Çağdaş Azerbaycan Hikâye Antolojisi

Çağdaş Azerbaycan Hikâye Antolojisi
Kamer Alhanova


Çağdaş Azerbaycan Hikâye Antolojisi

Takdim
Azerbaycan son yıllarda pek çok sahada kalkınmakta ve uluslararası arenada hak ettiği yeri almak için hızla ilerlemektedir. Bunlardan kültür ve sanat alanına giren her türlü takdirin üzerindeki bazı uygulamaları sizlerle paylaşmalıyım.
Bunlardan ilki Azerbaycan’ın Latin alfabesine geçiş sürecidir. Açıkça ifade edelim ki, Azerbaycan Latin Alfabesi, Türk dilinin yapısına en uygun alfabedir. Latin alfabesine geçmiş veya geçecek diğer Türk halkları Azerbaycan Latin Alfabesini örnek almalıdırlar. Bu durum başlı başına övgüye layık olmakla birlikte Azerbaycan’ın bu süreçteki örnek davranışı dilin yapısına en uygun alfabeyi seçmekten ibaret değildir. Azerbaycan Devleti Sayın Cumhurbaşkanı İlham Aliyev’in talimatıyla, alfabe değişiminden sonra Azerbaycan edebiyatının seçkin eserleri ve dünya edebiyatından Azerbaycan Türkçesine çevrilen önemli eserleri yeni alfabe ile yüksek tirajlarla bastırarak halka dağıttı. Tarih boyunca pek çok halk ve devlet kullandığı alfabeyi değiştirmiştir ama ilk kez Azerbaycan, kendi dilinin önemli eserlerini yeni alfabe ile yayınlama basiretini göstermiştir.
Yine bu kalkınma sürecinde Azerbaycan Çeviri Merkezi’nin kurulmasını ve çalışmaları için gerekli kaynakların aktarılmasını sağlayan akıl ve iradeyi de alkışlamak gerekir. Azerbaycan edebiyatının dünyaya, dünya edebiyatının seçkin örneklerinin ise Azerbaycan’a tanıtılması konusunda çalışmalar yapan bu merkez, pek çok ülkenin düşünüp de yapamadığı önemli bir kurumdur. Nitekim elinizde bulunan iki ayrı ciltte çağdaş Azerbaycan hikaye ve şiirinin güzel örneklerini bir araya getiren kitaplar da Azerbaycan Çeviri Merkezi’nin çalışmaları sonucu Türkiye’de yayınlanmaktadır.
Azerbaycan hikâye ve şiirini Türk okuyucusuna ulaştıracak bu antolojilerin, Türkiye’de Türkiye Türkçesinde yayınlanan ilk Azerbaycan edebî antolojileri olduğu düşünülürse, Azerbaycan Çeviri Merkezi’nin ne kadar büyük bir boşluğu doldurduğu ve onun çalışmalarına yıllardır ne kadar çok ihtiyaç duyulduğu da kendiliğinden anlaşılmış olur. “Bir millet iki devlet” dediğimiz Türkiye’de durum böyle ise varın dünyanın geri kalanını siz düşünün. Bu yüzden Avrasya Yazarlar Birliği olarak, Azerbaycan Çeviri Merkezi’nin faaliyetlerini çok önemsiyoruz ve çağdaş Azerbaycan hikâye ve şiirini Türkiye’de tanıtacak olan bu eserlerin yayınlanmasında birlikte çalışmaktan son derece memnunuz.
Değerli Okuyucu;
Azerbaycan için “odlar yurdu” metaforu çok sık kullanılır. Bu benzetmeyi kullananların pek çoğu hatta tümü Azerbaycan’da Ateşgâhta, yüzyıllardır kendiliğinden yeryüzüne ulaşarak yayılan doğalgaz alevlerini; Azerbaycan toprağının hemen altında, ayağınızla küçük bir çukur kazsanız doluverecekmiş kadar yakın duran dünyanın en kaliteli petrolünü dikkate alırlar. Doğrudur, Azerbaycan toprağının bu zenginlikleri, bu güzel ülkenin kaderine derin etkiler yapmıştır.
Ama ben tüm bunların yanında odlar yurdunu, kardeş ülkemizde yanan edebiyat ve sanat ateşi olarak da anlıyorum.
Odlar yurdu ifadesinden, Hazar Denizi’nin kenarından esen rüzgârlarla tutuşup yanan Azerbaycan insanının sıcak yüreklerini de anlamak istiyorum.
Bu yüreklerde yanan yüksek sanat ateşini de odlar yurdunun içinde görüyorum.
Hatta odlar yurdu haricen bakanlar için gaz ve petrol, dahilen bakanlar içinse Azerbaycan insanının içinde yanan sanat ve edebiyat ateşinin vatanı olarak anlaşılmalı diye düşünüyorum.
Bu ifadeler, Azerbaycan ve onun kor yürekli insanları için övgü sözleri olarak değerlendirilmesin. Elbette Azerbaycan her türlü övgüyü hak eder ancak ben bu ifadeleri o maksatla söylemiyorum.
Bu sözlerimde büyük ölçüde hakikat payı olduğu kanaatindeyim.
Azerbaycan Türkçesinin edebî dil olarak işlenip Türklüğün boynuna bir gerdanlık gibi asılması Fuzulî’nin şiirleri ile başlamıştır. Bu ifade bile tek başına biraz önce söylediklerimizi haklı çıkarmaya yeter aslında. Fuzulî’nin şiirlerinin genel Türk edebiyatı içindeki yerini hatırlatmaya bilmem gerek var mı? Fuzulî, pek çok yönü ile Türk edebiyatının dünya şiirinde, hiçbir başka dilin şairinden geride kalmadan temsilciliğini yapacak bir zirvemizdir.
Fuzulî’nin Azerbaycan Türkçesinin edebî dilinin kuruluşundaki bu hâli, pek çok sanat dalında da gözlenir. Örneğin şarkın ilk opera bestecisi dâhi Üzeyir Hacıbeyli’nin sanat hayatına girişi de benzer tarzdadır. İlk kez opera bestelenen topraklarda Üzeyir Hacıbeyli öyle eserlerle girer ki sahneye, onu şaşkınlıkla ve hayranlıkla izlemekten başka elinizden bir şey gelmez.
Edebiyata, sanata dâhiler hediye etmekte en mahir halktır Azerbaycan halkı; en mümbit topraktır Azerbaycan toprağı. Bir sahada birden fazla dâhiyi yetiştirip dünyaya hediye etmek ancak Azerbaycan’ın başaracağı bir iştir.
Dâhi yetiştirmekle halkın nüfusunun çokluğu arasındaki ilişkiyi, Kazak kardeşlerimiz “Yüzden yürik, binden tulpar çıkar.” atasözü ile anlatır. Tulpar, Köroğlu’nun kıratı gibi gerektiğinde uçabilen atlardır. Azerbaycan, insanlık ailesi içindeki nispetine göre pek çok tulparı, sanat dâhisini dünyaya kazandırmıştır. Belki dünyada halkının nüfusuna göre dâhi sanatçı yetiştirme oranı en yüksek toplumlardan birisi, hatta en başta geleni Azerbaycan’dır diye düşünüyorum.
İşte bu yüzden Azerbaycan haricen bakanlar için gaz ve petrolden gelen alevli ateşlerin yurdu, batınen bakanlar içinse dâhi sanatçıların korlu yüreklerinden oluşan odlar yurdudur.
İki ayrı cilt halinde yayınlanan Çağdaş Azerbaycan Şiir ve Hikaye Antolojisi kitapları bu korlu yüreklerin eserlerini, Türkiye Türkçesinde okuyucuya ulaştırıyor.
Edebî eserler, bir ülkeyi ve toplumu tanımak ve tanıtmak için, çoğu kere, o topraklara yapılacak seyahatlerden daha etkili olabilirler. Türk okuyucusu bu eserleri okudukça kardeş Azerbaycan’ı ve halkını daha yakından tanıyacak, tanıdıkça daha çok sevecektir.
Çağdaş Azerbaycan Şiir ve Hikaye Antolojisi eserlerinin Türkiye’de yayınlanmasını sağlayan Azerbaycan Çeviri Merkezi’ne ve onun değerli başkanı yazar, dramaturg sayın Afak Mesud’a ve tüm emeği geçenlere teşekkür ediyorum.
Bu iki güzel eserin yayınlanması için Avrasya Yazarlar Birliği ve Azerbaycan Çeviri Merkezi arasında başlayan verimli işbirliğinin gelecekte de devam edeceği ümidiyle, okuyacağınız eserlerin iki halkın dostluk ve kardeşliğinin pekişmesine katkı sağlaması dileklerimi sunuyorum.

    Yakup Ömeroğlu
    Avrasya Yazarlar Birliği Başkanı

İSMAİL ŞIHLI
(1919-1995)


Azerbaycan halk yazarı, değerli sanat adamı. M. F. Ahundov Edebî Ödülünü kazanmıştır. “Kerç Sularında”, “Dağlar Sesleniyor”, “Ayrılan Yollar”, “Deli Kür”, “Benim Rakibim”, “Anıya Dönüşmüş Yıllar”, “Beni Kaybetmeyin”, “Savaş Yolları” ve başka kitapların yazarı olmuştur. Eserleri İngiliz, Fransız, Alman, Rus ve eski Sovyetlere bağlı birçok dillere çevrilmiştir. Azerbaycan Yazarlar Birliği’nin Birinci Kâtibi (1981-1987) ve SSCB Yazarlar Birliği’nin Kâtibi (1981-1987) görevlerinde bulunmuştur. “Kızıl Emek Bayrağı” (1979) rozeti ve Azerbaycan SSC Ali Sovyeti’nin ödüllerini almıştır. “Deli Kür” romanı Devlet Ödülü ile değerlendirilmiştir.

Namert Mermisi
Arkadaşım Hüseyin Arif’e
Niftali muhtar atın yönünü değiştiğinde eyeri almak, daha öncesinde olduğu gibi çeşme suyu ile atın belinin terini yıkamak istedi, ama sonra vazgeçti. Atı olduğu gibi, biraz da yakına, çeşmenin alt tarafına bağladı. Hava sıcaktı, at kan ter içindeydi, ama çaresi yoktu. Daha önce atını nerede olsa bağlardı, çabuk terlemesine de izin vermezdi.
Eyerini; at nefes alsın, istediğinde ot yesin, istediğinde şaha kalksın diye alırdı. Siyah gözlü atın parlayan tenine, kız telleri gibi yumuşacık kuyruğuna bakmaya doyamayan Niftali çoğu zaman atı sakinleştirerek beline kalkar, direkt Kür sahiline inerek onu yıkar, çoğu zaman da diğer tarafa geçerdi. O zaman kendisinin de, atının da korkusu olmazdı. Hem gençti, hem de… Ama şimdi, hele hele muhtar olduktan sonra, çok tedirgindi. Korku içerisinde yaşıyordu.
O, adımlarına dikkat ederek yokuşu tırmandı. Kanalın üzerinden geçerek ağaçların gölgesinde durdu. Bakışlarını ufuğa kadar uzayan tahıl tarlalarına dikti. Hava biraz esiyordu. Otları çoktan sararmış dereli tepeli bu gri çöllerin ortasında çift olan kavak ağaçlarının yaprakları hışırdıyordu. Kimliği belirsiz bir rahmetlinin sevap için ektiği bu ağaçların dibinden çeşmenin suyu akıyordu. Niftali gölgeye serilmiş halıya ve mindere baktı. Eskiden işçilere ziyarete geldiğinde burada uzanıp dinlenirdi. Şimdi de her zamanki gibi öyle halının üzerine geçerek mindere yaslanmak istedi. Sıcak nefessiz bıraksa da ne ayakkabılarını çıkarsın, ne de tüfeğini çıkararak yanına koysun istedi. Ama bu imkânsızdı. Ter döküyordu. Bir de kimden korkacaktı ki? Kerem muhtemelen şimdi Dilican tarafındaydı, yazın sıcağında buralarda olmazdı. Olsa da sakıncası yoktu. O, asla silahsız birine kurşun sıkmazdı. Bir tek o heriften korkuyordu. Köyden kaçtığından beri buralarda dolaşıyordu.
Tüfeğini ağaca dayadı, ayakkabılarını çıkardı, gömle-ğinin düğmelerini çözdü ve hâlının üzerine uzanarak mindere yaslandı. Mendilinin uçlarını düğüm yaparak kafasına şapka yapmış işçilerin orak sesleri geliyordu. Bu sesler tarlanın hışırtısına karışmıştı. İşçiler koşuyordu. Onlar da işlerini çabucak bitirip aldıkları paraları ailelerine, çocuklarına götürmek istiyorlardı. Niftali de tedirgindi. El çoktan yaylaya çıkmıştı ama o, göçünü durdurmuştu. Doğrusu, köyde yalnız kalmaktan çekiniyordu. O kadar çok kanına susayan vardı ki… Onlardan biri de köye sonradan gelen Mürşit’ti. Onun kimlerden olduğunu köyde hiç kimse bilmiyordu. Tek bilinen, çoktan geldiğiydi. Niftali’lerin kapısında, kıyafetleri yamalı, açlıktan hulkumu kalkıp inen, masum bakışlı bir genç boynunu büküp duruyordu. Elinde asa, sırtında eski heybe, başında kılları dökülmüş bir şapka vardı. Soğuktan yüzünün tüyleri diken diken olmuş, dudakları çatlamıştı.
Derin bir kuyunun dibindeki su gibi zorla parlıyordu. Gürültüye dışarı çıktılar, köpeklere bağırdılar, “Kimsin?”, diye kapıdakine seslendiler. Niftali’nin babası kürkünü omuzlarına indirdi, oğlu ile beraber kapıya doğru gitti. Bir yerlerden yolunu şaşırıp gelmiş bu Allah kuluna dikkatle baktı ve buranın insanına benzemediğini anladı. Son zamanlarda bu gibi insanlara sıkça rastlanıyordu. Ya düşmanını öldürdükten sonra buralara kaçarlar ya da bir lokma ekmek için yollara düşerlerdi. Adam gence tepeden tırnağa dikkatle baktıktan sonra “Yok, bu adam birini öldürüp de kaçmışa benzemiyor. Belki de başka sorunu vardır.” diye düşündü. Aslında adam gencin çukura düşmüş gözlerini beğenmemişti. Sanki genç de bunu hissetti, gelmek üzere olduğu bu günlerde geri çevrileceğini anladı ve sesine acındırma hissi katarak:
“Gurbetciyim dayı, hiç kimsem yok.” dedi.
Adam oğlunun yüzüne baktı, Niftali ise gözünü gurbetçinin yırtık ayakkabısından çıkmış parmağına dikti.
“Burayı sana kim gösterdi?”
“ Hiç kimse. Yolu takip ederek geldim. Size yüz tuttum.”
Baba oğuluna, oğul da babasına baktı.
“Adın ne?”
“Mürşit.”
Belgesi, tanığı yoktu. Gurbetçiydi… Doğruyu söyleyip söylemediğini bir tek Allah biliyordu. İşte o günden sonra köy insanları ona kendi aralarında “gurbetçi Mürşit” dediler.
İlk başlarda hayvanlarla uğraştı, sonra tarlayla filan. Niftali’yle arkadaş, kardeş oldular. Babası öldükten sonra Niftali ona toprak da verdi. Yardımlaşarak küçük bir kulübe inşa ettiler, ona bir de at bağışladı. Akraba kızlardan da birini alıp ev bark sahibi oldu.
Gurbetçi Mürşit tezcanlı biriydi. Eline para geçirdikten sonra Tiflis’e, Gence’ye gidip gelmeye başladı. Geçimi filan düzeldi, kendisini toparladı. Niftali birgün Mürşit’in karısını üzdüğünü, haftalarca eve gelmediğini, şehirde keyif yaptığını, çocuklarına bakmadığını duydu. Dayanamadı. Yanına çağırdı. İki, üç gün bekledi ama Mürşit’in sesi soluğu çıkmadı. Birgün yolda birbirlerine rastladılar.
“Neden ortalıkta yoksun?”
“Ne oldu, ortalıkta mı olmam lâzım?”
“Belki bir diyeceğim var?”
“Bana ne diyeceğin olabilir ki?”
“Bu ne saygısızca konuşma tarzı?”
“Niye susayım ki?”
Atlar yerlerinde hareket ettiler. Birbirleriyle karşı karşıya gelerek yerlerinde dönmeye başladılar. Yolun tozu göğe yükseldi.
“Galiba, gözün hiçbir şeyi görmüyor ?! Ne çabuk şımardın?!”
“Saçma sapan konuşma ne söylemek istiyorsan de!”
Niftali öfkesini zar zor bastırdı.
“Bir de, çoluk çocuğa el kaldırdığını duyarsam, seni mahvederim , duydun mu?!
“Sen kim oluyorsun ya?”
“Aşağılık herif, bana cevap mı veriyorsun?!”
Kamçının havada şaklamasıyla Mürşit’in atın ayağının dibine düşmesi bir oldu. At ta sahibi gibi kızarak onu çiğnedi. Muhtarın öfkesi dinmedi. Sıçrayarak yere indi.
Toz toprak içinde kıvranan adamın yakasından tutup yoldan kenara sürükledi. Hançer havada parladı.
“Affet Niftali! Beni öldürme, yavrularıma yazık. N’olur beni çocuklarıma bağışla! Çocuklarının hatırına affet, sevap işlersin.
Muhtarın elleri boşaldı. Mürşit’in kuyunun dibinde parlayan suya benzer gözlerine nefretle bakarak onu bıraktı.
“Evdekilere kurban ol.”
Mürşit sessizce ayağa kalktı. Üzerindeki tozu temizledi, sessizce eyerden tutarak ata tırmandı. Yavaşça köye doğru gitti ve birden geri döndü.
“Alacağın olsun muhtar efendi, bunun intikamını senden almazsam adam değilim.” Niftali kendine gelene kadar bağırdı. “Bana ittiğin karıyı da gelip alabilirsin!”
Muhtar atına binip tüfeğini çevirene kadar, tozlu yolda gözden kayboldu. Ertesi gün de evden çıkıp gittiğini duydu…
Niftali, muhtar olduktan sonra ister istemez sorunlar oluyordu. Polisten filan ne kadar uzak kalmak istese de illaki buluyor, hesap soruyorlardı. Hesap sorma gerekçeleriyse, “Falanca hırsızı neden bulmadın, filan ahlaksıza niye iş vermişler? Niye Kaçak Kerem’in Kür’den geçip yaylaya gitmesine izin verdin?” gibi şeyler oluyordu. Söylemesi kolaydı. Ama böyle şeyler için insanlarla ters düşmenin ne anlamı vardı? Görev tuhaf şeydi. Tasmaydı sanki. Boynuna geçirmeye gör. Boynuna geçirdin mi, dayanman gerekti, dayanamıyorsan da herkesi kendinle beraber sürüklememeliydin.
Hava çok sıcaktı. Tarlalardan gelen sıcak, fırın alevi gibi hava gri tepeleri aşıp köyün üzerine yayılıyor, oradan da suyu parlayan Kür’ün üzerinden geçip Garayazı ormanının ağaçlarını yakıyordu. Niftali’nin gölgesinde uzandığı ağaçların gövdesine yapışmış sivrisinekler birbirinin arkasından öyle sesler çıkarıyorlardı ki, insanın kulağı gürlüyordu. Sıcak ve sivrisineklerin çıkardığı ses Niftali’yi nefessiz bırakmıştı. Ayaklarını suya daldırıp serinlemek ve göğsünü, başını yıkayıp biraz dinlenmek istedi. Sonra kalktı, gömleğini çıkardı, çeşmeye yaklaşarak eğilip oturdu. Elini suya uzattı. Kür tarafından, mezarlığın yanından tepeye çıkılan tozlu topraklı yoldan gelen atlıları görmedi. Sivrisineklerin sesi beyninde gürlediği için atların ayak seslerini duymadı. Bir tek, kurşunun değdiğini sırtının yandığnı hissetti. Elini sudan çekip doğrularak dönüp baktı.
Atlılardan birinin atını şaha kaldırdığını, geri dönüp birine bağırdığını, kamçıyı şaklattığını gördü.
“Namert, şerefsiz!”
Daha fazla bir şey duymadı. Otların hışırtısı, yaprakların, çeşmenin, sivrisineklerin sesi birdenbire zayıfladı, uzaklaştı ve duyulmaz oldu. Yakıcı sıcak bir kor gibi gözüne doldu, gözbebeklerinin önünde dalgalandı ve dumana dönüştü. Her şey bu dumana büründü…
Kerem attan fırlayarak ağacın altına indi ve Niftali’nin başını dizinin üzerine aldı. Kurşun sırtından girerek göğsünden çıkmıştı. Gözleri kapalıydı. Sadece dudaklarının hafif titreşiminden henüz nefes aldığı belli oluyordu. Kerem aralarında oluşan düşmanlıktan beri onu çok yakından görmemişti. Adam bir hayli değişmişti. Biraz gıdığı oluşmuş, yüzü kararmış, kalın bıyığı azıcık sertleşmiş, şakakları beyazlamıştı. Göz çevresinde biraz kırışıklıklar oluşmuştu. Kerem Niftali’nin kan kaybettiğini fark etti. Hemen gömleğinini çözdü ve adama nasıl yardım edebileceğini düşündü. Sanki bunu Niflali de hissetti. Kıpırdadı. Göz kapakları aralandı. Dikkatle Kerem’in yüzüne baktı. Dumanlanmış gözbebekleri lâl sular gibi durgunlaşarak birdenbire genişledi. Kerem muhtarın vücudunun titreyerek irkildiğini hisseti, adam sanki titredi. Onun da vücudu titredi. Duygulandı.
“Şimdi ben ne yapayım, Niftali? Gence’ye gidemem, Tiflis’e de yetişemem. Senin derdine nasıl çare bulayım?”
Adam sesi duyarak önce irkildi, sonra dirildi. Başını azıcık kaldırıp bulanık gözlerini karşısındakinin yüzüne dikti. Galiba kimin dizinin üzerinde olduğunu anladı. Öncelikle heyecanlandı. Kerem onun gözlerindeki ışığın sönmeye başladığını hissetti. Sönmekte olan lamba gibi fırlayıp düşen bu hayat parçaları titrediği gibi de birdenbire sakinleşti. Dudakları kıpırdadı.
“Kerem?”
“Doğru bildin, Niftali, benim.”
“Senin olman iyi.”
Bu söz Kerem’i sarstı. Sanki dizleri üzerinde can veren can düşmanı değil, yakın bir akrabasıydı. Sanki bu adam hep dağda, derede onun izine düşen, onun kanına susayan, fırsat buldukça ele vermeye hazır olan adam değildi.
Düşmanlıktan çok daha önce beraber, Kür’ü yüzerek Karayazı’yı geçtikleri, atlara binerek köylerin arasında dolaştıkları, gözlerine kesdirdikleri kızlarla buluşmaya beraber gittikleri çocukluk arkadaşı, çocukluk sırdaşıydılar. Şimdiyse birbirlerinin yüzüne hasret kalmışlardı. Düşmanlardı. O, Kerem’e yaklaşamıyordu, Kerem de ona. Kerem tüfeğini alıp dağlara-taşlara düşmüştü. At sırtında ömür sürüyordu. Arkadaşlarıyla Tiflis’ten girip Gence’den çıkıyor, oradan Dilican’a geçiyor, dağları aşıp Araz’ı geçiyor, soluğu bazen İrevan’da alıyorlardı, bazen de İran’da. Niftali’yse evinde, akrabalarının, dostlarının çevresinde bile güvende hissetmiyordu kendini. Muhtar olduktan sonra değişmişti. Kerem onu birkaç kez, köylüleri rahatsız etmemesi için uyarmıştı, ama bir faydası olmamıştı. Kerem onu çoktandır arıyordu cezalandırmak için.
“Senin takımda yeni biri var mı?”
Kerem güçle duyduğu bu sözlerin cevabını hayli geciktirdi.
“Var.”
“ Kim?”
“Mürşit.”
“O herif mi?”
Bu söz Kerem’i ortasından silah mermisi gibi deldi geçti. Sanki gözleri karardı. Yaralandı, çok yaralandı.
“Benden medet umuyordu, ne yapayım?”
“Bizden de medet ummuştu, sonucunu gördün.”
Adam inledi. Kerem’e, onun canını yakan yaranın acısı değil, emeğinin boşa gitmesinin acısıymış gibi geldi.
Niftali’yi soğuk ter sardı, yüzünü ekşitti, sonra bu ağrı ve ıstırapların karşılığında yüzünde tebessüme benzer bir ifade sezildi.
“Şimdi rahat ölebilirim … Allah’a şükür, tahminim boşa çıktı…Yoksa öteki dünyaya gözüm arkada gidecektim. Çok şükür, Kerem, gözümden düşmedin … Başımı birazcık yukarı kaldır.”
Kerem onun kollarının altından tutup dizlerine yaslandırdı. Adam acıyı yutarak sakinleşti.Yüzünden kuş nefesine benzer hafif bir canlılık ışığı geçti.
Uzaklara baktı. Kerem, onun sönmekte olan gözünün Kür’un ötesine, Ceyrançöl kırlarından kayıp sahil boyu uzanan Karayazı’ya, biraz beriki köy evlerine, tarlalara, ot kümelerine, sığırlara seslenen çocuklara dikildiğini hissetti. Hasatlar yerlerinde kuruyup kalmışlardı. Hava yine esiyordu, yine ekinler hışırdıyor, yine çeşme akıyor, yine sivrisineklerin sesi geliyordu. Niftali’nin gözünün önünden fırın sıcağına benzer bir sıcaklık dalgası geçiyordu.
Birden kendine gelerek yüzünü çevredeki atlılara döndü. Kerem’in arkadaşlarına bir daha baktı. Gözü Mürşit’e değince yeniden yay gibi gerildi. Kerem, adamın hâlinin birdenbire değiştiğini, yanaklarına kızarıklık çöktüğünü gördü. Bu kızarıklık son atışını geçiren kalbin damarlara attığı son kan damlalarının belirtisiydi. Adamın sönmeye yüz tutmuş gözleri Kerem’in yüzüne dikildi.
“Kerem, tek bir isteğim var …”
“Söyle bakalım.”
“Silahını çek, beni alnımdan sen vur.”
“ Ne diyorsun sen?”
“Bırak da, Niftali’yi Kerem öldürdü desinler … Adamı adam öldürür; kardeş, şerefsiz değil.
“Elim kalkmaz.”
“Dediğimi yapmazsan, adam değilsin!”
Adamın göğsü kalktı ve yavaşça da indi.”
Kerem duygulandı. Boğazına birikmiş yaşı güçlükle yuttu. Bakışlarıyla arayarak Mürşit’üi buldu. Elleri esti. Tüfeği çevirerek burada, tilki gibi saklanmış namerdi kana bulamak istedi. Ama fikrini değiştirdi. Zaten Niftali’nin akrabaları sağ bırakmayacaklardı. Bir de elini kirletmek istemedi.
“Onun tüfeğini de, atını da elinden alın, defolsun gitsin! Siz de attan inin, tüfeğinizi eyere asın. Bize kurşun da sıksalar, bir şey yapmayın. Köye gidiyoruz.
Kerem karar vermişti. Niftali’nin cesedini köye kendisi götürecekti. Adamı kucağına alacak, atsa peşinden gelecekti. Kaçaklar da atlarla cenazenin ardından sessizce adımlayacaklardı. O bunun ağır bir şey olduğunu biliyordu. Köylüler onları karşılayacak, kadınlar ağıt yakacak, vaveylalar göğe yükselecek, beddualar edilecekti. Belki, onlara ateş de açacaklardı. Öte beri konuşanlar, polise haber verenler de olacaktı. Fakat, köyde böyle bir namerdin olduğuna bir türlü inanmıyordu. O, köylülerin cesedi sessizce köy içerisinde Niftali muhtarın evine kadar götüreceklerinden emindi. Onlar sessizce bile olsa el yordamıyla cenazeyi karşılayacaklardı. Keremler de cenazeye katılacaklar, adamın ölümünün üçüncü gününden sonra muhtarın akrabalarına baş sağlığı dileyerek ata binecek ve dağlara doğru gideceklerdi.
Kerem kollarının ve dizlerinin üzerinde serinlik hissetti. Adamın vücudu soğumuştu ama yüzüne dikilmiş solgun gözlerin derinliğinde bir beklenti vardı. Elini tabancaya götürdü ve yavaşça tetiği çekti…

İSA HÜSEYINOV
(1928-2014)


Halk yazarı, senaryo yazarı ve film editörü, “Nesimi” Ödülünü ilk alan şahıs. “Yanar Yürek”, “Yakın ve Uzak İnsanlar”, “Telegraf”, “Flüt Sesi”, “Dallı Muhtar”, “Ömrümde İzler”, “Mahşer”, “İdeâl”, “Mezarlık”, “Cehennem” gibi çok sayıdaki eserin yazarı olmuştur. Eserleri İngiliz, Fransız, Alman, Rus ve eski Sovyetlere bağlı birçok dillere çevrilmiştir.

Şeppeli
Kaymakamdan, muhasebeci Mursakulu’dan işçilere, çobanlara kadar Şeppeli’ye işi düşen herkesin selâm sabahtan önce mutlaka doktor Memme’yi sorması, en azından bir iki dakika Memme ile ilgili yeni olayları dinlemesi gerekir. Örneğin, herkes Memme’nin annesi Pericihan’ı Bakü’ye götürmek ve ona orada iyi şartlar sağlamak için yeni yer gerektiği, profesör kızı gelin Zemfira’nın Pericihan Hatun’a kıyafetler göndermesi ve bu yapılanların Pericihan’ı memnun etmesi gibi konuları Memme’ye bildirmesi gerektiğini biliyordu. Yoksa Şeppeli ile anlaşamazlardı.
Kimin ki Bakü’de “Köylü Hastanesi”ne gitme gibi bir zorundalığı vardı Şeppeli’nin yanına gidiyordu. Doktor Memme’nin hâlini, hatrını sorarak isteğini anlatıyordu. Şeppeli’yse masanın orta çekmecesinde “özel çalışmalar için” sakladığı “yağlı kâğıtlardan” birini alarak, gözlüklerini alnından burnunun üzerine indirip kalemi mürekkebe bandırıp acele etmeden, titzlikle yazmaya başlardı: “Yavrum, canım, gözüm Mem-me…” Eğer “Köylü Hastanesi”ne gidenlerden birisi yanlışlıkla Şeppeli’nin kendi keyfini sorsaydı, muhakkak gri, seyrek kirpikler arasında ufacık gözlerinin öfkeli bakışlarıyla karşılaşırdı. Bu arada Şeppeli’nin alnında duran gözlüğün camları da sanki öfkeyle parlardı: “Doktor Memme’nin keyfi nasılsa, benimki de öyle!” Bak bakalım öğrenebiliyor musun beş yüz kilometre ötede Memme’nin keyfi nasıl?!.. Muhasebeci Mursakulu evli barklı, çoluklu çocuklu adamdı. Saat tam sekizde işe gelir, dörtte de çıkardı. Şeppeli’ninse, kaderin cilvesi işte, ne evi vardı ne de çoluk-çocuğu. Ta ışıklar yanana kadar masasının arkasında hesap kitapla uğraşır ve sadece midesinin guruldadığını hissedince kalkıp yemeğe çıkardı. Yemekhanede bir köşe bulur, yavaş yavaş votkasını içerdi. Şeppeli’nin bir şeyin aşırısına kaçtığını kimse görmemişti. Ama insanların dilinde bazı laflar dolaşıyordu. “Şeppeli’nin ölçü bardağı” , diye bir tabir oluşmuştu. İşte bu “ölçü bardağı”nı o, sadece hafta sonu, ya da Pazar günlerinde yemekhane kapanınca dolduruyordu. Bu arada Şeppeli ayağa kalktığında herkes önceden onun ne söyleyeceğini biliyodu: “Doktor Memme Oruçoğlu’nun şerefine içiyorum!” Bu, “Kim içmek istiyorsa buyursun!” demekti. Söylenilecek sözler de önceden belliydi: “Memme’nin canı sağolsun!” “Memme’nin şifalı elleri varolsun!”, “Memme’nin annesi Pericihan’ın şerefine!”, “Memme’nin nişanlısı profesör kızı Zemfira’nın şerefine!” En sonundaysa; “Memme’nin arkadaşı Şeppeli’nin şerefine!”
Herkes içiyor, Şeppeli’yse, “ölçü bardağı” elinde, yorulmadan, usanmadan doktor Memme’den bahsediyordu.
Muhasebecinin sohbeti her ne kadar vasat ve sıkıcı olsa da, “Köylü Hastanesi”ndeki genç ve zeki doktorun adı anıldı mı herkes mutlu olurdu. Memme; insanlık, iyilik sembolüydü. Mem-me; akıl, yetenek demekti. Son olarak Memme; büyük şehirlerden uzak, dağ çifliğinde, küçük bir odada oturup hesap yapan bir adamın umuduydu.
Bir yaz sabahı bu dünyanın yıkıldıldığına dair haberler çıktı: Şeppeli’nin mektubu ile köylü hastanesine gitmiş muhasebeci Mursakulu çifliğe döndüğünde doktor Memme’nin hastaneden kovulduğunu haber verdi. Sebep? Rüşvet?! Dehşet! Duyanlar Memme’nin öz annesi Pericahan’ı değil Şeppeli’yi düşündüler: “Şeppeli bu derde dayanamaz!”
Bu fikri Şeppeli’yi herkesten iyi tanıyan iş arkadaşı Mursakulu da onayladı. İnsanların arasında:
“Şeppeli ölecek.” dedi.
Mursakulu sessiz, sakin biriydi. İnsanların olduğu yerde, kalabalıkta, toplantılarda ondan çok güçlükle bilgi alırlardı. Bur-da ise Mursakulu, hem de böyle kesin fikir söylediğinde, herkes gerçekten Şeppeli’nin öleceğine inandı.
Tek bir kişi Mursakulu’nun söylediğine itiraz etti:
“Şeppeli’yi gömmek için bu kadar çabalamayın!”, dedi.
Bu, Şeppeli’nin kendisiydi. Elinde bir kâğıt, gözlüğü alnında, üç adım ötede duruyordu.
“Memme benim bildiğim Memme olmaktan çıktığı zaman ölürüm ben.”
Yaklaşarak elindeki kağıdı Mursakulu’ya verdi.
“İmzala! Bakü’ye gidiyorum. Eğer Memme dediğin Memme’yse, o zaman Şeppeli’nin bu dünyayla daha da işi olmaz. Bakü’den mezarımı kazın diye haber vereceğim. Gelip içine girerim, üzerimi örtersiniz, olur biter.
Mursakulu kağıda imza attıktan sonra geri verdi.
Herkes sessizce bakıyordu.
Doktor Memme ile Şeppeli’nin dostluğunun nerede nasıl başladığını ve neden bu kadar güçlü bağlara dayandığını doğru dürüst bilen yoktu. Bir tek, Şeppeli’nin Memme’siz yaşayamayacağını biliyorlardı. Bu nedenle şimdi, onun böyle apar- topar gitmesini doğal sayıyorlardı.
Şeppeli gözlüğü alnından indirdi, yıllarca belgelerdeki her şeyi yerinde ve zamanında teşhis ettiğinden, Mursakulu’nun yazdığı onayı oracıkta okudu: “Eylül ayının maaşı verilsin!”
Şeppeli maaşı aldıktan sonra, ilk önce onun Bakü’ye hazırlıklı gitmesine her zaman yardım eden yemekhane müdürüne, sonra da Pericihan kadına uğradı.
“Mursakulu’nun saçmaladığına bakma. Milletin içinde kendini kötü duruma sokma, Pericihan! Eğer Memme Mursakulu’nun anlattığı Memme olsa, o zaman ben adam değilim!” dedi ve hemen yola çıktı.
Daha gençken, evlenme çağındayken felç olmuştu. O yüzden ona Şeppeli diyorlardı. Kendisinin de söylediği gibi, ağzı kulağına kadar giderdi. O zaman, Şeppeli’nin söylediği gibi, “kötü bir dönemdi”. Doktor falan pek bulunmuyordu.
Kardeş saydığı Oruç onu komşu köye bir imamın yanına götürdü.
Dışarıdan bakınca toprakla aynı renkte olan küçük çatıların arasında tek insan barınağı gibi görünen, balkonunun direkleri ve pencerelerinin çerçeveleri maviye boyanmış, duvarları ve tavanı sarı toprakla sıvanmış ev bugün bile Şeppeli’nin aklındaydı. Çünkü o eve tamtamına bir ay gidip gelmiş, bu evde cehennemi gözüyle görmüştü.
Her sabah kapıda onu şişman, peçeli, suskun bir kadın karşılıyordu. Bu, imamın kız kardeşiydi. Oruç’la Şeppeli’yi karşılar, içeriye, üzerine yeni hâlı örtülmüş yere davet ederdi. Her birinin dirseğinin altına bir yastık koyarak kaynayan semaver, bembeyaz ekmek, yağ, bal, kaymakla hastaya değil, sanki değerli misafirlerine hizmet ediyordu. Oruç bunları hep iştahla, zevkle yiyordu, Şeppeli’yse keyifsiz. Sabah sabah nehrin kenarında abdest almaya giden imamın kollarını sıvayarak vurmaya başlayacağını, yediğine pişman edeceğini biliyordu. Tıpkı ablası gibi şişman, simsiyah sakallı imamın geniş avuçlu ağır eliyle vurdukça parlayan büyücek gözlerinin parlaklığı bugüne kadar Şeppeli’nin aklındaydı.
İmam tamtamına otuz gün, her sabah Şeppeli’ye tokat attı, otuz birinci gün ona bir kase gül suyu tadında su verdi. Şeppeli bu suyu içip, birden bire hâlsizleşti ve uykuya daldı.
Uyandığında başının üzerinde gülümseyen imam ile elindeki aynayı ona doğru uzatan Oruç’u gördü.
Şeppeli aynaya baktı: ağzı normale dönmüştü. Sadece alt dudağında biraz tebessüm vardı. Şeppeli biraz baktıktan sonra, birden güldü: “Yahu imam efendi, imanına kurban olayım. Otuz gün beni tokatlamak yerine bir kere o sudan içirseydin keşke, bu çileyi çekmeseydim!” dedi.
İmam ona: “nankör yaratık” derdi. Sonra Şeppeli’nin yüzünde ne gördüyse, bıyık altı gülerek eğilip kulağına fısıldadı: “Seni otuz gün tokatlamasaydım, arkadaşın Oruç bana hergün bir tavuk getirir miydi? Doğruyu söyle.” Şeppeli: “Getirmezdi.”, dedi Bu, imamın hoşuna gitti: “Bir daha hastalanırsan tek sefere otuz tavuk getir, ayaküstü iyileştiririm seni, gidersin.” dedi.
Şeppeli sevinçle kahkaha attı: “Lokman, sevdim seni!”, diyerek çıktı. “bir daha hastalanmak” konusunda düşünmedi bile. Fakat, meğerse imam bunları şakasına söylememiş. Bu olaydan on yıl sonra, Şeppeli tokatları tamamen unuttuktan sonra tekrar felç oldu.
Bu, Oruç’a mahkemede on beş yıl hapis cezasının kesildiği gün yaşandı. Oruç’la son kez vedalaşarak ayrılınca, Şeppeli çevresindeki kişilerin ona tuhaf, gizemli bakışlarla baktıklarını hissediyor, ama bunu önemsemiyordu. Sonra adamların nereye baktıklarını görünce, birden telaşla elini yüzüne götürdü ve hemen, yılların ötesinde kalarak unutulmuş imam aklına geldi.
Fakat imam çoktan vefat etmişti.
Şeppeli, tüm ihtimallere karşı, pazardan birkaç tavuk alarak, imamın evinde yaşayan yaşlı ablasının yanına gitti. Kadın onu, yemin ederek, imamın şeppe suyunun sırrını da kendiyle beraber mezara götürdüğüne inandırdı.
Sakin, ılık bir yaz sabahıydı. Dağların eteğinde onun hızasında inşa edilmiş taş barınakların karşısında yollarla çaprazlanan geniş, yeşil çimenlikte, sırayla durmuş insanların arasında kuzular koşuşuyordu. Şeppeli de burdaydı. Diğerleri gibi, o da avucunda sayaç tutmuştu. Koşuşan kuzular gelip önünden geçtikçe, Şeppeli’nin parmakları cihazın düğmesine basıyor, hızla artan rakamlar çiftliğin kârını yeni yılda onun küçük avucunda biriktiriyordu. Bu dakikalar öyle bir süreçti ki, ateş açılsa Şeppeli duymazdı. Bu nedenle toplam on adım ötede duran aracın kornasını duysa da oralı değildi. Mursakulu sayacı elinden aldıktan sonra Şeppeli beyaz renkli “Volga”yı ve direksiyonun arkasından işaret ederek onu çağıran beyaz tenli genci gördü.
Volga’yı görünce, Şeppeli kötü bir olayı hatırlardı.
Bir akşam, herkes gittikten sonra muhasebeye şişman, pörtlek gözlü bir adam geldi. Selâm bile vermeden yaklaşarak göbeğini masaya dayayarak durdu.
Şeppeli masasının üzerindeki kağıdı değişti, köşelere düğme takarak, çekmecede sakladığı eski kumaşla mürekkepkabının kenarlarını temizliyordu. Masanın üstüne dökülen kağıdı baştanbaşa çeşitli kayıtlarla, rakamlarla dolduran ve bu nedenle kağıdı sık sık değiştirmeyi sevmeyen Mursakulu’dan farklı olarak, Şeppeli, akşamları odada tek kaldıklarında ayağının altına tabure koyarak dolabın üst çekmecesinden kalın kâğıt tomarlarını indirir, sanki hayatının monoton döngüsüne az da olsa, bir şey katmak niyetiyle hergün bir renk, bazen beyaz, bazen lacivert, bazen de pembe kâğıt seçerek masanın üzerine seriyor, onları avuçları ile düzelterek pürüzsüzleştirir ve köşelerine düzenli bir şekilde, boncuk gibi düğme takardı. Tesadüfen mühasebeye birileri geldiğinde Şeppeli başını kaldırmamaya çalışırdı. Uzun yıllar içersinde alışkanlığa dönüşmüş bu davranışıyla herkesin alay ettiğini biliyordu. Üç, beş dakika düğme dizerek veya mürekkep kabını silerek zaman geçiriyordu ki, gelen insan bu davranıştan bir sonuç çıkararak gitsin.
“Şişko”ysa bir türlü gitmedi. Masaya yaslanarak bir süre onun ellerini inceledikten sonra sakin, umursamaz bir şekilde güldü.
“Boş yere çabalıyorsun, Şeppeli!” dedi, “Ne kadar çabalarsan çabala bu masa muhasebe masası olmaktan öteye geçemeyecek. En iyisi sen gel yardım et, müdürün yanında da bir değerin olur.”
Şeppeli bu adamı tanımıyordu. Tavrından ve sözlerinden çok rahat biri olduğunu anladı.
“Ne istemiştiniz?”
“Şişko”nun anlattığına göre, çiftlikteki hayvanlara bakmaya gittiği için “Volga”sı çamura bulanmıştı, şimdi burada uygun birilerini bulamadığı için Şeppeli’den aracı yıkarken ona yardım etmesini istiyordu.
Araç çamur içindeydi.
Şeppeli, yardım etti. Kova ile su taşıdı, tekerlekleri ve elinin ulaştığı yerleri yıkadı, kuruladı. Tamam, “şişko” da yardım etti, ama giderken öylesine de olsa Şeppeli’ye teşekkür bile etmedi. Yine de o arsız gülüşüyle: “Evet, şimdi gidip masanı tekrar düzenleye bilirsin, Şeppeli!”, diyerek araca bindi.
Bu olaydan sonra birkaç yıl geçmişti, ama araç görünce Şeppeli ister istemez hep o “şişko”yu, “deli”yi hatırlıyordu.
Çimenlikte duran beyaz renkli “Volga” nın çelik kısımları, camları güneşin altında parlıyordu. Sahibi dirseğini pencereden çıkararak, lacivert camlı gözlüklerini kolsuz gömleğinin yakasına takarak başını hafifçe yana eğmiş, gülümseyerek, güldüğü için azıcık küçülmüş gözlerle Şeppeli’ye bakıyor, onun yaklaşmasını bekliyordu. Bu, elbette, o “Şişko” gibi insanlardan değildi. Nur dolu bir yüzü vardı. Yemyeşil çimenlerin ortasında parıl parıl parlayan aracı gibi kendisi de parlıyordu. Şeppeli tek bakışta değeri biçti: “Ne iyi, kültürlü birine benziyor.” Ama, aynı zamanda Şeppeli bunu da buraların “sosyetik” insanlarından biri saydı. Bu da yardım için ihtiyacı olanlardan biriydi ve onu yardıma çağırıyordu. Bunu tahmin edince kafasını salladı.
“Ne istemiştiniz?”
“Merhaba, amca.”
“Aleyküm selâm.”
“Beni tanımadın mı?”
Şeppeli ona baktı.
“Siz çoksunuz, bense tek”, dedi.
“Siz, derken kimlere kastetin, amca?”
“Siz yani araçla gezenler.”
Çocuk Şeppeli’nin ufacık boyuna baktıktan sonra sanki altmışlık adamla değil de küçücük bir çocukla konuşuyormuş gibi:
“Arabayla dolaşanların çok olmasını istemiyor musun?” dedi.
Şeppeli doğrularak, daha da ciddileşti.
“Ben memurum.” dedi. Buyur bakalım, nasıl yardım edebilirim!”
Onun tavrı, galiba genci şaşırttı.
“Ben sana yardım etmek istiyorum, amca.” dedi ve bu sözüyle Şeppeli’yi şaşırttı.
“Bana? Yardım ?!”
Çocuk Şeppeli’ yi bir kez daha baştan aşağı süzdü.
“Sen Medet amca değil misin?”
Bu beklenmedik soru Şeppeli’yi daha da şaşırttı. Şeppeli gerçek adını unutalı çok olmuştu. Ayda yılda bir birileri onun gerçek adını söylerdi. O zamanlar da sanki dünyayı ona verirlerdi. Onun birdenbire yüzü değişti, bu beyaz tenli genci saygıyla, minnettarlıkla seyretti:
“Evet, Medet’im, oğlum.” dedi. Fakat değişti artık. Ne adım kaldı ne de adamlığım. Şimdi bana Şeppeli diyorlar. Muhasebeci Şeppeli.
Genç tebessüm etti.
“Çok mu üzülüyorsun Şeppeli denildiğinde?”
Şeppeli:
“Usandım artık.” dedi ama hemen de pişman oldu: “Böyle kibar bir gençle neden samimi konuşmasın ki?”
Hemen hatasını düzeltmeye çalıştı:
“Adım gerçekte olduğu gibi olsaydı, hayatım farklı olurdu, oğlum.” dedi.
Şeppeli irkildi.
“Evet, amca, konuşmayacak mısın? Adını kendine geri versem bana ne vereceksin? Otuz tavuk yerine o kuzulardan birini verir misin?”
Şeppeli hayretle bakıyordu. Otuz tavuk ?! Bunu bu çocuk nereden biliyordu? Çünkü, rahmetli Oruç’tan, Pericihan kadından, bir de Şeppeli’nin kendisinden başka, bu eskimiş, unutulmuş tavuk öyküsünü hiç kimse bilmiyordu.
Şeppeli gözünü bile kırpmadan, bir süre delikanlıya baktı.
“Yavrum, sen kimsin?”
“Hâlâ mı tanımadın?” Çocuk güldü. “Ordan bir tane kuyruklu kuzu seç de gel gidip kafa çekelim.”
“Nereye?”
“Bakü’ye. Seni hastaneye götürmeye geldim.”
“Dur oğlum, dur!” Şeppeli’nin kalbi çarpıyordu. “Eskiden benim bir arkadaşım vardı oğlum; iyi günümde, kötü günümde ne zaman gerekse yanımda olurdu. Sen o arkadaşımı hatırlattın, moral oldun…”
“Ben Oruç’un oğluyum işte… Memme’yim!.. Genç adam gülümseyip kapıyı açarak arabadan indi. Elini uzattı.
Şeppeli geri çekildi.
“Kıpırdama!… Bırak da dünya gözüyle iyice bir seyredeyim. Bakalım Oruç’a benziyor musun?”
Çocuk bunu tamamen doğal bir şey gibi algılayarak, sakince durup sabırla bekledi.
Şeppeli ise bir hayli enine boyuna izledi.
Adamın kalbi hoplamıştı. Rahmetli arkadaşının oğlu Memme’nin Tıp Fakültesini bitirdikten sonra Bakü’de çalışmaya başladığını biliyordu. Pericihan’ı her gördüğünde, neredeyse sadece Memme ile ilgili konuşuyorlardı. “Soğumuş, kalbi taş olmuş, buz tutmuş! Yılda bir kere ya arar ya aramaz. Geldiğinde de “Toparlan da gidelim Bakü’ye! Toparlan haydi! diyor. Hiç düşünmüyor yaşlandığımı, saçlarımın beyazladığını. Oruç’un evini ben nasıl boş koyarım?!” diyen Pericihan sürekli oğlundan yakınıyordu. Şeppeli’yse hep tek şeyi düşünüyordu: “Acaba Oruç’a benziyor muydu?” Şimdi, yirmi yıldan sonra rahmetli Oruç adeta dirilmiş gibi önünde duruyordu. Eskiden Bakü’de okuyorlarken Oruç da böyle yalın, narin, beyaz tenli bir gençti. Acaba nasıl olmuştu da Şeppeli bu genci tanıyamamıştı?
Adam o kadar üzüldü ki sanki yılların ötesinden Oruç’un sesini duydu: “Bir imam tanıyorum. İmam ama aslında lokman. Gidelim onun yanına. Varımı yoğumu sarfetsem bile seni iyileştireceğim!” Daha sonra dirilmiş Oruç Memme sordu:
“Benziyor muyum, amca?”
Şeppeli ağladı.
“Toprağı kadar yaşa, kurban olurum ben sana!”

Memme onu bir ay, tek kişilik odaya yatırarak tedavi etti.
Odanın kapısını her açtığında Memme, tıpkı merhum babası gibi, hafifçe gülümseyerek:
“İmam tokatlamaya geliyor!” diyordu.
Şeppeli hep “Gelsin, kurban olduğum gelsin!” diye duygulanırdı. Fakat imam tokadı yerine Şeppeli’nin yüzüne, taş gibi bir kadının, hemşirenin yumuşacık elleri değerdi. Hemşire gün içinde üç kez onun yüzüne kremlerle masaj yapardı, şeppe suyu yerineyse çeşitli vitaminler içirirdi.
Şeppeli “B-1” vitaminine “Bebir[1 - Pars. Ç.N.], C-1”eyse “sabır” diyordu.
Bunu duyan Memme zevkle kahkaha atıyordu.
“Peki amca, bunların toplamı nedir?”
Şeppeli ise:
“Bebirle sabrın toplamından erkek türer, yavrum!” derdi.
Elbette, hiç kimse uzun yılların alışkanlığından vazgeçerek Şeppeli’ye farklı isimle hitap etmedi. Adı hep Şeppeli kaldı.
Hastaneden çıktıktan çok sonraları, hediye hazırlayıp Memme’nin ziyaretine giden Şeppeli:
“İlçe merkezinden çiftliği arayınca: ‘Buyurun, kiminle konuşuyoruz?’ dediklerinde ‘Medet’le’, diyorum. Cevabında: ‘Medet kim, biz öyle birini tanımıyoruz.’ diyorlar. ‘Muhasebeci Medet.’ diyorum. ‘Sizi oraya yeni mi almışlar?’ dediklerinde çaresiz kalarak ‘Konuşan Şeppeli!’ diyorum. Bu sefer de yahu deminden desene şunu diye dalga geçmeye başlıyorlar. ‘Altmış yaşına gelmişsin, kalkıp kendine yeni isim icad etmişsin.’ filan diye laf ediyorlar.” diye yakındı.
Böylece Şeppeli “Memme” isimli yeni bir dünya kurdu. Ölçü bardağı, şerefe içmeler, Köylü Hastanesi’ne mektuplar… İş o yere vardı ki, nihayet, Memme onu atalarının yurdunda bu kadar tanıtmış Şeppeli’ye mektup yazdı. Rahmetli babasının en yakın arkadaşı ve kendisinin en sadık hastasını Bakü’ye davet etti. Ünlü bir cerrahın, Profesör Mehmetali’nin, kızına görücü gitmek için çağırıyordu. Söylemeye gerek yoktu. Bu, Şeppeli’nin hayatının en mutlu günüydü!.. Varını yoğunu toplayıp Pericihan kadını da alarak gitti. Profesör Mehmetali’nin ailesi ve akrabaları ile tanışma esnasında Şeppeli’yi yeni, beklenmedik bir mutluluk daha bekliyordu. Memme onu hasta konumunda değil, özbeöz dayısı olarak takdim edince, sevincinden Şeppeli’nin, aynı felç olduğundaki gibi alt dudağı titremeye başladı. Ağzı yine kulağının dibinde duracakmış gibi geldi.
Ama neyse ki bir şey olmadı. Galiba, Memme onu çok iyi tedavi etmişti.
Şeppeli, profesörün kızı Zemfira’nın parmağına yüzük taktı. Neredeyse Memme gibi genç biri olan Prof. Memmetali ile karşı karşıya oturarak bayağı bir içti, sonra haftasonu olduğunu hatırlayarak, Memme’nin şerefine tekrar içti.
“Şeppeli de iyice toparlandı.”
“İçince gençleşiyor.”
Bunları çiftlikte diyorlardı.
“Memme’nin çok iyi bir dayısı var.
“Mükemmel bir adam!”
Bunu da Bakü’de diyorlardı.
Özellikle Zemfira Memme’nin dayısına hayrandı.
“Kakoy u tebya simpatiçnıy dyadka, Memme! Şuplenkiy, dlinnonosıy, vılitıy Buratino! ..”
Şeppeli hediyelerle beraber Bakü’ye giderken taksiyi hep Nergis Kafe’nin yanında durdururdu, Memme’yi arayarak bavulları çıkarmaya yardım etmesini isterdi. Bu arada, kafenin karşısındaki binanın ikinci katında pencere ardına kadar açılır, Zemfira’nın narin vücudu belirir, sevinç dolu çığlığı duyulurdu:
“Dyad Buratino! ..”
Bunu duyan Memme ona hep kızardı:
“Ben adamın eski ismi geri gelsin diye çabalıyorum, sense yeni bir isim takıyorsun!”
Uyarıyor fakat aynı zamanda gülümsüyordu.
Şeppeli’nin adı anılınca gülümsemeyen biri var mıydı? Yoktu. Bakü’de de, çiftlikte de. Ama Şeppeli’ye göre, onu duymayan, onun adı anıldığında gülümsemek yerine surat asan tek bir adam vardı. O da kendi iş arkadaşı – muhasebeci Mursakulu’ydu. Uzun yıllar bir odada, birlikte çalışmalarına rağmen, Şeppeli bu suskun, asık suratlı adamla bir türlü sohbet etmenin, anlaşmanın yolunu bulamamıştı. Bir muhasebeci, adaletli, namuslu vatandaş olarak Mursakulu belki de kötü bir adam değildi. Ama arkadaş olarak dert anlatacak, muhattap olunacak biri değildi. Ne zaman ki, Şeppeli Memme’den bahsetmeye başlardı, Mursakulu’nun hemen yüzü asılırdı. Tamam, saygı icabı elindeki kalemi bırakırdı, hatta bakışlarını Şeppeli’ye doğru dikerdi ancak “evet, hım” dan başka bir kelime söylemezdi
“Yahu, insanoğlu hesap makinesi filan mı ki, işi her zaman doğru olsun? İnsan işte! Bazen çok düzgün biri bile yanlış yapabiliyor. Örneğin, sen! Ben sana Memme’den bahsediyorum “Ciddi ol, ciddi şeyler konuş!” diyorsun. Saçmalamak değil de ne bu ?!”
Şeppeli, onunla bir türlü anlaşamayan, onun adı anıldığında hemen surat asan bu arkadaşı ile ilgili çok düşünüyordu. Mursakulu yaşlı da olsa, Şeppeli onun da kendisi gibi bir insan olmasını istiyordu. Bunun için durumu da müsaittti, ortamı da: durum, Memme; ortam , Köylü Hastanesi’ydi.
Bir sabah işe geldiğinde Şeppeli sordu:
“Baksana Mursakulu! Sormayalı çok oldu, böbreklerin nasıl, hâlâ aynı mı?”
Mursakulu evet anlamında kafasını salladı.
Sinirliydi.
Mursakulu her yıl Ağustos, Eylül aylarında iki-üç çuval dolusu mısır püskülü toplar, tüm yıl çay yerine mısır püskülünü kaynatarak suyunu içer.
Şeppeli masasının arkasına geçti, orta çekmecedeki yağlı kâğıtlardan birini çıkardı, kalemini mürekkebe bandırarak yazmaya başladı:
“Sevgili Memme… Bu adamı yanına gönderiyorum. O benim müdürüm. Baban Oruç hayattayken muhasebeciydi. Bu adam da onun gibi çiftliğin tüm yükünü çekiyor. Bir taraftan işinin zorluğu, öteki taraftan böbreklerinin ağrısı onu mahvetmiş; kendin de göreceksin, yüzü hep asık. Bunu adam et de gönder. Gözlerinden öpüyorum. Oruç’un kokusunu senden alan, kulun Medet.”
Mursakulu mektubu tam bir hafta cebinde taşıdı. Nedense tuhaf bir inatla, hatta gizemli bir inatla Memme’nin yanına gitmek istemiyordu. Bu bir haftada Şeppeli, hemen hemen hergün onu uyardı.
En sonunda Mursakulu gitti.
Ve gittiği gibi de geri döndü.
“Memme orada yok.”
“Nasıl yok?”
“Hastaneden atmışlar.”
“Nasıl yani atmışlar?”
“Kovmuşlar … Hastalardan para alıyormuş.”
“ Ne diyorsun sen, be adam!”
Şeppeli’nin alt dudağı titremeye başladı.
Mursakulu, başka bir doktora görünmüş, muayene olmuş, testler yaptırmış ve reçetede yazılan ilaçları alarak çiftliğe dönmüştü.
Masasının arkasına geçerek, iki günlüğüne gitmiş olmasına rağmen işini özlemiş gibi, hemen kâğıtları karşısına dizdi.
Şeppeliyse, artık çalışamazdı…
Koridora ve mühasibe odasının kapısına çok insan toplanmıştı. Gâh Şeppeli’ye, bazen de yere bakıyor, susuyorlardı. Sanki cenaze vardı da o yüzden oraya toplanmışlardı.
Şeppeli avucunu yüzünün sol tarafına ve dudaklarının köşesine sıkıştırıp, öylece kalakalmıştı.
“Mursakulu! .. Soruma cevap ver, Mursakulu!”
Muhasebeci gözlüğünün camlarını onun gözlüğünün camına taraf çevirdi.
Şeppeli yutkundu.
“Söyle bakalım … O haberi sana kim söyledi? Memme ile bu haberin ilgisi yok.”
Cevap yerine gürültü duyuldu.
“Yeter! Yeter, Şeppeli, yeter! ..”
“Mursakulu belki de ömründe ilk defa böyle çılgınca bağırarak yumruğunu masaya vurdu.
“Ne kadar çok Memme’den bahsediyorsun. Hesap yerine de Memme’nin adını yazar olduk! Canım boğazımda artık. Bıktım. Sabah, Memme! Öğlen, Memme! Akşam, Memme! Uykudayken bile senin sesini duyuyorum! Ya sen ve senin Memme’n, ya da ben! Duydun mu, Şeppeli ?!”
Mursakulu birden bağırmaya başladığı gibi, birden de sustu. Muhasebeci odasında sessizlik doldu.
Mursakulu bir elini böbreğine kemer yerinin üzerine, öteki elini alnına koyarak, eğilerek hareketsiz oturuyordu. Kuru, cansız suratında gözlüğün camları altında kenarları kırışmış yarı-kapalı gözlerinde sanki ağlayacakmış gibi bir ifade vardı. Bir yeri mi ağrıyordu, yoksa otuz yıl boyunca onunla birlikte masada oturan, onun hastalığı için üzülen bir adama bile aniden bağırdığına pişman mı olmuştu? Her neyse, muhasebeci acı çekiyordu. Şeppeli’yse, ömründe ilk kez kendi arkadaşına ilgisizce davranıyordu. Daha doğrusu, beyni uyuşmuştu. “Nasıl yani rüşvet?! Nasıl yani hastalardan para?!” Bu soruları defalarca beyninde döndürüyor, baska bir şey düşünemiyordu.
Kapıdan geçerken onu kim görse, bir şeyler söylüyordu.
“Dert etme, Şeppeli. Sağlık olsun! Mesleğini de elinden almamışlar ya… Oturur evinde bağımsız çalışır, olsun!
Pencereden geçen güneş ışığı Şeppeli’nin masasındaki tertemiz silinmiş mürekkepkabı ve knopkalari parlatıyordu. Şeppeli gözlüğünün altından gözlerini bu manzaraya dikerek kalakalmıştı.
Bir süre geçtikten sonra başını kaldırdı. Güneş ışığının içerisinde de mini mini parıltılar vardı, ufak ufak parçacıklar sakince dönerek parlıyordu. Şeppeli ışığın arkasında kapının ağzında duranlara ve ona teselli verenin kim olduğuna dikkat etmeden, aydınlatıcı parçacıklara bakarken sakin sesle sordu:
“Ben çok şey yaşadım.”, dedi. “Bu masanın üzerinde hesap yaptıkça ağlayanları, gülenleri gördük. ‘Öyle yazma, şöyle yaz’, diyerek ayağımıza kapnanaları da gördük. Oruç’tan sonraki yönetim her sene ‘Sekreter parasını ver’, diye diye her yıl hesap zamanı bizi sorguladıklarında, ikimiz de yana yana ağlamıştık bu odada…Böyle rezillikleri göre göre ben insanlıktan çıktım.
Mursakulu’ya doğru döndü, birden sesini yükseltti:
“Şimdi nasıl Memme’yi anmayayım, Mursakulu?! Nasıl dersin anma şu Memme’yi?! Sen bana söyle bakalım hangi şom ağızlı verdi sana o haberi ?! Memme kim, böyle şeyler kim ?!
Muhasebeci cevap yerine belirsiz bir tarzda “Hımmm” yaparak ayağa kalktı, her iki eli böbreklerinin üzerinde eğilmiş hâlde, kapıya taraf yürüdü. Kapının önüne toplananlar çekilip saygıyla muhasebeciye yol verdiler, sonra birbirlerine bakarak onun ardından çıktılar.
Biraz sonra avluda, insanların arasında Mursakulu, deminki çığlığının tam tersi, hüzünlü ve dertli dertli diyordu:
“ Şeppeli dayanamaz bu derde … Şeppeli ölür.”
… Telefondan ilk önce Zemfira’nın sesi geldi. Şeppeli’nin kalbi titredi: “Şükür! Şükür! Kötü gününde bile Memme’nin yanında! .. “
“Zemfira, yavrum! Benim güzel kızım! Gelinim! Tanımadın mı ?! Dyadya Buratino işte! ..
Zemfira susuyordu…
“Ahizeden Memme’nin sesi geldi:
“Dayı, nerdesin, nereden konuşuyorsun?”
Şeppeli şaşırdı.
“Nasıl nereden oğlum? Her zamanki yerden, Nergis’ in yanından!”
“Gel, amca, bekliyoruz.
“Aaaa” Şeppeli şaşa kaldı. Diğer taraftaysa telefon kapandı: “Düt-düt! ..”
Şeppeli dükkandan çıktı. İkinci katta sonuna kadar açık, gür, aydınlık pencerelere; sonra hasattan yeni çıkmış kavunlar ve içerisinde koyun eti olan tahta valize, hasır sepetlere baktı. Neydi bu, gençler ne diyordu ? Nasıl yani “Gel, bekliyoruz?” Şeppeli durup, bir süre gözlerini pencerelerden ayırmadı. Orada kimse görünmüyordu.
Kafe ile evin arası yirmi adım ya vardı ya yoktu ama meydanı geçene kadar nefes nefese kaldı.
Kemerini sepetlerin kulplarına geçirip omuzlarına almıştı. Bavul elindeydi. Bir yandan omuzu kopacak gibiydi, diğer taraftan kolu. Bacakları titriyordu.
Bir defasında o dağın eteğindeki barakalarda, o çimenlerde kesilmiş koyunların etleri tartılırken mobanlar birbirlerine kaş- göz işareti yaptılar, Şeppeli’yi alarak tartıya attılar. Az evel kocaman bir koç kırk kilo gelmişti. Şeppeli’yse otuz kilo geldi. Bunu görünce çok üzüldü. Daha önce tartıya çıkmadığı için kilosunu ilk kez öğreniyordu. Bu yüzden de hayâl kırıklığına uğradı. Kendini toplamak için “Görev insanıyım kardeşim, görev canıma okudu işte!”, diyerek durumu kurtarmaya çalıştı. Kendine hak vermek için dedi, ama aslında burada bir gerçek vardı: Şeppeli’nin vücudunda, hemen hemen hiç kas yoktu. Bu kassız vücudun şimdi yaklaşık yetmiş kilo, yani kendisinden iki kere ağır yükü kaldırması mucizeydi. Ama Şeppeli bunun derdinde değildi bile. Orada, evde ciddi bir şey olmuştu. Eğer Zemfira pencerede görünerek “Dyadya Buratino!”, diyerek seslenmiyorsa, yani sevinmiyorsa ve eğer Memme karşılamaya, yardım etmeye çıkmıyorsa kötü bir şey olmuş demekti.
Sonunda meydan bitti. Şeppeli kaldırım boyunca dizilmiş ıhlamurların altındaki çim alanı da çok iyi bir şekilde geçti. Ayağını kaldırıma koyduğundaysa birden durdu: öyle bir hâle gelmişti ki, bir metre öteye gidecek gücü bile kalmamıştı. Böylece, bir ayağı “çim” de, diğeri kaldırımda takılıp kaldı.
Memme’nin pencereleri tam yanıbaşında, başının üzerindeydi ama Şeppeli Memme’yi yardım için çağırmadı. Zaten, çağırmak istese de sesi çıkmazdı. Ayrıca, kendisi hiç umrunda değildi, beyninde sadece deminki düşünce dönüyordu: Orada, yukarıda bir şeyler olmuştu. Kim bilir Memme ne hâldeydi? Oyle bir hâldeydi ki, karşılamaya dahi çıkamıyordu.
Şeppeli’yi tepeden tırnağa kadar ter bastı. Başı döndü. Bavul elinden düştü. Bir şekilde sepetleri kaldırıma koymak, çabucak yukarıya çıkarak ne olduğunu öğrenmek istedi. Bu arada birileri kaldırıma çıktı. Durup Şeppeli’ye baktı. Sonra, arkasından çıkan kadının (!) kolundan tutarak, hızla adımladı.
Şeppeli bu şişman şapkalıyı Profesör Mehmetali’ye, Memme’nin kendisi gibi gencecik kayınpederine, benzetti. Ama buna inanmadı. Daha doğrusu, Profesörün onunla karşı karşıya gelerek en azından öylesine bir merhaba bile demeden geçip gideceğine inanmak istemedi. Şeppeli ona baktı ve onun Profesör Mehmetali olduğuna dair bir şüphesi kalmadı.
“Profesör! .. Oğlum! ..”
Sepetler devrilerek düştü, kavunlar kaldırıma dağıldı. Ama Şeppeli’nin gözünde kavun filan yoktu:
“Zemfira, kızım! .. Oğlum! .. Dünür! ..
Korkunç bir tehlikeden kaçıyormuş gibi hızla uzaklaşan dünürlerinden Şeppeli’nin aklında ebediyen iki şey kaldı: kumaş mağazasının vitrininin ışığında, profösörün sinirli elinde parlayan siyah çerçeveli, mat camlı gözlük; bir de gittikçe geriye dönerek “dyadya Buratino” ya bakan Zemfira’nın uzaklaştıkça yanağından akan göz yaşları.
Düşünceli düşünceli, yeniden eşyaları alarak ikinci kata çıktı. Kapı açılır açılmaz konuşmaya başladı:
“Profesörle gelinimin öyle gitmesi beni yıktı. Galiba aranızda bir şey olmuş. Şimdilik onu sormuyorum. İlk önce bana söyle bakalım, dayının bildiği Memme misin, yoksa Mursakulu’nun anlattığı Memme mi? Bak! Kem küm yapma kuzum. Bir kere söyle, ya öleyim ya da dirileyim. Şu an benim canım yarım! Gerçekten açıkça söyle! Mursakulu o haberi söylediğinden beri yine dudaklarım titriyor. Eğer sen suçsuzsan, doğru yolda yürüyorsan, isterse bir felç daha vursun umrumda olmaz. Vallahi, şimdiye kadar nasıl yaşadıysam yine aynı keyifle yaşarım! Eğer kalbin kirlenmişse onu da, dediğim gibi açıkça, utanmadan söyle; ben de işimi bileyim oğlum. Çiftliğe haber vereyim, mezarımı kazıp hazırlasınlar, gidip içine gireyim, üzerimi kapatsınlar. Zaten, doğduğumdan beri, felekten tokat yemişim. Daha gençken, tecrübesizlikten hesaplamada yanlış yapmıştım, beni sorguya alıp, “Devletin malını çalıyorsun.” dediler. Bir o feleğin tokadı değdi, ağzım eğildi; öz amcamın kızı, nişanlım, benden yüz çevirdi. O eğrimi Oruç düzeltti. Sonra da sen düzelttin. Beni yaşatan sensin, sen ! Sen benim aydınlık dünyamsın! Eğer Allah korusun, sende bir sorun varsa daha benim değilsen, daha benim yaşamamın ne anlamı var ki?
Şeppeli Memme’den kötü bir cevap duymak korkusu ile, kendisi de farkında olmadan zamanı uzatıyordu. O kanapede, Memme’yse kanapenin karşısında boydan boya dizilen kitap dolaplarının tam ortasından yatak odasına açılan kapının arasında, sandalyede oturup, başını göğsüne doğru eğerek, aralıksız sigara içiyordu. Onun yanında yatak odasında üzerine yeşil ipek örtülmüş çift kişilik kanepe, bir açık dergi ve Zemfira’nın renkli portresi görünüyordu. Eskiden Bakü’ye gelip Zemfira’yı burada bulamadığında, onun yerine canlıymış gibi duran bu portreyi öpüp okşardı. “gelininin” omuzlarına dağılmış sarı saçları arasında beklenmedik bir tezatla gülümseyen simsiyah gözlerine bakıp kafasını sallar, “Seni gidi hınzır şey seni…” derdi. Bu sözleri öylesine bir şeyler söylemek için demiyordu. Bu sözlerin arkasında büyük bir anlam vardı.
Profesörün ailesiyle tanıştıktan bir hafta sonra Zemfira çiftliğe, “dyadya Buratino”ya bir mektup yazmıştı. Şeppeli mektubu Pericihan’a gösterdi. Zemfira’nın Memme ile nikâh kıydırmak için onlardan, yani Pericihan’la Şeppeli’den izin istediğini anlattı.
Pericahan müstakbel gelininin apayrı bir dünyanın insanı olduğunu ilk bakışta fark etmişti. Zemfira’nın kayınvalidesi ile kendi dilinde serbest konuşamaması, çok zaman Memme’nin aracılık yapması bir yandan; gelinin müzik okulunda artistlik okuması, kayınvalidesinin önünde yüzünü öteye çevirerek oturması, kıvıra kıvıra yürümesi, onu umursamaması da bir yandan Pericihan’ı memnun etmiyordu. Ancak daha sonra, Memme’nin Zema’yı çok sevdiğini görerek her şeyi kabul etti. Hatta bir kez Şeppeli’yle Zemfira ile ilgili konuşurken gülümsedi ve “Çok tatlı…” dedi. “Yeter ki oğlum mutlu olsun, ben gelinimin ne söylediğini anlamasam bile, kaldırabilirim.”
Şeppeli Pericihan’ın gelininin dilini öğrenmek istemediğini hissetti.
Mektup ve nikâh konusuna dayanamadı. Bastı yaygarayı: “Allah’ım, beni öldür de bu günleri görmeyeyim! Bu nasıl bir gelin?! Daha parmağına yüzük takalı bir hafta oldu, nişan yok, düğün yok, bu nikâhtan mı bahsediyor?! Elalem ne der?! Bir de neden Memme kendi değil de, bu yazıyor sana, yahu ?!”
Niçin Memme’nin değil de, gelinin yazdığına Şeppeli de anlam veremiyordu. Ama nikâhın ne için gerektiğini biliyordu. Bu konudan mektupta da bahsedilmişti fakat Şeppeli henüz o kısmı çevirmemişti. Pericihan’a, Bakı Sovyet’i metrosu civarında Memme’ye bir odalı ev vermek istediklerini anlattı. Hem de şehir dışında, ıssız bir yerde, beşinci mikrorayon denilen yerde vermek istiyorlarmış. Gençlerse, Zemfira’nın yazdığı gibi, Baksovyete bunu yutturmak, nikâh kağıdını sunarak iki odalı ev almak istiyorlardı. Zemfira’nın yazdığı gibi, “Nikâh cüzdanı elimde olsa, Memme’yi alıp kendim giderim Bakü Sovyet`ine , para bile veririm.”
Zemfira mektubunda şöyle yazıyordu: “Çok zorlanırsam, hamile olduğumu söyleyeceğim. Bunun içinse nikâh gerek.” Şeppeli ilk önce bu sözleri Pericihan’a söylememeyi düşündü. Ama farkında olmadan, mektubun ahengine kapılıp hamile olduğumu söyleyeceğim” sözlerini de çevirdi. Bunu duyan Pericihan şoka girdi. Tüm gece söylendi durdu. “Hanım köylü” oğlunu kınadı durdu.
Şeppeli çok pişmandı. Nasıl olur da, mektubun o kısmını çevirirdi? Acaba şimdi ne yapsa, nasıl bir çözüm bulsaydı? Memme ile Zemfira geniş bir ev almak için mutlaka birilerini kandırmak zorundaydılar. Bunda ciddi bir şey yoktu, kabahat sayılmazdı. Bunu anlayabilirlerdi. Eğer Zemfira bu kadar açık ve rahatca bunu yazdıysa, bunu da anlamak gerekti. Çünkü Zemfira, özgür ruhlu bir kızdı. Peki bunları Pericahan’a nasıl anlatabilirdi?
Şeppeli postaya gitti. Profesörün evini arayarak Zemfira’yı telefona çağırdı. “Bakı Sovyetinden başka, Pericihan anneyi de kandırmayı başarırsanız iş düzelir, yani nikâh kıydırıp Pericihan anneden saklayın.” dedi.
Nikâh kıyıldı, daire alındı, profesörün parasıyla çeyizlik oturma odası ve yatak odası aldılar. Ama Zemfira, Şeppeli’nin söylediği gibi Pericihan anneden biraz çekindi. Sırf korktuğu ve çekindiği için “dyadya Buratino”yu karşılayarak, boynuna sarılıp onu öptükten sonra, gözkırparak sordu: “Yalanımızı öğrenmedi değil mi?” Şeppeli her defasında Bakü’ye geldiğinde gelinini evde görmediğinde portreyi öperken dediği: “Seni gidi hınzır şey!” sözlerinin arkasında bu olay duruyordu.
Gençlerin mutluluğu için bir şeyler yaptığı zaman Şeppeli daha önce hissetmediği duyguları yaşardı. Bu yüzden bazen duygulanır, gözlerindeki yaşı gizlice silerdi. Bazense duygularını paylaşmak için birilerini arar, bulamadığı zaman da iş arkadaşına anlatmaya başlardı:
“Mursakulu, ne düşünüyorum biliyor musun? Aile, çoluk çocuk hepsi boş, bazen bir yabancıya bile iyilik yaptığında bir bakarsın gelip senin öz oğlun kadar yakının oluvermiş. Örneğin, Zemfira… Benim neyim ki? Hiçbir şeyim! Ama aradaki sevgiye, saygıya bak! ..
İş arkadaşının “Evet…”, “Hımm…” gibi belirsiz geçiştirmelerinden bıkarak köye, zaman bulup Pericihan kadının yanına gidiyordu.
“Bizim Mursakulu’ya dert anlatmak yerine kör bir kuyuya laf anlatmak daha iyi!”, diyerek devam ediyordu: “Benim inanacım şu Pericihan, insan insana derman olur.” diyordu.
Bu fikirlerini Bakü’ye gidince Memme’nin yanında da söylüyordu:
“Sen doğru yoldasın, yavrum. Sen herkese içinden geldiği gibi yardım ediyorsun, iyilik yapıyorsun. Senin yanına gönderdiğim herkesi tedavi ettin, iyileştirdin. Bir süre sonra bir baktın ki, hepsiyle arkadaş olmuşsun. Bundan başka ne isteyebilirsin ki? Haksız mıyım yavrum…
Şeppeli böyle konuşurken, Memme pek tepki vermiyordu. Sadece bazen, Şeppeli “Haksız mıyım, doğru söylemiyor muyum?”, diye ısrarla sorduğunda Memme hafifçe gülümsüyor, ve onu onaylıyordu. Bu arada adam kendini tutamayıp ona sarılıyor, “Benim doktorum! Yavrum! Gözümün nuru! diyordu. Sonunda, Memme’yi de duygulandırdığını görünce onu rahat bırakıyordu.
Bu gün o hislerden uzaktılar. Birisi kanepede, öteki sandalyede oturup mutfağa kadar tüm pencerelerinin ardına kadar açık olmasına rağmen, havasız kalan dairede “temizlik”, “lekelilik”le ilgili düşünüyorlardı. Memme’nin suskunluğu, yorgun ve içine kapanık hâli Şeppeli’yi gittikçe daha çok korkutuyordu. Memme’den kötü bir yanıt, Mursakulu’nun çiftliğe götürdüğü habere uygun tek kötü kelime duyarsa, tüm hayatının birden anlamsızlaşacağını, “Memme” adlı aydınlık dünyasının mahvolacağını düşündükçe Şeppeli’nin sesi titriyordu.
“Baban, rahmetli Oruç o kadar iş yaptı, çalıştı, çabaladı. İşçilerle beraber, tozun, toprağın, çamurun içinde tütün ekerek, çiftliği genişletti, dört yüz koyunu yirmi bine ulaştırdı. İşbilmezler hayvanları kurda kaptırmasalar, baban şimdi bile aynı şekilde devam ederdi. Sen Oruç’un oğlusun! Ben senin yanlış yola sapacağına inanmıyorum. Sen kim, rüşvet kim?! Rüşvet öyle bir çirkef ki, adamın yürümesini değiştirir, bakışlarını bile etkiler! Otuz yılda kafamdaki saç teli kadar şahit oldum bunlara. Yıllar önceden tanıdığım biri vardı; pörtlek gözlü, göbekli bir adamdı. Bir defa rica etti, arabasını yıkattırdı bana ama giderken “Sağol, teşekkür ederim!” bile demedi. Peşinden bakıp Mursakulu’ya dedim ki, bu adam her kim ise midesine düşkün biri bu. Mursakulu bana kızdı. Aslında konu onun göbeği değildi. O adamın davranışı beni çok rahatsız etmişti. Nerede araba görsem, o adam gözümün önünde canlanır, gelip dururdu önümde. Geçen yıl bir baktım, Mursakulu gelip masamın önünde durmuş bana bakarak kafasını sallıyor. “Ne oldu, neden kafanı sallıyorsun?” diyorum… Ne dese iyi? “Hani o adam vardı ya, sana arabasını yıkatan. O sahiden boğazına düşkün biriymiş. Sen bayağı insan sarrafıymışsın, Şeppeli!” Meğerse, o adam Mursakulu’nun özbeöz amcasının torunuymuş. Kuzeninin bölgede saygınlığı var, sözünü dinlerler diye düşünüp yanına gitmiş. Böbreklerini tedavi ettirebilmek için kendisine tatil ayarlamasını istemiş ama adam Mursakulu’dan yarısı kendisi, yarısı tatili ayarlamak için iki yüz kırk manat istemiş. Bu işler için bir iki kişiyi yedirip içirmek gerek demiş. Neyse…
Şeppeli derin nefes alarak biraz sustu.
“Allah kimseye yaşatmasın o kadar kötü insana dönüşmeyi!” diye düşünceli düşünceli ekledi: “Yedirip içirir misafir de edersin. Sevindirmek, mutlu etmek de olur. Biz de insan içinde yaşıyoruz. Ben kendim mektup yazıyorum, sana hasta gönderiyorum. Buradan, Bakü’den dönerken bir kutu tatlıyla beni andıklarında ben de mutlu oluyorum. Ancak öyle rezillik etmek, hastadan para istemek olur mu?! Bilmiyorum, kim demiş o haberi Mursakulu’ya, neden söylemiş. Tek bildiğim, Oruç’un oğlu öyle şeyler yapmaz! Benim Memmem hastanın boğazına yapışıparak “Ver!” demez! Demez!.. Sabah evden çıkınca Pericihan’a: “Mursakulu’nun saçmalamasına inanma. İnsanların içinde böyle üzgün üzgün dolaşma!”, dedim. Zavallı annen zamanında baban için çok üzüldü. Sen sağ ol, okul bitince çalışmaya geldin. Bak zavallı annen neler çekti! Oruç’a, bir milyon ceza kestiler. Bakü’den geldiler, bütün dosyaları incelediler, aradılar, taradılar. Mursakulu’yla biz, gelenlerin aslında bunların kendi adamları olduklarını daha sonradan öğrendik. Gelenler ortalığı öyle bir karıştırdılar ki, değil Mursakulu felek dahi olayı çözemezdi. Bir milyon ceza kestiler Oruç’a, herkes dedi ki, yemiş, götürmüş, canavarmış, yırtıcıymış. Vefat edene kadar masumiyetini, suçsuzluğunu kanıtlamak için mektup yazdı… Oruç’un tek derdi vardı, o da sendin! Ben sana kurban olurum! Baban korkuyordu. Ona yaşatılanları görüp de intikam hissi ile yanlış yollara sapmandan korkuyordu. Mektubun başında da sonunda da yazıyordu: “Memme’yi size emanet ediyorum.” Zavallı, göremedi! Memme’sinin doktor çıktığını, nasıl iyi bir doktor olduğunu bilmedi bile gariban Oruç! Ancak Oruç’un ruhu her şeyi görüyor! Görüyor, Mem-me! Başını kaldır, yüzüme bak, duyduklarımın yalan olduğunu söyle. Ben bilmek istiyorum. Seni işten atmışlar. Hangi gerekçeyle çıkarmışlar? Benim her şeyi net öğrenmem lâzım. Öğrenip çiftlikte herkese anlatmam lâzım. Anlatayım da sen lekelenme, şu lanet iftiradan kurtul…
Memme konuşmuyordu.
“İlla ki, bir şey olmuş. Zemfira gözyaşları içinde gitti… Sense böyle suskun, sanki hiç o eski Memme değilsin…” Şeppeli yeniden başlayarak, kim bilir daha ne kadar konuşacaktı. Birden burnuna kötü bir koku geldi. Pencerelerin arkasında çınarların yaprakları hışırdadı, evde rüzgâr esti ve sabahtan valizde kalmış etin kokusu içeri yayıldı. Şeppeli Memme’den duyabileceği korkunç cevabı biraz daha ertelemek için fırsat bulmuş gibi, hemen kalkıp, koridora bıraktığı bavulu mutfağa götürdü. Yaklaşık yirmi kiloluk etin tamamen morararak bozulduğunu gördü fakat buna üzülmedi. Şu an çiftlikteki tek odalı dairesindeki malından, mülkünden de, son birkaç yılda, Memme için yetiştirdiği bahçeden de, Memme’nin düğünü için beslediği hayvandan da vazgeçerdi… Yeter ki, Memme Mursakulu’nun dediği Memme olmasındı…
Şeppeli çarşafa sarılmış eti omuzuna alarak avluya indi, evin meydan ve kafe tarafındaki yoğun ışığın, temizliğin tam tersi yönde; karanlık, pis bir avluda etrafa bakındı. Eti atacak uygun bir yer aradı. Leşi çöp tenekesine atacakken aniden bir kadın belirdi.
“Ne bu attığın? Ne kötü kokuyor!” Herhalde bekçiydi…
“Et?!.
“Tüm sivrisinekleri, kediyi, köpeği buraya mı toplamak istiyorsun ?!”
Buna benzer laflara devam ederek eti çöpteki kâğıt ve diğer ıvır zıvırla beraber çekerek Şeppeli’nin sırtına yükledi. Sonra da adamın boğazına yapışarak onu tenha, karanlık bir yere götürdü.
Kadın habire konuşuyordu. Üzerindeki güzelce temizlenmiş, ütülenmiş siyah takıma, gömleğe rağmen onun köylü olduğu kanısına vardı. “görgüsüz, kültürsüz köylü” gibi laflar sarfediyordu.
Eskiden Şeppeli gelir gelmez hemen onu banyoya sokan, “Yoldan geldin, bir duş al da rahatla…” diye ilgi gösteren, Şeppeli yıkanınca ona çay ikram eden, rus salatası yediren, votka içiren Memme, şimdi Şeppeli’nin eti omuzuna alıp çıktığını bile görmemişti. Ceketin yakasını kravatla birlikte avucunda toparlayıp çeken kadının ardından karanlığa gittiğinde de, eti kuyu gibi yutan derinliğe atarak döndüğünde de, sandalyede hareketsiz oturup sigara içen Memme’yi gören, Şeppeli’nin kulaklarında “Cahiller, eşekler!” diye bağıran kadının sesi çınlayıp duruyordu. Memme’nin omuzunda nasıl bir yük vardı ki, yol yorgunu adamın çabaladığını bile görmüyordu.
“Bana bak, sen kime güveniyorsun?!”
Şeppeli deminden beri, ilk kez burada kadının yüzüne baktı ve onun sorusu yerine, gözlerinin altındaki torbalara dikkat etti: “Evet, böbrekleri hastaydı.” Sonra aklına baska bir düşünce geldi: “Bu böbrek hastalığı ne biçim bir hastalıksa, bizim arkadaşı bile mahvetmiş. Bu sabah nasıl bağırdı bana! Hayatımda ilk kez bana bağırıyorlar, bir tek bugün. Sabah Mursakulu, şimdi de bu densiz! Ne istiyor bu benden? Eti öteye at dedi, attım …”
“Sağır mısın, dilsiz misin be adam?!”
Kadın ceketini nasıl çekiyorduysa, Şeppeli daha dayanamadı:
“Ne istiyorsun, be hatun ?!”
“Dilin de varmış … Bana söyle bakalım, hangi kata çıkıyorsun?”
“Diyelim ki, ikiye, eee?”
“İkide kimin dairesine?”
“Sana ne yahu, niye beni rahatsız ediyorsun?!”
“Bilmek istiyorum. Rüşveti kime getirdin?”
“ Ne rüşveti?! Delirdin galiba ?!”
Kadın ellerini beline koydu.
“O doktorun, Oruçoğlu mudur, nedir, kebabının dumanı da az daha bizi kör edecek. Herif sanki süpürge çöpü, onca yemeği neresine yiyorsa artık....”
Şeppeli kendini içeri attı deminki yerine, kanepeye oturdu, nöbetçi kadınsa, hâlâ konuşuyordu.
“Memme, kurbanın olurum, ben daha dayanamıyorum! Kurbanın olayım, ben dayanamıyorum daha. Başını kaldır da bana bir söz söyle!
“Ben anlamıyorum, dayı.”
Şeppeli buna şaşırdı:
“ Neyi? Neyi anlamıyorsun, yavrum?”
“Benim rüşvet aldığımı şimdi mi öğrendin?”
Memme yine sigarasını içine çekti. Duman dağıldı. Ama Şeppeli yıllardır alıştığı, beyaz yüzlü, sakin bakışlı, naif Mem-me’sini gördü. En vahim olansa, Memme her zaman olduğu gibi gülümsüyordu.
Şeppeli yutkundu.
“Yalan!”
“Yalan olan ne, dayı?”
“Sen öyle birine benzemiyorsun.”
“Benzemek için nasıl olmalıyım?”
“Ben sana söyledim, haram yiyen adam farklı olur. Yemesi, oturması, kalkması, göz bebeğibile…
“Bende bir değişiklik görmüyor musun?”
“Görmüyorum!”
“İyice bir bak.”
“Görmüyorum!”, diye Şeppeli inatla tekrar edince Memme iç çekti.
“Görmüyorsan, değişiklik benim içimde demek ki dayı. Buna ne diyeceksin?”
“Yine aynı şeyi söylüyorum: inanmıyorum! Nasıl olur da, senin böyle bir şey yaptığından benim haberim olmaz?!
“Beni şaşırtan da o ya dayı. Bir saattir konuşuyorsun, ‘Acaba bu adama ne oluyor?’ diye düşünüyorum. İlk rüşveti bana sen vermedin mi?
“Ben ?! Sana? Rüşvet ?!”
“İlk kez sen bana kuzu verdin. Hatırlamıyor musun?”
“Hey kurban olduğum, yahu beni neden üzüyorsun! Bana böyle şakalar yapma! Kuzu, kuzu ha? Söyle bakalım kim dedi, nasıl oldu da Mursakulu öyle kötü haberle gitti memlekete? Sahiden mi seni işten çıkardılar?
“Çıkardılar hafif kalır, dayı. Kovdular!
“Neden?”
“Rüşvet nedeniyle.”
“İftira mı atılar sana?”
“Hayır dayı, iftira değil.”
“İnanmam, hayatta inanmam.”
“Çok saçma. Kullandığım arabaya bak. Buzdolabına, televizyona… Evde ne görüyorsan hepsini rüşvetle aldım. Maaşla yaşayan mı kaldı bu çağda dayı? Geçinemiyorsun… Değiştim, dayı… Çok değiştim…”
“Yavrum, bu evdekileri benim gözümün önünde, kayınpederinin parasıyla almadın mı?! Neden üzüyorsun beni?! Zemfira kızımın çeyizi değil mi bunlar?!
“Yok, dayı… Çeyiz diyorum işte.”
Şeppeli son kez:
“İnanmıyorum!” dedi. İki kaşının ortasını göstererek, “Rüşvet alanların ta şurasında mühür oluyor!” Elleri yoğun şekilde terliyor, alt dudağı titriyordu. “Sende ben mühür görmüyorum!”
Memme bir şeylere üzülüyormuş gibi, yine iç çekti.
“Mühürü benim sicilime basmışlar.” dedi. “İşten atılsın.” İmza. Mühür.
Umursamazca:
“Sigara içmekten ağzım zehir gibi”, dedi, “Kavunların tatlı mı dayı?”
Şeppeli cevap vermedi. Şimdi o da ayaktaydı. Memme mutfağa geçerek tepsi, çatal, bıçak getirdiyse de, kavunu özenle keserek “Hava sıcak, ama sen sıcağa takmazsın, içiyorsun.” diyerek buzdolabından votka çıkarınca da Şeppeli çocuk gibi adım adım onun peşinden yürüyor; değişmiş, donuk, neredeyse ifadesiz gözlerle onun hareketlerini izliyordu.
Memme iki kadehe votka süzdü. Kendi kadehini aldı.
“İçelim, dayı… Yaz aylarında ben pek içmem ama sen geldin, şimdi içmesem olmaz… Aç mısın? İstersen bir yerlere gidelim? Parka? ‘Drujba’ ya! Ha?”
Şeppeli konuşmuyordu.. Artık her şeyi fark etmişti. “Aydın dünya”sının zifiri karanlığa gömülerek yok olup gittiğini; masala, efsaneye dönüştüğünü anlamıştı. Şimdi Memme değil, Şeppeli boşluğa, hiçliğe bakıyordu.
“Gitmek istemiyor musun?.. Haydi kaldır! Şerefine, dayı. Ne kadar tuhaf, farklı bir adamsın! Güvenilir, sadık insansın. Benim kötü günümde de hep yanımdasın. Bu senin Medet olduğunu tekrar ispat ediyor. Senin şerefine!
Mursakulu nasıl demiştiyse, öyle de oldu: Şeppeli dayanamadı…Çiftliğe dönerek, restorantta oturdu ve “ölçü bardağı”nı içtikten sonra: “Geliyorum, Oruç. Bu dünya benim yerim değil, sana geliyorum” dedi ve başını masaya koyarak, öyle sakin, rahat öldü ki, oturduğu yerde uyuduğunu düşünerek, restorant kapanana kadar, öldüğünü anlamadılar bile.
Öğrendiklerindeyse, şaşırmadan, heyecanlanmadan, “Evet, bu da böyle bitti… Bitti… Şeppe de böyle gitti.” dediler.
Tek bir adam, arkadaşı ağladı:
“Farklıydın… Başkaydın sen, Medet! Medet! ..” dedi.

İSI MELIKZADE
(1934-1995)


Ünlü Azerbaycan yazarı ve senaryo ustası. 1968 senesinde Azerbaycan Yazarlar Birliği’nin üyesi olmuştur. “Hasretin Sonu”, “Başkasının Annesi”, “İnce Kanatlar”, “Sokaklara Su Serptim”, “Yeşil Gece”, “Güneşli Güz”, “Dede Palıt”, “Kuyu”, “Gümüşgöl Efsanesi”, “Kırmızı Yağmur”, “Şebnemli Çimenlerin Işığı” gibi kitapların sahibi olmuştur. Eserleri birçok dillere çevirilmiştir. Ondan fazla filmin senaryo yazarı olmuştur.

Muska
Ağarahim, Borçalı`da sadece bir gece kaldı. Bu da iş miydi şimdi? Bu gün gel, yarın dön. Hiç değilse, üç dört gün Bakü’nün kalabalığından, gürültüsünden uzak olsaydı. Borçalı’nın kaymak gibi havasını solusa, bal gibi tatlı suyundan içseydi. Ağa-rahim hevessiz “Ciguli”ye binerken kayınvalidesi ona gitmesin diye ısrar etti. Ağarahim’in eşi Pervane Hanım onun yerine cevap verdi: “Gitmesi gerek; Pazartesi Üniversitede olup akşam öğrencilerine sınav yapması gerek…”
Ağarahim, sağında ve solunda küçük, gri tepeler gördüğünde arabada yalnız başına gitmenin ne kadar zor olduğunu anladı. Arabada yalnız gitmek işkence gibiydi. Geldiğinde çoluk çocuk bir aradaydı ve o zaman buralar bu kadar gri, kimsesiz, eğri, dolambaçlı durmuyordu. Asfalt insanın gözünü yormuyordu. Geçerken tekerleklerin sesi duyulmuyordu ama şimdi… Sese bakar mısın? Sanki çağlayandı, insanı uykuya daldıracakmış gibi ninni söylüyordu.
Ağarahim daha gitmesi gereken dört yüz kilometreyi düşündüğünde sıkılmaya başladı. O an sıkılarak giderse daha çok daralacağını fark etti. Kendi kendini sakinleştirmeye çalıştı. İçinden boş vermek gerektiğini söyledi. Altında ceylan gibi “Ciguli”si vardı. Dörtyüz kilometrenin lafı mı olurdu? Kaldı ki yalnızlık… Onun da çaresi var. Radyoyu aç, ses gelsin ya da teybi çalıştır, ne kadar istiyorsan söyler o, senin için. Anam babam teybi ne için aldı; Şu Japon işi teybe bin manat ne için verdi?
Ağarahim teybin ucuna takılmış kasedi parmağıyla içeriye doğru itti ve şarkıcı kadının sarhoş adam sesine benzeyen boğuk, yorgun sesi aracın içine dolup, tekerleklerden kopan çağlayan sesini batırdı.
Benim gönlüm sarhoştur
Yıldızların altında.
Sevişmek ah, ne hoştur
Yıldızların altında.
Yanmam gönlüm yansa da,
Ecel beni alsa da,
Gözlerim kapansa da
Yıldızların altında.
Şarkıyı dinlerken Ağarahim`in düşünceleri dağıldı. Tabi ya… Bakü’deki üç odalı dairesinde tam tamına bir ay yalnız kalacaktı. Bir ay ne karısının yüzünü görecekti ne de kızının. Kendi kendine hizmet edecek; çay demleyecek, çorba kaynatacak, evi derleyip toplayacaktı. Arada sırada ağabeyine gidecek ama bu bile onu yalnızlık acısından kurtarmayacaktı.
Ağarahim evlendikten bu yana her yaz bu durumu yaşıyordu. Pervane, lisede öğretmendi. Dersler bitince çocuğu da alıp ailesinin yanına gidiyordu. Ağarahim de Bakü’de tatil gününü bekleyerek geçiriyordu. Eşiyle çocuğu bu kez trenle gitmemiş, Ağarahim onları yeni aldığı “Ciguli” ile götürmüştü. Araba iyi bir şeydi vallahi; nerede istiyorsun dur, dinlen, bekle. Günün hangi zamanında istersen bin aracına, çek istediğin yere; dağa, bağa, ormana… Ama Pervane’nin garip bir huyu vardı; gencecik kadın olmasına rağmen, gezip tozmaya hiç hevesli değildi. Pervane nereye dese Ağarahim onu oraya, yurtdışına bile götürüyordu. Sağolsun kardeşi Ağakerim’in tüm kapıların ardına kadar açılması için bir kez araması yeterdi. Tatil ayarlamak onun elinde çok da zor bir iş değildi. Ama Pervane Borçalı’dan başka yeri beğenmiyordu. Hem de “Yaşlıların gözü yolda, bizden başka da kimseleri yok zaten. İki ay onların yanında kalmamız bile yeterli.” diyordu.
Eşinin sözleri Ağarahim’in aklına yatıyordu. Gerçekten de yılda iki ay için bile olsa Borçalı’daki yaşlıları sevindirmek çok sevaptı ama yine de Ağarahim bir karar verdi. Artık karısının isteklerine teslim olmayacak, ağustosun sonuna kadar Borçalı’da takılıp kalmayacaktı. Eskiden arabası yoktu, eli kolu bağlı gibiydi; şimdiyse şükürler olsun arabası da vardı, parası da. Borçalı’da bir iki hafta kalması yeterliydi, sonra çoluk çocuğunu Ciguli’ye bindirip gezmeye götürecekti. “Anam, babam arabayı neden aldım, niye onca para verdim? Pervane’nin de akrabaları artık bir zahmet affetsinler bizi, ben de artık içimden geldiği gibi yaşamak istiyorum.” diye düşündü.
Ağarahim ciddi bir sorunu çözmenin rahatlığıyla derin bir nefes aldı. Kafasında dönen düşüncelerle bir baktı ki Gazah’a varmış. İlerideki uçak heykeline vuran gün ışığı onu kanatlı bir güneşe benzetmişti. Ağarahim bu uçağı ilk pilotun anısına diktiklerini biliyordu. Sağolsun Gazahlılar, işle güçle uğraşmalarına rağmen ölmüş yiğitlerini unutmuyorlardı. Anıtın başlangıcında yol ayrımı vardı. Sola dönen yol geniş asfalttı. Ta Gazah’ın içine giriyordu ve bu yol Ağarahim’i Bakü’ye götürüyordu. Sağa doğru ayrılan yol köy yoluydu. Bu yolda uzakta ot kümesine benzer bir şey vardı ama yaklaşınca bunun arkasına ot yüklenmiş bir araç olduğu anlaşıldı.
Yol ayrımına varınca Ağarahim teybi kapattı, hızı azalttı, ayrımın başlangıcındaki aracın yanından geçerken ani bir ses duydu. Ciguli sallandı, sağ yandan ön kapının camı kırılarak parçalar koltuğun üzerine döküldü. Ağarahim bu sesten, bu sallanmanın sebebini anlamamıştı. Daha sonra böbreklerine bıçak saplanmış gibi beline bir ağrı saplandı. Eli ayağı titredi. Freni güçlükle çekerek arabadan indi.
Ciguli’nin sağ ön kapısı eğilip içeri girmiş, sağ feneriyse kırılmıştı. Ağarahim korkudan kalbine inecekmiş gibi titreyerek kamyona doğru baktı. Zayıf, genç bir çocuk donup kalmıştı. O kadar zayıftı ki, avurdu avurduna geçmişti. İnsan ince, siyah bıyığını görmese onu çocuk sanırdı. Ağarahim’in belindeki ağrı hâlâ dinmemişti. Kolları, bacakları sıtmaya yakalanmış gibi titriyordu. Boğazı düğümlü:
“N’aptın, kardeşim?” dedi. O an, sesinin ağzının içinde boğulup kaldığı düşüncesine kapıldı. Ama adam onun sorusunu duymuştu. O da sesi titreyerek:
“Bilmeden oldu amca, vallahi görmedim.” dedi.
Adamın gözleri ya doğuştan böyle büyücekti ya da korkudan büyümüştü. Ağarahim’in zorlandığı zamanlar olmuştu, korktuğu zamanlar bile olmuştu. Fakat, beli hiçbir zaman böyle ağrımamıştı. Böbreklerinin bu şekilde ağrıması, sırtının bu tarz zonklaması ilkti. Sırtındaki ağrı nefesini kesiyordu. Güçsüz kalan bedenini ne olursa olsun dinlendirmeye ihtiyacı vardı. Ama, çocuğa benzeyen bu güçsüz gencin yanında bunu yapmayı gururu kaldırmıyordu. Ne desin, ne konuşsun hiç bilmiyordu. Ağzına geleni mi söyleseydi yoksa çocuğu tekme tokat dövse miydi? Neydi bu böyle, nasıl bir kazaydı? Bu ot dolu araba nerden çıkıvermişti? Şeytana benzeyen bu iti nasıl görememişti?
Tirtir titrerken birden aklına Pervane’nin sözleri geldi.
Pervane defalarca onu, “Arabada muska filan bulundur, nazar değerse, kazadan, belâdan korur seni!” diye tembihlemişti. Ağarahim nazara, nazar boncuğuna, büyüye filan inanmıyordu ama Pervane’nin uyarısını dikkate almadığı için şimdi pişman olmuştu.
Ağarahim içindeki titremeyi belli etmemek için nefes alışlarını ayarladı.
“Kör müydün? Geldiğimi görmedin mi?” dedi. Genç adam yutkunarak.
“Görmedim, vallahi. Bu gerizekalı arabanın arka tarafı gösteren aynası yok. Ot da izin vermiyordu. Bir an dönmek isteyince....” adam cesaretini topladı. Ağarahim’e yaklaşarak: “Şükür çok ciddi bir durum yok.” dedi. Aracın berbat hâle gelen kapısına baktı: “Düzelir düzelir, yeter ki ölüm falan olmasın!” dedi. Ağarahim çevreye bakındı. Böyle işlek bir yolda kimse gözükmüyordu. Olsa, hiç değilse Ağarahim’in tarafını tutardı, onun günahsız olduğunu filan savunurdu.
Genç de Ağarahim gibi çevreye filan bakındı sonra büyücek gözlerini Ağarahim’in yüzüne dikti:
“Amca, polis filan gelmeden kaybolalım hemen burdan.” dedi. Ağarahim olmaz anlamında kafasını salladı.
“Polis çağıralım.”
Genç yalvarmaya başladı:
“Vallahi arabanı yaptıracağım. Darbe aldığı belli bile olmayacak. Tüm masrafları da karşılayacağım.”
Ciguli’nin daha önceki Ciguli olmayacağı fikri aklına geldiğinde Ağarahim`in damarlarındaki kanı dondu sanki. Ağarahim, öfkesini bu pörtlek gözlü adamdan çıkarmak istedi. Bağırmak istedi fakat neden sesinin çıkmadığını bir türlü anlayamadı. Kendi güçsüzlüğünden dolayı ağlamaklı oldu.
“Neyi yaptıracaksın? Mahvettin arabayı. Benim yarın Bakü’de olmam gerek. Ne yapacağım ben şimdi ?”
Pörtlek gözlü gencin yüzünde mahzun bir ifade oluştu; Korktuğu gözlerinden belli oluyordu ve bu gözler dile gelip dedi ki:
“Döv, söv, vur, öldür, haklısın, ama…”
“Gidelim. Hemen bugün yaptıracağım. Seni de gece bizzat ben götüreceğim Bakü’ye.”
Ağarahim’in susması çocuğu biraz daha cesaretlendirdi.
“Kurban olurum, amca. Zaten benim bir sürü sorunum var. Bir belâdan yeni kurtuldum. İkinci belâyla uğraşmamın sana nasıl bir faydası olacak ki?
Gidelim mi polis falan gelmeden? Genç yük dolu araca bindi. “Peşimden gel!”, dedi. “Takma kafana, vallahi hâllolacak.” Ağarahim uykudan yeni kalkmış, nerede olduğunu kestiremeyen insan gibi sersemlemişti. Ot arabasının peşinden gidip gitmemek konusunda kararsızdı. Beklese miydi acaba? Ama neyi bekleyecekti? Belki de polisler akşama kadar hiç buraya gelmeyecekti. Belki, bu şeytana benzeyen çocuk Cigulu’yi sahiden yaptıracaktı. Polisi beklemek gereksizdi. Ağarahim’e yeni bir araba alacak değildi ya?
Ağarahim Ciguli’ye bindi. Neden bindiğini bilmiyordu. Çünkü çocuğun peşinden gitmek istemiyordu. Ağarahim ateşle su arasında kalan hastalıklı bir adam gibiydi lakin ateş ne tarafta su ne tarafta bilmiyordu.
Ot yüklü araba yavaş yavaş uzaklaşıyordu. Ağarahim arabanın arkasından bakıp deminkinden daha fazla korktu, “İt oğlu it, kaçıp gidiyor galiba”. Ot aracı durdu, çocuk kafasını camdan çıkarıp Ağarahim’e el salladı ve Ağarahim Ciguli’yi köy yoluna doğru çevirdi.
Birbirine bağlı iki üç köyün içinden geçtiler. Sonra ana yoldan çıkıp dar toprak yola girdiler. Köyün adının yazılmış olduğu demir levha köşedeki direğe monte edilmişti. Ağarahim bir bakış atarak demir levhadaki yazıyı okudu: “Alpoud.” Ağarahim nefes alarak kafasını salladı. “Adı Alpoud olan köyün insanları nasıldır kim bilir? Alpoud nedir yahu?”
Geniş sokaklı, çitleri ağaçtan yapılmış bahçeye girdiler. Çocuk araçtan iner inmez direksiyon başında kalakalmış Ağarahim`e yaklaştı.
“Hoş geldin, kardeş” dedi. Sonra eve doğru dönerek seslendi:
“Anne, misafirimiz var!”
Ağarahim çocuğun yöneldiği yöne bakarak arabadan indi. Evin balkonunda sedirin üzerinde yaşlı, kilolu bir kadın oturuyordu. Kadın yanındaki eşarbı alarak başını kapadı.
“Kurban olurum ben o misafire!” diyerek zar zor sedirden indi.
İhtiyar kadın yaşlı bir erkek yardımıyla yürüyordu. Uzun, geniş eteği onun daha da kilolu gözükmesine sebep oluyordu. Ağarahim`in yanına vararak el uzattı, selâmlaştı, nefessiz kalarak: “Yavrum, hoş geldin!” dedi.
Ağarahim kafasını salladı. Tanımadığı insanlarla merhabalaşmaya mecbur değildi. Bu kaza olmasaydı hayatı boyunca “Alpoud” adlı bir köyün varlığından bile habersiz kalacak, şeytan suratlı bu çocuğa rastlamayacak, beyaz gömleğinin altından şişman göbeği belli olan sarkık göğüslü bu kadını da görmeyecekti. Bunlar olmadan da hayatını rahatça devam ettirecekti. Bu insanlarla aynı yerde, aynı alanda yaşamakla başka bir kıtada, mesela Afrika’da yaşamak arasında çok da büyük bir fark yoktu.
Kadının erkeği andıran esmer, yuvarlak bir yüzü vardı. Bir gözü yarıya kadar beyaz perde ile kaplıydı. Öncekinden daha sakin bir sesle:
“Eve geçsene kurban olduğum!” dedi.
Ağarahim dudaklarının arasından mırıldandı. Kadın eve doğru giderken:
“Gelin, hey! Bir sandalye getiriver misafire!” dedi.
Gelin, elinde sandalyeyle odadan çıktı. Sanki içeride elinde sandalyeyle hazır bekliyordu. Sandalyeyi koşar adım getirerek armut ağacının gölgesinde bir yere bıraktı ve hemen eve döndü.
Yabancıyı böyle ağırlama Ağarahim’in hoşuna gitmedi. Ağarahim bakışlarıyla şeytan suratlı çocuğu aradı. Çocuk ot yüklü aracının yanında durarak dalgın dalgın sigarasını tüttürüyordu. Yanında üç dört yaşında, keten kumaştan yapılmış bebeğini göğsüne bastıran bir kız çocuğu bu genç adamı süzüyordu fakat onu görmüyor gibiydi. Ağarahim kızın nereden çıktığını, nereden geldiğini görmemişti ama şimdi kızı düşünmenin hiç sırası değildi. Acelesi vardı. Aracı yaptırması gerekti.
Genç adam sigarayı yere atarak ayakkabısı ile ezdi. Yakınlarda yem yemekte olan tavukların üzerine yürüdü. Tavuklar, ayrılarak koşturup ahırın arkasına saklandılar. Çocuk hâlâ onların peşinden koşuyordu. Az sonra iki elinde birer piliçle geri döndü.
Ağarahim’in dili damağı kurumuştu. Araç kaza yaptığından beri içinde tüten bir ateş vardı sanki.
Çocuk piliçleri kestikten sonra Ağarahim:
“İçecek su var mıdır, biraz?” dedi.
Gencin büyücek gözleri parladı.
“İçecek için de yıkanmak için de var.” dedi. Koşa koşa giderek sürahiden bir bardak su koyup getirdi.
Ağarahim yüzünü yana dönerek suyu hızla içti. Su sanki içindeki koru söndürerek süzülüp gitti. Olsa bir bardak daha içerdi fakat istemedi. Bardağı çocuğa verirken içinden, “Sağ ol!” demek geçse de demedi.
Genç adam utanarak sordu:
“Adın ne, amca?”
Gencin “amca” demesi Ağarahim’i hiç mi hiç memnun etmiyordu. İçinden gelmese de adını söyledi. Çocuk bu tanışmadan çok memnunmuş gibi gülümsedi:
“Benim adım da Binnet.” dedi. “ Sen dinlen burada, ben usta aramaya gidiyorum. İnşallah köyde bulurum onu. İşinin eri olduğu için hep koşturmaca içerisinde. Sürekli oraya, buraya götürüyorlar. Bozuk arabaların anası. Kendi yapar, kendi boyar. Çok becerikli bir ustadır.” Ağarahim “Alpoud” adlı köyde becerikli bir ustanın olacağına inanmıyordu.
Çocuk balkona çıktı. Ahşap sedirin üzerinde uykuya dalmaya çalışan kadına bir şeyler söyledi. Kadın vaveyla çekerek elleriyle dizlerini dövdü. Genç adam balkondan inerken sabırsızlıkla:
“Hemen kızma anne, bilerek yapmadım ya.” dedi.
Binnet dışarı çıktığında Ağarahim armut ağacının gölgesindeki sandalyede oturuyordu. Avluya bakınca avlunun çok büyük olduğunu gördü. Avlunun açık tarafında kış balkonundan ve eski ahırdan başka yapı yoktu. Evin önünde kocaman, ucu bucağı görünmeyen bir bahçe, bahçenin içindeyse çeşitli ağaçlar vardı. Çiftliği andırıyordu. Ağarahim, “Bu kadar büyük bir bahçesi olan insanın muhtemelen parası da çoktur. Tavuğa, pilice bir bak hele, say say bitmez. İnek, manda, koyun, kuzu da var. Fakir değiller bunlar.” diye düşündü.
Gelin, üzerine temiz örtü serilmiş sehpayı Ağarahim’in önüne koydu. İnce belli bardakta çay getirdi. Bir kez bile olsun kafasını kaldırmadı, gözünün ucuyla da olsa Ağarahim’in yüzüne bakmadı. Ama Ağarahim gizlice ona baktı ve “Alpoud” adlı bir köyde böyle güzel gelinin olduğuna inanamadı. Esmerdi gelin. Dudaklarının rengi olgunlaşmış kirazı andırıyordu. Parlak, ışıl ışıl gözleri vardı. Tezcanlıydı, yürüdükçe göğüsleri kabarıyordu.
Gelin, kış balkonunun önünde çömelip otları yoluyordu. Ağarahim yan taraftan ona bakarken iç geçirdi. “Eğer bu güzel kadın Binnet’in karısıysa, yazık… O şeytana benzer herifin nesine tutulmuş ki?” Ağarahim’in aklına kendi eşi geldi. Zaten esmer olan teni biraz da morardı. “Keşke onu dinleseydim, keşke arabada bir tane muska bulundursaydım.” diye düşündü.
Küçük kız Cigluni’nin yanında durmuş ağlıyordu. Gelin işini yarım bırakarak çocuğun yanına gitti. Ciguli’nin ön kapısını yavaşça açtı. Çocuk hemencecik susarak arabaya binip direksiyonun arkasında oturdu. Ağarahim’in sinirleri tepesindeydi. “Sanki, dedelerinden kalmış yahu.” diye iç geçirdi.
Ağarahim çaya dokunmadı. Sıkıldı. Kalkıp Ciguliye yaklaştı. Araç gözünden düşmüştü. Bakmak dahi istemiyordu ona. Çocuğa baktı. Kız, bebeği dizinin üzerine koymuştu. İçerisi sıcaktı ama buna rağmen sessizce öylece oturuyordu. Çocuk biraz Binnet’e benziyordu, hele hele gözleri; kocaman, büyük kiraz kadardı. Kestane renkli, kısa saçları yavru kuzunun tüyü gibi kıvırcıktı. Dizinin üzerindeki oyuncak bebek de ilginç bir bebekti. Ağarahim hayatı boyu böyle oyuncak bebek görmemişti. Beyaz ketenden kafa yaparak küçük bir tahtaya monte etmişlerdi. Kocaman, sivri kafanın ortasına siyah kurşun kalemle ağız, burun, kaş göz çizmişlerdi. Bebeğin omuzları yoktu, her omuz yerinden bir çift kol sarkıyordu, üzerine el kadar, etek giydirmişlerdi. Ağarahim, nedense bu komik bebeği dudakları olgun kiraza benzeyen o gelinin yaptığını düşünüyordu.
“Nerelisin, anam, babam?”
Ağarahim ani sesten irkilir gibi oldu. Hemen geri döndü. Şişman kadın onun arkasında zar zor nefes alarak duruyordu. Ağarahim:
“Bakülüyüm.” dedi.
“Çalışıyor musun?”
“İnşaat Üniversitesinde öğretmenim. Fizik öğretmeni …”
“Allah esirgesin seni.” Kadın galiba ayakta durmaya zorlandı. Ellerini yere yaslayarak çayırlıkta oturdu. “Anan, baban hayatta mı?” dedi.
“Ağabeyim var.”
“ O da mı çalışıyor?”
Ağarahim:
“Evet.”dedi. Bu cevabın yetersiz olduğunu, bu şişman kadının onun kardeşinin öyle herkese muhatap olacak biri olmadığını anlasın diye devam etti:
“Üst görevde çalışıyor.” dedi.
“Allah daha üstleri nasip eylesin!”
Ağarahim anladı ki bu şişman kadın ona bir şeyler söylemek istiyor. Bir niyeti var bu kadının yoksa şişman vücudunu sürükleyerek avlunun o ucundan bu tarafına gelmezdi.
“Evli misin, yavrum?”
“Evet. Bir de çocuğum var. Beş yaşında …”
İhtiyar kadın Ciguli’ye doğru bakarak iç geçirdi.
“Şansı yok Binnet’in. Doğduğundan beri başı hep belâda. On yaşına kadar hastalıkla filan geçti. Ölür diyorduk, yaşamaz ama ölmedi. Ölmedi ama adam akıllı da büyüyemedi. Kurban olduğum Allah. İllaki bir bildiği var. Elâlemin çocuğu okudu, iş güç sahibi oldu. Bu çocuğun kafası derse de yatkın olmadı. Önünde de bir baba yoktu ki dövsün sövsün okutsun. Binnet beşindeydi babası göçüp gittiğinde. Çiflikte çalışıyordum. Şafak sökmeden işe gider, güneş batınca dönerdim.”
Ağarahim birden ne düşündüyse Binnet’in yaşını sordu. Kadın aklından bir şey hesaplıyormuş gibi duraksayarak:
“Büyük oğlum Efendi kırkında. Onun küçüğü kız, evlenip köye gitti. Dört çocuğu var. Kız, Efendi’nin üç yaş küçüğü. Kızla Binnet’in arasında üç yaş fark var.”
Ağarahim’in hesabına göre Binnet otuz beş yaşındaydı. “Cüceye bak, benden üç yaş büyük ama bana amca diyor. Minyon diye genç duruyor.” Kadın gökyüzüne dönerek ah çekti. Ağarahim kadının yarıya kadar beyaz perde inmiş gözünün kaybolduğunu ve muhtemelen diğer gözünün de kör olacağını düşündü.
“Bunları yarı aç, yarı tok büyüttüm yavrum. Şimdi emekli oldum, ayda yirmi üç manat maaş alıyorum. Onu vermeseler de geçiniyorum. Benim masrafım ne kadar ki? Efendi çiflikte traktor şoförü. Evi ayrı ama beni de unutmuyor. Allah benim ömrümden alsın, ona versin. Kızdan da razıyım. Ancak bu çocuk… İhtiyar kadın başındaki yemenisinin ucuyla gözünün yaşını sildi. Bacaklarımda romatizma var. Can havlindeyim. Bu çocuk da diğer taraftan ömrümü yedi bitirdi.” dedi.
Kadının derdini, sitemini dinleyecek hâli yoktu Ağarahim’in. Kalbinin yumuşayacağından, Binnet’e acıyacağından korkuyordu. Kadından uzaklaşmak istedi fakat kadın onun niyetini anlıyormuş gibi burnunu çekip konuşmaya devam etti:
“Bir yerde tutturamıyor çocuk. Gah çiflikte çalıştı, gah demiryolunda. Sonra Efendi alıp götürdü yanına, traktör kullanmayı öğretti ona. Ordan da kaçtı. Uzun süre serseri serseri dolaştı. Askere gitti, orada da şoförlük yaptı. Döndüğünde çiflikte eski bir araç verdiler. Akıllanmıştı, işiyle uğraşıyordu. Büyüdü sandık, evlendirdik. (Kadın kafasıyla gelini işaret etti.) O helâl sütemmişi aldık ona. Bir kızları doğdu. Şu senin arabadaki… Gelin, ikinci çocuğa hamileyken Allah Binnet’e belâ gönderdi. Arabayı devirdi. Kaza yaptı. Esnaf kandırmış. Çocuk da genç ya heves etmiş, lahanayı doldurmuş araca, sürmüş taaaa Ermenistan’a. Kurban olduğum Allah da gözden çıkardı sanki bunu. Araba uçmuş derenin dibine kadar. Esnaflardan birinin kolu kırılmış, birinin bacağı sakatlanmış, kendisininse burnu dahi kanamadı. Binnet’i tutukladılar. Bir yıl aldılar içeri. Çocuk içeriye düştükten sonra gelinin gözündeki yaş dinmedi. Sabah akşam ağlayıp duruyordu. Naptıysak sakinleşmedi. O kadar üzüldü ki sonunda çocuk zamanından önce ölü doğdu. Hem de erkek çocuk…”
Ağarahim, sırtı dönük hâlâ ot yolan geline baktı ve gelinin kendisinden nefret ettiğini düşündü. Galiba bu şişman kadın da ondan nefret ediyordu. Belki de onu Allah’ın gönderdiği ceza filan sanıyorlardı. Ağarahim az kalsın kadına dönerek “Anne, ben suçsuzum, günahım filan yok, kötü biri de değilim. Eğer kötü biri olsam, polis çağırır oğlunu polise verirdim.” diyecekti.
“Hapisten yeni çıktı gariban. Çok yalvardık, ondan sonra çiftlik eski püskü bir traktör verdi ona. Araç da zaten eski. Her tarafı yapıldı. Bazen bozuluyor, günlerce yapılmıyor. Sabah erkenden Binnet dedi ki, ‘Anne bugün pazara gideyim de ineğe, mandaya ot alayım.’ Dedim ‘Gitme çocuğum…’ içime girdi sıkıntısı ya başına bir şey gelecek, belâ da peşini bırakmıyor zaten. Gitti, böyle oldu. Gece de kötü rüya görmüştüm. Şimdi ne yapacak, nasıl edecek bilmiyorum. Parası, pulu da yok ki onun… Ağarahim’in sabrı hepten tükendi. Zaman geçti. Güneş evin avlusundan uzaklaşarak dağın tepesine dikildi. Az sonra diğer dağın arkasına çekilecekti.
Kadın kocaman, kütüğe benzeyen bacaklarını sürükleye sürükleye eve doğru gidiyordu. Ne demek gerekiyorsa, misafire demiş, kalbini boşaltmıştı. Artık gerisini bir Allah bir misafir biliyordu.
Tüte tüte, horlaya gürleye avluya bir “Moskiviç” girdi ve Ağarahim’in yanında durdu. Binnet araçtan indi:
“Şükürler olsun, Ejder’i buldum.” dedi.
Ejder “Moskiviç”in kapısını açarak bacaklarını salladı. Öylece oturduğu yerde Ağarahim’e bakarak yüz yıllık arkadaşmış havasıyla gülümsedi ve Ağarahim, Ejder’in ön tarafta ikisi altta, biri üstte toplam üç tane dişinin olduğunu gördü. Alnı kırışık, avurtları çöküktü. Maviye benzeyen, baygın gözlerinde sinsi bir tebessüm vardı. O da Binnet gibi minyon olduğu için onun da yaşını kestirmek imkânsızdı. Binnet ona doğru koştu.
“E insene be Allahsız!”
Ejder, kapıdan tutarak kalktı. Ağzında buz varmış gibi dilini zorlukla oynattı.
“Misafirimiz, hoş gelmiş.” Öne doğru yürüyerek Ağarahim’e el uzattı:
“Sıkma canını kardeş, ben hemen....”
Ağarahim, burnuna votka kokusu gelince Ejder’in neden öyle konuştuğunu anladı.
Ejder:
“Oğlum, araç bu mu?” diyerek Ciguli’ye doğru yöneldi.
Binnet çocuğu arabadan indirdi, koltuğa dökülmüş cam kırıklarını temizledi.
Ejder bir elini beline koyarak dikkatlice Ciguli’ye, Ağarahim de onun Moskviç’ine baktı. Moskviç çürümüştü. Paslıydı. Ne arka koltuk vardı ne de kapıların camı. Yolda giderken muhtemelen içeride yeller esiyordu. Ağarahim’in gözü Ejder’i tutmadı. Onun iyi bir usta olmasına, Alpoud adlı köyde becerikli bir usta olacağına inanmadı.
Ejder, Ciguli’nin darbe almış tarafına geçince dikkatlice arabayı gözden geçirdi. Daha sonra Binnet’e dönerek:
“Oğlum, o kadar da ciddi bir şey değil. Valla bak, şimdi bunun canına okuyacağım.” dedi ve çayırlıkta iki bacağını uzatarak oturdu. Dur bu sig.. sigaarayı içeyim… Bir Aurora yaktı.
Ağarahim arkasını Ejder’e çevirerek Binnet fısıldadı:
“Bu galiba sarhoş.”
“Bu salağın sarhoş olmadığı zamanı yok ki. Şarap fabrikasında işçilik yapıyor hergün hergün içiyor. Ama ne kadar içerse içsin hep bilinci açık. Tezcanlı adam, çok kişinin işini az zamanda yapar. Yoruldum demez. Çok becerikli bu, çok. Sen merak etme, bir saate kalmaz yapar bitirir.”
Ejder, sigarayı içine çekip dirseğine yaslanarak ayağa kalktı.
“Lan!..Binnet! Bu benden mi bahsediyor yoksa? Doğru… Sarhoşum… Oğlum, ben Ejder’im ya…Bir kova içerim ama kurşunu geçiririm. Misafire söyle. Yumruğunu göğsüne vurdu, “Ben Ejder’im.” Binnet gülümsedi:
“Dedim yahu.”
“Haydi git, bir kova su getir, ciğerim yanıyor.”
Binnet su getirmeye gitti. Ejder parmağını diliyle ıslatarak sigaraya bastırdı. Sönen sigarayı omzunun üstünden atarak:
“Kardeş, Ejder’in olduğu yerde gönlünü ferah tut. Yepyeni yapacağım aracını. Yeniden doğmuş gibi. Binnet benim akrabam, biliyor musun? Ne iş yapsam, tek kuruş almam. Akraba akrabadan para almaz. Para ne ki oğlum?” Çenesini kaşıyarak Ciguli’ye baktı. Sonra kafasını çevirerek köyün çıkışındaki dağa baktı. “Şu dağı görüyor musun?” dedi. Onun adı Göyezen. Duydun mu? Ucunun nasıl dik olduğunu gördün mü? Mızrak gibi. Hep çıkayım oraya diyorum zaman bulamıyorum bir türlü.
Binnet’in getirdiği suyu Ejder çenesine, göğsüne dökerek keyifle içti. Ağarahim dudaklarını yaladı ama su istemeye utandı.
Ejder:
“Ya Allah!” diyerek Moskviç’in yük kısmından paslı bir levye çıkardı. Sanki yıllarca dokunulmamış, yağmurun altında, çamurun içinde kalmıştı. Tahta çekiç çıkardı. Dizlerini yere koyarak, kolu Ciguli’nin ezilmiş kanadının altına koydu. Bir çekti iki çekti. Diğer taraftan tahta çekiçle bir vurdu iki vurdu ve ezik kanat kırılarak bir karış uzunluğunda delindi. Ejder durdu.
“Peeh! N’oldu la buna?” dedi. “Lanet olası kâğıttan sanki. Niye delindi bu yahu?”
Ağarahim, sinirli sinirli Binnet’e baktı. Araç kaza yaptığında bile bu kadar üzülmemiş, kızmamıştı. Az daha Ejder’in kolundan tutup öteye itecekti.
Ejder kenara çekildi. Levyeyi, çekici yere attı.
“Oğlum, ellerim niye titredi benim? Binnet biraz su getir bakayım.”
Binnet tekrar eve doğru koştu. Ejder de yeniden çayırlıkta oturdu.
“Düzelecek, sabırlı ol!” dedi. O delinmiş yere aldırma. Yapacağım, yepyeni olacak. Ben hep kocaman arabaları yaptım. Moskiviç filan… Cigulu ilk kez yapıyorum. Düşünme şimdi.... Ejder’in olduğu yerde keder de neyin nesi?” dedi. Bunları derken Ağarahim’den çok kendisini teselli ediyordu.
Binnet bir elindeki ağzına kadar votka dolu kalın bardağı ve diğer elindeki domatesi Ejder’e verdi. Ejder bardağı bir eline aldı, domatesi öteki eline. Dudakları titreyerek bardağa baktı.
“Elli iki yaşındayım, otuz iki yıldır bununla arkadaşlık yapıyorum. Lan ben şu ölümlü dünyada o Göyezen’in tepesine çıkabilecek miyim? İçimde kalır. Orada da içmem lâzım.” Sonra gökyüzüne baktı: “Allahım, anam babam sana kurban olsun affet Ejder’i. Zaten Ejder’in suçu yok, biliyorsun. Olsa da, küçük günahlar, onları da içmeyenlere yükle.” dedi.
Ejder bardaktaki votkayı yarıya kadar içti, ağızını ekşiterek domatesi ısırdı ve çiğnemeden yuttu.
Binnet, utandığı için Ağarahim’in yüzüne bakamıyordu. Ejder’i övmüştü. Ejder’e güvenmişti. Meğerse Ejder’in de beceremediği işler varmış. Binnet içinden, Ejder’e güç diliyordu ki Ejder de onu bu belâdan kurtarsın.
Ağarahim Ejder’le uğraşmıyor, kızgınlıkla Binnet’e bakıyordu. “Bu nedir Allah’ım, beni kimlerle muhattap ettin?” Ejder gömleğinin önünü açarak kemikleri çıkmış göğsünü kaşıdı. Atleti yoktu. Kaburgaları gözüküyordu, karnı neredeyse sırtına yapışmıştı.
Ejder “Ya Allah!” diyerek ayağa kalktı.
Ağarahim, Ejder’in Ciguli’ye yaklaşmaya cesaret edemediğini gördü.
Ejder levye ile çekici alarak:
“Başladık!” dedi ama tam da başlayamamış gibiydi.
Ağarahim onu bu belâdan kurtardı.
“Gerek yok.”
Sanki Ejder’in omzundan birkaç yıldan beri tırmanmak istediği Göyezen dağı kadar yük kalkmıştı ama o, yine de oralı olmadı. Şaşırmış gibi gözükmek istedi.
“Neden kardeş? Bırak da yapalım.”
Ağarahim öfkesini bastıramadı.
“Beceremediğin işi neden üstleniyorsun?” dedi. “Arabayı daha da mahvettin.” Binnet’e döndü: Adam ol biraz! Zamanımı niye alıyorsun sen burda? Sana kötülük mü yapmamı istiyorsun? Binnet mahzun mahzun bakan büyücek gözlerini dikerek öylece kaldı.
“Kötülük niye kurban olduğum? Hataydı oldu işte. Kardeşime haber gönderdim. Gelsin de bakalım n’apıyoruz.”
“Yarın Bakü’de olmam gerek. Anlıyor musun?”
“Ustaya ısınamadıysan götür Bakü’de yaptır maliyeti neyse ordan burdan bulur da veririm.”
Ağarahim arabanın ne kadar masrafının olacağını bilmiyordu. Fiyat söylemekten korkuyordu. Ya dediği ücret yetmezse?” Yine de bir fiyat verdi:
“Bin manat!” Ağarahim, Binnet’in yüzüne bakmadı. Şeklinin şemalinin ne hâle geldiğini bilemedi.
Ejder levyeyi, çekici yere attı.
“İnsaf yahu, bin manat da ne?”
“Ya ne sandın? Yepyeni araba, alalı daha dört ay bile olmadı.”
Ejder kafasını salladı.
“Oğlum, Allah korkun yok mu senin? O kadar parayı sokaktan mı buluyoruz?”
Söz Ağarahim’in ağzından çıkmıştı bir kere. Pazarlık yapacak hâli yoktu. Sert bir şekilde tekrar:
“Bin manat!”
Ejder balkona çıktı. Şişman kadının yanına oturarak kollarını sallaya sallaya konuşmaya başladı.
Binnet, Ağarahim’in önünde başını eğmiş sigara içiyordu.
Bir süre sonra kafasını kaldırarak korka korka sordu:
“Amca, anlaşalım mı?”
Ağarahim pazarlığa son vermek için sesini yükseltti:
“Son kez!”
Avluya kısa boylu, kilolu, al yanaklı bir adam girdi. Saçı sıfır tıraştı. Binnet’e zerre kadar benzemese bile Ağarahim’in içine Binnet’in Efendi dedikleri kardeşi bu olduğu hissi doğdu.
“Hoş geldin, yavrum” diyerek adam Ağarahim’in yumuşak elini taş gibi katı, sert elinin içinde sıktı. “Niye burda ayakta duruyorsun?” Balkona dönerek: “Anne, misafire böyle mi hizmet ediyorlar?! Sofranız, yiyecek, içecek nerde?!” Adam Ağarahim’in elini bırakarak balkona doğru gitti. Ejder kafasını sallayarak Efendi’ye bir şeyler söyledi. Kadın elini dizine vurarak üzüldüğünde Efendi sinirlendi.
“Allahınızı severseniz açgözlülük yapmayın, birileri ölmedi ya!”dedi.
“Balkondaki masayı tek başına kucağına alarak avluya indirdi.
“Çabuk olun, açlıktan geberdik vallahi. Lan, bu gelin nerede?”
Gelin içeriden koşarak çıktı. Efendi onu görünce yumruğunu masanın kenarına vurdu. Gelin tekrar geri döndü. O an Ağarahim, bu evde Efendi’ye saygının olduğunu, onun bir dediğini iki etmediklerini, sözünü dinlediklerini anladı. Gelin bembeyaz örtü getirip masanın üzerine serdi.
Efendi Ağarahim’i çağırdı:
“Yavrum, gel buraya. Bakıyorum da bunlar bugün sana bayağı bir çektirmişler. Deminden beri sessizce duran Binnet’e dönerek: “Git Ejder’in sazını getir de birazcık çalsın, dinleyelim.” dedi.
Güneş batmaya başlamıştı.
Ağarahim, çay içerek düşündü ki iyi ki Efendi geldi. Efendi’nin gelişiyle Ağarahimin’in tedirginliği geçmişti. İçinde nedenini kendisinin de anlamadığı bir güven, umut oluşmuştu. Arada Efendi’nin kan damlayan yanaklarına, kalın kaşlarına, çatlamış kalın parmaklarına dikkat ediyordu ve böyle insanın dağı bile dağ üzerine koyabileceğine, vicdanına, adil davranacağına, dar gün dostu olacağına inanıyordu. Efendi’nin gözleri parlıyordu ve Ağarahim’in kalbini ışıkla, umutla dolduran da galiba bu nurdu. “Kaç yıldır çiftlikte traktörcülük yapıyor yani bunun evinde bin manatı da mı yok?”
Binnet sazı masanın kenarına dayamıştı. Deminden beri ağzından bir tek kelime bile çıkmamıştı. Konuşan Ejder’le Efendi idi. Birçok konudan bahsettiler;ölenden, kalandan, sadece Ciguli kazası dışında her şeyden konuştular. Bin lira konusundan hiç bahsetmiyorlardı.
Gelin, masaya derin tepside piliç kavurması, bir dolu sürahi de kırmızı şarap, bir şişe de votka getirip koydu. Sofrayı düzene soktuktan sonra hayalet gibi kayboldu.
Efendi, bardaklara şarap koymaya başladı.
“Kardeş, sen bir şey yedin mi bugün?” dedi. “Geber e mi, içmekten bir hâl oldun, muradına bile ermeden geberip gideceksin. Yükün de bize kalacak. Cesedini Göyezen’e kaldırmak var. “Mezarına da bir bir kova şarap dökeriz artık.” Ejder ellerini birbirine çarptı.
“Hey, kurban olduğum, şayet senden önce ölürsem dediğin gibi yap.”
Efendi bardağını kaldırdı.
“Şunu da içelim, misafir kardeşin şerefine! Hep var olsun!” Bardaktaki şarabı üç dört yudumda içip bitirdi.
Efendi kafa işareti yaparak izin verdikten sonra Binnet bardağı aldı. İçti ama sonrasında ağzına bir şey koymadı.
Ağarahim açtı fakat sanki boğazı kapanmıştı. Lokmasını bile güçlükle yutuyordu. Efendi’nin ne zaman konuyu açarak, “Rahat ol, yemeğini ye, parayı düşünme, bin manat ne ki bak cebimde.” demesini bekliyordu ama Efendi bir türlü bu konuyu açmıyor, misafirin kim olduğunu nerden gelip nereye gittiğini sormuyordu.
Ay doğmuştu.
Binnet sık sık kalkarak evin arka tarafına geçiyordu. Ağarahim ilk önce Binnet’in lavaboya gittiğini düşündü. Fakat sonra, evin diğer tarafından yükselen dumandan Binnet’in kardeşinin yanında sigara içmekten çekindiğini fark etti.
Ejder sazı kalıbından çıkararak göğsüne bastırdı. Başını sazın tahtasına koyarak gözlerini kapattı.
Ağarahim, saz müziklerini pek sevmezdi. Yıllarca duymasa bile aklına gelmezdi ama şimdi Ejder’in şevkle çalışı onu hayrete düşürmüştü. Sazın bu kadar içten, sızlayarak bir şeyler anlatabileceğine inanmıyordu. İçmekten avurtları çökmüş, bir deri bir kemik kalan bu adamın tellerden bu kadar muhteşem ses üretebileceğine inanmıyordu. Ağarahim’in aklına eşi Pervane geldi. İçini kapladı.
Ağarahim’in gözleri, Ejder’in parmaklarında, Binnet’in de gözleri Ağarahim’in yüzündeydi. Şimdiye kadar Ağarahim’e iyi bakmamıştı. Bakınca gördü ki Ağarahim’in tertemiz tıraş edilmiş yüzü bembeyazdı. O kadar beyazdı ki sanki yıllar yılı güneşe çıkmamıştı. Ağarahim’in simsiyah, gür, dalga dalga saçları vardı. Gözleri elaydı. Kadın gözleri kadar güzeldi. Omuzları genişti, uzun boyluydu; parçalasalar ondan üç tane Binnet çıkardı. Üzerindeki gömleğin kolalı boynuna bakınca, hayatında bu kadar güzel ütülü, kolalı gömlek giymediğini düşündü. Ağarahim yakışıklıydı. Binnet içinden Allah’a bu kadar yakışıklı adamın içinin de yüzü kadar güzel olup olmadığını sordu. Acaba, bu yakışıklı adam onun parasına muhtaç mıydı? Yani, bu adam onun yüzünden mi yolundan kalmıştı? Kendi kendine: “Yarab, bundaki yakışıklılık bende olsaydı, yüz tane arabam olsa, yüzünü de çarparak parça parça etseydim, gıkım bile çıkmazdı. Bu şehirli kuzusunun içinde insaf denen şey yok muydu? Ben ona bin manat zarar vermedim ki neden bin manat diye tutturdu?” dedi. Ejder başını kaldırdı ama gözlerini açmadı.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/kamer-alhanova/cagdas-azerbaycan-hikaye-antolojisi-69499690/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Pars. Ç.N.
Çağdaş Azerbaycan Hikâye Antolojisi Kamer Alhanova
Çağdaş Azerbaycan Hikâye Antolojisi

Kamer Alhanova

Тип: электронная книга

Жанр: Историческая литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 16.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Çağdaş Azerbaycan Hikâye Antolojisi, электронная книга автора Kamer Alhanova на турецком языке, в жанре историческая литература

  • Добавить отзыв