra kargayı her iki eline de silah alarak aynı anda vurduğunu görmüştü. Kimsenin olmadığı bir yerlere gidip Maliypa da kendi kendine atış talimleri yapıp duruyordu. Avuldaki yiğitler bazen bir araya toplanır, iddialaşır ve nişancılık maharetlerini gösterirlerdi. Maliypa da bazen onlara katılmaya başladı. Birçok gençten daha nişancı. Köylüler onu şimdiden “Osman Batur’un nişancı kızı” diye anmaya başladılar bile. Kızın, “batur” ismi de gittikçe yayılmaya başlamıştı.
Neredeyse bir seneye yaklaşmıştı. Buraya ilk geldikleri vakitlerdi. Osman Batur’un Avulu Beytik Dağının batısında idi. Osman Batur’u canlı ele geçirmek veya yok etmek için Banzragç müfrezesine Toktarkajıulı Berdikoja isimli Karatay, komutan vekili oldu. Moğolistan Çekistleri, kırktan fazla deve yüklü kervanla yola çıkmıştı. Yolda Sarıtogay Boyunda bir Kazak’ı tutsak alıp, onun rehberliğinde Osman Batur Avuluna baskın yaptılar. Gecenin bir yarısında Osman Batur’un sekiz askerini tutukladılar.Osman Batur’un büyük ak evini kuşatmaya aldılar. Şafakla beraber onu tutsak almayı planlıyorlardı. Fakat bunların varlığı belli olunca şaşkınlıktan Osman Batur’un evini hedefleyerek kurşun yağmuru başlattılar. Berdikoja, koşarak gidip Osman Batur’un evine bir el bombası attı. Ev alevlenerek yanmaya başladı. Bu sırada şafak da sökmek üzereydi. Tam bu esnada bunların arka tarafından gelen bir at nalı sesi ile acı haykırışlar birbirine karıştı. Baktıklarında, iki atlının hızla yaklaştığını gördüler. Bunların biri Osman Batur’du. İkincisini onun “batur kızı” diye biliyorlardı. Bunları gören askerlerin karşıya bakıp kurşun atmaya cesaretleri kalmadı ve çil yavrusu gibi dağıldılar. Sonradan, Berdikoca’nın, “O zaman Osman Batur’un işini bitirebilirdik. Öncelikle ev, Osman Batur’un evi değilmiş. Sonra da onun nişancı kızından korktuk!” diye hadiseyi hikâye ettikleri bu bölgede ağızdan ağza dolaşmıştı.

VI
Beytik Dağında bu sefer vukuu bulan hâdiseyi, bütün dünya alem duydu. Singjang Savunma Ordusunun Komutanı Sun Shiliang’ın bu haberi, yani Moğol askerlerinin Beytik Dağına yaptığı saldırıyı ve Sovyetler Birliği’nin askeri uçaklarının onlara yaptığı yardımla ilgili bilgileri, Nanking’deki Savunma Bakanlığına yetiştirmesiyle Çin haber kaynaklarında kıyamet aldı yürüdü. Osman Batur veya Milli Bağımsızlık Savaşı tamamıyla unutturulmaya çalışılarak bu hâdiseyi Çin Hükümeti kendi yararına kullanma yoluna girmişti. Öncelikle Çin “Merkez Gazetesi“,“Barış Gazetesi“ gibi resmi yayın organları birlik halinde konuyu ele alıyor ve Beytik Dağı savaşını birinci sayfadan büyük puntalarla veriyorlardı. Her gün yazılan makalelerle, Sovyetler Birliği ile Moğolistan‘ın Çin topraklarına yaptığı saldırı kınanıyordu. Merkezî Çin Hükümetinin bakanlıkları ve diğer kuruluşları da bu konuya özel önem veriyordu. Hukukî ve idari kurumlar bu konu için özel toplantılar ve münazaralar tertip ediyor; umuma yönelik bilgi verici organlar bütün memlekette bu konuda öğütler ve bilgiler yayınlıyordu. Şanghay ve Nankin‘de çıkan bazı gazetelerde vatansever, milliyetçi şairlerin şiirleri yayımlanıyordu. Çin Dışişleri, Sovyetler Birliği ve Moğolistan‘a kınamalar gönderdi. Sovyetler Birliği, 21 Haziran itibarıyla Çin‘deki büyükelçisinin danışmanı Ding Lin aracılığıyla Çin Dışişlerine cevap verdi. Sovyetler Birliği’nin Beytik Dağı hâdisesine karıştığını yalanladı. İlâve olarak hemen bunun arkasından Moğolistan Halk Cumhuriyeti elçisi, Çin‘in Moskova‘daki elçisi Fu Çıngçang vasıtasıyla Çin’e cevap verdi. Cevapta “Beytik Dağı Moğolistan Halk Cumhuriyeti sınırları içindedir. Bu çatışmanın tek sebebi Çin askerlerinin bu topraklara saldırmasıdır.“ iddiasında ısrar ediyordu
Çin Cumhurbaşkanı Çiang Kai Shek de alelacele ABD ve İngiltere‘ye özel elçiler göndererek, telgraflar yollayarak, Beytik Dağı hâdisesini Çin lehine çözmek için uğraştı. 16 Haziran‘da ABD Cumhurbaşkanı Roosevelt‘e, ”Sizinle aramizdaki özel dostluğu göz önüne alarak, bir konuyu açıyorum. Yakınlarda vukuu bulan hâdiseler, Uzakdoğudaki barışa fayda vermemektedir. Özellikle Altay bölgesinde olan hâdiseler, sadece bölgesel bir olay değildir. Aksine bu olay, Sovyetler Birliği’nin Uzakdoğu bölgesinde gelecekte de kullanacağı stratejinin en önemli kanıtıdır. Sovyetler Birliği’nin saldırgan tavrı hiç değişmeyecektir.“ ifadeleriyle derdini anlatmaya çalıştı. Dahası Roosevelt’i ”Bu hâdise sadece Çin için değil, Washington için de zararlıdır.” ifadeleriyle de iknaya yeltendi.
Sovyetler Birliği’nin gazeteleri ve radyoları da “Çin askerlerinin bir müfrezesi, Moğol Halk Cumhuriyeti’nin sınırlarına saldırdı. Merdigor Nehrinin boylarındaki sınırda 16 kilometrelik siper kazdılar ve pusuya yattılar.” şeklinde haberleri dağıtmaya devam ediyordu. Bunun arkasından 28 Temmuz 1947’ de Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyine gönderdiği bir nota ile Çin’i kınadı.
Osman Batur çevresinde başlayan bu tartışmanın böylece dallanıp budaklanması, o vakitlerde artık “Doğu Türkistan Cumhuriyeti” adını kaybederek “Üç Vilayet Hükümeti” olarak anılan İle bölgesi için bulunmaz bir fırsattı. Gökte aradıklarını yerde bulmuş gibi sevindiler. Üç Vilayet Hükümet Başkanvekili Ahmetcan Kâsımî, Şıngjan Bölgesel Geçici Hükümet Başkanı General Jang Jujıng’a ardı ardına telgraflar göndererek: “…Osman haydutlarının elini kesmek, haydutlar atamanı Osman Batur’u tutuklamak, halk mahkemesine vermek, acımasız şekilde cezalandırmak gerek.” gibi tehditler savuruyordu.
Bu sırada, Sovyet Destekli Millî Ordunun Kuzey bölgesindeki harp birlikleri ile Altay Vâliliği de boş durmuyorlardı. Kazak Halkının yaşadığı topraklara, özellikle Osman Batur’un doğup büyüdüğü Ör Altay (Altayların zirveleri) sayılan Köktogay, Şingil çevresine, Orta Cüz Kazaklarının Kerey Boyunun on iki dalı arasında saygı gören şahsiyetleri; Jedikten dört makamın birini temsilen Biy Hacıoğlu Reşat ile Razdan imamı, Ez Zalıng’i; Jantekey’den Bulanbay torunu Velioğlu Hacınabi’yi kendi taraflarını iknaya ve Üç Vilayet hükümetini savunmaya çağırmak için görevlendirdi. Nusipcan Yasinov komutasındaki Tarbagatay Üçüncü Süvari Alayına ilâve olarak Konkay Bölüğünü; Şabırtı, Sartogay, Turgın, Sekpiltay, Karaşora ve Şankan gibi bölgelere yerleştirerek, Osman Batur ile Kazak halkı arasında tampon bölge yarattı, güçlü nöbet noktaları oluşturdu.
Sarsümbe şehrindeki merkez komutanlık toplantılarından birinde Yüzbaşı Fatey İvanoviç Leskin öfkelenerek, ter ter tepinince Orgeneral Delilhan Sügirbayev, özel olarak merkeze alındı ve tehdit edildi:
– General Hazretleri, defalarca adam yolladığımız halde, niye hâlâ Osman’ı yok edemedik. Nedir bunun sebebi? Hadi onu yok edemedik, ama neden Osman’a karşı hiç kimse ateş edecek gücü bulamıyor?
Delilhan, bu sözlerin altındaki manayı anlasa bile, onlardan öğrendiği taktiği kullandı ve soruyu omuzlarını silkeleyerek cevapladı. Bu cevaptan sonra, Leskin, daha çok hiddetlendi.
– General! Rütbenize rağmen hiçbir şey bilmiyorsunuz. Nasıl iş bu? dedi ellerini iki yana açarak.
– Arka arkaya asker gönderiyoruz habire. Ben de sizin gibi insanım. Ne bileyim onun sırrının ne olduğunu.
– Ne? dedi Leskin, sinirlerine hakim olamayan bir edayla.
– Gerekirse, yine gönderelim.
– Yine mi… diye Delilhan’ın lafını kızgınlıkla tekrarladı Leskin. “Yine boşuna harcanacaklar.”
Leskin’in böyle hiddetlenmesine, Delilhan hakkında edindiği bazı bilgiler sebep olmuştu. Bu yüzden, Delilhan’a böylesi bir hiddet gösterisi yapmak farz olmuştu. Ancak Delilhan da bu taktiği anlamıştı.
Bunlar, her zaman böyle yaparlar. Her zaman buyurucu bir tavırları var. İşte bu yüzden tepemize çıkıyorlar. Geçenlerde, bundan bir iki ay kadar önceydi, Kulca’da bir toplantı sırasındaki bir olay, Delilhan’ın hâlâ zihnindeydi. Hatırladıkça tüyleri diken diken oluyordu. Üç Vilayetten liderlerin ve bütün vilayetlerin vâlilerinin katıldığı Hükümet Şuralar Meclisi açılmıştı. Ahmetcan Kâsımî, konuşma yapıyordu. İki numaralı dairede çalışan iri yarı bir Rus vardı, içeriye girdi. -Kulca’da yaz sıcakları çok erken başlar.– Hava oldukça sıcaktı. Üstünde kolsuz gömlek, ayaklarında eşofmanlar, elinde ince bir kırbaç sahnenin arka tarafındaki kapıdan girdi, Ahmetcan’ın konuşmasını biraz dinledikten sonra irkildi. Sonra aniden bozularak:
– Hey kör, dedi güm diye. Ahmetcan’ın bir gözü iyi görmezdi. Arkasına döndü ve konuşmasını keserek bakakaldı. Rus da öne doğru bir iki adım attı, işaret parmağını Ahmetcan’a doğrultarak, demin söylediğini yine tekrarladı: “Hey kör, konuşacaksan doğru dürüst konuş! Yoksa saçmalama! Öyle değil o söylediklerin; bak, böyle.”diye oturanlara ters ters baktı ve Özbekçe konuşmaya başladı.
Toplantı salonu, bir anda sessizliğe gömüldü. Kimse sesini çıkaramadı, Ahmetcan, ne yapacağını bilmez şekilde yere baktı. Artık ondan ses çıkmaz, ama topraktan ses çıkar haldeydi. Salonda cenaze çıkmış gibi bir acı sessizlik vardı. Herkes başlarına ağır bir darbe yemişcesine sersemlemişti. Sağır sessizliği bir süre devam etti. Tam bu sırada Üç Vilayet Hükümeti Şura Üyesi, Tarbagatay Bölgesinin Vâlisi, meşhur zengin Başbay Çolakoğlu Bapin yerinden fırladı:
– Hey cemaat, ölü müsünüz, diri misiniz? Ne saçmalıyor bu.. bu gök göz köpek! Bizim liderimiz Ahmetcan’a böyle hakaret ederek, gözüne dürtercesine konuşan bu kâfir, kalanlarımıza ne iyilik edecek sanıyorsunuz? Ne hakaret ! Ne felaket bu yaptığı? Daha ne kadar aşağılayacaklar bizi! Bunu duyduğunuz hâlde, erkeğiz diye hâlâ yerinizde oturacak mısınız, miskinler?! Öyleyse böyle hükümetin de, böyle meclisin de, böyle gök gözlü kâfirin de, hepsinin taa babasının ağzına. Gidiyorum!” diye yerinden fırladı, ite kaka kendine yol açtı ve yalnız başına toplantıdan çıktı gitti.
Oturanlar, deminki “gök göz”ün Birinci, İkinci Dairelerin ve Sovyetler Birliği’nin danışmanlarının başkanı Vladimir Stepanoviç Kozlov olduğunu sonradan duydular. O gün, sarhoş olsa gerek. Kendisi de biraz içen Başbay da halkın ricasıyla içkiyi bırakmıştı. Fakat o günden sonra bu Rusun adı “Başbay’ın Gök Donu” olarak yerleşti.
Bak, şimdi bu Rus da, aynı o zamanki gibi, buyurucu edayla davranıyor. Hepsi birbirine benziyor. Ah keşke, Başbay gibi erkek olsaydı. Mangal gibi yürek varmış. “Asil evlâdı” diye işte buna derler. Dedesi Alingazi Ükirday da Şın Sısey hapishanelerinde, başını asla eğmeden, inatla karşı koyarak can teslim etmiş, derlerdi. Asil kandan gelenler, ahh!.. Fakat kendisine gelince, bunların hepsini tepesine çıkardı. Bunlar, işte böyle, saklandıkça tepene binerler. Kızdıkları da laf ola beri gele türünden kızmak değil. Bunun yaptığı tamamıyla başka niyetlerle yapılıyor.
Tam bu sırada Delilhan, Leskin’in gözünde kimseye aman vermeyecek zalimliğin işaretlerini gördü. Gök gözleri daha da çukurlaşmıştı. Derin bir bataklık, dipsiz bir çirkefe benziyordu. Taş gibi. Soğuk mu soğuk. O dipsiz bataklıkların arkasından Delilhan da bir belânın olacağını açıkça gördü; tastamam belâ olduğunu sezdi. Yüreği ağzına geldi ve vucudundan ürperti geçti. Bunun da uzun zamandır sakladığı, en derinliklerinde yatan asil ruhuna aksüyeklik[19 - Soyluluk.] asilzâdelik; kanına ateş düştü.
– Öyleyse size göre, onunla (Osman Batur’u kastederek) kendim mi gidip çarpışmalıyım? Elinden iş geleceğine inandığımız kişileri gönderdik. Onlar hakkındaki bilgileri siz de gördünüz. Benim daha ne yapmamı bekliyorsunuz ki? Hayatında ilk defa karşı duruyordu. Demin diğer subaylar hakkında kullandığı ifadelerden de hep başkalarını suçlamaya alıştığını anladığı için. Artık bu sorgulama, maskaralık ve ayak altında kalmak canına tak ettiği için.
Leskin, aniden döndü. Delilhan da gözlerini kırpmadan bakakaldı. Delilhan’ın gözünde de hiddet ateşi vardı. Daha önce görmediği değişik bir hiddet. Ne dersen onu yapan ve burnu delinmiş deve yavrusu gibi devamlı baş sallayan Delilhan değildi bu seferki. Dokunsan patlayacak hâldeydi. Bunu anlayınca, Leskin de çabucak çark etti.
– General Mirza, size işin genel gidişatını açıklıyorum. Benim sizi suçladığımı mı zannettiniz? Ortak sorumluluk… Ortaklaşa teâtî edelim. Bunun için siz de ben de suçlu değiliz. Bırakın ikimizi, bu probleme bizim yukarıdaki güçlüler de çare bulamadıklarından, kıvranıyorlar. Yoksa Washington’a dilekçe yazarlar mı? diye derhâl yumuşadı.
Delilhan’ın da hiddeti çabuk geçti. Fakat deminki Leskin’in gözündeki kinci kıvılcımdan sonra, onun da yüreğine düşen kor sönmek bilmiyordu. Tam bu sırada Osman Batur’u hatırladı. “Başka bir açıdan, o aksağın yaptığı da doğru mu acaba? Kimseye baş eğmeden, ölse de eğilmeden ölünür ya.. Fakat onun tuttuğu yol da çıkmaz sokak. “Bir sürü it bir tarafa, gök it öbür tarafa,” dedikleri gibi. “Kitleler korkutur, derinler batırır.”[20 - Bu sözün Kazakçası: Köp korkutadı, tereng batıradı.] İnsan kendi geleceğini bilemez, bu âşikâr. Geçen sefer, Osman Batur’un kendisi de ifade etti. “İkimizin düşmanı aynı.” dedi. Belki, o dediği doğrudur. O da boşuna yaratılmamıştır herhâlde. Bir kutsal görevi var olmalı. Delilhan da ondan habersiz değildi. Ne kadar hiddetlense de, kırıp dökmek istese de hiddeti geçince, sağduyulu hareket edince, sakinleşiyordu. Aktay, Yılkıcı, Sügirbay…Delilhan’ın atalarının adları… Hepsi de asilzâde çocukları. Kazaklar birbirlerine ne kadar kızsa da, birbirlerini öldürmeye kıyamazlar. Yılkıcı ile Ömürtay, Sügirbay ile Kara Osman defalarca çatışmış olmalarına rağmen, komünist tapınıcılar gibi birinin canına yekdiğeri kastedecek yiğitler olmadılar. Çok ileri gittiklerinde, barımta[21 - Bir anlaşmazlık sonucunda mal ve mülk olarak alınan diyet anlamına gelir.] aldılar. Karşılıklı başlık verip aldıkları gelinleri kaçırdılar. Bazılarının sakallarını traş edip maskara ettiler. Ama hiçbiri yekdiğerinin boğazına, ümüğüne elini uzatmadı. Atadan kalma gelenek… Osman Batur’u vurmak için defalarca adam gönderse de Delilhan’ın onu gerçekten öldürmeye niyeti hiç olmamıştı. Kazak olmamasına rağmen Leskin, bunu sezebiliyordu. Laf ola beri gele misâli birilerini gönderiverdiği yalan değildi. Osman Batur’la aynı sofrada oturmuşluğu vardı. İkisi, ne kadar zâlim olsalar da bozkırdaki vahşi kurttan daha zâlim değillerdi.
“Yarasa kanat çırpar dağ başında
Yoksulun hayatı hiç, varlığın yanında
Dost olduktan sonra kötülük yapmaktan koru Allah’ım
Kurtlar da ihanet etmez yoldaşına.”
diye bir şiir var, işte böyle… Kazak demek mertlik demekti.
O gün Delilhan, özel ulak gönderdi. Örmegeyti’nin başında, Kaluvın kaplıcalarının ortalarında, kendilerine ait yazlık bölgede oturan Şokay Hacı’nın oğlu Turısbek’i çağırttı. Geçen sene Dörbiljing Boyundaki kışlaktayken Şokay Zalıng, Leskin ile Delilhan’ı bir grup askeriyle beraber misafir etmişti. Ertiş Nehrinin bir kıvrımında, kışın fakirleşmiş gibi çıplak kalan tabiatın arasında, elbiseleri soyulmuş, yapraksız kalmış uzun ağaçların, bozlaşmış, rengi kaçmış dalların ortasında bulunan kısa boylu şiy ve şengel bitkilerinin üstüne kurulmuş gösterişli ahşap evinde Şokay Zalıng, bunları misafir etmişti. Altlarına dokuz kat minder serilmiş, ayı postlarıyla kalınlaştırılmış evinde onları üç gün boyunca ağırlamıştı. Hatta bunların bir heybeye sakladıkları ve arada gizlice içtikleri içkilerine de ses çıkarmamış, görmemiş gibi davranmıştı. Onlar vedâ ederken, Les-kin ve Delilhan’ın omuzlarına kurt postundan palto ve yanlarına da elli koyun değerinde gümüş sokuşturmuştu.
Leskin, bundan çok memnun olmuştu. Gündüzleri askerler ve subaylar kendi aralarında hedefe nişan alıp eğlenirken, onlardan hiç de eksik atış yapmayan Turısbek’in nişancılığına da bayılmıştı.
– Orduya katılmamış, eğitim görmemiş olsa da ne kadar nişancı! diyerek imrendiğini gizleyemeden dile getirmişti.
– Kazaklar ordu ve nişancılık disiplininden geçmemiş olsalar da, aynen böyle, hedefi hep tuttururlar, demişti Delilhan övünerek. “Osman Batur’un adamlarının da hepsi öyle nişancıdır. Hatta o aksağın nasıl nişancı olduğunu İtek Kızıl’da siz de görmüştünüz.”
Leskin bunu duyunca, Delilhan’ın yüzüne bakmak için aniden dönmüş “Kanı çekiyor galiba!..” diye düşünmüştü. Bu düşüncesini sezdirmemek için özellikle lâfla pohpohlayarak:
– Turısbek Mirza’yı subay olarak almaz mısınız? demişti yalandan yumuşayarak.
– Siz emrederseniz alırım, tabii demişti, Delilhan da onun bu lafını hangi hesapla söylediğini anlayarak.
Fakat onların bu hediye teklifini, Şokay Hacı kabûl etmemişti.
– İyi niyetiniz için teşekkürler. Başka oğlum yok. Gözümden ırak hiçbir yere gönderemem. Fakat herhangi bir işiniz için gerekli olursa, onu da engellemem, demişti.
Biraz önce görüştüklerinde Leskin bu olayı hatırlattı. Osman Batur’u vursa vursa, o Turısbek vurabilirdi. Delilhan’a bunu özellikle hatırlatmıştı.
Etine dolgun, kırmızı yanaklı, daha yeni yirmilerine ulaşmış ve yiğit olmaya başlamış olan Turısbek, Delilhan ile Leskin’i dinlemiş, uzunca bir süre düşündükten sonra birden kabûl etmişti
– Olur. Sizin dediğiniz olsun. Fakat sonradan bütün Kerey Boyu karşıma çıkıp ta “katil” diye babamın başını ağrıtmasınlar.
Delilhan’ın gökte uçarcasına giden ala ayaklı atına binip, Leskin’in verdiği tabancayla yanına sadece at uşağını alan Turısbek, bir hafta sonra Beytik Dağına vardı. Köktogay’dan bir Karakas’a gelin verdikleri ablasının evine gitti. Birkaç gün dinlendikten sonra oradan Oranbulak’taki Osman Batur Avuluna, Batur’a selam vermeye gidiyorum diyerek ayrıldı, belinde tabancasıyla.
Osman Batur evindeydi. İyi karşılandı, sıcak bir tavırla hâl hatırı soruldu. Babası Şokay Hacı’nın sağlığı ve halkın durumu konuşuldu.
Kımız içildikten sonra, koyun kesildi. Osman Batur, bilgili babanın görgülü oğluyla çeşitli konularda konuştu. En sonunda bir ara, Osman Batur, bir süre sessizce oturduktan sonra:
– Ee, Turısbek, falcı değilim. Onu herkes bilir. Fakat geliş sebebini anlıyorum. Başka bir delil gerekmez, bu ala ayaklı atından anladım. Babanın namına, atalarının ruhuna havâle ettim. Ne yapmak istersen kendin bilirsin, dedi, Turısbek’in tavrını anlamak için dik dik bakarak.
Turısbek bembeyaz kesildi ve yığılıp kaldı. Uzunca bir süre sonra tekrar canlanır gibi oldu.
– Cesaretine kurban olayım, Batur Ağa! Tam doğruyu söyleyeceğim, dedi tımakını ve tabancasını Osman Batur’un önüne bırakırken.
– Sen on üçüncü adamsın, dedi Osman Batur, rahatlayarak otururken. Bir konuda Allah’a şükrediyorum. O gök göz Rus ne kadar sihirle gönderse de, ağzında Allah’ı, yüreğinde imanı olan hiçbir Kazak, bugüne kadar kötülük yapmadı…O Dakey (Delilhan) de çaresiz, dedi kendi kendine konuşurcasına.
Tam bu anda o iki lider (Osman Batur ile Delilhan Sügirbayev) iki uzak mesafede yaşıyorlarsa da sessizce, pak yüreklilikle, bir kerecik olsa da biraraya gelmiş gibiydiler.

VII
Altay Bölgesel Hükümeti’nin propaganda görevlileri haziran ayının sonlarında Köktogay’dan sınırdaki Şingil’e doğru gün be gün yaklaşmaktaydı. Bütün meşhur hatipler, nüfuzlu kabîle başkanları olanca marifetlerini dökerek halkı kendilerine çekmeye çalışmakta, halkın “Osman Batur ve haydutlarının arkasından giderek perişan olmaktansa, Üç Vilayet İdaresini desteklemesi için” ellerinden geleni yapmaktaydılar. Bunlara inanan Köktogay’daki Kazaklar, her sene yaptıklarından daha geç de olsa, artık yaylaya doğru göçmeye başladılar.
Şingil’deki halkın inancı hâlâ tam değildi. Önceden, Altay Üçüncü Süvari Alayında bölük komutanı olan Irıshanoğlu Asen, şimdi Şingil kazasının hâkimiydi. O burada sadece hâkim olduğu için saygı görmüyordu; Şakabay kabîlesi arasında babası Irıshan’dan sonra devraldığı ükirdaylığı[22 - 1000 nüfusun lideri olan kişinin ünvanı.] ile de çok değerliydi. Millî Ordu’nun kuzeydeki savaş birliklerinin halk arasındaki ajanlarından alınan güvenilir haberlere göre, Asen liderliğindeki Kazakların Sekpiltay ve Şankan’da göçmeden bekliyor olmasının anlamı büyüktü. Her sene bu vakitlerde Kazakların göçünün ileri grupları Küngeyti, Akbulak’a kadar gider, büyük ve küçükbaş olmak üzere dört çeşide bölünen sürülerini, özellikle deve, sığır ve atlarını daha da yukarılara gönderir, yaylada serbest bırakırlardı. Tabiat olarak rahatına düşkün, canları çok tatlı olan bu Kazaklar, şimdi yaz mevsimindeki yaylanın rahatlığı ve serinliğine gitmeden, sıcak ve sinek dolu eteklerden dağlara doğru kaçan sürülerini zorla yakalayıp geri getirerek güneş altında oturmaya devam ediyorlardı. Bu tekin bir hareket değildi.
Asen Ükirday, gizlice Osman Batur’a haber saldı. Mektubunda “Ruslara güvenen Delilhan’ın bizim halkı adam gibi yaşatma niyeti yok. Hepimize kısa etekli paltolar giydirip, istavrozcu yapacak gibi. Bu yüzden “Ne göreceksek Batur’la beraber görelim,” kararına gelmiş bulunuyoruz. Fakat önümüzde kılıcı parlayan Tarbagatay Üçüncü Süvari Alayıyla Nusiphan Yasinov isimli Uygur var. Sağ böğrümüzde, Karatünke’de bütün silahlarını kuşanmış Konkay Bölüğü var. Asker yardımı yapılmazsa; kız kızan, çoluk çocuk hepsi kurban olacaklar!” diyordu Osman Batur’a.
Tam bu günlerde, Turgın’dan çıkan ve Karatünke’ye doğru giden propaganda grubunun arasındaki Şariy Zengi, Sekpiltay’a, Şakabay Boyundaki dünürüne bir haber göndermişti. Haberde: “Dün, Turgın’daki toplantıda Ez Zalıng bir konuşma yaptı: “Osman, kahraman değil, başıbozuktur. Delilhan’ın tuttuğu yol, temiz yoldur. Osman Batur, Altay bölgesinde dayanamadığı için Beytik Dağına kaçtı. Onun bu gidişinin dönüşü olmaz gibi. Ancak geri dönüp öç alması da mümkün. Bu yüzden tedbirli olmalı. Bu bir… İkincisi, yarın Sekpiltay’a gidiyoruz. Şakabaylarla toplantı yapacağız. Bu toplantı esnasında, besiye çekilen dört öküz ve 12 koç kesilecektir. Orada bol et yiyeceksiniz. Gitmek isteyenler, beraber gelsinler.” diye açıkça tehdit savurdu. Kinini saklamadan konuştu. Hazırlıksız yakalanmayın” diyerek onları uyarmıştı.
En başta Asen olmak üzere herkes, bu haberi dehşetle dinledi. “Bu haber hiç de gelişigüzel söylenmiş birşey değil, bunda belalı bir bilmecenin sırrı var.” sonucunu çıkardılar. Dört öküz, on iki koç demek, Şakabay Boyunun liderleri anlamına geliyordu. “Öyleyse, sessizce oturmak, pişmanlığa yol açacaktır. Derhâl hareket etmeliyiz.” diye Sekpiltay’a giden kara yoluna kuvvetli nöbetçiler dikerek, bütün büyük ve küçükbaş onbinlerce hayvandan oluşan ve yeryüzünü kaplamışcasına dolduran sürüyü önlerine katarak Sarıtogay’a doğru göçe başladılar. Sekpiltay’ın göç kervanının geçeceği yol güzergâhına, Tünke ve Şingil taraflarına onar kişiden ibâret keşifçiler gönderdiler ve Şankan’dan aşağıya giden yoldan Döntü’ye tırmandılar.
Göç kervanının önündekiler, Beytik çayındaki bir tepeye ulaştıklarında, onların önünde pusuya yatmış olan Nusipcan, altmış kadar askeriyle bölgenin en yüksek tepesi olan İpekkızıl’ı ele geçirmek için atlandı. Tam bu sırada nehirden geçerek Asen avulunun yakınlarına da Jantas liderliğindeki otuz kadar Osman Batur savaşçısı gelmişti. Düşmanın hareketini görür görmez, bunlar da tepeye doğru fırladılar. Jantaslar sonradan farkettiği için Nusipcan askerleri tepeye yakınlaşmışlardı.
– Atlan! Atlan! Tepeye yetiş! diyen Jantas’ın sesiyle hepsi de oraya doğru atlarıyla ok gibi fırladılar. Jantas’ın altında gökte uçarcasına koşabilen yarışlar kazanmış bir at vardı. Nogaybay sürüsünün en seçme cinsinden geliyordu atın soyu. Kuş misâli, adeta uçarak geliyordu. Az sonra arkasına baktığında, yoldaşlarını çoktan geride bıraktığını, kendisinin çok ileri gittiğini gördü. Önündeki düşman askerinin gelişi de çok tehlikeliydi. Onlar da atlarına kırbacı basmış, tepeye doğru hızla yaklaşmaktaydılar. Ancak onların önündeki birinin tepeye erken ulaşacağı belliydi. Onun da atı çok hızlı, bulunduğu yer de çok elverişliydi ve tepeye çok yaklaşmıştı.
Jantas da kaçın kurrası… Güçlü savaşçıydı. Zor durumlarda çabuk çözüm bulacak kadar tecrübeliliğine ne demeli… Artık düşünmekle vakit geçiremezdi. Atından atladığı gibi bir dizini bükerek atış pozisyonuna geçti ve en öndeki düşman atlısını vurdu. Üstündeki adam, öne doğru savrulduğu gibi attan düştü. Atı da donmuş gibi durakaldı. Jantas da çeviklikle atına atladığı gibi tepeye herkesten önce yetişti. Nusipcan askerlerinin en önündeki iki askeri de halletti. Bu sırada onun yanına Asen Avulunun adamlarından Kabiy ve Zülhoca da geldi. Düşmanı kolayca yüzgeri ettiler.
Jibekkızıl’dan yüzgeri edilen Nusipcan askerleri, derhâl geri dönerek nehre yöneldi ve göç kervanının önünü tıkamak için harekete geçti. En öndeki dört beş avul, nehir yakasına yetişmek üzereydi. Nusipcanlar, göç kervanının böğrüne yakın bir düzlükte attan inerek, pulemet mermilerini yağdırmaya başladılar.
Göç kervanının sırası bozuldu. Öndekiler ağaçların arasına girip kayboldular, geridekiler de yol üstünde kalakaldılar. Halk korkmuştu. Çoluk çocuk, kız kızan ağlamaya başladılar. Hepsinin aklı başından gitmiş, birbirine sokulmuş gruplar halinde ürpertiyle bekleşiyorlardı.
Bunu gören Nusipcan, cesaretleniverdi, delirmiş gibi bağırmaya başladı ve askerlerine göç kervanına saldırın emri verdi:
– Hurra! Saldır! Kıpırdatma kervanı. Eğer tam bugün, şu Asen Avulunun kız kızanını hepinize bölüştürmezsem, bana da ne desinler. Hurra! Hurra! Geri, geri çevir! diye atına bindiği gibi sivil halka saldıran askerlerin tam ortasına girdi ve dört nala gitti. Göç kervanına yaklaşıp, ses duyulacak mesafeden, boğazını yırtarcasına bağırmaya başladı:
– Canlarından ümidi olanlar kenara çekilsin! Bizim tarafa geçsin! Yoksa hepinizi şimdi gebertirim! diye göç kervanının çeşitli yerinde toplanmış olan kız kızan, çoluk çocuğa dehşet saçtı.
Kurman ve İdris Avullarının bir grup kız ve gelinleri, göç kervanından ayrılıp ve yayan olarak Nusipcan askerlerine doğru yürümeye başlar başlamaz, ayaklarının dibine yağmur gibi dökülen pulemet kurşunları yağmaya başladı. Kadınlar bağırış çağırış geri kaçtılar. Bunu yapanlar, olayı dürbünle uzaktan izleyen Jantaslar grubuydu.
İki taraf, tam bu sırada, çarpışmaya başladı. Nusipcan’ın askerleri, çabucak geri çekildi ve yakınlardaki bir tepede sipere yattı. O tepeden pulemet kurşunlarını dökmek suretiyle göç kervanı ile savaşçılar arasına hiçkimseyi yaklaştırmadı. Bir grup asker göndererek, biraz önce göç kervanının önünde giderken orman içine sığınan beş altı avulu da develere yükledikleri yükleriyle tutsak aldılar. Aralarında hiç erkek yoktu, hepsi de kadın ve çocuklardan ibâretti. Karanlık basar basmaz, çeşitli yerlere nöbetçi diken Nusipcan, geceyi sivil halkla birlikte geçirdi.
Sarıtogay Nehrinin taşma vaktiydi. Nehir, sancılı gibiydi. Rengi de değişmişti, Her zamanki mavimsi beyaz köpüklü su değildi. Nehir suyunda, öbek öbek büyüyen dalgalar, birbirinin arkasından adeta yarış edercesine, gürleyerek koşan aslanlara benziyordu. Köpüklerini havaya savurarak, aksırıp tıksırarak boğulurcasına akmaktaydı.
Jantas ve savaşçıları, şafak söker sökmez, Çadırtaş Boyunda toplanan sivil halkın göçünü nehirden geçirmeye başladı. Öncelikle insanları ve büyükbaş hayvanları kurtarmak için anlaştılar. Dünden beri devam eden koşuşturmadan, ak yeleli at, yorulmuştu. Jantas sürüden bir at seçti ve eyer takımını takmadan binerek nehre indi. Biri ihtiyar biri genç iki kadın, suya kapıldı. Kadınlardan birini insanlar urgan atarak kurtarabildiler.
Güneşin çıkmasıyla, Osman Batur tarafından gönderilen ve Keşapat Batur’un komutasında gelen yüz savaşçı daha katıldı aralarına. Nehri hep atlarla geçmeye alışmış yiğitler, Jantas’la konuşuyorlardı.
– Daha erken gelecektik ama yukarılara gitmişiz. Hadi Jantas, burası senin memleketin hadi başla bakalım.
Nöbette bekleyen yiğitler de peşpeşe gelerek çeşitli haberler getirdiler. Konkay Bölüğü, Karatünke’den Sekpiltay’a geçmiş, yavaşlamış ve göç kervanının sonundan keşifçiler göndermişlerdi. Sarıtogay’daki merkez komutanlığından bir araba asker gelip, Nusipcan askerlerine katıldı. Kuv Ertiş’teki Komutan Sımeke Koşabayev askerleri de KaraTünke’ye yöneldiler.
Bunu duyan Keşapat Batur’un sabrı taştı:
– Sonuncular gelmeden önce, bu Nusipcan ve askerlerini halletmek lâzım! dedi oturduğu yerde duramayarak. İri vücudu ileri geri hareket etti ve dolgun yüzü morarıp hiddet belirtisi göstermeye başladı.
– Batur, doğru söylüyor. Öncelikle bu Nusipcan isimli Sart’ın[23 - Özbek’in.] hesabını görelim! dedi biri kalpağını eline almış şekilde, kızgınlıkla. O kepaze dün gece göç kervanından bölünen avullarla geceledi. Diri diri kesmek lâzım o köpeği!
– Ar namustan bezmiş o kara köpeğe, kadınlara saldırmak neymiş, göstermeliyiz.
– Arsız domuzu…bakalım!..
Gittikçe yükselen hiddetli sesler… Bıyıklar dikleşmiş, öfkeden patlayacak hâle gelmiş kızgınlıkları yüzlerindeki kıpkırmızı renkten belli olan suratlar, küfürler… Jantas’ın da istediği şeydi. Kendisi de iyice pişman olmuş şekilde içi ateş gibi yanıyor, kiminle tutuşacağını bilmez hâlde oturuyordu. Onun da ata anasının evi oradaydı. Hanımı Külen de oradaydı.
– Gittik[24 - Kazaklar hadi gidiyoruz demek yerine kararlılık ifa eden bu kelimeyi kullanırlar.]. Düşün arkama! dedi, atına atladığı gibi, hiddetten patlamak üzereyken.
Etrafı tamamıyla düzlük olan kahverengi tepeye, önceden pulemet kurarak pusuya yatmış olan Nusipcanlar, bunları yanlarına yaklaştırmadı. Keşapat’ın arkadan dolaşmaları için gönderdiği adamları da kırklık[25 - Koyunların yününü kırkan iri makas.] gibi kırkmaya başlayınca, geri çekildiler.
– Eyvah, bunların böğründen saldırmak lâzımdı, dedi Jantas çaresiz bir tavırla.
– Doğrusun. Bunların böğründeki tepeyi almazsak, bize yenilmeyecekler, dedi onu doğrulayarak Keşapat. “O taraftan atla saldırsak ne yaparlar acaba? Hepimizi hallederler mi?”
– Aman Keşapat Ağa, hiçbirimizi canlı koymazlar bu düzlükte ortaya çıkarsak, dedi birileri.
– Ne yapacağız şimdi? dedi Keşapat sıkıntıyla.
– Karanlığa kadar bekleyelim.
Karanlık basmaya başladığında, mayıs ayının pamuk gibi gecesi kara yorganını örtmeye başladığı zaman, Keşapatlar saldırıya geçti. Nusipcanlar da böğürlerindeki tepeyi ele vermemek için uğraştı. Devamlı havai fişeklerle, süt misali beyaz aydınlık yaratmaya ve böylece düzlükten geçebilecek fareleri bile görebilecek hâle getiriyor ve yapacak bir şey bırakmıyorlardı. Çadırtaş bölgesini örten gökkubbede, iğne batıracak yer bırakmayacak şekilde yerleşen pırıl pırıl yıldızların arasından hayatı sona eren birkaç yıldız kaydı.
Kullanacak hiçbir taktik düşünemeyen Keşapat, iki eli şakaklarında oturdu kaldı.
– Sabaha kalırsa, bunlar ele geçmez. Arkadan gelen takviye güçler, Konkay Bölüğü yardıma yetişir, dedi çaresizce.
– Öbür yandaki tepeyi ölsek de almak zorundayız! dedi Jantas, bu lafı belki on, belki yüz defa tekrarlayarak.
Keşapat sinirlendi:
– Almak lâzım! Almak lâzım! dedi aynı lafı tekrarlayarak. “Almayalım diyen var mı? Nasıl alacağız? Akıllıysan yolunu göstersene.”
– Olur, dedi Jantas burulmuş şekilde. Ölsek de almamız lâzım. Yoksa buradaki sivil halkı tamamıyla geri götürecekler. Alacaksak da şimdi, etraf aydınlanmadan yapmak gerek. Öyleyse birkaç yiğitle ben gideyim. Hâlâ karanlık. Ben deminden beri dikkat ediyorum, onların attıkları fişekler, sadece şu düzlüğü aydınlatıyor. Ama pusuda yattıkları tepenin böğrü hâlâ karanlık. Ben, tam oradan geçeceğim, dedi. Bir kahramanlık gösterisi daha geliyordu.
– Çok tehlikeli bir nokta. Görürlerse doğrarlar! dedi Keşapat.
– Başka çare yok. Ya ölüm, ya hayat! dedi Jantas yerinden kalkıp ve yoldaşlarına bakarken.
– Öyleyse… dedi Keşapat dayanamıyarak. Buradan en beğendiğiniz atları alın.
On yiğit, gönüllü olarak ortaya çıktı.
– Tanrı sizi korusun! diye göğüs geçirdi Keşapat endişeli hâliyle. “Hepiniz birer tane elli atar pulemet alın. Tepeye bir tanesi ulaşsa bile bizim yenmemize yeter.”
Ay buluta girmek üzereydi. Seher vakti koyulaşmaya, doğudan Çolpan yıldızı göz kırpmaya başlamıştı. Pamuk gibi gökyüzünde çizgi halinde kurşunlar fırladı. Silah sesleri biraz dinmeye başlarken, yan taraftan hiddetli nehrin çağıltısı duyuluyordu. Beyaz yeleli dalgaların sürüklediği koca koca ağaçların gövdesiyle kıyıyı dövüyor, “garç gurç” sesleri çıkararak ağaç dallarını kırıyordu.
Jantaslar, parmak ucuyla yavaşça gittiler ve aniden bağırarak saldırıya geçtiler. Bazen aniden gürleyen böylesi seslerin de çok faydası olur. Çünkü karşındaki, insanlık hâli olarak şaşkınlıktan ne yapacağını şaşırır.
Biraz durakladıktan sonra kendisini toplayan Nusipcan grubu da birden pulemetle kurşun yağdırmaya başladı. Jantas’ın yanına yakınlaşarak geçmeye çalışan bir savaşçı, boylu boyunca “güm” diye yere düştüğü gibi, aşağıya yuvarlandı. Bu arada Jantas da “pat“diye yere düştü. Can havliyle başını kaldırdı. Ölmemiş. Pulemeti altında kalmış. Onu bir çekişte çıkardı ve atının arkasına pusuya yatarak, yakıncacık yerden pulemet kurşunları yağdıran düşmana karşı bu da pulemetini konuşturmaya başladı. Tepeden bağırış çağırış, ahlama oflama sesleri yükseldi. Patır kütür koşuşturmaca arasındayken, bir anlık gözünün ucuyla tepeye baktı. Üç atlı savaşçı, aynı anda tepeye yaklaşmıştı. Bunu görür görmez, yağmur gibi kurşun karşısında atının vücudunun siper olamayacağını anlayarak arka tarafındaki çalılıkların arasına yuvarlandı. Yüzünü gözünü kan mı yoksa ter mi birşeyler örttüğü için gözlerine perde çekilmiş gibiydi. Eklemlerinin bağı çözülmeye başladı. Tam bu sırada, başını ezecekmiş gibi gümbürtüyle gelen biri:
– Hadi, bin! diye gürledi.
Acı sesten ürkerek tüfeğini uzatmaya çalışırken, güçlü bir el onu sırtından tuttuğu gibi yerden kaldırdı. Tam bu sırada bir uyuşuklukla tatlı bir uykunun kucağına doğru kayarken, Keşapat’ın sesini tanıdı.
Jantas kendine geldiğinde, nerede olduğunu anlayamadı. Gözünü de açamıyordu. Kirpikleri birbirine yapışmış gibiydi.
“Kendine geldi.” dedi birisi sakin bir sesle.
– Allah’a şükürler olsun! diye ağlamaya başlayanın Keşapat olduğunu anladı.
Birşeyler söylemeye çalıştı, ama dilini oynatamıyordu. Kıpırdayacak gibi değildi. Birileri çizmesini çıkardı ve ayağını sardı.
– Kan durdu! dedi başka birisi fısıldayarak.
Biraz sonra kirpikleri kıpırdadı ve gözlerini de açabildi. Gözü açılır açılmaz, konuşma gücü de yerine geldi. ”Allah Allah.. demek ki iki uzvu hareket noktası birbirine bağlı!..” diye düşünüyordu.
– Ayak bileğin parçalanmış. Kemik paramparça! dedi Keşapat. “Kanı zor durdurduk. Fakat kırılmış olan kemik parçasını çıkarmak zorundayız. Yoksa etini çürütür. Kangren olursun.
– Elimden çek. Başımı kaldır, dedi Jantas kolunu uzatırken. Rakay, kerpeteni versene. İnsanın kendi eliyle yaptığı acıtmazmış. Kurşun, kemiğin bir köşesini koparmıştı. Jantas kendi eliyle, parçalanmış kemikleri kerpetenle çekerek kopardı ve diğerleri de yaraya barut döküp sardılar.
Gençler onu kaldırdılar ve bir kayanın altındaki ağacın gölgesine getirdiler. Yana dönüp yatmaya çalışıyordu:
– Sen yatma! dedi Keşapat. Gerilmiş kaşlarına tezat olarak gözlerinden sevinç fışkırıyordu. Şunu gördün mü? Kim bu? İki elleri bağlanmış, kapkara olmuş, ağaca bağlı birini gösteriyordu.
Jantas sesini çıkarmadı.
– Tüüh! Sen artık kimseyi tanıyamaz hale gelmişsin ya… dedi Keşapat onunla şakalaşarak. Senin ayağını ısıran karabaş, bu değil miydi?
Jantas, bir kere daha baktığında, tam karşısında kabukları pütür pütür ağaca bağlı, kısa boylu tıknaz birini gördü. Başını eğmiş, gözlerini yummuş hâlde duruyordu. Dağılmış siyah saçları alnını kapatmıştı. Defalarca dolanarak bağlanmış kalın urgan, onun üzerindeki grimsi ceketini buruşturmuş, göbeği açıkta kalmıştı. Kısa kalın ayaklarında can yokmuşcasına, dizleri bükülmüş, vücudunun bütün ağırlığını urgana yüklemiş, başı bir tarafa düşmüş, boynu incelmiş gibiydi.
– Canlı mı bu?
– Hem de nasıl? Tüyleri bile yıpranmamış. Yiğitler, onun omuzlarındaki Rusların taktığı haç ile dört köşe apoletleri koparıp, attılar. Başka hiçbir şey yapılmadı.
– Yamulmuş halini görünce sordum da… dedi Jantas.
– Bunlar, tabiat icabı böyle korkak, tavşan yürekli olurlar. Geçenlerde Oşın (Osman Batur) bir hatırasını anlatmıştı ya. “Afyonkeşler korkak olur. Onların canlarından daha tatlı hiçbir şey olmaz. Vatanlarını bile satarlar.” demişti ya hani… Bu da onlardan biri olmalı. Esir düştüğünden beri aklı başından gitti! dedi Keşapat nefretle.
– Normalde herkes kahraman… İnsanın insanlığı, kahramanın kahramanlığı, böyle başına bir iş gelince belli oluyor, diye düşündü biraz kendisini övermişcesine, kurşunun parçaladığı ayağını uzatırken.
Sovyet Destekli Millî Ordunun meşhur bir albayını esir eden Keşapat’ın keyfi yerindeydi. Hem neşeli hem konuşkan olmuştu. Her zaman çabuk kızan, bu adamın kara yağız, hemen kızarıveren yüzünde bugün, çoktandır görülmemiş bir rahatlık vardı. Eskisinden daha yüksek sesle yaptığı konuşmalarının ahenginde de bir mutluluk sezilmekteydi.
– Ata babaların ruhu, yardıma geldi. Bunların köküne kibrit suyu döktük!” diye iri vücudunu çabucak kaldırarak, çocuk kıvraklığıyla hareket ediyordu. “Bu sart, şaşkınlıktan mavzerini nasıl kullanacağını unuttu da arabanın kabinine vurdu. Kendi silahını kendisi parçaladı ahmak!”
Hikâye şöyle olmuş:
Sovyet Destekli Millî Ordu’nun Sekpiltay’dan acele emir üzerine gelen Çavuş Jangerey Takımı, göç kervanının arkasından yetişerek, ikindi vakti Karaötkele gelmiş ve askerler çabucak yemek yedikten sonra gece boyu yola devam etmişler. Sabaha karşı Sarıbastav’a yetişmişler. Kaşuv’ın Kuyusunda göç kervanının en sonuncu avullarından birinin koyun sürülerine rastlamışlar. Oradan hızla çatışma mahalline gelip ve Nusipcan askerlerinin pusuya yattığı noktanın tam sırtından mermi yağdırmaya başlamışlar. Nusipcan’lar şaşkınlıktan arabaya bindikleri gibi kaçarmışlar. Yolda pusuya yatmış olan Jangerey şoförü vurunca, araba durmuş. Tam bu sırada da Keşapatlar yetişmiş. Geceden beri kırk kadar askerini kaybeden ve arkadan gelecek yardımı beklemeye ancak dayanabilen Nusipcan ve yirmi kadar askeri de böylece tutsak edilmiş.
– Nasıl yani? dedi bilmece gibi zaferi daha tam anlayamamış olan Jantas.
– Ne nasılı? Jangerey Batur, daha önceden de bizim tarafa geçmeyi kuruyormuş. Bu sefer, Nusipcan’a yardım konusu, onun aradığı fırsat olmuş. Sonra, sırası gelmişken “Al sana yardım” diye Nusipcan’ın sırtından aniden saldırmış. Karşı çıkanların hepsini yere sermiş ve arabayı da yakmış. Gördün mü bak, ar ve namusu olan Kazak balaları böyle olur. Bu iş sadece bununla kalmaz; görürsün bak, Millî Ordu saflarından daha nice Jangereyler çıkar da bize katılır. Ben buna inanıyorum. Bak işte kendisi de geliyor.” dedi Keşapat, başında kalpak, üstünde sırma sarı ceketi ile kendilerine doğru hızla yaklaşmakta olan orta boylu yiğidi çenesiyle işaret ederek.
Jangerey, kartal kaşlı, yüksek burunlu ve esmerdi. Aşağı yukarı Jantas yaşlarında; çökmüş gözlerinde endişe var gibi çekingen haliyle gözlerini kırpıştırarak bakıyordu. Jantas’la kısaca selamlaştıktan sonra Keşapat’a döndü:
– Batur, şimdi sırtüstü yatma vakti değil. Bildiğim kadarıyla Yüzbaşı Konkay Bölüğüyle Teğmen Aveskan Taburu da kuşluk vakti burada olacaklar, dedi çekimser bir ifadeyle.
– Doğrusun. Ben Jantas’a bakmak için…Yoksa… dedi Keşapat, herkesin koşuşturduğu bir zamanda kendisinin keyfedip oturuşundan utanmışcasına. İşte, şimdi geliyorum. Jantas, seni yiğitler geçirir. Ben gittim. Şu Vatkan Biy ile Nezir Tayci Avulları da orta yayladan yeni dönmüş, Agaç Oba ile Gümüş’ün döküldüğü yere bugün gelmeleri lâzımdı, diye gider ayak işinin çokluğundan bahsetmeye başladı.
Sarıtogay nehrinin öbür tarafı, Güney yakası, şimdilik güvenli bölge sayılırdı. Bu sıralarda, buralarda sivil halk bulunuyor. Asen ve Idırış (İdris) Avulları, tamamıyla göçtüler, yerleştiler. Şakabay Boyunun Koske ve Janbala isimli iki grubu da tamamıyla bu çevrede. Jantas’ı kendi evine, karısı Kulen’in otağına getirdiler.
Jantas’ın annesi geldi ve oğlunun alnını öptü. Kurtulduğuna şükretti. Külen “hoşgeldin” diyeceği yerde yüzünü kapatarak uzun süre ağladı. Hiç konuşmadan, uzun süre, boğulurcasına, sessiz gözyaşı döktü. Ağlaması kesildikten sonra, özel nöbetçiyle gözetlenen, elleri ve ayakları bağlı yatan Nusiphan’ın yanına gitti, yüzüne tükürdü, alnına kara çaldı ve döndü. Onun at gibi hırıldayan iğrenç sesini unutamadığı için, vücudu titremeye ve kendinden iğrenmeye başladı. Akşam karanlık basınca gitti, deredeki hem bulanık hem de buz gibi suda gusül abdesti aldı ve ancak ondan sonra kocasının yanına gelip yattı.
Ertesi sabah Nusiphan’ı dışarıda bağlı durduğu yerde birisinin vurmuş olduğu malum oldu. Çok yakından, tam da alnının kabağından vurmuşlar. Keşapat liderliğindeki savaşçılar, bu işe üzülmediler; hatta sevindiler. Sadece sonradan duyduğu zaman Osman Batur:
– Öldürmek, en hafif cezadır. Cezanın büyüğü, utanç azabına salarak ona köpek zulmünü yaşatmaktı ve asıl önemlisi de buna diri olarak katlanmasıydı. Kolay kurtulmuş! dedi hayıflanarak.

VIII
Altın Obanın dibinden, Oranbulak yaylasından çıkan yüz kadar kişi, yolda iki kere geceledikten sonra, Urumçi’ye yarım günlük yol kalmışken, biraz mola verdi. Ön taraftan, uzaklardan Çin Hükümetinin üzerinde mavi gökyüzü ve beyaz güneş olan bayrağı, ile merasim için düzenlenmiş çeşitli renklerdeki bayraklar görünüyordu. Yaz sıcağında, gökyüzüne buhar yükseliyordu. Gümüş Nehir, atlayarak akıyor; dupduru dalgalar, bazen büyük bir bina, bazen garip bir saray, bazen de yüksek bir dağmışcasına çok değişik kılıklara bürünüyordu. Sıcağın da etkisiyle, bu grubu karşılamaya gelen insan kalabalığı, olduğundan daha da kalabalıkmış gibi görünüyordu. Bunu herkesten önce farkeden Jeksen, iki günden beri kendi hâlinde, dağınık şekilde seyahat etmekte olan grubu, düzene davet etti.
Bu, Urumçi’ye General Sung Shiliang’ın daveti üzerine gelen Osman Batur grubuydu. Geçen seferki kendi ziyaretinden sonra, çok geçmeden General Sung, Osman Batur’u davet için Ziyakan’ı göndermişti. Osman Batur, o sırada, Ziyakan’ı bir kenara çekerek yalnız konuşmuştu:
– Bu Çinli, şu General Sung Shiliang, güvenilir biri midir? diye sormuştu.
Ziyakan, bu sefer düşünmeksizin:
– Samîmî olmak gerekirse Batur, hiçbir konudan emin değilim, demişti açıktan açığa.
Sonrasını Osman Batur, kendisi çözdü:
– Pekala, gideceğim. Generalin kabûl resmine katılmak ve onun misafiri olmak, benim için de büyük itibardır. Yayla, biraz sararsın; halk, iyice yerleşsin. O zaman gidelim. Temmuz ortalarında. Sonra General cenaplarından iki ricam olacak. Birincisi, biz Kazaklar, hep tabiatla içiçe, bozkırda keçe evlerde yaşadığımız için, bu temmuz sıcağında Urumçi’nin kapalı, havasız, tuğla evlerinde kalmaya dayanamayız. Eğer kabûl olunursa, General, bizi şehrin dışında bir yerlerde kurulan Kazak çadırlarında misafir ederse, seviniriz. İkinci bir ricamız daha var ve bu, hepsinden de önemlidir. Daha önceden bize, Amerika’nin Urumçi‘deki Konsolosluğundan Makınan (Douglas Mackiernan) gelmişti. Ona da bahsedilmişti. Urumçi‘de onların lideri Pakston (Konsolos Hall Pakston) varmış. Bu sefer. General, beni onunla görüştürsün, istiyorum, dedi.
Bu konuda Generalin kabûl cevabı da gelmişti. Sonrasında, Osman Batur, bu seyahat hazırlığını hemen başlattı. Bu seyahatin planlanması için Jeksen görevlendirildi. Başkaları gibi değildi Jeksen. Acelesi, telaşı olmaz. Herşeyi yerli yerine oturtmak için bütün detayları düşünür ve işi dört dörtlük yapmadan bırakmazdı. Her-şeyden önce de onun riyasız sadakati yok mu… İşte Osman Batur, ona güvenirdi.
O tarihten beri Jeksen, tam bir ay boyunca, durmadan didindi durdu. Öncelikle Osman Batur‘un kendisine karşı duyduğu güvene çok seviniyordu. Bu seyahat, Kazakların kendi aralarında yapılan düğün dernek, taziye ziyareti, vefat edenler için verilen “aş töreni“ gibi bilinen ziyaretlere benzemiyordu. Bu, genel anlamda Kazak adına; özel anlamda ise Osman Batur‘un şanına şan katacak önemli bir seyahat olacaktı. Bu seferki fikir alışverişlerinin hepsi de, Kazakların kâlûbelâdan beri düşmanı olan Çinlilerle olacaktı. Başka bir ifadeyle Çinlilerle Kazaklar, General Sung Shiliang ile Osman Batur, Çinli subaylarla Kazak yüzbaşıları, Çinli askerlerle Kazak savaşçılar açıktan açığa olmasa da kapalı şekilde yarışacaklardı. İki taraf birbirlerinin gücünü, potansiyelini deneyeceklerdi. İyi niyet gösterilerinin arkasında, vazgeçilmez kin; dostluk gösterilerinin arkasında yekdiğerini gözetleyen düşmanlık vardı. Birbirlerine gülümserken bile fırsat kollarlar; yekdiğerini överken bile bir gediğini bulmaya çalışırlardı. Söz verirken, yemin ederken bile birbirlerine kötülük yapma yollarını ararlardı.
Bu bakımdan Osman Batur‘un fikirleri ve yaptıkları da ortada. Şimdi Jeksen, bütün bunları göz önünde tutarak hareket ediyordu. “Kaç kişi gidilecek? Nasıl atlar seçilecek, nasıl eğer koşum takımları alınacak, nasıl silahlar götürülecek?” gibi sorulara cevap gerekiyordu. Çinlilerin de bunları Kazak adetlerine göre misafir edecekleri umulurdu. Belki at yarışları, pehlivan güreşleri, kız kovalamaca, buzkaşi tipi kökpar yarışları gibi millî Kazak oyunları da olabilirdi. Kesinlikle ozanlar yarışı da programda olacaktır. Hatta bu sıcak yaz gününde ve özellikle kuzuların semirdiği bu mevsimde et ve yağ yutma yarışlarının olması da mümkündü. Herşeye hazırlıklı olmak gerekiyordu. Kazak geleneklerine göre, halkın, kabîlenin namusu ve şerefi söz konusu olacak böylesi topluluklara iştirâk etmeden önce, çok hazırlıklar yapılırdı. Böylesi örnekler Kazakların Orta Jüz‘ünden Kerey Boyunda da çok vardı. Eskiden bir tören için gidecek olan yiğitlerin arasındaki pehlivanlara, evliya babamız Janibek Batur, kendi elleriyle yağ yutturarak sınamış ve çoğunluk arasından Bulanbay‘ı seçmişmiş. Daha önceden kimsenin tanımadığı bu Bulanbay‘ı Janibek Babanın niye seçtiğini sormuşlar. Janibek Baba, “Bulanbay, yağı hüp diye yutarken bileğimi titretti ve onun etkisi kolumu koltuğumdan koparacak kadar güçlüydü.“ demişmiş. Daha sonraları ise Jurtbay Mirza zamanında, Nayman Boyuna dâmat olarak gitmekte olan Kaskar isimli gence, Jurtbay Mirza “Dâmadın bineceği atın eyer koşumlarını ben vereyim.” demiş. Çünkü eskiden Kazaklarda yiğitler, birbirlerini atın üzerinden devirmece oyunu oynarlarmış. Bunun için özel olarak demirkır donlu atlar seçilirmiş. Eyer koşum takımı özel hazırlanır, eyer takımının kolanlarının sağ taraftan, diğerlerini de sol tarafından bağlatırlarmış. Böyle olursa, eyer koşum takımının devrilmemesi için denge oluşturulurmuş. Önceden yapılan bu tip hazırlıkları, Jeksen iyi biliyordu. Çünkü bu önlemler alınmazsa, boyların şan ve şerefine gölge düşer; el âleme alay konusu olurlardı.
Bütün bu hazırlıkların hepsini tamamladığı hâlde Jeksen, son olarak düşündüğü et ve yağ yutmaca yarışı için uygun kimseyi bulamadı. Teskenbay aklına geldi. Yemek konusundaki iştahı oldukça iyiydi. Kol kadar kuyruk yağlarını, ortasından bir kere bile ısırıp koparmadan yutardı. Bembeyaz yağları iki eliyle sağdan soldan ağzına tıktığını bir görseniz…Sadece onun bu hâlini seyreden kimselerin bile midesi bulanırdı. Fakat o, şimdi burada değildi. İşte öyle birisini bulamamıştı. Bu düşüncesini Jantas‘a açtı. Cevap olarak bir kahkaha aldıktan sonra:
– Hah sana! Çinli mi? Çinlilerin sana koyun kesip vereceğini mi sanıyorsun? Çocuk musun? Sen Çinlilerin arasında yaşadın mı hiç?
– Yok ya, dedi Jeksen şaşırmış bir hâlde. Hapiste yattığım iki sene boyunca, bir dilim bile yağ görmedim dersem, inanır mısın? Dahası, Çinliler yağ değil, bir denk ot üzerine bahse tutuşurlar, onu yerler. Üzülme! dedi.
Böylece, Jeksen‘in en sonuncu problemi de hallolmuş oldu. Herşey hazır ve nazırdı. Herşeyin hesabı yapılmıştı.
Şimdi, işte buradaydılar. En önde, demirkır donlu ata binmiş olarak Janibek Batur‘un tuğunu taşıyan Jetpis vardı. Koyu gri at, Janibek Batur‘un “Gök Dönön“ isimli atını hatırlatıyordu. Onun sembolüydü bu. Arkadan, doru atlara binmiş üç komutan geliyordu. Üçüncü sırada, Akboz ata binmiş hâlde, Osman Batur‘un kendisi geliyordu. Üstünde al renkli kaftan, belinde gümüş kemer, başında puhu kuşu tüyleriyle süslenmiş Kerey Boyunun giydiği tımak, elinde sarı deriden örülmüş kamçı vardı. Silah taşımıyordu. Sağında ve solunda, üçer tane koruması vardı. Bu, omuzlarında otomatik silah, belinde kılıç, altında fişeklik takılmış, yakışıklı, gösterişli, kara yağız korumalar dikkatle seçilmişti. Bu grubun kırk, elli metre gerisinde avul aksakalları, ileri gelen beylerden Salık, Kalman ve Vahit beylere ilâve olarak; Küniyaz Molla, Keles Batur ve Jılkıaydar Batur gibi Osman Batur‘un güvenilir arkadaşları vardı. En arkada gelen grupta da parlak altın ve gümüş iğne ve takılar taktıkları geleneksel Kazak baş örtüleriyle hanımlar topluluğu vardı. Kızlar da tepesinde puhu tüyleriyle süslenmiş börkler giymişlerdi. En arkada ise savaşçılar vardı. Hepsi bir örnek kıyafetlerle, başlarında puhu kuşu takılmış Kerey tımak, yani börkleri olan yiğitler ikişerli sırayla geliyorlardı.
Bu grubu karşılayanların sayısı daha da çoktu. Çoğunluğu Kazak, Uygur ve Düngan (Müslüman Çinli) lardan oluşuyordu. Gündelik kıyafetleriyle gelmiş halktan ibâretti. Bu karşılamaya gelenlerin binip geldikleri binek hayvanları da çok farklı ve düzensizdi. At, eşek ve hatta bunları koştukları arabalar da vardı. Askeri üniformalı olanlar, parmakla gösterilecek kadar azdı. Sadece birkaç tane… Bunların arasında Şingjan Savunma Ordusu Tuğgenerali ile 8. Alay Komutanı Zekeriya ve Ziyakan da vardı.
Osman Batur kâfilesinin yakına gelmesiyle, o sıralarda Şıngjan Eyaleti Koalisyon Hükümetinin Üyesi ve Baş Sekreterinin Vekili Salis (Emiroglu) de bir grup adamla birlikte Osman Batur mücahitlerine yaklaşınca, atından inip davetlilere karşı yayan yürüdü. Daha da yakına gelince, Osman Batur da atından indi; Salis, Zekeriya, Ziya-kan ve Alen Vang (Dogu Türkistan’da, soyu Cengiz Han’a dayanan Kazak asilzadelerindendir)’ın oğlu Zeki, Canımhanoğlu Delilhan (Delilhan Canaltay) ve Bölgesel Hükümet Genel Sekreterinin bir başka vekili İsabek (İsa Yusuf Alptekin) ile kucaklaşmak suretiyle selamlaştı.
Bundan sonra, yolun iki tarafında, dizilerek kendilerini karşılamaya çıkan ve
– Osman Batur! Hoş Geldin!!
– Osman Batur! Ak Yol (Başarılar)!!
– Müslümanlara Allah Yardım Etsin! “naraları atan halkın arasından geçerken, nara atan insanlardan ürken atları dizginlemekte güçlük çekerek ilerleyen davetliler, Urumçi şehrinin doğusuna yedi sekiz kilometre uzakta, özel olarak hazırlanan on, on beş keçe ev ile yirmiden fazla çadırın kurulduğu noktaya ulaştılar.
Gece boyunca, özel olarak kesilmiş taylar ve koçların etini yiyerek iyice ağırlanan, rahat bir gece geçiren misafirlerin yanına, sabah erkenden, hükümet temsilcileri de geldiler. Bunlar Doğu Türkistan Hükümetinin Genel Sekreterinin iki yardımcısı Kazaklardan Salis Emiroglu ile Uygurlardan İsa Bek idiler. Biri Kazak, biri Uygur, ikisi de becerikli ve atılgan genç yiğitlerdi. Osman Batur’un önünde eğilerek büyük hürmet gösterdiler. Verdikleri habere göre, Osman Batur’la görüşmek için şimdi Doğu Türkistan Savunma Ordusunun Generali Sung Şiliang gelecekti; bu yüzden, misafirlerin bu şahsı dışarıya çıkarak karşılamalarının uygun olacağını nezaketle hatırlattılar. Osman Batur keçe evin baş köşesine serilmiş olan ayı postunun üstünde gururla otururken, bu iki sekretere baktı ve :
– Bu ricanızı Jeksen isimli yiğide söyleyin, dedi ayaklarını inat ve gururla toplamaksızın ve saygı göstermeksizin.
Jeksen bu konuda kararsızlığa düştü. Bu iki sekreterin ricasını yerine getirmeleri ve Osman Batur’un Çinli Generali dışarıda karşılaması mı gerekirdi? Kazak geleneklerinde böyle bir adet yoktur. Kazakları davet eden kişiler, ev sahibi olarak kendileri, misafire “hoşgeldin” için misafirin bulunduğu eve gelirlerdi. Fakat bunlar Kazak değil, Çinli. Resmi görevli adamlar… Bu görüşmeler sırasında, elin adamına Kazak geleneklerini dayatmak, uygun da olmayabilirdi. Üstüne üstlük bunlar, öyle gelişi güzel gelivermiş misafirler değillerdi. Bu ziyaret esnasında, birçok sorun çözülecekti. Bunun için kapıya kadar çıkmak ve gelenleri karşılamak doğru olur çözümüne ulaştı.
Misafirlerin kaldığı evler, küçük bir derenin iki yakasında küçük bir vâdide kurulmuştu. Daha aşağıdaki otomobil yolundan biraz daha içerideydi.
General Sung Shiliang, kendi heyetindekilerle otomobille geldi ve misafirlere yaklaşırken otomobilden inerek yürüdü.
Doğu Türkistan Hükümetinin iki sekreteri, Osman Batur’un iki tarafında yer almışlardı. Bunların arkasındaki korumaları ve atçıları da göz dolduruyordu. General Sung Shiliyang liderliğindeki Çinliler yakınlaştıkça İsa Bek ile Salis dayanamadılar:
– Biz de ilerleyelim, gelenleri karşılayalım, dedi İsa Bek kendi etrafındaki grupla beraber öne doğru birkaç adım atarak.
Dört beş adımdan sonra durdu. Çinliler yakınlaşmışlardı. O sırada Osman Batur’un sağında duran İsa Yusuf öne doğru eğilerek başıyla Çinlilere selam vermeye başladı. Osman Batur, sol tarafına baktığında, Salis’in de baş eğdiğini gördü. Dahası, arkasındaki Delilhan (Canaltay), Zekihan (Alenoğlu), Zekeriya ve Ziyakan’ında Çinlilere selam vermek için başlarını eğmiş olduklarını gördü. Tam bu sırada kendisinin başını eğmiş olmasına bakmaksızın İsa Yusuf, Osman Batur’un elini dürterek:
– Batur, hürmet gösterin, başınızı eğin, dedi aceleyle.
O an Osman Batur’un gözünde şimşekler çaktı:
– Ne di-yor-sun sen!? Başını eğeceksen kendin eğersin! Ben Allah’tan başka hiç kimseye başımı eğmem! dedi ve başını daha da geriye atarak, kaskatı kesilmiş hâlde, tam karşısına gelen Çinli Generalin başının üstünden göklere bakar hâlde karşıladı onları.
Buna rağmen General Sung Shiliang, Osman Batur’u büyük iltifatlarla karşıladı. Osman Batur’un iri ellerini kendisinin ciğer yumuşaklığındaki avuçlarının içine aldı ve uzun uzun salladı. Osman Batur’a ricasını kırmadan, uzaklardan zahmet edip geldiği ve dâvetine icabet ettiği için teşekkürlerini bildirdi. Seyahâtinin nasıl geçtiğini, kendisini nasıl hissetiğini, velhasıl hâl hatırını sordu.
O akşam, misafirlerin hepsi, Urumçi şehrine davet edildi. Misafirler, Şıng Sisey vaktinde inşa edilmiş olan ve sonradan içinde cereyan eden olaylar sebebiyle efsaneye dönen dört büyük binanın birisi olan iki bloklu divan Sarayının, Çincesi “Shi Da lu” olan binanın önünde Çin’in Doğu Türkistan’daki Hükümet Başkanı Jang Jıjung tarafından, bizzat karşılandı. General Sung’un otomobilinden inen Osman Batur’u, Jang Jıjung, özel bir ilgiyle karşıladı; koluna girerek içeriye dâvet etti.
Güneşin daha batmadığı vakitlerdi. Osman Batur, etrafını dikkatlice gözden geçirdi. Gün ışığının bir parçası, uzaklarda görünen Boğda Dağının dünyaca meşhur üç zirvesini aydınlatıyordu. Güneş ışınlarının bir kısmı da, süslü binanın yeşile boyanmış demir çatısının köşesinden göz kırpıyordu. Muazzam sarayın ön yüzü baştan aşağıya kadar mavi tuğlalarla örülmüş ve her bir tuğlanın arası mavi çinilerle bezenmişti. Yukarılarında kabartma halindeki kemerimsi çıkıntılar üzerinde ise çeşitli süslemeler vardı. Sarayın dört tarafına da dört tane sütun yerleştirilmişti. 1935 senesinde Japonya’daki Zav Dav Tian Üniversitesi İnşaat Fakültesini bitiren Mühendis Van Nai Jı tarafından projelendirilen bu yapının Japon mimarisinden esinlenmiş olması da boşuna değildi.
General Jang Jujıng, Osman Batur’u döner merdivenlerden yukarıya çıkardı. Osman Batur, kırmızıyla cilalanmış kalın tahtadan yapılmış basamakların üstüne altın çubuklarla tutturulmuş Hoten halılarının üzerinden acelesiz yürüyüp, kırmızı çam ağacından yapılmış büyük kapıdan içeriye girdi.
Salonun içi oldukça güzel döşenmişti. Salonun tavanı, tahta ile astarlanmış parkeydi ve birbirine geçen daireler şeklinde süslerle bezenmişti. Salonu biri oldukça büyük, diğer dört tanesi ona eş değer Sovyet yapımı avîzeler aydınlatıyordu. Büyük pencerelerde duble perdeler vardı. Kalın perdeler, siyah ve içindeki tülleri, pembe renkliydi; Sovyet malı oldukları anlaşılıyordu.
Osman Batur, etrafına dikkatlice baktı ve belli belirsiz iç geçirdi. Kendisini aşağılanmış hissediyordu. “Kazak halkı, çok bahtsız bir halk. Biz koyunlarımızı güderek, ayranımızı içerek keyiften dört köşe otururken, komşu memleketler ve toplumlar nasıl da ilerlemişler. Bütün Altay bölgesindeki en güzel ev, Şerifhan Töre’nin geçen sene yaptırdığı kışlağı olsa gerek. Burayla karşılaştırınca, o evi, ev diye göstermek bile ayıp olur. Bizde zenginlik yok mu? Tabii ki var. Başka zenginliklerimiz bir tarafa, evlerimizin duvarlarını mücevherlerle bezemek istesek dahi bizim topraklarımızın mücevherleri yeter de artar bile. Bu zemindeki tahtalar, bu kapıların yapıldığı ağaçlar, Allah bilir ya, tastamam Altay bölgesine aittir. Kazakların şu andaki en büyük eksikliği, sanat… Sanata yönelmek… İşte buna çalışmak lâzım. Çinliler ve Ruslar gibi sebat ederek bunu öğrenmek gerekir. Artık biz de bunları halletmeliyiz; en çok ihtiyacımız olan şeyler bunlar.“
Bugünkü davetlilere hazırlanan masa oldukça zengindi. İle Bölgesi’nin elmaları, Turfan’dan gelen üzümler, Kumul’dan gelen kavun ve karpuzlar, Şonjı bölgesinin beyaz buğdayından yapılmış çörekler, Altışehrin armutları, cevizleri, şeftalileri.. sadece, şu andaki sahibi farklı. Onların şimdiki sahibi General Jang Jijung idi.
Davet sırasındaki açış konuşmasını ev sahibi olarak General Jang Jijung yaptı. Kazakları methetti. Osman Batur’a iltifat etti. İkinci olarak General Sung Shiliang da benzer sözlerle konuştu. Bütün bu konuşmalardan sonra sıra göstericileri seyretmeye geldi.
Uygurların meşhur dansçısı, uzun örgülü saçları topuğuna kadar uzanan güzel, elma yanaklı, yay kaşlı Kamber Hanım binlerce kere kıvrılarak, bükülerek, dönerek, fırıldak misali daireler çizdiği zaman, bunu seyreden Kazaklar, şaşkınlık ve hayranlıkla baka kaldılar.
– Bu kız mı, yoksa kukla mı?
– İnsan değil, adeta şeytana benziyor.
– Daha çok periye benziyor.
– Kudretine kurban olduğum Allah’ım böyle güzeller de mi yaratıyormuş! Bu gösterişli vücut, bu endam, bu hareket! Güzelliğine kıyafet ve hareketleri de ne güzel yakışmış. Nasıl güzellik bu! dedi Şamsiya.
– Hadi canım sende! dedi buna alınan Bayan Hanım. “Bu süslenmiş, çıkmış; gösteri yapıyor. Bunun gibi, senin de kaşını, gözünü boyasalar, ipeklere tüllere sarsalar; sen, ondan güzel olursun. Başka hiçbir iş yaptırmadan, hiç zorluk çektirmeden, elini ayağını şöyle düzene sokarsan, birinden özel dersler aldıktan sonra dans edersen; sen değil, ben bile bin kıvrılır, kirman gibi dönerdim. Her gördüğüne heveslenmenin âlemi yok. Dışı parlıyorsa da içi kimbilir nasıl da tir tir titriyordur. Her gördüğünüze özenerek altın başınızın değerini azaltmayın. Bu dünyada, insana en çok lâzım olan şey, kendisini dürüst ve düzgün olarak tutabilmektir. Daha sonra kendine güven, saygı ve dayanıklılık lâzımdır. İnsan ruhunun zirvesi ve insanın gerçek değeri, işte bunlardır. Bayan Hanım’ın bu sözlerinden sonra hanımlar tarafının sesi kesildi. Bundan sonraki fısıltılar, erkekler arasından çıkıyordu.
– Tüh be! Elimize geçmez ki böyle bir âhû! diye arkalardan bir adam iç geçirdi.
– Peh peh yiğidim, ümidine peh!
– Rüyanda bile göremezsin böyle güzeli! dedi bazıları.
– Ahh! Yalan dünya! diye kasvetlendi bir diğeri.
– Herşey fâni bu dünyada, desene! dedi yine kalın bir erkek sesi.
Artık sıra, Kazakların meşhur şairi Abdülkerim Intıkbayoğlu’na gelmişti. O ortaya, başına hiçbir şey giymeden çıktı. (Kazak geleneğine göre erkekler başında başlıksız dolaşmazlar). Saçını, davetten önce çok kısa kestirmişe benziyordu. Avizelerin güçlü ışıkları altında tepesi parlıyordu. Başı küçüktü, ama gözlerindeki ateş, daha çok dikkati çekiyordu. Beyaz ipek gömleğinin yakasını eliyle düzelterek biraz rahatlamaya çalıştı ve “Osman Batur’a İthaf” diye gürleyiverdi. Elinde ne dombırası ne kağıdı ne de kalemi vardı. Bu orta boylu Kazağı bazıları ilk başta önemsemedi. Topluluktan sesler yükselmeye başlamıştı ki şairin vücuduna hiç uygun olmayan ve yaralı aslan misali kükreyen bir ses, dinleyicileri bir anda susturdu:
Daralmış dağ ile taş arasında
Müslüman, tehlikeler karşısında.
Kim çıktı ona karşı?
Osman Batur çıktı!
Ağlayan halk, Allah’a yalvardığında,
Mahpusa bütün iyiler toplandığında,
Birçoğunun canına kıyıldığında,
Kim çıktı buna karşı?
Osman Batur çıktı!
Ağlayan halk, Tanrıya yalvardığında.
Şairin sesi gittikçe yükseldi. Yumruklarını taş gibi sıkmış, sağ elini yukarıya kaldırmış ve ağırlığını iki ayaklarına sırayla vererek hiddetle okuyordu şiirini. Hiddetle gürlüyor, iki avurdu sinirden şişmiş; gıcırdayan dişleri, yuvalarından fırlayan gözleriyle, kırmızı yüzündeki öfkeyle volkan gibi patlıyordu.
– Peh peh, ne kadar da hiddetli! Neredeyse patlayacak hiddetten!.. dedi Jetpis, heyecandan yerinde duramaz hâlde ileri geri sallanırken. İlham gelmiştir. Böyle eşref saatlerinde sanatçıların gözü hiçbir şey görmezmiş, diye fısıldadı, – Gerçek şairler, işte böyle olurlar. Şimdi o, kendisini yeryüzünde yaşayan bir varlık olarak değil, ilâhi bir varlık olarak hissediyordur. Şimşekler yağdıran bulutların üstünde yürüyormuşcasına.. diye ekledi Keles Batur. “Bunlar da ilham geldiği zaman baksışamanlara benzermiş. Bunların da kutsal perileri olduğu söylenir. Onun için şimdi bu şair, insanların dünyasından değil, ilâhi varlıkların dünyasından sesleniyor.”
– Gâliba gerçek şiir, yeryüzündeki güçlerden değil, gökyüzünün yedi kat yukarısındaki cennetle cehennemin arasında doğarmış gibi.. diye ekledi Küniyaz Molla.
Sahnedeki şair ise artık hasret mısraları okuyordu:
Saklandın Altayların zirvesinde
Geceledin buzulların tepesinde
Kış kıyamette demir kazık yıldızını yastık ettin
Kışın buz ve ayazına dayandın sen.
Görmüştük uzağı da yakını da,
Nam ve şöhret düşkünü baturları da
Hakikî vatan oğlu Er Osman’dır.
Ne Rus’a ne de Çin’e satılmamıştır.
Yaradan nusret versin sana
Rastlatmadan zâlim düşman celladına
Benim zirvem, kahramanım koruyucumsun sen
Halkı düşmana karşı koruyacak kalkan oldun.
Selam olsun Altayların altın zirvelerine
Oradaki On iki Abak Boylarına batır halka
Hantengri’nin zirvesinden bakıyoruz
Bizler de duacıyız Oşıng[26 - Oşıng: Osman’ın kısaltılmış şekli.]Kahraman’a.
Şair son bir defa Osman Batur’a baktı ve kaskatı kesildi. Biraz önceki hiddet ve öfkeden eser kalmamış. Herşeyini aktarmış, dökmüş; sadece hayâleti kalmış gibiydi. Kopan alkış tufanı arasında geri geri giderek gözden kayboldu.
Osman Batur’un yüzünde sabırlı bir sevinç vardı. Yüzünde parıltılı bir ışık belirmişti. Yanaklarının ucundaki kırmızılık da açık seçik hâl almıştı. Bu kızıllık, hâlâ buruşmamış olan boynuna kadar yayılıyordu. Gözbebeklerinde saklanmış bir mutluluk vardı. Başkalarına sezdirmemek için ne kadar uğraşsa da etrafa yavaşça göz gezdirirken, keskin gözlerindeki gururu görmemek mümkün değildi. İki tarafında oturan Yang ve Sung isimli iki generalin de hâlini göz ucuyla inceledi. Başını dikleştirmiş ve vakur bir şekilde oturuyordu. Kırklı yaşlarını geçmiş olmasına rağmen, hâlâ vücudundaki pehlivan gücünden hiçbir şey kaybetmediği belli oluyordu. Sırtı, hâlâ kabarıktı. Omuzları, hâlâ yüksek; göğsü, hâlâ şişkin; yanında oturan o iki kişiden çok daha gösterişli, yüksek duruşlu; büyük kemikli, iri ve pehlivan bilekli kahramana, uçları aşağıya doğru sarkık bıyıkları ile gür sakalları, oldukça heybetli bir ifade veriyordu.
Şiir okunurken, o da oldukça duygulanmıştı. Gerçek mi, değil mi? Hakikaten, böylesi büyük bir kahraman mı olmuştu? Daha önce hiç gelmediği bu Urumçi şehrinden, bu Tanrı Dağlarının Erenkaburga eteklerinden, Bogda Dağlarının bu yaylalarından duyulan bütün bu methiyeler, gerçekten münasip miydi? Bunlar, gerçekten yürekten çıkan hisleri, doğru mu yansıtıyordu? Eğer böyleyse, uzakta olsa da bütün Kazakların niyeti, Müslümanların dileği, kendisinin yaptıklarını destekliyordu demek ki. bu durumda, kendisinin bel bağladığı dağlar yüce, dayandığı beller, güçlüymüş demek ki“ şeklinde ruhani bir inançla gelen can sevincini hissetti yüreğinde. Yüreğinde olağanüstü bir mutluluk güçlendi ve yükseklere doğru kanat çırparcasına havalandı. Fakat hiç sesini çıkarmadı, Herşeyi kendi içinde hapsetti. Bu mutlu duyguları başkalarının anlamasından kıskanırcasına saklamak, şairin söylediklerini sadece kendinde tutmak istermiş gibi içine kapandı. Sadece yanında oturan Küniyaz Molla, heyecandan haykırarak yerinden kalktı:
– Vayy, şairim benim, neredesin canım kardeşim? Gel buraya, alnından öpeceğim!” diyerek heyecanla seslendiği zaman, Batur kendine gelir gibi oldu.
Tam bu sırada Keles Batur yerinden kalkmış, Küniyaz Molla’nın kolları arasında duran ve Osman Batur’a doğru başını eğerek selam veren şairi elinden tutarak sahneye yeniden çıkardı, Kamber Hanımı da çağırdılar ve ikisine de iki tane “tay tuyak” diye adlandırılan beş yüz gram ağırlığında gümüş hediye ettiler.
Bundan sonraki üç gün boyunca da devamlı davetler, yemekler birbirini izledi. Urumçi şehrinin vâlisi Kadıvan Hanım, Urumçi şehri adına; Alen Vang ile Maliye Bakanı Canımhan Hacı, Salis ve Zekeriya, Urumçi’deki Kazak-Kırgız Cemiyeti olarak davet verdiler. En son olarak da, bütün eyaletteki Uygurlar Cemiyeti adına Mehmet Emin (Buğra) ile İsa Yusuf (Alptekin)’un davetine icabet edildi.
Osman Batur’un endişesi, misafirperverlikle ilgisi olmayan çok başka bir konu üzerinde yoğunlaşıyordu. Sung Shiliang’la beraber yaptıkları birkaç toplantıdan sonra, bin kişilik bir ordu kurmak için anlaşmaya varıldı. Jang Jijung ile Sung Shiliang –iki general- ikisi ile defalarca teke tek konuştuktan sonra; Osman Batur’un Çin Cumhurbaşkanı Çan Kayşek’in nezdinde kahraman bir kişi olduğu hatırlatıldı ve onun Çan Kayşek hatırına Nankin’e gitmesi; Gomindahuy’a (Gomindang idaresi), yani bütün Çin parlamentosuna katılması teklifi yapıldı. Osman Batur, buna çok istekli görünmedi. Sonradan, Jetpis’in tercümanlığı aracılığıyla, bizzat onu ve diğer silah arkadaşı Keles’i bu toplantıya göndermeyi düşündüğünü ifade etti.
Osman Batur’un gerçekleştirmek istediği en büyük maksat, Urumçi’de bulunan Amerikan Konsolosu Pakston ile görüşmekti. Urumçi’ye gelmekteki gayesi de zaten buydu. Amerikalı Konsolosun da Kazaklara ne kadar yardımcı olabileceğini bizzat görüşerek, kendi tecrübeleriyle anlamaktı. Son senelerde, birçok memleket temsilcisiyle tanışmış. Ruslarla, Moğollarla görüşmüş ve gerçek niyetlerini anlayınca, onlardan bütün ilgisini kesmek durumunda kalmıştı. Şimdi Çinliler de Osman Batur’u avuçlarına almak ve kendilerine çekmek için herşeyi deniyorlardı. Fakat Osman Batur, bunların karakterini de daha önceden çok iyi bilirdi. Başları derde girdi mi, “ağam, paşam” derler ve bulutun rengi döner dönmez, kendilerine güven gelir gelmez, geçmişte verdikleri sözlerin hepsini unuturlar; vaadler, yeminler hatırlanmaz ve daha önce hiç karşılaşmamış insanlar gibi yabancılaşıverirlerdi. Yarın, öbür gün, böyle bir ihtimâl karşısında bize destek verebilecek Amerika adında bir zirve var mı; yok mu? Bunu öğrenmek gerekiyordu. Böyle bir düşüncenin gerçekliğini öğrenmek amacındaydı.
Sonunda, buna da fırsat çıktı. General Sung Shiliang, sözünü tuttu. Temmuzun 17’sinde kendi makam arabasıyla Ma Shiangshiang (Omar) isimli Düngen’ı Suy Mogu’ya gönderdi ve Osman Batur’u görüşmeye çağırdı. Yanında başka kimseyi getirmemesini, eğer getirecekse, sadece çok güvendiği bir, iki kişiyi getirmesini tembihledi. Osman Batur, kendisinin vazgeçilmez danışmanı Küniyaz Molla ile Jetpis, Keles ve Jeksen’ı götürmek istedi. Bayan Hanım, Şamsiya’yı çağırarak gizlice fısıldadı. Sonra Osman Batur’u odaya çağırdı ve kapıya nöbetçi dikti:
– Batur, tanıdık yerde, kendiniz, değerlisinizdir. Ama tanımadığınız yerde, kıyafetiniz, hürmet görür. Kıyafetlerinizi değiştirelim, diyerek Batur’un elbiselerini değiştirmesine yardım etti. Terzi elinden yeni çıkmış kıyafetler giydirerek uğurladı.
Osman Batur’lar geldiği zaman, General Sung Shiliang’ın yanında, daha önceden Osman Batur’un ziyaretine gitmiş olan Mackiernan isimli Amerikalı vardı. Osman Batur, onu hemen tanıdı. Birlikte üç dört gün geçirmiş ve onu Altın Obanın zirvesine götürmüştü. Orada Mackiernan Beytik Dağlarının haritasını çizerken, Moğol sınır muhafızlarının birisinin kurşunu Mackiernan’ın şapkasını uçurmuştu. Oldukça korkmuş olan Mackiernan, geri Osman Batur’un evine döndüğü gece de rahatlayamamış ve gece boyunca kabuslarla uyanmıştı. Osman Batur ona şakayla karışık olarak:
– Mirza, kurşundan korkanlar, bizim avula gelmesinler. Çünkü kurşun korkakları gelip bulur, diye gülmüştü.
İşte, o zaman gördükleri Mackiernan, şimdi karşılarındaydı ve görür görmez yerinden kalktı ve Osman Batur’u sıcakkanlılıkla karşıladı. İnsanlıktan nasibini almış biriydi.
Tam bu sırada, Sung Shiliang, Osman Batur’a yanında oturan başka birisini tanıştırdı.
– Osman Batur, sizin çoktan beri tanışmak istediğiniz Başkonsolos Pakston Mirza budur. Mackiernan Mirza ile önceden tanışıyordunuz, dedi Osman Batur’a karşı oldukça iltifatkâr bir tavırla.
Osman Batur da, Pakston da karşılıklı birbirlerini sınarcasına bakıştılar. Pakston da Mackiernan gibi iri yapılı, beyaz yüzlü, sarı saçlı, kalkık burunlu, yakışıklı biriydi. Osman Batur’dan önce konuşmaya başladı.
– Osman Mirza, sizinle tanıştığıma memnun oldum. Siz kahramansınız, yürekli adamsınız. Sizin kahramanlıklarınız hakkında önceden de çok şeyler duymuştum. Sadece ben değil, sizi Amerika Birleşik Devletler Hükümeti de tanır. Özellikle bu seneki Beytik Dağı olayları, sizin ününüzü bütün dünyaya duyurdu. Bizim ABD Başkanımız Roosevelt, İngiltere Başbakanı Churcill ve dünyadaki birçok memleket, sizin mücadelenizi dikkatle izlediler. Biz sizinle dostuz, dedi ağır ağır konuşurken ve içeriye kaçmış gözlerini dikmiş bakarken.
– Amerika’yı duymuştum. Mackiernan Mirza’yla konuşmuştum. İnsanlık sahibi bir kişidir. Eğer hepiniz böyleyseniz, sizlerle işbirliği yapmak mümkün gibi görünüyor, dedi Osman Batur, özellikle onları sınamak maksadıyla.
Pakston gülümsemekle yetindi ve:
– Eğer Mackiernan Mirzayı beğendiyseniz, bizleri de beğenebilirsiniz ümidindeyim, dedi şakayla karışık.
– Bunu söylemekteki maksadım… dedi Osman Batur, yüreğindeki samîmîyeti saklamak gereğini duymadan.. ”Ben Kazak’ım. Biz çevredeki birçok memleketle ilişkiye giriştik. Çoğunun hatırını kırmamak için onların taleplerini geri çevirmedik. Fakat onlar, kendi çıkarlarına uygun olmadığı zaman, hemen bizi sattılar. İşte bu yüzden Kazaklar’ın, kimseye güveni kalmadı ve biz bundan oldukça korkan bir halk olduk.”
– Onlar size gününüzü gösterecekler. Bütün suçu size yüklerler de herşeyden sizi sorumlu yaparlarsa, ne yaparsınız? diye sordu, mavi gözlerini dikerek dimdik bakan Pakston.
– Ben, şahsen hiç kimseye kötülük yapmadım. Kazaklarda bir atasözü vardır: “Kurt da yoldaşına kötülük yapmaz.” diye. İşte biz bunu öğrenerek büyüdük. Ama onlar, olmadık taleplerde bulunurlarsa, kimsenin gözünün yaşına bakmayız.
– Peki bize karşı?
– Sizlerin böyle vefasızlıklar yapmamanızı dilerim.
– Peki böyle bir ihtimâl oldu farzedelim!? dedi Pakston. Özellikle sınamak için sormuştu bu soruyu.
– Benim en kıymetli kutsalım, halkımın esenliği; vatanımın, toprağımın bütünlüğü. Eğer ona dokunmaya kalkan olursa, o zaman sizlerle de son nefesime kadar savaşırım. Ne ben yaşarım ne de siz yaşarsınız. İki ihtimâlden biri olur! dedi Osman Batur, General Sung Shiliang’a da göz ucuyla bakarken. Son sözlerini, özellikle üstüne basa basa söylemişti.
Pakston, bu sözleri duyunca, kahkahayı bastı. Onunla beraber Mackiernan da, Sung Shiliang da güldüler.
– Öyle. Tastamam öyle, Mirza! diye tekrarladı Osman Batur kararmış katılaşmış yüzünü bir milim bile yumuşatmadan ve Pakston’un ciğerinin içine bakarmışcasına gözlerini dikerek.
– Anlaşıldı, Osman Batur Mirza, dedi Pakston, eski aklıselim sükûnetine bürünerek. Kahramansınız. Sözünün erisiniz. Ben de sizin nasıl biri olduğunuzu merak etmiştim. Dışarıdan, başka kaynaklardan çok çeşitli söylentileri de duyuyoruz. Artık sizinle işbirliği yapabileceğimize kesinlikle inandım, dedi yerinden kalkarak bembeyaz elini uzatırken. Osman Batur da onun uzattığı elini kendisinin iri, sert eliyle sıkıca tuttu.
Pakston ile Osman Batur’un karşılıklı birbirlerini sınamaları böylece sona erdi. Şimdi iki taraf da birbirlerine hürmetle yaklaşarak, önemli gördükleri konuları konuşmaya giriştiler.
Pakston, Osman Batur’a kendi durumunu, Amerika’nın kuvvetli ve büyük bir güç olduğunu anlattıktan sonra ilk soru olarak, – Sizin bizden talebiniz nedir? diye sordu.
– Ben sizden herşeyden önce erkeklik, erlik istiyorum! dedi Osman Batur.
Pakston, birden döndü ve Osman Batur’un yüzüne gözlerini dikti. Onun cevabı, hem manalı hem de astarlıydı. Herkesten farklı bir karakteri olduğu aşikârdı tabiî. İşte bu yüzden gâliba, konuşma tarzı biraz dobra, ters gibi görünse de, sözleri, gerçekten yüreğinden çıkan sözlerdi.
– Sonra?.. dedi Pakston.
– Sonra.. biraz önce kendiniz de bahsettiniz. Ben de eskiden beri Amerika’nın gelişmiş, endüstriyel gücü ilerlemiş, her türlü silah ve mühimmatı olan, onları yapabilen, hatta atom bombasını bile îcad eden, daha da ötesi bütün Mançuryayı istilâ ederek Çin’i tamamen ele geçirmeye çalışan, dünyada Samuray namıyla ün salan Kanton Ordusu’nu, büyük Japonya’yı, atom bombasıyla yenen bir ülke olarak tanıyorum. Bizim Kazak Halkının toprakları büyük olmakla birlikte nüfusumuz az; gücümüz yok, eğitimimiz yok; üstüne üstlük, bizden güçlü komşularımızın arasında kalan bir halkız, dedi ve durakladı. “Bu Sung Mirza, şimdi yardım ediyor olmasına rağmen, günün birinde, bizden şüphelenmeyecek ve bizi kontrol altına almayacak diyemem.” demek istemesine rağmen, kendini tuttu. Kendi kendisine “Kâfirin gönlünde olsan da, gözünün önünde olma,” deyimini hatırladı.
– Bu yüzden.. diye ilâve etti. …Bize iyi ve yeni silahlar veriniz. Size en başından biraz bahsedeyim. Biz önceleri Sovyetler Birliği’nden, Moğolistan’dan silah yardımı aldık. Fakat onların hiçbirini bedavaya vermediler. Bizim vatanımızın Altay Dağları olduğunu bilirsiniz. Bu dağlar, bütün dünyada Altın Dağları olarak bilinir. 1764’te burada ilk altın madeni açılmıştı. O tarihten beri bu bölgeye herkesin ağzı sulanıyor. Eskiden sizin vatandaşınız N.R. Donberoy isimli Amerikalı da gelip görmüştü. İşte biz, aldığımız silahları o altınlar karşılığında aldık.” dedi Osman Batur. Daha sonra Pakston’dan yüzünü çevirdi ve Küniyaz Molla ile Jetpis’e baktı. “Jet-pis, sen benim dediklerimi General’e anlat. Hadi Küniyaz Molla, siz de bu sözleri, Pakston Mirza’ya kendi dilinden anlatınız.”
– Bu baş belasını unutmuş da olabilirim belki!.. diye yüzünden kanı çekilen Küniyaz Molla, biraz durakladıktan sonra, ağzında sıcak patates olan birisi gibi, dilini kıvırıp bükerek İngilizce tercümeye başladı.
Osman Batur’un söylediklerini deminden beri Çince tercümeden dinleyen Pakston, aniden İngilizce’yi duyunca şaşırdı ve önce Mackiernan’a döndü. Arkasından, Hindistan telaffuzuna yakın bir İngilizceyle, biraz da duraksayarak konuşan kişinin, deminden beri dilsizmişcesine oturan uzun karabıyıklı, seyrek kara sakallı, avurtları çökük kara Kazak’tan olduğunu anladığında, gözlerine inanamamışcasına bakakaldı. Sung Shiliang da kendisine Çince tercüme yapan Jetpis’i yarım kulağıyla dinlerken Küniyaz Molla’nın İngilizce çevirisini şaşkınlıkla izliyordu.
Küniyaz Mollanın çevirisini dinledikten sonra, bir süre daha şaşkınlıktan sessiz kalan Pakston:
– Osman Mirza, sizin ne maharetli adamlarınız varmış! diye şaşkınlığını dile getirdi.
Geçenlerde, Osman Batur hakkında sohbet ederken, Pakston Sung Shiliang’dan Osman Batur’un nasıl biri olduğunu sormuştu.
– General Mirza, lütfen gerçeği söyleyin. Bu Kazaklar nasıl insanlardır? demişti. O zaman, Sung hiç duraksamadan:
– Siz Amerikalılar, herkesi dış görünüşüne göre değerlendirirsiniz. Ama biz Asyalılar… diyerek, duraklamış, sonra “..bunlar, Kazaklar; bunlar cahilin dik alasıdırlar; ama kahramanlığın da dik alası bunlarda vardır,” demişti. Bu değerlendirmeyi, Çin’in 2400 sene önceki alimi Lao Zın’ın sözleriyle ispatlamıştı. Çin’in bu filozofu eskiden “Ezelden beri dünyanın kilidini elde tutanlar; halkları, hiçbir şey öğretmeden cahil olarak tutanlardır. Çünkü cahiller, kahraman olur.. Buna karşılık, eğitimli olmak, değerli değildir. Tam tersine, halkı cahillikten ayırmamak gerektir. Eğer insanlar çok akıllı olursa, aklını kullanarak kötülüğe sapabilirler..” diye öğütlemiş Çinlileri.
Pakston, bunu hatırladı ve başını salladı. Uzun bir süre sessiz kaldıktan sonra iç geçirdi. Şimdi herşeyi daha iyi anlamaya başlamıştı. Bundan sonraki kararlarını verirken, onun Anglosakson kanından gelen dürüstlük ve mantığı üste çıktı.” Osman Mirza, sizinle tanıştığıma gerçekten memnunum. Eğer tanışmamış olsaydım, içimde mutlaka bir pişmanlık olacaktı. Sizi ve sizin sayenizde Kazak halkını da bugün daha iyi anlamaya başladım. Sizlere elimden gelen yardımı yapmaya karar verdim. Biraz önce siz silah, mühimmat yardımı konusundan bahsettiniz. Öyle silahlar bizde var. Fakat onları kullanabilecek, silah kullanmayı bilen kadroya ihtiyacınız var. Bunun için siz, öncelikle, Amerikaya gelebilecek ve teknolojiyi öğrenebilecek öğrenciler gönderin. Bu birinci teklif..” dedi Pakston duraksayarak, Osman Batur’un cevabını beklermiş gibi.
– Olur. Biz de zeki çocuklarımızı göndereceğiz. Buna hazırız, dedi Osman Batur sevinçle.
– İkinci olarak… Pakston sözüne devam etti. “…Amerikalılar ve Amerika Hükümeti, sizden hiçbirşey istemez. Bütün istediğimiz sizin de bizim gibi saygın, eşit, egemen, bağımsız, hür ve mutlu olmanızdır. Sizin bu uğurda yaptığınız savaşta biz, elden geleni esirgemeyeceğiz!” dedi ve yerinden kalkarak Osman Batur’la ikinci defa büyük hürmet göstererek tokalaştı.
Bu hareket ve sözler, Pakston’un samîmîyetini gösteriyordu. Bundan sonra, masasının çekmecesinden çıkardığı Palenin marka tabancayı Osman Batur’a hediye olarak sundu.
– Size gösterdiğimiz özel saygının bir hatırası olarak bu küçük hediyeyi kabûl buyurmanızdan büyük mutluluk duyacağım! derken oldukça samîmî görünüyordu.
Osman Batur, Urumçi’ye geldiğinden beri bütün istedikleri yerine geldiği için, sevincinden bütün gece uyuyamadı. Bayan Hanım’la ikisi için özel bir ev ayırmışlardı. Fakat bu evde geceleri hiç kimse yatmıyordu. Bayan Hanım, uyumak için her gece, gizlice bu evden çıkar ve Zavkiya’nın yanına gidip yatardı. Osman Batur’un ise nerede uyuduğunu kimseler bilmez; ancak şafakla birlikte herkes, onu evlerin biraz ötesindeki tepenin başında görürdü.
Osman Batur, bu sabah da aynı adetini tekrarlayarak evlerin yakınında bulunan bir tepede otururken, uzaktan Urumçi tarafından gelmekte olan bir otomobilin tozunu farketti. Anlaşmaya göre, bugün Çin ordusuna mensup askerler buraya gelecekler ve çeşitli askeri tatbikatlar ve gösteriler yapacaklardı. Erkenden geldiklerine bakılırsa, bunlar olmalı..” diye düşünen Osman Batur, evlerin bulunduğu tarafa doğru yürüdü. Bayan Hanım, Keles ve Küniyaz Molla ile birlikte kahvaltıya oturdular. Dünden beri oldukça sevinçli olan Osman Batur’un bu neşesi devam ettiği için, kahvaltı sırasında Küniyaz Molla’ya iltifatkâr davranıyordu.
Bugün, Urumçi ziyaretinin son günüydü. Eyâlet Başkanı Jang Jıjung gelmemiş, yerine General Sung Shiliang’ı göndermişti. Bunlarla beraber, bütün ziyaret boyunca Osman Batur’a yakın duran Kazak, Kırgız, Uygur ve Dünganlerin hepsi; Alen Van ve Kadıvan Hanım’la beraber bütün Türk Müslüman takım, tamamıyla gelmişlerdi. Osman Batur, gelenlerin hepsiyle güler yüzle konuştu; hatır sordu, sohbetleşti ve teşekkürlerini bildirdi.
Bir vâdide hazırlanan alanda, Çinli askerler, çeşitli askeri oyunlar sergilediler. Tankları, diğer zırhlı araçları ve kamyonları ile uzun bir kervan misâli gelen askeri konvoy, gövde gösterisi yaparmışcasına etraftan ilgi topluyordu. Üniformalı ve silahlı piyâde bölükleri, tören yürüyüşüyle davetlilerin önünden geçerken, “askerin olacaksa bizim gibi olsun” dedirtmek ister gibiydi.
Geçit töreni bitti. Osman Batur’la bir ara başbaşa kalan Sung Shiliang, süklüm püklüm bir subaya bir şeyler söyledi. Ziyakan da Osman Batur’a tercüme etti.
– Şimdi atış gösterilerine başlayacaklar. Deminki subaya “keskin nişancıları getir emri verildi. Dün gördüm onları; hepsi keskin nişancılardı. İki yüz metre uzaktaki şişeyi, tek atışta parçalıyorlar. Sizin de nişancılarınızı davet edebilirler. Böyle bir şeye hazır mısınız? dedi.
– Biz, bunlar gibi, sarhoş olmak için içtiğimiz içki şişelerini hedef yapacak kadar boşta gezmiyoruz! derken, Osman Batur, kendi adamlarını gözden geçiriyordu. “Herhâlde bizim yiğitler de namusu elden bırakmazlar.”
Bu arada birisi, biraz ilerdeki bir tahta sandığın üstüne şişeler diziyordu. Uzaktan hayâl meyâl seçilen şişelerin sekiz tane olduğunu saydı Osman Batur. Bu arada, bunların önüne özel yerleştirilmiş yastıklara dirseklerini dayayarak yerleşen dört nişancı gelip yerlerini aldılar. Dördü de bir anda dört şişeyi devirdi ve yerlerinden kalktılar. Onların yerine gelen başka bir grup dört nişancı da, kalan dört şişeyi vurdu. Çinliler, bunu alkışla cevapladılar.
Bu gürültü patırtı ve kalabalık arasında yüzündeki gülümsemeyi silemeyen General Sung Shiliang, Osman Batur’a şöyle bir teklifte bulundu:
– Batur, sizin nişancılarınızı da görelim mi?
Osman Batur, ses etmedi; ama içinden, “Ziyakan’ın söyledikleri doğru çıkıyor” diye düşündü. Özellikle, bu soruya çabuk cevap vermek istemedi.
Osman Batur’un böyle sessiz kalmasından cesaret alan Sung Shiliang, onların hazırlıksız oldukları sonucuna vardı ve sesini yükselterek, – Haydi, dört şişe daha getirip dikin hedefe! dedi.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/jaksilik-samiytuli/kaharli-altay-69499699/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Zuvka Batur Sabit Damolla oglu, Kazakların-Orta Cüz-Kerey-İyteli Boyundan olup, Çinliler tarafından hunharca öldürüldükten sonra, başı ilk defa kazığa geçirilerek halka teşhir edilen ilk Kazak Türküdür. Bu kahramanın evlatları da 1949 senesinde Doğu Türkistan’dan kaçarak, Alibek Hakim göçüyle beraber Hindistan’a ve oradan da Türkiye’ye avdet etmişlerdir. Zuvka Batur evlatları bugün dünyanın her yerinde Kazak adını yaşatmaktadırlar. (Çev.)

2
Emireri.

3
Dişi deve.

4
Delilhan Sügirbayev, 1906-1949. Hayatının son dönemlerinde, kukla Doğu Türkistan Cumhuriyetinin Altay bölgesindeki Sovyet Destekli Millî Ordu’nun generali olarak tayin edilmiştir. Ancak 1949 senesinin Eylül ayında, Sovyetlere ait bir uçakla Pekin’e Çin Komunist Partisi’nin Genel Kurulu’na giderken, İrkutsk şehrinde uçak kazasında ölmüştür. Sügirbayev’in ölümünün kazadan çok suikast olduğu da söylentiler arasındadır.

5
Ağır makineli tüfek.

6
Seksevül, Orta ve iç Asya’ya özgü bir bitki çeşididir.

7
Tımak, Kazakların geleneksel kalpağının adıdır.

8
Şakabay, Kazakların Orta Cüz- Kerey-Jantekey Boyunun bir alt boyudur.

9
Tüyekuyruk, jıngıl ve seksevül, hepsi de bitki adlarıdır.

10
Nurkojay Bahadır, Orta Cüz-Kerey-Jantekey-Şakabay Boyundandır. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak İstanbul’da vefat etmiştir. Evlatları Türkiye’de ve Avrupa’da yaşamaktadırlar.

11
Eyvah, tüh!

12
Bir nevi kalpak.

13
Janibek Batur: Orta Cüz Kerey Boyunun mukaddes olarak kabûl ettikleri kahraman babaları ve 18. yüzyılda, Altay bölgesini Jongarlardan temizleyerek tekrar Kerey Boyuna yurt eden muhterem ve mukaddes tarihi şahsiyet.

14
Orta Cüz-Kerey Boyunun Molku alt Boyunun ata-babasının adıdır. Molku Boyu savaşta atağa kalkarken bu ismin verdiği ruhani güçle kuvvet bulur. Osman Batur da Molku Boyunun Aytuvgan alt Boyunun evlâdıdır.

15
Şakabay, Karakas, Molkı, Jedik, Jantekey, hepsi de Orta Cüz- Kerey Boyunun alt boylarıdır.

16
Teyci ve Ükirday sözleri, Doğu Türkistan’daki Kazaklara, bölgeyi uzaktan idare eden Çin hükümetinin verdiği ünvanlardır.

17
Zalıng da bir ünvandır.

18
Eyvah!

19
Soyluluk.

20
Bu sözün Kazakçası: Köp korkutadı, tereng batıradı.

21
Bir anlaşmazlık sonucunda mal ve mülk olarak alınan diyet anlamına gelir.

22
1000 nüfusun lideri olan kişinin ünvanı.

23
Özbek’in.

24
Kazaklar hadi gidiyoruz demek yerine kararlılık ifa eden bu kelimeyi kullanırlar.

25
Koyunların yününü kırkan iri makas.

26
Oşıng: Osman’ın kısaltılmış şekli.
Kaharlı Altay Jaksılık Samiytulı
Kaharlı Altay

Jaksılık Samiytulı

Тип: электронная книга

Жанр: Современная зарубежная литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 16.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Kaharlı Altay, электронная книга автора Jaksılık Samiytulı на турецком языке, в жанре современная зарубежная литература

  • Добавить отзыв