Issız Köşe

Issız Köşe
Kızıl Enik Kudajı

Kızıl Enik Kudajı
Issız Köşe

ÖN SÖZ
2019 yılında gerçekleştirdiğimiz Tuva Cumhuriyeti gezimizde, Bengü Yayınları arasında çıkan aktarmalarımız Kültegin ve Tuvaların Gelenekleri’ni Kızıl’daki Puşkin Kütüphanesine takdim ederken görevli hanımefendiye Tuva’da oldukça velut bir edebiyat olduğunu söylemiştik. Kendisi de bize şu dikkat çekici cevabı vermişti:
Tuva’da herkes yazar, herkes şair ve herkes masalcıdır.
Gerçekten de az nüfuslu bir Türk halkı olan Tuvalar, Türk dünyasının diğer sahalarındaki gibi klasik bir edebiyat geleneğine sahip olmamalarına ve 1930 gibi geç bir tarihte yazı diline kavuşmalarına rağmen dünden bugüne temelleri oldukça sağlam bir edebî kültür meydana getirmişlerdir. Bilhassa Sibirya’daki emsalleriyle kıyaslandığında Tuvaların sözlü edebiyattan yazılı edebiyata oldukça hızlı bir biçimde geçtikleri ve dikkat çekici bir çeşitlilik arz eden edebî eserler ortaya koydukları açıkça görülebilir. Tuvalı edebiyatçılar Tuva Türkçesi için geliştirilen Latin esasına dayalı Tuva alfabesi ve daha sonra kabul edilen Kiril alfabesiyle roman, hikâye, şiir, tiyatro, deneme, çeviri vb. gibi farklı türlerde ve çok sayıda edebî eser kaleme almıştır.
Ne var ki Tuva yazılı edebiyatının ortaya çıkması Tuvaların Sovyetler Birliği himayesinde olduğu döneme rastlamaktadır. Bu nedenle o tarihte yayımlanan eserler SSCB hudutları dahilinde makbul olan ve Homo Sovieticus insan tipinin yaratılmasını amaçlayan bir edebî anlayışa sahip olmak zorunda kalmıştır. Bilindiği üzere özellikle Stalin’in ölümüne kadar olan süreçte edebiyat, vazgeçilmez bir propaganda aracı olarak Komünizm ideolojisine hizmet etmiş; yazılan eserler ancak ve ancak devrin hâkim edebî anlayışının çizdiği çerçevede kendine yer bulabilmiş; bu değerleri yüceltmeyenler ise sansürlenmiş veya tamamen yasaklanmıştır. Çok sayıda edebiyatçı bilhassa repressiyalar döneminde mesnetsiz soruşturmalara uğramış, tutuklanmış, gözden düşürülmüş, unutturulmuş, sürülmüş ve hatta idam edilmiştir. Bundan dolayı dönemin edebiyatını Komünizm zindanının dört duvarı arasına hapsedilmiş bir edebiyat olarak tanımlamak mübalağa olmayacaktır.
Bununla birlikte bu türden eserlerin yadsınamayacak derecede önemli işlevleri de söz konusudur. Örnek vermek gerekirse Sovyet ideolojisi kapsamında kaleme alınmış Türkçe eserler vasıtasıyla Türk dünyasında çağın geçmiş, bugün ve gelecek bağlamında insan ve kültür algısı; kültürel devamlılığın yapay bir müdahale ile nasıl travmatik sonuçlar doğurabilecek bir biçimde kesintiye uğradığı bütün yalınlığı ile görülebilmektedir.
Okuyucunun ilgisine sunduğumuz Issız Köşe (Irjım Buluŋ) romanı/uzun hikayesi de böyle bir edebî anlayışla kaleme alınmış, alan yazınında kolhoz edebiyatı olarak nitelenen bir türün numunesidir. Kızıl-Enik Kudajı’nın tooju (hikâye/ uzun hikâye) olarak adlandırdığı eseri, yazarın daha sonraki yıllarda yayımladığı Irak Bulut ve Irlıg Bulak romanlarıyla birlikte bir üçlemenin ilk halkasını oluşturmaktadır. Bu üçlemede karakterler hayatlarının farklı dönemleriyle bir nehir roman tekniği çerçevesinde kolhoz eksenli olarak ele alınmıştır. Kolhoz çiftliklerinin, makineleşmenin, fedakârane bir şekilde çalışmanın, Sovyetler Birliği’ne ve ideolojisine koşulsuz bağlılığın yüceltildiği; geçmişin artığı olarak değerlendiren eski inançların ve geleneklerin, tembelliğin, kolektifleşmemenin hicvedildiği bu romanların dikkat çeken bir tarafı da o dönemde henüz otuz yıllık bir geçmişi olan Tuva yazı dilinin erken dönem eserlerinden biri olması; Tuva sözlü kültürüne ilişkin hatırı sayılır bir dil malzemesini barındırmasıdır. Hem Issız Köşe’de hem de üçlemenin diğer romanlarında Tuvaların eski inanışlarını, atasözlerini ve deyimlerini, türkülerini; geleneksel tarım ve hayvancılık terminolojisini, yaşam alanları ile ilgili adetlerini gözlemlemek mümkündür. Edebî olgunluk bakımından tezli romanların pek çoğunda karşılaşılan niteliklere haiz olan eser, dil ölümü sürecini yaşayan ve son çıkarılan dil yasalarıyla tabiri caizse kalemi kırılan Tuva Türkçesinin kıymeti tartışılmayacak bir dil vesikasıdır. Hiç unutulmamalıdır ki 20. yüzyılın başından itibaren bir hayatta kalma mücadelesi veren Tuva Türkçesiyle yazılmış her bir satır, sırf bu nedenle Türkoloji için altın değerinde kabul edilmelidir.
Latince bir veciz sözde de ifade edildiği gibi traduttore traditore, yani çevirmen haindir! Tüm çeviri ve aktarma faaliyetlerinde çevirmenin ya da aktarıcının en büyük endişelerinden birini dile getiren bu söz, aslında kaynak dilden/lehçeden hedef dile/lehçeye çevrilecek/aktarılacak metnin hedef dildeki/ lehçedeki niteliğini kaybettirmeden, kaynak dilde/lehçede aşırı yorum ya da eksik yorumla tahrif ettirmeden okuyucuya sunma çabasını ortaya koymaktadır. Biz aktarmamızı Tuva Türkçesinin dil ve kültür unsurlarını metnin yapısını mümkün olduğunca bozmadan ve Türkiye Türkçesinde doğru anlaşılacak düzeyde gerçekleştirmeye çalıştık. Aktarmada kimi kültürel unsurlar hakkında hin-i hacette dipnotlarla okuyucuyu bilgilendirmeyi uygun gördük. Sürçülisan ettiysek affola!
Diğer iki eserini de aktardığımız bu üçlemenin ilk cildi olan Issız Köşe’nin yayımlanmasında en büyük emek şüphesiz sayın Dr. Yakup ÖMEROĞLU’na aittir. Kendisine sabrı ve anlayışı için minnettarız. Ayrıca Tuva Türkçesinin kapısını bana açan ve her daim açık tutan sayın hocam Prof. Dr. Ekrem ARIKOĞLU’na, aktarma sürecinde bana bir ana dil konuşuru olarak yardımlarını esirgemeyen sayın Ernazar KUULAR, Slava MUNUN-OOL ve Dr. Aziyana BAYIR-OOL’a; Türk edebiyatı konusunda fikirlerine başvurduğum sayın Doç. Dr. Ali KURT ve Dr. Birol BULUT’a teşekkürü bir borç bilirim.

    Dr. İlker TOSUN



KIZIL-ENİK (KIRGIS OGLU) KUDAJI
(1929-2006)
Şair, yazar, dramaturg, çevirmen ve gazeteci Kızıl-Enik Kırgıs Kudajı, 13 Aralık 1929’de Tuva Halk Cumhuriyeti’nin Ulug-Hem bölgesine bağlı İyi-Tal köyünde dünyaya geldi. Şagaan-Arıg ortaokulundan mezun olan Kudajı, 1951 yılında Kızıl Pedagoji Koleji’ni, 1960 yılında Tuva Devlet Üniversitesi Filoloji Fakültesi’ni, 1964 yılında ise Sovyetler Birliği Komünist Parti Merkez Komitesi Yüksekokulu Gazetecilik Bölümünü bitirdi. Bu tarihten sonra bir müddet Tere-Höl’de yedi yıllık Çırgalandı Okulu’nda öğretmenlik mesleğini icra etti.
Kudajı’nın öğretmenlik mesleği dışında en bilinen uğraşı gazeteciliktir. Tuva’nın tanınmış gazeteleri olan Sıldısçıgaş “Yıldızcık”, TıvanıŋAnıyaktarı “Tuva’nın Gençleri”, Şın “Gerçek” ve Tuva’nın 1946 yılından beri yayın hayatına devam eden edebiyat yıllığı Ulug-Hem’de editörlük yaptı. 19801989 tarihleri arasında Tuva Özerk Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti Yazarlar Birliği’nin yönetim kurulu başkanlığını yürüttü.
Romancı kimliği ile ön plana çıkan Kudajı’nın ilk yayımlanan eserleri şiirleri olmuştur. İlk şiirleri 1948 yılından itibaren Sıldısçıgaş gazetesinde neşredilmeye başlayan edebiyatçının yayımlanan ilk şiir kitabı Baştaygı Basım “İlk adım” (1958) olmuştur. Töreen Çurtum Delgemneri “Ana Vatanımın Uçsuz Bucaksızlığı” (1970) ve Heneler “Yumurtalıklar” (1982) ise şairin yayımlanan diğer şiir seçkileridir.
Kudajı’nın nesirleri ise şöyle örneklenebilir: Öŋnükterniŋ Daŋgıra “Dostluk Yemini” (1962), IrjımBuluŋ “Issız Köşe” (1965), Taraa “Tahıl”, Irak Bulut “Uzak Bulut” (1971), Irlıg Bulak “Şarkı Söyleyen Pınar” (1983), Tandı Kejii “Tayga’nın Hediyeleri” (1984), Duŋzaa “Kaynak” (1988), Uygu Çok Ulug-Hem (1973, 1974, 1992, 2009), Iı “Ağıt” (1999), Şonçalay “Şonçalay” (2000), Samdar Namdar “Kaderin Akisleri” (2005), Bistiŋ Üyeniŋ Maadırı “Zamanımızın Kahramanı” (2007).
Yazar ayrıca dramaturg olarak da başarılı eserler kaleme almıştır. Onun Tuva Müzik ve Drama Tiyatrosunda sahnelenen eserleri arasında Dolumanıŋ Huulgaazınnı “Dolumaa’nın Büyüsü” (1970), On Bir “On Bir” (1972), Dalay Düvünde Daŋgına “Deniz Altındaki Prenses” (1974), İnçeek “Heybe” (1976), Belek-kıs Emçi “Doktor Belek-Kıs” (1978), Dirde-Makdo (2000) yer almaktadır. Yazdığı oyunlar Kırgızistan, Yakutistan ve Moğolistan’da oynanmıştır.
Kudajı bazı eserlerini Rusça olarak kaleme almıştır: U podnojiya Sayan “Sayanlarda” (1975), Anay-Kıs “Anay-Kıs” (1980), Verşinı “Tepeler” (1978). Ayrıca yazarın bazı Tuvaca eserleri Rusçaya tercüme edilmiştir: Tihiy ugolog adıyla Issız Köşe (1966/1996), Poyuşçiy rodnik adıyla Şarkı Söyleyen Pınar (1987), Ulug-Hem neygomoynıy adıyla Uygu Çok Ulug-Hem (1976-2009).
Aynı zamanda bir çevirmen olan K. Kudajı; Tolstoy, Serafimoviç ve Baruzdin’in hikâyelerini; Şevçenko’nun şiirlerini ve Çukovski’nin Doktor Aybolit romanını Tuva Türkçesine kazandırmıştır.
Kızıl-Enik Kudajı, Tuva Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’nin Onur Madalyası (1979), Tuva Devlet Nişanı (1999) sahibidir. 2003 yılında Tuva Cumhuriyeti Devlet Ödülü’ne hak kazanmıştır. Kendisine 1987 yılında Tuva Halk Yazarı ve 2004 yılında Tuva Cumhuriyeti Onursal Eğitim Emekçisi unvanları verilmiştir.
Yazar 2006 yılında 77 yaşında hayata gözlerini yumdu.

a) Issız Köşe’nin Tarihsel Arka Planına Genel Bir Bakış
Sovyetler Birliği dönemi edebî eserleri, resmî ideoloji çerçevesinde çeşitli temalar etrafında öbeklenmiştir. Bu temalardan biri de hiç şüphesiz, Sovyetler Birliği tarihinin en önemli toplumsal olaylarından biri olan kolektifleştirme’dir. Her ne kadar dönemin eserlerinde farklı bir bakış açısı ile ele alınmış olsa da kolektifleştirme tüm SSCB coğrafyasını doğrudan ya da dolaylı olarak etkileyen, geniş halk kitlelerinin kıtlık, sürgün ve soykırım derecesine varan katliamlara maruz kalmasına neden olan bir trajediler silsilesidir.
Bütün tarımın kolektivizasyonu, İlk Beş Yıllık Plan ile sanayileşme hamleleri Parti’nin NEP’i (Yeni Ekonomi Politikası) terk etmesinin ardından gelişmiştir. Kolektifleşme sanayinin ayrılmaz bir parçası olmuş ve hem ekonomik hem de politik birçok nedenle geliştirilmiştir. Stalin ekonomik bakımdan sanayiye kaynak aktarmanın tek yolunun tarımın baskılanması olacağına inanmış; Sovyet rejimini güçlendirmek, Rusya’yı dönüştürmek ve geniş bir proletarya yaratarak sosyalizmi sosyoekonomik olarak meşrulaştırmak için ikinci bir devrimi başlatacak ekonomik bir zemin hazırlamak istemiştir (Barnes 2022: 140).
Ancak özel mülkiyetin ve bir anlamda ağalık sisteminin sonlandırılmasına dayanan kolektifleştirme tüm SSCB’de muazzam bir direnişle karşılaşmış, Parti kadroları kolektifleştirmeyi gerçekleştirebilmek için köylülerin kırılmasını göze alacak kadar sert politikalar izlemiş; bunun sonucu olarak Kazakistan’da 1929-1932 yılları arasında Kızıl Kıtlık, Ukrayna’da 1932-1933 yılları arasında Golodomor/Holodomor adı verilen “planlı kıtlıkların” yaşanmasına neden olmuştur.
Sovyet hükümeti kolhozlaşmaya karşıtı kitlesel muhalefeti baskılamak için polisiye tedbirlerin yanı sıra, Komünist ideolojinin en önemli propaganda silahı olan edebiyatı da devreye sokmuş, kolektifleştirme ve kolhozlaştırma kavramlarınının halka edebiyat yoluyla benimsetilmesi adına “kolhoz edebiyatı” adı verilen bir edebî tür yaratılmıştır.
Benzerlerine Sovyetler Birliği dönemini tecrübe etmiş diğer Türk halklarının edebiyatlarında da tesadüf edilen kolhoz edebiyatının Tuva’daki en önemli temsilcilerinden biri de Kızıl-Enik Kırgıs Kudajı’dır. Onun 1965-1983 yılları arasında yayımladığı kolhoz üçlemesi bu türün Tuva edebiyatındaki en dikkat çekici örnekleridir. Üçleme Issız Köşe (Irjım Buluŋ), Uzak Bulut (Irak Bulut) ve Şarkı Söyleyen Pınar (Irlıg Bulak) romanlarından oluşmaktadır. Issız Köşe, bu üçlemenin yayımlanan ilk eseridir.
Her üç roman da[1 - Kudajı her ne kadar Irjım Buluŋ’u bir uzun hikâye olarak tasarlasa da sonraki yıllarda eserini bir üçlemeye dönüştürmüş; Irak Bulut ve Irlıg Bulak’ı roman formatıyla yazmıştır. Bu eserler bütüncül bir karakter gösterdiği için Irjım Buluŋ da tarafımızdan üçlemenin ilk romanı olarak değerlendirilmiştir.] kolhoz ve kolhocuları merkezine almakla beraber, esasen Tuvaların 20. yüzyılını farklı kesitler halinde dile getiren eserler olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu nedenle Issız Köşe’nin olay örgüsünü kronolojik olarak doğru konumlandırabilmek için Tuvaların 20. yüzyılda yaşadıkları dönüm noktalarını bilmek ve eseri buna göre değerlendirmek gerekmektedir.
20. yüzyıl, Tuvaların Asya’nın hâkim güçleri arasında yaşanan askerî ve siyasi çatışmaların arasında adeta bir hayatta kalma mücadelesi verdikleri bir dönemdir. Bilindiği üzere Tuvalar 1911 yılında gerçekleşen Xinhai Devrimi’nin ardından Çin Mançu Hanedanlığından bağımsızlıklarını ilan etmiş, 1918’de Rus Çarlığının korumasına girmiştir. Ekim Devrimi’nin hemen ardından başlayan ve 1921 yılına kadar süren Rus İç Savaşı Tuva’ya da sıçramış; çok sayıda Tuvalı, Beyazlar ve Kızıllar arasındaki çatışmaların kurbanı olmuştur. Bu çatışmaların devam ettiği dönemde Tuvalar, Moğolistan ve Çin’in itirazlarına karşın Tannu-Tuva Cumhuriyeti kurulmuştur.
Tamamen SSCB güdümünde olan bu cumhuriyetin ilk devlet kadroları, geleneksel eğitimle yetişmiş, Lamaizm’e sadık ve pek çoğu soylu ailelerden gelen insanlardan müteşekkildi. Sovyetler Birliği’nin değerler sistemine aykırı olan bu kadrolar, Tuva’da başlayan kolektifleştirme faaliyetleri döneminde Moskova ile kendi halkları arasında tercih yapmaya zorlanmıştır. Bilhassa 1930’lu yıllarda bu politika çerçevesinde tarım alanlarının kişilerin elinden alınması ve kolhoz adı verilen çiftliklerin kurulması tüm Sovyetlerde olduğu gibi Tuva’da da sancılı bir şekilde devam etmiştir. İşçilerin aksine sosyalist olmaktan uzak eski inanışları korumaya meyyal muhafazakârlar olarak değerlendirilen köylüler kolektifleştirmenin önündeki en önemli engel olarak görülmüş ve devletin bir numaralı düşmanı olarak kabul edilmiştir. Bu nedenle soylu ailelerden gelen devlet yöneticileri kolektifleştirme politikasına doğan muhalefet nedeniyle Tuva’da patlak veren iç isyanlar bahane edilerek Stalin döneminde iktidardan uzaklaştırılmış ve başta devletin kurucu liderlerinden Buyan Badırgı olmak üzere Tuva’nın eğitimli halk tabakasını temsil eden nesil neredeyse ortadan kaldırılmıştır.
Issız Köşe’nin olay örgüsü de 1920-1960 yılları arasındaki yaklaşık 40 yıllık zaman dilimini kapsamakta; bu çerçevede Tuva’daki Kızıllar ve Beyazların arasındaki çatışmalar, Tuva’daki kolektifleştirme faaliyetleri ve bu nedenle yaşanan sorunlar, Sovyetler Birliği’nin II. Dünya Savaşı’ndan sonraki yeniden inşa süreci ele alınmaktadır.

b) Issız Köşe’nin Şahıslar Kadrosu
Issız Köşe, Eres ve Dolaana’nın hayatı üzerine odaklanmıştır. Üçlemenin ikinci kitabı Uzak Bulut ise, Issız Köşe’deki yan karakterler olan Lapçar ve Anay-Kıs’ı ele almakta; son kitap Şarkı Söyleyen Pınar, ilk iki kitapta ön plana çıkan karakterlerin hayatlarının ilerleyen dönemini hikâye etmektedir. Issız Köşe romanı/uzun hikayesinin şahıslar kadrosu şöyle özetlenebilir:
Eres Herel: Eserin başkahramanı Eres Herel’dir. Eres Herel, Kudajı’nın eserinde “altın kadrolar” olarak isimlendirdiği ideal gençliği temsil eden bir kolhozcudur. Bu nedenle adı ve soyadı, Türk edebiyatının diğer sahalarında da görülebileceği üzere eserin tezine uygun düşen bir isim sembolizmiyle belirlenmiştir: Eres “Yiğit”, Herel “Işık”. Eserde tenkit edilen eski bir inanış nedeniyle ormana terkedilmiş öksüz ve yetim olan Eres, fakir ve çocuksuz bir aile tarafından evlat edinilmiş, Şivilig köyünde aile dostları İrbijeylerin oğlu Lapçar’la beraber büyümüştür. Çocukluğundan beri çalışkan, disiplinli ve dürüsttür. Okulu bitince Şivilig Kolhozunda çalışmaya başlamış ve burada Anay-Kıs’la nişanlanmıştır. Askerliğini Sovyetler Birliği’nin en doğusunda yer alan Çukotka’da yapan Eres; askerlik mesleğinin özüne vakıf, politik bilgisi tam ve disiplinli bir çavuştur. En başından itibaren babasının “Ailenin adını kirletme ve vatanını sev” öğüdüne uyan Eres, sürekli SSCB’nin insana olan saygısını dile getirir ve kendisini de ülkesine faydalı bir birey olarak kabul eder. Askerdeyken Anay-Kıs’la ayrılan Eres, herkesten uzak ve ıssız bir köşede çalışmak ister ve doğum yeri olan Agılıg köyünün kolhozuna gider. Burada kolhozun yönetimdeki bozukluklar, eski nesillerin organizasyon kültüründen ve yeniliklere uyum sağlamaktan yoksun oluşu, Eres’in fikirleri çerçevesinde dile getirilir. Eres, kolhozlaşmaya inancı tam, tarımda teknolojinin önemini kavramış, gelişmeye açık, gözü kara ve çok çalışkan bir kolhozcu olarak tasvir edilir. Kendisi de öksüz ve yetim olan Eres, Dolaana’nın yetim kalan oğlunu kendi evladı gibi yetiştirir ve kolhozunun gelişmesi için mücadele eder.
Oyun Herel: Eres’in üvey babasıdır. Agılıg civarında eşiyle birlikte yaşayan yoksul bir besicidir. 1920’li yıllarda köyleri basan eşkıyaların reisi tarafından vurulmuş ve şans eseri hayatta kalmıştır. Çocuğu yoktur ve eşinin getirdiği terk edilmiş bebeği kendi evladı olarak benimser. Mıyıs-Kulak’ın dedikodusu nedeniyle çocuğunu kaybetmemek için Agılıg’dan Şivilig’e göçer. Eğitimsiz olmasına karşın bilge bir adam olan Oyun Herel, evladını vatansever ve onurlu biri olarak yetiştirir. Eres babasının karakterini de özetleyen şu nasihatini asla unutmaz: Bir erkek için ilk şeref vatanını korumak, ikinci şeref ise ailesinin adını lekelememektir. Bu ihtiyar babanı bırak, düşünme.Halkım yorgan, insanlarım gömlek, bana bir şey olmaz. Vatanımız için erkeklik görevini yerine getirip gel, oğlum.Halkıma yük olmadım, insanlarımı sıkıntıya sokmadım. Babanı utandırma. Babanın sözünü unutma oğlum!
Eres’in annesi: Eres’i ormanda bulan ve onu çadırına getirip evlat edinen annesinin adı eserde verilmemektedir. Romanın sadece prolog bölümünde değinilen bu kadın, Şamanizm’e inanan, eski inanışları muhafaza eden (saçı ve alkış gibi) ve çocuksuz olması nedeniyle komşu kadınlar tarafından hor görülen biri olarak tasvir edilmiştir.
Dolaana Möŋge (Kırgıs): Dolaana, ya da kısaltılmış adıyla Dolaan, Kudajı’nın Issız Köşe’deki ideal kadın tipidir. Adı, çiçekli ve yemişli bir bitki olan Dolagana’dan (Türk. Akdiken) gelmektedir. Dolaana, eserde anlatılan tabiatı itibariyle Eres’le büyük benzerlikler göstermektedir. Oldukça çalışkan, hırslı ve yenilikçi bir kadın olan Dolaana’nın hayatının önemli bölümleri eserde onun günlüğü aracılığıyla verilir. Dolaana, kendisi gibi bir kolhozcu olan Sendi ile evlenmiştir. Sendi öldürülünce yıkılmaz, kendini bırakmaz; küçük çocuğu Kolya’yı kendi annesine emanet edip kolhozda çalışmayı sürdürür. Kolhozdaki yönetim bozuklukları ve erkek egemen yönetim anlayışına şiddetle karşı çıkar. Bekâr bir anne olarak kolhozdaki bazı insanların çarpık bakış açısına dürüstlüğü ve ahlakıyla direnir. Dolaana, daha önce hayatları kesişen Eres’le birlikte aynı değerlere sahiptir ve ikisi evlenerek eserdeki idealize edilmiş aileyi meydana getirirler.
Komsomolcu Sendi: Komsomolcu Sendi, Dolaana’nın ilk eşidir. Romanda idealize edilen tiplerden birisidir. Agılıg sırtlarında hiç ekilmemiş alanları ekime hazırlamak ve kolhozun ekilebilir arazisini arttırmak istemektedir. Ancak tıpkı daha sonra Eres’in de yaşayacağı gibi, kolhoz yöneticilerine bu fikrini kabul ettirememiştir. Kendi inisiyatifiyle tarlaları ekmeye gider ancak uykusunda Mıyıs-Kulak tarafından öldürülür. Kendi evladının doğumunu göremeyen Sendi’nin isimsiz mezarı Agılıg sırtlarındadır. Dolaana’nın günlüğünden Sendi’nin hikayesini öğrenen Eres, onun yarım bıraktığı işi tamamlamaya ant içer.
Kolya: Komsomolcu Sendi ve Dolaana’nın oğludur. Adı ünlü Rus masal kahramanı çifti Nikolay Selyannoviç’ten esinlenerek konulmuştur. Babasını hiç görmemiş, annesi tarafından anneannesine bırakılmıştır. Okulundaki çocuklar tarafından babasız olduğu için hor görülen Nikolay, Eres’i kendi babası gibi benimser. Şarkı Söyleyen Bahar romanının önemli karakterlerindendir.
Dolaana’nın annesi: Dolaana’nın annesi, kasabada torunu Kolya’yla birlikte yaşamaktadır. 1920’li yıllarda eşkıyalar köyü bastığında Dolaana’nın doğumda vefat eden ağabeyine hamiledir. Kızı eşini kaybettiği dönemde ona destek olmuş ve torununun bakımını üstlenmiş cefakâr bir anne olarak betimlenmiştir.
Biçiiney: Çoduraa Kolhozundaki genç kızlardan biridir. Yerli yersiz gülen ve arkadaşlarını rahatsız eden toy bir gençtir. Eres kolhoza geldiğinde Biçiiney ona âşık olur. Eres MTS’de çalışırken o da kütüphanecilik seminerindedir ve sürekli onun çalıştığı yere gider. MTS işçileri tarafından adı ‘küçük yengemiz’e çıkan Biçiiney Eres tarafından reddedilince yıkılır. Hayatını Çoduraa’dan uzakta kütüphaneci olarak sürdürür.
Tos-Taŋma Abla: Eserde, eski nesilleri olumlu bir biçimde temsil eden karakterdir. Asıl adı Namçalbaa Ondar’dır ancak oldukça güçlü kuvvetli ve yapılı bir kadın olan Namçalbaa büyük kazanları kimsenin yardımı olmaksızın kaldırabildiği için kendisine Tos-Taŋma (Tuv. Büyük Dökme Kazan) lakabı takılmıştır. İlerleyen zamanda gerçek adı unutulmuş ve lakabı gerçek adı sanılmaya başlanmıştır. İlk nesil komünistlerden olup dürüst, aydın, gözü pek bir kadın olarak tasvir edilmiştir. Kendi neslinden Müdür Konçuk’a hatalarını söylemeye cesaret edebilen, herkes önünde onu eleştirebilen çok çalışkan bir kolhozcudur. Eres ile Dolaana’yı “altın kadrolar” olarak niteleyen ve öven kendisidir.
Konçuk: Çoduraa Kolhozunun müdürüdür. Aslında 1920’li yıllarda Tuva’da devrimin yayılmasına oldukça faydası dokunan, at üstünde yaşayan ve savaşan kolhoz müdürünün dilinde iki ayrı laytmotif vardır. Birincisi her lafının sonuna eklediği tas-tır oo “İyidir, iyi!”, öbürü de çalışma anlayışını temsil eden mobilizastaar “seferber etmek” sözcüğüdür. İş gücünü doğru organize edememesi, erkekleri kayırıp tüm iş yükünü kadınların üstüne yıkması ve yeni fikirlere kapalı olması nedeniyle tenkit edilir. Yenilikçi müdür Dajısaŋ ve Eres ile fikri çatışma halindedir.
Dajısaŋ: Eserde aydın bir parti yöneticisi olarak betimlenmektedir. Konçuk’un aksine yeni fikirlere açık, makineleşmeyi benimsemiş, kolhozuna ve kolhozculara güvenen bir karaktere sahiptir. Eski nesilden Konçuk’un karşıtıdır. Eres’i Agılıg sırtlarının ekilmesi konusunda cesaretlendiren, ona traktör ekibinin şefliğini veren ve birbirine yakın iki kolhoz olan Agılıg ve Şivilig’i birleştirerek verimli hale getiren kendisidir.
Ugaanza: Ugaanza, romanda idealize edilmiş Eres karakterinin tam zıttı olarak betimlenmiştir. Sosyalist düşünce yapısına uymayan, müptezel, kolhozda çalışmaktan uzak duran, alkole ve paraya düşkün, giyiminde kuşamında aşırıya kaçan, gösteriş meraklısı, ahlaksız bir tiptir. Sürekli “Para varsa sorun yok” lafını tekrarlar. Dolaana’ya ilgi duymaktadır. Büyük fırtınada Dolaana’yla yaptıkları yolculuk sırasında onu taciz eder. Daha sonra dedesiyle birlikte Eres ve Dolaana’ya tuzak kurar. Dedesinin verdiği silahla onu öldürmeye çalışır ancak tetiği çekmeye cesaret edemez ve düşüp bayılır. Eres tarafından affedilen Ugaanza daha sonra Sosyalist sistemin bir başarısı olarak ıslah olur.
Şırbaŋ-Kök: Ugaanza’nın babasıdır. Tıpkı oğlu gibi içkiye düşkündür. Çalışmaktan kaçar ve sürekli Konçuk Müdür’ün etrafında dolaşıp ona dalkavukluk eder.
Mıyıs-Kulak: Issız Köşe’nin en dikkat çeken tiplerinden biridir. Tuva’nın Komünizm öncesi neslini temsil eder. Kızıllar ve Beyazlar arasındaki çatışmalar döneminde bir eşkıya reisi olarak köyleri basan odur. Dikkat çekecek şekilde sivri dişleri ve sinsi tabiatıyla ön plana çıkar. Sağır olmadığı halde sağır, dilsiz olmadığı halde dilsiz taklidi yapar. İnsanlarla konuşurken her zaman bir inek boynuzunu kulağına tutar ve etrafına sadece öyle duyabildiği izlenimi verir. Sürekli yöneticilerin etrafında dolaşır, toplantıları kaçırmaz. Eres’in babasını vuran, Çazadır ve Sendi’yi öldüren, torunu Ugaanza’ya Eres’i öldürtmeye çalışan odur. Roman boyunca gizli kalan asıl adının Ugaanza’ya bıraktığı intihar mektubunda Suukkay olduğu ortaya çıkar. Sovyet Hükümeti’ni acımasız olarak niteler ve ölümden sonraki hayatta onlarla hesaplaşacağını söyler. İntihar etmeden önce Eres tarafından yakalanır.
Lapçar İrbijey: İrbijeylerin tek oğludur. Çocukluğunda zengin bir ağanın oğlu olarak şımarık büyümesine karşın, sonradan dönemin değerlerini benimsemiş akıllı bir besiciye dönüşmüştür. Eres’in eski nişanlısı Anay-Kıs ile evlenmiş ve bir çocuğu olmuştur. Eres’i tipide donmaktan kurtaran odur. Anay-Kıs’la evlendiği için Eres’e karşı mahcuptur. Besicilik konusunda başarılıdır ve kolhozların gelişmesi için ilerici fikirlere sahiptir. Lapçar, Uzak Bulut’un başkahramanıdır.
Anay-Kıs: Anay-Kıs, Eres’in nişanlısı ve Şivilig Kolhozundaki çalışma arkadaşıdır. Eres askerdeyken bir mektupla ondan ayrılır ve Eres’in arkadaşı Lapçar ile evlenir. Issız Köşe’nin yan karakteri olan Anay-Kıs, Lapçar’la birlikte üçlemenin ikinci romanı Uzak Bulut’un başkahramanlarından biridir.
Lapçar’ın babası: Lapçar’ın babası İrbijey, Tuva’nın zengin toprak ve hayvan sahiplerinden biridir. Sosyalist romanlarda feodal beyler genellikle olumsuz karakterler olarak karşımıza çıkarken, Issız Köşe’de İrbijey olumlu nitelikleriyle ön plana çıkarılan biridir. Oldukça varlıklı olan İrbijey, dostu Oyun-Herel’e ve onun ailesine kol kanat germiş, gözü tok, haksızlıklara katlanamayan bir tabiata sahip biri olarak tasvir edilmiştir. Tüm mal varlığını, diğer zenginlerin aksine israf etmemiş ve kolhoza bağışlamış; kendisi de kolhozda çobanlık yapmaya başlamıştır. Lapçar onun biricik oğludur ve bu yüzden onu biraz şımartmıştır. Ancak Lapçar’ın Eres’e yapmış olduğu davranışı şiddetle cezalandırmıştır.
Çazaradır Dede: Çazaradır Dede, eserde 1920’li yıllarda köyünü basan eşkıyaları köyden çıkartıp Agılıg vadisinde pusuya düşürülmesine yardımcı olan ve eşkıyaların reisi tarafından vurularak öldürülen bir ihtiyardır. Devrim’in gelişini heyecanla karşılayan Çazaradır’ın mezarı buraya yakın bir alana yapılır ve bu önemli tarihsel olayın unutulmaması için adı bu mevkiye verilir.
Gazeteci: Romanın epilog bölümünde karşımıza çıkan gazeteci, aslında kendisi de bir gazeteci olan Kızıl-Enik Kudajı’yı temsil eder. Eserin olay örgüsüne Çoduraa Kolhozu ile ilgili bir haber yapmak için görevlendirildiğinde dahil olan gazeteci, her yıl iyi mahsul alan bu kolhozu araştırmak için gönülsüzce yola çıkar ve farkına varmadan yolda Eres’in aracına biner. Ondan kolhozun ve kolhozcuların hikayesini dinler ve bunu bir gazete yazısına dönüştürür. Epilogun sonunda bu yazma sürecini ve kendi rolünü şöyle dile getirir: Bu hikâyeyi yazan ben değilim, onu yazan hayatın ta kendisi.Ben sadece onun yazdıklarını derleyip altına imzamı atma bahtına sahip oldum.

c) Issız Köşe’nin Olay Örgüsü:
Eserin olay örgüsünde Tuva edebiyatında tahkiyeye dayalı pek çok eserde karşımıza çıkan prolog ve epilog kullanımı dikkat çekmektedir. Kızıl-Enik Kudajı üçlemeyi oluşturan tüm romanlarda olay örgüsünü bu şema üzerine kurmuştur. Prolog, 27 bölüm ve epilogdan oluşan eserin olay örgüsü şu şekilde özetlenebilir:
Prolog: Bir güz tasviriyle başlayan prologda orta yaşlı bir kadın, ormanda at sürerken önce bir denk bulur. İçinde içecek ve yiyecekler bulunan bu dengi alan kadın, bir müddet sonra çalılıkların arasında tiz bir ses duyar. Duyduğu ses bebek ağlamasıdır. Bebeği alıp hızla evine götürür. Eserde adı verilmeyen kadın ve kocası Oyun Herel’in kendi çocukları yoktur ve kimseyi bilgilendirmeden bu terk edilmiş bebeği evlat edinerek adını Eres “Yiğit” koyarlar. Bu bölümde bulunan bebeğin hasta çocuklarla ilgili eski bir Tuva inanışından dolayı bir yiyecek dengiyle birlikte terkedildiği anlaşılmaktadır. Şamanizm ve Lamaizm’in batıl inançları eserde Oyun Herel tarafından eleştirilir. Diğer ailelerden uzakta yaşayan bu aile oldukça fakirdir. Ahırlarında hayvanları azdır. Oyun Herel, evlat edindikleri çocuğun geleceği için endişelenmeye ve MÇAE adı verilen kooperatiflere azıcık hayvanını verip orada çalışmayı düşünmeye başlar. Herellerin evlat mutluluğu kısa süre sonra evlerine Mıyıs-Kulak takma adıyla tanınan Monguş Kodanmay’ın gelişi ile tehlikeye düşer. Mıyıs-Kulak köye döndüğünde bu durumu yetkililere haber verir ve bir dedikodu yayılmasına sebep olur. Yayılan dedikoduyu Oyun Herel’e de haber veren kendisidir. Oyun Herel, 1920’li yıllarda Tuva’da iç savaş devam ederken bir eşkıya tarafından vurulmuş ve şans eseri hayatta kalmıştır. Ona ve eşine göre yüzü maskeli eşkıya, Mıyıs-Kulak’a oldukça benzemektedir ve bu nedenle ondan her zaman şüphelenmişlerdir. Oyun Herel ve eşi buradan Şivilig’e, Oyun Herel’in arkadaşı İrbijey’in yanına göçmeye karar verir ve bir sabah yaşadıkları yeri kimseye haber vermeden terk ederler.
1. Bölüm: Eres, asker olarak görev yaptığı Çukotka’dan Kızıl’a babasının cenazesi için geri döner. Bu yolculuk süresince kendi aile tarihini düşünür; İrbijey’in oğlu Lapçar ile arkadaşlarını hatırlar. Kızıl’da uçak bileti bulamaz. O esnada, soyadı Kırgıs olan bir kız ona kendi biletini verir ve uçakla memleketine gider. Bileti daha sonra o kızı bulabilmek ve bilet ücretini ona verebilmek için saklar. Eres, babasını defneder; nişanlısı Anay-Kıs onu bekleyeceğini söyler. Eres Çukotka’ya geri döner.
2. Bölüm: Bu bölümde Tuva’da kolhozlaşma çalışmaları, ÇAE ve MÇAE’lerin kuruluşu, Şivilig köyünün doğal güzellikleri ve Eres’in Şivilig köyü kolhozunda Anay-Kıs ile yaşadığı aşk anlatılır. Çukotka’ya döndükten sonra nişanlısının Eres’e gönderdiği mektuplar birden kesilir. Eres endişelenir. Israrlı bir şekilde mektup yazan Eres’e ayrılık mektubu gelir. Eres bu esnada kendisine biletini veren kızı bulabilmek için Ulug-Hem pasaport dairesine bir dilekçe yazar ancak bir sonuca ulaşamaz.
3. Bölüm: Eres askerlik hizmetini tamamlayarak Kızıl’a döner. Uzun süre uzak kaldığı köyüne, anne ve babasının mezarını ziyaret etmek için gider. Orada eski nişanlısı Anay-Kıs ve çocukluk arkadaşı Lapçar İrbijey’in evlendiğini ve çocukları olduğunu görür. Lapçar ondan hal diliyle özür dilemeye çalışır. Çok üzülen Eres sabah erkenden Kızıl’a geri döner ve Komsomol bürosuna giderek ıssız bir köşede çalışmak istediğini bildirir. Onu gerçekten de gözden uzak Agılıg eteklerindeki Çoduraa kolhozuna görevlendirirler.
4. Bölüm: Bu bölümde Agılıg köyü ve bu köyde yer alan Çoduraa kolhozunun hikayesi anlatılır. Eres Agılıg köyüne gelir, köyün ve kolhozun genel manzarasını gözlemler. Orada roman boyunca eleştirilecek olan kolhoz müdürü Konçuk ile kolhoz memurları ve büroda kendilerine harman kaldırmak için yeterli adam verilmemesini protesto eden Dolaana ile tanışır.
5. Bölüm: Eres kolhozda harman yerinde çalışmaya başlar. Farklı hasatların harmanları orada birikmiştir. Kolhozdaki tarım aletleri bozuktur. Çalışma ekipleri verimsiz bir şekilde oluşturulmuştur. Yöneticiler kolhozdaki aksaklıkları görmezden gelmekte, köyde eli ayağı tutan erkekler işleri kadınlara bırakarak kolhoz müdürünün yanında aylaklık etmektedir. Eres harman yerinde Biçiiney, Tos-Taŋma ile tanışır. Dolaana’yla karşılaşır. Eres kendi inisiyatifiyle harman yerine çeki düzen verir, kızları örgütler ve harman makineleri tamir eder.
6. Bölüm: Tos-Taŋma abla kolhozdaki yönetim sorununu kendi üslubunca anlatır. Eres kaldığı yeri değiştirip Şırbaŋ-Kök’ün evine geçer. Şırbaŋ-Kök, Mıyıs-Kulak’ın babasıdır. Eres böylece yine Mıyıs-Kulak ile karşılaşmış olur.
7. Bölüm: Kolhozda harman bitmiş, çalışma ekipleri ot biçmeye gönderilmiştir. Kolhozdaki organizasyon sorunları ciddi boyuttadır. Eres kendine zaman ayırmaya ve kolhoz çalışanlarını tanımaya başlar. Bir akşam köy kulübünde film izlemeye gider. Orada Dolaana ile dans eder ve ondan çok etkilenir.
8. Bölüm: Kolhozda harman öncesi hazırlıklar başlar ancak eli ayağı tutan erkek kolhozcular çalışmalara katılmayıp özel işleriyle ilgilenmeye başlar. Bu bölümde kolhoz müdürü Konçuk’un diline doladığı seferberlik kavramı eleştirilir. İş gücünün doğru yöneltilmediği, çalışanlara gerekli sosyal imkanların sağlanmadığı dile getirilir. Konçuk, konuşmalarından tedirgin olduğu Eres ile özel olarak görüşür ve Eres müdürün yönetim becerisini sorgulamaya başlar.
9. Bölüm: Eres Dolaana ile yakınlaşmaya başlar. Ugaanza eve döner. Romanda “altın kadroların ideal genci” olarak ön plana çıkarılan Eres’in karşıtı olarak verilen Ugaanza, karakteri ve aile ilişkileri yönüyle eleştirel olarak okuyucuya sunulur.
10. Bölüm: Eres bahar arifesinde görevli olarak kışlaktaki besici arkadaşına yardımcı olmak üzere atıyla yola çıkar. Agılıg vadisi boyunca yaptığı yolculukta Tuva Halk Cumhuriyeti’nin 1920’li yıllardaki manzarası anlatılır. Beyazlar ve Kızıllar arasında yaşanan çatışmalarda halkın gördüğü zarar ve komünistlere karşı silahlanan eşkıya çetelerinin tarihçesi hikâye edilir. Köyü basarak babasını vuran eşkıyaların pusuya düşmeleri, ihtiyar Çazaradır’ı katletmeleri ve bu nedenle vadinin daraldığı yere Çazaradır-Köşkezi adı verilişinin hikâyesi anlatılır. Eres büyük bir tipiye yakalanır, yolunu şaşırır ve atıyla beraber bir çukura düşer. Dolaana’nın hayalini görerek o çukurdan çıkar ve kar yığınlarının arasında kendinden geçer.
11. Bölüm: Büyük tipi kolhozda paniğe yol açar. Kolhozun hayvanları tehlike altındadır. Konçuk ve parti yöneticisi Dajısaŋ acil eylem planı hazırlarlar. Dajısaŋ ve Konçuk arasındaki karakter farkı burada dile getirilir. Dajısaŋ mantıklı ve tedbirli bir yönetici olarak kolhoz çalışanlarını örgütler. Konçuk bundan rahatsız olur. İş bölümünde Dolaana, Şırbaŋ-Kök’ün oğlu Ugaanza ile eşleştirilir.
12. Bölüm: Ugaanza ile Dolaana yola çıkmak için hazırlık yapar. Ugaanza Dolaana’yı etkilemek için çabalamaktadır ancak Dolaana onun gerçek karakterini bildiği için bu çabalarına anlam veremez. Atlı kızakla tipide yol alırken Ugaanza Dolaana’yı sıkıştırır. Dolaana kaçar. Ugaanza başına gelecekleri bildiğinden ondan af diler ve besicinin evine giderler. Ugaanza besicinin evine çalışmaya değil misafirliğe gelmiş gibi davranır ve içki içmek ister. Besici ihtiyar bundan rahatsız olur ve o gece içip sızan Ugaanza bir bahaneyle kolhoza geri gönderilir.
13. Bölüm: Eres bir tesadüf eseri yolu o tarafa düşen çocukluk arkadaşı Lapçar tarafından kurtarılarak onun evine getirilir. Burada tedavi edilen Eres Lapçar ile eski nişanlısı Anay-Kıs ile tekrar karşılaşmış olur. İyileşen Eres Agılıg’da ekilmeyen verimli toprakları görür ve burayı işleme kararı alır. Daha önceden buraları tarıma açmaya çabalayan bir komsomolcunun bu mevkide öldürüldüğünü öğrenir. Lapçar kolhozların sosyal alanlara muhtaç olduğunu düşünmekte ve çalışanların bu tesisleşmeye ihtiyacı olduğunu dile getirmektedir.
14. Bölüm: Eres Agılıg sırtlarını atıyla gezer. Oraları işlemek isterken öldürülen komsomolcunun mezarını ziyaret eder ve onun mezarı başında bu yarım kalan işi tamamlamaya ant içer. O esnada Çazaradır-Köşkezi yakınlarında tuzağa yakalanmış bir tilki görür. Onu takip eder ve kurtarmak ister. O esnada kaldırdığı bir kayanın altından bir beze sarılı tabanca ve mermiler çıkar. Tilkiyi kurtarıp köye geri döner.
15. Bölüm: Eres tabancayı temizlerken Mıyıs-Kulak gelir ve onun ne yaptığını görür. Eres, Agılıg sırtlarını ekme planını müdür Konçuk’a açar ve tartışırlar. Eres hayal kırıklığına uğrar ama planından vazgeçmez. Polisi arayarak bir tabanca bulduğunu bildirir. Ne var ki tabanca evden çalınır. Polis bu nedenle onu göz altına alır. Hapisteyken ona Biçiiney ve Dolaana’dan mektup gelir. Ancak Eres uğradığı bu ihanet karşısında Agılıg’dan, ıssız köşesinden soğumuştur. Agılıg’a dönmeme kararı alır. Karakolun komutanı onu serbest bırakır.
16. Bölüm: Eres serbest kaldıktan sonra MTS ile iş görüşmesine gider. Agılıg kolhozuyla ilişiğini kesmek için köye döner. Dolaana ile vedalaşıp ona aşkını itiraf etmek ister ancak Dolaana onun yanından kaçıp gider. Eve döndüğünde masasının üstüne bir günlük bırakılmıştır. Sabah yola çıkan Eres, Agılıg’a büyük bir ıstırap çekerek veda eder.
17. Bölüm: Bu bölüm masasına bırakılan günlüğe ayrılmıştır. Günlük Dolaana’ya aittir ve onun hayatından farklı bölümler içermektedir. Eres Dolaana’nın ailesini, eşkıyaların köy baskınını öğrenir. Bu günlüklerde Kızıl havaalanında bileti verenin aslında Dolaana olduğunu keşfeder. Ayrıca Dolaana evlenmiştir. Kocası Agılıg sırtlarını ekmek isterken öldürülen komsomolcu Sendi’dir. Dolaana’nın Kolya’yı doğurduğu gece kocası Sendi atlarını çalan biri tarafından bıçaklanarak öldürülmüştür.
18. Bölüm: Eres MTS’de çalışmaya başlar. Biçiiney de bölgeye gelmiştir. Kütüphanecilik eğitimi almaktadır. Sürekli Eres’i çalıştığı yerde ziyaret eder ve Eres’in çalışma arkadaşları ona “küçük yengemiz” lakabını takarlar. Eres bundan rahatsız olmaya başlar. MTS’de Komünist Parti’nin kolhozların makineleşmesi kararı tartışılmaktadır. En çok eleştirilen kolhoz Çoduraa’dır. Bir gün parti yöneticisi Dajısaŋ ile karşılaşır. Dajısaŋ Eres’i Agılıg sırtlarının ekilmesi ve kolhoza traktör alınması konusunda cesaretlendirir ve ona yeni bir görev teklif eder. Eres Biçiiney’e onunla ilgilenmediğini, Agılıg’dan soğuduğunu söyler.
19. Bölüm: Eres Çoduraa’nın yeni traktör ekip şefi olmuştur. Yeni alınan paletli traktörlerle köye doğru yola çıkar. Yolda Tos-Taŋma ablayı alır. Traktörlerin gelişi ile yapılan törende Tos-Taŋma abla müdürü eleştirir ve kolhozların nasıl olması gerektiği Tos-Taŋma’nın sözleri ile dile getirilir.
20. Bölüm: Eres, müdüre Dajısaŋ’ın da desteği ile Agılıg sırtlarının tarıma açılması fikrini kabul ettirir. Ugaanza sarhoşken Eres’e çalışma sözü verir. Sonraki gün Eres onu traktör ekibine alır. Ugaanza bunu gönülsüzce kabul eder. Konçuk Ugaanza’nın neslini eleştirir. Eres, 1920’li yıllarda, Tuva’da devrimin ilk yıllarında savaşan ve hizmetleri olan ancak yenilikçi olmayan Konçuk’un geçmişteki mücadelesine saygı duyar.
21. Bölüm: Tarlaların ekimi sırasında Eres, Dolaana ile nöbet tutmaya başlar. Yağmurlu bir gecede traktör kabininde Eres, Dolaana’ya havaalanında kendisine bilet verdiğini hatırlatır ve ikisi birbirine aşklarını ilan eder.
22. Bölüm: Ugaanza Dolaana’ya olan ilgisinden vazgeçmez. Eres bundan rahatsız olmaya başlamıştır. Eres ile Dolaana STS’den ekipman almak için bölgeye giderler. Orada Dolaana’nın annesini ve Kolya’yı ziyaret ederler. Eres, Kolya’yı kendi oğlu olarak benimser.
23. Bölüm: Nihayet Agılıg sırtlarındaki ekim hızlanır. Eres ile Dolaana motosikletle tarlalara giderken Tos-Taŋma abla ile karşılaşırlar. Tos-Taŋma abla onların motosikletlerini huş ağacı çiçekleri ile donatır ve bu çifti “güzel zamanlarda doğmuş, bahtlı gençler” olarak kutsar.
24. Bölüm: Ugaanza dayısının cenazesi nedeniyle izin alır. Dedesi Mıyıs-Kulak bir gece sırrını ona açar. Ugaanza dedesinin herkesten sakladığı sırları öğrenir. Mıyıs-Kulak Ugaanza’ya bir silah verir. Bu Eres’ten aldığı tabancadır ve onunla torunundan Eres’i öldürmesini ister. Ona bir mektupla para dolu bir çıkın bırakır.
25. Bölüm: Eres ile Dolaana motosikletle tarlalara giderken Ugaanza önlerini keser. Silahını doğrultur ancak onları öldürecek cesareti yoktur ve tabancası elindeyken düşüp bayılır. 26. Bölüm: Dajısaŋ ve Konçuk Mıyıs-Kulak’ın bir şeyler planladığını anlar ve onu takip etmeye başlarlar. Mıyıs-Kulak’ı atıyla Çedi-Saŋ tepesine çıkarken bulurlar.
27. Bölüm: Eres Ugaanza’nın koynundaki mektubu bulup okur. Mıyıs-Kulak aslında Eres’in babasını vuran, Çazaradır dedeyi ve Sendi’yi öldüren eşkıyadır. Mektupta “acımasız Sovyet hükümetiyle öte dünyada hesaplaşacağız” yazmaktadır. Mıyıs-Kulak intihar etmek niyetindedir. Eres nereye gittiğini öğrenir ve Dajısaŋ’la Konçuk’tan önce Mıyıs-Kulak’ı yakalar. Artık büyük sır aydınlanmış ve Agılıg refaha kavuşmuştur. Çoduraa artık verimli ve çalışkan bir kolhoza dönüşmüştür.
Epilog: Anlatıcı, bir gazetecidir. Editörü ona izin gününde Çoduraa kolhozunun başarısının sırrını haber yapma görevi verir ve onu Agılıg’a gönderir. Yola isteksiz çıkan gazeteci yolda kim olduğunu bilmeden artık ekip başı olan Eres Herel’in kullandığı bir arabaya biner. Şivilig ve Agılıg kolhozları birleşmiş, bu iki kolhoz Lapçar’la Eres’in dilediği gibi tesisleşmiş ve tarlaları verimli, mahsulü bol bir kolhoza dönüşmüştür.
KAYNAKÇA
Arıkoğlu, E. (1998), “Tuva Türkleri Edebiyatı”, Türk Dünyası El Kitabı,Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü, ss. 491-500, Ankara.
Arıkoğlu, E. (2002), “Tuva’nın XX. Asır Siyasi Tarihi”, Türkler Ansiklopedisi, C20, Yeni Türkiye Araştırmaları, ss. 173-179, Ankara.
Barnes, I. (2022). Rusya, Huzursuz İmparatorluk, Bir Tarihsel Atlas, vb. Yay.
Dırtık-ool A. O. (2017). Sovetskiye preobrazovaniya v Tuvinskoy avtonomnoy oblasti (po materialam ekspozitsiy Tuvinskogo kraevedçeskogo muzeya), Noviye issledovaniya Tuvı. No:4, ss. 109-124.
Kombu, S. (2012), “Kudajı Kızıl-Enik Kırgısoviç”, Tuvinskaya Literatura, ss. 106-113, Nauka, Novosibirk.
Kudajı, K. K. (1965). Irjım Buluŋ, Tıvanıŋ Nom Ündürer Çeri, Kızıl.
Kudajı, K. K. (1971). Irak Bulut, Tıvanıŋ Nom Ündürer Çeri, Kızıl.
Kudajı, K. K. (1983). Irlıg Bulak, Tıvanıŋ Nom Ündürer Çeri, Kızıl.
Monguş, D. A. (1980) Russko-tuvinskiy slovar, Russkiy Yazık, Moskva.
Monguş, D. A. (2003), Tıva dıldıŋ tayılbırlıg slovarı, C.I, Nauka, Novosibirsk.
Monguş, D. A. (2011), Tıva dıldıŋ tayılbırlıg slovarı,C.II, Nauka, Novosibirsk.
EKLER

Resim 1: K. S. Lanza, “Kolhozda Yeni Hayat” tablosu, Tuva Ulusal Müzesi Koleksiyonu


Resim 2: Kaa-Hem Kolhozunda bir mısır hasadı.


Resim 3: Şivilig köyü manzarası.





ISSIZ KÖŞE

Prolog
Güz…
Güzün son demleri…
Bulutlar alçak alçak.
Bulutlar kara kara.
Bulutlar sanki gökten yere doğru akıp duruyor.
Bulutlar parça parça olmuş kirli keçeler gibi.
Bulutlar, sadece Ulug-Hem’in[2 - Tuvaların Yenisey nehrine verdikleri isim: Ulug-Hem “Büyük-Nehir”.] iki kıyısında birer şerit gibi uzanan yüksek taygaların zirvelerinde yükseliyordu sanki.
Bozkırlar ıssızdı. Dağların eteklerinde, sulama kanallarının kenarlarında hasat edilmiş engebeli tarlalar uzanıyordu.
Rüzgâr estikçe, boz renkli döngele[3 - Tuv. kaŋgmııl, Türk. döngele / töngelen: kurak mevsimde rüzgârın sürüklediği çalı topağı.] yığınları ovaları geçip dağ geçitlerini aşarak büyük kar fırtınalarında sığınak arayan hayvanlar gibi hızlı hızlı bir yerlerde toplanıyordu.
Çekirge sesleri, uzun zamandır duyulmuyordu. Yeşil dağ servili taygalarda geyikler birbirlerini izliyordu. Hiç kış görmemiş buzağılar çok geçmeden dört ayaklarının üstünde durmaya çalışarak kederli kederli böğürmeye başlayacaklardı.
Göçe geç kalmış turnalar, dalbıy[4 - Tuv. dalbıy “kar küremek için kullanılan üçgen araç”.] gibi hizalanmışlar, alçaktan sessizce uçup güneye doğru gidiyordu.
Çayırlardaki gölcükler, ta geceden buz tutmuş gibiydi. Güz sadece kuzeyde değil tüm yönlerde, gökte ve yerde de kendini hissettiriyordu.
Kızıl çalılıklarla karışmış öbek öbek sepetçi söğütlerinin arasında, birisi ağır ağır at sürüyordu. At, gebe bir kısrak gibi semiz ve şişkindi; ahşap tabaklara benzeyen geniş toynaklarını, ayaklarına kum dolu çuvallar bağlanmışçasına yavaş yavaş hareket ettiriyordu. Kulaklıkları arkasına bağlanmış kuzu derisi haptıga[5 - Tuv. haptıga: Tuva’da kadınların giydiği kenarları kürklü bir tür kadın börkü.] giymiş, eskimiş pamuklu yazlık elbisesine solmuş kırmızı bezden bir kuşak bağlamış olan orta yaşlı kadın, atını mahmuzluyor ama bir türlü hızlandıramıyor; sadece rengi uçmuş kara deriden yapılmış eyerden bir hışırtı sesi yükseliyordu. Kadın çalılıkların arasından bir an önce çıkmak için söğüt dalıyla atını kırbaçladığında, atın sağ yanından topraklar fışkırıyor, geride sadece tabanlarının geniş izleri kalıyordu.
Yol başka izlerle doluydu. Anlaşılan birkaç gün boyunca burada çok iş görülmüştü. Yük kızakları yolun her iki tarafında bir sürü iz bırakmıştı; çalılıklarda biriken kucak kucak saman sapları, baharda küçükbaş hayvanların döktüğü tutam tutam tüyler gibi sallanıyordu. Ağır ağır giden at bunlardan rahatsız olmuyor, ürkmüyordu.
Gür çalılıklar…
Kıvrıla kıvrıla giden yol…
Ormanda küçük açıklıklar…
At birdenbire kulaklarını kazık gibi dikip irkildi. Kadın yuları öfkeyle çekerek “N’oldu seni canavar![6 - Tuv. moova: canavar, yaratık!. Tuvalarda hayvanları azarlamak için söylenen söz. Bununla birlikte Tuvalar at gibi hayvanlara kötü söz söylenmesini hoş karşılamaz (Kenin-Lopsan, 2019: 181-182).]” diye atını azarladı.
Ancak at, sahibinin homurdanmasına kulak asmadı; daha da sola döndü, gürültüyle kişnedi. Kadın iyice öfkelendi, ayakları acıyana kadar topuklarıyla atı mahmuzlamaya başladı.
Kadın atını ürküten tarafa doğru bakınca yol kenarına bırakılmış, dolu olduğu için şişkince duran bir deri eyer çantası gördü; atın fark edip ürktüğü şeye şüpheyle yaklaştı. Yerde eyer denklerinden biri tek başına duruyordu, diğer denk ise ortada yoktu.
Bir süre atından inmedi; “Yolcunun biri düşürüp ormana mı gitmiş acaba, denklerden biri neden yerde, neden bırakılmış?” diye kendi kendine düşündü.
Kadın dizginlerini eyer başına bağlayıp yavaşça atından indi, dengi incelemeye başladı. Etrafta hiç hareket yoktu. Çantayı eline alıp uzun uzun baktı, içi doluydu, sallayınca bir şıngırtı duyuluyordu.
Bulutların arkasında görünmez olan güneş, dağları aşıp kaybolmaya başlamış; alacakaranlık çabucak çöküvermişti. Hava epeyce soğumuştu. Kadın, yanağına bir esinti değince ürperdi.
Kadın “Dengi güneyde hasat yapanlar düşürmüş olmalı!” diye düşündü:
– Bunu alıp gideyim, çalmış olmam, sahibini bulup veririm muhtemelen.
Dengin ağzını tereddütle çözdü, içinden insan göğsü kadar büyük bir matara çıktı. Mataranın nemli ağzından güz sütünden yapılmış içkinin buram buram kokusu geliyordu. Mataranın yanında bir de ahşap kadeh vardı. Dengin diğer tarafına büyükçe bir bezin içine oldukça semiz, haşlanmış et konulmuştu. Bunlardan başka gerilmiş peynir, dövülmüş buğday, kurutulmuş kurut….
Sonra aklına bir sürü düşünce üşüşüverdi:
– Çalınmamış bir şey yolun üstünde ne arıyor?[7 - Tuvalarda hırsızlık en büyük ayıplardan biri olarak kabul edilir: Oor, megeniŋ oruu çaŋgıs, tamıga kirer “Hırsızla yalancının yolu birdir, cehenneme girerler” (Kenin-Lopsan, 2019: 71).]
– Sahibi dengi üzengiye de mi bağlamamış?
– Bütün matarayı içip bitirmem, kalanı sahibine bırakırım…
Mataranın ağzını biraz açtı, kadehi yarısına kadar doldurdu. Yere oturup hemen yanındaki ak sorguç otunu kopardı, kadehin içine soktu, otla dört yöne doğru saçı[8 - Tuvalarda diğer Türk halklarında olduğu gibi saçı geleneği yaygın bir inanıştır. Özellikle şamanlar tarafından kutsama törenlerinde (Tuv. dagılga) gerçekleştirilen bu adet halk tarafından da bereket için, kötü ruhlardan korunmak için farklı zamanlarda ve mekanlarda icra edilir.] yapmaya başladı:
– Çalmadım, yolda buldum, bereketli taygam![9 - Tuvalarda saçı yapılırken söylenen algışlardan (Türk. alkış) biri.]
Kadehteki içkiyi son bir yudum kalana kadar içti, son yudumu da yere saçtı. Sonra bir kadeh daha içti, kalanları yine saçı yaptı. Elini dengin içine sokup yokladı, başka bir bezin içinde yağlı bir kaburga kemiği buldu. Soğuk eti çiğneye çiğneye yedi.
Çok geçmeden hava daha da karardı. Soğuk içki onu önce ürpertti, ardından sabahtan beri bir şey girmemiş midesini ısıtıverdi. Gözleri alacalanmaya başladı. Dengin sahibi çıkıp gelse ondan bile çekinmeyecekti!
Kadın atına binmek için hazırlanmaya başladı. Ağzını kapatıp matarayı yerine koydu. Oldukça ağır olan dengi atına yüklemek için yüksekçe bir tepeye gitti. Ayakta uyuklayan atını yanında götürdü.
Tam bu esnada, keskin bir ses tam yanı başındaki karanlık çalıların altından duyuluverdi:
– Ingaa!
Ağır dengi yere bıraktı, gözleriyle karanlığı taradı.
O tiz ses yine duyuldu. Kadının yüzü köz gibi kızarıverdi. Dizlerinin bağı çözüldü. Dengi yüklemeden hemen atına bindi. Ganimet düşünecek hali kalmamıştı. Atına biner binmez birden aklı başına geliverdi.
Korkunç çığlık yeniden duyuldu:
– Ingaaa!
Kadın atını sürüp hemen oradan uzaklaşmak istedi. O esnada “Ya kulaklarım çınlıyor ya da bu duyduğum baykuş sesi olmalı!” diye geçirdi aklından. Atını ses gelen çalılıklara doğru sürdü. Hayvan kulaklarını dikti ve olduğu yere mıhlandı. Çalılıkların altında beyaz bir şey görünüyordu: Hem çocuk paltosuna hem de bir parça beze benziyordu. Kadın yaklaştı, var gücüyle eğilip çalılıklara baktı. Az önceki ses daha tiz, daha korkunç duyuldu.
– Ingaa, ıngaa!
Atını geri döndürdü, yola yakın bir yere bağladı:
O tiz ses korkunç da olsa insanı oldukça etkileyen bir tarafı vardı. Korkmuş bir kişinin aklına düşünceler çakan şimşekler gibi aniden geliverir:
– Bu zamanda iblis, şeytan diye bir şey olmaz; eğer iblis[10 - Tuva Türklerinde aza, çetker, buk, albıs, şulbus ve diireŋ gibi şeytanlar veya kötü ruhlar bulunur. Bunlar genellikle mezarlıklarda, ormanlarda, nehir kenarları gibi ıssız yerlerde bulunur. Bunların musallat olduğu kişiler hastalanır ve ölür; kimi zaman da şamanlık alametleri göstermeye başlar (Kenin-Lopsan 2019: 366).] varsa bile böyle yerde durmaz, dikenli çalılardan korkar, uzak durur.
– Baykuş da değil… Baykuş böyle uzun uzun ötebilir mi? İnsandan korkar, kaçar elbette!
– Bu bir bebek! Bu soğukta bu bebeği buracıkta bırakıp gidecek miyim? Donup ölür! Annelik nedir bilmem ama benim kadın yüreğim buna müsaade etmez!
Kadın geri döndü; bir erkek gibi oldukça çevik bir şekilde attan indi. Hiç düşünmeden, hiç korkmadan birkaç adımda karanlık çalılığın altında yatan eski püskü paltoyu çekti. Paltoyu açtığında küçük bir bebeğin elleri dışarı çıktı. Bebeğin bahardaki aksöğüt filizleri gibi incecik, demir gibi soğuk küçük parmakları kadının sıcacık alnına değiverdi ve ağlaması hemen kesildi. Kadın, çırılçıplak bebeği parçalanmış eski püskü paltonun içine iyice sardı, atına bindi. Az önce yavaş yavaş giden at mahmuzu yiyince, o an nedense yapması gerekenin farkına varmış gibi dört nala koşmaya başlamıştı.
Kadın yolun nasıl geçip bittiğini anlamadı bile. Çok geçmeden Oruktug-Kejig’te orman açıklığının yakınlarındaki yegâne çadırın ışığı gözüküverdi.
Rüzgâr iyice şiddetlenmiş, çadırın yanındaki uzun kavakların başları hışırdamaya başlamıştı. Evin köpeği alışkanlığı olduğu üzere, uzaktan onları karşılamaya geldi.
Kadın bu yoksul çadırın kapısını açıp içeri girdi. Keçi derisinden yapılmış kısa bir elbiseyi kuşanmış kocası, endişeden rengi uçmuş bir halde sıçrayarak şaşkın şaşkın sordu:
– Ne oldu kadın! İçeri sarhoşun biri geldi sandım, bu nasıl girmek!
Kadın “Çabuk atı al!” diye karşılık verdi.
– Sarhoş musun?
– Ne demek sarhoşsun! Çabuk atı al!
Adam atı dizgininden tuttu, çifte atan atın göğsü şişiyor, çok hızlı nefes alıyordu. Kadın içeriden “Çabuk atını bağla, buraya gel!” diye seslendi.
Adam atı direğe[11 - Tuv. baglaaş: Atın bağlandığı direk. Tuvalar baglaaşı kutsal kabul eder, devirmez, balta ile kesmez (Kenin-Lopsan, 2019: 67).] değil, dizgini kısarak çadırın kuşaklarına bağladı; aceleyle eve girdi. “Kadına bir haller olmuş” diye düşünüyordu.
– Çabuk dedim!
Karısı, ciddi bir sesle “Sandığın içindeki kuzu postunu al gel!” diye emretti. Kocası hala ne olduğunu anlamaya çalışıyordu.
– İyi misin güzelim, ne oldu sana? Neden hiç durmadan ağlıyorsun?
Kadın aceleyle elbisesinin düğmelerini çözdü, ateşin yanına gelerek “Üşüdün mü, şimdi neden sustun, neden ağlamıyorsun? Eve gelen insan biraz gevezelik eder, sohbet eder değil mi?” dedi.
Koynundan kocasının gözleri önünde yeni doğmuş bir oğlak gibi kıpkırmızı, çırılçıplak bir bebek çıkarıverdi. Bebek ellerini yukarı kaldırdı, parmaklarını ağzına soktu ve ağlamaya başladı. Kocası dona kalmıştı.
– Ah sen daha yeni mi uyandın?
Kadın müşfik bir sesle “Isındın mı, uyudun mu?” derken kocasına dönüp “Kendine gel, bebek ağlarken bozkırın ortasındaki balbal gibi dikiliyorsun? Acele etsene!” diye söylendi.
Kocası matarasını açarken “Gerçek mi bu, nerde buldun onu?” diye sordu. O esnada kadın küçük çocuğu okşayıp sallayarak konuşuyordu:
“Ne demek çocuğu buldun, bu senin çocuğun! İnsan hiç atılır mı? Bebeğin küçücük bedenini sıkı sıkı kucakladı, “Aşağı ağıldan evlatlık aldım derim” diye konuşmaya devam etti:
– Evlatlık da almadım[12 - Tuvalarda azıraan avay “besleyen, büyüten anne” ya da azıraan açay “besleyen, büyüten baba” kavramı mevcuttur. Tuvalarda bir insan çocuksuz yaşamaz ve ölmez. Bu nedenle çocuğu olmayan kişiler, kendi akrabalarının çocuklarını evlat edinirler (Kenin-Lopsan, 2019: 105). Evlat edinilen en meşhur Tuvalardan biri repressiyanın en tanınmış mağdurlarından olan Monguş Buyan-Badırgı’dır ve amcası tarafından evlat edinilmiştir.], kendi bebeğim o.
Kocası yeni tabaklanmış bir kuzu postu getirdi.
– O postu ateşte çabuk ısıt.
Kocası, çıtırdaya çıtırdaya yanan ocağın yanında hemen ısınan kuzu postunu ateşin ışığında yere serdi. Kadın bebeği koynundan çok dikkatli bir şekilde çıkarıp posta sırt üstü yatırdı. Bebek önce küçük ayaklarını kaldırarak havada oynatmaya, sonra da ellerini ağzına götürerek parmaklarını emmeye başladı.
Kadın telaşla “Gördün mü, bak acıkmış! Sütü ılıt!” dedi. Kocası da eşine babacan bir edayla “Çabuk sar, üşütmesin, söğüt dalı çabuk yanar.” diye yol gösterdi.
Kadın o esnada sevgiyle neredeyse çığlık attı:
– Oy canım benim! Büyüdüğünde tavşan avına çıkacaksın değil mi!
Adam kendi evladı olmamasına rağmen bebeğe şefkatle ve ilgiyle baktı:
– Ne ilginç, yattığı yerde tepinip duruyor, ne yiğit[13 - Tuv. eres: yiğit, cesur, kahraman. Romanın başkahramanı Eres’in adı.] bir çocuk bu gördün mü hanım
Karısı “Evet, yiğit bir çocuk” dedi, “Babası gibi!”.
Bebeği iyice sarıp ısıttılar. Adam hızla ayağa kalktı, çadırın tavan kasnağında asılı duran kirli deriyi düşürüp onu hemencecik bir emziğe dönüştürdü.
Ilık sütü iştahla emen küçük çocuk, çok geçmeden masum, huzurlu, sakin bir uykuya dalıverdi. Uykusunda ara ara kendi dudaklarını emdi, küçücük burnundan mırıltılı sesler çıkardı. Bebeğin bu halleri gören kadın sakinleşti, gülümsemeye başladı, susuzluğunu giderene kadar sarı çay içti.
Piposunu keyifle tüttürürken ses çıkarmadan oturan adam karısına “Neden öyle gülümsüyorsun?” diye sordu.
Kadın emziği maşayla tutarak iyice ısıttı, bakırı iyice gözükmeye başlamış eski çaydanlıktan çay alırken “Aklıma sen geldin. Sen de böylesin işte canım; başında böyle kara belalar olsa da yatıp horlaya horlaya uyursun! Böyle zamanlarda ben asla uyuyamam.” dedi.
Adam dışarı çıkıp biricik atını direğe kementle bağladı, ahırını dikkatlice inceleyip geri döndü. Bu deli kadın kimin bebeğini alıp geldi? Gerçekten de bebek yerde mi yatıyordu? Yoksa bebeği çaldı mı? Yok, bırak çocuk çalmayı parmak kadar iplik, ökçe yapacak kadar deri parçası bile çalamazdı o.
Bütün bu düşünceler ihtiyarın aklında demlenmiş çay tortusu gibi çalkalanıyordu. İşin ilginç tarafı, bebek ağlarken eşinin ağzından tek bir sızlanma bile duymamıştı.
Şimdi bütün iş tamamlanmıştı. Bebek uyuyordu. Kadın başına gelenleri anlatmaya başladı.
Gece var gücüyle esen rüzgârın şiddeti dinmiş, çadırın yanındaki uzun kavakların sesi kesilmişti. Akın akın geçen kara kara bulutlar dağılmış, güz göğünden uzaklara yollanmışlardı. Çadırın tavan penceresinin[14 - Tuv. dündük: Çadırın üstünde duman çıkan pencere. Tuvalar dündük’ü kutsal kabul eder, onu saçı yaparak kutsarlar. Dokuz Gök inancı sebebiyle bu pencere tam olarak örtülmez. Çadır halkı uyurken Dokuz Gök’ün yıldızlarının ev halkını bu pencereden gözetip korudukları düşünülür (Kenin-Lopsan, 2019: 180).] üstünde yıldızlar ışıldıyor; porselen tabaklar gibi yusyuvarlak ay bulutların arasından bir görünüp bir kayboluyordu.
Kadın gökteki aya bakarak “Güzün orta ayının ortası, ayın on beşi gelmiş gibi” dedi:
– Eskiler böyle günde doğan çocuklar bahtlı olur, derlermiş. İhtiyarlar yanılmaz, her şeyin doğrusunu söylerler.
Sözlerini tamamladı, bebeği koynuna alıp yattı uyudu. Kocası kışlık gocuğunu yüklükten alıp her zamankinden daha bir fazla koruma isteğiyle eşinin üstünü örttü.
Adamın uyuyamadı. Ateşin karşısında oturdu, gece süt ılıtmak için ağaç yonga kesti. Yaptığı işten bilhassa keyif alıyordu, üstelik yonga keserken çıkan ses ona bir ninni gibi tatlı geliyordu. Elli yıllık ömrü boyunca hiçbir zaman böyle keyifli bir iş yapmamıştı. Hele bebek ağlayarak emmek için uyandığında, adamın gönlü tarife sığmaz bir neşeyle doluyordu. Bugüne kadar sadece ikisinin yaşadığı o boş çadır, artık onun gözüne başka kimselere yer kalmamış gibi dolu gözüküyordu.
Adam yatağın önüne yastık ve döşek koymuş, uzanıp yatmıştı ama tetikteydi.
Çok geçmeden ocaktaki ateş sönmeye, ocak altındaki közler küllenmeye başladı. Adam gözlerini bir kere bile kırpmadı, sönmeye yüz tutmuş köze uzanıp şöyle bir kez daha karıştırdı.
Hayatı gözlerinin önünden bir film şeridi gibi geçmeye başladı:
…Yoksul yokuncul bir hayat yaşayarak büyümesi, beylerin hayvanlarına çobanlık yapması, evlenip yetişkin biri oluşu, Kızıllar ile Beyazların çatışmaları… O zaman “özgürlük” denen şeye ilk defa tanık olmuştu. Ancak hayat hiç de o kadar kolay değildi. İnsanın insana zulmü denen o kötü gelenek artık bitse de özgürlük dedikleri güzellik çoğalsa da hayatın lezzetlerini henüz tatmamıştı. İnsanın mutluluğu dedikleri şey tek bir at, bir tanecik inek, on kadar koyun ve keçi kadar mıydı? Tuva’da Devrim yayıldığından beri on yıl geçmişti, ancak hala varlıklı insanlarla kardeşçe, birlik beraberlik içinde yaşamak mümkün müydü? Öyle insanların evine yaklaşmak bile engellenir, bir hakaret olarak kabul edilirdi!
Neden sonra aklına yakın zamanlarda gerçekleşen bir olay geldi:
Agılıg vadisinde ağılın kadınları içki içmeye gelmişlerdi. O zaman eşi “Benim sağmal hayvanım yok, hoytpak[15 - Tuv. hoytpak: Sütün ekşitilmesi ile elde edilen bir tür geleneksel içecek. doskaar adı verilen özel bir fıçıda fermente edilir (Kenin-Lopsan, 2019: 312).] bende ne arar?” deyince, içkiciler atlarına binip uzaklaşırken onlara bir koşma[16 - Tuv. kojamık: koşma.] söylemişlerdi:
Bir parça pipo tütününü,
Şifalı ot diye mi verdin?
Bir fincan içkini,
Kaynak suyu deyip mi verdin?
Bu aslında o kadar da alınılacak bir türkü değildi. Ancak sonradan söyledikleri gerçekten inciticiydi:
Çukurluk, ovalık yerde otlayan
Boz atın mı var, sarı ala atın mı var?[17 - Tuv. sarala: sarı ala, at donu. Tuva Türklerinde at donları için bk. (Kenin-Lopsan, 2019: 20-22).]
Oğlanların kızların oyunlarını oynayan
Oğlun mu var, kızın mı var?
Anne babası bu halde, böyle yoksulken çocuğun durumu nasıl olacaktı? Bu yüzden köy muhtarı Kırgıs Alday-ool’un “MAE, ÇAE’ye[18 - MAE: Mal Ajılınıŋ Eştelgezi “Hayvancılık Kooperatifi”; ÇAE: Çer Ajılınıŋ Eştelgezi “Tarım Kooperatifi”. Tuva Türkçesinde Komünizm ideolojisine dair çok sayıda kısaltma bulunmaktadır: bk. Tosun 2018.] girip halk için çalışmak iyidir” fikri galiba doğruydu.
O böyle yatıp düşünürken bebek uyanıp ağlamaya başladı. Hemen kalkıp süt ılıttı. Eşini de uyandırmadı, bebeği kendisi besledi.
Şimdi onun aklı şuncacık küçük çocuğa takılmıştı:
Dün aşağıdaki ağıllara vardığında bir evin bebeğinin hastalandığını, hastalığı iyileştirsin diye şaman çağrıldığını duymuştu. Girdiği çadırda kafası kabak bir ihtiyar kadının söylediklerini hatırladı:
– Bu çocukların başına felaket gelmiş. Adamın karısı arka arkaya üç kere doğum yaptı; ilk çocukları olan ikizler hemen öldü. Şimdi yeni doğan bebeği de hastalandı. Bu zamanda doktor denen insanların da iyileştirebileceği bir hastalık değil bu. Daha et, kan tutmamış küçük çocuğa çuvaldız gibi sivri demir sokmanın ne faydası var; bırakın küçük çocuğu, yetişkinlere bile ilaç zerk etmek hayırlı bir iş olmaz. Eski zamanlar olsa, güçlü şamanlar ayin yaparak bu çocukları kurtarırdı. Eskiden, benim küçüklüğümde bizim komşu ağılımızda yeni evlenen kızların çocukları öldü. Bir şaman davet edildi, vura vura ölen bebeği sarsıp yiyeceklerle birlikte dağ geçidine[19 - Uluslararası alan yazınında sky burial “göğe gömme” olarak da adlandırılan bu geleneğe göre vefat eden kimse mezara konmaz ve açık bir alana bırakılır. Kenin-Lopsan’a göre (2019: 231) 1930’lu yıllara kadar Tuva’da da görülen bu gelenek, günümüz Tibet’inde yaşamaya devam etmektedir.] götürüp bıraktı. Sonradan bir de bakıyorlar ki, birisi bırakılan heybedeki içkiyi içmiş, yiyecekleri bitirmiş ve ölmüş. Böylece çocuklarının hastalığı başka kişilere geçer, çocuklar ölmez.
Adam bu düşünceler yüzünden uyuyamadı. Ateşi canlandırırken etrafına korku ve şüpheyle bakıp durdu:
– Kötü inanışlar bunlar, bu zamanda böyle şey kaldı mı? Bunlar Sarı Dinin[20 - Tuv. sarıg şajın: Sarı Din. Lamaizm’e Tuva Türkçesinde verilen isim.] kör propagandası! Hala bazı şarlatan lama ve şamanlar okuma yazma bilmez insanları böyle kandırıyorlar. Onların kökünün kurumasına az kaldı. Bu zavallı bebeği bu soğukta yol kenarına bırakan kötü insanlara yazıklar olsun! O kel kadın da önce kendi kelliğine çare bulsun!
Adam bu düşüncelerle uykuya daldı. Sabah erkenden uyanıp atını yemledi, sonra ateş yaktı, çay kaynattı. Eşi uyanır gibi oldu. Adam “Daha uyu, uyu. İyice dinlen!” dedi.
Oyalanmadan içinde sadece birkaç koyun olan ahırına gitti. Eşiyle birlikte uzun yıllardır birlikteydi ama ona danışmadan, onun rızası olmadan hiçbir hayvana asla el sürmemişti. Ancak bugün farklı düşünüyordu. Bir kere eşi “yeni doğum yapmıştı”, kuvvetlenmesi gerekti; ona taze et, koyun çorbası lazımdı. Bu dünyaya çocuk getirmek, bir oyun değildi; evvela doğum toyu[21 - Tuvalarda çocuk/doğum toyu, bebek saçı toyu, yün toyu, hasat toyu, ot toyu vb. gibi çeşitli kutlamalar mevcuttur (Kenin-Lopsan, 2019: 159-181).] yapılması gerekliydi, bu gelenek öyle her insanın gücünün yeteceği bir şey değildi.
Bu sabah adamın bambaşka bir ruh hali vardı. Onlar her zaman yalnız yaşamışlardı. Bu alışkanlıkları yüzünden gürültülü, kalabalık yerlerden her daim uzak durmuşlardı. Atını kamçılamak zorunda olmasa ağılların köpekleri havlamaz; yatan koyunları ürkütmese kimseyle selamlaşmak mecburiyetinde kalmazdı. Ağıllardaki küçük çocuklar bile onun kırmızı yüzüne karşı “Bışkak-Çaak”[22 - Tuv. Bışkak-Çaak: Deri yanaklı, deri suratlı.] derdi. İlginçtir, kimse onun gerçek adını söylemez, kimse ona “Herel” demezdi. Adam da bu durumun farkındaydı, ama neden ona adıyla seslenmediklerini kimseye sormayı akıl edememişti. Eğer bugün ağıllara kalkıp giderse bu durumun değişeceğinden emindi. Artık kimse ona lakap takmaz, küçük çocuklar da onu kendi oğlunun adıyla anar, “onun babası geldi” diye karşılarlardı. O artık gerçek bir insandı sanki, hayvancılıkla geçinen ve evlat sahibi biri… Ama…
İşte, işin bir ama’sı da vardı ve Herel çifti de bu ama’nın zorluğuna katlanmak zorundaydı.
Adam, anca kendi karınlarını doyurmaya yetecek kadar eti olan iki yaşındaki bir koyunu kesmeye başladı. Eşi uyurken hayvanın içini bizzat kendisi temizledi; kanını çöreme[23 - Tuv. çöreme: Bağırsağa kan ya da et doldurularak yapılan bir tür yemek.] yapmak için ayrı bir kaba aldı.
Kan pişerken köpeğin havlaması duyuldu. Gelen, Agılıg’ın üst taraflarında yaşayan sağır ihtiyar Mıyıs-Kulak’tı. Oyun Herel onu çok iyi tanırdı: Esasen Mıyıs-Kulak oralı değildi. Kimilerine göre aslen Hemçikli, kimilerine göre ise Erzin-Tesliydi.
İşin aslı kimse onun nereli olduğunu bilmezdi; Oyun da onun memleketini hep merak etmiş olmasına rağmen bunu hiç araştırmamıştı. Mıyıs-Kulak’ın gerçek adı Monguş Kodanmay’dı. Monguşlar Tuva’nın bütün bölgelerinde, bütün köylerinde yaşar. Onun Agılıg’da görülmeye başlaması, Tuva’da devrimin yayılmasından hemen sonra olmuştu. Monguş Kodanmay aslında çok hasta, avare bir adamdı; üstelik kulağı da duymaz, insanlarla yavaş yavaş konuşmaya çalışırdı. Bu yüzden belindeki kuşakta inek boynuzundan yapılmış bir boru taşıyıp duru, insanlarla konuşurken bu boynuzu kulağına tutardı. Bundan dolayı halk ona “Mıyıs-Kulak”[24 - Tuv. Mıyıs-Kulak “Boynuz Kulak”.] lakabını takmıştı. Agılıg’a geldikten sonra Mıyıs-Kulak epeyce iyileşmişti. Üstelik çok geçmeden Şırbaŋ-Kök’ün annesiyle de evlenmişti. O zamandan beri burada yaşıyordu. Sağır olmasına rağmen evinde boş boş oturmaz, meşe süpürgesi yapıp satar; gazete dergi okur ve meclisteki toplantıları dinelemeye giderdi. Bu yüzden halk ve oymakların yöneticileri onun bu “faalliğini” öve öve bitiremezdi.
Mıyıs-Kulak eşiği aşıp[25 - Tuvalarda eşiğe basılmaz, eşiğin üzerine oturulmaz. Eşik sol ayakla aşılarak çadıra girilir (Kenin-Lopsan, 2019: 90).] başıyla selam vererek ateşin yanına tek dizini altına olarak oturdu. Herel, tenceredeki eti ağaç saplı kanca ile döndürürken, gelen misafirine seslendi:
– Orası nemli. Mindere oturunuz!
Mıyıs-Kulak kuşağındaki boynuz boruyu sağ kulağına tutup Herel’e dönerek: “Ha, ne dediniz siz?” diye bağırdı. Herel eğildi, biraz daha yüksek sesle “Minderin üstüne oturun diyorum. Atınız da sağlıklıymış, çok bahtlı bir insansınız siz” dedi.
Mıyıs-Kulak, “Atım oldukça güçlüdür” diyerek gösterilen yere geçti; çayırmelikesinden yapılmış piposunu tüttüre tüttüre içmeye başladı:
– Ne hazırlığı bu sabahleyin?
Herel cevapladı:
– Erken kalkan et bulur!
Mıyıs-Kulak dudakları biraz açık, sivri ön dişlerini göstererek gülümsedi. Ancak Herel, onun sivri dişlerine tedirgin oldu ve misafirinin gülümsemesine zoraki karşılık verdi.
– İşte böyle. Hayatımız geçiyor. Dağlardan meşe yumağı otu toplamak niyetim. Otlar şimdi kurumaya, sertleşmeye başlamıştır. Şimdi dağ çalıları çok sağlamlaşmıştır.
Tenceredeki yemek pişti. Ağaç tepsiye konan yağlı etin ve sıcak kanın güzel kokusu bütün çadırı doldurdu. Herel, yorgana sarılmış yatan eşini uyandırdı. Eşi tam yataktan kalkarken yorgana sarılı bebek ağlamaya başladı. Herellerin bebeği olmadığını bilen Mıyıs-Kulak çok şaşırdı, gözleri birbirleriyle güreşen iki boğa gibi yuvalarında fır döndü.
Kadın bebeği sevdi, okşadı:
– Şimdi neden ağlıyor? Eyvah, altına yapmış bizimki. Altındaki deri bezi değiştirelim.
Herel de tekrar kara sandığına gitti.
Mıyıs-Kulak “Çocuk sahibi mi oldunuz? Nereden buldunuz?” diye sordu.
Herel diyecek söz bulamadı, sadece sandığını hışırdatarak karıştırmaya devam etti. Kadın bebeği okşarken “Nereden buldunuz da ne demek!” diye homurdandı.
– İnsanın evladı yerde mi yatar, evinde yatar herhalde. Acele et, bezi getir adam!
Sandıktan da bir deri alıp gelen Herel, bebeğin altını alırken söylenip durdu:
– Onun adı Eres! Onun adı Eres!
Çadırdakiler yemek yemeye başladığında Herel doğruldu, keçe ile sarılıp ısıtılmış kavak fıçıdaki hoytpağı karıştırdı:
– Mıyıs-Kulak dede geldi, şuncağızın neye benzediğini görmüş değil hanım. Biraz hoplatıver.
Herel, lafı değiştirmek için “Soğuklar da başladı, göç zamanı da geldi” dedi, büyük kara tencereye hoytpak koydu, ağaç kökünden yapılma tahta kepçe ile hoytpağı karıştırdı, imbik ve demir kâseyi hazırladı.
Kısa süre sonra içki, imbiğin oluğundan hızla akarak ağaç kovayı doldurmaya başladı. Bu arada misafirin çenesi düşmüş, kulağının sağırlığı birden azalıvermişti. İmbikte kepçe dönerken suyun rengi değişmeye sıcak boja süzülmeye başladı[26 - Tuv. boja: Hoytpak damıtıldıktan sonra geriye kalan sarı ekşi süt.].
Yemek var, içki var, sohbet de güzel. İşte o anda Herel, hayatının mükemmel, kusursuz olduğunu düşünmeye başladı. Sonra çok ilginç bir şey oldu: Mıyıs-Kulak ansızın “Acelem var” diyerek ayaklandı, hızlıca atına bindi ve gitti. Herel, misafirinin dün gece eşinin bebekle birlikte geldiği yoldan atını dört nala sürerek gidişine baktı:
– Ne tuhaf biri!
Eşi, “Sen onun sağır kulağına mı şaşırıyorsun, yoksa çarpık dişlerine mi?” diye sordu.
– Sağır kulağına da çarpık dişlerine de…
– Yaa, işte insanlar böyle tuhaftır, dışarda gezen boğalar gibi…
– Ben onun kulağının sağırlığına inanmıyorum, şüphe duyuyorum. Onun o çarpık korkunç dişlerini de bir yerde daha gördüğümü hatırlıyorum.
– Böyle bir şey nasıl unutulur canım?
– Biz o zaman Agılıg nehrinin ağzının üst tarafındaki çayırlıklara göçmüştük. Beni vurup yaralamışlar, atımı da gasp etmişlerdi. O zaman bizi soyanların birisi dikkatimi çekmişti. Yüzünü kara bir bezle örtmüştü, üstelik onun sivri, çarpık dişleri vardı.
– Sen deli misin, neredeyse ölüyordun; ama ona rağmen onun gözünün çapağını bile görmüştün!
– Evet, Mıyıs-Kulak’ın dış görünüşü de ilginç.
– İlginç, ilginç. Söyleyecek söz yok. O zaman seni yaralayan, Çazaradır dedeyi vuran eşkıyaları Kırgıs Alday-ool ve adamları kovmuşlar, tek bir tanesi bile geride kalmamıştı. Bunu bana sen kendin söylemiştin canım.
– Evet aynen öyle. Hepsi temizlenmiş demişlerdi. Bunlar doğru, kurda tuzak kurarsan kendin tuzağa düşersin.
– İşte öyle. Oğlumuz altını ıslatmış.
Böylece konu kapandı.
Birkaç gün sonra Mıyıs-Kulak, kafasını içkiden kaldırdığı nadir zamanlarda, gördüklerini anlatmaya koyuldu. Önceleri onu dinleyenler ne anlattığını anlayamadılar. “Çocuğun başındaki bela gitti, şeytanların belası başkalarına geçti” dedikodusu Mıyıs-Kulak sayesinde bütün ağıllara yayıldı.
Çok geçmeden Mıyıs-Kulak Herellere yine geldi. Herel’e eşinin duyamayacağı bir anda gizlice bir sürü şey anlattı:
– Sizin bir oğlan çocuğu bulduğunuza dair dedikodu Agılıg’a sığmaz oldu. İnsanlar “Bulunan bir hayvan olsa da kayıt altına alınması lazım” demeye başladı. “Köy muhtarı Alday-ool’un emri altında olup da güvendiği kişiler bu durumu ortaya çıkardı” diyorlar. Sizin ifadenizi almak için çok geçmeden bir elçi göndereceklermiş muhtemelen. İyi birisin, her şeyi bilesin diye önce gelip haber verdim. Alday-ool, zorlu bir insandır. Halkın çocuklarının haklarını çok iyi korur. Agılıg’daki eşkıyaları biz temizledik diye övünüp dururlar. Hangi eşkıyalar onlar, gerçekte kimler? Çazaradır’ı öldürdüklerini kim görmüş! Soyguncuların kim olduğu da meçhul. Şimdi eninde sonunda sana musallat olacak. Dolaşmış ip yumağı gibi aklından ne geçer kim bilir! Halktan bir çekincem yok, insanlara karşı bir suç işlemişliğim yok, ben her zaman doğruları konuşurum. Olacakları iyice düşünüp bölge yöneticilerine haber verirseniz iyi olur diye düşündüm. Bir şey için için yanarken söndürmek zordur.
Mıyıs-Kulak çekip gitti.
Oyun Herel, karısına “Bu adamdan kuşkulanıyorum. Şimdi başımızı belaya soktu” dedi.
– Ne söyledi?
Adam, Mıyıs-Kulak’ın anlattığı her şeyi eşine de anlattı. Eşi, “Hakikaten şüphe duyulacak bir şey” diyerek düşüncelere daldı.
Karı koca gün batıncaya kadar düşünüp taşındılar. Artık evlat sahibi olduk, ana baba olduk, halkın MAE, ÇAE kuruluşlarına girip birlikte çalışsak iyi olmaz mı? Biricik atımızı halkımızın ortak malına katsak ne olur? Kirli, eski sarı keçeler taşıyıp, varla yok arası bir birkaç hayvan besleyip avare gibi göçüp daha ne kadar yaşarız? Atalarımızdan yüzlerce yıl boyunca bize ne ulaştı, miras olarak ne aldık biz? İnsanlarımıza olan borcumuzu nasıl öderiz?
Biraz sonra kocası lafa girdi:
– Düşündüklerimiz kesinlikle doğru. Aynı kanaatteyim. Buradan göçelim, Şivilig’e gidip yaşayalım!
– Agılıg’da sürünmek ne işe yarar? Çok eskiden beri bildiğimiz insanlar bunlar.
– Mıyıs-Kulak bana bir haber verdi. Şimdi gelip beni köyün muhtarı Alday-ool’un önüne sürdü.
– Mıyıs-Kulak’ta bir şeyler var, bize bir kene gibi yapıştı. Bebeği bulduğumuzu sadece o biliyordu, bunu insanlara o duyurdu!
– O okur yazar biri ama ben….[27 - Tuvalar 1930 yılında kendileri için bir alfabe oluşturulana kadar Moğolca ve Moğol alfabesi ile yazmışlardır. Bu tarihe kadar halk arasında okur yazarlık çok düşüktür. Tuva’da o dönemde Budist manastırlarında (Tuv. hüree) eğitim alanlar okur yazar kitlesini oluşturmaktadır.]
Adamın nefesi kesilir gibi oldu, koynunda tuttuğu tütün kesesini arandı. Piposunu yavaş yavaş tüttürdü, uzun süre sessizce oturdu ve en sonunda:
– Benim fikrim bu, Mıyıs-Kulak’tan uzak duralım. Şivilig’de benim pek çok arkadaşım var. Onlardan biri de İrbijey. Geçen yıl ondan un almaya gitmiştim. Çok çalışkandır, elinden her iş gelir. Rus çiftçilerle de arkadaş. Çoluğu çocuğu da çok.
Sonraki gün kirli kara çadırın yeri ıssız kalmıştı. Vaktiyle içinde on kadar koyun keçi duran çitleri seyrek ağılın kapısı, içeri hiçbir kimse girmesin diye iyice kapatılmıştı. Çadırın sahipsiz kalan boz direğine bir çaylak[28 - Tuv. deeldigen: çaylak türünden bir kuş.] tünemiş etrafı gözlüyordu. Çadırın boş kalan yerinde dört beş saksağan dolaşıyor, ev halkının geride bıraktıkları için kavga ediyordu. Ocağın durduğu yerde seyrek otları eski dökme demir kazan örtmüştü, yan yatmış kazanın altında büyük geniş bir taş görünüyordu.
Doğuda, yüksek dağların zirvelerinde güneşin aydınlık ışıkları gözükmeye başlamıştı.



BİRİNCİ BÖLÜM
Geyiklerin büyük boynuzları göz kamaştırıyordu, şişmiş burunlarından gelen nefesleri kaynayan çaydanlıktan çıkan duman gibi dağılıyordu. Elinde uzun bir değnek tutan Çukçi[29 - Çukçiler, Rusya Federasyonu’na bağlı Çukotka’da yaşayan az nüfuslu yerli bir halktır.], kızağı Ulug-Hem’in dalgalarındaki bir kayık gibi yürütüyordu. İhtiyar, yol iyice engebeli bir hal almaya başlayınca sessizleşti ama Ren geyiklerini biraz olsun bile yavaşlatmadı. Geyiklerin tabanlarının altından yuvarlak yuvarlak donmuş karlar, etrafa saçılıyordu.
Kızakçının yanında her yerini köpek postundan yapılmış bir kürkle örtmüş biri daha vardı. Adam, gözlerini hiç kırpmadan tek bir yere odaklanmıştı. Sınırda birlikte askerlik yaptığı dostunun nasihatini aklından çıkaramıyordu:
– Üzülme Eres. Hayat denen şey doğaldır, nihayeti olmayan bir şey yok!
Kürklü adam ne yolun engebeli oluşuyla ne Ren geyiklerinin süratiyle ne de ihtiyar Çukçi’nin kımıldamadan duruşuyla ilgileniyordu. O şimdi derin düşüncelere dalmıştı:
Eres’in ailesi, her zaman yoksul bir aile olmuştu. Babasının sadece tek bir tane kara, hantal atı vardı ama ne kışın ne de yazın atını kamçılardı. İhtiyar Oyun Herel’in hayvanlarını böyle koruması, Şivilig halkına ilginç gelirdi. Hiç kimse ihtiyarın atının bir kez bile zayıf düştüğünü görmemişti. İnsanlar bu at için “Daha taylığından semiz bir hayvandı” derdi. Dışarıdan bakılınca sanki hiç işe koşulmamış gibi gelebilirdi ama işin aslı öyle değildi. Soylu bir attı. Henüz bir yaşındayken, Herel onu MAE’ye, sonrasında da MÇAE’ye[30 - MÇAE: Mal bolgaş Çer Ajılınıŋ Eştelgezi “Hayvancılık ve Tarım Kooperatifi”.] vermişti. En sonunda, dişleri yıpranan ve iyice yaşlanan atını kolhoza bırakmıştı.
Hereller Şivilig’e göçüp geldiklerinden itibaren her zaman iki çadır halinde yaşamışlardı. Komşu hanenin sahibi İrbijey’di. İrbijey, Herel’e göre oldukça zengin biriydi. Ailesi geniş, hayvanları çoktu. İrbijeyler oldukça yiğit insanlardı… Evin beyi Rusça bilir, arada bir Moğolca da konuşurdu. İrbijeyler, üstelik Herellerin akrabası değildi; son zamanlarda, Herel Şivilig’e göçüp geldikten sonra yakınlaşmışlardı. Daha önce sadece birbirlerini tanıyorlardı. Eres, bunları annesinin anlattıklarından biliyordu. İrbijeylerin kızlarını yetişkindi, bazıları da evlenip gitmişlerdi… Yıllar geçtikçe, İrbijeylerinin evi boşalmaya başlamıştı.
Eres, İrbijey’in kızları evlenip gittikçe “Kız çocuklarının faydası yok[31 - Tuva Türkçesinde hereejen “kadın” sözcüğü bir halk etimolojisiyle heree çok “gereği, lüzumu yok” olarak açıklanır. Bunun nedeni kız çocuklarının evlenip baba evini terk etmesi ve ailelerine faydasının olmadığının düşünülmesidir.], çekip gidiyorlar” dediğini kim bilir kaç defa duymuştu.
İrbijey’in hanımı da “İnsanın evladı olsa ne olur, sana faydası yok, işte böyle zamanlar yaşıyoruz” derdi. İrbijey bir keresinde en küçük çocuğunu şefkatle severken “Gidenler gidiyor işte ama babasının yurdunu bırakmayacak oğlum da yok değil” demişti.
İrbijeylerin biricik oğlu Lapçar’dı. Eres’ten neredeyse iki yaş büyüktü. Onlar hep birlikte büyümüştü. Birlikte koyun gütmüşler, balık avlamışlar, her şeyi birlikte yapmışlardı. Hatta aralarındaki yaş farkına rağmen okula birlikte başlamışlardı. Karı koca İrbijeyler “Tek oğlumuz, biricik oğlumuz” derken çocuklarını iki yıl okula geç yazdırmışlardı.
İrbijey’in özü sözü birdi; “alırım” derse alır, “veririm” derse verirdi. Bu yüzden Herel, ona çok saygı duyardı. Zengin İrbijey, Herelleri kendisine dost olarak seçmişti. Bu yüzden kimileri Hereller hakkında, “ağaların uşağı” olmuş diye konuşup duruyordu. Aslında İrbijey, “öyle ağalardan” sayılmazdı. Her zaman kendi malı hakkında insanlara “Bunlar halkın malıdır” derdi. “Halkın malı olsaydı, halkta dururdu, sende değil” dediklerindeyse “Eğer halk hepsini isterse hepsini veririm” diye karşılık verirdi.
İrbijey gerçekten de dediğini yapmıştı. Tuva’da kolektifleşme[32 - Kolektifleştirme ya da Kolektivizasyon 1929-1935 yılları arasında SSCB’de yürütülen, köylülerin elinden arazilerin alınarak devlet çiftlikleri (Kolhoz) oluşturmaya dayanan tarım politikasıdır. Tüm SSCB’de ve SSCB’ye bağlı olan Tuva Halk Cumhuriyeti gibi cumhuriyetlerde ciddi toplumsal dalgalanmalara, isyanlara, repressiya adı verilen siyasi baskılara, kıtlığa neden olmuştur.] başladığında, bazıları hayvanlarını israf etmiş, çocuklarını küçük yaşta evlenmiş göstererek onlara çeyiz olarak vermişti ama İrbijey hayvanlarını kolhoza eksiksiz teslim etmiş, kendisi de orada çobanlık yapmaya başlamıştı.
Eres’in kendisi de İrbijey’i çok severdi. Bu yüzden o kalabalık ailenin reisi, Eres için yakın bir akraba gibiydi.
Bir gün okulda ilginç bir olay olmuştu. Lapçar ne de olsa Eres’ten yaşça büyüktü ve bir gün Eres’i okuldan kaçmak için ikna etmeye çalışmıştı. Eres de bunu öğretmenine söylemiş, Lapçar da öfkelenerek ona “Yerde yatan yabani şey seni” diye bağırmıştı[33 - Eres’in ormana terk edilmesine telmih.]. Eres gece Şivilig’e dönmüş, döner dönmez de bu durumu anne babasına anlatmıştı. Kalbi kırılan Herel, bir çırpıda İrbijeylere gitmişti. Durumu öğrenen İrbijey, çadırın kapısında atına eyer bile vurmadan binmiş, dört nala bölge merkezine gitmiş ve biricik oğlu Lapçar’ı bütün öğrencilerin önünde kamçısıyla dövmüştü. Lapçar’ın sırtında oğlak . derisi elbisesi olmasa ne olurdu kim bilir. Sonraki gün İrbijey’e bir elçiyle köy mahkemesinden celp gelmişti. Mahkeme başkanı, İrbijey’e reşit olmayan birine el kaldırmak suçundan muhtarlık çadırında yakılmak üzere yedi gün ağaç kesme cezası vermişti. İrbijey evine döndüğünde ağzını bıçak açmıyordu. Herel, ona yardım etmek istediyse de İrbijey’i bir türlü ikna edemedi. İrbijey, köy evinin etrafındaki ağaçlardan bir yığın yaptı, uzaktan bakıldığında söğüt dalında bir saksağan yuvasına benziyordu. Eres’le Lapçar bir daha senli benli olup birbirleriyle görüşmediler.
Yedinci sınıfı bitiren Lapçar, o zaman yeni kurulan kolhoza gidip çalışmaya başladı. Eres Kızıl’a gidip köy ekonomisi teknik okuluna girdi. Ziraat mühendisi olmak istiyordu. Okulu devam ederken Lapçar’ın askere çağrıldığı haberini almıştı. İki yıl sonra, teknik okulun son sınıfındayken Eres’in de askerlik çağı geldi. O yıl annesi babası yaşlı diye askerliğini tecil edip askere gitmedi. Teknik okulu bitirip kolhozda yeni çalışmaya başlamıştı ki, annesi vefat etti. Babası ona o zaman şöyle demişti:
Bir erkek için ilk şeref vatanını korumak, ikinci şeref ise ailesinin adını lekelememektir. Bu ihtiyar babanı bırak, düşünme.Halkım yorgan, insanlarım gömlek, bana bir şey olmaz. Vatanımız için erkeklik görevini yerine getirip gel, oğlum.Halkıma yük olmadım, insanlarımı sıkıntıya sokmadım. Babanı utandırma. Babanın sözünü unutma oğlum!
Evlenmek istese, tanıdığı kendisinden yaşça büyük kızlar da vardı. Bununla birlikte Eres, “Yapılacak iş zamanında yapılmalı, yenecek et yağlı olmalı” diye düşünerek o sonbaharda askere katıldı.
Nişanlısı onu bekleyecekti.
Eres Herel, askerlik için Çukotka’ya gelmişti. Burası hakkındaki bildikleri sadece duyduklarından ibaretti. Eskiden okulda coğrafya öğretmeninin anlattıklarını hatırladı: Alaska ile Çukotka arasındaki geçidi atlı kızağı olan biri bir günde geçebilirdi. Aslında öğrencilik zamanlarında bir romancının “Çukotka” adlı hikayesini de okumuştu.
Karakoldan çıkıp yolun zorlu kısımlarını geçip yol açıklığına geldiklerinde, ihtiyar Çukçi’nin sesi duyuldu:
– Tuva’da da Ren geyiği var mı demiştiniz?[34 - Tuv. ivi: Ren geyiği; iviji: Ren geyiği çobanı.]
– Evet var, ama onlara kızak koşulmaz, sadece binilir.
– Kızağa alıştırılsalar iyi olur. Kara yolculuklarında kızak çok uygun bir araçtır. Bizler böyle düşünüyoruz.
– Böyle orman olmayan, açıklık yerler daha da uygun olur. Bizim oralarda gündüz vakti bile zifiri karanlık olan derin ormanlar var. Oralarda kızak insanın aklına gelmez bile.
İhtiyar sessizce bunu doğru bulduğunu belli etti. Ren geyikleri iyice hızlandı.
İhtiyar, “Sizin o ‘deve’ denen hayvanınız nasıl bir hayvan peki?” diye sorarak konuyu değiştirdi.
Eres, “Deve taygada olmaz, şu Erzin-Tes bozkırlarında da olmaz muhtemelen” dedi; Erzin-Tes’i bilmediği için böyle düşünmüştü, “Deve, Moğolistan sınırına yakın yerlerde olur”. – Eti yenir, sütü içilir mi?
– Laf yok, hörgüçlerinde çok yağ var.
– Binilir mi, kızağa koşulur mu?
Eres, biraz uzunca düşünerek “Ne ata ne öküze ne de Ren geyiğine kızak çektirilir. Uzun, iri bir hayvandır ve Ren geyiği kadar çevik değil”.
– Nasıl biniliyor?
– Sök-sök! deyince deve yatar. Ondan sonra iki hörgücün arasına oturursun, aynı eyer gibi.
İhtiyar Çukçi, gözlerini kısarak gülümsedi. Seyrek sakalları buzlanmıştı.
Eres devam etti:
– Yazın su içmez, kışın otlamaz.
– Dinliyorum, dinliyorum. Gerçekten öyle bir hayvan ha? Ren geyiği de öyle bir hayvan olsa?
– Ren geyiğinin deveye benzemesinin ne faydası var? Ona sahip olmaya herkesin gücü yetmez.
Üç saat kadar sonra havaalanına ulaştılar. Eres’i orada bekletmediler. İhtiyar Çükçi, yolcusuyla vedalaşıp geri döndü. Eres, kızıl yıldızlı küçük bir uçağa bindi ve Habarovski’ye inene kadar derin derin düşündü:
– Bizim Ana vatanımızda insandan daha kıymetli bir şey yoktur hakikaten. Ya zavallı ben neyim? Ne bilim insanıyım ne kahramanım ne de bir generalim. Ben sadece sıradan bir çavuşum. Bu uçak sadece benim için böyle uzak yerlere gidecek. Uçakta sadece pilot yok. Telsizci de var. Seyrüseferci de var. Ana vatanıma, bütün Sovyet halkına faydalı bir kişiyim ben.
Çavuş düşünmeye devam etti, düşündükçe mutlu oldu, keyiflendi. Pencereden aşağı bakınca, beyaz karlarla kaplı ucu bucağı olmayan genişlikler görünüyordu. “Bizim ana vatanımızda insandan daha kıymetli bir şey yoktur hakikaten” sözü kulağında çınlıyordu. Eres imkânı olsa, o soğuk ve sessiz genişliklere atlayıp bu sevdiği yerleri öpmek, donmuş yere yüzü koyun uzanıp sarılmak isterdi. Bir kişinin memleketi buzdan da olsa o kişiye sıcak gelirmiş.“Ana vatanıma, bütün Sovyet halkına faydalı bir kişiyim ben” düşüncesi aklından bir türlü çıkmıyordu.
Aslında yol o kadar da uzun sürmemiş, üçüncü günün sabahında Kızıl’a[35 - Tuva’nın başkenti.] varmıştı.
O askere uğurlanırken Kızıl görülmeye değerdi. O zaman güzdü. Çiçekler kıpkırmızıydı. Aslında Eres’i uğurlayan kimse yoktu. İhtiyar babası ona sadece Şagaan-Arıg’a kadar refakat etmişti. Nişanlısı da…
Eres Kızıl’a geldiğinde orada uğurlananlara gıpta etmemişti bile. Aksine oradaki herkes onu uğurlamaya gelmişti gibiydi. Eres, her şeyi açıkça görmüştü ama Şagaan-Arıg’da uğurlayanların ve uğurlananların kalabalığından dolayı bir şeyleri fark edememişti. Ancak şimdi farklıydı, bu kalabalık ona çok ilginç geliyordu. Nişanlısı olmayan erkek neredeyse hiç yok gibiydi. Müzik, çiçekler, kızlar… Kısaca söylemek gerekirse kızlar ve çiçekler, çiçekler ve kızlar… İki yıl önce Kızıl muhteşemdi.
Eres, uçaktan iner inmez hemen Kızıl’ın güzelliğini gördü. Sanki Kızıl yaşlanmıştı ya da ona öyle gelmişti. Böyle bir şey olabilir miydi, yani bir şehir insan gibi yaşlanabilir miydi?
Eres, eşyalarını sırtlanmış insanları geçe geçe hızla havaalanı binasına gitti:
– Şagaan-Arıg’a uçak var mı?
Pilot üniformalı, bembeyaz yüzlü; gözlerini, kirpikleri kapkara boyamış güzel kız, elinde dergi, kulağında telefon, Eres’i dinleyip dinlemediği meçhul, ayakta duruyordu.
Eres neredeyse bağırarak “Sagaan-Arıg’a uçak var mı?” diye tekrar sordu.
Kız telefondaki konuşmasını bitirip dergisini kapadı ve Eres’e baktı:
– Az sonra, on dakika sonra uçak var.
Eres, “Bilet var mı ya da uçakta yer var mı?” diye ısrarla sordu: “Ben askerim!”.
Kız, “Sizin asker olduğunuzu çok iyi görebiliyorum” diyerek lambasının ışığını iyice açtı, altın dişlerini göstererek gülümsedi, “Ne kadar da güzelim” dermişçesine Eres’e baktı. – Acelem var.
– Bugün bilet yok, çavuş yoldaş.
Kız tekrar gülümsedi.
– Havaalanı müdürlüğüne gitsem?
– O sizin bileceğiniz iş. Ancak yer yoksa müdür ne yapabilir ki?
Eres, neredeyse anlaşılmaz bir sesle “Benim bugün eve yetişmem gerek” diye mırıldandı.
Kız “Müdüre gidiniz.” diye tavsiyede bulundu.
Eres müdürün odasına alelacele giriverdi. Selamlaştılar. Müdür, Tuva’nın tecrübeli pilotlarındandı, oldukça tanınan biriydi, sakin sakin Eres’i dinledi. Eres derdini kısaca anlattı, çünkü sadece on dakikası vardı, uçak havalanıp gidecekti; ondan sonra uçağı geri döndürebilmenin bir yolu yoktu. Müdür oldukça kalın parmaklarıyla telefonun tuşlarına sertçe basarak görevliyi arayıp bilet durumunu sordu. Eres, az önce veznede duran kızın “Bilet yok” dediğini kendi kulaklarıyla duydu.
Müdür, tekrar tuşlara sertçe basarak bir askeri çağırdı. Eres, müdürün arkasından baktığında onun ininden çıkan bir ayıya benzediğini düşündü: omuzları düşük, sırtı kambur, “eğile eğile yürüyor, geniş göğüslü yüksek tayga gibi”; ayaklarında köpek derisinden bol ayakkabı, deve gerdanı gibi duruyor. Eres müdüre hayranlıkla bakarken, ellerinde eşyaları çok acelesi olan on kişilik bir grupla karşılaştı. Müdür onları durdurup eliyle Eres’i gösterdi ve onun durumunu anlattı. Yolcuların bazıları sessiz kaldı, bazıları da balık gibi ağızları açık, Eres’e baktılar.
Kısa deri ceket giyen ihtiyar, müdürün karşısına çıktı:
– “Zamanınızı harcamayın, hava taşımacılığını kullanın!” diyorsunuz, hani nerede? Sizin lafınıza kandım, boşu boşuna bir gece kaybettim. İşimiz bozuldu, arabada oturacağıma gidip evinde otururum daha iyi.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/kizil-enik-kudaji/issiz-kose-69499657/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Kudajı her ne kadar Irjım Buluŋ’u bir uzun hikâye olarak tasarlasa da sonraki yıllarda eserini bir üçlemeye dönüştürmüş; Irak Bulut ve Irlıg Bulak’ı roman formatıyla yazmıştır. Bu eserler bütüncül bir karakter gösterdiği için Irjım Buluŋ da tarafımızdan üçlemenin ilk romanı olarak değerlendirilmiştir.

2
Tuvaların Yenisey nehrine verdikleri isim: Ulug-Hem “Büyük-Nehir”.

3
Tuv. kaŋgmııl, Türk. döngele / töngelen: kurak mevsimde rüzgârın sürüklediği çalı topağı.

4
Tuv. dalbıy “kar küremek için kullanılan üçgen araç”.

5
Tuv. haptıga: Tuva’da kadınların giydiği kenarları kürklü bir tür kadın börkü.

6
Tuv. moova: canavar, yaratık!. Tuvalarda hayvanları azarlamak için söylenen söz. Bununla birlikte Tuvalar at gibi hayvanlara kötü söz söylenmesini hoş karşılamaz (Kenin-Lopsan, 2019: 181-182).

7
Tuvalarda hırsızlık en büyük ayıplardan biri olarak kabul edilir: Oor, megeniŋ oruu çaŋgıs, tamıga kirer “Hırsızla yalancının yolu birdir, cehenneme girerler” (Kenin-Lopsan, 2019: 71).

8
Tuvalarda diğer Türk halklarında olduğu gibi saçı geleneği yaygın bir inanıştır. Özellikle şamanlar tarafından kutsama törenlerinde (Tuv. dagılga) gerçekleştirilen bu adet halk tarafından da bereket için, kötü ruhlardan korunmak için farklı zamanlarda ve mekanlarda icra edilir.

9
Tuvalarda saçı yapılırken söylenen algışlardan (Türk. alkış) biri.

10
Tuva Türklerinde aza, çetker, buk, albıs, şulbus ve diireŋ gibi şeytanlar veya kötü ruhlar bulunur. Bunlar genellikle mezarlıklarda, ormanlarda, nehir kenarları gibi ıssız yerlerde bulunur. Bunların musallat olduğu kişiler hastalanır ve ölür; kimi zaman da şamanlık alametleri göstermeye başlar (Kenin-Lopsan 2019: 366).

11
Tuv. baglaaş: Atın bağlandığı direk. Tuvalar baglaaşı kutsal kabul eder, devirmez, balta ile kesmez (Kenin-Lopsan, 2019: 67).

12
Tuvalarda azıraan avay “besleyen, büyüten anne” ya da azıraan açay “besleyen, büyüten baba” kavramı mevcuttur. Tuvalarda bir insan çocuksuz yaşamaz ve ölmez. Bu nedenle çocuğu olmayan kişiler, kendi akrabalarının çocuklarını evlat edinirler (Kenin-Lopsan, 2019: 105). Evlat edinilen en meşhur Tuvalardan biri repressiyanın en tanınmış mağdurlarından olan Monguş Buyan-Badırgı’dır ve amcası tarafından evlat edinilmiştir.

13
Tuv. eres: yiğit, cesur, kahraman. Romanın başkahramanı Eres’in adı.

14
Tuv. dündük: Çadırın üstünde duman çıkan pencere. Tuvalar dündük’ü kutsal kabul eder, onu saçı yaparak kutsarlar. Dokuz Gök inancı sebebiyle bu pencere tam olarak örtülmez. Çadır halkı uyurken Dokuz Gök’ün yıldızlarının ev halkını bu pencereden gözetip korudukları düşünülür (Kenin-Lopsan, 2019: 180).

15
Tuv. hoytpak: Sütün ekşitilmesi ile elde edilen bir tür geleneksel içecek. doskaar adı verilen özel bir fıçıda fermente edilir (Kenin-Lopsan, 2019: 312).

16
Tuv. kojamık: koşma.

17
Tuv. sarala: sarı ala, at donu. Tuva Türklerinde at donları için bk. (Kenin-Lopsan, 2019: 20-22).

18
MAE: Mal Ajılınıŋ Eştelgezi “Hayvancılık Kooperatifi”; ÇAE: Çer Ajılınıŋ Eştelgezi “Tarım Kooperatifi”. Tuva Türkçesinde Komünizm ideolojisine dair çok sayıda kısaltma bulunmaktadır: bk. Tosun 2018.

19
Uluslararası alan yazınında sky burial “göğe gömme” olarak da adlandırılan bu geleneğe göre vefat eden kimse mezara konmaz ve açık bir alana bırakılır. Kenin-Lopsan’a göre (2019: 231) 1930’lu yıllara kadar Tuva’da da görülen bu gelenek, günümüz Tibet’inde yaşamaya devam etmektedir.

20
Tuv. sarıg şajın: Sarı Din. Lamaizm’e Tuva Türkçesinde verilen isim.

21
Tuvalarda çocuk/doğum toyu, bebek saçı toyu, yün toyu, hasat toyu, ot toyu vb. gibi çeşitli kutlamalar mevcuttur (Kenin-Lopsan, 2019: 159-181).

22
Tuv. Bışkak-Çaak: Deri yanaklı, deri suratlı.

23
Tuv. çöreme: Bağırsağa kan ya da et doldurularak yapılan bir tür yemek.

24
Tuv. Mıyıs-Kulak “Boynuz Kulak”.

25
Tuvalarda eşiğe basılmaz, eşiğin üzerine oturulmaz. Eşik sol ayakla aşılarak çadıra girilir (Kenin-Lopsan, 2019: 90).

26
Tuv. boja: Hoytpak damıtıldıktan sonra geriye kalan sarı ekşi süt.

27
Tuvalar 1930 yılında kendileri için bir alfabe oluşturulana kadar Moğolca ve Moğol alfabesi ile yazmışlardır. Bu tarihe kadar halk arasında okur yazarlık çok düşüktür. Tuva’da o dönemde Budist manastırlarında (Tuv. hüree) eğitim alanlar okur yazar kitlesini oluşturmaktadır.

28
Tuv. deeldigen: çaylak türünden bir kuş.

29
Çukçiler, Rusya Federasyonu’na bağlı Çukotka’da yaşayan az nüfuslu yerli bir halktır.

30
MÇAE: Mal bolgaş Çer Ajılınıŋ Eştelgezi “Hayvancılık ve Tarım Kooperatifi”.

31
Tuva Türkçesinde hereejen “kadın” sözcüğü bir halk etimolojisiyle heree çok “gereği, lüzumu yok” olarak açıklanır. Bunun nedeni kız çocuklarının evlenip baba evini terk etmesi ve ailelerine faydasının olmadığının düşünülmesidir.

32
Kolektifleştirme ya da Kolektivizasyon 1929-1935 yılları arasında SSCB’de yürütülen, köylülerin elinden arazilerin alınarak devlet çiftlikleri (Kolhoz) oluşturmaya dayanan tarım politikasıdır. Tüm SSCB’de ve SSCB’ye bağlı olan Tuva Halk Cumhuriyeti gibi cumhuriyetlerde ciddi toplumsal dalgalanmalara, isyanlara, repressiya adı verilen siyasi baskılara, kıtlığa neden olmuştur.

33
Eres’in ormana terk edilmesine telmih.

34
Tuv. ivi: Ren geyiği; iviji: Ren geyiği çobanı.

35
Tuva’nın başkenti.
Issız Köşe Kızıl Enik Kudajı
Issız Köşe

Kızıl Enik Kudajı

Тип: электронная книга

Жанр: Современная зарубежная литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 16.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Issız Köşe, электронная книга автора Kızıl Enik Kudajı на турецком языке, в жанре современная зарубежная литература

  • Добавить отзыв