Unutmağa Kimse Yok

Unutmağa Kimse Yok
Kemal Abdulla

KEMAL ABDULLA
UNUTMAĞA KİMSE YOK… …

ÖNSÖZ

Karaağacın Gölgesinde Evreni Çözmek
(Kemal Abdulla’nın Romanlarında Dünya Tasarımı Üzerine Düşünceler)
Yaklaşık 20 yıldır Azerbaycan edebiyatındaki gelişmeleri ve bir bütün olarak edebiyat ortamını görece uzaktan izlemek zorundayım. Yalnız son 4-5 yıl içinde hem bazı yazar ve şairlerin eserlerini Türkiye Türkçesine aktardım, hem de Azerbaycan edebiyatıyla ilgili bir takım tartışmalara katıldım, röportajlarım yayınlandı. Demek istediğim son yıllar Azerbaycan edebiyatında yaşanan gelişmelere görece yakinen katılmak durumunda kaldım. Bu süreçte ister eski dostlarla, ister edebiyata yeni gelen genç meslektaşlarımla birçok eser ve yazar hakkında düşüncelerimi paylaştım. Bazen haklı bazen haksız eleştirilerim oldu, zira bir bütün olarak günümüz Azerbaycan edebiyatında durumun iyi olduğunu düşünmüyorum. Sovyet düzeninin egemen olduğu uzun yıllar boyunca edebiyatı esir alan çarpık algılar, bu algıların bayraktarı olan ya da bu anlayışların gölgesinde büyüyen, şişen ve sonunda edebiyat ortamında birer kansere dönüşen yazarlar Azerbaycan’da sadece edebiyatı değil, kültür yaşamının tamamını felç etmiş durumdadırlar. Bu bakımdan her yeni eser, özellikle de her yeni imza bir ümit ve kurtuluş kapısı olarak görülmektedir. Son illerde edebiyata yeni isimlerin gelmesi gibi, yeni ve esaslı eserlerin ortaya çıkması da bu bağlamda sevindiricidir. Edebiyatımızın yenilenmesi, Sovyet edebiyatının klişelerinden ve “yaşayan klasiklerinden” canını kurtarması, gündelik maişet didişmelerini ve ona buna sataşmaları edebiyat sayan zihniyeti arkada bırakması elbette sevinilecek bir durumdur.
Yukarıda da söylediğim üzere son yıllarda birkaç edebi metni Türkiye Türkçesine aktararak yayınladım. Bundan sonra ister bu eserler, ister de edebiyatımızın başka sorunlarıyla ilgili birkaç röportajım yayınlandı. Hem o röportajlar sırasında, hem de başka ortamlarda dostlarla bir araya geldiğimde en çok sorulan soru, bu eserleri seçmemin nedenleriyle ilgiliydi. Özellikle Kemal Abdulla’nın romanlarıyla ilgili çok şey soruldu. Aslında ben yalnız “Büyücüler Deresi” romanının aktarımını yapmıştım. üzerinde çalışmıştım. (“Eksik El Yazması”nı ise daha önce Prof. Dr. Ali Duymaz yayınlamıştı.) Mence bu ilgi ve tepkiler aslında “Eksik El Yazması” romanıyla başlayan tartışma sürecinin ürünüydü ve sadece bu romanı değil, Kemal Abdulla’’nın başka eserlerini de tartışmaya açmıştı. Tartışılan edilen hususlar yalnız eserlerin sanatsal boyutuyla sınırlı kalmayıp, çoğunlukla sanat dışı kıstasları baz almaktaydı. Burada bu meselelere ayrıntılı biçimde değinmek niyetinde değilim. Farklı bir konuya girmiş oluruz. Yalnız şunu söylemem gerekir ki, Kemal Abdulla’’nın romanları yenidir, yıllardan beri Azerbaycan okuyucusuna roman adına yutturulan eserlerden farklı olarak gerçekten romandır ve buna nedenle de onları birer roman olarak değerlendirmek, incelemek ve eleştirmek gerekir.
Önceleri menim böyle bir araştırma ve inceleme düşüncem yoktu. Ancak iki husus bu düşüncemin değişmesine sebep oldu. Birincisi, tercüme ettiğim veya aktardığım bir eser hakkında bezi düşüncelerimi paylaşmaya ihtiyaç olduğunu hissettim. İkincisi, geçen ay Kemal Abdulla’’nın 60 yaşı oldu, bu vesileyle Azerbaycan basında yayınlanan yazıların çoğunu okudum ve esasen memnun kalmadım, çünkü yazarın eserleri çok az incelenmiş, daha çok “jübile tadında” mesajlar verilmişti. Amma yine de Kemal Abdulla’nın edebi eserlerinin bazı hassas yönlerine dikkat çekilmiş olması bakımından bu yazıların yayınlanması önemliydi. İşte böyle bir ortamda Kemal Abdulla’nın romanlarıyla ilgili düşüncelerimi Azerbaycan okuyucusuyla paylaşmaya karar verdim. Ancak bu arada yazarın “Unutmağa Kimse Yok…” romanını baskıdan önceki haliyle okuma fırsatı buldum. Buna nedenle yazımda ağırlıklı olarak bu roman üzerine yoğunlaşmaya çalıştım.
***
Bugüne kadar Kemal Abdulla’nın iki romanı çap olundu. Bu romanlarla ilgili birçok yazı yazıldı ve elbette bundan sonra da yazılacaktır. Benim dikkatimi çeken en önemli husus ise Kemal Abdulla’nın tezgâhından çıkan romanların bir bütünlük oluşturması ve bu bütünlüğü temin eden temel yapılardır. İlk romandan başlayarak en son yazılan ve okuyucuya şimdi sunulan edilen “Unutmağa Kimse Yok…” romanına kadar durum böyledir.
Tabii ki, her kes kimi ben de önce “Eksik El Yazması’nı okudum. Roman bana biraz garip, bir anlamda zoraki karmaşık ve zoraki entelektüel bir eser gibi göründü. Fakat bu karmaşık ve dolambaçlı anlatının arka planında (belki temelinde) Azerbaycan edebiyatında şimdiye kadar gördüklerimizden farklı bir dünyanın ana hatları sezilmekteydi. Bu dünyada her şey, her hadise ve hatta her söz bir sonraki adımda değişebilir ve başka anlamlar kazanabilirdi. Her örtünün arkasında (bir epizottan başkasına keçince) bir önceki katmandaki gerçekleri ve anlamları da içine alan, daha geniş bir anlam yapısı ortaya çıkmaktaydı. Böylece sonu gelmeyen, bitmek-tükenmek bilmeyen bir anlamlandırma ve yorumlama ortamı oluşturulmaktaydı. Bunu görünce romanın neden bu kadar tartışıldığının farkına vardım; geleneksel Sovyet “edebi ürünleriyle” terbiye edilmiş okuyucu için böyle bir metinsel zemin aslında “tehlikeliydi”. Çünkü alışıldık metinlerde gördüğümüz, bilinen ve tanıdık ortam bu romanda yoktu. Herhangi bir ideolojik çerçeve, geleneksel üslup ve ya toplumsal düzlemden bahsedilemezdi. Bu durum okuyucuyu güya tanıdığı, eslinde ise hiç tanımadığı bilinmezlerle dolu bir alanda, sonu bilinmeyen bir anlam üretme macerasına çekmekteydi. Okuyucu milli kültür metinleri arasından gayet iyi bildiği Dedem Korkut Kitabı ve Şah İsmail Hatayi ile ilgili etnokültürel dünyaya önce cesaretle giriyor, çünkü orasını “tanıyor”, fakat adım başı yolunu “şaşırıyor”. Çünkü bildiklerinin aslında Eksik ve hatta Yanlış olduğunu her adımda açıkça görüyor. Milli kültür bağlamından koparak romanın iç dünyasını yaşamağa başlayıncaya kadar durum bele davam eder. Romanın içsel mantığına alıştıktan sonra (her okuyucu da alışabilir mi, başka mesele) gizemin ve karmaşıklığın arkasından yeni bir dünya yavaş-yavaş görünmeye başlar. Bu dünyanın gösterilmesi ve böyle bir dünyanın mümkünlüyü zaten romanın ta kendisidir ki var.
Okuyucunun bilinmezler karşısında şaşkınlığına gelince, bu durum eski yazılı metinlerin neredeyse kutsal ve tartışmasız metinler olduğuna inanan ve “yazıya pozu yok” hikmetiyle yetişen gelenekselci Azerbaycan Türkünün (günümüz entelektüelleri ise buna benzeyen ve çok fazla istismar edilen “verba volant scripta manent” sözünü tekrarlamağı severler) hem bilinen bir metnin (Dedem Korkut Kitabı), hem tarihsel gerçekliği kuşkusuz olan Şah İsmail ve Çaldıran savaşının, hem de sözde yeni bulunan “Eksik El Yazmasının” birbirini inkâr ve ya revize eden) metinleri arasında semiyolojik bir kriz yaşamasıyla bağlantılıdır. Tarihsel olayların “bildiğimizden” farklı olabileceği, başka varyantların “varlığı” ihtimali entelektüel ve ahlaki konfor ortamını yerle bir etmekte, insanı yeni arayışlara ve yeni anlamlar arasında bir denge kurmağa itmektedir. Bu durum diktatörlükten (baskı rejiminden) kurtularak demokrasiye (özgürlüğe) geçen toplumlardaki insanların durumuyla karşılaştırılabilir. Yönlendirilmeye alıştırılan insan özgür bırakılınca olunca ne yapacağını bilmez ve huzursuz olur, yaşam konforunu yitirir.
“Eksik El Yazması”nın bu alışılmamış dünyası ve bu dünyanın romanı elbette kolayca sindirilemeyecek, tartışmalara neden olacaktı. Öyle de oldu, amma roman ayakta durabildi, çünkü aslında “özgürlük semiyolojisi” bu romanın Azerbaycan kültür ortamında kendine uygun bir niş bulabilmesi için uygun zemin oluşturmuştur.
***
“Eksik El Yazması”ndan sonra “Büyücüler Deresi” yayınlandı. Burada durum bir az daha kolaydı. Çünkü romanın adı okuyucuyu belli ölçüde yönlendirmekteydi; bu adın altında her çeşit “garip”, “tuhaf” ve “gizemli” dünyalar olabilirdi, mümkündü. Yani “Eksik El Yazması” romanının okuyucularını bekleyen engeller ve anlam çelişmeleri, bu romanda en baştan “ilan edilmiş” ve böylelikle “meşruiyet” kazanmıştı. Dolayısıyla metin içi yapılanma her ne kadar karmaşık ve derinlikli olsa da, metin dışındaki kültür çevresiyle herhangi bir çatışma veya çelişki yoktu. Bu durum eserin algılanmasını kolaylaştırmakla beraber, “Eksik El Yazması”nın benzer yapısını yeniden gündeme getirdi ve böylelikle “Kemal Abdulla’ metni” (ve dünyası) belirgin biçimde ortaya çıkmağa başladı.
***
Nihayet okuyuculara şimdi sunulmakta olan “Unutmağa Kimse Yok…” romanı… Şimdiki aşamada bu roman Kemal Abdulla’nın önceki romanlarında bazen sadece ana hatları çizilen, bazen içyapısı açıklanan dünya tasarımını ilk defe esaslı biçimde ortaya koyan çok farklı bir metindir. Romanın kendine özgü olay örgüsü, karakterleri ve epizotları olsa da bunların tamamı daha önceki romanlarla bir paralellik arz etmektedir. Bu bakımdan ben bu romanları bir arada okumanın ve hatta araştırmanın doğru olacağını düşünmekteyim. Daha önce ilk iki roman arasında çok yönlü ilişkileri göz önünde bulundurarak ben bunları “ikiz romanlar” adlandırıyordum. “Unutmağa Kimse Yok…”u okuduktan sonra artık “üçüz romanlar” demeyi tercih ediyorum. Bu ifadenin “üçleme” olarak anlaşılmaması gerekir. Zira söz konusu romanlardaki olay ve karakterlerin birbirleriyle herhangi ilişkisi bulunmuyor; birinde yaşanan olaylar sonrakilerde davam ettirilmez. Bu romanlar arasındaki ilişki aynen ikizlerde (veya üçüzlerde) olduğu gibi genetik kodlama düzeyindedir. Romanların üçünde de aynı dünya görüşü ve aynı anlam üretici mekanizmalar söz konusudur; farklı düzlemlerde ve farklı ölçeklerde gerçekleşen ifade tarzı ise onların arasındaki farklılıkları oluşturmaktadır.
Hem yapı, hem anlam noktasındaki ortak özellikleri sayesinde bu üç romanı ayrı ayrı değil bir arada okumak mümkündür, hatta gereklidir böyle bir okuma. Bu okuma süresinde, yazarın neyse özel bir şey aradığının veya bize özel bir şey anlatmağa çalıştığının farkına varıyoruz. Ve görebiliyoruz ki, bu “şey” her romanda farklı bakış açılarından ve farklı yönleriyle anlatılmaktadır. Ancak üç roman da dikkatlice okunduktan (ki edebi metin başka türlü okunamaz) sonra aslında bütün bu metinlerde aynı dünyadan ve aynı konulardan bahsedildiği anlaşılmaktadır.
***
“Eksik El Yazması”nda kültürün ana gövdesinde yer alan/var olan bir metin (Dedem Korkut Kitabı) “revize” edilir, bilinen olaylar yeni baştan ele alınarak inceleniyor ve seçenekler açıklanıyor. Olayların ikinci, üçüncü planları, paralel gelişmeler, paralel ve karşıt yorumlar vs. bir araya getirilerek ilginç bir roman dokuması biçimlendiriliyor. Toplumsal tarihin erken (destanlar) çağında yaşanan, amma kısmen çağımızın her şeyi sorgulama alışkanlığı sayesinde, kısmen de “zamanenin dili” ile çelişerek, artık tartışmalı hale gelen birçok olay bu romanda araştırılarak geriye dönük bir tarih terapisi gerçekleştiriliyor. Toparlarsak, Kemal Abdulla’nın biçimlendirdiği dünya tasarımının TOPLUM boyutu bu romanda düzenleniyor.
“Büyücüler Deresi”nin mantığına göre, gündelik yaşayış ile ezeli ve ebedi ruhsal yaşayış arasında ani müdahaleler yaşanabiliyor. Romanda ruhlar dünyasına müdahale girişimi ve bu müdahalenin gerçekleşme seçeneklerinden biri tanesi anlatılıyor. Farklı zaman dilimleri içinde yaşanmış ve yaşanacak olaylar ile bu zaman dilimleri arasındaki sıradanlaşmış geçitler metnin bir az gizemli, bir az korkunç köşe bucaklarında beklenmeden değişen modeller oluşturuyor. Roman bir bütün olarak ta başlangıçtan sona kadar dünyanın ZAMAN boyutunu düzenlemektedir.
Nihayet“Unutmağa Kimse Yok…” romanı. Bir mağaranın duvarlarında çok eski bir yazı ürünü olduğu düşünülen gizemli işaretler var ve bu gizemin çözülmesi gerekir. İşaretlerin okunması sürecinde üçün bazı şeyler (metni ilk bulan kişi, metnin bulunduğu mekan, Karaağaç ve metni okuyacak olan genç bilim adamı) bir araya getirilmiştir. Ama bunlar yeterli olmamış ve metin yanlış anahtar kullanılarak okunmuştur. Görünüşte ise metin okunmuştur (yani kurumsal bilim açısından ortada bir sorun kalmamıştır) ama bu okunuş olası yorumlardan sadece birisidir. Gerçek metnin anlamı ise bu anlamları kavrayamayan insanların yaşadığı “yalan dünyanın” dışındaki “gerçek dünya”dadır. Bu gerçek dünya ise güç sahiplerinin kararlarıyla, insanların günlük ihtiyaçlarıyla değil, merkezinde Karaağaç’ın olduğu sonsuz dünyanın Büyük Uyum yasasına göre var olmaktadır. Bir bütün olarak bu roman evrensel çapta MEKÂN’ı (Kozmosu) düzenlemektedir.
Böylelikle söz konusu üç roman anlam düzeyinde farklı yönlerde akmakta olan zaman dilimlerinin, iç-içe yaşayan farklı mekânsal yapıların, hatta birbiriyle yan yana yaşayan farklı dünyaların varlığını gerçekliye çevirmek girişimi olarak görülebilir. Yani bu romanlarda neyse tasvir edilmiyor, neyse açıklanmıyor ve anlatılmıyor… Bu romanlar bir bütün olarak farklı bir dünyanın ta kendisidir.
***
Özellikle “Büyücüler Deresi” ve “Unutmağa Kimse Yok…” romanlarında bir olayı açıklamaya çalışırken herhangi bir izahat, bir yorum verilmemekte, bunun yerine başka bir olay veya rivayet aktarılmaktadır. Yeni bir olay başka bir olayı açıklamak işlevini yerine getiriyor. Bunların bağımsız birer değeri olsa da yalnız bir arada, bir-biriyle ilişki ortamında (bir dizge olarak) belli bir anlam ifade etmektedirler ve sonuçta yeni bir metin ortaya çıkabilmektedir… Bu metin mittir… Yani Romandır.
***
Mitolojilerde bu özelliği fark eden veya mitolojileri bu şemaya dayanarak yorumlamaya çalışan C. L. Strauss bunu “bricolage” olarak adlandırmaktadır. Latin Amerika mitolojilerini araştırırken vardığı sonuca göre bir mit başkasının, o da bir başkasının ve s. açıklamasıdır ve bunların toplamı mitolojiyi biçimlendirmektedir.
Bu “bricolage” tekniği Kemal Abdulla’nın eserlerinde bir romanın sınırlarıyla kısıtlanmamış olup, üç roman arasında da buna benzer bir ilişki görülmektedir. Bu romanlardan her birisi bir öncekini anlamak ve açıklamak üçün yeni anahtarlar sunmaktadır.
Bu özelliği biraz daha belirgin biçimde görebilmek üçün “Unutmağa Kimse Yok” romanına biraz daha yakından bakmak gerekir.
Paralel dünyaların varlığı ve farklı olayların farklı zaman dilimlerinde (hatta aynı zaman içinde) bir arada gerçekleşebilme imkânları romanda bir kural halına gelmiş durumdadır.
Romanda iki temel kavram birçok yönüyle işlenmiştir: 1) Paralel dünyalar; 2) Uyum veya Muhteşem Uyum (Ahenk).
Paralel dünyaların varlığı ve evrenin varoluşunu temin eden ilahi uyum birbiriyle bağlantılı kavramlardır; biri diğerini beslemektedir. Durum böyle olunca her olayın ve romandaki her gelişmenin sayısız varyantı ola bilir. Bunlar bezen yazar tarafından açıkça (çoğunlukla parantez içinde) gösterilmekte, bazen ise okuyucu kendisi bunları kolayca fark edebilmektedir. Paralel dünyaların varlığına bariz örnek olarak somurtkan ve aksi bir mollanın ağzından aktarılan ve İlyada destanında Paris ile tanrıçalar arasında geçen ünlü elma alma motifine yer verilmiştir. Aslında onun yerine başka bir hikâye de anlatılabilirdi. Burada olduğu gibi metnin diğer bölümlerinde yer alan epizotların da yerini başkaları alabilir ya da hepsi birbirinin yerine geçebilirdi. Bence bu küçük hikâyeler ve metinler bir çeşit “modüler yapılar” ve ya “modüler metinler” olarak görülebilir. Modüler yapıları oluşturan parçalar yer değiştirdiği zaman ortaya yeni bir yapı çıkar ve daha önce başka biçimde olan, başka bir işlev yerine getiren bir öğe bu yeni yapı içinde tamamen farklı işlevler üstlenebilir ve yeni anlamlar kazanabilir. “Unutmağa Kimse Yok…” romanı da paralel dünyaların varlığı sayesinde metin öğeleri arasında böyle bir modülerliği kolayca gerçekleştirebilir. Romanın temel mantığına (Evrensel Uyum) ters düşmemek koşuluyla her epizot birçok farklı sonla bitebileceği gibi, karakterler arasında da işlevsel geçitler mümkündür. Bu husus o kadar önemli ki, romanın temelini oluşturan “Çiçekli Yazının okunması” süreci bile gerçek değil, alternatif (ama “doğru”!) bir okunuşun ortaya çıkmasıyla sonuçlanmaktadır.
“Demek böyle… Seninki yazıyı okusun ama gerçek içerik değil farklı bir içerik okunmuş olsun diyorsun. Ortaya başka bir şey çıksın… Onu mu demek istiyorsun?” Mağara Ruhu bir anlık düşünceye daldı.
“Öyle. Ben istemiyorum onun ıstırap çekmesini. Senin hazine kimseye gerek değil. Bu lanet yazının izini kaybet. Yok et. Ama öyle yap ki kuşkulara da yer kalmasın. Böylece hazinen sana kalsın, ona ise… Ona ise zarar verme, kıyma ona.”
“Kuşkulara yer kalmasın” Mağara Ruhu söyleneni yankı gibi tekrarladı: “Bu biraz zor. Peki, kurban kim olacak?”
Mağara Ruhu Behram Emminin telaşlı tavırlarını fark edince hemen ekledi:
“…Ama olmaz da değil. Şartımız… Seninle konuşmuştuk, aynı şart geçerlidir. Kurban konusu ise ihmal edilemez, mutlak bir kurban verilecek. Elini süren kim olursa olsun, şartımız var… Yazılara el sürmek yasak; el süren ölecek. Ya da kendi yerine bir başkasını kurban olarak gösterecek. Başkası… Olsun. Benim için fark etmez. Gerçek… Senin de söylediğin gibi kimseye gerek değil <…>”
“Tamam. Ben razıyım. Sana kurban mı lazım? Ona dokunma. Sen sadece anahtar sözcüğü söyle… Sahte anahtarı ver. Bırak, bu Yazı olduğu gibi değil, farklı biçimde okunsun. Ben sana bir kurban gösteririm. O ise… Bırak Yazının çiçekleriyle ne yaparsa yapsın.”
Altı çizili cümleler romanın temel özellikleri konusunda önemli ipuçları vermektedir. Bu küçük parçada hem paralel dünyalar, hem mitolojik göndermeler, hem de romanın poetikasıyla ilgili temel ilkeler yeterince açık şekilde ifade edilmektedir.
Behram emmi evinde misafir olan genç bilim adamını çok seviyor, onun Çiçekli Yazıyı çözmesini, başarılı olmasını istiyor. Oysa bu mümkün değil, çünkü Mağara Ruhu yazıya dokunan herkesin öleceğini ta en baştan söylemiş bulunuyor. Bu noktada Deli Dumrul hikâyesinden bildiğimiz “can yerine can vermek” ilkesi devreye girmiştir. Oysa başka birisinin değil sadece yazıya dokunan kişinin ölmesi lazım ama yukarıdaki alıntıda Mağara Ruhunun da söylediği gibi “gerçek kimseye gerek değil”. Sadece mümkün varyantlardan birinin gerçekleşmesi yeterlidir. En önemlisi ise yazının gerçekten değil, “sözde” okunmuş olmasıdır. “Anahtar sözcüğü ver… Yalancı anahtar!” F. Q.’nin yazıyı çözmesi için anahtar sözcüğü bulması lazım. Ruhtan istenen şey bu sözcüğü vermesidir, gerçi gerçek anahtar sözcüğü vermese de olur; ama öyle bir şey vermesi gerekir ki, yazının tamamı anlamlı bir metin gibi okunabilsin. Ve sonunda bu söz Behram kişiye bildirildi, sonra da F. Q.’ye malum oldu. Tüm işaretler çözüldü, metin okundu ve ortaya güzel bir şiir çıktı. Oysa bunun gerçek metin (gerçeği çözüm) olmadığı açıkça ortadadır. Peki, gerçek metin nerededir? (“Gerçek kime lazım ki?”). Bence onu aramanın önemi yok; yazı kaç kere okunursa o kadar farklı metin ortaya çıkabilir. Ve asıl gerçek de budur.
“Eksik El Yazması”nda bunun ilginç bir örneği var. Bayındır Han’ın yaptırdığı soruşturma sonucunda suçlu bulunuyor ama adalet ve denge adına onun (suçlunun) değil, aslında suçsuz olan Aruz Koca’nın öldürülmesi gerekir. Be seçeneklerden sadece bir tanesidir. Başka bir seçenek (başka bir zaman mekân, yani başka bir dünya) koşullarında ise tamamen farklı birisi suçlu olabilir ve yine tamamen başka bir birisi edam edilebilirdi. Bu seçenek bolluğu üç romanın da başlıca özelliğidir ve yazarın kurduğu özgün dünyanın temel taşlarındandır.
***
Dünya sadece iyilik veya kötülükten oluşmaz… Çok eskiden beri bilinen gerçektir amma her kültür, her çağ ve her bir edebi eser bu gerçekliği farklı kavramlar temelinde tasarlamaktadır. Bu geleneğe göre dünyada çok farklı yönlerde cereyan eden olay ve olguların meydana getirdiği ilahi bir düzen mevcuttur. Ancak her gelenek çerçevesinde “iyi” ile “kötü” sabit çizgilere sahiptir ve her zaman tanınabilen bir durumdadır. Kemal Abdulla’nın üç romanında ise farklı bir tasarım görüyoruz. Burada aslında kesin “iyi” ve “kötü” ya da “hayır” ve “şer” yoktur; bir durumda (belli bir zaman ve mekân koşullarında) “iyi” olan ve “hayır’ı” temsil eden bir şey, başka bir durumda “kötü”dür ve “şer”i temsil etmektedir.
Bu romanlar bir yönden “hayır” ile “şer”in, bilinenlerle bilinmeyenlerin, diğer yönden ise olanlarla ola bileceklerin (ve olmuşların) sınırlarını belirlemeğe yönelmiş metinlerdir. Ve bilinmeyenlerin bilinenlere göre daha etkin ve önemli olduğunu anlatmağa çalışıyor.
Bu iki uç arasındaki gerilimler romanların ana şemasını çizmekte, olayları ve anlatım tekniklerini belirlemektedir. Buna göre romanların dili de alışmış olduğumuz örneklerden çok farklıdır.
Romanların hiç birisinde “yazar dili” ön planda değil veya hissedilmiyor. İster “Eksik El Yazması” ve “Büyücüler Deresi” gibi tarihsel özellikleri olan metinlerde, ister “Unutmağa Kimse Yok…” gibi çağımızda cereyan eden bir romanda dil birçok özelliyi bir arada yansıtmaktadır. Bu aslında zorlu bir yöntemdir ama “paralel dünyalar” olarak takdim edilen gerçekliyi doğru dürüst ifade etmek bakımından zengin potansiyele sahiptir. Eserlerin başlıca karakterleri zaman zaman sade halk dilinde, zaman zaman da spesifik ifade ve terimlerden yararlanarak konuşmaktadırlar. Hem diyaloglarda, hem de anlatım dilinde Azerbaycan ile Anadolu’nun tarihsel ve güncel şivelerine ait özellikler bir arada kullanılmaktadır. Yani çok varyantlı, alternatif yorum imkânları eserin dilinde de kendine esaslı biçimde yer edinmiş durumdadır.
***
Yukarıda romanların mitolojik özellikli metinler olduğunu kısaca ifade etmiştim. Bu bağlamda çok önemli bir motifi daha hatırlatmak gerekir. Metinlerin üçünde de Karaağaç imgesi var. Bu Karaağaç üç metinde de kahramanın faaliyetlerinin gerçekleştiği mekânlarda (avluda) biten, geniş gölgesi olan yüksek bir ağaçtır. Olayların zamanı birçok hallerde güneşin bu ağaca nazaran durduğu noktaya göre belirlenmektedir: “Güneş Karaağaç’ın tam tepesine gelmişti” vs. Özellikle “Unutmağa Kimse Yok…”da Karaağaç semantik yönden çok üretken bir konumdadır ve eğer bu romanda başkahramandan söz edilebilseydi başkahraman Karaağaç olurdu. Çiçekli Yazının okunabilmesi için verilen “anahtar” sözcüğün “Karaağaç” olduğu romanın sonunda ortaya çıkar. Bütün önemli olay ve düşünceler bir şekilde bu ağaçla bağlantılıdır. Özellikle evrensel uyumla ilgili söylemler çerçevesinde Karaağaç bu uyumun imgesi olarak işlevsellik kazanmaktadır.
Bu imgenin oluşumunda hiç kuşkusuz milli kültür metninde önemli yer tutan ağaç kültü etkili olmuştur. Dede Korkut hikâyelerinde gördüğümüz “kaba ağaç” bu mitolojik yapının en önemli ifade biçimlerinden birisidir. Diğer taraftan ise ağaçla ilgili bir ifade Tuba ağacı motifini de anımsatmaktadır. Cennette biten tuba ağacının kökleri yukarıdadır, dalları ve yaprakları aşağıya doğru sallanmaktadır. Romanda ise bele bir cümle okuyoruz: “Karaağaç korkunç ve açgözlü bir gölge gibi artık iyice güçlenmiş yağmuru mıknatıs gibi içine çekiyor, kendinden aşağıya (belki de yukarıya) tek bir damla da geçirmiyordu.”
Öncelikle burada ağaç dünyayı tehdit eden yağmuru içine alabilen, aslında evrensel boyutlarda (“Karaağaç’ın gölgesi her yanı tuttu”) bir varlık olarak gösterilmiştir. İkincisi ve en önemlisi de şu ki “aşağı” ile “yukarı” parantez içindeki küçücük bir notla anlambilimsel olarak eşitlenmiştir. (Bir parantez bu kadar anlamlı olabilirmiş).
Aşağı ile yukarının böylesine birbirine karıştığı (gökten develerin, aslanların yağdığı rüyalar; yağışın aşağıdan yukarıya doğru yağdığı dağlar vs.) keşmekeşli bir dünyada alışılmış nesnelerin alışılmış yerlerinde kalacağını beklemek abestir. Bir zaman diliminde önemli anlam yükü olan bir gösterge başka bir zaman diliminde anlamsızlaşabilir ya da öyle bir durum oluşabilir ki, bu göstergenin önemi kalmaz. Bazen ise bilinçte kendine esaslı biçimde yer edinmiş kavramların gerçek (!) bir anlamının olup olmadığı bilinemiyor.
“Demek ki bu temel kavramlar öylesine esaslı biçimde yerleşmiş beynime, kalbime ki, onları oradan söküp atmak artık mümkün olmayacak. Su, Yazı, Dağ, Mağara, Ağaç, Köpek ve Kadın… Bazen onların hepsi birbirinin yanında, birbirinin içinde bana Muhteşem Ahengi anımsatır, bazen de değil. Muhteşem Ahenk… Ben bunu biliyorum… Ben bunu artık açıkça söyleyebilirim: Muhteşem Ahenk beni kandırmış”.
Muhteşem Ahengin varlığını fark eden, anlayan, amma onun sadece maddi bir unsuru olan Çiçekli Yazı’yı yorumlamasına (ama yanlış!) izin verilen F. Q. dünyaların birinde yanılıyor, başka bir dünyada ise yanıldığını (veya kandırıldığını) anlıyor.
Romanda kapsamlı felsefi kavramlardan birisi de “Olayların Ufku”dur. Hadiselerin Ufkundan öteki tarafta yaşananlarla bu tarafta yaşananlar arasında tek bir bağlantı noktası var ki, o da F.Q. kendisidr. “Bu Olayların Ufku denen nesne nereden çıktı ve roman yapısı içinde anlamı nedir?” diye bir soru ortaya çıkabilir ve bu soruyu soran da haksız sayılmaz. Çünkü bu kavramla ilgili olarak metin içinde açık şekilde sadece bir paragraf var.
“Bak. Ben elli yıl sigara içtim. Benden dört veya beş yaş büyüktür Mübariz, ilk defa onunla dersten kaçtık. Aynı okuldaydık…” Behram Emminin bakışları uzaklara, “Olayların Ufkuna” takıldı.
“Behram Emmi yine Olayların Ufkuna baktın, hayrola?”
“Olayların Ufku” adını Karaağacın dal dal, yaprak yaprak bizden saklamaya çalıştığı (gerçi bazen bu dallar ve yapraklar aralanarak o ufukları görmemize imkân veriyordu) uzak tepeliklere yarı şaka yarı ciddi ben takmıştım. Elbette orası ufuk olmasına ufuktu, ne kadar istesen de oraya ulaşmak imkânsızdı, ama gözle izlenebilecek kadar da yakındı. Bu uzak ve yakın mekânın değişmeyen bir özü vardı: Hiç… Olayların Ufku ve Hiç… Bunların birleştiği noktada neyse bir şey yaşanıyor mu? Aslında Olayların Ufkunda hiçbir şey yaşanmaz. Hayır, doğrusu şöyle olacaktı; Olayların Ufkunda “Hiç” yaşanıyor. Bunun dışında… Yine de Hiç. Biz orada yalnız kendi istediklerimizi, kendi hayal edebildiklerimizi “görüyoruz”. Orada ise sadece bir “Hiç” var. Orada zaman yok, hafıza yok, sağ yok, sol yok… Aşağı yukarı da yok. Orada “Hiç” yaşanıyor ve “Hiç” ancak orada yaşanabiliyor. Olayların Ufku budur işte.
“Acep ad bulmuşsun… Olayların Ufku.” Gülümsedi ve bir an düşündükten sonra tekrar konuştu: “Evet, ben ne anlatıyordum evlat? Elli yıl sigara içtim ama bıraktığımda hemen bıraktım. Bıraktım gitti. Yavaş yavaş, azaltarak bırakmak isteyenler ancak kendilerini kandırıyorlar.”
Bu paragraf romanın bir bakıma özetidir ve onu çağdaş doğa felsefesi bağlamına oturtmaktadır. Böylece, roman “olay örgüsü”, “karakterler” gibi metinle ilgili kavramları aşarak, insanın ve fani dünyanın evrendeki yerini tartışmaya açıyor. O andan itibaren de düşünmesini bilen okuyucu (başka okuyucuların bu romanı okumasını tavsiye etmem) romanın mevcut metninden kopuyor… Bu noktadan sonra romanı okuyucu davam ettirir ve ya roman kendi kendini yazıyor. Amma nereye kadar? Bence sonsuza kadar. Aslında bu fikir de bana ait değil, “olayların ufku” adlandırılan olgunun özü budur: her şey orada biter ve hiç bir şey bitmez. Zira onun başka bir adı da “kara deliktir”… Enerjinin yutulduğu ve hiç bir şeyin geri dönemediği delik. Varlığı iç içe daireler olarak düşünürsek, bunların merkezindeki daire kara deliktir. Onun çevresinde iki başka daire daha var. En kenardaki daire sükûnet (“barış/huzur”) bölgesidir; ikinci dairede ise hareket var, burada hayat devinir ve buradan zaman zaman bir şeyler koparak kara deliğe yuvarlanır… Ve ışık hızıyla dönmeğe başlar. Oraya düştükten sonra geriye dönmek artık imkânsızdır, yani orası bir yokluk “mekân”ıdır. Teorik olarak geriye dönebilmek için ışık hızından daha büyük bir hız gerekir. Amma doğada böyle bir hız olmadığına (ve ya şimdilik bilinmediğine) göre kara delik her şeyi yutan ve yok eden bir yerdir. Neden “şimdilik bilinmediğine göre” dedim? Çünkü bazen (mecazi de görünse) düşünce hızı bu dönüşü gerçekleştirebilir. Şöyle ki bir şeyi kara delikten kurtarmak onu yoktan var etmek demektir. Bu ise yaratmak eylemidir. Yaratıcı düşünce, yaşamı ölümün pençesinden, ışığı karanlıktan vs. kurtarabilen insandır.
“Unutmağa Kimse Yok…” romanında Olayların Ufku bizi bir anlamda kara deliğin kenarında tutarak, olmuşları ve olabilecekleri göstermektedir. Bu dünyada var olmamış, yaşanmamış şeyler eslinde onların hiç olmadığı anlamına gelmez… Sadece ufkun ötesinde, kara deliktedirler. Her an oradan kurtularak gerçekleşebilirler. Romanda paralel dünyalar anlayışı ve değişik zaman–mekân dilimleri tam da bu fiziksel-felsefi temele dayandırılmıştır. Yazar o kadar elverişli bir teknik uygulamış ki, bir nevi elini uzatarak olayların ufkunun öteki tarafından istediği (o an için lazım olan) şeyi alıp bize gösterebilmektedir. Bizim hiç yaşanmadığını, olmadığını ve olamayacağını sandığımız şeyleri “yoktan var etmekte”, yeni baştan yaratmaktadır. Bu noktadan başlayarak romanın aslında bir canlı varlık olduğunu anlıyoruz. Canlı olan her şeyin de özerk bir yaşamı var, kendini destekleyebilir. Yukarıda “bu noktadan sonra roman kendi kendini yazıyor” derken bunu durumu kastetmiştim.
***
Romanda metnin sınırları dışına çıkan, dünya kültür mirasının temel yapılarıyla ilişkisi kurulabilen durumlar çokça görülmektedir. Böylesi durumlar, bir ucu antik çağ mitlerine, bir ucu ise çağdaş doğa felsefesine dayanan “Unutmağa Kimse Yok…” dünyası ile “gerçek” (artık hangi dünyanın gerçek olduğu tartışmalı hale geldiğine göre tırnak işinde yazıyorum) dünya arasında çok yönlü bağlar kurulmasını destekliyor. Bu bağlantılar her gün gördüğümüz insanların ve yaşadığımız “sıradan” olayların aslında çok da sıradan olmadığını ortaya koyarak, gündelik yaşamımızı (başka dünyaları da içine alan) evrendeki sonsuz yaşama bağlıyor. Bu durum gündelik davranışları, kavgaları, iş yaşamındaki çekişmeleri, hatta bir köy meydanında cereyan eden hadiseleri bile çok farklı bağlamlarda anlamak ve değerlendirmek imkânı sağlıyor.
Romanda “Çiçekli Yazı”nın gizeminin çözülmesi, yeni yazının okunması etrafında yaşanan olaylar, bilim ve kültür camiasının bu çalışmalara katkısı, özellikle bir araştırma enstitüsünde yaşanan süreçler “büyük dünya”nın parçalı yansımalarıdır. Bir yandan da bu parçalar (özellikle çağdaş Azerbaycan’ın bilim ve kültür ortamını yakinen bilen okuyucu açısından) dünyanın zenginliğini ve karmaşıklığını araştırması gereken bilim dünyasının bu olgular karşısındaki aczini ve çaresizliğini de ortaya koymaktadır. Ama evrenin sırları karşısındaki bu çaresizlik yalnız bir bilim araştırma enstitüsü ile sınırlı değil, genel olarak insanlığın evreni anlamak çabasıyla ilgilidir. İnsanların kurduğu enstitülerin, laboratuarların, yaptıkları bilimsel (ve bilim dışı) tartışmaların tamamı evrenin büyük gizemleri karşısında cılız uğraşlardır. İnsanoğlu gerçeğe ulaşamaz, yani evreni sonuna kadar çözemez. İnsanoğlu için en büyük başarı ve en büyük kazanımı böylesi bir gerçeğin var olduğunu anlamak ve oraya geden yollardan birisini açmaktır.
“Unutmağa Kimse Yok…” evrenin gizemini çözmeye götüren başarılı bir yoldur aynı zamanda.
***
G. Deleuze’in ilginç bir benzetmesine göre “edebiyat yabancı dilde konuşur”… Her yazar kendi ana dilinin içinde (daha doğrusu onun sınırları içinde) yeni bir dil yaratır ve onu yazar yapan husus da yarattığı bu dildir. Kemal Abdulla’nın romanları anlam ile anlaşılmazlığın tehlikeli sınırlarlarında cesur bir seyahat ve yeni dil yaratıcılığının günümüzde nadiren görünen başarılı örneğidir.
***
Bu yazının başlığı metin içinde hiç açıklanmadı. Eslinde buna ihtiyaç hissetmedim, anlaşılacağını düşündüm. Çünkü Kemal Abdulla’nın metinleri metin dokumasını sürekli çözüp yeniden dokumak/örmek girişimi olarak da değerlendirilebilir. “Unutmağa Kimse Yok…”da ise F. Q. aldandığını anlıyor, yani Muhteşem Ahenk’in bir gizemini kendi kişisel yaşamı çapında çözmeği başarıyor. Bütün bu çalışmaları Karaağaç’ın gölgesinde gerçekleştiriyor. Yani başından sonuna kadar eski bir yazının çözüm çalışmalarıyla ilgili olan ve hatta kendi kendini çözmeye çalışan bir roman ve romanla çözülmeye çalışılan dünya düzeni – Muhteşem Ahenk… Her şey – düğümler de çözümler de – Karaağaç’ın çevresinde yaşanıyor, orada başlıyor ve orada bitiyor.
***
Bir de “Unutmağa Kimse Yok” romanının adını (adın mantığını) sonuna kadar ağız tadıyla tartışabilsem çözebilsem hiç derdim kalmazdı (ne yazık ki, bu yazının sınırları böyle bir tartışma için hiç müsait değil). Nasıl yani “Unutmağa Kimse Yok”? Bir şeyi ki unutmak istiyorsun demek ki daha unutmamışsın ve hatırlıyorsun… Yani unutmağa kimse var. Ama eğer kimseyi hatırlamıyorsan zaten hafıza silinmiş demektir ve bu durumda da unutmaktan bahsetmek anlamsızdır. Böylece roman (bütün gerçek romanlar gibi) adından itibaren belli bir anlambilimsel mecraya programlanmış durumdadır.
Bir zamanlar M. Proust “Kayıp Zamanın İzinde” başlığı altında yedi roman yazdı ve burada yitirilmiş zamanı aramak demek, yiten/unutulan şeyleri hatırlamak demekti. İnsan kendi yalnızlığından ve çaresizliğinden belki bu yola kurtulabilirdi; yaşamak için hatırlamak gerekirdi. Kemal Abdulla’nın romanında ise daha farklı bir durum söz konusudur; amaç hatırlamak değil unutmaktır (“Unutmağa Kimse Yok”). Amma ne acıdır ki, unutmak için de hatırlamak gerek…
“Hatırlamağa kimse yok.
Unutmağa da kimse yok.”
Sözün kısası, bu roman dil sınırlarının ötesine geçebilmek yeteneğini ve alternatif yorum zorunluluğunu adından başlayarak ortaya koymuş olduğuna göre okuyucunun da bu durumu her an göz önünde bulundurması gerekecektir.

EVVEL
Oakşam gökyüzü gösterişli bir tiyatro perdesi gibiydi. Perdenin üzerinde inanılmaz bir renk cümbüşü vardı; kırmızısı yeşiline, kızılı lacivertine, sarısı siyahına karışmıştı. Az sonra yıldızlara dönüşerek bembeyaz tozlar konacaktı bu renkli perdenin üzerine… Topak topak, tane tane.
Kalın bir sise dönüşerek her tarafı yavaş yavaş sarmaktaydı karanlık. Güneş, kendi kaprislerinden usanmış utangaç kızlar gibi bir araba hızıyla karşıdan yaklaşmakta olan Venk dağının arkasına saklandı. Günün en ilginç bölümü başladı… Güneşin battığı, Ay’ın da henüz çıkmadığı zaman aralığı. Sabırsızlanan beyaz tozlar henüz ışığını tam olarak kaybetmeyen renkli perdenin üzerine zamanından bir az erken konmaya başladılar bu akşam.
F. Q. yaz sıcağında kısa kollu beyaz gömleğinin yakasını arabanın açık camlarından içeri sokulan sıcak rüzgâra sonuna kadar açmıştı. Ta sabahtan beri soluğu daralıncaya kadar direksiyon salladığı alalı araba ha bire sağa sola zıplayarak yoldaki çukurlardan, tümseklerden kurtularak Venk dağına doğru ilerledikçe, renkli tiyatro perdesine benzeyen sonsuz gökyüzü böğürüyordu sanki. Gökyüzü uzaklardaki bu dağı, dağın eteğindeki köye götüren tozlu topraklı yolu (buna yol denebilirse tabii), bu yolla ‘canını dişine takıp’ zar zor ilerleyen eski püskü arabanın kendisini bile canlı bir yaratıkmış gibi içine alıyordu ağır ağır soluyarak. Her şey acayip biçimde birbirine karışmaktaydı. F. Q.’nin kullandığı araba Venk dağının böğründen hızla geçerek gelip köyün ilk evlerine, bu evlerin çitler arkasında havlayan köpeklerine varacak ya da varmayacaktı veya bu kargaşada yolunu şaşırarak haykıra haykıra Venk dağını arkada bırakacak, dağın öteki yanına giden başka bir taşlı tozlu yola dalacak, böylece yeniden dönüp geldiği şehir yoluna mı yönelecekti… Bunu kestirmek çok zordu.
Perdenin görünen tarafı daha tanıdık, daha ilginçti. Geçen yıl bir arkadaşının, “Renk mi, rengi bir âlemdir bu arabanın, âlem diyorum, dostlara kısmet olur inşallah” diye tutturarak, sonradan anlaşıldığı üzere gayetfahiş bir fiyata kakaladığı bu araba, sanki eline (aslında tekerleklerine) fırsat geçmişmiş gibi kendini kanıtlamak istiyor; yeri geldi gelmedi vahşi gibi kâh olanca sesiyle bağırıyor, kâh da zar zar ağlıyor, inim inim inliyor, yoldaki tüm çukurları teker teker “inceliyor”, bazen kenara sapıyor, gerekli gereksiz hoplayıp zıplıyordu. Dağa doğru tırmanan böylesi daracık ve taşlı bir yolda ilk defa araba kullanan F. Q. “bizde yol yok, bizde yön var – ‘buradan oraya dek’ – nasıl gidebilirsin git”; arabanın haline acırken (sanki inleyip zırlayan de kendisiydi, çukurlara takılan da) birden anımsadı, bu arabanın rengini hâlâ adam akıllı anlayamamıştı. “Renk mi, rengi âlemdir” diyen arkadaşının dudaklarındaki hafif gülümsemeyi F. Q. Sanki yeniden gördü. Bu gülümseme nerelerdense gelip arabanın ön camına yapıştı. Arabanın belirsiz rengini anımsamasına neden olan şey başının üstündeki bu gizemli renkler âlemiydi. “F. Q., F. Q. sen ne zaman uslanacaksın?” F. Q. arkadaşının arabanın ön camına yapışıp kalmış sırıtan suratından bakışlarını çekip yukarılara, gökyüzüne baktıkça şunları düşünüyordu: “Asıl oyun, asıl temaşa hangi taraftadır ve oyuncular hangi tarafta… Henüz belli değil. Teselli de burasındadır belki.”
Görüntüsüyle sol böğrü üzerine yatmış şişman bir devi anımsatan bu dağın adı Venk dağı idi. Köy onun karnının altına kısılmıştı. Gün batışına yakın can sıkıcı bir zamandı. Araba ilerledikçe Venk dağı giderek büyüyen korkunç bir gölgeye dönüşmekteydi. “Köye hava tamamen kararmadan önce varmak fena olmazdı” diye F. Q. kaşlarını çattı, gaz pedalına basıp arabayı biraz daha hızlandırdı.
Sağda solda teker teker, çifter çifter köy evleri, derme çatma çitlerle çevrilmiş avlular, bu avlularda kafalarını sakin sakin çevirip bu gürültücü arabanın çıkardığı seslere şaşkınlıkla bakan çocuklar görünmeğe başlamıştı…

I. BÖLÜM

Köye geleli iki ay altı gün sonra. Akşama yakın bir vakit
Venk dağının eteğine (uyuyan devin “ayaklarına) sırtını dayamış tek katlı evin terasına ihtiyar bir adam çıktı. Bu adam koyun postundan yapılma bir yeleği palto gibi sırtına atmıştı. Ağır tütün içen tiryakiler gibi bir iki kere yumuşak yumuşak öksürdü; belki de sadece boğazını temizliyordu, çünkü aslında Behram Emmi artık ne sigara içiyordu, ne tütün ne de pipo. On yıldan beridir ancak Venk dağından gelen temiz havayı ciğerlerine çeken bu adam terastan indi, avlunun tam orta yerindeki dallı budaklı Karaağaç’ın altında bir iskemle vardı, o iskemleye yayılmış oturan F. Q.’ye yanaştı, kendi sırtındaki yeleği alıp onun sırtına bıraktı: “Soğuk olur, evladım, akşamüzeri buraların havasına pek güven olmaz” dedi.
Avlunun her tarafı, nereye baksan göz alabildiği kadar elma ağaçlarıydı, ama avlunun tam orta yerinde ne zamandan beri burada bitmiş olduğu bilinmeyen dallı budaklı, görkemli ve heybetli bir ağaç olan “Ufaklık” lakaplı Karaağaç’ın bir eşi ve benzeri yoktu. Behram Emmi bu devasa ağaca ta çocukluğundan beri “Ufaklık” diyerek seslenir, okşar severdi.
F. Q. buralara geldiğinden beri Ufaklığın altındaki kanepeyikendine sevimli bir mekân bellemişti. Bu kanepeaslında bir iskemle gibiydi, ama yaslanmak için tahtadan bir sırtlığı da vardı. Akşamları burada yayılmış otururken gün içinde ‘taş taşımasa da’ canına sinen tüm yorgunluk F. Q.’nin canından çıkıyordu. Ağacın altında sanki yeniden doğur, kendine gelir, dinçleşirdi. Demin sertleşen hava yüzünden (dağ tarafından artık esaslı bir serinlik gelmekteydi) F. Q. azacık üşüdüyse de kalkıp içeri gitmedi, şimdi de tam yerine denk geldi, Behram Emminin getirdiği kalın yelek tam isabet oldu, canı azacık ısındı.
“Ya sen?” yeleği sırtına oturtmaya uğraşırken sordu F. Q. kibarlık olsun diye, sesine birazcık içtenlik bile kattı ama… “Yapay oldu, ayıp ettim.”
“Bana bakma, ben bunun sıcağını da bilirim, soğuğunu da, zemherisini de. Beni hiç düşünme. Sen işine bak. Akşamdır, akşam sıcağına kanmamak lazım, hiç kanmamak lazım.” Behram Emminin duru, mavi gözlerinin dipleri yine aniden aydınlandı.
Behram Emmi başına rengârenk bir takke koymuştu; başını aşağı eğip F. Q.’ye mahrem ve içten bir tebessümle baktı ve avlunun öteki ucunda ağaçlar arasına bir şekilde sıkıştırılmış olan ayakyoluna doru giderek gözden kayboldu. Yine ama bu defa avlunun ayakyolu tarafında elma ağaçlarının arasından bir iki kere o yumuşak öksürük sesleri geldi. Bu öksürük sesine bir arı vızıltısı uçup gelip karışmadı mı karıştı. Bu arı vızıltısı beyin delen cinsten bir vızıltıydı, F. Q.’nin tüm dikkatini üzerine çekti. Kuşkusuz deminki arıydı; az önce başının üzerinde birkaç can sıkıcı tur atmıştı. Sanki başının üstünde böylesine cansiperane vızıldaya vızıldaya ona neyse çok önemli şeyler anlatmak istiyor gibiydi. Zira akşamın bu saatinde arı olmaması gerekirdi. Şaşırmış mı ne? Arı birkaç tur attıktan sonra “ıh”, uçup gitti, bir daha sesi duyulmadı. “Ya… Böyle pişman olursun. Ne sanıyordun, kalkıp seni mi kovalayacaktım hoplaya zıplaya. Hayır, bir daha hayır! Ben seni kovalamayacağım, öldürmeyeceğim. Ben senin dostunum.”
Behram Emmiler nesillikle (babası hariç, babası çobanmış) ne zamandan beridir bilinmez, hep arıcılık yapmış, belki yüz yıllardır arı beslemişlerdi. Behram kişinin ballarını ilçe merkezinden gelip alırlardı… Özel misafirler, makam sahibi kişiler için. Temizdi, şeffaftı, lezzetliydi, gerçek çiçek balıydı. Behram Emmi arıyı başka hiçbir şeyle yemlemezdi. Avlusundaki kovanlar (on beş veya yirmi kovan vardı) cümle kapısından girince sağ tarafta satranç haneleri biçiminde dizilmişlerdi. Bunu da F. Q.’ye Behram Emmi öğretti; arıdan korkma, onu kovalama, el kolunu oynatma, “sakin ol, senin dost olduğunu anlayacak, sessizce uçup gidecek.” Denedi, haklı olduğunu gördü. Kendi kendine şakayla “arıların dostu F. Q.” diye bir lakap taktı. Gün gelir de hayatımı yazarsam kitabın adını Arıların Dostu koyarım. Ama… Ya başkaları yazarsa benim hayatımı? Neden olmasın? Olabilir. Böyle bir kitap yazılırsa adı yine de Arıların Dostu olur. F. Q. mi? O da kim? Hangi F. Q.? Sonunda o yazıyı çözen adam mı? Hangi yazı mı? Kimsenin okuyamadığı o zor metni çözüp bilime kazandıran mı? Hangi metni, Çiçekli Yazı’yı mı? Olamaz! Yani o mu açtı Çiçekli Yazı’nın sırrını? O, o, elbette F. Q.’nin ta kendisi. Arıların Dostu. Kim olabilirdi ki F. Q.’den başka.
Çiçekli Yazıyla ilgili ümitlendirici (hatta fantastik) düşünceler ara ara gelip kalbine ve ruhuna hâkim kesildikçe, öte yandan sevgilisi Afak’la iki ay önceki konuşmalarının burukluğunu bilerekten unutmamaya, konuşmalarını tüm ayrıntılarına kadar teker teker ve de yeri oldu olmadı anımsamaya çalışıyor, hayalinde canlandırmaya gayret ediyordu; gerçi özel bir gayret göstermeğe de gerek yoktu, onsuz da hiçbir şey unutulmamıştı. Unutulmaya “aday” bir sözcük, bir cümlebelirdiğinde zorla, acıyla, hırsla onu engeller, o sözü, o ani jesti geri götürüp kendi zamanının içine yerleştirir, o anın yerini beyninde yeniden pekiştirir, kendine zulüm ederek bunu yapar ve sanki bundan gizli bir güç (belki de zevk) alırdı. Bir yandan kendine işkence ederek güç kaybeder, öte yandan yine kendine işkence ederek bir yerlerden güç alırdı. Hem de… Kendine bile itiraf etmeğe cesaret bulamayıp beyninden kovalamaya çalışsa da, meşakkat ve azap dolu bu anların kendisine içten içe bir haz (zevk!) vermediğini gönül rahatlığıyla söyleyemezdi. “Ama hayır, yetti artık! Bitirmek gerek bu komediyi, yetti be, çocuk değilim ben.”
Behram Emmi demin tırmandığı o patikayla aşağıya doğru ağır ağır geri döndü, artık tek kelime bile etmeden terasa çıkıp oradan eve girdi. Pencereden avluya ılık bir aydınlık süzüldü.
“Arıların Dostu” yayılıp oturduğu yerde baştan beri kıpırdamadan oturduğu gibi, halen de derin düşüncelere dalarak öylece oturmuştu. Tam da bu zaman sağ böğrünün uyuşmağa başladığını fark etti. Yerini rahatlamağa çalıştı. Rahatladı. “İyi ki bu yeleği giydim, adam akıllı soğudu hava.”
Karanlık yavaş yavaş bastırdı, akşam oldu. Civar evlerden, köy meydanındaki postane ve kahvehane taraflarından, yakın uzak yollardan tembel tembel koyun kuzuların melemesi ineklerin mandaların böğürtüleri duyulmaya başladı. Hayvanlar otlaktan biraz geç döndü bugün. Avlu kapılarında “teşrifat” düzeninde bekleşen kadınlar ile çocuklar gelen ineklere, koyunlara şefkatle isim isim sesleniyorlardı; havada uçuşan bu isimlere bazen toz toprak karışarak yakın uzak her şeyi görünmez kılıyor, sonra yavaş yavaş çekiliyordu. Süt sağmaya hazırlanan uzun etekli, rengârenk yazmalı kadınlar ellerinde kovalarla avlularda ortaya çıkıp boy göstermeğe başladılar. Köy derinden soluklanıp sabahın köründe başlayan bu uzun ve yorucu gün ile ebediyen vedalaşmaya hazırlanıyordu; yapılması gereken ufak tefek son işleri bitirebilenler bitirir, daha sonra da parmağını ağzına sokarak uykuya dalan çocuklar gibi yuvarlanıp ağır ağır çökmekte olan akşamın derinlerine gömülüyorlardı. Allı güllü bahçeler, avlular önce gümüşü bir renge boyanıyor, ardından teker teker karanlığa bürünüyorlardı. Bu aralıkta cırcır böceklerinin tekdüze sesinden başka hiçbir şey bu müthiş sessizliği sarsmıyordu. Aslına bakılırsa F. Q. tam da bu zamanı bekliyordu. Köy yaşamından aklında kalan, unutamayacağı bir şey olacaktıysa o da bu akşam vaktinin ta kendisi olacaktı ve bu saatin gerçek tacı da gökyüzünün ve gökyüzünde peş peşe peydahlanan yıldızların zifiri karanlık içinde bu kadar yakında, az kalsın başının tam üzerinde (elini uzatsaydı dokunabilirdi) yer edinmesi olacaktı. Zifiri karanlığın ışık topakları… “Bunlar (yıldızlar) insanlara nasıl da göz kırparak duruyorlar. Sanki cırcır böceklerinin o bezdirici sesi onları çekip bu kadar yakına getirmişti.”
Ama ne yazık ki F. Q. Karaağaç’ın altında otururken kafasını kaldırıp bu yekpare gökyüzünü göz dolusu seyredemiyordu; ağacın sanki ayaklanıp yürüyecek gibi duran dalları buna imkân vermiyordu. “Olaylar” ileride, dal budakların, sık yaprakların uzanamadığı, ulaşamadığı yerde cereyan etmekteydi; yıldızlar ise gökyüzü ile bir arada aşağıya doğru eğilip düzelip neredeyse köyün belli belirsiz görülebilen ücra bir noktasında, uzak tepelerin üstünde toprağa yapışmışlardı. Bu yıldızlar meclisinin yerleştiği noktayı F. Q. kendi kendine “Olayların Ufku” diye adlandırmıştı. Neden mi? Nedenini kendisi de bilemiyordu. F. Q. Olayların Ufkuna doğru baktıkça baktı (yıldızlar orada – gözlerden uzak bir yerde – sanki ayaklarını yeryüzüne basarak dolaşıyorlardı), göğüs dolusu soludu, havada uçuşan ince hafif elma kokusunu lezzetle ve de olanca gücüyle ciğerlerine çekti: “Neden ve niye insanlardan kenarda ne varsa hepsi bu muazzam uyum içinde var olabilir? Ya biz neden bu uyumun dışındayız, acaba neden kavuşamıyoruz ona?” Böylesine sırlı ve sinirbozucu sorular gelip beynine doldukça kalp çarpıntıları hızlanır, kanı kaynardı; az kalsın ki ruhuyla bedeninin ayrılmaz temasını hisseder ve en şaşılacak olan da şuydu ki bu durumlarda nereden geldiği anlaşılamayan bir acıma duygusu boğazını tıkamaya başlardı. Hatta bir keresinde gözlerinin şefkatten nemlendiğini fark etmiş ve bu F. Q.’ye gerçekten de garip görünmüştü. Ama boşuna… Bunda garip bir şey yoktu. Köye geleli iki ay (aslında iki ay altı gün) olmuştu, bu süre boyunca bir gerilim içinde sürekli çalışmış, hatta eziyet ve meşakkat içinde çalışmış, elinden gelen ve gelmeyen her şeyi yapmıştı ama buna rağmen Çiçekli yazının sırrına bir adım bile yaklaşamamıştı. Elbette bu durum F. Q.’nin huzurunu bozuyor, zaten gergin sinirlerini iyice geriyor, o da yeri geldi gelmedi sinirlenmekten (ama ses semir çıkarmadan, gerçi buna dayanmak daha zordu) kendini tutamıyordu. Kendi acıklı durumuna ayrıca kenar bir gözle de bakmaya alışık olduğundan, aslında kendinden habersiz gözünden çıkıp yanağına kayan gözyaşına şaşırmamamsı gerekirdi. Çok fazla övünerek girişmişti bu işe, şimdi bu da ödülü… Gözyaşı. “Ben ha… Gözümde yaş ha, öyle mi?”
Gözyaşı yalnızdı. Bu yalnız gözyaşı bir yandan çevrenin, kâinatınen uzak yıldızından ta Karaağaç’ın dalına takılarak yuvasına geç kalan ve sinir bozucu bir vızıltıyla başı üzerinde durmadan dönen arıya kadar tüm çevrenin muhteşem Uyum’u karşısında sözsüz ve aciz bir sitayişten doğduysa, öteki yandan da Çiçekli Yazı karşısında F. Q.’nin güçsüzlüğünü belgeliyordu. Bir damla gözyaşı– sitayiş ve acizliğin kavuştuğu nokta. “Hayır, bu sadece yazı ile ilgili değil, ben biliyorum, o cadının evladıdır bunun nedeni, odur, Afak’tır.”
Yalnız gözyaşını utangaç bir ifadeyle yanağından silerken, araba kullanarak köye ilk defa geldiği o “coşkulu” akşamı anımsadı. O zaman F. Q. Çiçekli Yazıyla ilgili öylesine bir coşku ve şevkle düşünmüştü ki… Bir ara hatta sanmıştı ki bu köyde hayatı kesinlikle baştan sona değiştirmelidir; unutulması gereken her ne varsa unutmalı, beynini, kalbini, ruhunu hep yazıyla, sadece Çiçekli Yazıyla doldurmalıdır. Düşünüyordu ki, bu gizemli yazıyı hemen şimdi şu an önüne getirseler, içine sığmayan, tüm varlığından aşıp taşan bir ilhamla okur (çözer); onu şehirden buraya gönderenlerin güvenini doğrultur. Önemli olan da budur; inam, güven. Başka hiçbir şey, hiçbir şey önemli değil. Öyle olmadı. Günler günleri kovaladı, ilhamı, coşkusu onu yavaş yavaş terk etti, yerine tereddüt, olasılık, korku gelip doldu içine, orasını kendine mesken belledi. Garip ama F. Q. zaman içinde korkunun yalnız kendisinden değil, onun ne zamansa gelebileceği düşüncesinden de korkmaya, ürküntü duymaya başladı. Afak’la parkta yaptıkları o konuşma ise hiçbir şekilde unutulmadı, unutulamadı. Neler demediler ki birbirlerine… Her sözü bir eşeye yükleseydin taşıyamazdı. “Aslında iyi oldu, canım ki ondan kurtuldu… Emip, emip kanımı içip bitirecekti beni, çok iyi oldu. Bana baksana ya, böyle de aşk mı olur; sevmem bile adam gibi değil. Hayır, yine hayır! Gitsin işine. Amaa… Bu nasıl olabilir ki? Hayatta olamaz. Doğruyu benim söylediğimi, onun (o!) ise bana yalan söylediğini kanıtlamazsam, ben daha ben olmam ki. Off… Bende akıl var mı ya? Yok, vallahi yok. Bitirdinse bitir bu meşakkati, bu işkenceyi, bitir F. Q. Bitirmezsen adam değilsin.”
Bir miktar zaman da böylesine üzücü düşünceler, can sıkıcı anılarla geçti. F. Q. havada dolaşan kokulardan başının yavaş yavaş döndüğünü hissetti. Masallarda misk amber derler ya, bu koku onun ta kendisiydi. Avluda elma kokusuna otların, dağa çıkan patika kenarında biten ufacık otların ve ne kadar yadırgasa da ancak köy ortamında özel bir “çekici” etkisi olan koyun kuzu ve sığır tezeğinin kokusu karışıyor, bunların tamamı bir arada onu mest ediyordu. Belki de sırf bu yüzden yavaş yavaş uykusu geldi. Ama şimdi burada bir şekerleme yapamaz. Hayır… Behram Emminin getirip onun sırtına bıraktığı kalın yelek galiba çevreyi saran soğuğa yenilmek niyetindedir. Bu durumda uyuyabilir. Burada uyumak demek hastalanmak demekti. Hastalanmak mı? Asla… Hastalanmak, üstelik de şimdi, kesinlikle yasaktı. Yasak! Olanca kuvvetini toparlaması gerek, olanca gücünü. Son hamleye hazırlanmalı, son olasılığı da denemelidir; ancak bundan sonra elinin arkasını yere vurabilir. “İnşallah, inşallah, böyle olmaz, inşallah olmaz.” Garip bir ruh hali içinde Karaağacı dal dal, düğüm düğüm gözden geçirdi. Çatık suratlı Karaağaç yaprak yaprak hışırdamağındaydı.
Behram Emmi yine terasa çıktı, bu kez ısrarla içeri çağırdı onu. “Eve girmesi uygun olur, bu saatte dışarıda oturulmaz artık; alacakaranlık vaktidir, her taraf ruhlarla şeytanla dolu, şeytana lanet demek gerek. Elbette lanet şeytana, lanet İblis’e ve onun tüm yardımcılarına vs.”
Behram Emmi bu kez F. Q.’ni yalnız çağırmakla yetinmedi, kapıyı açık bırakarak kendisi de terasta sabırla, göstere göstere onu bekledi. F. Q. sonunda elbette ki istemeye istemeye (sonuçta kişisel özgürlüğüne müdahale ediliyordu), bir süre daha Karaağaç’ın altında oturmak ve bu Mühteşem Uyum’a kavuşmasının, ama hayır, kavuşamamasının gizemini anlamak niyetindeydi. Evet, hem buna rağmen hem de istemeden oturduğu ve bir tarafını uyuşturan kanepenin üzerinden bir şekilde kalktı (bir tarafı gerçekten de tutulmuş, kup kuru kurumuştu), eve doğru adımladı. “Kurumuşsun, F. Q. kurumuşsun haberin yok.” Berham Emmi ve F. Q. eve girdiler, kapı kapandı. Avluda arı kovanlarından, başta Ufaklık ile elma ağaçlarından ve Abşeron bağlarındaki sayvanlarda asmalardan sallanan üzüm salkımlarına benzeyen yıldızların avluya gönderdiği yanıp sönen ışık topakları dışında bir şey kalmadı. “Asmalardan sallanan üzüm” ibaresi bağ evinde Afak ile beraber geçirdikleri son akşamı getirdi aklına.
“Sen kendinden başka kimseyi düşünmüyorsun.”
“Ben mi? Allahsızlık etme…”
“Sen. Sana söylemiştim, evden çıkarken telefon et diye. Dedim mi demedim mi?
“…”
“Dedim mi, demedim mi? Gözyaşı yanıt mı?”
“Hayır, yanıt değil… Biliyorsun ki…”
“Normal bir yanıtın yok çünkü.”
“Yok. Vallahi, aceleyle çıktım. Annem yüzünden acele ettim.”
“İşte! Görüyor musun? Yine o. Ben sana ne diyeyim daha? Diyorum, işte kendinden başka kimseyi…”
“Ben yoruldum, vallahi yoruldum.”
Allah’ım, öyle bir şey yap ki bu ayrılık gerçekten son ayrılık olsun, ne olur, öyle yap Allah’ım.”
Behram Emmi artık sofrayı düzmüş, çayı demlemişti. “En önemlisi çaydır. Sofranın yaraşıklısı, canımızın sağlığıdır çay, çaysız çok zor.” Bu adamın kendine özgü çay düzeni vardı. Behram Emmi çaysız Behram Emmi değildi. Nerde olursa olsun çayı mutlaka kendisi demleyecekti. Semaveri hep kaynardı. Bu işten özel bir keyif alırdı. Ayrıca Behram Emmi, yetmişe yaklaşan bu yaşlılık döneminde de hayli çalışkan bir insandı. Evin içinde, avluda, bahçede çalıştıkça çalışır, sürekli uğraşırdı arı kovanlarıyla, ekinlerle, tavuklarla, civcivlerle… Sözün kısası herişi kendisi yapmak isterdi. Başka birisine, hele hele bir misafire hiç müsaade etmezdi. İlk günlerde F. Q. bazı ufak tefek ev işlerinde ona yardım etmek istemişti; nereden baksan Behram Emmi ona evini açmış, aziz bir misafir olarak hizmet etmiş, her şeyine dikkat etmişti. Ama ne ilah etse de bu isteğini gerçekleştirememişti. Behram Emmi her defasında işi şakaya getirip onun çalışmasına imkân vermemiş, dikkatini başka bir yöne çekmişti. F. Q. neden sonra durumun farkına vardığında, Behram Emminin çok “ilginç” bir sorusunun peşinden giderek ciddi ciddi kitapları karıştırıp neyse bir sözü arayıp buluncaya kadar çay artık demlemeye bırakılmış, yemek kapları evin bir köşesindeki kare biçimli masanın üstünden toplanmış, masa temizlenmiş olur, bulaşıklar ise henüz yıkanmamış olsalar da nereye saklandıkları anlaşılmazdı… Behram Emmi arada bir fırsatını bulup onları da yıkamış ve kurulamış olabilirdi bile.
F. Q. birkaç böyle başarısız girişim karşısında sonunda niyetinden vazgeçti, Behram Emmiye teslim oldu. Yemek sonrasında artık ne gerçekten ne yalancıktan hiçbir şeye dokunmuyor, odadaki yegâne pencerenin önüne Behram emminin nerden getirip dayadığı belli olmayan yazı masasının (aslında bu da bir tür yemek masasıydı; onun şehirdeki ufak, kaba saba ama çok sayıda çekmece ve dolapları olan gerçek yazı masası bu “kütüğün” yanında ceylan gibi dururdu) arkasına geçiyor, kendi tabiriyle defter kitaplarını kurcalamaya başlardı.
“Ne yapıyorsun? Çalışıyor musun evladım?” Bir kere Behram emmi getirdiği çay bardağını kitap defter arasında yerleştirirken ona bu soruyu sormuş ve aldığı yanıta şaşırmıştı:
“Kurcalanıyorum.” F. Q. bu yanıtı vermişti (Dil ve Düşünce Enstitüsü’nde sıradan bir şakaydı bu).
“Ne yapıyorsun?”
“Kurcalanıyorum.”
* * *
Behram Emminin avlusu büyük bir avlu değildi ama küçük de değildi. Arı kovanları, elma ağaçları, tavuk ini, yalnızlığında sadık yoldaşı Bozlar’ın kulübesi. “Ufaklık” – büyük ve boylu poslu Karaağaç… Sanki henüz küçücük bir fideyken birisi kulağına fısıldamış ‘sen sıradan bir ağaç değilsin, sen ağaçlar ağacısın’ demiş, o da bu söze inanmıştı. Dal budağını vakur bir edayla (gelinler gibi) yanlara yayıp, gövdesini gururla (erkekler gibi) gökyüzüne yöneltmişti. Avlu üç taraftan (dördüncü taraf ise evin sırtını dayadığı yer, dağın – dev ayağının – eteği idi)çalı çırpıların, çakırdikenlerinin ve yabanenginarlarının (Behram Emmi bunlara ‘süngür’ diyordu) birbirine karışıp oluşturduğu doğal bir yeşil çitle çevrelenmişti. Dördüncü tarafta ise çite falan hiç gerek yoktu. Avlunun çevresinde çit adına olan ne varsa tamamı evi bir gökkuşağı gibi kucaklayarak iki koldan uzanıyor ve gelip dağa direnir, burada sonlanıyordu. Böylece gökkuşağının çevresi kapanıyor ve dikenli çitin ucu evin arkasına taşmıyordu.
Aslında bu çit yalnız hayvanlar veya kurt kuş için değildi. Çoban kalpağı gibi yassılanıp avlunun çitsiz tarafına –Venk dağınakısılan bu eve yaklaşmak isteyen kimse bu cangıl misali duvarı aşamazdı. Evin tam başı üzerindeki dağın canından kopan bir kaya parçası kuzgun gagası gibi uzanmış, aynen bir kuzgun gibi genişçe açtığı kanatlarıyla sanki evin güneşliğiydi, evi koruyordu; bu taraftan eve girmek isteyen kimsenin kendini kaya parçasından aşağı bırakması gerekirdi. Oysa kaya parçası iyice yüksekteydi, on veya on iki metre yükseklikten insan olan kes buna cesaret edemezdi, hiç vahşi bir hayvan da buradan aşağı atlayamazdı.
Kayanın altında Behram emminin tek katlı evi gerçekten de F. Q.’nin dediği gibi yassı bir çoban kalpağına benziyordu. Bu evin küçücük bir terası vardı. Terastan kapıyı açıp içeri girdiğinizde çok da küçük olmayan, hatta köy evleri için geniş sayılabilecek bir odaya girerdiniz, daha sonra bu odanın baş tarafındaki çifte kapılardan tek pencereli küçük yatak odalarına girilirdi. Bu odalarda birer karyola ve elbise dolabı vardı. Hafif bir akşam yemeği sonrasında kapıdan içeri girildiğinde avluya bakan sağ pencerenin yakınında titizlikle toplanmış yatak odasının (bu özel oda ancak misafirler içindi) kapısını iki ay altı gün önce Behram Emmi açmış ve elinde bavuluyla yorgunluktan ayakta zar zor durabilen F. Q.’ye babacan bir tavırla şunları söylemişti:
“Bak, oğlum, bu oda artık senindir. Dolapta gereken her şey var; nevresim, yorgan kılıfı… Başka da bir şey gerektirse söylersin. Kendini sıkma, kısıtlama. Her şeyin başı temizliktir. Bir şey istediğinde utanma sıkılma, söyle. De hadi, yol gelmiş yorulmuşsun; eşyalarını bırak, yatağa gir. Yarın sabah konuşuruz. Dinlen. Evet, neyi onun adı, o… Ayakyolu… Bahçededir, terastan inince sağa dön, patika seni oraya götürür. Işığı terastan yakılıp söndürülür.”
Çoban kalpağının terası uç kolon üzerindeydi; kolonlar tuğladan yapılmıştı. Terasın gagasından kolonların ön tarafına kadar oluklar uzanıyordu. Yağmur suları bu oluklarla akarak, evin arka tarafını ıslatmadan toprağa gitmeliydi. F. Q. evi görünce içinden onu “çoban kalpağı” diye adlandırdı, çok isabetli bir benzetmeydi ama bu küçücük teras Çoban kalpağının simetrisini bozuyordu; çünkü tepesindeki demir örtü bu kalpağın aslında gereksiz olan gagası gibiydi. Çoban kalpağı ve gaga… Üstelik azacık da kaymış bir gaga. Bu gaga yukarıdan bakıldığında uyumuş gibi duran o devin bacakları arasında bir ok gibi girmişti. Evin üzerinde dağın sivri bir kaya parçası gibi öne çıkan (belki de içeri giren) kuzgun gagası ile terasın bu eğiri büğrü demir gagası birbirinden boy ve gösteriş olarak ne kadar farklı olsalar da yine ikiz kardeşler gibiydiler. “Ayakyolunun ışığı terastan yakılır söndürülür.” Terasın bu devasa demir gagası ayakyoluna doğru giden patikanın başlangıcını (ilk adamını) ancak örtebiliyordu.
Çoban kalpağı sırtını arkadan kazmayla (sanki usturayla) düzgün biçimde yontulmuş, sağlam yekpare bir duvar gibi boy veren Venk dağına dayamıştı; belki bu yüzdendir ki görünüşünde bir rahatlık hatta laubalilik vardı. Başının üzerinde kanat açmış kuzgun kaya (Çiçekli Yazının bulunduğu mağara bu kuzgun gagasının tam karşısında, ortadan geçen patikanın sağ tarafındaydı) bu evin Venk dağının – o uyuyan devin – koruması altında olduğunun bir işareti gibiydi; herhalde böyle de yorumlamak mümkündü. F. Q.’yi adam akıllı şaşırtan şuydu ki, çevreye hâkim olan bu Muhteşem Uyum kendi dışına açık ve aşikâr anlam yüklü işaretler gönderiyordu. “Bütün bu düzen, bütün bu uyum, bu nizam bir işaret değil mi, elbette bir işarettir. Çiçekli Yazı da öyledir. Beni bu beladan kurtarabilse Çiçekli yazı kurtarabilir. Nasıl da kendi ayağımla gelip bu zulmün tam ortasında kaldım? Ah… Ah… Benim işim beladır, bela.” Bir duyan olsa sanırdı ki, Çiçekli Yazıyı kastediyor, ama hayır, bela Çiçekli yazı değildi. Belanın insanca bir adı vardı. Belanın adı Afak idi. Ilık, mülayim, temennasız aşkıyla ona azaptan (aslında bir iç huzurundan mı?) başka hiç ne vermeyen Afak.

Köye geldiği ilk akşam
Mübariz Efendiyle tanışlık
Akşamüzeri hava tam kararacakken muhtarlığa ancak yetişebildi. Araba hırlayarak (“hırp”) sesini hepten öylesine kesti ki sanki bu demir yığınından bir daha hiç ses çıkmayacaktı.
Tek katlı, az biraz da yamuk gibi görünen (aslında yapımına başlanırken okul binası olarak düşünülmüştü) muhtarlık binasının kapısında üzerine eski ama temiz bir kareli ceket giymiş, uzun burnu ve yüzü gözü ter içinde –yetmiş, yetmiş beş yaşlarında– bir adam durmuştu; sanki özellikle onu bekliyordu. Adam gürültüsü âlemi başına götüren bu garip arabadan çıkan F. Q.’yi meraklı bakışlarıyla inceleyip, eski dostlarmış gibi selamına bir hayli sıcaklıkla cevap verdi ve boynun terini mendille silerek tatlı tatlı konuştu:
“Merhaba, merhaba, hoş geldin? Galiba uzaktan geliyorsun? (“Şehirden geliyor”). İyi yetiştin, ben de şimdi çıkıp gidecektim. Geri dönelim. Gel, gel, bu taraftan gel.”
Mübariz Efendi (kapıda bekleyen bu adam elbette köyün muhtarı Mübariz Efendinin ta kendisiydi) yeniden – bu defa F. Q. ile beraber – bu tek katlı binanın koridorunda geriye doğru yürüyerek sağ taraftaki ikinci kapının önünde durdu. Az önce kilitlediği kapıyı açarıyla açtı ve önce ısrarla F. Q.’yi içeri (az kalsın iterek) soktu, sonra kendisi içeri girdi ve sokağa bakan tek pencere azacık açıp pencere önündeki masanın arkasına oturdu:
“Otur, böyle, buraya otur. Sıcağı görüyorsun, bu akşam çok sıcak var” dedi ve mendili yine yüzüne boğazına sürdü.
Bu sıcakta böylesine kalın bir ceket giyinen muhtar Mübariz Efendinin uzun burnundan, sağ ayağıyla hafiften aksamasından ve keskin, çok keskin bakışlarından başka akılda kalabilecek, hafızaya kazınabilecek bir özelliği yoktu herhalde. Evet, bir de ısrar etmeği seviyordu. Mübariz Efendi ilk bakışta bir miktar da gizemli bir kişiydi, gizem içindeydi.
F. Q. sandalyeyi alıp Mübariz Efendinin karşısına oturdu. Sandalye tam ortadaydı, sağda solda hiçbir şey yoktu, etrafın çıplak bir görüntüsü vardı, bu yüzden F. Q. Mübariz Efendinin karşısında bir sanık görüntüsü verdi.
“Hoş geldin.” Mübariz Efendi F. Q.’yi meraklı bakışlarla gözden geçirerek bir daha içtenlikle selamladı. “Ben Mübariz, köyün muhtarıyım, anlaşılan uzaktan geliyorsun, sana bir yardımım dokunabilir mi evladım?”
“Hoş bulduk, Mübariz… Hoca… Benim adım F. Q. Size Profesörden selam getirdim, bir de bu mektubu” diye F. Q. elindeki mektubu ona uzattı.
Mübariz Efendisanki daha bir canlandı, Profesörün adını duyunca bakışları biraz daha yumuşadı, F. Q.’ye neredeyse nevazişle bakmaya başladı. “Evet, o iş için gelmiş, bu da yazıyı okumaya gelmiş.” Yeni ilginç sohbetler, köy şehir dedikoduları, tarihe ve özellikle de eski tarihi köklere götüren tüneller, halkımızın gelenekleri ve bunların unutulma endişesi… Daha neler neler, sorular, sorular, tatlı tartışmalar, muhatapların kıyasıya sıkıştırılması… Ve sonunda elbette ki yine de merhametli Mübariz Efendinin içtenlikle sarf ettiği: “Sizin ne suçunuz var ki, sizin bir suçunuz yok” gibisinden hiçbir anlam ifade etmeyen sözler. Bütün bunların çok yakın bir gelecekte yaşanma ihtimali Mübariz Efendiyi kendisi de farkında olmadan heyecanlandırdı.
“Selam getiren de sağ olsun, selam gönderen de.” Elinde F. Q.’nin uzattığı mektubun orasını burasını bakışlarıyla inceleyen Mübariz Efendi aniden sert bakışlarını onun tam gözlerinin içine dikip durdu, deminki canlılığı nereye gitti, nasıl kaybolduysa bu defa gayet ciddi bir tavırla sordu:
“Yazıyı okumaya mı gönderdiler seni de? Çiçekli yazıyı diyorum, okumaya mı geldin?”
Genç adam: “Ne bileyim, bakalım, inşallah…” dercesine gülümsedi. Mübariz Efendi ise kafasını anlamlı biçimde sallayarak “eveet” diyerek ciddiyetini bozmadı ve mektubu açıp ağır ağır (dudaklarını sessizce oynatarak ve bir hayli ağırdan alarak) içinden okumaya başladı.
Yol yorgunluğu üzerinden atamayan F. Q. ise Mübariz Efendinin onu böyle (bilerekten mi acaba?) oyalamasının nedenlerini anlayabilmiş değildi. F. Q. Mübariz Efendiyi, Behram Emmiyi Profesörün sohbetlerinden biliyordu. Daha iki gün önce Profesör seyahatle ilgili son talimatlarını verdiğinde: “Mübariz ile Behram çok iyi insanlardır, onlar senin sıkıntı çekmene müsaade etmezler. Behram’ın evinde kalacaksın. (“Madem öyle bu adam ne bekliyor?”). Mağaraya en yakın ev onun evidir. Kendisi de dolu bir adamdır. (“Yeter, kalk ayağa gidelim”). Bu mektubu ise Mübariz Efendiye vereceksin. Ne problemin olsa onları ilgilendirir… Okumak yazmak ise senin işindir. Son ümit olarak artık sadece sen varsın. Bu son ümittir, bu defa da olmazsa… Bir çizik yukarıdan (üstten), bir çizik de aşağıdan (alttan) atacağız… Çiçekli yazının demek ki bizimle bir ilgisi yokmuş. Son ümit sensin, bunu iyice belle.”
Köyün muhtarı Mübariz Efendiye bu mektubu Dil ve Düşünce Enstitüsü başkanı, yıllar önce ordinaryüslüğe yükselen ve herkesin her zaman büyük bir sevgiyle “Profesör” hitap ettiği, modern Azerbaycan dilbilimine büyük katkılarda bulunmuş olan Mehmet Ali Hoca kendisi bizzat yazmıştı. Aslında bu mektup güven ifadesi gibi bir şeydi. Öyle bir dille yazılmıştı sanki tek bir kişiye değil köy halkının tamamına hitap ediyordu. Profesör, Mübariz Efendiye ve köy halkına genç bilim adamı F. Q.’nin büyük bir sorumluluk gerektiren önemli bir memleket meselesini halletmek için devlet tarafından görevlendirilmiş olduğunu anlatıyordu. Bu genç bilim adamının Çiçekli yazıyı deşifre (“deşifre?”) ederek okuması için köy halkının elinden geleni esirgememesi lazım. “Çok büyük bilim adamları genç araştırmacı F. Q.’ye çok güveniyor ve onun önerdiği deşifre (çözüm) yöntemini destekliyorlar.”Mübariz Efendi bu cümleye geldiğinde F. Q.’yi bakışlarıyla bir daha ama bu defa özel bir sempatiyle baştan ayağa süzdü. Profesör mektubunda neredeyse bu yöntemin öteki yöntemlerden farklarına yönelik bilimsel açıklamalar da yapmaktaydı (yine kaşları çatıldı Mübariz Efendinin). Son paragrafta ise arzu ve beklentilerini ifade etmişti. Çiçekli Yazının kesinlikle okunması gerekir, çünkü bu yazı halkımızın tarihiyle ilgili birçok karanlık hususları aydınlatabilir ve aydınlatmalıdır. Ne bileyim, bu defa bu iş nihayet sonlandırılmalıdır, daha önceki iki girişimin başarısızlığı bizi (burada ‘bizi’ derken Profesör kimleri kastediyordu; köy halkı da bu çerçeve içinde miydi yoksa sadece şehirdekiler mi söz konusuydu acaba), evet aynen böyle de yazmıştı: “Bizi…” Mübariz Efendi mırıldanıp bir az daha ciddileşti, kendini topladı: “Sorumlu olmak durumdayım.” Önceki girişimlerin ikisini de çok iyi anımsıyordu; o girişimler daha başından onun içine sinmemiş, uzman adı altında gelen kişilerden daha ilk andan itibaren sıdkı sıyrılmıştı Mübariz Efendinin. Şimdi de bu genç adam, bu F. Q. “Kendinden çok emin birisine benziyor.” Neyse, Profesör devam ediyordu: “İlk girişimlerin başarısızlığı bizi (!) yıldırmamalıdır; ülke kamuoyu bizden (yine bizden!) başarı bekliyor vs. Böyle işler, selametle kalın, sağlık, başarılar, yardımlar için önceden teşekkürler ve deBakü’ye uğradığında görüşebilmek dilekleri. Mektubun sonunda bu muhterem zatın imzasının altında irice ve gösterişli (ki kendi kullandığıyla hiç kıyaslanamazdı ve bu noktada Mübariz Efendi hafiften imrenmedi değil) bir mühür de basılmıştı. Mektuptaki içten ve sıcak ifadelerin onu okuyan kişiyi şaşırtmaması ve ciddiyetini törpülememesi, tam tersine sorumluluğunu kamçılaması için büyükçe yapmışlardı bu mührü.
Mübariz Efendi gizli bir haset duygusuyla mührün orasını burasını biraz daha inceledi, yuvarlağın etrafındaki karışık yazıları okumaya çalıştı ama olmadı, sonunda derin bir nefes alıp (içini-çekip): “Böyle” dedi, “Böyle işler.” Mübariz Efendi bu uzun mektuptan bu kısaca ibareyi telaffuz ederek, mektubu özenle büktü ve usturuplu bir şekilde masanın çekmecesine bıraktı. “Evet, böyle işler…Konu anlaşılmıştır. Profesör nasıl, iyi mi?” Mübariz Efendi aslında bir yanıt beklemeden sordu bu soruyu. Kafasında ise F. Q.’yi evine daha ilk günden götürse ve bir “sınav” yapsa mı (“bu nasıl yapacak, okuyabilecek mi acaba?) yoksa aynen mektupta yazıldığı gibi ta ilk günden götürüp Behram Emmiye teslim etse mi iyi olur sorusu dolaşmaktaydı.
“İyidir. Herkes iyidir, herkesin selamı var.” Bu defa F. Q. biraz sabırsızlanarak yanıtladı soruyu.
“Böyle… Sabırsızdır.” Sinirleri çelikten olan Mübariz Efendi sorularına rahat rahat devam etti: “Şehirde ne var ne yok? Şehir değişiyor mu, değişmiyor mu?” Daha sonra onu dikkatle gözden geçirip: “Sen hiç köy gördün mü?” diye sordu.
Mübariz Efendi deminden beri F. Q.’nin oturuşuna, yürüyüşüne, duruşuna dikkat ediyordu, sonunda sorusunu sordu. Dayanamadı: “Aklım bir şey almadı.”
“Şehirdir, işte. Yerinde duruyor, ne bir yere gidiyor, ne değişiyor.”
Esas soruya ise (Sen hiç köy gördün mü?) yanıt vermedi F. Q. “Hayır, bu adam hiç köy görmemiş, ilk defa geliyor. Dik kafalıdır, insanın gözünün içine bakıyor, kimseden sakınmaz, az biraz da, o ne canım basbayağı kibirlidir. Yetenekli genç araştırmacı.” Çok zor fark edilebilen alaylı bir gülümseme yanıt gibi gelip kondu muhtarın ince dudağının ucuna ve açıkça yalancı bir dinçlikle ama asık bir suratla yüzüne bakan F. Q.’ye bu “masum” sorusunu bir daha tekrarlamaya karar verdi:
“Diyorum bu zamana kadar hiç köyde bulundun mu?”
Mübariz Efendi F. Q.’nin “züppece” yanıtını (“Şehridir işte, yerinde duruyor”) sanki hiç duymadı, “genç araştırmacının” canının sıkılıp sıkılmadığı, yorgun olup olmadığı anlaşılan hiç umurunda değildi: “İşte, galiba afallamaya başladı bu yetenekli (!) genç bilim adamı.” Muhtar sorduğu soruya net bir yanıt alıncaya kadar el çeken birisine hiç mi hiç benzemiyordu. F. Q. memnuniyetsizlikle kafasını salladı, açıkça yakasını kurtarmak için:
“Bulundum, bulundum. Halk ağzından söz derleme çalışmalarına katıldım öğrenciyken… Halk deyimleri, özlü sözler, türküler… Her yerde farklı olur” dedi. Bir çırpıda söyledi.
“Çok iyi, çok güzel.” (Belki şimdilik bu kadar yeter). “Evet, o zaman senin işin o kadar da zor olmaz. Köy dediğin can sıkıcı bir yerdir.” Mübariz kişi sesinde gizli bir keder dikkatle F. Q.’ baktı.
“İş çok, can sıkıntısına imkân olmayacak.” (Sıkılmak ha?)
Bu sözlerden sonra yine morali bozuldu Mübariz Efendinin. Adamakıllı, nasıl derler, içi sıkıldı. Diyalog kurulamıyordu. “Kibirli çocuktur ama.” Bir şeyi kesinlikle anlayamıyordu; F. Q.’nin böylesine dik kafalılığı (gizliden gizliye de olsa), çalımı, bu kibir (daha doğru bir sözcük bulmak çok zordu, elbette ‘kibir’di bunun adı) neden moralini bozmaya başlamıştı? Beyninin derinlerinde acı veren (neden acı veren) bir duygu doğmaya başladığını hissediyordu. Kıskançlık duygusu. Çiçekli Yazıyı bu çocuğa mı kıskanıyor? Neden matem havasına bürünüyüordu? İçini, kalbini sanki bir kurt kemiriyordu. Nedeni ise bilinmiyordu. “Ruh konusunda Behram kendisi onu uyarır. Grek görürse. Bana ne?”
Serin bir esinti gelip doldu pencereden içeriye ve beraberinde ani bir ışık topağı da getirdi bu esinti. F. Q.’nin yüzü aydınlandı, ama çabucak da kayboldu bu aydınlık. F. Q. bir sigara aldı, kibriti yaktı ama sigarayı tutuşturmadı, kibrit çöpü parmakları arasında dolaşıp sonunda tamamen yanarak simsiyah kesildi.
“Bakarsın, olur ya.” İlk defa bu zaman F. Q.’nin aydınlanan yüzünü gizli gizli inceleyen Mübariz Efendinin içine doğdu… Bu çatık kaşlı genç Çiçekli yazıyı okuyabilir. İlk defa o an F. Q.’yi yazıyı okuyabilecek birisine benzetti; gözleri ışıl ışıl olup kibrit çöpünün yanmasını izlerken… “Bunun gibisi hırsından okur, vazgeçmez.” Aklından geçen bu düşünceden irkildi: “Ya sonra? Peki, sonra ne olacak?” Yazı okunduktan sonra biz kime lazımız ki? Ama bak şimdi ne biçim mektuplar döşeniyorlar?”
“Behram Emminin evi hangi tarafta, birsi gösterseydi.” F. Q. yanıp bitmiş kibrit çöpünü çöp kutusuna fırlattı, sigarayı yeniden pakete yerleştirdi ve sohbeti bitirmeyi denedi. Yol yorgunluğu yavaş yavaş hissettiriyordu kendini. “Bir avuç su vurabilseydim yüzüme”
“Acelen mi var?” (Çok da sabırsızdır). “Acele etme, kendim götüreceğim seni.” Hâlâ tüm varlığıyla kendini sevinmeğe zorlayamayan Mübariz Efendi (bir şeyler canını sıkıyor, sıkıyor gerçekten) aniden pencereye bakıp ayağa kalktı: “Profesör sana her türlü yardım etmemizi istiyor. Boynumuzun borcudur. Hadi gidelim.”
Bunu duyunca içtenlikle konuştu F. Q., içtenlikle:
“Sağ olun, çok sağ olun” dedi, Mübariz Efendi ayağa kalkınca kendisi de kalktı ve böylece Mübariz Efendinin odadan dışarı çıkmak kararını kesinleştirdi. “Bir de bakarsın kararını değiştirir. Hiç halim yok şimdi seninle uzun uzun konuşmaya. Tüm sorularına yanıt vermeğe vallahi halim yok.”
* * *
Mübariz Efendi ve peşinden de F. Q. muhtarlığın küçücük bahçesine çıktılar. Hava daha tam olarak kararmamıştı. Mübariz Efendi önce F. Q.’nin ön tekerleklerini yaşlı Karaağaç kütüğüne dayayıp duruyormuş gibi görünen yamuk yumuk eski arabasına gözünün ucuyla bakarak: “Bu ne ya, yani şehirden buraya kadar gerçekten kendimi gelmiş?” dedi içinden.
“Onu bırak, orada park yeri yok. Yayan gideceğiz.”
“Olur.” F. Q. öğretmeninin sözünden dışarı çıkmayan disiplinli bir öğrenci gibi arabanın arka kapısını açtı, arka koltuktaki yeşil bavulu aldı, arabanın camlarını kapattı, “alalı”nın kendi içine kapandığına emin olduktan sonra:
“Ben hazır” dedi, çantayı sol omzuna taktı (ağır olduğunu fark edince sağ omzuna aldı) usluca bekledi… Nasıl olsa Mübariz Efendi aksakallıdır, öne geçsin, yola koyulsun, o da arkadan takip etsin diye düşündü.
Onu çaktırmadan gözetleyen Mübariz Efendi ayağını hafiften sürükleyerek yola koyuldu. Yol önce Kehrizli ark boyunca uzayıp gidiyordu; sonra azacık sola dönecek ve gidip çıkacaktılar Venk dağının tam eteğine kadar uzanan köy yoluna. Mübariz Efendi şaşkındı. Konuşmak hevesi yol giderken kendiliğinden uçup kaybolmuştu, öteki yandan susmayı da doğru bulmuyordu. Açık kalpli tüm köylüler gibi, beraber yol giden iki kişinin, hele bunlardan birisi buralarayabancıysa, misafirse, yol giderken kesinlikle konuşmaları gerektiğini düşünüyordu. Yine cebinden mendil çıkarıp boynunun terini sildi, boğazını temizleyip, eliyle köyün bu noktasından bakıldığında çok da korkunç görünmeyen (devler kaybolmuştu, havaya karışmıştı) Venk dağını gösterdi, kısa kesti:
“Behram’ın evi dağın tam eteğindedir. Daha yolumuz var.”
F. Q. konuşmadı. Yolu geçip Kehrizli arka doğru gittiler. Yol boyunca bilerekten F. Q.’nin yüzüne bakmayan (neden, niçin?) Mü-bariz Efendi konuşmak hatırına deminki konuyu devam ettirdi:
“Bu yazıyı diyorum, yani bunu okumak o kadar mı önemli? Sen üçüncü kişisin gönderdikleri, seninle üç oldu. Demek ki önemlidir” diye Mübariz Efendi kendi sorusunu kendisi yanıtladı. (“Profesör boşuna telaşlanmaz”). “Yani sizin oralarda başka önemli işleriniz yok mu?” Mübariz Efendi dupduru, gökyüzü rengindeki gözlerinin dibinde kurnaz ve yapay bir saflık, ama yine aynı ısrarlı tavırla başını dönüp F. Q.’nin yüzüne baktı. Uzun burnunun ucunda ter damlaları teker teker sıralanıp duruyordu.
Yorgun, aç ve susuz F. Q. kendi de anlamadı neden ağzından tam da şu sözlerin döküldüğünü:
“Öyle görünüyor.”
Mübariz Efendi F. Q.’nin “öyle görünüyor” sözlerini aslında kendisinin henüz dile getirmediği soruya bir yanıt olarak kabul etti ve o an gerçekten şaşırdı. “Benim düşüncelerimi okuyor. Boşuna göndermemişler. İçime doğmuştu, bununki ilahi vergidir.” Bu defa boynunun arkasını mendille değil, eliyle sildi, sonra hafiften sıvazladı.
Kehrizli yol ile biraz daha yürüyüp sola döndüler. Artık bu yol doğrudan Behram Emminin evine (Venk dağının eteğine) gidiyordu. Kehrizli yol üzerinde bulunan ve altından suların sessiz sakin akıp gittiği küçük köprüden geçtiler. Sol tarafta, kehrizin kenarında iki ufak ve zayıf kız çocuğu, üzerlerinde allı güllü geniş etekleriyle birbirinden üç dört metre uzakta, her biri de önüne bir yığın bulaşık koyup onları kehrizin sularında yıkamaya hazırlanıyorlardı. Bu zayıf kız çocukları kardeş gibi birbirlerine benziyorlardı; ikisi de kara kuru, saçları dağınık, çıplak ayakları kirli çamurlu… Bu kızlar on, on iki yaştan fazla değillerdi. Anlaşılan bu “kardeşler” küstüler. Ark boyunca birbirinden yeterince uzakta her birisi kendi bulaşıklarını önüne dağ gibi yığmıştı. Biri diğerine bakmak bile istemiyor, yüzlerini ters yöne tutmaya gayret ediyor ve ortalıkta görünmeyen “üçüncü” kişi aracılığıyla konuşmaya çalışıyorlardı: Güya bu “üçüncü kişi” bunların hırslıöfkeli sözlerini birinden alıp ötekisine aktarmalıydı. Onların bu öfkeli konuşmaları F. Q.’ne çok ilginç ve komik geldi.
“Ona deyin, bulaşıklarını alsın hemen gitsin. Burası benim yerimdir, yoksa…”
Öteki kızın hiç umurunda olmadı bu tehdit:
“Ona deyin, bulaşıklarım ne zaman biter o zaman da giderim. Yer kimsenin değil. Yerin adı yok.”
Küs kızlar hırsla ark suyuna basıp yıkamaya başladılar bulaşıklarını. F. Q. ki dilbilimciydi, onun dikkatini bu “yerin adı yok” sözü çekti ve bu tartışmanın devamını da dinleyebilmek için adımlarını yavaşlattı. Bu kızların birbiriyle böylesine tavır koyarak konuşmalarının bir nedeni olduğu açıktı; bunlar kesinlikle ya komşu idiler ya da aynı sınıfta okuyorlardı, ama arkadaş oldukları kuşkusuzdu. “Vay, vay, bunlara bir bak” F. Q.’nin dudak uçlarında bir gülümseme göründü. Mübariz Efendi kendi içine dalmış çevreye aldırmadan gidiyordu, kızlar umurunda bile değildi. Aslında onlar da kızların umurlarında değildi, zira kızlar fena halde birbirlerine takmışlardı. Bu tartışmanın sonunu köprüden artık iyice uzaklaşmış olan F. Q. kulağının ucuyla belli belirsiz işitebildi:
“Kim ilk geldiyse yer onundur. Yerin adı yok. Ona deyin ki yer gök yıkılsa da ben Ahmet’i unutacak değilim.”
“Ona deyin ki yer gök yıkılsabile ben de Ahmet’i unutacak değilim. Bir de ona deyin ki benim işim acildir, bu akşam Cebbar öğretmen bize misafir gelecek. “Cebbar Öğretmen” adı özel bir iftihar ve gururla seslendi. “Anlaşıldı. Bunlar Ahmet her kimse onu paylaşamamışlar.”
“Ona deyin ki benim işim daha acildir. Babam bu akşam yemeğini evde bizimle beraber yiyecek.”
Ark kenarındaki kızların ve yıkanan bulaşıkların hırslı ve şakırtılı sesleri artık işitilmez oldu. Yanından geçtikleri bahçede bir ağaçta iki serçe hasretle birbirine kısılıp öylece kalmışlardı, bu defa onların ötüşü kızların sesinin yerine geçti. Serçelerin sesine neredense gelen sığır böğürtüleri karıştı. Köpekler geri kalır mı “ses verip” bir iki ağız havladılar. Artık karanlık hızla çökmeye başlamıştı. F. Q. deminki allı güllü geniş etekli kızın söylediği “yerin adı yok” sözünü beyninde çekiştire çekiştire: “Yerin adı var mı yok mu? Mekânın adı o mekânı anlamak bağlamında bize ne verir?” sorusuna dönüştürmedi mi dönüştürdü ve yanı başında ayağını çekerek yürüyen, mendilini cebine koymadan sık sık yüzünün, boynunun terini silen Mübariz Efendiyi aniden ve kesinlikle unutarak ta Behram Emminin evine kadar kafasında bu soruyla (“ne alaka?) boğuşa boğuşa gitti. Mübariz Efendi yanında Karadeniz’de gemileri batmış gibi suratını asmış yürüyen F. Q.’ye alttan alta dikkat ediyor, olası kuşkulara son vermek istiyordu, ama içine doğmuştu: “Bu okuyacak.”
* * *
Behram Emminin köyün yukarı başında arkasını Venk dağına dayamış evini görünce F. Q. ona içinden“çoban kalpağı” adını taktı. Yatmış devin karnı altında bir “çoban kalpağı”. “Kızcağız haklı değilmiş, yerin adı var; en azından bir adı olmalıdır, yoksa o yer, yer değil.” Mübariz Efendi başıyla (belki de uzun burnuyla) evi gösterdi, soluklanıp durdu. F. Q.’yi dürttü. Bavulunu artık uyuşmuş olan sağ omzundan eline alan F. Q. yol arkadaşının “çoban kalpağına” gizli bir kıskançlıkla baktığını sandı.
“İşte avlu, kendisi de avludadır.”
Eve yaklaşıp dikenli çitin ortasında bulunan ama bu çitten pek de seçilmeyen kapıyı Mübariz Efendi açmak istediğinde kapı aniden ve kendiliğinden açıldı. F. Q. şaşırmaya zaman bile bulamadı, kapının öteki tarafında kafasında (tam tepesinin ortasında) alalı bir takke, üzerinde uzun kollu kare desenli gömlek olan, uzun boylu yaşlı bir adam göründü. Bir hayli munis ve halim ifadeli yüzü vardı, sesi de halim yüzüyle tam bir uyum içindeydi. Bu adam onları bekliyordu.
“Ya, siz hoş geldiniz. Buyurun. Geçin, geçin.”
Başında takke, sırtında kürk bir yelek, beyaz sakalını kaşıya kaşıya Behram Emmi bir kenara çekilip misafirleri avluya aldı. “Şehirden gelmişe benzedi.”
Mübariz Efendi zor fark edilen bir babacanlıkla F. Q.’yi bir kolu ile az kalsın zorla kucaklayarak kendinden önce avluya soktu. Behram Emmi kapıyı kapattı, sürgüsünü çekti ve o an kapı yeniden dikenli çitin bir parçası haline geldi. Avlunun ortasında büyük bir ağacın (Karaağaç’ın) altında geniş bir kanepeye benzeyen, zaten kanepe olarak kullanılan, yarı yuvarlak bir iskemle, karşısında düz kare bir tahta masa vardı. Behram Emmi konuklarını tam ağacın altına buyur etti.
“Gel evlat, geç otur. Mübariz, geç, buraya geç. Oturun, oturun. Ben şimdi…”
Behram Emminin sesindeki nevazişi akşamüzeri Venk dağının bu avluya “özel olarak” gönderdiği serin esinti gibi hissetmemek mümkün değildi. Sonralar F. Q. dikkat edip gördü, Behram Emmi ciddiyken de mavi gözlerinin dibindeki nurlu tebessüm hiç eksik olmuyordu; gözlerinin dibinde sanki çırayanıyordu.
Artık her yan karanlıktı. Evin ışığı zayıf olsa da Karaağacın altına kadar aydınlatıyordu. İki dakika oldu ya da olmadı, Behram kişi elinde servis tabağı (sini), tabağın içinde (sinide) çay bardakları evden dışarı çıktı. Terasta kaynayan semaverden (“Semaveri ne zaman ateşledi?”) demliye su aldı, “şimdi, hemen, hemen” diye mırıldanarak getirip “Ufaklık” diye ad taktığı bu kocaman (azman) ağacın altındaki düz kare biçimli masanın üzerine bıraktı tabağı (siniyi).
Tam iki yıl önce, kendisi azacık şaşırıp kalsa da köy içinde gururlanarak dolaşan Behram Emminin evi de bahçesi de Dil ve Tefekkür Enstitüsü çalışanları tarafından “istila” edilip asıl “askeri karargâh” haline gelmişti. Venk dağının tam göbeğinde, yüz yıllardan beri dağı bir kuşak gibi saran, ömür boyu üzerine basıp geçtikleri patikanın sağ tarafında (sol taraftaki kaya parçası Behram Emminin evinin üzerine uzanan o kuzgun gagası idi) bir mağara bulunmuştu. Mağaranın içinde dört duvar boyunca garip işaretler görmüş ve elbette ki bu işaretler konusunda gereken yerlere bilgiler iletilmişti. Bu bilgiler dönüp dolanıp sonunda Dil ve Tefekkür Enstitüsüne kadar ulaştı.
Önce Enstitüden birkaç kişi geldi. Mağaraya yakın olması nedeniyle (mağaraya ilk giren kişi de bir başkası değil ta kendisiydi) Behram Emminin evine yerleştiler. İşini gücünü bir günlüğüne bırakan Profesör de kalkıp şehirden buraya gelmişti. İşte o zaman görecektin Behram Emminin gururunu ve Mübariz Efendinin suratının mosmor oluşunu. Ne kadar ısrar etse de Profesör hangi stratejik (bizzat kendisinin kullandığı sözdü– stratejik) gerekçeler yüzündense Behram Emminin avlusundan dışarı çıkmamıştı (belki Behram Emminin yalnızlığı, bu kadar konuksever oluşu hoşuna gitmişti, belki başka bir sebep vardı… Kim bilir?). Profesörün bu kişiye rağbeti açıkça ortadaydı, gece yarısından sonraya kadar devam eden sohbet sırasında ona içini açarak şöyle demişti:
“Behram, bu yazının okunması çok önemlidir, bunu sana diyorum çünkü görüyorum sen beni anlıyorsun; neyin pahasına olursa olsun onu okumamız lazım… İnan bana bunun için hayatımı bile veririm.”
Behram Profesörün bu azmine hayran kalmıştı, bu hayranlık yüzünde, gözünde, hareketlerinde, sözlerinde açıkça görülür, hissedilirdi. Behram’ın Venk dağıyla ilgili anılarını ilgiyle dinleyen Profesör “bu adam asıl sır dağarcığıdır” diye düşünmekten kendini alamıyordu. O geceden sonra Behram’a özel bir saygı göstermeğe başladı, köydeki tüm işlerini onun vasıtasıyla ve yardımlarıyla yapmaya karar verdi. Mağaraya yazıyı incelemek için gelenler Profesörün yönlendirmesiyle doğrudan Behram Emminin evine gelmeğe başladılar. İlk konuklar da Behramlarda kaldılar ve mağaradaki yazıların resimlerini çektikten sonra (bu resimler onların üzerinde başka koşullarda, masabaşında, misal şehirdeki Enstitüde çalışabilmek içindi) şehre geri dönünce Behram Emmi avludaki Bozlar adlı köpeğini gizemli bir tavırla alıp mağaranın içinde bir köşeye bağlamıştı zincirle. “Fazla giren çıkan olmasın.”
Behram Emmi gayet iyi anımsıyor; ilk defa köye gelip bu yazıların kopyasını çıkarırken evinde misafir olan yaşlı ve asık suratlı bir hoca vardı, ona (Cafer Hoca’ya) sabahleyin durup dururken dedi ki, bu desenler sanki çiçektir, çiçek leçekleridir, bu yazı aynen çiçeğe benziyor. Gerçekten de öyleydi. Görünce içinden tam da şunu söylemişti: “Aynen çiçektir bunlar, çiçekli yazıdır bu.” O zaman asık suratlı Cafer Hoca bir söz söylememiş, sanki Behram Emminin dediklerini duymamıştı. Sonradan Enstitü çalışanlarından olduğu bilinen ama kimliği kesin olarak tespit edilemeyen birisinin sözüyle herkes bu yazıyı Çiçekli Yazı olarak adlandırmaya başladı. Önce çok kişi bu yazının isim babalığı iddiasında oldu ama bir şey çıkmadı, çünkü bu ad yavaş yavaş Profesörle ilintilenmeğe başladı. Bundan memnun kalan Profesör ne “evet” ne de “hayır” dedi. Ama suskunluk zaman içinde o kadar anlamlı oldu ki, Enstitü mensupları yavaş yavaş “bu kadar güzel bir adı bu adam koymayıp da kim koyacaktı” gibisinden bir düşünceyle “biat etti” ve böylece Profesör bu yazının isim babası oldu. Aslında Behram Emmi de bunu Profesör köyden ayrıldığında bavuluna koyduğu çiçek bal gibi helallik ve açık yüreklilikle kabul etti.
Yazının adı gerçekten cuk diye oturmuştu, yazıdaki (bunu yazının kopyasını çıkaranlar söylüyordu)işaretler, gerçekten de çiçek leçeklerini anımsatıyordu; her işaret bir leçekti. (Behram Emmi bu adı nereden bulmuştu, kendisi de anlamıyordu). Leçeklerin sayı değişiyor, çiçeklerin uzunluğu kısalığı, inceliği kalınlığı değişiyordu, ama yine de her işaret bir çiçekti, başka bir şey değildi… Zaman zaman çok ağır kokular salgılayan mağaranın pürüzlü, girintili çıkıntılı taş duvarına boydan boya kazınmış renksiz birer çiçekti, uzunca bir çiçek çelengiydi.
Şehirde ise olaylar hızla gelişmekteydi.
Gizemli Çiçekli Yazıyı okuma işine ilk başta Enstitünün bu işe heves eden tüm çalışanları aynı zamanda girişti. Bu çok sessiz, gürültüsüz, bazen gizli, sanki kendiliğinden gelişen bir süreçti; araştırmalara komşu Enstitülerin aksakallı ve karasakallı mensupları da katıldı. Tarih Enstitüsü ile Arkeoloji Enstitüleri ise özel bir gayret sarf etmekteydiler. Konuyla ilgili gelişmeler arapsaçına dönmüştü.” Her kafadan bir ses çıkıyordu. Sonunda Profesör bu gürültüden, bu dedikodulardan yorulunca bir karar aldı; Çiçekli Yazıyı ayrı ayrılıkta değil herkes bir arada ortak bir gayret ve irade sergileyerek okumalıdır. (Böyle bir kararı alma hakkı vardı, çünkü Çiçekli Yazıyla ilgili ilk bilgiler ona rapor edilmişti; buradan da Çiçekli Yazıyı öncelikle Dil ve Düşünce Enstitüsü’nün bulduğu yönünde bir sonuç çıkmaktaydı).
Başka bir çıkar yolları kalmadığı için tarihçiler bu öneriyi kabul ettiler ve bir de ek öneri getirdiler. Bu ek öneriyi ilk başta olmasa da sonunda profesör de (herhalde daha önceki iki okuma girişiminin başarısız olması onun pozisyonunu sarsmıştı) kabul etmek durumunda kaldı. Ek öneri şöyle özetlenebilirdi; Yazıyı okuma hakkını elde edebilmek için iddia sahibinin önerdiği yöntem adı geçen enstitülerin (Yazma Eserler Enstitüsü az kalsın unutulmuştu, oysa onlar da işin içindeydi) Birleşik Bilim Kurulu’na sunulacaktı. En fazla takdir alan ve kabul gören önerinin sahibi ancak böyle bir tartışma sonrasında ortak bir karar çerçevesinde yazıyı yerinde incelemek (kopya çıkarılırken bazı yanlışlar yapılmış olabileceği söz konusuydu) ve okuma çalışmalarını yapabilmek için köye gönderilecekti. Kendi geliştirdiği yöntemi konusunda Bilim Kurulunda çok kişi sunum yaptı. Birleşik Bilim Kurulu toplantıları enstitü başkanlarının katılımıyla yapıldı. Sunum ve tartışmalar gerilimli (ilgi, merak, hırs, sertlik vs.) geçti. Her iddiacı kesin kazanmak ümidi olmasa da, en azından “kendini göstermek”, bilim ideallerine “çıkar gütmeden” hizmet ettiğini bir daha sergilemek için elinden geleni yaptı. Bu tartışmalar sonrasında son söz ise hep Profesör tarafından söylendi. Profesörün özel bir sempatiyle yanaştığı, “Çiçekli Yazı tanımlamasını ilk defa Profesörden duydum” sözünün sahibi F. Q.’yi içtenlikle ve özel bir gayretle desteklemesi, Bilim Kurulu üyelerinin de uzun tartışmalar ve danışmalar sonrasında onu seçmelerine neden oldu. F. Q.’nin önerdiği yöntem aslında çok sadeydi (hatta ‘basit’ bile denebilirdi) ve şöyle özetlenebilirdi; incelemeleri bilinen tüm yazı sistemlerinden yalıtarak Çiçekli Yazının kendi kodlarını, kendine özgü iç düzenini bulmak gerekirdi. Diğer çözümleri önerenler ise günümüzde var olan ya da artık ölüp gitmiş yazı tiplerinden hareket etmeği önermekteydiler. Bu tür bir yaklaşımı kabul etmedi F. Q. Anahtar sözcüğü arayıp bulmak… F. Q.’nin önerdiği çözüm yönteminin özü bundan ibaretti. Ne Latin, ne Pehlevi, ne de eski Türk işaretlerinden yardım almadan bu kendine özgü yazı örneğini çözebilmek F. Q.’ye göre mümkündü ve hatta tek çareydi. F. Q.’nin önerdiği ve Profesörün fedakârca savunduğu yöntem birçok tartışmalar (özellikle tarihçiler ki kendi ideolojik önderleri, beyazlamış kaşlarının yukarıya doğru kalkık uçlarıyla aslanları anımsatan ve sert mizacıyla bilinen Ordinaryüs Profesör Aslanzde’nin bazen gizli bazen açık direnişine rağmen onlar oy birliğiyle Pehlevi yazısına öncelik tanımaktaydılar) sonrasında yavaş yavaş herkesin ilgisini çekmeğe başladı. Bu büyük bir başarıydı. O andan itibaren mesai arkadaşları, hatta öteki enstitülerden tanıdık ve tanımadık meslektaşlar ona gizli bir gıpta duygusu karışık sempatiyle (kimi yapay kimi gerçek) bakmaya başladılar. Geleceğin bilim adamı olarak kariyerinin temeli böyle atılıyordu. Böylece saygın enstitülerin birisinde Bilim Kurulu onun yöntemiyle ilgili kararını (Aslanzade’nin deyimiyle “çaresiz kalarak”) verdikten ve F. Q. de büyük bir coşkuyla tebrikleri kabul ettikten sonra bu genç araştırmacı büyük bir hevesle Venk dağının eteğindeki köye gitmek için hazırlıklara başladı.
“Ne alaka? Bu Bilim Kurulu konusu da nereden geldi aklıma?” F. Q. Behram Emminin masaya koyduğu peynirden bir miktar lavaşın arasına alıp dürüm yaptı, çayını yudumlayarak onun mavi, gülüş saçan gözlerine baktı ve aslında ne söylediğini işitmeden tahmin ettiği sorusuna böyle yanıt verdi:
“Bilemiyorum. Ama hayır, çok zor.”
Kalbi neredeyse duracaktı Mübariz Efendinin, yine yerinde kıvrandı, dikkatle F. Q.’ye baktı; gerekirse buracıkta içtenlikle ant içebilirdi ki F. Q. Behram’ın sorusunu duymamıştı. Ama verdiği yanıt (az önce muhtarlıkta olduğu gibi) tam yerine denk gelmişti. Şaşkınlığını asla hissettirmemeğe çalışan Mübariz Efendi elindeki çay bardağını özel bir itinayla masaya bıraktı. Behram Emmi ise çayını keyifle yudumlayarak F. Q.’ye şunu sormuştu:
“Bu işin peşinden köye senden başka da gelen olacak mı yoksa sen yalnız mı olacaksın evladım?”
“Bilemiyorum. Ama çok zor.”
Soruyu soran ses çok uzaktan, derin bir vadinin dibinden geldi. Sorunun gerçek anlamını ise Behram Emminin gözlerinin dibindeki tebessüm açıkladı. Bu tebessümü ilk gördüğü andan beri onun “esiri” olan F. Q. önce tebessümün bu kişiye ait olmadığını düşündü, kimdense (başka birisinden) borç almış, ama buna çok da takılmadı (“nedir ne değildir, kimindir, kimin değildir – önemlisi şu ki içtendir”). F. Q. bu güzel tebessüme karışık bir tebessümle karşılık verdi; yani gülümsüyor mu sırıtıyor mu pek anlaşılamadı. Kendi suratı F. Q.’ye böyle oyunlar oynardı zaman zaman. “Genç araştırmacı” Mübariz Efendinin titremeğe başlayan ellerine bakarak (bu adamı hiç beğenmedi; “insanın yüzüne bakmıyor”) onun durumunu fark edince gizli bir keyif almadı değil: “Evet, Mübariz Efendi iyice afallamış.” Afallayan Mübariz Efendi ise tam da şu an buracıkta F. Q. ile Behram arasında bir “gönül anlaşması” yapıldığını hissetti ve Mübariz Efendi böylece F. Q.’yi “kaybetti”.
“Okuyamaz inşallah.”
“Hayır okuyacak.”
* * *
Behram Emmi mağarayı bayağı özelleştirmişti; fiili durumu böyle de değerlendirmek mümkündü. Bozları alıp mağaraya zincirlemesi (Çiçekli Yazının işaretlerini mi koruyacaktı?) aslında kem gözlere yönelik sert bir mesajdı. Mesajın görünmeyen yanı ile bir işimiz yok, görünen yanı ise şu anlamı ifade ediyordu: “Mağara ben olmadan girilmez. Mağara ile şehirden gelenler arasında aracı benim. Mağara ile kimsenin işi olamaz, mağara benliktir.” Ama insaflı olmak lazım, eğri oturup doğru konuşalım, Behram Emminin böyle davranmaya hakkı vardı, zira mağarayı bulan da aslında Behram Emminin (daha doğrusu Bozlar’ın) ta kendisiydi. Önünde köpeği dolambaçlı bir patikayı takip ederek komşu Kamışlı köyüne giderken (köpek için sakatat alacaktı, Kamışlıda mal kesmişlerdi) Çoban Kalpağının tam tepe noktasına gölge salan Kuzgun Gagasına geldiklerinde köpek tuhaf bir sesle sızlanmaya başladı, bir adım bile ileri gitmek istemedi. “Acaba kurt mu var nedir?” diye Behram Emmi hep yanında taşıdığı Alman bıçağını (Eryen onu savaştan döndüğünde getirmiş ve Behram Emmiye hediye etmişti) çıkarıp açtı, ama Bozlar yerleri koklaya koklaya aniden patikanın sağ tarafına çalılıkların bastığı zar zor fark edilen bir kaya parçasının önüne doğru zıpladı. Hayvan arka ayakları üzerine kalkıp ön ayaklarıyla kayanın altındaki deliği kapamış çalılıkları inatla eşmeğe başladı. Köpeğin sakince mırıldandığını fark eden Behram Emmi meselenin kurtla bir ilgisi olmadığını anladı, bıçağını büküp cebine soktu. Yakına gelip çalılıkların arasını dikkatle inceledi ve kaşları çatıldı. Aman Allah’ım defalarca yanından (sadece kendinin değil, tüm köy halkının ve bu arada Bozlar’ın da) o taraf bu tarafa geçip gittiği bu çalılıkların arkasına saklanan bir şey ona “gel, gel” dedi. Bu sert dikenli çalılıkları elleriyle bir şekilde aralayıp birdenbire ortaya çıkan kapı büyüklüğünde, evet, küçük bir kapı büyüklüğünde boşluk (mağaranın girişini) gördü. Mağara böyle bulundu.
Mübariz Efendi ise olayın özüne, şöyle diyelim, mültefit olmadı: “Mağara da ne ki? Venk dağında belki onlarca böyle mağara var. Şimdi kalkıp da bunu korumaya alacak değiliz ki…” Koşarak yanına gelen Behram’a da kayıtsız bir tavırla şunu söyledi:
“Git Behram, git işlerine bak. İşin gücün yok mu senin?”
“Sana söylüyorum Mübariz, burası sıradan bir yer değil. Bak sonra pişman olmayasın.”
“Olmam. Ne var ya bu mağaranın içinde, seni böyle heyecanlandıran?” Ama Mübariz Efendinin deminki kayıtsızlığının yerini bir merak almaya başladı Behram’ın uyarısından sonra.
Behram Emmi başlangıçta karanlık nedeniyle (karanlık da tam bir zifiri karanlıktı) hiçbir şey fark edemedi. Çifte fener gibi titreşen ve Bozlar’ın gözlerinin dibinden fışkıran ışık dışında burada hiçbir şey görülemiyordu. Behram Emmi korkak bir insan değildi ama kalbinin sesinin sanki kulaklarını delmeğe başladığını hissedince yine eli cebine doğru uzandı, Alman bıçağının çelik gövdesi karanlıkta parladı. Behram Emmi elleriyle havaya dokunuyormuş gibi, etrafı incelemeğe başladı, mağaranın sınırlarını belirlemeye çalıştı. Aniden mağara girişinin arkasınca galiba kapandığını anımsadı. “Bunun girişi çalı çırpıyla kapandı, ah, ah, içeri girmeden çalı çırpıyı temizlemem gerekirdi. Şimdi buradan nasıl çıkarım Allah’ım?”
Gerçekten de mağaranın girişi Behram Emmi ile Bozlar’ı içeri aldıktan sonra sert mi sert çakırdikeni ve yabanenginarı çalılıklarıyla kendini yeniden kapatmıştı. “Bu ne iş? Böyle bir şey hiç görmedim.”
Köpeğe seslendi:
“Bozlar, Bozlar, gel güzelim, gel çıkar beni buradan. Nerede kaldı bizim bu viraneye girdiğimiz delik?”
Köpek akıllı bir köpekti, kulakları dimdik durdu, Behram kişinin ondan ne beklediğini sesinden anladı, etrafı kokladı, mağaranın girişini çabucak buldu, arka ayakları üzerine kalkıp mırıldandı. Köpeğin gözlerindeki ışığa doğru giden Behram Emmi içeri girdiği deliği görebildi. Çakırdikeni çalılıkları Behram Emminin çok yakınındaymış. Zorlanarak, ellerini dikenler sıyırarak kendine ve köpeğine yol açtı, bir şekilde dışarı çıktıktan sonra içi rahatladı. Her taraf sakin ve aydınlık doluydu. Yalnız kuşların ötüşü ara sıra bu sessizliğin içinde yankılanıyordu. Zifiri karanlık mağara ise sanki hiç yoktu, olmamıştı. Bir iki tane “tanıdık” arı vızıldadı, uçup gitti. “Allah’ım şükür, çok şükür. Bu aydınlık geniş dünya bize dar olacaktı.” Behram Emmi rahatlayıp içini çekti.
Behram Emmi ilk gün mağara konusunda kimseye bir şey söylemedi. Evinde oturdu, çok düşündü çok taşındı. İçinin derinliklerinde bir ses bunun sıradan bir mağara olmadığını, burada neyse bir iş olduğunu, asıl olayların ileride yaşanacağını ısrarla söylüyordu. Bütün geceyi içi burkularak geçirdi. Huzursuzluğu sabaha kadar sürdü. Sabah açılır açılmaz yine Bozlar’ı yanına alıp Kuzgun Gagasına çıktı. Bu defa yanına bir balta almıştı; baltayla mağaranın girişini çalılardan temizledi. Ama bunun bu denli zor olacağını hiç düşünmemişti. Venk dağında biten çakırdikeni çalılıkları (böylesine çivi gibi dikenleri olan baş belası çalılıklara başka bir yerde rastlamak imkânsızdı) balta darbelerine inatla direniyor, eğiliyor, yaralanıyor, kırılıyordu. Ama bir yerlerden, yukarıdan aşağıdan çıkan yeni kalın sürgünleri dikenli kollarıyla Behram Emminin yüzüne gözüne sarılarak (ki takkesini iki kere kayıp yere düşürdü) sanki onu kucaklamak istiyordu. Çok uğraştı, sonunda bir kişinin sığabileceği kadar bir yol açtı. Artık mağaraya cesaretle girebilirdi. İçerisi önceki (dünkü) gibi zifiri karanlık değildi. Mağaranın çalılıklardan arındırılan girişinden ışık topağı, kendini suçlu bilen hasretliler gibi içeri nasıl sokulduysa burada artık nasıl derler göz gözü görmeğe başladı.
Mağara ne büyüktü ne küçük; beş altı adım uzunluğu ondan bir kadar az genişliği vardı. Rahat edemeyen Bozlar sürekli etrafı koklamaya başladı. Zayıf bir nem kokusu dışında başka koku yoktu. “Hayır, sıradan bir mağaraya benzemiyor burası. Ama yakın zamanlarda insan ayağı değen bir yere de hiç benzemiyor. Ama yine de… Masum bir yer değil burası.”
Var böyle canlı varlıkların ayağı değmeyen mağaralar. Venk dağında da vardı onlardan. Behram Emmi zaten dağın başından eteklerine dek her nar varsa – kayalıklar, uçurumlar, mağaralar – tamamını kendi bahçesi kadar iyi biliyordu. Belki de kendisine bir yerlerden bir taş parçası getirip verseydiler, gözleri kapalı parmakları arasında inceleyip hangi kayanın hangi mağaranın taşı olduğunu şaşmadan söylerdi. Ama burası farklı bir yerdi. Burası hem tanıdığı bir yerdi, onlardan birisiydi, hem de değildi. Ana ne işse bu mağara daha önce Behram Emminin hiç hoşuna gitmedi. Kulak çınlatan korkunç bir sessizliği vardı. Aniden duvarda bir şeylere takıldı Behram Emminin bakışları; orada nakışlara benzeyen işaretler olduğunu fark etti. Dikkatini topladı, yakına geldi.
* * *
Behram’ın az kalsın zorla mağaraya sürükleyip getirdiği Mü-bariz Efendi mağaranın taş duvarı boyunca zarif nakışlar gibi yan yana dizilmiş garip işaretleri görünce, durumu anladı; mesele düşündüğü gibi değildi, bir hayli ciddiydi. Bu yeni bulunan mağara konusunda kesinlikle ilçe merkezine bilgi vermek gerekirdi. Öyle yaptılar.
Bundan sonra yaşananlar bir film şeridi gibi hızlandı. Beklenmedik bir şekilde mağara köy halkının dikkatini çekti. Herkes gelip bu işaretleri kendi gözleriyle görmek istedi. Bir hafta sonra köyü dolduran Dil ve Düşünce Enstitüsü çalışanları ise köylülerin yanında birbirileriyle konuşurken (onlara duyura duyura): “Sonunda bu halkın da tarihi bulundu, açığa çıkarıldı, şimdi bunu okuduktan (onlar ‘deşifre etmek’ tabirini kullanıyorlardı) sonra bütün dünya bilecek, biz kimiz, nereden geliyoruz ve nereye gidiyoruz.” Bu sözleri dikkatle dinleyen bazı köylülerin merakı kamçılanıyordu, ama onlar hâlâ bu garip nakışların bir yazı gibi okunabilmesine değil inanmak, hatta bir bakıma komik buluyorlardı. “İşaretler ne kadar okunmaz olursa” bunu uzmanlar söylüyordu “demek ki tarihi de bir o kadar eskidir. Biraz bekleyin, göreceksiniz Venk dağı, Venk köyü böylece dünyanın en ünlü tarihsel mekânlarından birisi olacak.” Köyde herkes mağarayla yatır mağarayla kalkıyordu. Her evde, kahvehanede, postanede, Radyo meydanında, sözün kısası her yerde herkes mağarayı tartışıyordu. “Bu ne yazısıdır, tarih bize ne diyor, ne demelidir vs. vs.” Sert çakırdikeni çalılıkları kısa süre içinde moda haline gelerek bahçelerin çitlerine eklenmeğe başladı (gidip dağdan kesip getiriyorlardı). Hatta bir ara gizemli bir söylenti de yayılmadan önce ana rahmindeyken öldü: “Mağaranın ruhu var.” Bunu bir kere birisi söyledi ama yaşlısı genci herkes buna güldü ve kimse inanmadı. Ama söz suda batan cinsten bir söz değildi ve bir süre sonra başka bir yerde yeniden ortaya çıktı.
Mağarayı az kalsın buluşma yeri yapmak isteyen köy gençleri ile öğretmenler (onlar ise sadece öğrencilerin buraya gelmelerini istiyorlardı) Dil ve Düşünce Enstitüsü çalışanlarının ısrarı üzerine bir daha mağaraya yaklaştırılmadı. Meselenin bayağı bir ciddi olduğunu herkes hissediyordu artık.
Arada bir ilçe merkezinden makam sahibi kişiler mağaranın girişine kadar gelir, orasına burasına bakır, sonra Kuzgun Gagasından aşağı köyü seyredir, ama Mübariz Efendinin ısrarlarına rağmen mağaraya girmezlerdi. Sanki yüzü taş kesilen Behram Emminin dilsiz itirazını hissediyorlardı. Ya da başka bir şeyden mi çekiniyorlardı? Bu arada köyde bir cenaze de kaldırıldı. Gulamhüseyin öğretmen ölmüştü.
“Artık beklemek doğru olmaz.” Behram Emmi sabah erkenden Bozlar’ı alıp mağaranın bir köşesine zincirledi. Bozlar henüz ufacık enikliğinden beri Behram kişideydi, onun bahçesinde büyümüştü. Bozları ona Venk dağının öteki tarafındaki köyden dostu Medet kirve getirip hediye etmişti. Behram Emmi Bozları seve seve “maralım” diye hitap ederek beslemişti, hizmet etmişti; birbirlerine çok ısınmışlardı, şimdi onu alıp mağaraya zincirledikten sonra (“Böyle gerek, maralım, böyle gerek”) geri dönmeğe ayaklarını ikna edemiyordu. Gözlerinin köpeğin par par parlayan gözlerine sataşmamasına çalıştı. Ne görebilirdi ki? Bozların ona dikilen gözlerinde sadakatten ve aydınlıktan başka hiçbir şey göremezdi.

Köye geldiği ilk gece
Behram Emminin evi
Mübariz Efendi Ufaklığın altında bir süre oturduktan sonra (sürekli oradan buradan konuştu; Enstitüden gelenler öyle, yazıyı okumak isteyenler böyle… Sonunda herksin yorgun olduğunu, misafirin gözlerinin neredeyse yumulduğunu ve onu “kibarlık olsun diye dinlediklerini anladı) açıkça görülen bir çaresizlikle ve içinden bunu hiç istemeyerek ayağa kalktı, bir büyük edasıyla yüzünü F. Q.’ye tuttu:
“De hadi, ben gideyim” dedi, “sen de dinlen artık, o kadar yol geldin. Yarın gelirsin muhtarlığa, konuşuruz, bakalım ne yapabiliriz, neyi yapamayız?”
“Bakalım ne yapabiliriz?” Ne yapacağız ki? Bu adam galiba yakamdan düşmeyecek. Bakarsın yazıyı da benimle birlikte okumak ister.”
Evden çıktılar. Avlu kapısına doğru giderken: “Arabayı merak etme. Aklına bir şey getirme. Buralar tekindir. Arabana yan gözle bakan birisini arasan da bulamazsın” dedi Mübariz Efendi.
Evden çıktılar. Avlu kapısına kadar sustu Mübariz Efendi. Kapıdan çıktığında ise kaygılı bir ses tonuyla sordu Behram Emmiye:
“Bir ihtiyacın var mı? Yarın göndereyim mi Tükez’i?”
“Herhalde benim burada kalmamla ilgili ‘bir şeyler lazım mı, para veya erzak olarak yardımım dokunabilir mi’ demek istedi” aklından geçti F. Q.’nin.“Peki bu Tükez kim?”
“Hayır, bir şey gerekmiyor, hiçbir eksiğim yok, sen merak etme” Behram Emmi de aynen onun gibi ciddi ama azacık gülümseyerek yanıtladı soruyu. “Ay gidi seni Mübariz, gidi seni.” Bir türlü gidemeyen Mübariz Efendi daha sonra F. Q.’ye dönerek:
“Bak oğlum, Behram ne derse öyle yap. Mağaraya yalnız girme!” Gözleri velfecri okuyan Mübariz Efendi tam kapıdan çıkarken dönüp de bu ciddi sözleri ona söylediğinde, F. Q.’nin yarın muhtarlığa “danışmak için” gelmeyeceğini artık biliyordu (içine doğmuştu).
Yüzünde sabırlı ve halim bir tebessümle “tamam, tamam, merak etme” diyerek Behram Emmi Mübariz’in arkasından kapıyı kapattı ve F. Q. ile beraber Ufaklığın altına geri döndü. Mübariz Efendi gittikten sonra sanki avlu genişlemişti.
Bir bardak daha bu çaydan içer misin? Bir şey de yemedin” Behram kişi teklif etti.
“İçerim, size zahmet olmasın. Yorulmuşum ama uykum yok. Yedim işte bir şeyler.”
F. Q. azacık peynir ekmek yemişti.
“Evet, buralar öyledir. Buralar insanı erken uyutmaz. Hafiften dalar gidersin.”
F. Q. gelip kanepeye oturdu, yerini rahatladı, sırtını arkaya yasladı. Muazzam bir yorgunluktan sonra lezzetli bir rahatlık gelip canına sinmeğe başladı. Bütün vücudu mest oldu. Başının neredeyse tam üzerindeymiş gibi duran yıldızlara, az ötedeki yüzü lekeli aya (dolunaya) içten gelen bir hayranlıkla baktıkça baktı, kendini yeniden bu Muhteşem Uyumun içine bırakmaya, daha doğrusu kendini bu Uyumun içinde hissetmeğe çalıştı. Aşağı yukarı şöyle geçirdi içinden: “Oralardan bakıldığında ben görünür müyüm görünmüyor muyum?”
“Mübariz hep böyledir, bildiğini okur” dedi Behram Emmi alçak sesle, eski dostunu haklı çıkarmaya çalışıyordu sanki: “Ama iyi insandır.”
Bunu söyleyip sustu. F. Q.’nin yumulmakta olan gözlerine baktı: “Kendinde değil. Dinleniyor.” Behram Emmi F. Q.’ye mani olmak istemedi: “Bak nasıl da yorulmuş.” F. Q. ise kendi sesini az kalsın kendisi de tanımayacaktı:
“Evet, iyi insana (Mübariz Efendi) benziyor.”
“Başından çok şey geçmiş.”
“Öyle mi? Pek benzemiyor acı çekmiş birisine.” F. Q. artık konuşmadı
Kafası ile onun dediklerini onaylayan F. Q.’nin böylesine anlamlı anlamlı susması Behram Emminin gözlerinden kaçmadı:
“Zamanı gelir, bir ara anlatırım sana bunun hikâyesini. Mibariz farklı bir Mübariz’dir (başka âlemdir).
“Nasıl Mübariz’dir?” F. Q. bu Mübariz muhabbetini fazla uzatmak istemedi:
“Elbette, bir şey demedim ki.”
F. Q.’nin hayali yine uzaklara gitti, vücudu ise yavaş yavaş toparlanmaya başladı. Canından damla damla, acı acı bir şeylerin çıktığını hissediyordu… Ve çıktıkça vücudu dinleniyordu.
Behram Emminin getirdiği çayı yudumlamaya başladı. Çayı içince biraz daha canlanıyor gibi oldu. Yorgunluğu sanki bir az daha köreldi. “Neden sormayayım ki?” diye geçirdi aklından ve sordu:
“Behram Emmi, acaba diyorum bu Venk sözünün, yani dağın adının bir anlamı var mı? Bununla ilgili bir fikir, bir kanaat yok mu? Bir rivayet, masal gibi bir şey.” Bir rivayet, masal duymadım. Ama halk arasında bir inanç var; geceleri dağdan ses geliyormuş. Rahmetli babam derdi ki, geceleri Venk dağının inlemesini duyan birisi olursa buna dayanamaz. Bir sözdü söylüyordu.”
“Allah rahmet eylesin.”
“Allah senin de ölenlerine rahmet eylesin.”
“Genç ve yetenekli” F. Q.’nin profesyonel hilesi tutmadı mı tuttu. ‘İnilti’… Bu sözcük bir anahtar olabilir. ‘İnilti’ veya ‘enilti’ pek fark etmez. ‘V’ sesi ise… Nerede isterse orada sözcük başına eklenmek gibi bir huyu var. ‘V’yi çıkarıp at, sonra ‘enilti’den ‘inilti’ye geç, başa da bir ‘V’ ekle… İşte sana ‘Venk’ adının etimolojisi. Aklından geçen bu “başıbozuk” fikirlerden keyfi yerine geldi, gülümsedi, rahatladı.
“İnilti… Çok ilginç. Venk sözcüğü iniltiden mi çıkmış? Belki… Neden olmasın? Olabilir.”
“Öyle mi?” Bu sözlere gerçekten şaşıran Behram Emmi rahmetli babasının (babası çobandı, okuma yazması yoktu ama bilge birisiydi: “Ben hayat âlimiyim, kitap âlimi değilim”) söylediği sözlerin gün gelip bu şekilde bilimsel bir gerçeğe dönüşeceğini aklından bile geçirmezdi.
Bu kadar hızlı ve etkili bir etimolojik yorumun sahibi F. Q. ise gizli bir keyifle gözaltından Behram Emmiyi kesmekteydi. Behram Emmi tabii ki bu hızlı “akıl oyununa” gereken değeri vermedi. Ama… “Ne yapacaktı yani, kalkıp alkışlayacak değildi ki?”
“Yıldızları izlemek galiba hoşuna gidiyor…” Elini havaya tutup (yağmur var mı yok mu ona bakıyordu) bir hayli mülayimce söyledi Behram Emmi.
“Evet… Şehirde bunlar bu kadar yakında olmaz. Neden acaba? Yanıp sönerler… Yanıp sönerler. Göz kırparlar. Neden böyle?”
“Tar bir kere “tıng” eder. Öyle mi?”
“Tıng mi?” F. Q. şaşırdı: “Konuyla ne ilgisi var?”
“Evet, tıng. Ama bak bu tınlamalar bir araya gelince ne mi olur, müzik yaranır… Hem tıng, hem müzik.”
Behram Emmi bunu söyleyip sustu. Sanki uzun süreden beri kafasında dolaşan bu fikirleri illa bu genç adamın toparlayıp yorumlamasını istedi. F. Q. ise zorlanıyordu:
“Tıng…”
“Hem tıng, hem tınlama… Nasıl anlatsam… “Mübariz olsaydı, çabuk anlardı ne demek istediğimi…”
Sonunda F. Q.’nin suratı aydınlandı:
“Tıng – nokta. Tınlama – noktalar topluluğu, çizgi, ezgi. Nokta ve çizgi. Işık da durur, gelir, durur, gelir.
“Evet…”
“Yıldızlar da öyle, sanki sürekli göz kırparlar. Yanıp sönerler. “Tıng” – “tınlama”. Kulağıma tar sesi geldi; F. Q. aniden cırcır böceklerinin seslerini duymaya başladı.
“Dilbilimci ben miyim o mu?” Behram Emmiye gittikçe artan bir ilgi ve saygıyla bakmaya başladı F. Q.
“Evet, ben de duydum. Tar sesi. Diyorum belki… Kalkıp geçelim eve. Bak, damlalar düşmeğe başladı.” Elini yine havaya açıp Behram Emmi sözünü kesti, başını yukarı kaldırıp gökyüzüne baktı, sonra etrafı dikkatle gözden geçirdi.
“Yani bu zaman yağmur yağabilir mi?” Şaşkınlık içinde sordu F. Q.
“Yağır, yağır. Biliyor musun şimdi yılın hangi dönemidir? Aklına ne gelirse o. Aklına yağmur geldiyse, yağmur yağabilir.
“Bu havada ne yağmuru? Bu kadar yıldız var gökyüzünde, bir tek bulut parçası bile yok. Ömür billâh yağmaz. Zor iş.”
On dakika sonra Güney Amerika yağmurlarına benzeyen bir yağmur kana kana yağmadı mı yağdı. Gökyüzündeki yıldızlar yerlerini kolaylıkla bulutlara terk ettiler, sanki hiç baştan beri yoktular.
“Kalk evlat, kalk eve gel, ıslanacaksın.”Behram Emmi semaveri alıp terasa bıraktı, içeri girdi. “Islanmadan gidim bunun yatağını açayım, geç kaldık.”
Bu defa Behram Emminin sesindeki nevaziş ile yüz ifadesi birbirine uymadı gibi geldi F. Q.’ye. Behram Emmi içeri geçerken ona, biraz garip veya çok dikkatle baktı diyelim.
Damlalar bir yerlerden gelerek F. Q.’nin yüzüne saçlarına konuyorlardı. Doğrudur, Ufaklığın kalın dal budağı, yaprakları onu giderek güçlenen yağmurdan korumalıydı ama… Yüzünden kayarak çenesinin altına kadar gelen damlaları güçsüzleşen elleriyle (yeniden başı mı dönüyordu yoksa uyku mu bastırıyordu, artık neredeyse ayakta uyuyordu, gözleri kapandı kapanacaktı) siliyor, saçlarını sıvazlıyordu. Oturduğu yerden kalkmak istedi ama kalkamadı. Aniden ürkütücü giysilerine (karanlığa) bürünen Venk dağından (dev geri dönerek yerine uzanmıştı) sanki kayarak gelen inleme sesini yarı uyku içinde beyninin tüm hücreleriyle algıladı: “Devden böyle bir ses?” diye aklından geçirse de umursamadı. Ama bu zaman yine beyninin aynı derin katmanlarından yıldırım hızıyla geçen başka bir düşünceden İYİCE irkildi; insanlar derin bir uykuda da böylesine irkilir ama uyanmazlar. Aslında F. Q. bundan irkilmemeli, korkmamalı, sadece şaşırmalıydı. “Uyuyor muyum yoksa? Ama bu gerçek olamaz, böyle olmaz.” Uyuşmuş olan bilincini toplamaya çalıştı.
Yağmur burada onun hayatı boyunca alışmış olduğu gibi yukarıdan aşağıya yağmıyordu. Burada yağmur aşağıdan yukarıya doğru yağıyordu.

II. BÖLÜM

Behram Emmi mağarayı bulduktan bir hafta sonra
Sıcak ve yorgun bir yaz günüydü. Öylene doğru Behram Emmi soluğu daralmış halde kendini yazıhaneye Mübariz’in yanına attı. Çok heyecanlıydı. Heyecanını dizginlemeğe çalışıyordu. Selam bile vermeden:
“Biliyor musun neler oldu Mübariz?” Açık pencereden dışarıya bakarak sordu.
“Hayır, bilmiyorum. Otursana. Ne var, ne oldu?” Behrem emminin sesinde saklı korku Mibariz Efendinin dikkatini çekti.
“Mağaranın gerçekten de ruhu var.” Behram Emmi sandalyeyi çekti, bir sanık gibi onun karşısına oturdu.
“Nasıl yani?” Mübariz Efendi elbette ki bu ruh muhabbetine ilk gülenlerden birisiydi, şimdi de neyse demek istedi ama ne diyeceğini bilemedi, yutkundu ve ancak kendi sözlerini tekrarlayabildi: “Nasıl yani?” (“Ah, Behram, Behram, ne oldu sana?”)
“Gerçekten, inan bana. Ben de inanmıyordum, şimdi inanıyorum. Mağaranın ruhu var.” Behram Emmi bu son sözlerini masum bir fısıltıyla söyledi, sonra bir daha yeniledi: “Mağaranın, gerçeği söylüyorum, ruhu var.”
Mübariz Efendi ürkmedi mi ürktü… Damarında kanının donduğunu, sırtından – yaz kış giydiği ekose ceketin altından – soğuk terler aktığını hissetti.
Yaz mevsimiydi, mesele terlemekse zaten gün boyunca sürekli çay içip terlerdi ama şimdi sırtında hissettiği soğuk bir terdi. “Behram boşuna konuşmaz. Bu ne saçma bir iştir?”
“Sen de buna inandın mı?”
“Evet.”
“Ne zamandan beri?”
“Mağaraya girdiğim andan.”
“Tamam, tamam… Şakanın sırası değil, yarın buraya insanlar toplanacak, büyük büyük âlimler gelecek köyümüze. Daha neler? Mağaranın ruhu varmış? Gör aklından neler geçiyor bu yaşta?” Mübariz Efendi işi şakaya dökmek istedi “Yaşlanıyorsun.”
Mübariz Efendi dikkatle Behram’a baktı. Kafasındaki takkenin altında olup kalan saçlarının tamamı bembeyazdır, sakalı da öyle; gözleri her zamanki gibi hareketlidir, dibinde fener mi yanıyor ne… “Yoksa yine beni mi işletiyor?”
Mübariz Behram’dan beş (belki de) altı yaş büyüktü. Ama gençlik dostu Behram’a şimdi üzülerek baktı: “Bunun yaşı daha yeni yetmişe oldu ama neden bu kadar erken çöktü. Şimdi bunun hali böyleyse acaba ben nasılım? İnsan kendi yaşını hissetmez ki?”
“Sen yaşlanma da, bana bir şey olmaz.” Behram Emmi onun aklından geçenleri hissetti ama konuyu değiştirmedi. “Mübariz bak, ilk sana söylüyorum, mağaranın ruhu var. Bana mesajlar veriyor.”
Mübariz: “Bu nereden bildi benim ne düşündüğümü?” diye yerinden kalktı, köşedeki buzdolabından bir su şişesi çıkardı:
“İçiyor musun?”
“Hayır.”
İki bardak suyu bir solukta kafaya dikti: “Garip, çok garip.” İçindeki ateş yine sönmedi. Son dönemlerde Mübariz dikkat edip görmüştü; içinden geçen sözü yüksek sesle söylemese de karşısındaki anlıyordu: “İnsanın kendi kendine düşünmesi, kendi içine çekilmesi böyle engellenirmiş.”
“Yavaş yavaş, insan gibi, ayrıntılı, acele etmeden anlat bakayım ne diyeceksin?” (“Yoksa bunun kafasına bir şey mi düştü? Tahtası mı eskildi? Aynen öyle. Evet, evet. Ah Kamer dayı, şimdi ters dönüyorsun mezarında.”
Yavaş yavaş sakinleşti. Alttan alttan Behram’a baktı. Behram Emmi yine pencereden dışarıyı kesmeğindeydi ama orada bir şey göremiyordu. “Şimdi ben bu inanmazı nasıl inandırayım, nasıl anlatayım?”
“Diyorum ki…” Sonunda Behram Emmi kendine gelip konuştu: “Diyorum, belki biz bu insanları mağaraya götürmekle doğru bir şey yapmadık? O da tehdit ediyor, kim buraya girerse, aynen öyle diyor, kim mağaraya girerse, yazıya parmağının ucuyla dokunursa… Ölür.”
Mübariz Efendi Behram’ın tavırlarından onun şaka yapmadığını anladı. Şaka yapmıyorsa demek ki… “Yazık. Çok yazık.”
“Behram sakin ol. Behram kendine gel. Mağaranın ruhu da ne demek? Mağara ruhu ne gezer buralarda? Sana ne oldu, neden beni korkutuyorsun?”
“Mübariz” Behram Emmi şakaklarını ellerinin arasına alarak gözlerini ona dikti: “Ben mağaraya girdiğimde, bugün sabah yine gitmiştim oraya, aniden kulağıma boğuk, korkunç bir ses geldi. Aslında bu sesi kulaklarımla duymadım, ses kafamın içinde şakalarımda güm güm gümlüyordu. Henüz böyle bir şey görmedim. Ses kafamın içindeydi ama benimle konuşuyordu. “Ben buranın ruhuyum” dedi. “Buraya bir sen girebilirsin, bir de seninle gelenler… Çünkü aydınlık dünyayı bana tekrar sen gösterdin. Ama… başka birisi buraya yalnız başına giremez” dedi. “Hele yazıya” dedi “el sürmek hiç olmaz. Hatta sana da yasak. Söylediklerimi iyice belle, git herkese anlat.”
“Peki, sen ne dedin?” Mibariz Efendi şimdi bir yandan tebessümünü zar zor saklayabiliyordu, öte yandan ise tüm varlığını endişe sarmıştı. Neyse bir şey içini kemirmeğe başlamıştı.
Behram Emmi şaşkınlıkla “bu galiba kafayı sıyırmış” diye içinden geçirerek Mübariz’e baktı:
“Ben mi? Ben ne diyebilirdim ki? Hiçbir şey. Ürktüm.” Behram Emminin gözlerinde korku vardı.
Nu köyün altını da üstünü de çok iyi bilen Mübariz (başka kimse değil, Mübariz) kesin biliyordu ki, Behram korkak değil. Ama şimdi eğer Behram böylesine korkmuşsa…
“Peki, nasıl olur, o gün ikimiz beraber gittiğimizde bu ruh neredeymiş?”
“Bilmiyorum…”
“Behram, bak kulağına sesler gelmiş olabilir. Boş şeylerdir. Mağaranın ruhu… Git evine dinlen, uyu. İstersen Tükez’i göndereyim, bir iki gün sana baksın.” Mübariz Efendi muhtarlığın hademesi Tükez kadını arada bir (öylesine, eve barka kadın eli dokunsun diye) Behramlara gönderirdi: “Nasıl olsa yalnız insandır, aman hastalanmasın.”
“Hayır, Tükez kadınlık bir iş yok. Dersin ki git, giderim ben. Ama sen iyice belle bunu, ben söyleyeceğimi söyledim.”
“Söyledin, söyledin… Tamam, diyelim k, sen bana söyledin sözünü. Ya ben yapayım şimdi? Kalkıp şehirdekilere, büyüklerimize ‘buralara gelmeyin’ mi diyeyim? Mağara ruhundan… İzin çıkmadı mı diyelim?”
Behram Emmi nasıl baktıysa Mübariz şaşırdı, şakayla söylediği sözlerin sonunu zorlukla getirebildi.
“Bilesin” Behram Emmi yine o ürkütücü fısıltıyla söyledi: “kulağıma şimdiye kadar ses falan gelmemiş benim, şimdi de gelmedi. Duydum! Mağaranın bir köşesinde o zalim ses gelip kafamın içini doldurduğu zaman yuvarlak bir şey de vardı, yanan küre gibi ışık saçıyordu, dolunaya benziyordu. Kafamın içindeki gümleme dinince o kürenin ışığı da yavaş yavaş söndü, belki aniden söndü, hatırlamıyorum, unutmuşum.”
“Ya, yeter Allah’ı seversin, aklını başına topla. Kim inanır bu safsataya, hiç düşündün mü?” Sabrı taşan Mübariz Efendi ilk başta olduğu kadar emin konuşamadığını, sesine bir yapaylık bulaştığını fark etti. “Şeytana lanet.”
“Dün Gulamhüseyin öğretmen geldi mağaraya. “Önce bir kendim göreyim, sonra da öğrencileri getireceğim” dedi. Eliyle nakışları incelemeğe başladı, neredeyse kazıyıp yerinden koparacaktı bir tanesini. “Öğretmen” dedim “sen ne yapıyorsun? Etme eyleme.” Ama kime diyorsun; dönüp beni azarladı bile.

Bir gün önce
Mağaranın içinde Gulamhüseyin öğretmen ile Behram Emmi
Gulamhüseyin öğretmenin mağaradaki nakışları (işaretleri) eliyle teker teker az kalsın yerinden koparırcasına incelemesi, Behram Emminin pek hoşuna gitmedi.
“Öğretmen ne yapıyorsun? Kazıyıp koparırsın, etme, eyleme.”
“Ne yaptım ki?” Gulamhüseyin öğretmen arkasına dönüp sinirle Behram Emmiye baktı. “Bir şey olmaz, merak etme çok sağlamlar.” (“Yani bunun altında gümüş de mi yok? Keşke bu (Behram Emmi) olmadan buraya girmek mümkün olsaydı.”
“Yarın öbür gün şehirden büyük büyük âlimler gelecek, gelip bakacaklar, olmaz ki…”
“Ben bir şey yapmadım. Ne yaptım ki ben? “Hele bir çocukları getireyim, buraları darmadağın etsinler de görün.”
Gulamhüseyin öğretmen özlem dolu ve aç gözleriyle etrafı bir daha dikkatlice inceledi. “Yok, neyse bir şey var bu işin içinde. Öyle tesadüf falan değil. Bu yazılar burada boşuna peydahlanmamış. Behram bir şeylerin farkında, o yüzden sürekli buralarda dolaşıyor. Nakışların altında kesinlikle bir şeyler var.”
Gulamhüseyin öğretmen Behrem emmiye anlamlı anlamlı baktı, mağaradan dışarı çıktı.

Yine muhtarlık.
Behram Emmi ile Mübariz Efendi
“Ne olmuş?” Gulamhüseyin öğretmenin başına buyruk davranışlarını çok iyi bilen Mübariz Efendi önce bir şey anlamadı.
“Şu olmuş. Nakışlara dokunan kimselerin kesinlikle öleceğini söylemişti bana.”
“Kim söylemişti?”
“Mağara ruhu.”
“Ya Behram sen ne diyorsun?” Mübariz efendi artık dayanamadı, adam akıllı sinirlendi, yerinden kalktı, pencerenin karşısına geçti. Dışarıya bakarak sinirlerini yatıştırmaya çalıştı. Okulda dersler bitmişti. Öğrenciler ellerinde okul çantaları ikişer üçer muhtarlığın önünden geçip evlerine gidiyorlardı. Yüksek sesle, birbirlerinin sözünü keserek konuşuyorlardı. Bu saatlerde muhtarlığın önündeki meydan hep kalabalık olur. Aklı bir anlığına mağara gidip gelen Mübariz Efendi yüzünü Behram’a dönmeden esip gürledi:
“Sen ne diyorsun? Kim ölecek, nasıl ölecek, neden ölecek? Bütün bu ilçede hatta belki Azerbaycan’ın tamamında Gulamhüseyin gibi azman adam yok. Manda gibidir, boğa gibidir o, bilmiyorsun, ömür hayatında bir kere bile hastalanmamış. Komşumdur, ben iyi bilirim onu. Sen bilmiyor musun?”
“Biliyorum, ben de biliyorum” dedi Behram Emmi hüzünle.

İki gün sonra
Bunun üzerinden çok geçmemişti, köye haber yayıldı; Gulamhüseyin öğretmen akşam uyumuş sabah yerinden kalkmamıştı. İnanılacak gibi değil, ama uykudayken can vermişti. Ağlaşmalar, ağıt yakmalar… Ani ölüm zor iş, nedenini ailesi hısım akrabası bildi mi, bilmedi. Mübariz efendi Behram Emminin anlattıklarını hatırladı, onlar ile bu olay arasında kolayca bağ kurdu ve bu defa gerçekten ürktü. “Doğru söylüyormuş, ateş olmayan yerden duman çıkmaz.” Havalanmış gibi dolaştı Mübariz Efendi birkaç gün. Gulamhüseyin öğretmenin yas yerinde Behram Emmiden de uzak durmaya çalıştı her nedense. Ama hüzünlü bir akşamüzeri neyse anlamadığı bir şey onu sürükleyip Behram Emminin kapısına getirdi. Çoban Kalpağı her zamanki gibi sırtını Venk dağına vermiş duruyordu. Venk dağı kendisi ortalıkta yoktu, yerinde devasa bir gölge vardı. Mübariz Efendi dağa doğru bakamadı. Ufaklığın altında mindere yaslanıp bir süre ikisi de sessiz oturdu. Birbirlerinden kaçırdılar bakışlarını.
“Gördün mü?” Sessizliği ilk Behram Emmi bozdu.
“Gördüm.” Yanıt geldi Mübariz Efendiden.

F. Q.’nin köye gelişinin ilk gecesi.
Behram Emminin heyecanı
Behram Emmi arka odaya geçti, yatağına girdi. Evet, yağmur yağıyordu ama evin çatısından damlaların sesi duyulmuyordu. Behram Emmi hemen durumun farkına vardı. “Acaba bu çocuk nasıl, bir şey anladı mı? Bu yağış zaten bir işarettir, keşke bu defe sonuç alınsaydı… F. Q.’nin şansı yaver gidip okuyabilseydi yazıyı.” Behram Emmi F. Q.’yi beğendi. “Temiz, saf bir insana benziyor. Böyleleri işini yarıda bırakmaz. Okumadan gitmeyecek buralardan.” Bakü’den gelenlerin (uzmanların) onun evinde kalmaları Behram Emminin gururunu okşuyor, saygınlığını bir beş arttırıyordu. Behram Emmi mağarayı (oradaki yazıyı) bulmasından, açığa çıkarmasından öte şehirden gelen konukların onun evinde kalmalarına seviniyordu. Mübariz Efendi arada bir onun bu sevincine soğan sıksa da (bazen saygın konuklardan birisini alıp, televizyon izlemek bahanesiyle evine götürüyor ama bundan fazlasına da gücü yetmiyordu), Behram Emmi bunu umursamıyor (“kıskanıyor, kıskanıyor, kıskançlık bunun kanında canında var”) , Bakü’den gelen konuklara (Enstitü çalışanlarına, onlara eşlik eden ilçe yetkililerine ve de Mübariz’in bizzat kendisine) hizmet vermekten özel bir keyif alıyordu.
F. Q. kapıyı açtı, yavaşça içeri girdi. Dikkatli davranmaya çalışsa da ayağı bir şeylere takıldı (ışığı açmak istememişti), iskemleymiş, onu bir kenara kaldırdı, kendi odasına girdi. Önce bavulunu açmak, eşyalarını yerleştirmek istedi ama çok yorulmuştu, üşendi, üstünü zar zor çıkararak yatağa girdi. Ondan beklenmeyen bir şey… Bu kadar gözlem ve izlenimin beynine, gözüne, kalbine sokulmasına rağmen başı yastığa inince neredeyse kafasına dokunacak kadar aşağılara inmiş yıldızları da, yönü yukarıya doğru yağan yağmuru da, Venk dağını da, mağarayı da, yazıyı da, Afak’ı ve onun cadı annesini de, Mübariz Efendiyi de (F. Q.’nin dudağına hafif bir tebessüm kondu, acaba adının anıldığını Mübariz kendisi de hissetti mi?), unutmadı mı, unuttu ve deliksiz bir uykuya daldı.
Behram Emmi ise uyuyamıyor, yatağında o fır dönüyordu. “Mübariz” konusu (“Mübariz’e bakma, iyi insandır. Ben sana onun hikâyesini anlatırım”) Behram Emminin uykusunu kaçırmıştı: “Keşke öyle demeseydim. Hiç Mibariz’in yeri miydi? Hele ‘öyle anlatırım, böyle anlatırım’… Anlatmak da ne, neyi anlatacaksın be adam? Neyi?” Köhne, can sıkıcı anılar nerelerdense gelip beynine sokuldu. Sağ tarafına döndü. Yorganı başına çekti, altına saklandı. Bir ah çekti: “Mübariz’e acımak bana mı kaldı? Bırak bu genç adam Mübariz’i az biraz da kötü bilsin. Haline acınacak birisi varsa o da benim aslında; ben Behram, Mübariz değil, uzun burunlu Mübariz hiç değil. Ne olmuş ki Mübariz’e? Evi barkı, çocukları, eşi (bir zamanlar kötü diller Tükez kadınla ilgili de bir şeyler fısıldadı, günahı söyleyenlerin boynuna)… Mübariz hayatını düzeninin çoktan kurmuş. Ya ben?” Behram Emmi bu tür acıklı düşünceleri kendinden uzak tutmaya çalışmıştı hep. Bazen başarmış bazen de başaramamıştı. Şimdi de hayali onu bu gece vakti alıp uzaklarda kalmış çocukluk ve gençlik yıllarına götürmedi mi, götürdü; uykusu kaçtı, yaşadıkları bir sinema şeridi gibi başa döndü ve yorgan altındaki Behram emmi de dönüp oldu sıradan bir seyirci.
Mübariz, Behram, Gülsüm destanı çoktan beri böyle renkli görünmemişti onun gözüne. Her şey türlü renklere bürünmüştü, etraf alışıp yanan renkler içindeydi.

Mübariz, Behram, Gülsüm (yıllar önce)
Yalan olmasın, yaklaşık elli veya elli bir yıl önce (tam olarak 1954 yılında) asık suratlı bir sonbahar sabahı (ama hayır, belki de kırk yıl önceydi) Behram köyde yeni kurulan okulun 3. sınıfına gitmeğe başladı, okula hiç geç kalmadı. Rahmetli babası onu uzak bir yere (yakındaki köyün okuluna yürüyerek bir saatte gidiliyordu) göndermek istememişti. Aslında yol uzaktır, her gün gidip gelmek çocuk için zor olur vs. gibi şeyler önemli değildi; Kamer Efendi bu tür şeyleri umursamazdı. Yalnız ufak Behram ona burada gerekti; koyun sürüsünü otlağa götürdüğünde Behram da ona arkadaşlık ediyordu. Çünkü Behram’ın babası Kamer köyün çobanıydı.
Okulun yeni binası zamanında teslim edildi. İnşaatı ilçe merkezinden gönderilen bir devlet kuruluşu üstlendi ve zamanında bitirdi.
Köydeki devlet çiftliği başkanlığı ile muhtarlığın ortaklaşa düzenlediği mütevazı bir açış töreniyle hizmete açıldı. Okul binası postanenin sağ tarafına yapılmıştı. Heyecanlı, şenlikli bir gündü. Köy halkı bayramlıklarını giydi, süslendi, postanenin önündeki meydana (Radyo meydanına) toplandı; masalar, sandalyeler, semaverler, bardak tabak getirildi, çay sofrası kuruldu.
Mübariz o yıllarda henüz bıyıkları yeni yeni çıkmaya başlayan bir yeniyetmeydi. İnşaat süresince kendi yaşıtlarını bir ekip kurmuş, onun bu gayretkeşliğine bıyık altından gülen ustalara güya yardım etmeğe çalışırdı; çay verir, yemek sofralarını kurur, toplar, inşaat alanında temizlik yapardı. Yüzleri tıraşsız, asık suratlı, fazla konuşmayı sevmeyen ustaları ilçe merkezinden üstü açık bir kamyon sabahları erkenden köye getirir, akşam karanlığı çökünce de geri götürüyordu. Ustaların hiç konuşmadan yedikleri öğle yemeğini muhtarlık çıkarıyordu; her hane bir günlük (inşatta çalışanlar sekiz veya on kişiydi) öğle yemeğini üstlenmişti.
İnşaat için taşı, tuğlayı, keresteyi köyün muhtarı Allahverdi (“devlet dairelerinin kapı kapı dolaşarak”) yüz kapı çalarak temin ediyordu. Bazen malzeme geç kaldığında ustalar kısa veya uzun molalar verir, birbiri ardınca sigara içir, şantiyede köşede bucakta çaylarını yudumlayarak, ustabaşı Zerbali’nin tabiriyle “inşaat sürsatının” getirilmesini bekliyorlardı. Bu molalar sırasında Mübariz aklına gelen her şeyi bir araya getirerek ustaları (ilçe merkezindeki işleri, evleri, çoluk çocukları, akrabaları, “yakın” Moskova ve “uzak” Berlin üzerine) soru yağmuruna tutar, sonunda ustayı da yardımcılarını da bezdiriyordu. Çoğu zaman sessiz sedasız kalan Usta Zerbali böylesi durumlarda derdi ki (yalnız bu zaman suratı açılırdı): “Evimde ne var ne yok Mübariz benden daha iyi biliyor.”
Postane kapısının yakınında yüksek bir direk vardı, ucuna hoparlör asılmıştı, gün boyunca hiç susmaz çalışırdı; sesinin hırlayıp inlediği zamanlar da olurdu, açık net çıktığı zamanlar da. Akşamüzeri köy halkı –yaşlılar bir tarafta, gençler onların yakında bir yerde, kadınlar başka bir tarafta radyo meydanını doldurur (çoğu kişi kendi küçük tabureleriyle gelirdi), müzik programlarının, özellikle şiirli, müzikli ve sonu acıklı biten aşk hikâyelerinin zamanını kaçırmazlardı. Radyo meydanı aslında yarı açık yarı gizli buluşmaların da mekânıydı. Zaman zaman kızların kadınların (çoğunlukla müzikli programlar sırasında) toplandığı yerden gelen gülüş sesleri (bazen özel bir gülüş karşı tarafta birisine bir işaret olarak gönderilirdi) ortalığı kaplıyordu. Bir de görürdün müzik bitmiş, yayın sona ermiş gelinmiş, radyoda artık Azerbaycan Sovyet Cumhuriyetinin milli marşının son bölümü çalıyor ve işte o da bitiyor… Ama meydandan etrafa yayılan şen şakrak sesler, konuşmalar, gülüşler bitmek bilmiyordu.
Kış ve sonbahar dönemlerinde elbette ki radyo meydanı tenha kalıyor, bir nevi “nadasa” bırakılıyordu. Gece yağan ve nasıl yağdığını kimsenin görmediği bembeyaz kar radyo meydanının baştanbaşa beyaz bir halı gibi kaplıyordu. (“Yaşlılık da böyledir”, Behram Emmi elini beyazlamış saçlarına sürerek düşünüyordu: “Bir sabah uyanıp görürsün, her taraf bembeyaz kardır”).
Venk dağından esen soğuk rüzgârların getirdiği kar taneleri kısa sürede meydanı kapatır, buzlanıp kayganlaşan yola cesaret edip ayak basanlardan yere düşenler kahkahayı basar, ayakta kalabilenler ise zafer naraları atarak geçip giderlerdi. Geceleri dolgun ayın (dolunayın) ışınları kar üstünde yansıyarak Radyo meydanını gerçekten beyaz bir halı haline getirirdi. Meydanın kenarlarına sıralanmış çam ve çınar ağaçları bir armağan olarak kabul ettikleri karlı giysileri çabucak ve hevesle üzerlerine giyerlerdi; öyle ki ancak köyün çocukları bayramlarda alınan hediyeliklerini bu denli arzu ve sevinçle giyebilirdi.
* * *
O yılın sıcak yazı bitmek üzereydi, Eylüle az kalmıştı. Okul açıldıktan sonra yeni müdür, ilçe merkezinden gönderilen tecrübeli eğitimci Bayram öğretmen kayıt listelerini düzenlemekle meşguldü. Köyde öğretmen sorunu yoktu; şehre gidip öğretmenlik eğitimi alanlar arasından köye geri dönenler vardı. Tarih, coğrafya, ana dili öğretmenleri tamamdı. Bayram öğretmen kendisi matematik derslerini verecekti. Dışarıdan yalnız yabancı dil öğretmeni istemek gerekiyordu. Yani bu yeni okul mevcut kadrosuyla kapılarını köyün (hatta komşu Kamışlı köyünün) çocuklarına açabilirdi. Öğretmen ve kadro durumun gittikçe iyileşeceği konusunda ilçe eğitim müdürlüğü söz de vermişti. Zaman içinde gerçekten de durum iyileşti. Elli yıl önce inşa edilen tek katlı, on üç dersliği ve iki çalışma odası olan o eski ilkokulun neredeyse tam bitişiğinde üç yıl önce yeni, gösterişli ve geniş (en önemlisi de lise düzeyinde) okul binası inşa edildi. Bugün itibarıyla öğretmenli yapanların çoğu dört beş yıl önce köyden okumaya giden gençlerdi; yüksek eğitimlerini bitiren gençler Venk dağının eteğindeki bu köye şimdilik hevesle (hevessiz) geri dönüyorlardı.
O uzak yaz akşamında ise radyo meydanında bir bayram havası hâkimdi. Köy tarihinde ilk resmi okul birkaç gün sonra kapılarını öğrencilere açacaktı. Bir zamanlar köyde bir molla okulu vardı. Sovyet yönetimi kurulunca bu ‘mollahane’ kapatıldı; binası köy sovyetine (muhtarlığa) verildi ve halen de ona aitti. Köy sovyetinin o zamanki başkanı (muhtar) Allahverdi Efendi çocukluğunda bu molla mektebine okumaya gidenlerdendi (hatta bir defasında Molla Kelbali onu falakaya yatırmıştı, çok iyi hatırlıyor, “öldüm Allah, düşmanıma da gösterme”), şimdilerde ise her gün aynı binaya muhtar olarak gidip geliyordu.
Allahverdi Efendi yaşlıydı, o gün açılış töreni sonrasında etrafındakilere söyledi:
“Bakın, benim bir ayağım çukurda ama siz göreceksiniz, bu köyün geleceği parlaktır. Bu toprağın büyük bir tarihi var. Babam anlatırdı, Venk dağının öbür tarafından gelip buralardan o kadar demir alet edevat, süs eşyası, hatta bütün mezarlar götürmüşler ki hesabı yok. Kimse bilmez şimdi nerede olduklarını.”
“Sahibi olmamış buraların, sahibi.” Savaştan döndükten sonra Sibirya’ya sürülen (neymiş efendim topu topu üç ay esirlikte olmuşmuş; zaten sonra da kaçarak Belorus’ta Sovyet gerilla birliklerine katılmıştı) bu yakın zamanda köye dönebilen Eryen her zamanki gibi “maydanoz” oldu.
“Olmamış ama şimdi var.” Eryen’in esirliği konusunda kuşkularını hâlâ gideremeyen Allahverdi Efendi bu “karışık” şahsiyete sert bir yanıt verdi.
“Öyle, öyle” diyenlerin kimi takdir ettikleri ise anlaşılamadı. Eryen’in dünyaya, ülkeye, devlete gizli eleştirisini mi yoksa Sovyet başkanı Allahverdi Efendinin yanıtını mı?
O zaman Mübariz on beş yaşında falan olurdu. Gençler arasında dolaşsa da bir kulağı Allahverdi’de bir kulağı diğerlerindeydi. Behram ise on yaşındaydı ve Allahverdi Efendi bir hayli uğraştıktan sonra babası Kamer onun yeni okula (üstelik yaşı büyük olsa da birinci sınıfa) kaydının yapılmasını kabul etmiş ve eklemişti: “Bak ha, okul sonrası ölsen de kalsan da dökülüp kalan işlerimizi bitireceksin.”
Behram tam elli yıl önce henüz sıcak ama yavaş yavaş serin rüzgârları esmeğe başlayan Eylül ayında kendinden iki üç yaş küçük çocuklarla (yaklaşık on beş öğrenci vardı) okulun birinci sınıfına gittiği günü gayet iyi anımsıyordu. Sevinçten kalbi çırpınıyordu. Daha ilk gün uzaktan akrabaları olan Eryen’in çifte saç örgüsünün birisi omzunda diğeri göğsünde duran kızı küçük Gülsüm ile aynı sırayı paylaştı. Kendisi bir sahiplenme duygusuyla gidip yanına oturdu (“akrabamdır, yanında bulunayım”).
Gülsüm kıpkırmızı kızarmış, sürekli gülümsüyordu. Dudaklarına renkli bir tebessüm aynen kelebek gibi konmuş, sanki bir daha orayı terk etmeyecekti. Tebessüm Gülsümün yüzünden hiç eksik olmadı; bir süre sonra sınıftaki herkes ona “Gülümser” diye seslenmeğe başladı. Bir gün yine kaç gov ortamında (dersler bitince hep böyle olurdu) itişe kakışa dışarı çıkan öğrenciler elbette ki bilmeyerekten Gülsümü de itince yere düştü, kalın çorabının üzerine giydiği lastik ayakkabı ayağından çıktı, dizi kanadı. Behram kızın ayakkabısını giydirdi, dizindeki sıyrık yerine bakarak “vah, vah” dedi; kız ise bir taraftan ağlıyor, çakır (yeşil, mavi) gözlerinden adam akıllı gözyaşı akıtıyor, bir taraftan da sadece Behram için biraz zorlama olsa bile gülümsemesinden geri kalmıyordu.
Sözün kısası günler, aylar, yıllar geçti, altıncı sınıfa da böylece birbirine (hep açıktan değil, bazen içten içe) gülümseyerek ayak bastılar. Altıncı sınıfta iken günün birinde Behram göğsünün derin bir yerinde Gülsüm olmadığında sıkıntı hissettiğinin, kendine yer bulamadığının farkına vardı. Gülsümün “kızlar pınarından su içen” zamanıydı, zayıflığına rağmen (bir deri bir kemik) bir hayli güzelleşmişti; kaşları sivri, saçları simsiyah, gözleri çakır (aslında tam olarak anlaşılamıyordu; yeşil mi, mavi mi, konur mu?) Ama şunu da kesinlikle söylemek gerekir –elbette Behram’ın bundan haberi yoktu, bu ondan özenle saklanıyordu– Gülsüm de sınıfa gelip “anlayışsız” Behram’ı orada görmediğinde sudan çıkmış balık gibi ağzını sessizce yumup açar, havasızlıktan boğuluyordu. Böyle zamanlarda sabrı daralır, ne yaparsa yapsın kendine yer bulamıyordu. Tebessüm ise Behram’ı tekrar görünce (küçücük kalbi rahatlayınca) ürkek ürkek geri dönüyordu yüzüne. Bir aynanın iki yüzü gibiydiler; birisi ne yapsa, ne hissetse diğeri de aynen onu yapar, onu hissederdi.
Şimdi o uzak yılların arkasında durarak (belki de saklanarak) Behram Emmi o günleri andığında ve kalbi sıkışıp içi ezildiğinde en başta anımsadığı şey pembeleşen yüzünü ondan kaçırıp pencereye bakan Gülsümün çakır (yeşil mi, mavi mi?) gözlerindeki o ürkek tebessümdü.
* * *
Aralarında beş altı yaş fark olsa da Mübariz ile Behram iyi anlaşıyorlardı, nasıl derler, “frekansları tutuyordu.” Mübariz yeni okulda iki yıl okudu, sekizinci sınıfı bitirince (okul zaten sekiz yıllık ilkokuldu) gidip ilçe merkezindeki Tarım Meslek Okulu’na girdi. Arada bir giderdi kendi okuluna, çoğu zaman da gitmezdi ve gitmediği zamanlarda köye –okulun önüne– gelir, önce altı sonra yedi ve sonra da sekizinci sınıflar derslerini bitirdikleri saatte kendini oraya yetiştiriyordu. Onunla kurduğu dostluktan gurur duyan Behram’ı dışarı çıkıncaya kadar sabırla bekler, beraberce Venk dağının yamaçlarından Kamışlı’ya giden patika yoldan yukarıya doğru yürüyerek, Behram’ın babasının koyun sürülerini yaydığı otlaklara kadar havadan sudan konuşurlardı. Mübariz bu köyün ünlü soru soranıydı. “uzun burnunu sokmadığı konu yoktu.” Köyde onun soru sağanağına yakalanan kim olursa olsun yakasını zor kurtarırdı:
“Bilmiyorum, vallahi benlik değil. Sen kendin biliyor musun sanki?”
“Tamam, o zaman söyle bakalım, atom bombasını kim icat etti?”
“Ya, Mübariz nerden bileyim bunu, sen nerden buluyorsun bu tür şeyleri… Teknik okulun marifetine bakar mısın ya?”
En çok şaşıran da köyün muhtarı “yufka yürekli” Allahverdi Efendi olurdu hep. Akşamları Radyo meydanında yaşlıların muhabbeti nadir hallerde Mübariz olmadan yapılabilirdi. Kendisi ortada görülmediğinde: “Ya, bu nerede kaldı, gelseydi ilginç bir konu bulurdu mutlaka…” diyen kişilerin, hatta Mübariz’i bayağı özledikleri zamanlar da olurdu; onun “bilimsel ve siyasal birikimini” herkes takdir ediyordu. Allahverdi Efendi ise bu Mübariz’in yakın zamanda neyse bir şeyler yapacağından ve bununla da köyün adını göklere yücelteceğinden kesinlikle emindi. (Ama bu “neyse” denen şey ki vardı, onu da “belki” gibi ekmişlerdi ama tutmamıştı). Bazen durup dururken insanın yüzüne dik dik bakarak soru sorması da vardı Mübariz’in. Mesela, bir gün Allahverdi Efendiye aniden şöyle bir soru sordu:
“BM Genel Sekreteri kim biliyor musun? Bilmiyorsun…”
“Kimdir ki Mübariz?” İçtenlikle yardım isteyerek etraftakilerin yüzüne bakan (yardım eden olmadı) Allahverdi Efendi merak edip sordu.
“U Tan. U Tan.”
“Sen kime “utan” diyorsun ya? Ben mi utanayım? Neden?”
“Hayır, hayır ya…” Etrafta merakla bekleşenleri kurnaz bakışlarla gözden geçirip, içinden güldü Mibariz: “Allahverdi dayı “U Tan” adamın adıdır. Kendisi aslen Burma’lıdır. Burma bir ülkedir. Bütün dünyanın reisliğini işte o adama vermişler… U Tan’a.”
“Ada bak ya… Utan. Utananın oğlu olur mu hiç?”
“Olmaz, olmaz.” Etraftakiler kıpırdadılar.
Mübariz, Behram’ın dersten çıktığı saati, hangi dersinin yapılacağını veya yapılmayacağını çok iyi bilirdi. Hatta Behram bazen son dersleri yapılmayıp erken bitirdiklerinde bile kapıdan çıkınca Mübariz’in okulun karşısındaki karaağaç kütüğü üzerinde oturduğunu görürdü. “Çoktan mı bekliyor acaba? Peki, bunun kendi dersleri ne oldu? Gerçek bir arkadaştır, gerçek arkadaşlık ben buna derim.”
Gülümser Gülsümle yolları aynı idi, bu yüzden Kehrizli Köprüye kadar çoğu zaman üçü hep beraber gider, köprüyü beraber geçerlerdi; Mübariz, Behram bir de Gülsüm. Köprüyü geçince Mübariz ile Behram sola, Venk dağının eteğine Behramların evine (Çoban Kalpağına) doğru, Gülsüm ise başını aşağı dikerek (ama gülümsemesinden kalmayarak) sağ taraf giderdi. Gülsümün evi mezarlık yolunun başındaydı. Vedalaşırken Mübariz her defasında kıza şakayla neyse bir söz bulur derdi: “Bak, yarınki derslerine iyi çalış, içime doğdu yarın matematikçi seni derse kaldıracak.” Bir gün, iki gün, üç gün (aslında bir yıl, iki yıl, üç yıl) sonunda Mübariz açık verdi günün birinde. Her defa bu olayı anımsadığında daha hızla çarpar Behram’ın kalbi. O gün Mübariz okuldan köprüye kadar hep şunu söyledi: “İnsanların birbirlerinden uzakta birbirlerini anımsaması nasıl mümkün olur, biliyor musunuz?” Hiç susmadı, sorularını peş peşe sıralayarak ve bu arada sürekli Gülsümü keserek: “Sen acele etme Behram, sen acele etme” diye araya bir söz sıkıştırmaya çalışan Behram’ı engelledi, sorduğu sorunun cevabını ilah Gülsüm’den bekledi. Behram’ın kalbi sabırsızlıkla çırpınmaya başladı: “Herhalde benim cevabımı sonra isteyecek; şimdi kız nasıl bizden ayrılıp sağa dönecek herhalde bu yüzden ondan el çekmez.”
Gülsüm, elbette ki yine gülümseyerek (bunsuz olur muydu hiç?) “Bilmiyorum” dedi.
“Ben diyorum, belki…” Behram ümitsizce bir girişimde daha bulundu.
“Ama dedim sana. Sen dur!” Mübariz coşmuştu, bu defa sabırsızlıkla ve kabaca Behram’ı susturdu, içi titreye titreye yüzünü Gülsüm’e döndü:
“İster misin deney yapalım? Eğer… Hayır, sen bu akşam evde beni anımsadığında mutlaka saate bak, gör saat kaç olacak. Görürsün, ben de aynı saatte seni anımsayacağım. Sen hakem ol.” Mü-bariz, bu laflardan hiçbir şey anlamayan Behram’ın da gözlerini kırpa kırpa (“bu ne demek acaba?”) onlarla beraber yürüdüğünü fark etti sonunda: “Behram hakemimiz olsun. İkimiz de zamanı satına dakikasına kadar ona deriz. Sonra karşılaştırırız. Biliyorum, aynı zamanda olacak. İçime doğmuş, yarın sen de göreceksin böyle olduğunu.”
Gülsüm dudağını ısırdı, kafasını salladı, bu defa hiçbir şey söylemeden sessizce kendi yoluna dönerek çekip gitti. Behram’ın aklından bile geçmedi; kız her zamanki tebessümünü bu defa neden esirgedi, her zaman ayrıldıklarında olduğu gibi bu defa neden gülümsemedi, birdenbire ciddi mi ciddi bir tavır aldı: “Şuna bak hele, ben niyeyse onu anımsamalıymışım? Vay vay… Sen şuna bir bak. Ben bir daha bu uzun burunlu Mübariz’le yol gidersem ne olayım. Gider miyim? Asla! Ah Behram ah, sen yani bu kadar mı halden anlamazsın?” Gülsüm adımlarını hızlandırdı.
“Halden anlamaz” Behram ile Mübariz tek kaldıktan sonra yol boyunca ikisi de sustukça sustu.
“Bugün koyuna gitmeyeceğim. Evde görülesi işlerim var.”
Behram yüzünü öteki tarafa dönmüş, yalan söylüyordu; aslında yalnız kalmak istiyordu ama nedenini bilemiyordu. Galiba Mübariz de aynı durumdaydı. Behram Emmi sanki bugünmüş gibi anımsıyor. Onun bu sözlerinden sonra Mübariz nedense her zaman yaptığı gibi sülük olup ona yapışmadı, zorla sürükleyip otlağa götürmedi, sınıf arkadaşları (elbette öncelikle Gülsüm) konusunda bitmek tükenmek bilmeyen sorularını (teneffüste kim ne yapar, Gülsüm kiminle konuşur, kiminle konuşmaz vs.) sağanak gibi yağdırmadı. Hemen “kal sağlıcakla” diyerek uzaklaştı, havaya mı karıştı nereye kaybolduysa Behram bir de uyandı ki Mübariz yanında değil.
Behram Emmi şunu da gayet iyi anımsıyor; sabah erkenden ‘kedi fare oyunu’ (saklambaç) hepten bitti. Her şey açıkça gün ışığına çıktı.
Gülsüm yine Behram’la beraber okuldan çıktığında Mübariz’i her zamanki yerinde (kütüğün üzerinde oturuyordu) gördüğünde tebessümünü yüzünden silerek yerine asık bir surat yerleştirdi ve adımlarını hızlandırdı. Mibariz ile Behram ise hiçbir şey anlamadan onunla beraber yürümeğe başladılar.
“Nasıl oldu, dün saat kaçtı beni anımsadığında?” Ağzında dili bile kupkuru kuruyan Mübariz daha selam sabah etmeden kalbi yerinden kopacakmış gibi çarparak sordu. “Neden bunun suratı böylesine asıldı? Ne oldu acaba?”
Gülsüm yanıt vermedi, okul çantasını sıkı sıkıya kavradı. Ama Mübariz yanıt almadan kimseden el çekmiş miydi? Hayır. Bu defa da ısrarlarıyla bunalttı:
“Saate baktın mı? Saat kaçtı?” Öyle bir sordu ki artık yanıt vermemek imkânsızdı; köprüye yani Gülsümlerin evine dönen yolun başına az kalmıştı.
“Hiç anımsamadım.” (“Yan, yakıl işte! İşim gücüm yoktu da senin uzun burnun aklıma gelecekti”). Gülsüm kızgınlığını zorlukla bastırarak Behram’a baktı, onun cilveli sorusu bu gençlerin hangisine yöneltildi, anlaşılmadı:
“Ya sen?”
“Ben?” Kıpkırmızı kesilen Mübariz sordu.
Gülsüm, gözleri Behram’ın üzerinde olsa da (her zamanki gibi sadece onun için gülümsediği açıktı) soruyu Mübariz’e yöneltti:
“Evet ya, sen demedin mi insanlar birbirini aynı saatte düşünürler?” Bu noktada aptal Behram, aslında Gülsümün bakışlarından aldığı coşkunun etkisiyle araya girecekti ama aniden hatırladı, dünkü muhabbetin özü bu soruda saklıydı, onu da hakem seçmişlerdi… Ve Gülsüm, onun Gülsümü şimdi ondan yardım bekliyordu (neden?).
“Ben mi?”
“Sen, evet sen!” Gülsümün hırsı kalbinden suratına taşındı, tebessümü aniden kayboldu. Şimdi de o bir yanıt almadan el çekecek birisine benzemiyordu; bu defa da o meydan okurcasına bir duruş gösterdi. Gülsüm kaşlarını çatmış, Behram’a taraf bakmıyor, ama Mübariz’in yüzünü gözünü, burnunu ateş dolu gözleriyle delip geçmekteydi.
Buraya kadar her şey oyun, şaka örtülerine bürünmüştü, ama şaşkın Mübariz bu örtüleri aradan kaldırmadı mı, kaldırdı, örtülerin gerisinde zayıf bir inleme kaldı. Behram bugüne kadar gayet iyi anımsıyor Mübariz’den çıkan o inleme sesini. Bu inlemeden sonra şaşırıp kalan Behram “buna ne oldu” anlamında yüzünü dönüp Gülsüm’e baktı. Kızın suratı kıpkırmızı kesilmişti. Hiçbir söz demeden (Mübariz’in yanıtı Gülsüm’ü iyice şaşırtmıştı) sinirden titreyerek sırtını onlara dönerek köprüyü geçti, yüzündeki o sinirli ifadeyle vedalaşmadan neredeyse koşarak çekip gitti. “Vedalaşmadı bile.”
“Mahvolmuş” Mübariz’in inlemeli yanıtını Behram Emmi sonraları sık sık anımsar ve her defasında da acıklı acıklı gülümser. O anı defalarca aklına getirir, bakışlarını Gülsüm’den ayıramayan Mübariz’e (sanki şimdi yapıyor) tekrar soruyor:
“Sen! Sen! Ya sen ne zaman anımsadın onu.”
Olay bu noktada yeniden başa döner. Mübariz yine duraksıyor, bakışlarını Gülsüm’den saklayarak, sonunda Behram’ın gözünü açan ve kendi yaralı kalbinde ne zamandan beri sakladığı o inlemeli yanıtı, sanki kendi kendine (yüz bininci kere) fısıldıyor:
“Ben onu hiç unutamadım ki.”
Bu sözlerden sonra Gülsüm, bu defa yüzünde gizemli bir tebessüm koşarak çekip gidiyor.
Aptal Behram yıldırım çarpmış gibi yerinde donup kalmadı mı, dondu kaldı. “Ben ne kadar aptal, ben ne kadar tahta kafalıyım. Bu ki bu kadar açık, bu kadar basitmiş. İki kere iki. Arkadaş, arkadaş… İşte bu da arkadaş. Bu ki… Bu kızı seviyormuş. Bana bakıyor musun? Nasıl olmuş da bunu fark etmemişim? Yani belki herkes bunu biliyormuş, bir tek ben anlamamışım. Aman, aman, aman… Of, of, of… Ama… Peki, bana ne oluyor? Neden bu kadar canım acıyor? Seviyorsa seviyor, bana ne? Cehenneme kadar yolu var. Hayır! Hayır! Gülsüm, Gülsüm… Ben Gülsümsüz…”
Sabahı gün Gülsüm okula gelmedi. Sonraki gün de öyle. İki gün sonra geldi. Behram’ın kalbi bu iki gün içinde neredeyse parçalanacaktı; sınıfa girince önce Gülsümün sırasına bakıyor, Gülsümü yerinde bulamayınca sanki içinde bir şeyler kopuyordu. Sonra bakışlarıyla sınıfın tamamını tarıyordu ‘belki yerini değiştirmiş’ diye. Ama yok işte.
Gülsüm okula iki gün sonra geldi, yine sessizce geçip onun yanında kendi yerine oturdu. Behram bir süre başını kaldırıp Gülsümün yüzüne bakamadı. “Acaba başka bir dünyada Kehrizli köprü Mübariz olmadan geçilebilir mi, geçilmez mi?” Kız da sanki ondan ürkmüştü (sıdkı sıyrıldı galiba), bir daha hiçbir zaman özel olarak Behram için gülümsemedi. Herkese nasıl baktıysa, gülümsediyse, ona da öyle. “Kalp kıran Behram, sana gösteririm kalp kırmak neymiş, halden anlamaz Behram.”
Bir süre daha geçecek, mezuniyet sınavları başlayacak ve daha sonra da onlar sekizinci sınıfı bitireceklerdi. Anlaşılmazları bazen kolayca bazen ise gaddarcasına anlaşılana dönüştüren okul yılları, bu derslik, koridorlar, Kehrizli köprüye kadar uzanan yol… Her şey, her şey arakada kalacak, uzun yıllar sonra çok şeyler yaşanacak, çok şeyler değişecek, ya unutulacak ya da yerinde kalarak öyle yaşlanacaktı. Gülsüm asla unutulmayacaktı. Bundan emindi. Anlaşılan Mübariz de böyle düşünüyordu. İkisi de, ikisi de değil en çok Behram o uğursuz günden beri ta sonsuza kadar Gülsüme borçlu kaldı. Bu borcun miktarı yoktu, bu borcun adı yoktu, bu borcun iç burka bir ağırlığı vardı. Behram’ın aniden yorgan altında az kaslın soluğu kesildi, kendine öylesine acıdı ki… Burnunu, ağzını hemen yorgan altından çıkarıp derinden bir nefes aldı, sonra nefesini topladı, rahatladı (ah…), şimdi de Mübariz’e acımaya başladı. “O zaman ben ne kadar aptaldım Allah’ım, o köprünün üzerinde nasıl da şaşırmış kalmıştım?”

Mübariz, Behram, Gülsüm (2)
Mübariz son gün Kehrizli arkın köprüsü üzerinde o mahzun haliyle dile getirdiği o itiraf küçücük bir gerçeğin üzerine aniden gür bir güneş ışığı yöneltti ve bu küçücük gerçek parlayarak değişik yönleriyle görünmeğe başladı. Anlaşıldı ki gerçek, sadece bu uzun burunlu Mübariz’in meğerse Gülsüme âşık olmasından, onu bu denli seviyor olmasından ibaret değil, gerçek hem de şu ki (Behram bunu ilk defa orada anlamaya başladı) Behram kendisi de Gülsümü dünyalar kadar seviyordu.
Şimdi bile, akşamları evde yahut Karaağacın altında Behram Emmi önünde çay masa başında yalnız kaldığı zamanlar (böyle zamanlar ise umduğundan fazla oluyordu) okul yıllarını, Gülsümün unutulmaz tebessümünü az kalsın minnet duygusuyla anımsıyor ve artık ilk zamanlarda olduğu gibi çok acı çekmiyor, tersine içi bir hoş oluyordu. Şimdi o günleri rüyasında görüyor; Mübariz’in rezil “itirafından” elbette ki daha önce Gülsümün evden Büğelek romanını getirip ona vermesi (şehirden gelen amcası –Varis amcası– beraberinde bir kucak dolusu kitap getirmişti) “mutlaka oku” diye ciddi biçimde tembih etmesi, okuyup bitirdiğinde ise sırf kızı sinirlendirmek için: “Bu da kitap mı? Okuyamadım” diyerek artistlik etmesi vs.
“Sen çok mu bilirsin? Gerçekten beğenmedin mi? Beğendin, beğendin… Gözlerinden görüyorum, beğenmişsin. Ben çok beğendim” Gülsümün yanakları kızardı: “Behram sen sanki Büğelek gibisin, biliyor musun? Onun gibi uzun boylu, gülcüsün… Ver, ver kitabı bana.”
Suratı kıpkırmızı kesilen Gülsüm Kehrizli arkın köprüsünde çantasını çekip onun elinden aldı (Behram bazen, özellikle ağır olduğunda, mesela kütüphaneden kitap aldığı zamanlarda Gülsümün çantasını köprüye kadar kendisi taşırdı) ama aniden konuyu değiştirerek her zamanki tebessümünü “büründü”. Yeşil (mavi mi, konur mu?) gözleri ise korku ve merak doldu:

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/kemal-abdulla/unutmaga-kimse-yok-69499675/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
Unutmağa Kimse Yok Kemal Abdulla
Unutmağa Kimse Yok

Kemal Abdulla

Тип: электронная книга

Жанр: Историческая литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 16.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Unutmağa Kimse Yok, электронная книга автора Kemal Abdulla на турецком языке, в жанре историческая литература

  • Добавить отзыв