Ses Rengi

Ses Rengi
Marhabat Baygut

Marhabat Baygut
Ses RengiHİKÂYELER

Takdim
Canseyit TÜYMEBAYEV
Kazakistan Cumhuriyeti Ankara Büyükelçisi
Kazakistan’ın bağımsızlığından önceki ve sonraki dönemlerine tanık olan, öykü anlayışıyla edebiyatımızda büyük bir değişim yaratan ve günümüz okurlarının beğenisini kazanan değerli Kazak yazarımız Marhabat Baygut, söz sanatının üstadı olarak özel bir ilgiyi hak etmektedir.
Güney Kazakistan’ın coğrafyası, doğası, kendine has mantalitesi ve insanıyla bütünleşen değerli yazarımız, Kazak Devlet üniversitesinde eğitim aldığı yıllardan itibaren söz sanatı üzerinde çalışarak yaşamının her anını çok iyi değerlendirdiğini göstermektedir. O, Kazakistan’ın kültür ve sanat hayatının şekillenmesinde önemli görevler üstlendi. 1968’de Şamşırak Gazetesinde önce düzeltici sonra tercüman ve bölüm redaktörü olarak yer aldı. 1974 ile 1984 arası eyalet valiliğine bağlı olan Güney Kazakistan Gazetesinde çeşitli görevler yaptı. Gazetecilik alanında çalışmalarını sürdürerek toplumsal sorunları mizah tarzıyla gündeme getirebildi. Sonraki yıllarda Kazakistan Yazarlar Birliğinin Şube müdürlüğünü yürüttü. Üstlendiği bu görevlerin yanı sıra edebiyatla yakından ilgilenen değerli yazarımız, 1978’de ilk öykü kitabını yayımlanmıştı.
Tanınmış Kazak edebiyatçısı Taken Alimkulov, yazarın gün yüzüne çıkan ilk çalışmaların şöyle değerlendirmekte: “Marhabat Baygut, ilk yayımladığı öykü kitabıyla tanıklık eden bir yazardır. O gazetecilikteki kendine has üslubuyla az ve öz yazmayı prensip edinmiştir. Herbir edebi eseri emsalsiz doğa ve ruhuyla belirlenmektedir. Ayrıca onun çeviri alanında yaptığı çalışmaları takdire şayandır.” Zaten yazarın “Sırbulak”, “Yatılı Okulun Çocuğu”, “Nevruzek”, “Temmuz”, “Köy Hikâyeleri”, “Ses Rengi”, “Korumasız Yürek”, “Maşattaki Sevda”, “Edebiyat Dersinin Meleği”, “Şubattaki Kediler”, “Ensar”, “Okuma Salonu”, “Özlem Türküleri” gibi hemen hemen yılda bir yayımlanan eserleri okuruyla buluşarak edebiyata olan saygınlığı daha da arttırmıştır.
Edebiyat eserleri ile kitaplar hakkında yazdığı değerlendirme yazıları, verdiği konferanslar da onun entelektüel birikimini gösteren önemli niteliklerdir. Bundan dolayı yazarın yaptığı birçok çalışmaları tezlerin konusuna dönüşerek akademik camianın da dikkatini çekmiştir. Yeri gelmişken günümüzün gazete ve kitap okurları, yazarın zaman zaman kaleme aldığı heyecan uyandıran çeşitli yazılarını sabırsızlıkla beklediklerini ve yazılarını her zaman memnuniyetle yorumladıklarını ifade etmektedir.
Marhabat Baygut, öykücülüğü meslek edinen Modern Kazak edebiyatının çığır açıcı öykücülerinden biridir. Beyimbet Maylin, Taken Alimkulov, Askar Süleymenov, Karauılbek Kaziyev, Şerhan Murtaza, Abiş Kekilbayev, Dulat İsabekov, Bek-sultan Nurjekeulı gibi Kazak öykücülüğünün şekillenmesinde önemli yere sahip olan aydınlarımızın yanı sıra öyküdeki ısrarıyla, şiirsel yazılış üslubuyla, eşsiz mizah tarzıyla bu türün edebiyatımızda sevilmesine ve farklı bir saygınlığın kazanmasına çok önemli rol oynamıştır. Kazak edebiyatında her şeyin, daha doğrusu her konunun adeta öyküleştirilebileceğini ayan beyan göstermiştir. Özellikle, Güney Kazakistan bölgesine has rengiyle, dil ve şivesiyle edebiyatımıza farklı bir zenginlik kazandırmıştır. İşte yazar Dulat İsabekov’un: “Memleketime has değerlerini özlediğim, hatta unuttuğum zamanlarda değerli meslektaşım Marhabat Baygut’un eserlerine her zaman başvurmuşumdur,” demesi sözümüzü bir kere daha kanıtlamaktadır. Bu özelliklerinden dolayı Kazak edebiyat eleştirmeni Saylaubek Cumabek: “Marhabat Baygut, sıradan bir yazar değildir. O, gerçek bir ressamdır. Öykücülükte çetin çalışmalarını devam ettirmektedir. Onun hem zor hem de zaman zaman önemsiz gibi görünen böyle bir türde yazdığı birçok öyküleri dünya edebiyatının birer parçasına dönüşmüş bulunmaktadır,” diyerek değerlendirmektedir.
Türk dünyası kültür ve sanatıyla her zaman zenginliğini korumuştur. Manevi değerlerine sahip çıkarak daha çok gelişmeyi, hem ulusal hem de uluslararası düzeyde yükselmeyi hedeflemiştir. Bu açıdan Türk dili konuşan halklarımızın birbirini daha iyi tanıması ve kültürel değerlerini benimsemesi önem arz etmektedir. Özellikle, edebiyat alanındaki çalışmaların farklı dillere çevrilerek tanıtılması kültür diplomasisinin gelişmesine büyük katkı sağlamaktadır.
Değerli Kazak yazarı Marhabat Baygut’un birçok öyküleri Türkiye’de sürekli çıkan çeşitli edebiyat dergilerinde, öykü antoloji kitaplarında yayımlanmıştır. Bu kitapta yer alan öyküler okurlarımızın ilgisini çekeceğinden eminiz. Eseri Türk diline çeviren Elmira KALJAN’a ve yayına hazırlanmasında emeği geçen Avrasya Yazarlar Birliğinin “BENGU” yayınevine teşekkürlerimi sunar, bu kitabın okurlarımıza ve öykü severlere yararlı olmasını dilerim.

Takdim
Yrd. Doç. Dr. Yakup ÖMEROĞLU
Avrasya Yazarlar Birliği Genel Başkanı
Türk dünyası kültür ve sanatının ayrılmaz parçası olan Kazak edebiyatı, oluşum tarihinden bu yana eşsiz ve emsalsiz ürünler vererek dünya söz sanatının gelişmesine büyük katkılar sağlamaktadır.
Abay, Mahambet, Jambıl gibi zamanları aşan çok değerli söz ustalarıyla çığır açarak Ahmet Baytursınulı, Muhtar Auezov, Beyimbet Maylin, Mırjakıp Dulatov, Mağcan Jumabayev gibi kamet-i balalarla temeli atılan, Gabit Müsirepov, Sabit Mukanov, Taken Alimkulov, Abdicemil Nurpeyisov, Şerhan Murtaza, Mukagali Makatayev, Kasım Amanjolov gibi aydınlarla gelişen, Abiş Kekilbayev, Dulat İsabekov, Beksultan Nurjekeulı, Kabdeş Cumadilov gibi yazarlarla yelpazesini genişleten Kazak edebiyatında, öykücülük geleneğini devam ettirerek toplumsal sorunları mizah tarzıyla işleyen ve hayatın gerçek yüzüyle okurunu buluşturan değerli Kazak yazarı Marhabat Baygut’un birbirinden ilginç ve güzel öykülerini sunmaktayız.
Tanınan Kazak aydını Nesipbek Dautayulı Kazak edebiyatıyla ilgili değerlendirmeler yaparken, “Yazar çoktur, fakat edebiyat sanatıyla resmedenler azdır. İşte Marhabat Baygut, böyle nadir görünen bir ressam yazarıdır,” ifadesini kullanır. Zaten hayatını yazarlığa adayan Marhabat Baygut kendi hayat serüvenini anlatırken şöyle demişti: “Ben birçok öykü ve uzun öykülerimde gücüm yettiği kadar insanda bulunan merhameti, güzel hasletleri oluşturmaya gayret gösteririm ve bu tür güzel vasıfları koruma adına neler yapılması gerektiğini üzerinde kafa yorarım. Zira şu anda gerçekten hayat zorlaştı. Fakat ne olursa olsun, güzel ahlak, soyluluk, yüce sıfatlar gibi insanda bulunması gereken varidatları yok etmeden verebilmek lazımdır. Bu da muhakkak hassasiyet ister. Yoksa her bir adamın hayvana dönüşmesi kolaydır. Günümüzün insanı, daha doğrusu insanın insanlık hasletleri kıldan ince olan köprünün üzerindeymiş gibidir. Sanırım bundan sonra kaleme alacağım birçok edebi eserleri bu açıdan değerlendirmeye tabi tutarım.”
Kazak edebiyatının ileri gelenleri Güney Kazakistan’ın şivesi daha yumuşak olduğunu söylerler. Marhabat Baygut, yumuşak dilin ve üslubun usta yazarlarından biri olarak gerçekten çok önemli eserleri yazmış. Sıradan gibi görünen kahramanlarını sıra dışı şekliyle tanıtabilmiş. Hayata farklı bir gözle bakarak herbir insanın fark edemediği yanlarını incitmeden, kırmadan, dökmeden, gönülleri rahatsız etmeden aktarabilen usta bir öykücüdür.

BİR ÇANTA DİPLOMA
Aniden keten çanta moda oluverdi. Moda, yaygın eğitime gidenler arasında hemen yaygınlaşmaz. Dekan Bey’in söylediğine göre biz bilgiyi de pek benimseyemeyiz. Beyefendi, bizim amfiye yirmi beş kişi önden elinden tutarak, yirmi beş kişi de arkadan önüne katıp zorla götürür gibi girer. Çok nadiren gülümser. O da yüzde yüz alaydan oluşan bir gülümsemedir genelde.
Dekan Bey yaygın eğitimi hiç sevmez. Onun kesin bildiğine göre bu amfide oturan elli öğrencinin bir tanesinin bile aklında “bir şeyler öğrensem, bilgi edinsem” düşünceleri yoktur. Herkesin tek düşündüğü ne olursa olsun bir şekilde sınavı geçmek, başaramazsa da düşe kalka yine bir şekilde geçmektir. Böylece sonunda bir diploma sahibi olmak. Evet, öyle ya da böyle bir diploma edinmek.
Beyefendinin tecrübesi hiç de azımsanamaz. Yılda iki dönem üniversitede belirli bir süre ders görüp mezun olanların bir tanesi bile bu üniversitede okuduğunu, falancadan eğitim aldığını ne hatırlar ne de hatırlamak ister. Onlar diplomayı alıp çantalarına koydukları gün her şeyi unutuverirler. Örgün eğitim gibisi var mıdır? Okuyan herkes keşke örgün eğitimde okusa! Onlar birbirlerine akraba gibi alışır, kardeş gibi kaynaşırlar. Hiç unutmazlar. Hâl hatır sormayı ihmal etmezler. Çoğu eğitime devam edip tez savunur. Mezuniyetlerinin onuncu, on beşinci, yirminci yıllarında bir araya gelirler, öğrencilerini, dekanlarını ve rektörlerini davet ederler. İşte onlarınki gerçek eğitim, gerçek yaşamdır. Örneğin, Dekan Bey çalıştığı yirmi beş yıl içerisinde yaygın eğitimde okuyanların bir defa buluşma düzenlediklerini gördüyse gözü kör olsun. Dışarıdan okuyanlar pek merhametli değildirler, aralarında dayanışma da yoktur, eğitim seviyeleri de düşüktür.
İşte Dekan Bey böyle der. Beyefendi bize sonradan geldi. Birinci sınıfta karşılaşmış olsaydık Allah bilir, ya herkes normal eğitime geçmişti, ya da “Allah korusun böyle bir eğitimden” diyerek her şeyden vazgeçip okulu terk etmişti. Hocanın bize daha geç dönemde dekan olması ne iyi olmuş.
Bizse o dönemde yaygın eğitimin tam kurtları olup çıkmıştık. Bizi gittiğimiz yoldan döndürmek çok zordu artık. Ateşte yanmaz, denizde boğulmaz hâle gelmiştik. Diğer konular şöyle dursun Orhun ve Yenisey yazıtlarının dilini çözüp kelimeleri ekine köküne ayıran bilim adamlarıydık artık bizler.
–Yaa! dedi misis Mayra moda olmaya başlayan keten çantasından kozmetik malzemelerini çıkarırken. -Kendince bizim cesaretimizi kırarak önüne katıp dediğini yaptıracak. Olur (!) Polii-ti-ka! Yoksa dekan olacak insan öyle şeyler söyler mi?
Dekan Bey bir gün yine gelmiş, yüzünden düşen bin parça oturuyordu. Yine yaygın eğitimin hiçbir işe yaramadığını hatırlattıktan sonra ne yazık ki böyle bir eğitim olduğu ve kendisi de dekan yapıldığı için pek çok şey talep edeceğini, okumak isteyenlerin düşünmeleri gerektiğini, diğerlerinin ise kendilerinin bileceklerini belirtti.
–Hocayı biri bize zorla mı dekan yapmış? dedi mister Mamır. -Yaygın eğitimi o kadar kötüledikten sonra bizden daha çok şey isteyeceğini söylemesi de nesi? dedi misis Mayra.
Gerçeği söylemek gerekirse bizim derslerimiz kötü sayılmazdı. Hatta dekan hariç bütün hocalarımız sınıfımızdan çok memnundu. Geçen dönem İngiliz dili haftası düzenlemiştik. “Misis Mayra” ve “mister Mamır” işte o etkinliğin sonucudur. Filolog değil miyiz, bir defasında da Alman dili haftası düzenledik. Bizim sınıf üç gruba ayrılıp Alman, İngiliz ve Fransız dili derslerini alır. Kostanaylı Acar İngilizce döktürmeye başlayınca Genel Dil Bilimi Bölümü Başkanı Sagımbayev Hoca gözlüğünü yere düşürmüştü.
– Gözünüzü seveyim, demişti doçent Sagımbayev gözlüğünü silerken -gündüz bölümünde bu kadar akıcı İngilizce konuşan öğrenci var mıdır, acaba?
– Biz İngiliz dili haftası düzenledik, Almancaya çok önem verdik, Fransızca duvar gazetesi hazırladık. Peki neden Orhun ve Yenisey yazıtları haftası yapmıyoruz? dedi Kanşayım.
– Bu tür etkinlikler moda olmaya başladı. Onun yerine sağ salim sınavı geçmeye bakalım, diyenler de oldu.
Kanşayım’ı dediğinden vazgeçirmek imkânsızdı.
Dekan Bey dışarıdan eğitim almanın anlamsızlığı hakkında çok şeyler anlattığında Kanşayım derste olmazdı. Olsaydı Dekan Bey bu kadar açık konuşabilir miydi?
Kanşayım sınıfımıza ikinci sınıfın sonlarına doğru gelmişti. İlk başta gündüz bölümünde okumuş. Duyduğumuza göre şimdiki Dekan Bey kıza takmış. Nasıl taktığını, neden taktığını bilmiyoruz, ama sonunda Kanşayım yaygın eğitime geçmiş. Daha sonra bir kaç yıl ara vermiş. Aramıza ikinci sınıfta katıldı. Kimseyle pek samimiyeti yoktu. İki kaşının arasında sıkıntıdan ve zamanından önce oluştuğu hemen belli olan iki derin çizgisi vardı. Çizgilere bakıp hiçbirimiz soru sormaya cesaret edemezdik. Rahat şakalaşma ve kolay kaynaşma ustaları bile bu konuda dertliydiler.
Az da olsa benimle konuşurdu. Çünkü yaygın eğitime geçme bakımından biraz kader ortaklığımız vardı. Ben de birinci sınıfta örgün eğitime gitmiş, öğrencilik hayatın güzel tadını biraz tatmışımdır. Ben üniversiteyi bitirene kadar dört büklüm yaşayadurma sözü veren annemin dileği gerçekleşmedi. Umutsuz gözlerle bakan zavallı erkek kardeşlerimi kime, nereye bırakacaktım? Böylece sekiz yıllık okula öğretmen olup yaygın eğitime geçtik. Dekan Bey bunları nereden bilecek. İnsan yaygın eğitime keyfinden mi geçer?
Sırrımı iyice öğrendikten sonra tıpkı ablam gibi farkında olmadan saçımı okşamıştı Kanşayım. “Kaderimiz benziyormuş. Ben de uzak bir köyde sekiz yıllık okuldayım. Hiç olmazsa senin kardeşlerin varmış. Evlenmişsin. Benimse kimsem yok, belki de hiç olmayacak…” demişti.
Benim şaşırdığım Dekan Bey aniden gelip bildiğimiz konuyu açmaya başladığında Kanşayım’ın orada olmamasıdır. Dekanın geldiğini görünce içeriye girmeyip dışarıda mı kaldığı, yoksa pek belli etmeden içeriden dışarıya mı çıktığı bilinmez.
Kanşayım’la birlikte yokuş yukarı çıkıyoruz. Sınavdan çıkmıştık. Sagımbayev Hoca ikimize de “pek iyi” notu vermiş, gözlüğünü tekrar tekrar silerken:
– Siz ikiniz neden örgün eğitimde değilsiniz, ha? demişti. Gözlüğünü takıp Kanşayım’a tekrar bakmıştı. – Serperova, sen gündüz bölümünde biraz okumamış mıydın?
– Ben de okudum Hocam, dedim.
– Seni hatırlamıyorum, ama Serperova’nın okuduğunu hatırlıyorum. İkiniz de kırmızı diploma[1 - Pek iyi ile mezun olan üniversite öğrencisine verilen kapağı kırmızı renkli diploma] alacak öğrencilersiniz. Ancak yaygın eğitimden mezun olanlara kırmızı diploma takdim etmek bizim üniversitemizde hiç görülmemiş bir şeydir.
İkimiz de sessizce geliyoruz. Bir an ikimiz de üç katlı, camlarının altında beyaz çizgileri olan sarı eve bakakaldık. Bu yurtta o, bir yıl kalmış. Ben de bir yıl kadar yaşamıştım burada.
– Aklımda sadece Torıbay’ın doğum gününde tvist dansı yaptığım kalmış, dedi alay edercesine. Onun bunu öylesine söylediğini, aklında aslında sadece tvist dansı değil, pek çok şeyin bulunduğunu hissetmiştim. – Torıbay doktorasını da yaptı. Bizim dekanın vefalı öğrencisidir.
– Köydeyken bu sarı evin kahverengi tahtakurusunu özlemekten ölecek gibi oluyorum, dedim ben kafasını dağıtmak düşüncesiyle. – Burada tahtakurusuna yem olurken de köydeki ahırın tezeğinin sılasını çekerdim.
– Yapma yaa, özlediğin şeylere bak, diyerek güldü o.
Kanşayım’ı böyle güldürdüğüm için sonsuz sevinmiştim. O nadiren gülerdi. Dolgun ve esmer bacağına sinek konmuş olacak, boyasız da kıpkırmızı olan tırnağıyla vuruverdi eğilerek. Hiç kimsenin bulunmadığı asfalt yola çıkmıştık.
– Tvist dansını şöyle yapardım, dedi Kanşayım ve şarkı eşliğinde ileri atılıp hızla dans etmeye başladı. Yukarı aşağı hareket eden göğüslere bakmamak elde değildi.
Aniden elleriyle yüzünü kapatıp donakaldı. Düşecekmiş gibi görünce pek cesaret edemesem de yaklaşıp desteklemeye çalıştım. Böyle yapınca kız boynuma sarılıp hüngür hüngür ağlamaya başladı. Ne yapacağım? Bunlar böyle işte. Mister Mamır’ın söylediğine göre dışarıdan okuyanların hepsi böyledir. Heepsi böyle işte, böyle…
Kız ağlıyor. Bense kafamdan çok çeşitli düşünceleri hızla geçirmekteyim. Şu anda ana kahraman benim. Hiç panik yapmadan gözyaşlarını silerim şimdi. Sonra ne olacak? Devamı belli ya, hepsi de ana kahramanın kendi ellerinde… Ancak cesaret edemiyorum. Sekiz yıllık okulum, evime götüren dar patika yolda biten otlar mı geldi aklıma… Apansız uyanır gibi oldu. Uyandım ve içimden “Fırsat varken eğlenmene bak” diye geçirip sağ kolumu beline sarmak için girişimde bulundum. Elim belinin yukarısına gitmiş olacak metal çengel mengel bir şeylere değdi. Onlar bile ateş gibi yanıyor muydu, ne?
Kanşayım göğsümden geri iter gibi oldu. Derhâl tekrar atılmak istedim. Ama yapamadım. Önümde tehdit edercesine gülümseyerek duruyordu Kanşayım. Gerçek de, rüya da bitmişti böylece…
– Affedersin, bir anlık zayıflıktı, dedi o. Keten çantasından mendil ve bir şeyler daha çıkarıyordu.
– Sen de keten çanta edinmişsin, dedim ben de bir şey olmadığını özellikle vurgulamak istercesine. – Modayı takip etmezdin.
– Kullanışlı ve sade olunca ilgimi çekti.
Ne demem gerekiyor? “Bir anlık zayıflık”. Yani deminki olağanüstü masal sadece bir an mı devam etti? Olamaz. Neden çok kısa sürdü? Tüh!..
Bir daha yokuş çıkıyoruz. Hiç olmazsa kendisinden söz eder artık. Neden yaygın eğitime geçti? Neler yaşadı? Hepsini anlatır herhâlde. Az önce boynuma, benim boynuma sarılıp hüngür hüngür ağladı ya.
Fakat o hiçbir şey anlatmadı.
Dar sokağın bitişinde vedalaştı. Kiraladığı eve doğru giderken tekrar durdu.
– Orhun Türkçesi öğreniyor musun? dedi. Karanlık bastırmaya başlamıştı. O, eski ve tarihî yazıtın arasından çıkagelen esrarengiz bir kız gibi korkunç gözüktü bir an. İkimiz dar bir sokakta değil, Yenisey Irmağı boyunda veya Angara’nın yatağında duruyor gibiydik. Yükselen rüzgâr kızın koyu saçlarını savuruverdi.
– Orhun ve Yenisey yazıtları ile ilgili etkinlik yapacaktık ya, unuttun mu? dedi o, sivri uçlu demir çitlerin yanında durup. Miğferli, mızraklı askerler tarafından çevrelenmiştik sanki.
– Gündüz bölümünde okuyanları da davet edeceğiz, iyi hazırlan.
– Kağan olurtum. Kağan olurup çıgan budunug bay kıldım, dedim ben miğferli, mızraklı ablukadan, korkunç çevreden şakayla çıkma isteğiyle… “Kağan oldum. Kağan olup fakir halkı zengin yaptım” denen cümlelerdi, metinden ezberlemiştim.
Ben öylesine söylemiştim. O ise biraz düşündükten sonra:
– Gerçekten de zirvedeydin. Teşekkür ederim, dedi.
İşte, bunlar böyle yaparlar, böyle. Şimdi sevinmiş görünüyor, han yapıp yüceltiyor, övüyor. Gün gelince de alay edip gülecektir.
Benim aniden moralimin bozulduğunu hissetmişti. Tekrar yaklaşıp sıcacık avucuyla kılları diken diken olan yanağımı okşadı.
– Tün udumadım, küntüz olurmadım, diye oynayarak evine doğru yürüdü. Atalarımızın yazıp bıraktıkları “Gece uyumadım, gündüz oturmadım” cümlesini tekrar ederek eve dönüyorum. Tabii ki şaka yapmıştı, ama içinde alayın da olmadığı söylenemez.
Yine de ben ona kızamam. Ne gizemi varsa beni çok kolay peşine takıp götürür. Kendisi pek bir şey anlatmaz, ama bana anlattırmadığı kalmaz. Bağırsaklarımın kıvrımlarına kadar bilen bitirim olup çıkmıştı. Laftan laf çıkarıp bazen de didiklediğini, eşimi de çok sorduğunu fark etmiyor değilim.
Yaygın eğitime gitmenin ne kadar zor olduğunu ancak dışarıdan okuyan bilir. Dekan Bey bilmez onu, bilmek de istemez. Örneğin, bana gelelim. Sekiz yıllık okulda öğretmenim. Şu şehre değil, trene bineceğim istasyona ulaşmam için yarım gün gerekir. Tren istasyonuna ulaşmak zor, ama okuldan çıkabilmek daha da zordur. Davet yazısını okul müdürü değil, eğitim işlerinden sorumlu müdür yardımcısı takdim eder. Öylesine takdim etmez. Okulun yarısını yakmış birine bakar gibi mosmor kesilerek takdim eder. “Okula gidip gitmemen benim ellerimde” dercesine yapıştırıcı ile yapıştırılmış gibi sımsıkı sıkılmış dudakları ile imalı imalı konuşur. Üniversite sınavlarına hazırlık için ek zaman vereceğine müdür yardımcısı yığınla ek ödev verir… “Çocuk” der. Üniversiteden davet yazısı geldiği andan gidene kadar “çocuk” oluveririm. “Çocuk, şehre gideceksen Saymasayev’in, Baymusayev’in, Barmakov’un odalarını bir düzene sok da git”. “Çocuk, edebiyat grubunun sıradaki ve daha sonraki derslerinin tamamının programını hazırlayıp duvar gazetesi yarışmasını düzenlemezsen sınavlarının tümü yaza kalır”. “Çocuk, iki üç gün geç gidersen bir şey kaçırmazsın, Noel partisinde Noel Baba ol da git”.
Müdürümüz kötü bir insan değildir aslında. Ancak çoğu zaman sovhoz[2 - SSCB döneminde tarımsal üretim yapan devlet çiftlikleri] ve ilçenin işleriyle meşgul olur. Partiye, ilçe kuruluna gönderilebileceği söylentileri vardır. Yükselecekse onun gibiler yükselsin. Çünkü karşılaştığın an samimiyetle:
– Sen daha buralarda mısın? der. Böyle sorması bile insanı derslere katılıp bir iki sınavı vermişsin gibi sevindirir. Ardından kem küm edersin:
– Daha buralardayız. Müdür yardımcısı görev verince…
– En tuhaf adamdır kendisi. Peki, yarın bana uğrasana.
Ertesi gün yerinde bulamazsın. İlçeden gelirken bir daha karşılaşırsın.
– Sen daha gitmedin mi?
– İzin alamadım.
– Gelsene, gel, der Müdür.
Ancak o günün ertesi günü, bazen iki üç gün, bazen de beş altı gün gecikerek yola çıkarsın. Yüksek yüksek tepeleri arkada bırakırken dönüp dönüp köyüne bakarsın. Tabii müdür yardımcısına kıyamamaktan değil. Ondan değil, ama onu da suçlamamak gerekir. Sekiz yıllık okulun işleri kolay değildir. Müdür yardımcımız Saymasayev, Baymusayev gibilere sözünü pek geçiremez. Onlar yaygın eğitime gitmiyorlar. Dolayısıyla yılda iki defa üniversiteye gitmelerine gerek yoktur. Çalışacakları kadar çalışmışlar zaten. Göreceğimizi gördük demezler ancak. En ufak bir şeyde okulda geçirdikleri otuz, kırk yıllarını saymaya başlarlar. Fakat, o otuz yıl ve kırk kış nasıl geçti, neler kazandırdı, ne tür başarılar getirdi? Onları hiç hesap etmezler.
Yüksek yüksek tepelerden geçerken ilk önce düşündüğün kendi sınıfın olur. Dönene kadar pek çok öğrencinin ilerlemek yerine gerileyeceğinden eminsin çünkü. Bunu düşününce müdür yardımcısına olan kızgınlığın biraz geçer gibi olur. Sınıfından sonra kendi çoluk çocuğunun endişesine kapılırsın. Büyüğe aldığımız botun astarı ince gibi idi, soğuk mu geçiyor, dün gece epey öksürdü. Küçük sağlıklıdır, annesi olmasaydı…
O zaman kış sömestrine gitmiştim. “Bizim için endişelenme. Sınavlarını güzelce ver. Döndüğünde kucağımda oğlunla karşılıyor olacağım” demişti. Bizim bölgenin kışı çok sert değildir. Fakat soğuk olunca da her şeyi ve herkesi dondurur.
Öyle günlerin birinde eşimin sancısı tutmuş. Köydeki tek arabanın da benzini bitmiş. Çaresiz kardeşimle ikisi iki ata binip dağı geçmişler. Dağdan iner inmez yengesi zar zor attan inmiş, indiği gibi de bebeğin ağlama sesi duyulmuş.
– Bıçak lazım, bıçak! demiş yengesi.
– Yok bende, yok yenge! diye ağlayıvermiş kayınbiraderi. Bıçağımı çoban almıştı. Aşağı köye doğru ineyim…
Kayınbiraderinin dönmesini nasıl bekler? Ya bebek donarsa? Etrafta beyaz beyaz çakmak taşları varmış. İki taş alıp göbeği kendisi kesmiş. Göbeği kesilmiş bebeği elbisesinin altına almış ve hızla aşağı doğru inmiş. Aşağı köye götüren yol ikiye ayrılır. O yüzden Dambalsay[3 - Türkçe anlamı: Don vadi] adını almıştır. Kayınbiraderi Dambalsay’ın sol kıyısından yukarı çıkarken yengesi sağ kıyısından aşağı inmiş. Yardımcı çoban olan biraderi yengesini bıraktığı yere geldiğinde ne yengesini, ne de ağlayan bebeği bulur. Bir tek koyun bakarken bindiği at duruyormuş kazık gibi…
Küçük dağ geçidi yamacında dünyaya gelen küçük oğlan sorunsuz bir şekilde güzelce büyüdü, ancak zavallı annesi o olaydan sonra bir türlü iyileşemedi. Uzaktaki şehir hastanelerine götürüp tedavi ettirebilseydi keşke. Şu hâlde o mümkün mü ki? Rahatsızlığı gözlerinden okunan eşinin gözleri aklına geldiğinde sömestr derslerini bırakıp kaçmak ister bazen.
Ben bunları anlattıktan sonra Kanşayım eşimi sık sormayı bırakmıştı.
İşte, yaygın eğitim görmenin bedeli budur, Dekan Bey. Size bizi anlamak nerdeee. Sadece bizi anlasanız. Sizden başka bir şey istemeyiz. Sadece yaygın eğitimin hiçbir işe yaramadığını söyleyip kötülemeyi bırakmanız, zaten yıpranmış olan sinirlerimize pek entelektüel olarak sergilemeye çalıştığınız yüz ifadelerinizle fazla dokunmamanız yeterli olurdu.
Orhun ve Yenisey yazıtları ile ilgili düzenlediğimiz etkinliğe geldiğiniz için teşekkür ederiz. Orada da alaylı ve küçümseyen yüz ifadelerinizi eksik etmediniz. Organizasyonu diğerleri çok takdir etti. Gündüz bölümündekiler çok kızardılar. Dekan Bey, peki siz neden sevinmediniz? Dışarıdan okuyanlar Orhun ve Yenisey yazıtlarını dilini nasıl konuşurlarmış, ha? Sizse…
Siz…
Siz o gün misis Mayra ile nereye gidiyordunuz?..
Ders dönemi de bitmişti.
“Kün yime, tün yime yadag yelü tegdimiz…” Gündüz demeden, gece demeden eyersiz atla sonunda varmıştık.
Diplomayı da elde etmiştik.
Kanşayım ile ikimize Sagımbayev Hoca tez danışmanlığı yaptı. Bitirme tezi için koca dört ay veriliyormuş. Müdürümüz ensesini kaşıyıp gülümsedi, yardımcısı ağlayayazdı. Müdür Yardımcısını ağlatmama isteğimden olmalıdır ki iyice çalışınca tez hazırlamada zorluk çekmedim. Dört ayda değil, dört haftada derleyip toplayıp bitirdikten sonra bölüme gidip Sagımbayev Hoca’nın önüne koyduğumda hoca yine gözlüğünü parkeli zemine düşürdü. Ertesi gün çalışmamı keten çantasına koyup beni görmeye geldi.
– Gözünü seveyim, neredeyse yüksek lisans tezi hazırlamışsın! diye sevinçle parmaklarını çıtlattı. – Aslanım, sen çocukluk yapma, bir yolunu bulup şu konuya devam et. Gözünü seveyim, ciddi söylüyorum.
İşte, Dekan Bey, sekiz yıllık okulun yaygın eğitime giden öğretmeni üniversitenizi başarıyla bitirip neredeyse yüksek lisans tezi hazırlamıştır. Sizse…
Siz sadece misis Mayra’ya danışman oldunuz.
Bu durum ortaya çıktığında Kanşayım ile Mayra çok kötü kavga etmişler. Kavganın şiddetine şahit olmadık, detayını bilmiyoruz. Bize değiştirilerek iletilmiş olma ihtimali de vardır. Kimileri Kanşayım’ın haklı olduğunu söylerken kimileri kıskançlıktan meydana gelen kavga olduğunu ileri sürmüştü. Kanşayım: “Bulaşma, ağlarsın”, demiş. Misis Mayra hiç söz dinlememiş, İngilizce döktürmüş diyorlar. “Kavga ettiğim doğru”, dedi Kanşayım. Devamını getirmedi.
Bir gün de çok sinirli gelmişti.
– Lanet olsun! dedi o. Güneyin güzel kızları sinirlenince küfür de ettikleri olurdu, ne yapalım. – Lanet olsun, özellikle takip ettim. Onu da tavlamış! Zavallı enişteye acıdım.
“Enişte” dediği misis Mayra’nın eşi idi. Kendisi veterinerdir. Her sene sömestrlerin birinde mutlaka uğrardı. Dekan Bey, sizinle de gülümseyerek ve öz ağabeyini görmüş gibi ağzı kulaklarına vararak memnuniyetle tanışmıştı, hatırlar mısınız? “Mayra’nın, misis adını kazanan Mayra Mukaşeva’nın eşiyim hocam. Bizzat kendinizin, sizin, Dekan Bey’in Mayraş’a danışman olduğu için çok çok memnun oldum hocam....”
Mayra uzun boylu, etkileyici duruşlu ve endamlı güzel bir misis idi. Çok değişmişti. Değişimi fark etmeyecek çocuk değiliz ya.
Biz sizin düşündüğünüz gibi, sizin söylediğiniz gibi olmadık Dekan Bey. Kırk kız (kızlarımızın sayısı otuz altı idi, yuvarlatıp kırk kız derdik) ve on kadar erkek öğrenci okulu başarı ile tamamladı. Bitirme tezimizi savunma günlerinde eniştemiz uçakla geldi. Misis Mayra’nın yüzünde lekeler oluşmuştu. “İki diploma!” diye uçuyordu veteriner.
– Erkek olması lazım, dedi o. – Babaannem kız doğuracak kadın haşin olur dedi. Farkında mısınız, Mayraş o kadar rahat ki rahat.
– Rahat, rahat… Çekilin şurdan rahat rahat! dedi mister Mamır kötü bir haber iletecekmişçesine.
– Ne oldu? Kıyamet mi koptu yahu? diyorlardı kızlar.
– Dekan Bey’in çok selamını getirdim, – dedi nefes nefese kalan Mamır bir türlü sakinleşemeyip. – Ana binaya gitmiştim. İki üç gün müsait olmayacağını söyledi. Devlet Sınav Komisyonu Başkanı da daha imza atmamış.
– Eyvah, boş boş ne yapacağız buralarda?! diye yaygarayı bastı kırk kız.
Öğrenci işlerindeki bizden sorumlu görevli de, sınıf başkanımız da aynı anda doğum iznine ayrılınca çok zor durumda kalmıştık. Sınıf başkanı olarak Kanşayım’ı seçtik. Dekan’ın hoşuna gitmedi, ama biz öyle istedik. Dişli biri lazımdı.
– Müsait olmayıp da ne yapıyormuş? Annesi ile babası öleli çok olmuştu sanki, dedi Kanşayım dekan gibi mosmor kesilerek.
– Rektör altmış yaşını dolduruyormuş, şehrin tamamı kutlama hazırlığında, dedi mister Mamır. – Dekanı ise gökten arayacağız artık.
– Rektörün yanında elli öğrenci kim ki? Tırnağı bile olamayız değil mi? Üstelik biz dışarıdan okuyan zavallıların tekiyiz, diyerek ağlayıverdi çok yakında doğum yapması beklenen hanımlarımızdan biri.
– Şu işe bak, bugün iznimin son günü idi. Uçağa bilet de almıştık. O zaman, Mayracığım sen kendin kalırsın, dedi veteriner alnının terini silerken.
– Yok böyle bir şey. Dekanlar diploma takdim edeceklerine kutlamaya giderlermiş. Dün bir şey duydum. Bizim Geyorgiyevka’daki doğumevinde bir çocuk doğmuş. Doğar doğmaz da konuşmuş. Zavallı hemşire elinde konuşmaya başlayan bebeği az kalsın elinden düşürüyormuş. Bunları anlatan Juvalı’dan gelen Jusanbay idi.
– Bırak şimdi bunları…
– Anlatsın, anlatsın. Okul bitti, diploma bir yere kaçacak değil ya…
– Kısacası hemşirenin elinde konuşmaya başlayan çocuk: “Savaş olmayacak, fakat dünyada teknoloji yüzünden pek çok insan ölecektir”, demiş. Şu anda bebeğin yanına beş hemşire vermişler ve başka neler söyler diye iyi bir Japon mikrofonu takmışlar.
– Maşallah, atıp tutun, diplomalı dedikoducular!
– Ne yapalım, boş oturacağımıza biraz eğlenelim yaa.
Kanşayım ortaya çıktı. Herkes sustu. O, bana:
–Yürü! diye buyurdu. Diğerlerine bakıp:
– Bizi bekleyin. Burada! dedi üstüne bastırarak.
Ben ona zar zor yetişiyorum. O gün korkunç hızlı yürümüştü. Ana binadaki öğrenci işlerine girdi. Yarım saat kadar çıkmadı. Keten çantasını doldurup bir şeyler alıp çıktı sonunda.
– Nedir şunlar?
– Diploma.
– Yok canım!
– “Canım”ı doğru şekilde söylesene vurgulayarak. Yüksek sesle. Diploma! Senin diploman da bunun içinde. Çantada.
– Versene, görmek istiyorum! Caanıım!
– Öpsene beni, öp…
Yanağını uzattı. Gerçekten. Ne yazık ki öpmeye cesaret edemedim.
– O zaman göstermeyeceğim. Yürü hadi! Profesör bekliyor bizi.
– Nerede? Kim bekliyor?
– Evinde. Sınav Komisyonu Başkanı. Geçendeki kadın var ya!
– Ciddi misin? Evine ben de girecek miyim?
– Ne olmuş, profesörler insan mı yiyormuş.
Odaları genişmiş, ahım şahım bir şeyi yoktu.
Her yer yeşildi, çiçeklerle doluydu.
– Çok sade yaşıyormuşsunuz hocam, dedi Kanşayım çok rahat bir şekilde. Sınav Komisyonu Başkanı da rahat ve gayet samimiydi.
– Çocuklar kusura bakmayın. Çok hastaydım. Daha bugün kafamı kaldırabildim. Diplomanız hayırlı olsun. Sınav sonuçlarınız da çok memnun etti. Dışarıdan okuduğunuz hiç belli olmuyor.
Kanşayım diplomaları tek tek çıkarıp vermeye başladı. Profesör hoca da acele etmeden imzasını atıyordu. İmza işini bitirdikten sonra birkaç yere telefon etti. Çok yorulduğu yüzünden belli oluyordu. Bir an yüzünün rengi kaçıp dudakları morardı ve suyu bile zorla işaretle istedi. Kendine gelir gibi olduktan sonra diplomayı takdim edecek kimsenin olmadığını söyleyebildi. Herkes rektörün doğum gününü kutlamaya gitmiş.
– Canlarım benim, yarın tatil, hem buralarda boşuna kalacaksınız, hem evinize geç gideceksiniz, dedi hoca çok üzgün bir sesle.
Amfideyiz. Herkesin canı çok sıkkın. Mühür vurulmuş ve tüm imzalar atılmış bir çanta dolusu diploma var. Takdim edecek kimse yok. İçine diploma doldurulmuş çanta masada yan gelip yatıyor. Kırk kız ve on kadar erkek talan etmeye hazır. Herkes Kanşayım’dan çekiniyor.
– Mister Mamır çiçek getir! dedi yüksek sesle Kanşayım. Yirmi dakika içinde çiçek yetişti. O arada Kanşayım benimle özel konuştu. Erkek öğrencilerin en büyüğü olarak bir çanta diplomayı ben takdim edecektim. Öyle karar verildi. Kanşayım Serperova böyle bir karar aldı. Bu olay tarihe geçecek. Kanşayım’ın bir şartı vardı. Diplomaları verirken kırk kızın tamamını öpmem gerekiyor. Yoksa benim diplomam Kanşayım’la birlikte güneye doğru yola koyulacak.
– Öyle. Bir kızı öpme cesaretinde bulunamadığın için ben sana kırk kızı öptüreceğim…
Çiçek geldikten sonra Kanşayım bir konuşma yaptı. Altı yıl boyunca çektiğimiz sıkıntılardan bahsetti, yaşadığımız çeşitli ilginç olayları hatırlattı. Kırk kızın bazıları gözyaşlarını tutamadı. Kanşayım iki elini keten çantaya soktu.
Adları okuyup bana veriyor. Kendimizce tören yapıyoruz. Ben bayanların ellerini sıkıp yanaklarından öptükten sonra sert kâğıt parçasını takdim ediyorum. Eller alkış tutuyor. Rektörü beklemiyorduk, ama en azından dekanımızın takdim edeceğini umuyorduk. Ne çare. Ancak bizim törenimizin de resmî törenden geri kalan yanı yoktu.
Yirmi kadar kızın diplomasını verdikten sonra başım dönüp gözlerim kararır gibi oldu. Misis Mayra’yı öpüp öpmediğimi hatırlamıyorum bile.
Bir süre sonra kendime gelir gibi olduğumda Kanşayım’ın erkeklerin diplomalarını vermeye başladığını gördüm. Erkekler yanağından şapır şupur öpüyorlar. Sıra bana da geldi. O elimi sıktı. Ben öpemedim.
– Olmaz! Olmaz! dendi bir ağızdan.
– Kanşayım senin diploman nerede? Onu da “dekan” takdim etsin! Öpsün! diye bağrıştı kırk kız. “Dekan” unvanına diploma takdim etme töreni sırasında sahip olmuştum. Bana göre pek iyi unvan sayılmaz.
Keten çantanın dibinde bir tek diploma kalmış. Kanşayım’ın elini sıkıp on kadar erkeğin öptüğü yanağından değil o an boyasız ve kıpkırmızı olup nemlenen dudağından öpüverdiğimi hatırlıyorum. Uzun uzun alkış tutuldu… Affet beni sekiz yıllık okulum! Affet. Affet küçük dağ geçidinde doğurarak küçük çocuğumun göbeğini taşla kesen Talbikem!
Böylece herkes kendi yolunu tuttu. Dışarıdan okumak öyledir işte. Ancak altı ay kadar arada yazışarak haber aldık birbirimizden. Yavaş yavaş unuttuk. Ne onuncu, yirminci yıl dönümlerde bir araya geldik, ne de aynı sınıfta okuduk diye birbirimize yardımcı olduk. Dekan Bey’in söyledikleri gerçekten doğru muydu yoksa?
Günlerin birinde Talbike’yi doktora götürmek üzere büyük şehre gittiğimde misis Mayra’yla karşılaştım. Hiç değişmemiş, hâlâ genç hâli. Benimle isteksiz, memnuniyetsiz bir şekilde merhabalaştı. Veteriner eniştemiz bir çocuğun elinden tutmuş geliyordu. Ağzı kulaklarında iki elini birlikte uzattı. O da yetmeyip kucağını açtı. Eskiden olduğu gibi!
– Delikanlı büyümüş!
– Bildiğin iki diplomanın biri işte. Ben adını Dekan koymuştum. Mayraş istemeyip Dikan diye değiştirdi. Ben yine de Dekan diyorum. Mayraş’ın tez danışmanı vardı ya, hatırlarsın, dedi veteriner.
Misis Mayra kaşlarını çattı. İngilizce bir şeyler söyledi. Hatırlamak için uğraştım. Dilimin ucunda. Fakat güzel bir kelime değildi kocasına söylediği. Bir de birkaç yıl önce Kanşayım’a rastladığından, kendisinin hâlâ evlenmediğinden bahsetti. Aynı okulda çalışıyormuş.
Gitmek için acele ederek deminki İngilizce kötü kelimeyi bir daha söyledi veterinere. Tercümesi dilimin ucunda, söyleyemiyorum.
Evet, İngilizceyi tamamen unutmuşum. Hepsini de unutacağız muhtemelen. Yaygın eğitim böyle bir şeydir işte. “Kün yime, tün yime yadag yelü tegdimiz…” bizimki.

CALBIZDI’NIN[4 - Türkçe anlamı: naneli] KENARINDA
Kudıksay’da koyuna sırayla bakılır. Devletin hayvanına bakan çobanlarda bir sorun yoktur. Ancak özel hayvana bakma işini ayıp görmeye başlayalı çok olmuştur. Son çoban olan merhum Nazar da yaşlanmış, iki yıl önce emekli olmuştu. Bir kaç gün sonra ölümünün kırkıncı günü dolayısıyla mevlit okunacak.
Koyun bakma sırası iki ayda bir gelse de Tursınbek her seferinde söylenir durur. Kendisi kolhozda[5 - Eski SSCB’de tarım kooperatifi] vasıfsız işçidir. Aslında lodacıdır. Başlodacı da denebilir. Kudıksay’da beş altı ahır koyun mevcuttur. İşte onların yanına ikişer loda saman yığılır. İlk otların toplanmasından başlayıp lodanın tepesini sivrileştirmeye, dökülen otları ayıklayıp etrafını silene kadar tüm işlere göz kulak olur, sorumluluğunu üstlenir. Geriye kalan zamanlarda ise vasıfsız işçidir.
İşte özel koyunlara bakma sırası bugün Tursınbek’te. Saman biçme zamanı henüz başlamadı. Yoncanın ilk hasadı toplanmıştı. Şimdi kırdaki ve Jalbız’ın kenarındaki otlar biçilene kadar on on beş gün kadar istirahat edilebilir.
Artık civarda hayvanların otlayabilecekleri yer de kalmamıştır. Özel hayvanlar ancak Şoşaktöbe’nin etrafını dönüp tozu dumana katar dururlar. Çayırlı yerlere sokmak yasaktır. Tursınbek, otsuz dağ yamacında yan yatmış hâlde diken kemiren keçilere, ayrık otunun kalıntılarını kütür kütür koparan sessiz koyunlara baktı. “Kütür, kütür, kütür”. “Kütür, kütür”. Arada bir “yeh he”, “yeh yeh” diye zayıf toklular öksürür. Keçilerin çoğu kuşburnuna bağlanmış gibiler. Sadece Habarbek’in siyah tekesi yerinde duramıyor. Uzun zamandır yaşayan siyah teke. Bu köyün keçilerinin hemen hemen hepsi ona çekmiştir. Geçen nöbette baş belası teke tüm hayvanı daha yeni yeşermeye başlayan yonca tarlasına sokup zor durumda bırakmıştı. “Senin teken başıma bela oldu” diye Habarbek’e epey kızmıştı. O da kıs kıs gülmüştü.
“Kütür, kütür, kütür”.
Bu tür tekdüze sesler sallamış olmalıdır ki Tursınbek’in gözleri kapanmış. Dağ yamacında yan yattığı hâlde uykuya dalmış. Aniden yerinden fırlayıverdi. Koyunlar da yerinde, keçiler de yerinde. Gözlerini ovalayıp Habarbek’in siyah tekesini aradı. Yerinde. Öğle oldu, artık bir yere gitmezler.
“Eyvah, eşek nerede?” Eşeği de kulakları sarkmış sakin sakin duruyordu. Peki şimdi nerede? Şimdi ise vadinin aşağı kesimine kadar inmiş durumda.
Köye doğru yavaş yavaş gidiyordu. Onun nesi var böyle? Peşinden mi koşması gerekiyor? Belki de boşuna koşmuş olacak. Booş veeer. Bir gün yaya dönse bir şey mi olacak?
Tursınbek eğimli dağ yamacığına tekrar uzandı. Tekrar yerinden fırladı. “Ne diye yatıyorum ben? Eyvaah! Eşek kendisi gitse neyse de, eyerin yan tarafında öğle yemeği asılı durmuyor muydu? Bir tandır ekmeği, soğan ve bir şişe ayran vardı ya torbada! Bir gün açlıktan ölecek değilim, ama ya şu eşek yolda kudurursa. Kendi kudurmazsa da başıboş dolaşan eşekler kudurtursa. O zaman eyere bağlanmış öğle yemeği bir tarafa, kolanına dört yerden dikiş atılan eyer takımı bir tarafa dağılıp saçılırsa. Eyvaah! Eyerin ikinci tarafında Cambıl’daki Cemile’nin yetmiş iki soma[6 - SSCB döneminde kullanılan para birimi] aldığı “Spidola” marka radyosu da var! Bir yere de radyosu atılırsa. Boş bulunmayıp da öğle konserini vermeye geçtiyse… Peki, bu kimin eşeği, Tursınbek’in eşeği derlerse… Olmaz, peşinden gidip yetişmek gerek!”
Tursınbek bir kilometre kadar koşarak kestirmeden eşeğinin önüne çıkıverdi. Ancak nefes nefese kalmış hırıldıyordu.
Eşeğin eyerine yaslanmış nefes nefese dururken merkezden dönen Habarbek’i gördü.
– Koyun peşinde olman gerekirken oyun peşindesin bakıyorum.
– Koyunu senin siyah tekene emanet edip Jalbızdı’ya yüzmeye gitmiştim. Şimdi de öğle konserini dinliyorum.
– Anlaşılan eşeğin kaçmış da koşmaktan nefesin tıkanmış. Şimdi ben açarım. Müjde olarak ne vereceksin?
– Yapma ya. Senden ne iyi haber gelir ki.
– Söyle. Müjdeni söyle. Yüreğini yerinden oynatacağım bak.
– Hadi ben gidiyorum, diye Tursınbek eşeğine bindi. – En fazla çocukların sosyal yardım parasını getirmişsindir. Birininkini getirdiysen bir som, ikisininkini getirdiysen iki som zaten alırsın.
– Al, al, al! Okuu! Karın kahraman olmuş. Kararnameyle! Bütün ilçeden sadece beş kadın. Eskiden on beş yirmi olurdu, bu sefer sadece beş kadın. – Habarbek bölge gazetesini at üzerinden atıverdi. Tursınbek de yere düşürmeden yakalayıverdi.
– Eveet, müjdem ne olacak? Üçüncü sayfasına baksana. İlk sayfayı ne yapacaksın. İlk sayfada başka kahraman çıkar. Hâlâ gazeteden anlamazsın. Okumazlar ki bunlar, okumazlar. Gazeteyi çıktığı gün yetiştirmek için koşa koşa getirirsin. Bölgedekiler de gece uykusuz kalırlar bunu çıkaracağız diye. Taksiyle ulaştırırlar. Habarbek, alnında beyaz lekesi bulunan kahverengi atı ile Kudıksay’a doğru yönelir. Buradakilerin şu cahil hâllerine bak. Bomboş, akılsız.
– Müjdeni kahraman olandan istersin, dedi Tursınbek gazeteden gözünü almadan. Dışarıdan sakin görünse de kendisi çok heyecanlıydı. – “Tursınbek Janasbayev’e Şerefli Baba unvanı verilmiştir” diye yazsaydı neyse de, ama burada Orınkül Janasbayeva hakkında yazılmış. Kısacası… Kendisinden alırsın…
– Bırak şimdi, ne zaman ıslatacaksan onu söylesene.
– Onu da Sayın Janasbayev’a biliyor olmalı.
Habarbek kamçısıyla ata vuruverdi, at yerinden sıçradı.
Tursınbek bölge gazetesini elinde tuttuğu gibi koyunlara, dağ yamacına doğru yürüdü. Tekrar tekrar baktı. Uzandığı yere varana kadar gazete eskiyecekti. Odur, onun ta kendisi. “Orınkül Janasbayeva, Tülkibas İlçesi Kızıl Yıldız Kolhozu’nun kolhozcusu, Kudıksay Köyü” demişler.
Yerine gelip Orınkül’ün sabah verdiği bohçayı açtı. Kahverengi havluyu serdi. Yeni gazete serilmez. Saklamak lazım. Dört katlayıp bir sardıktan sonra iç cebine koydu. Ekmek sarılan eski gazeteyi serdi. Onun da tüm sayfalarını iyice inceledi. Kararname yokmuş. Bu tür kararnameler ayda yılda bir çıkar ya. Herkes on çocuk dünyaya getirmez ya. Bu, büyük bir olaydır. Büyük mutluluk. Demin Habarbek’e bir hayvan mı hediye etseydi? Öyle yapmalıydı. Fakat kendisi insana tepeden bakıp alay ediyor. “İlk sayfayı ne yapacaksın? Üçüncü sayfaya bak. Okumuyorsun” diyor. Dalga geçmeyi sever. Öyle bir huyu vardır. İşte bu huyu hoşuna gitmez. Ne zaman görsen öyle yapar. “Karın tekrar ikiz mi doğuracak?” “Bir an önce kahraman yapmayacak mısın?” “Hepsi senin mi? Yarısı esmer, yarısı sarışın yahu?” der. İşte böyle şeyler söyler. Kendisinin bir erkek, bir de kız çocuğu vardır. Eşi daha da doğurmamış. Oysa eşiyle bir sorunu yoktur.
Alnı beyaz lekeli koyunu kesip köy halkını misafir etmeli. Habarbek’e de müjdesini vermesi doğru olacaktır.
Ayranı içip bitirdi. Ekmekle soğan yiyor. Keşke şimdi Orınkül’ün çayı olsaydı. Kendisi bileğini sergileyip bileziğini şıngırdata şıngırdata koysa çayını. Şöyle bakınca Orınkül’ün on çocuk doğurduğu söylenemez. Kırkını daha yeni geçti. Az bir şey kırışıkları var. Ama o kırışıkları da çok güzeldir. Şu Karınbek’in eşine ne dersin? O sarışın kadın Orınkül’le yaşıttır. Allah onun kırışıklıklarını kimseye göstermesin. Kırış kırıştır. İki üç çocuk bile iyice yıpratmış kadını… Çok erken yaşlanmış… Onun yanında Orınkül genceciktir. Gerçi, ekmek yapmaktan yoruluyor. Vah, vah! Çocuklar da kolay değil ya. Bir taraftan yaparken diğer taraftan yiyorlar. Orınkül yirmi tandır ekmeği hazırlayıp bitirir, çocuklar da yiyip bitirir. Bir bakıyorsun bir, bir buçuk ekmek kalmış. Orınkül bir gülümser ve alnından şıp şıp damlayan teri silip hamur mayalamaya koyulur.
Tursınbek iç cebindeki gazeteyi çıkardı. Bir daha baktı. Şarkı söylemek istedi. Ne var, burada kimse duymaz. “Oley! diye bağırdı tüm sesiyle. – Yaşasın! Hey, hey! Orınküül! Tebrikler!»
Kudıksay’ın dik yamaçları “huu” diye yankılandı. Habarbek’in siyah tekesi boynuzlayacakmış gibi kötü kötü bakıyordu sanki. Habarbek gibi tepeden, yan gözle bakar gibiydi.
Güneş batar batmaz hayvanları köye doğru kovaladı. Tüm köy halkı evlerinden çıkıp elini sıkarak tebrik edeceklermiş gibi geldi. Köy de yeni batan güneyin kızıl ışıklarına gömülmüştü sanki. Yüksek ağaçların yaprakları bile ışıl ışıldı. Daha olmamış elmalar da yakut gibi parlıyordu.
Köy girişindeki evler keçi ve koyunlarını seçip alıyordu. Kimse bir şey demedi. Gazeteyi almamışlar mı, görmemişler mi, okumamışlar mı, nedir? Yoksa görmüşlerse de görmezlikten, bilseler de bilmezlikten mi geliyorlar? Öyleleri de vardır. Çekemiyorlar, çekemiyorlar.
– Hayırlı olsun, evladım, dedi beli bükülmüş Beysegız teyze tek keçisini götürürken.
“Ha şöyle”.
– Teşekkür ederim teyze. Köyden ilk tebrik eden siz oldunuz! dedi sevincini gizleyemeyip. – Koyun kesip misafir edeceğim. Kutlayacağım teyze!
– Kahraman baba! Nasıl da kabına sığabiliyorsun? Tebrikler! İçtenlikle kutluyorum! – Kutlayan gazetedeki adlar ve soyadılarından başlayıp adreslere kadar okuyan ve bazen kendisi de bir şeyler yazan Alibay idi.
“Ha şöyle”.
Orınkül bir çocuk kucağında, bir çocuk yanında evin önünde bekliyordu. Eğri iğde ağacının yanında, iki kavak ağacının ortasında duruyor. Gülümsüyor. Doğumevine giderken de böyle gülümserdi. “Olsun. Yakışır”. Tursınbek Orınkül’ün elini sıktı ve “Tebrik ediyorum” dedi. Dağın yamacındaki hey, heyleri aklına gelip gülümsedi. “Sizi de”, dedi Orınkül. “Biz değil, sizsiniz madalya kazanan, unvan kazanan”, dedi bu.
– Yorgun musun? diye sordu sonra Orınkül.
– Niye yorulayım?
– Koyun nöbetini sevmezdin.
– Bu seferki eğlenceli oldu, dedi bu. – Sen yorgun musun?
– Evde niye yorulayım?
– Evin işi dışarınınkinden daha zordur. Bugün moralim çok iyiydi.
– Kimden duydun?
– Habarbek gazete getirip müjde istedi.
– Anlaşıldı…
Ertesi gün köy halkını misafir etti. Kutladı. Beyaz lekeli koyunu kesti.
İki gün sonra da bir tokluyu kesip kafasını ve bacaklarını ütüleyerek karın ve bağırsaklarını temizledi ve dışarıya soğumaya bırakıp sabah erkenden otobüsle Cambıl’a gitti. Cambıl’da Cemile oturuyor. Geçen sene Kızlar Pedagoji Üniversitesi’nden mezun oldu. İki yıl önce de evlendi. Damat fosfor işinde çalışıyor. Şimdilik kendi evleri yok. Yaşlı bir kadının yanında, dördüncü katta oturuyorlar. Soğuk su, sıcak su ve saire hepsi içinde. Cemile’nin çalıştığı okul biraz uzak. Şimdilik tam zamanlı çalışmıyor. Az maaş alıyor. Damat ise daha genç, sağını solunu, yakıştırmayı pek bilmiyor. Şehir çocuğu. İki üç ayda bir kızını ziyaret edip kazandığını ona bırakıyor. Evdeki çocukların hakkını paylaşıyor. Ne de olsa şehir şehirdir. Yeni hayat. İnşallah, her şey iyi olacak. Çocukların büyüğüdür Cemile. Kötü çocuk olmadı.
Toklu etli çıktı şansına. İyi, iyi. Yağlı da. Şimdi bir koçu kaldı kesilebilecek. Aslında onu getirecekti, Orınkül vazgeçirdi. “Onurlu misafir gelirse lazım olur. İyi kötü bir unvan kazandık” dedi.
Toklunun etini taşımak için sürekli el değiştirdi. Sonunda sırtına aldı. Taş evlerin arasından geçiyor. Kuzu mantarı biçiminde bir gölgeliğin altında biraz dinlendi. Karşısındaki evin beşinci katındaki balkonda belden yukarısı çıplak şişman bir adam duruyormuş. Buna bakıp alaylı bir şekilde gülümsedi. Sırtında çuval alan ve şu sıcakta kafasına eski siperli kasket, üstüne siyah takım elbise giyip şıp şıp terleyen Tursınbek’e gülüyor tabii. Eee, gülsün. Kim kime gülmüyor ki bugünlerde. Çok katlı şu taş evlerde Kudıksay’ın kavak ağacındaki yuvada nefes alan kuşun yaşamı gibi olan yaşam tarzınıza bakın hele! Sen bana gülüyorsun ya, ben de sana gülüyorum. Al işte! Hareket alanının sınırlı olduğu balkonunda nefes darlığı çeken kuş gibi ağzını açıp neyine sevinirsin ki? Alay edermiş. Soğuk suyum, sıcak suyum, diğer şeylerim evimin içinde dersin. Peki öyle olsun. Su güzel tabii, hem soğuk, hem sıcak. Diğer şeylerin zor ama. Üstelik mutfağının yanında. Bana bakıp gülermiş. Çuval mı? Çuvalı önce bul da taşı. Bunun içinde ne olduğunu bir bilsen gülmeyi bırakır, gözlerini fal taşı gibi açarsın. Buzdolabın boş, değil mi?!
Çuvalı tekrar sırtına aldı. Dönüp balkona bir daha baktı. Deminki şişman adam yüzündeki alaycı ifadesini yitirmiş, çorap asıyordu. Kılıbık seni, yaşadığın şu hayata bak. Olsa olsa en fazla iki çocuğun vardır. Biz on çocuk doğ… On çocuk sahibi de olsak Allaha şükür hiç bez yıkamadık. Hımm!
Bir iki taş evi daha geçtikten sonra Cemile’nin evine geldi. Buzdolapları boşmuş. Çok sevindi. Tebrik etti. Özellikle ziyarete geleceklerini söyledi. Bu da aceleyle evine döndü.
Otobüste Atabek’e rastladı. Elini sıkıp tebriklerini iletiyor.
– Seni gördüğüm iyi oldu, çok iyi oldu, dedi o.
– Köye gelip misafirim olun. Kutlarız, dedi bu.
– Geleceğiz, dedi Atabek. – Ciddi söylüyorum. Daha önce de bir iki kez davet etmiştin. Artık geleceğiz. İşştee böyle.
– Kudıksay’ın pek çok evinde bulundun. Habarbek’in evini sık ziyaret edersin. Bizi kendine eşit görmezsin tabii.
– Hayır, hayır. Hiç de öyle değil. Her şeyin uygun bir anı vardır arkadaşım. O uygun anın yaklaştığını hissetmiyor musun? İşştee böyle.
– Buyurun gelin. Elimizden geldiğince ağırlayacağız. Canımızı veririz.
– Gitme derken, mesele şudur: Orınkül’ün madalyasını takdim etme meselesini söylüyorum. Bu önemli bir meseledir. Birilerinin eline verip gönderirler. Köy kurulu veriverir. Ötekilerine ise önemli insanlar özellikle gidip takdim ederler. Sen birilerine mi dâhil olursun, ötekilerine mi? Mesele budur arkadaşım. İşştee böyle!
– Eyvah! Öyle bir şey mi var? Bizim Orınkül bir şeyleri hissetmiş anlaşılan. Şu anda kızımın yanından geliyorum. Güzelce beslediğim bir koç vardır. Onu kesmek istediğimde: “Bekle, onurlu misafirler gelebilirler. Cemile’ye toklu da yeterli olur”, demişti.
– İşştee böyle! Sen bilirsin. İyice ağırlarım, köy kurulunun yanında utandırmam dersen yarın getiririm. Önemli insanlar gelecektir. Saman biçme zamanı başlamadan önce köyüne gidip şööyle bir kafa dinlemeye itiraz etmezler o insanlar.
– Çok iyi. Bekleriz.
– Beklersiniz de, şey, durumunuz nedir?
– Durumumuz iyi. Hangi durumunuzu soruyorsun?
– Manevi durumunuzdan maddi durumunuza kadar. Her şeye dikkat edilmesi gerekir. Bugünlerde insanların zevki çeşit çeşit. – Atabek bunları söyleyip esnedi. – Ba-azı evlere gidesin gitmesine, durmadan davet edince. Fakat yanında götürdüklerinin karşısında rezil olur, yerin dibine girecek gibi dönersin.
– Yok ya, öyle deme! Öyle şeyler söyleme, gözünü seveyim. Rezil eder miyiz hiç! Durumumuz iyidir. Çocukların kendi kısmetleri. S-sizin, d-devletin sayesinde yardım yağmur gibi yağıyor çok şükür. Utandırır mıyız sizi hiç.
Tursınbek artık yerinde rahat oturamıyordu. Alnından ter akın akın akıyordu. Eski kasketini çıkarıp dizlerine koydu. – Kesmeye hayvan hazır. İki yaşındaki hadım edilmiş koç. Siyah koç. Kuyruğu kocaman. Tavuğu kolhozdan kaydettirip alırım. Uçak tefek şeyler bulunur. Habarbek’in karısına salata yaptırırım. Orınkül o bakımdan şeydir. İçecekleri merkezden alırım. Bizim köy dükkânında ucuz votkadan başka bir bulunmaz. Başka ne lazım? Önerilerini söyle. Köy kuruluna mensup olan sen utanma, kahraman baba olan ben utanmayayım. İki üç gün öncesinden haber ver. Çocuklara temizlik yaptırayım. Fakat, eyvah bizim evde halı yok, bir de masa yok.
– Şey, mesele onda değil. Yarın, öbür gün haber veririm. Ha, bir de davetliler arasında kadınlar da olacak. Onu da göz önünde bulundurun. İşştee böyle.
– Eyvaaah! diye başını iki elinin arasına aldı Tursınbek. Atabek, kolhozun merkezinde inmişti.
Üç gün geçmeden haber gönderdi. Tursınbek’in evi telaşa kapıldı. Evin içi tekrar tekrar silinip süpürüldü, döşek üç defa silkelendi.
Orınkül çocukları yıkadı, yeni gömlek, yeni kilot giydirdi. İyi olan tarafı Orınkül’ün çok sakin olması idi. Telaşlı olan Tursınbek idi. İlçeye iki üç defa, kolhoz merkezine iki defa gitti geldi. Yine de Habarbek’in eşine danışması gerekiyordu. Onlar ilçeden, şehirden gelen misafirleri ağırlamaya alışıktır.
– Gitmek istiyorsan git, dedi Tursınbek. – O olmadan ağırlayamayacaksan…
Akşama doğru çocuğun birini kucağına alıp birinin de elinden tutup Orınkül, onların evine gitmişti. Hemen geri döndü. Habarbek’in süslüsü köyün dışına çıkmış. Kocasını da götürmüş.
– Daha erken gitmek gerekirdi! Ekmek yapmaktan boş zaman bulamıyorsun ki! dedi Tursınbek titreyerek. – Bir gün ekmek yapmasan millet açlıktan ölecek sanki. Ne yapsak? Allah kahretsin!
– Sakin ol. Hem çocuklara, hem misafirlere ekmek lazım.
– Misafirler senin küllü tandırını mı yiyecek? Dükkândan fırın ekmeği almak gerek.
– Fırın ekmeğini ilçede yemiyorlar mı sanıyorsun? Tandır ekmeği daha çok hoşlarına gider.
– Eyvah, eyvah, şuna bak! – diye şaşırdı Tursınbek. – Onu kim söyledi sana?
– Ben söyledim. Okumazsın. Dergi, gazete okumazsın. Eline kitap almazsın.
– Bak sen şuna! Evet, Cemile’yi çağırmaya ne dersin ha? Az da olsa şehir görmüşlüğü var.
– Olur, çağır. Fakat nasıl haber ileteceksin? Yetişir mi?
– Komşusunda telefon vardı. Bir yere yazmıştım. Hey, hanginiz buradasınız? diye seslendi çocuklara. – Hey baksanıza, üstünüzü kirletmeden oynayın. Biriniz gelsenize buraya. Şu fitilli kadife cepkenimin iç cebinde eş dostların listesi olan bir bloknotum vardı. Bulsanıza.
Altıncı sınıfa giden Aydar anında eve doğru koştu.
– Bu mu? diye elinde kahverengi bir bloknotla çıktı evden.
– Evet, o. Versene.
İşaret parmağını bir yaladıktan sonra itinayla sayfaları çevirdi. Cemile’nin düğünü sırasında yaptığı eş dost, akrabaların listesine göz gezdirirken bir iki sayfayı çevirdi ve donakaldı.
– İşte, işte, buldum! Okumadığımı söylersin bana. Biz yazaarız. İşştee böyle! (Atabek’i taklit etmişti).
Tursınbek horozlandığı gibi büroya, siyah telefona yalvarmaya gitti.
Ertesi gün öğlen Cemileler geldi. Çok geçmeden de misafirler geldi. Üstü kapalı bir araba. Yepyeniymiş. Sessiz sedasız araç sadece eğri iğde ağacının yanında geçerken “dırrr” dedi ve bahçeye giriverdi.
– Atabek Muratoviç bizi eve arabayla sokacak diye korktum, diye gülerek indi kilolu ve uzun boylu kadın. Saçını boyamış. Dudağını da boyamış. Kirpiğine de aynısını yapmış. Yakışmış. Tursınbek ağzını bir karış açıp bakakalmıştı. Cambıl’da, ilçede bunun gibi kadınları çok görmüşlüğü vardır. Fakat kendisinin koyun beslediği ahırının önünde görmek çok ilginç oluyormuş.
– İşte bizim çok saygıdeğer kahraman babamız! diye tanıştırdı Atabek. – Adı Tursınbek Janasbayeviç. Bu hanımefendi ise Olga Timofeyevna. Madalyayı takdim etmek üzere uzak da olsa ilçeden özellikle geldi.
Olga Timofeyevna’dan sonra bir kadın daha indi. O da boyalı idi. Daha güler yüzlü görünüyordu. Orınkül’den bir iki yaş küçük veya büyük olabilir.
– Bu hanımefendi de Olga Timofeyevna ile aynı alanda çalışır. Tanıştırayım, Rahima Rahmetovna, dedi Atabek. – İşte arkadaşım, misafirlerin.
“Eyvah! Sadece iki kişi mi? İkisi de kadın mı? Şimdi ne yapacağım?”
– Az kişi gelmişsiniz, dedi şaşkınlıkla. – Biz kalabalık geleceksiniz diye…
– Az da olsa öz arkadaşım.
– Peki asıl kahramanımız nerede? Kutlamaya vesile olan esas şeref sahibi nerede? diye Olga Timofeyevna hızlıca dönerek dikkatle etrafı inceledi. Epey kilolu olmasına rağmen oldukça hareketliydi.
Bu sırada Orınkül de çıkmıştı evden. Cemile tekrar üzerini değiştirmek için alıkoymuş olmalı. Üstünde az önce kızının terziye diktirerek getirdiği altı düz elbise. “Fena değil”. “Yakışır”. Saçını kabartıp güzelce toplamış. “Fena değil. Yakışmıyor değil”. Bir an Tursınbek’in gözleri Orınkül’ün bacaklarına ilişince utancından saklanacak yer aradı. Kalın tayt giymişti. Çok kalın ya, çok sıcak değil mi ya? Bu kadar sıcakta, Temmuz’un şu sıcak günlerinde. Gülecekler şimdi, alaya alacaklar. Olga Timofeyevna da gözlerini Orınkül’den ayırmıyor, bakıyordu. Fakat Orınkül’ün bacaklarını ne çıplak, ne de ince çorapla göstermenin mümkün olduğunu biraz geç hatırladı. Morarmış damarları çıkık dururdu. İkiz çocukları Aydar ile Haydar’ı doğurduğunda iyice şişmişti bacak damarları. Yumruk gibi koca ve şişkin bir şeyler. Bakınca acıma duygusu uyandıran şeyler. Bakması bile korkunç şeyler.
– Hoş geldiniz. Buyurun, buyurun, dedi Orınkül merdivenlerden iner inmez. – Nasılsınız? Çoluk çocuk herkes iyi mi? İyi gelebildiniz mi?
Tursınbek çok şaşırdı. Ne yapacağını şaşırmış duruyordu. Orınkül ise çok rahat, arkadaşlarını çaya davet etmiş gibi rahat davranıyor. Fakat şu iki kadının yanında yine de biraz yaşlıca, biraz esmerce, yıpranmış gibi ve çirkin görünmüş, kulakları kızarmıştı.
Bundan sonra Tursınbek rüya görüyor gibiydi, her şey bulanıktı. Misafirler altı odalı evin geniş salonuna girdi. İçerisi sepserin. Yere kurulmuş olmasına rağmen sofra çok zengin. Şehir görmüş Cemile’nin sayesinde.
Sofradayken her iki taraf da fazla konuşmadı. Olga Timofeyevna Kudıksay’ın doğasını çok beğendiğini anlatıp durdu. O kadar yıl bu ilçede çalışmasına rağmen buraya gelmediğini, bu vesileyle kendisine buraları görme imkânı sunduğu için Atabek Muratoviç’e teşekkürlerini iletti. Bunları duyduğunda Orınkül hafif kaşlarını çatmıştı.
Çaylar içildikten sonra Olga Timofeyevna madalyayı takdim etmek istedi. Ancak kimse Orınkül’ü bulamadı. Beklemekten sıkılan Tursınbek koşarak dışarıya çıktı.
– Çocuklar anneniz nerede?
– Beysegız ninenin evinde, – dedi soğan doğramakla meşgul Cemile.
– O evde ne işi var evde misafirler otururken?
– Beysegız ninem fenalaşmış, dedi Aydar ve Haydar aynı anda.
– Fenalaşmak değil, isterse ölmüş olsun doksana gelmiş ihtiyar kadın. Koşun, hemen gelsin. Olga Timofeyevna bizzat kendisi madalyayı takdim etmek üzere beklerken…
Aydar ve Haydar koşarak gittiler. Koşarak döndüler.
– Şimdilik gidemeyeceğim. Misafirlerini kendisi ağırlasın, dedi annem.
Atabek misafirlerin dikkatini başka konuya çekti. Sonunda harika bir teklif yaptı: “Calbızdı’ya gidip yüzelim!”
– Bu teklifinizi çok bekledik Atabek Muratoviç! dedi Rahima Rahmetovna alkışlarla.
– Hay hay, Calbızdı harikadır! dedi yüksek sesle hafif kafayı bulmuş olan Tursunbek. – İlk başta derinliği ancak bele kadar ulaşan yosunlu göletti. Şimdilerde Calbızdı denen göle dönüştü. Kenarında nane ve kamış var. Ne ağacıydı, şu dalları ve yaprakları yere sarkan ağaç var ya, işte ondan var…
– Salkım söğüt, dedi Rahima Rahmetkızı. – Olga Timofeyevna’nın en çok sevdiği ağaçtır o!
– Ev sahibesine ayıp olmaz mı? dedi Olga Timofeyevna. – Onu da götürelim.
– Hayır, boş verin onu, dedi Tursınbek kurularak. – Onun kendi işleri vardır. Ölse gitmez o göle. Ne soyunur, ne suya girer. – Öyle dedi ve poşete tıka basa bir şeyler doldurmaya başladı. Uyanık ve becerikli oluvermişti.
– Bizim Tursınbek Janasbayeviç çok anlayışlı, pek akıllı bir insandır, diyor Atabek.
Calbızdı’nın kenarında çocuklar varmış. Tursınbek taş atarak uzaklaştırdı. Misafirler hayrete düştüler. Saman biçme dönemine kadar tertemiz olan gölün kenarı on, on beş gün sonra toz içinde kalacaktır. Hayretler içindeki misafirler soyunmaya başladılar. Tursınbek poşetini tuttuğu gibi ağzını açıp donakaldı. Atabek dürterek kendine gelmesine yardımcı oldu.
Bir süre sonra Tursınbek’in aklına on kadar çocuğu ile Orınkül geldi. O andan itibaren bulunduğu yerde duramaz oldu.
– Ben gideyim. Size acele etmeden gelirsiniz, dedi. Misafirler tamam anlamında kafa sallar gibi yaptılar.
“Beysegız teyze ne oldu acaba? Misafirler gitmeden ölüp de zor durumda kalmayalım?”
Evin içi gürültülü gibi. Ayakkabısını çıkarıp ses yapmadan içeri girdi ve salonun file perdesinden içeriye göz attı.
Cambıl’daki Toprak Islahatı ve İnşaat Üniversitesi’nde okuyan Cemalbek hariç çocuklarının tamamı annelerini ortaya alıp rahat rahat sofra başında oturuyorlar. Şu rahatlığa bak. Onların bu şekilde oturduklarını daha önce hiç görmemişti sanki. Zengin sofra da epey fakirleşmiş. Oturma işinin uzun sürdüğü belli oluyor. Aydar ile Haydar limonata konmuş bardaklarını tokuştururken pek de mutlu görünüyorlar. Orınkül ile Cemile de şampanya veya limonata doldurulmuş kadehlerini tokuşturuyorlar. İçmişler yahu! İçiyorlar bunlar. Kendilerince çok mutlular. Yanlarına gidip canlarına okumaya yeltendi. Fakat cesaret edemedi. Tam tersine kendisinin de onlara katılmak istediğini hissetti. Aydar ile Haydar birlikte gidip vitrin tarafından madalyayı getirip Orınkül’ün göğsüne taktılar! Cemile başlayıp çocukların hepsi tebrik ederek elini sıkıp yanağından öpüyor.
Tam bu sırada bahçe tarafından Atabek’in kahkaha sesi duyuldu.
Tursınbek kapının perdesini hızla açıp odaya daldı:
– Hey! Bu ne rezalet! Misafirlere hangi yüzle bakacağım? Her şeyi silip süpürmüşsünüz! dedi küplere binmiş bir şekilde dişlerini sıkarak.
Çocuklar sessizce yerlerinden kalkıp birer birer dış kapıya yöneldiler. Hiç korkmuşa, çekinmişe benzemiyorlardı. Cemile de rahat bir şekilde yavaşça sofrayı düzeltmeye başladı. Bir tek Orınkül yerinden kalkarken tökezleyip düşeyazdı. Göğsündeki madalya şıngır şıngır ses çıkardı. Fakat ona bakan kimse olmadı.
Orınkül dış kapının eşiğinden geçerken bir daha tökezledi. Madalyası bir daha şıngırdadı.
– Oho! Ev sahibemiz madalyayı kendisi takmış bile, dedi Rahima Rahmetovna. – Demin biz takdim etmek istemiştik. Siz neredeydiniz?
– Beysegız adlı yaşlı bir kadın vardı. Kadıncağız çok fenalaşmış aniden… Bir iki saat yanında beklemek zorunda kaldık. Sağlık memurunu çağırdık.
– Şimdi nasıl? İyi mi? dedi Atabek.
– Biraz daha iyi Allahtan. Çok korktuk. Çocukları da yoktur kadıncağızın…
– Eee, doksana gelmiş ihtiyar bunak ölürse ölür, ne olacak! Tepe tepe gömeriz, dedi Tursınbek. – Sen bana şunu söylesene, madalyayı Olga Timofeyevna takacaktı. Neden kendin taktın ha?
– Kendim değil, Aydarcığımla Haydarcığım takmıştı. Tekrar çıkaracaktım, tamamen unutmuşum baksana. – Bunları söyleyen Orınkül madalyayı çıkarmak için uğraştı.
Araya Olga Timofeyevna girdi:
– Olsun artık, fark etmez, dedi. – Çocukların takdim etmesi daha iyi olmuş…
Olga Hanım böyle demişti. Ancak Calbız’ın suyunun soğukluğundan mı nedir, çenesindeki tüyler kabarmıştı…
…Çok geçmeden saman biçme dönemi başladı. Calbız’ın kenarındaki otlar öncelikle biçildi. Kudıksay’ın başlodacısı Tursınbek, kendisinin asıl görevine başladı.

GEYİK OTU
Kisa, şehir çocuğudur. Babasının söylediğine göre ilçe merkezindeki büyük bir köyde doğmuş. Doğum belgesinde doğduğu köyün adı kayıtlıdır. O zamanlar, yani Ki-salar orada yaşarken babası şehirde çalıştığından köyden şehre her gün gidip gelirmiş. Köyde güzelce çalışırken ısrarla şehre çağırmışlar. Becerikli olduğunu, güzel kariyer yapma imkânının bulunduğunu, ileride yükseleceğini, kendisi gibi genç kadrolara ihtiyaç duyduklarını söylemişler. Babası teklife pek sıcak bakmamış, ancak annesi çok sevinmiş, eşini ikna etmek için gayret sarf etmiş. Öylece babası şehirde çalışmaya başlamış. İlk davet ettiklerinde bir yıl içerisinde daire vermeyi taahhüt etmişler. Fakat bu konu iyice uzamış. Ailesinin düzenini bozmamak için kendisi gidip gelmiş. Bazı dönemlerde de daire kiraladığı olmuş. Öyle sıkıntılı yaşam sürerken fırtınalı günlerin birinde iyice soğuk alıp çok hastalanmış.
Sonunda bunlar şehre taşınmışlar. O zaman tabii Kisa daha çok küçükmüş, yeni yeni tay tay durmaya çalışıp ha bire düştüğü dönemleriymiş. Babasının anlattığına göre taşındıkları ilk gün çok katlı evin merdivenlerinden yukarı çıkmak gerektiği zaman çocukların hepsi çok korkmuşlar, içeri girmek istememişler. Kisa’dan daha büyük olanlar çabuk alışmışlar. Kisa’nın alışması ise bir yıl sürmüş. Yürümeyi iyice öğrenip koşmaya başladığı zaman bile uzun süre apartman merdiveninden elinden tutarak indirip çıkarmak kolay olmamış.
Sonra ikna olup her şeye alışmış. Şimdilerde şehirde doğmuş, bütün hayatı boyunca yüksek evde yaşamış sanırsın. Yine de köy dendiğinde ağzının açık kaldığı saklanamaz.
Kisa, babasının hep anlattığı uzaktaki köye hiç gitmemiştir. Arkadaşlarının hepsinin dedeleri ve nineleri vardır. Dedelerinin ve ninelerinin yanlarına giderler, onlar ziyarete gelirler. Fakat Kisa’nın kaderine dede ve nine yazılmamış. Bunların babası çok uzakta bir yerdeki dağların dibinde doğmuş. Kisa’dan biraz daha küçük yaşta iken uzaktaki ilçe merkezine taşınmışlar. O zaman da babasının babası görevden dolayı taşınmış. Köyden bahsettikçe Kisa’nın gözlerinin önüne büyük köy canlanır. Babasının anlattığı köyün başka köy olduğunu daha yeni yeni anlamaya başladı.
Her yıl kış aylarında evlerinde uzaktaki köyle ilgili ilginç şeyler anlatılır. Babası ilk önce köyün temiz havasından bahseder. Temiz hava dendiğinde Kisa’nın aklına cam açıldığında odaya giren hafif rüzgâr gelirdi ve babası temiz havayı ağızdan salya akıtarak anlattığından olmalıdır ki dilinde güzel bir tat hissederdi. Yüksek yüksek tepelerle mavimsi dağlardan, onların aralarından geçip duran hayvanlarla kuşlardan söz edildiğinde Kisa’nın boynu bükülürdü. Babası özellikle çeşit çeşit otları anlatırken hiç sıkılmazdı.
İlkbahar gelir gelmez Kisa’yı köye götürmeye söz verirdi.
Bütün kış ilginç hikâyeler anlatıp vaatler yağdıran babası ilkbaharda mutlaka hastaneye yatardı. Hastaneden çıktıktan sonra da uzun süre içine kapanır, kimseyle konuşmaz, sessizliğe kapılırdı. Böylece günler geçer, yaz da gelirdi. Yazın malum işler dolup taşardı. Hikâye de, vaat de unutulurdu. Bazen babasının keyifli olduğu anlardan istifa edip samimi ortamı bulduğu anda köyü hatırlatırdı.
– Köyünüze ne zaman gideceğiz, baba? derdi nazlı nazlı.
– Kaderinize dede ile nineyi yazmayınca zormuş. Kime götüreceğim sizi… Daha sonra bakarız, gideriz, der.
Böylece yıllar yılları kovalar. Kisa annesi ile büyük köye gitmişti, ancak ücra dağlara gitmek nasip olmamıştı. Ücra dağlardan ilk gördüğü şey geyik otu olmuştu.
Öncelikle geyik otunun kokusunu öğrendi.
Bu, şöyle olmuştu. Babasının çeşitli otlar hakkında anlattıkları arasında işte bu geyik otu büyük öneme sahipti. O kadar çok anlatırdı ki muhtemelen bu otun adını diğer kardeşlerinden önce, daha konuşmaya başlamadan önce öğrenmişti. Daha okula başlamadan hayatında hiç görmemiş de olsa aklında canlandırıp ana özelliklerini öğrenerek resmini de yapardı. Bir defasında babasına gösterdiğinde babası benzediğini itiraf etmişti.
O sene babası hastaneden çıkmış olmasına karşın sürekli öksürüp duruyordu. Öksürdükçe alnından önce boynu şıp şıp terler, çok rahatsız olurdu. Annesi ne yapacağını şaşırmış, poşet poşet ilaç getirip eşinin önüne koymuştu. Babası ilaçları bir o yana bir bu yana çevirmiş ve:
– Bunların bin tanesi bir araya gelse bir demet geyik otunun yerini tutamaz, onun bir sapının verdiği tadı veremez, demişti.
– İyice nefesin tükenip tahtalıköye gitmeden bir tanesini iç. Bütün yaz kâğıt kemirirken ne düşünüyordun? dedi annesi. – Koltuğa çakılıp kalacağına ücra dağına gidip bir deste getireydin ya, ne getireceksen. Geyik odunu mudur, elik odunu mu?
– Odun değil, geyik otu, dedi babası öksürmekten daha çok boğularak. Fakat yine de vazgeçmez. – Odun değil, ottur, ot, geyik otu. Ö-hö. Hö, hö, ıhı, ıhı, hı…
– Otun oduna, sen de oduna karışıp neden yanarak yok olmazsınız ha! Yanarak!
Bundan sonra ikisinin kavgasını dinlemek istemeyip yavaşça yerinden kalkıp sessizce kitabını kapattı ve diğer odaya geçti.
– Kisacığım! diye seslendi bir ara babası.
Gittiğinde kafasını dik tutan babası saçlarını kuruturcasına uzun ve zayıf parmaklarıyla tarar gibi sıvazlayarak gülümsüyordu. Babası ya ilaç almış olmalıydı, ya da sinirleri yatışmıştı. Annesi yatak odasına geçip yatmışa benziyordu.
– İnsanlar uzun zamandır çocuklarına mektup yazmaz oldular, – dedi babası gülümsemeye devam ederken Kisa’nın başını okşayarak. – Şimdi ben de boşuna o kadar kâğıt harcadım. Başaramıyorum. Sen yazabilir misin? Ben söylerim. Dikte yazar gibi.
Kisa çok mutlu oldu. Babasına elinden geldiğince yardımcı olmayı çok ister. Şimdi altıncı sınıfa gidiyor. Okuması ve yazması çok güzel. Daha güzel çizdiği resimler için öğretmenlerinden hep övgü sözleri duyar. Her toplantıda söylerler, öğretim yılının sonunda takdir belgesi alır. Daha çok otların resmini yapmaktan hoşlanır.
– Maşallah altıncı sınıfın da yarısını tamamlamışsın, dedi babası Kisa’yı uzun zamandır görmemiş gibi hayretle bakarak. – Sana çok mahcup olmuşum ya! Köye götüreceğimi söyleyeli kaç ilkbahar, kaç yaz geçti değil mi? Seni beşinci kata elinden tutup zorla çıkarıp ensenden dürtüp zorla indirdiğim günler daha dün gibi geliyor.
Kisa gülümseyerek babasına bakıyor. Daha dün saçları gür ve simsiyah idi. Diğer çocukların babaları gibi çok şişman değildir, koca göbeği de yoktur. Boyun ve kolları da kalın değildir. Zayıftı hep. Fakat saçları gür ve simsiyahtı. Hafif kıvırcıktı. Bu yüzden diğer çocukların şişman şişman, göbekli göbekli babalarından biraz da olsa genç görünürdü. Şimdi ise Kisa babasına bakınca onun saçlarının iyice azaldığını, yarısının beyaza dönüştüğünü görüyor.
– Gerçekten de zaman çok hızlı geçermiş baba, dedi Kisa. – Okul sanki daha dün başlamıştı, şimdi ise yılbaşı için hazırlık yapıyoruz. Bak, dışarıda kar yağıyor…
– Öyle mi?! Kar mı yağdı? diyerek babası cama doğru acele etti. – Anlaşıldı, nefesimin neden aniden açılıp moralimin durduk yerde yükseldiği ve kendimi hafif hissetmeye başladığım şimdi anlaşıldı. Kar yağmaya başladı demek. Yağması iyi, değil mi? Yoksa her çeşit mikrop üreyip hastalık çoğalacak.
Babası tekrar yerine oturdu. Avuç içlerini birbirine sürterken oldukça mutlu görünüyordu. “Babam da olmadık şeyler için sevinirmiş” diye düşündü. Karın yağmış olmasına kendisi de çok sevinmişti.
– Şimdi de gıcır gıcır ayaz olsa, dedi babası. – Kâğıdın varmış, hadi yaz. Ben yavaş yavaş söylerim. “Şehirden köye selam” mı dersin, bir şekilde başlasana. Bana başlamak zor geldi ya. Başladın mı?
– Başladım, dedi Kisa. Gerçekten de “Çimkent’ten selam!” diye yazmıştı.
– “Dostum Kasımbek!” de şimdi. Eminim sağ ve salim bir şekilde doğduğumuz köyün güzel havasını teneffüs edip memlekette olmanın mutluluğunu yaşıyorsundur. Ailenin sıhhatte ve iyi günlerde yaşamasını dilerim. Dostum Kasımbek, öncelikle senin hiçbir yere gitmeyip köyde kalmanın ne kadar iyi olduğunu belirtmek isterim. Sağlığın da çok iyi tabii. Daha iyi olmasını temenni ederim. Seninle görüşmeyeli uzun zaman oldu. Ancak haberini alıyorum. Her sene ilkbaharda ve yazın köye gitme planı yaparım, fakat hiç zaman bulup gidemedim. Uzun lafın kısası benim sağlığım pek iyi değil. Uzun yıllar şehre gidip gelerek çalışma sağlığımı bozmuş. İçmediğim ilaç kalmadı. Hastanenin döşeğini de eskittim. Hastaneden iyileşmiş gibi çıkarım, sonra tekrar tutar hastalık. Ancak geyik otu denen bitkiyi koklarsam ve çayını yapıp içersem iyileşecekmişim gibi geliyor. Bana öyle geliyor. Benim bir deste geyik otuna ihtiyacım var. Şehre sık sık geldiğini, fakat bize uğramaya zaman bulamadığını biliyorum. Niva arabanın iki tanesini eskitip üçüncüsünü rüzgâr gibi uçurduğundan da haberim var. Duydum. Şimdi sen benimle aynı ilkokula gittiğini unutmadıysan, merhum babamın kendimizden önce sizlere ve sizin gibilere saman otu sağladığını unutmadıysan geyik otu denen bitkinin bir destesini getiriver. Selamlarla. Çocukluk döneminin seni kendinden daha çok seven dostun Ormantay. Ha, bu arada adresimiz de şudur: Çimkent Şehri, Köktem Sitesi 8 No’lu apartman, 88 No’lu daire”.
Mektubu ertesi gün Kisa’nın bizzat kendisi gönderdi. Evlerinin yanında, kaldırım kenarında postanenin mavi kutusu vardır. Kutunun üstünde tüylerini kabartıp güneşle konuşan kargaya biraz baktı ve işaret parmağını yalayıp küçük kapağı açarak mektubu atıverdi. Babasının söylediğine göre mektup ilçe merkezine iki gün geçmeden ulaşacaktır. Oradan kolhoz merkezine ulaşana kadar iki gün daha geçecek. Böylece dört gün eder. Ondan sonra mektubun hareketi yavaşlamaya başlayacak. Sonrası postacının ücra dağdan merkeze ne sıklıkta geldiğine bağlıdır. Bilimsel ve teknik devrim zamanı ya, insanların çoğu o ücra dağdan merkeze özel araçlarıyla gelip gider, fakat postacı eski atından henüz inmemiştir. Ona şimdilik araba tahsis edilmemiştir. Kisaların kaderine nine ve dede yazılmadığı gibi postacının da kaderine araba yazılmamış gibi. Bu yüzden kolhoz merkezinde dergi ve gazetelerin, mektup ve telgrafların haftalarca birikerek yığın oluşturduğunu babası on senedir gidemiyorsa da çok iyi biliyor. Haftanın sonunda köyden atını terletip postacı yaşlı adam da gelir nihayet… Nice “Niva” marka arabalar, tıka basa mal yüklü mobil dükkânlar, hayvan çiftliklerini dolaşan yöneticilerle diğer yetkililerin sık sık giden çeşit çeşit güzel arabaları ufak tefek dergi ve gazetelerle mektup ve telgrafları ne yapsın ki. Burunlarını kıvırırlar, istemezler. Yani babasının dikte ettiği ve Kisa’nın yamularak yazdığı mektup koca iki hafta sonra ancak ulaşacaktı.
Ulaşmasına iki haftada ulaşır da babasının çocukken kendisinden daha çok sevdiği dostu Kasımbek kaç gün düşünüp taşınır acaba? Kendisi nasıl bir insandır? Önemli olan işte budur. Babasının çocukluk döneminde kendisinden daha çok sevdiği Kasımbek, araç sorunu olan biri değil, iki Niva’yı eskitip üçüncüsünü rüzgâr gibi uçuran biridir. Gelmek isterse hemen ertesi gün de gelebilir. Acaba koşa koşa gelir mi? Öyle biri ise neden bugüne kadar hiç gelmedi? Daha önce gelmediyse zamanı olmamış olabilir, babası böyle bir mektup yazmamış, bu kadar zor durumda kalmamıştır.
Kisa her gün onu beklemeye başlamıştı. Şehirde kar çok yağmaz. Çoğu zaman geceleri yoğun olarak yağar ve öğleye kadar erir. Sadece güneş görmeyen kimi evlerin çatılarında kalır. Babası yeni kar yağınca ve güneş açınca sevinir. Ne yağışın yağdığı, ne de güneşin açtığı çok kapalı havalarda günler çok sıkıntılı geçer onun için. Öyle havalarda babası vücudunda omuzdan aşağı çeken bir ağırlık, eklemlerde sızı hisseder. Kisa okuldan dönerken havanın durumuna dikkat eder, böylece evine vardığında babasını ne durumda bulacağını tahmin eder.
Aradan iki veya üç hafta geçmişti. Kisa okuldan geç döndü. Kendisi öğlencidir, altı ders bitene kadar dışarıda epey karanlık bastırır. Ay aydınlık olunca etraf bembeyaz renge bürünür, yerde kar olduğunda okulun gri beton duvarları bile süt sürülmüş gibi göze beyaz görünür. O gün altı dersten sonra yeni yıl etkinliğinde üstleneceği kurt rolünün provasını yaptılar. Öğretmenleri başrolü kendisine güvenmişti. Orman içerisinde kurt, koyuna rastlar. İkisi bir atışmaya başlar. Sonunda koyunun uslu olmasından ve başkalarına güvenme özelliğinden yararlanan kurt onu yer. Bu senaryo Kisa’nın pek hoşuna gitmiyor. Tilkiye, tavşana rastladığı kısımlar da var, onlar neyse de koyunun ormanda ne işi var? Babasının söylediğine göre koyun ormanda değil, kır ve çayırlarda, açık yeşil alanlarda ve ahır etrafında bulunur. Kurt rolünü öğretmenleri buna özellikle vermişler. Kisa çok sessiz, uysal bir çocuktur. Diğer çocuklar gibi fazla hareketli, uyanık değildir. O nedenle kurtluğa teşebbüs etmesi gerekmektedir. Elbette ondan kurda dönüşecek değil, ancak yapısını, huyunu değiştirmeye, düzeltmeye yardımcı olabilirmiş. Fısıltıyla söyleyecek olursa bazen kurt gibi olmayı beceremezsen çok kolay ağzındaki ekmeğinden olma tehlikesiyle karşılaşabilirsin. Sınıf öğretmeni özel görüşmesinde bu tür tavsiyelerde bile bulundu. Kurt rolü yine de Kisa’nın hoşuna gitmiyor. Aksine koyunun rolünü daha gerçekçi oynayabilirdi. Babasının gözlerini almadan okuduğu gazetelerde sık sık yazdıkları gibi yönetmen (öğretmeni) oyuncuyu (Kisa) seçerken tek taraflı düşünmüşe benziyor. Öğretmeni çok inatçı insandır, ikna etmek çok zordur. Nihayetinde terbiye işine bakan odur, neyin doğru, neyin yanlış olduğunu o daha iyi bilir.
Ayın aydınlık ışıklarının güneşin kızıl ışınlarından arta kalanları kendine çektiği an. Yerde ince kar var, kara toprak tabakalanıp donmaya başlamış. Ev önündeki alanın kenarlarında sıra sıra binek araçlar duruyor. Onların içinde bir Niva arabası varmış. Arabanın yan kısmındaki buzların kirli rengine bakıp da bu beyaz arabanın uzaktan geldiğini fark etmemek mümkün değildi. Kisa, arabanın her tarafını inceleyip günlerin birinde böyle bir arabayla babasının çocukluk döneminde kendisinden çok sevdiği dostunun da gelebileceğini düşündü. Bir deste geyik otunu getirebilir, değil mi? Camdan içeriye baktı, kapkaranlık. Aniden sopsoğuk beyaz renkli demirin bunun nefesi ile buğulanmaya başlayan kalın camının ve benzinin tanıdık kokularından farklı bir koku küçük burnuna doğru esmiş olmalı ki rahat bir şekilde hapşırdı. Babası geyik otunu ve kokusunu o kadar çok ve sık anlatmıştı ki deminki koku onu hızlıca sürükleyerek apartman kapısına doğru götürmüştü. Altı ders sonrası öğretmeninin kendisini alıkoymasından yorgun döndüğü zamanlarda kafasını kapıya dayayıp zilin kahverengi düğmesine basardı. Bu sefer kafasını kapıya dayar dayamaz kapı açıldı ve Kisa zemini öpeyazdı. Kapı kilitli değildi. Evin alışılmış kokusundan başka bir kokuyu şimdi daha net hissetti. Burnunu çeke çeke bu kokunun geyik otu adlı bitkinin kokusu olduğundan emin oldu. Onu getiren kesinlikle ücra dağın adamıdır. Babasının çocukluğundan kendisinden daha çok sevdiği dostu da olabilir. Başka birinden de iletmiş olabilir.
Ayakkabısını çıkaramıyordu. Botunun bağcıkları kör düğüm olmuştu. Çözmeye zaman kaybetmek istemeyip salona geçmek için sabırsızlandı. Babasını gördü, çok az ilerisinde tanımadığı biri oturuyor.
– Geyik otu dediğimiz işte bu, – babası bir dalını itinayla eline alıp burnuna yaklaştırdı. – İşte, baksana. Bir kokla bak, ta kendisi. Ta kendisi diyorum, çünkü bizim dağdaki geyik otu diğer yerlerdekine benzemez. Tamamen farklıdır. Çiçekleri koyu renkli, yaprakları sık olur. Kokuya ne dersin. Böyle bir kokunun tekrarı yoktur. Ben bugüne kadar sadece köyün geyik otunun hasretini çektim, sadece bunu bekledim. Yoksa her yerden, şu uçsuz bucaksız açık alandan bile bulurdum. Öyle. Bu ağabey de benim çocukluğumda kendimden çok sevdiğim dostum Kasımbek’tir. Benim bir isteğimi, senin yarım sayfa mektubunu hafife almayıp o kadar yerden buraya gelmiş. Tanıştırayım. Bu bizim Kisacık. Köyü soran bir tek Kisa’dır. Bütün kış ilkbaharda veya yazın götüreceğimi söyleyip vaatlerle doyururum. Ancak ilkbahar gelip yaz yaklaşınca bildiğin gibi iş dolup taşar. İnanır mısın iki yıllık iznim yandı. Üstelik her ilkbahar üç aydan fazla hastanede kalıyorum. Bu yüzden de hakkım olan yıllık izni istemeye de utanırım açıkçası. Dostum Kasımbek durumlar işte böyle.
Kanepenin kenarına doğru yan yatan adamı babasıyla karşılaştırdığında bir an daha genç, bir an daha büyük göründü. Daha genç görünmesi yüzündenmiş, hiçbir kırışıklık izi yoktu. Dolgun yanaklarının ucu kıpkırmızı. Babasından büyük görünen yanı ise karın kısmıymış. Göbeğini oldukça serbest bırakmış anlaşılan. Ona rağmen çok hareketli olmasına çok şaşırdı. Yerinden hızla kalkıp balkona çıkarak arabasına baktığında fark etti.
– Demin de söyledim, başının etini yemiş gibi olacağım ama bir daha söylemek istiyorum, dedi babasının arkadaşı. – Köye geldiniz de göğsünüzden mi ittik? İlk başta aksakalın görevi dolaysıyla ilçe merkezine taşındınız. Baban çok geçmeden vefat etti, ne iyi insandı. Sonra da sen kendin şehre kaçtın ve bir daha dönmedin. Ne yaptığını, nerede olduğunu da bilmeyiz. Bundan üç sene önce büyüğümüz üniversite kazandı. O zaman nasıl uğraştığımı bir bilsen. Onu sen sorma, ben de anlatmayayım. İyi olan yanı köye gezmeye, tatil yapmaya giden pek çok insanla tanışıp hayvanımızı da, canımızı da esirgemeden ağırlamış olmamın, yakından tanımamın iyi sonucunu gördüm. Onların arasından yardım edenleri oldu. Akrabadan daha yakın, dosttan daha değerli olduk. Daha geçen sene bir kızıma üniversiteyi kazandırıverdi aslaan! Sonuçta şehirde oturuyorsun, böyle şeylerle ilginin olup olmadığını haber veriversen olmaz mıydı Ormantaycığım. Geyik odununu da büyüterek ağlayacakmışsın gibi istemiş, mektup yazmışsın. Ne olacak ki. Fakat geçen sene fazla toplayamadım. Bu bitkiyi isteyenler de, köyden koşa koşa gelip toplayarak deste dest götürenler de pek çoğaldı. Çay demlemekle kalmayıp küvete demet demet atıp banyosunu yapanlara ne dersin. Fazlalık etmez diye bir çuval toplamıştım. İki avuç kadar kalmış ancak. Alıp hemen buraya geldim. Ah Ormantaycığım, ah dostum. Buralardan sık geçeriz, ama evini bilmeyince. Yoksa bugüne kadar kaç defa gelmiştim. Mektubunu okuduğumda gerçekten gözlerim sulandı. Eskiden bize saman otu getirten baban aklıma geldi… Sen çok zayıflamışsın… Ah Ormantaycığım ah…
Babasının çocuklukta kendinden çok sevdiği dostu bunları söyledikten sonra biraz ara verdi. Babası geyik otundan mıdır, yoksa başka bir şeyden midir bilinmez, terliyordu.
– Ben de buralara bir uğrayıp şu adama ve üniversiteye giden oğlumla kızıma kışın kurutulmuş tuzlu et getirmeyi planlıyordum. Bir baktım mektubun geldi. Sabahın ayazında çıkmıştım öğlen geliverdim. Öğle yemeği yiyip biraz şehri gezdik. Şu adam da çok sıkılmış, iyice kurdunu döktü. İki koyun etiyle değil, yedi sekiz keklik etiyle yetindi. Şehirliler beni çok şaşırtırlar. Az bir şey de sana bırakacaktım, tastamam unutmuşum. Az bir şey bırakır mı, kanadın uçlarını, tırnaklarını bile atmayıp tuzlayarak balkona astı karısı. Çok uyanık bir kadınmış. Hızlıca kekliği haşlayıp eşine çorba da hazırlamayı ihmal etmedi o arada. Ormantaycığım söylemek istediğim bugüne kadar öyle bir çorba içmemiştim. Öyle lezzetli ki dilinle tabağı, parmağı ne varsa yalarsın. Bizim hanım fazla mı haşlıyor, dağın odunu mu hararetli, yoksa tencereye kekliğin yaşlısı mı giriveriyor bilmem eti taş gibi, çorbası kazan gibi kapkara olurdu. Şehir çok rahat tabii. Gaz fırınındaki tencerenin altını kısar, eti yumuşacık haşlarsınız. Tüh, hiç olmazsa bir keklik getirebilseydim. Arabada bırakmalıydım. Hep böyle, aklım öğleden sonra çalışır. Bu sonraki sefer aklımda bulunsun. Keklik ne ki.
Kisa, geyik otunun yaptığı resme oldukça benzediğine çok sevindi. Babasının da morali fena değil. Çocukluk döneminde kendinden çok sevdiği dostu keklikten bahsettiğinde babasının birkaç defa istemeden yutkunarak gülümsediğini fark etti. Kisa keklik etini hiç yemedi. Çorbasının tadını da bilmez. O nedenle ağzından su akmadı, canı o kadar çekmedi.
– Ben artık döneyim, akşamın sert toprağında mesafe almaya bakayım. Ay batana kadar köye varayım, dedi babasının dostu.
– Neden acele ediyorsun? Geceyi burada geçirseydin. Konuşurduk.
– Hayır teşekkür ederim Ormantay. Benim için kanepen varmış, fakat gördüğüm kadarıyla arabama garaj bulamayacaksın. Şu adamda olduğu gibi garajın yokmuş. Onlarda da kalmayacağımı söylemiştim. Şehirde gecelediğimi duyarlarsa ayıp olur. Neyse, hoşça kalın. Geçmiş olsun. Kendinize iyi bakın. Köye bekleriz. Gelirseniz göğsünüzden iten olmaz.
– Geyik odunu değil, geyik otu, dedi babası dostunun yanlışını düzelterek.
– Geyik odunu da var, başka odun da var. Sana hangisi iyi geliyor? Hastalığının adı nedir bu arada?
– Pek çok hastalığın biridir işte, dedi babası.
– İyi hadi.
– Köye bizden selam söyle, dedi babası. – Önümüzdeki yaz şu Kisacığımla gideceğiz. Ne olursa olsun gideceğiz.
– Gelin gelin, dedi dostu, – kimse göğsünüzden itmez. Geyik odunu Haziran başında iyice olmuş olur.
– Geyik otu, dedi babası bir daha düzelterek.
– Onu diyorum, geyik odununu söylüyorum, dedi babasının çocukluğunda kendinden çok sevdiği dostu.
* * *
Her akşam babası kendisi için çay demleyip içine geyik otunun çiçekleri ile yapraklarını, hatta çıplak sapını atarak keyifle çay içme alışkanlığı edindi. Terleyip rahatladığı zamanlarda mırıldanır da olmuştu. Annesinin uzun süren her zamanki dırdırlarını hiç dikkate almamayı alışkanlık hâline getirdi. Önceden annesi çalışmaya başlayan araba gibi dırdırına başlar başlamaz babasının yüzü mosmor kesilir, burun uçları küçülerek yüzü çok değişirdi. Geyik otu geleli beri öyle değil, eline bir şey alıp siper yapıyor. Yani maske gibi kullanıyor. Bu davranışıyla eşini alaya alıyordu veya önemsemezlikten geliyordu. Kisa’ya yılbaşı etkinliği için harika bir kurt maskesi de yapıverdi. Büyük bir istekle şarkı terennüm ederek yaptı.
Geyik otu gerçekten şifa mı olmuştu bilinmez, babası gitgide iyileşmeye başladı. Eskiden ağzına şarkı sözü almayan adam ilk başlarda mırıldanıp sesli sessiz bir şeyler söylerken günlerin birinde üç odalı evde bağıra çağıra tüm sesiyle türkü söyledi. Kisa, abla ve ağabeyleri, annesi, aşağı kattakiler, yan apartmandan öğrenenlerin hepsi çok şaşırdı. Herkes ondan söz etmiş, ilginç bir şey yaşanmıştı.
O günden sonra komşuları için babası Ormantay türkücü olmuştu.
Kisa’nın sınıf öğretmeni aklında olanı kim olursa olsun saklamadan söyleyebilen, müdürden bile çekinmeyen cesur bir kadındı. İlkbahar gelip okul etrafındaki yaş fidanların topraklarını işledikleri günün akşamında veliler toplantısı yapıldı. Toplantıya öğrenciler de katıldı. Öğretmen ikinci dönemin seyrinden, çocukların başarıları ile genel hâl ve davranışlarından söz etti.
Kisa, öğretmenini sever. Bazen kızdığı olur. Kötü olmaları için kızmaz tabii. Ders notları çok memnun edici. Fakat oturup kalkması, çocuklarla ilişkisi, oynaması ve konuşması ile ilgili uyarıları pek çoktur. Neden hep uğraşır bununla? Her şeyi nereden biliyor? Kisa çok şaşırıyor.
Kisa’nın şaşırdığı bir şey de giderken babası, öğretmen ve kendisinin hep birlikte çıkmış olmasıydı. İlkbaharın yeşil seması ışınlarını arttıran Ay’ın ışığıyla parıl parıl parlıyordu. Ağaçlar henüz tomurcuk açmamıştı. Ancak diplerinden yeşil saplar epeyce uzamıştı. Öğretmeni ile babası yan yana yürüyorlardı.
– Kisa çok yetenekli çocuk, dersleri de çok iyi, dedi öğretmeni kaldırımın yüzü buğulandığından kaymamak için babasının koluna girerek. – Sadece çok çekingen, sıkılgan ve sessiz. Büyüyünce çok zorlanacak. Hep söylüyorum. Çocukların yanında pek belli etmemeye çalışır, yalnızken söylerim. Hatta yılbaşı etkinliğindeki gösteride Kisa’ya kurt rolünü verip koyun yedirdim. Siz biliyorsunuz. – Buraya gelince sınıf öğretmeni sessiz ilkbahar akşamı ile tertemiz gece arasında katıla katıla gülmez mi. Öğretmeninin böyle güldüğünü Kisa sınıfta veya okulda, sınıf veya okul dışındaki etkinliklerde ne duymuş, ne de görmüştür. Bu azmış gibi babası öğretmeninden beter bir keyifle kahkaha atmaz mı! Gülüyor. Annesiyle birlikte neden böyle gülmez ki. Hiç görmemiş. – Yine de kurt tarafına yanaşmadı, diye daha çok güldü öğretmeni. – Kisa kurda dönüşür mü? Nerdee?
Babasının da vücudu sarsıldı. İlkbahar akşamı çok özeldi. Karşılarında aylı gece vardı, hava da çok ferahtı. Babası ile öğretmeni hâlâ konuşuyorlardı. Kisaların evine yaklaştılar. Büyüklerin konuşmalarını dinlemek pek hoş değildir. O yüzden onların biraz ilerisinde gidiyordu.
– Öğretmeniniz harika bir insan, dedi babası buna yetişerek. – Ben seviyorum.
– Ben de, dedi Kisa.
– Fakat seni kurt yapmak istemesi çok ilginç.
– Ben geyik olmak istiyorum, dedi Kisa. – Geyik otunu seviyorum ya.
Babası bir daha demin öğretmenin yanında gelirken olduğu gibi keyifle kahkaha attı.
– Bu yaz seni köye götüreceğim. Ne pahasına olursa olsun gideceğiz, dedi.
Yaz da gelmişti sonunda.
Annesinin ailesinin yanında kalıp okuyan yaşça daha büyük kardeşleri kampa gittiler. Babasının çalıştığı dairenin işleri kızışmıştı. Yıllık izin almak için çok uğraştı. Kisa, babasının tekrar hastalanmasından endişelendi. Altıncı sınıfı sağ salim ve pek iyi notlarla bitirdi. Şimdi geyik eti solmadan dağa bir gidebilse. Geyik otu için güzel bir kahverengi torba hazır etti. Ekmeği ince ince dilimleyip kurutmaya başladı. Su koymak için iki kap hazırladı. Kısacası yolculuk için ihtiyaç duyulan her şeyi önceden hazır etti.
Kısmet olunca her şey daha kolay değil mi, babasına yıllık iznini vermişler. Kisa’nın ne kadar sevindiği malumdur, fakat belli etmedi. Annesinden çekindi. Babasının patronları uzağa gitmemesini, iki haftada bir aramasını söylemişler. İzni bitmeden işe geri çağırabilirlermiş.
Babası ne kadar çok ihtiyaç duyulan, önemli bir uzmanmış. Bunlar dağa yola çıkmadan önce annesi oralarda kendilerini özlemle bekleyen kimsenin olmadığını, boşu boşuna köpek gibi yorulacaklarını, sokakta kalmış gibi olacaklarını söyledi tekrar tekrar.
– Annen çok doğru söylüyor, dedi babası. – Oralardan çok önceleri taşındığımız doğrudur. Gitmeyeli de yıllar olmuş. Duyduğuma göre yerel halk çok az kalmış, temiz hava, klorsuz su arayıp dışarıdan gelen pek çok kimse yerleşmiş. Bu nedenle sokakta kalmış gibi olacağımız kesindir. “Sokakta kalmak” derken atalarımız biraz abartmış olmalı. Şahsen ben bazılarının evinde kalıp mahcup olacağıma sokakta kalmayı tercih ederim. Geçen yüzyıldan kalmış arkadaşımız Kasımbek var ya, göğsümüzden itmez herhâlde kendisi söylediği gibi.
İkisi bavullarını alıp yola çıktı. Annesi sinirlendiği gibi kalakaldı. Babası gergin ortamı yumuşatmak için her zamanki gibi türkü tüttürmeye başladı:
Sen idin sabah kalkıp heeey, kuzuları serbest bırakan,
Ben idim beyaz atla dolaşıp duran nazlım hey.
Gelince sen aklıma heeey, güzelim hey,
Göl olur aka aka gözyaşlarım nazlım hey…
Büyük yol üzerinde otobüsü çok beklediler. Hepsi tıka basa dolu yanlarından geçiyor da geçiyor. Babasının söylediğine göre insanlar özel araç alıyorlar da alıyorlar. Öyle olunca otobüslerde yolcu azalmalı, kendileri rahat binmeliydi otobüse. O hayalleri henüz gerçekleşecek gibi değil.
İkisi iki saat kadar yol kenarında toz ve duman yuttu. Otobüslerin bir tanesi bile durmadı. Arada bir babasına bakıyor, babası aynı şekilde keyifli duruyor. Merkezdeki otogara gidip bilet alarak otobüse rahat binmeleri için geriye doğru yarım saatten fazla mesafe yürümeleri gerekirdi. Keşke öyle yapsalarmış baştan. Babası hayatta özel araçlara el kaldırıp yalvarmaz. Fakat bazen de onların kendileri gelip dururdu. Bunu düşündükten sonra çok geçmeden bunların önüne kıpkırmızı Ciguli marka araba durdu. Kisa, çok sevindi. Kendisine ait küçük bavulu alıp koşmak istedi, babası pek istekli görünmüyordu.
– Nereye? dedi Ciguli sahibi.
– Gideceğimiz yer dağın dibinde. Öncelikle Obruçevka’ya gitmemiz lazım.
– Obruçevka’ya kadar on beş som, dedi sakalı siyah, kaşı siyah, saçı siyah, fakat gözünün rengi belli olmayan genç adam.
– Sağ ol kardeş, dedi babası. – Otobüsün bir som elli dört kuruş aldığı yer için sen on kat fazla istiyorsun. Hadi senin yolun açık olsun, bizim acelemiz yok. İzindeyiz, tatildeyiz.
– On som.
– Hayır, teşekkür ederim. Yalvarma istersin, yararını göremezsin.
– Beş som, üstüne bilet keserim, – diye dalga geçmeye başladı gözlerinin rengi belli olmayan adam. – Beş kuruş için bilet kesmeyenin kolunu kesersin sen baş belası. Yüzünden belli oluyor. Yoksa bedava götürürdüm seni. Bekle öyle akşama kadar…
Babası yerden taş aldı. Ancak Ciguli hızla hareket etti. Taş büyükmüş, değmedi. Kisa’nın morali iyi idi, şimdi ise nasıl davranması gerektiğini bilemeyip başı zonklamaya başladı. Babasına acıdığından ağlamak üzereydi. Ne yapmalıydılar? Hava da gitgide ısınıyordu.
Sıcak havanın pek zararını görmediler. Obruçevka Köyü’ne giden otobüslerde yolcular azalmış olmalı ki bir otobüs durdu. Babası önce Kisa’yı bindirdi, ardından mırıldana mırıldana kendisi bindi.
Öğleden sonrasının geç bir saatlerinde Obruçevka’dan dağ dibine giden otoyol kenarında bir araba daha bekliyorlardı. Şanslarına fazla beklemek zorunda kalmadılar. İyiliksever bir kamyonet dönüp yanlarına duruverdi. Sürücünün yanında kırmızı eşarplı kız oturuyordu:
– Atlayın arabaya, dedi muhteşem bir gülümsemeyle, – dağa gidiyorsunuz değil mi?
– Dağa gidiyoruz, dedi babası.
– Biz biraz beride, sağıcıların oldukları yerde kalacağız. Sonrasındaki iki üç kilometre sizin gibi turistler için çok sorun olmamalı, dedi kız. – Yalnız çabuk olun, dağdaki öğle sağımına yetişmemiz lazım.
Babası Kisa’yı önce bindirdi, ardından bavulları atıp kendisi de hızlıca atlayıverdi. Kamyonet süt konan beyaz fıçılarla dolu idi. Gidene kadar fıçılardan çıkan şıngır şıngır sesle güneş vurdukça ışıl ışıl olan araba kasası çok keyifliydi. Kisa’nın sevinçten yüreği ağzına gelmişti. Kamyonet yola döşenmiş çakıl taşları üzerinde hızla gidip bir tepeden diğer tepeye çıkıyordu.
Bir vadinin yamacına bunların yeşil kahverengi bavullarına benzer renkte çadırlar dikilmiş. Kisa önce onların kamp olduğunu düşünmüştü, ardından yüzü parlayan su kenarındaki benekli inekleri fark etti. Akarsu yatağında bulunan bu ineklere sürü dendiğini biliyor, okumuştu. Araçtan kırmızı eşarplı kız indi zıplayarak. Üzerinde mavi elbise, ayaklarında beyaz benekli ayakkabı. Bunlara dönüp elini alnına götürüp gölge yaparak:
– Bizim yaylamız işte budur. Sizin gideceğiniz köy şu küçük tepenin diğer tarafında, dedi muhteşem gülücüklerini saçmaya devam ettiği gibi. – Nehrin kenarından giderseniz daha çabuk varırsınız, otoyoldan giderseniz biraz uzun olur.
– Size çok teşekkür ederiz. Sağarın bol olmasını dileriz. dedi babası.
Köy insanlarının bazen imayla, üstü kapalı konuştuklarını, ineğe “sağar” da dedikleri olduğunu kitaptan okumuşluğu vardı Kisa’nın.
– Hayır, şimdilik bırakın teşekkürü, dedi ikinci taraftan inen sürücü genç. – Bakıyorum, şehirlilere benziyorsunuz. Çocuğa süt içirin, o zaman yorulmaz. Tam turist olup çıkar.
– Ayıp olur, dedi babası samimi teklifte bulunan sürücüye, kızdan beter çekinerek.
– Hiç çekinmeyin, her çadırda birer tencere ayran vardır. Süt çok. Bu seneki planın iki katını gerçekleştireceğiz. Çocuğun midesi rahatlasın. Kendisi güçlü delikanlı olacak belli.
Sağıcılar akarsu kenarındaki sürüye doğru gidiyorlar. Hepsi bunlara dönüp yabancı turist görmüş gibi baktı.
– Bal parmaklı güzellerle parmaklarına özen gösteremeyen nazlı hanımlara selamlar! dedi kıvırcık saçlı sürücü genç. – İçmişken yeni sağılmışından içiver, dedi sonra Kisa’ya bakıp. – Hayatın boyunca tadı ağzından gitmez. Sağlık için de çok yararlıdır. İnsanın içini ısıtır, bağırsaklarını yumuşatır ve doymuş buzağı gibi hoplayıp zıplatır seni.
– İçsek içelim ondan, diye imrendi babası.
– İşte şuradaki, – en güzel ve başarılı sağıcımızdır. Görüyor musunuz? Onun sağdığı süt hijyen bakımından korkunç temiz olur, diyen sürücü o tarafa doğru yürüdü. Güzel kızla fısıldaşarak bir şeyler konuştu. Sağıcı kız bunlara bakıp samimiyetle gülümsedi. Evet anlamında başını salladı.
Az sonra buharlı, taptaze ve köpüklü taze sütü lıkır lıkır içen Kisa’nın içini vadi içindeki mavi ışınlar aydınlatmıştı sanki. Boyalı kapla süt sunan kızın iki saç örgüsü dağılmamış, tokayla tutturulmamış, birbiriyle yarışırcasına beyaz önlüklerinin altında bulunuyordu. Hijyen şartları bunu gerektiriyor olmalıydı. Yoksa örgüleri beyaz önlüğün altında değil üstünde görmeyi çok isterdi. Babası sütten midir, ya da başka bir şeyden midir geyik otu çayı içmiş gibi terlemiş.
Sağıcılara, muhasebeci kıza, hayırsever kamyonetin güler yüzlü sürücüsüne kıyamayıp veda eden bunlar dağ dibine doğru yola koyuldular. Babası:
– Özellikle turist olarak geldik madem, nehir boyunca gidelim, dedi.
Nehrin kenarında bolca nane vardı. Yakınındaki yamaçlar, otları hayvanlar tarafından çiğnendiğinden tamtakır olmuş. Şırıl şırıl akan su sesinin dinlendirici etkisi altında kalan ve içtikleri süt bağırsaklarını yumuşatan ikili dağ geçidinden hızlıca geçiverdi. Babası sürekli kafasını salladı, salladı. Bazen imrenerek, bazen üzülerek, bazen kızarak salladı: “Bugüne kadar niye gelmemişiz, nasıl da yıpranmış, o nerede, şu hani… Geyik otu azalmış, aşağılardan korkarak dağa çıkmış”.
Köyün girişinde yeşil kavak ağaçlarının arasından beyazımtırak Niva nazlı nazlı boy gösterdi. Bunlar tanıyıp sevinerek el salladılar. Kasımbek biraz gittikten sonra durdu. Yeşil kahverengi bavulunu sırtına alan babası, küçük bavulunu omzuna geçiren Kisa koşarak geldiler. Kasımbek Niva’dan inip:
– Geldiniz mi? dedi gülerek. – İşte böyle arada sırada gelmek lazım köye. -Ne yazık ki tam da ben yola çıkarken gelmişsiniz. Çok üzüldüm. Ormantay bildiğin gibi bu köyün ilkokulunun sınıf öğretmeni de, rehberi de, müdürü de benim. Tatil olsa da iş çok. Çabuk dönmeye çalışırım. Göğsünüzden iten olmaz, gelin, gidin köye. Hadi, görüşmek üzere…
Babası ikisi yol kenarına çıktıklarında bir demet geyik otu gözlerini kamaştırdı. İkisi iki yanına oturdu, sonra yüzüstü uzanıp kokladı. Koparmaya kıyamadılar, koparmadılar. kâh oturup kâh ayağa kalkıp kokladılar.
– İşte geldik, dedi babası. – Bizim evin yeri burası…
Orada bir şeyler atıştırdıktan sonra köy kenarındaki eve yaklaştılar. Serbest dolaşan bir köpek havlayarak çıktı. Boyu Kisa’nın omzuna kadar olan koca sarı köpek gerçekten köpekliğini yapmak isterse ikisinden de bir şey bırakmaz. Fakat oldukça “insancıl”mış, selamlaşır gibi “hav hav” dedikten sonra eve götüren patika yoldan uzaklaşıp durdu. Evin ikinci tarafından sarışın bir ihtiyar kadın gözüktü. Başına örttüğü beyaz eşarbı kir tutmuştu ve ensesinden saçları fırlamıştı. Kisa’nın pek hoşuna gitmedi. Babası da yadırgayarak selamlaştı ve Kisa’nın anladığına göre yanlış yaptı. Köydür burası. Sıradan bir köy değil, bir zamanlar göbeğinin bağlandığı kendi memleketi, babasının (Kisa’nın dedesinin) yönettiği köy değil mi? Bu yüzden rahatça, hiç beklemeden girmeleri gerekirdi. Babası ise deminki Kasımbek’in, çocukluğunda kendinden çok sevdiği dostunun söylediklerinin etkisinden ayılamayıp çekinerek turist gibi davranıyordu.
– Kimsin? dedi saçları fırlayan sarışın kadın yorgun bir sesle. – Kimin evini arıyorsun canım? Bavul taşıdığına göre buralardan değilsin.
– Ben Ormantay, dedi babası. – Bu köyde doğmuştum.
– Hangi Ormantay olduğunu bilmiyorum. Tanımıyorum canım. Kimin evini arıyorsun?
Babası daha da kibarlık etti, daha çok çekingenlik sergiledi. Böyle yapar işte.
– Sizin gibi bavulla gelenler şu vadinin diğer tarafında keten çadır dikip temiz hava alıyorlar, temiz suyumuzu içiyorlar, dedi sarışın ihtiyar kadın, – İşte şu yoldan giderseniz doğrudan oraya götürür yol sizi.
– Soyadınızı niye söylemediniz? Dedemin adını neden söylemediniz? dedi Kisa. Ancak bu sırada sarışın ihtiyar evine giriyordu.
Bunlar turist olup çadır diktiler.
Üç gün kadar dağın temiz havasını teneffüs edip temiz suyunu içerek şehirden getirdikleri yiyeceklerle idare ettiler. Dağları, vadileri rahat rahat istedikleri kadar dolaştılar. Diğer turistlerle tanışıp arkadaş oldular. Geceye doğru babası türkü söyledi:
Sen idin sabah kalkıp heeey, kuzuları serbest bırakan,
Ben idim beyaz atla dolaşıp duran nazlım hey.
Gelince sen aklıma heeey, güzelim hey,
Göl olur aka aka gözyaşlarım nazlım hey…
Hatta bu taraftaki köyün eski ve temiz havası, klorsuz suyu için taşınan sonraki sakinlerinin evlerinden çıkıp türkü dinlediklerini fark etti Kisa.
Dördüncü gün taşlarda yürüyüp dağlara çıkarak, vadileri gezip kırları dolaşarak epey değişen Kisa, babasıyla ve kendileri gibi bavullarla gelenlerle birlikte evine dönüyordu. Geyik otunu koparmadan, çapa ile kesmeden sadece çiçeklerini itinayla kopararak bir torba ot topladılar. Bunu başkalarına da öğrettiler. Babasının söylediğine göre geyik otu çok azalmış, insanlardan ürktüklerinden dağ ve taşların kuytu yerlerine saklanıp korkarak yetişir olmuşlardır.
Kendileri gibi bavul taşıyanlarla birlikte itişe kalkışa Obruçevka’ya vardılar bir şekilde. Yolda giderken sağıcıların bulunduğu merhametli vadiye tekrar tekrar baktı Kisa. Susuzluktan çatlayan dudakların ara ara yaladı Kisa.
Büyük köye ulaşıp şehre giden otobüse bilet aldıktan sonra ikisi de kurt gibi aç olduklarını ve midelerinin zil çaldığını hissetti ancak. İkisi aynı anda hissettiklerinden birbirlerine bakıp aynı anda kahkaha attılar. Birbirlerini çok iyi anladıklarından ve anlamaya devam edeceklerinden duydukları memnuniyetle yemekhaneye acele ettiler. Aradan on, on beş dakika geçtikten sonra babası ile oğlu iştahla yemekhanenin yemeğine saldırmıştı. Otobüsün kalkmasına en az iki saat kadar vardı. Kisa, babasına ve kendisine yandan bakarak (kendi kendini dışarıdan izlemeyi çoktan öğrenmişti) sulu yemek içindeki kemiği hızla çekip çıkarmalarını, alelacele çekerek yemeye başlamalarını hiç kimseye ve hiçbir şeye değil, aynı kurtlara benzeterek tekrar gülesi geldi. Kurdu televizyondan iyi tanımıştı. İkisinin böyle oturduğunu, az da olsa kurda benzediklerini keşke sınıf öğretmeni görebilseydi. O da güzel bir kahkaha atardı.
İlçe merkezindeki yemekhanenin içini mis gibi geyik otu kokusu sarmıştı.

SES RENGİ
Mayıs ayında Yesmakan Dosbolov vefat etmişti. Merhum 50. doğum gününü geçen sene kutlamıştı. Yesmakan’ın doğum gününü kutladığı günlerde o, sanatoryumda kalıyordu. Bilerek gitmişti senatoryuma. İnsan olur da canını düşünmez olur mu? Birisi elli yaşını dolduracak, sonra büyük tören düzenleyecek diye o sağlığından mı vazgeçecekti? Yesmakan’ın dostu, akrabası çoktu zaten. Nasıl olsa, tören onsuz da geçerdi. Hatta yokluğu hissedilmezdi bile.
Aslında o da Yesmakan’ın yakın arkadaşı idi. Dostu sayılırdı.
Yesmakan’ın doğum gününe sanatoryumdan bir kutlama mektubu göndermişti.
Acaba Yesmakan konuklarının önünde okuyacak mıydı onu? Kim bilir. Faksla gönderilen kutlamalar az olursa okurdu tabii. Fakat şu zamanda kâğıdı israf etmekten kimse çekinmez. Faksla gönderilen mektuplar sayısız olmalı. Yesmakan’ın adı unvanı var, adı kadar da işi var sonuçta. Evvela adı unvanı olan kutlamaları okur belki de onun gönderdiği mektubu öylesine geçiştirecekti. Falandan filandan ve sanatoryumda bulunan Yensebek Asilov’dan (belki de – dostu diye ekler… Bu kutlamayı kimin okuyacağına da bağlı) geldi arkadaşlar der eskisi gibi. Tabii ki kutlamaları Aripbek Baybolov okuyacaktır. Yesmakan hiç bırakmaz bu herifi. Eğer görevi yine yükselirse, yerine Aripbek’i bırakır.
Yensebek Asilov sanatoryumda kalırken hep bu tür düşüncelere daldı.
O sabah erkenden telefon ısrarla çaldı.
– Alo! Alo! Yensebek beyle mi görüşüyorum? Merhaba, abi! Abim, ben Aripbek kardeşinizim. Ne var ne yok? İş zorlaştı abi… Yesmakan Ağa’dan ayrıldık. Evet, evet? Hayır, bizim Yesmakan Bey… Gece birde… Sonunda hani şey… Vardı ya… İşte öyle oldu. Evet, öyle olduğunu söylediler… Ben de bunu haber verecektim. İşte… Böyle oldu… Ok. Tamam, abi…
Yensebek duyduğu sesin rengini hissedemedi.
Aldığı haberin hem perişan hem pişman etmediğine şaşırmadı doğrusu. Aksine aşağılayarak bıyık büker gibi değerlendirdi. Sabah erkenden her zaman bir bardak su içerdi, unutmuştu, damağının kuruduğunu hissetti.
Bir bardak su içtikten sonra, ayağa kalkmadan: – Yerine kim gelir acaba? diye kendi kendine mırıldandı. Şeytan gibi fısıldadı. – Tabii ki, olsa olsa, Aripbek olur. Hayret etmek istediyse de, olmadı. – Canın çıksın, zavallı adam orada uzanmış cansız yatarken, sen burada yerine kim gelebilir? diye düşünüyorsun. Hiç mi merhametin kalmadı? Bu aynı şeytan fısıltısı gibi bir şeydi.
Çay içip gitmek lazımdı. Bugün Cumartesiydi. Merhum Yesmakan işini iyi bilirdi. Baksana şuna, – işime engel olmayayım der gibi tam da tatil günlerine doğru vefat etti. Tabi cenazesine bir sürü adam gelecektir.
Yesmakan’ın doğum günü davetine sayısız insan katılmış. Anlata anlata bitiremiyorlar. Çok güzel bir davet olmuş. Ne çok dostu varmış. Bu kadar dostu olan adam boş değildir. Ki dostları da “kilit noktaları” idare eden varlıklı insanlarmış.
Sanatoryumdan döndükten sonra işte bu tür konuşmaların sesi eksilmedi kulağından. Aslında o Yesmakan’ı daha önce telefonla kutlamıştı.
O zaman – Kardeşim neden gelmiyorsun? diye sormuştu Yesmakan. Gönlünde bir soğukluk yok gibiydi. Mahsus yapıyordu sanki. Sesinin rengi belli değildi köpeğin. – Ya, şu resmi hareketlerini bırak artık! Niye yabancı gibi davranıyorsun? Gelsene! Biz bize oturalım, eğlenelim biraz…
– Biz bize mi? dedi? Hangi niyetle söyledi acaba?
– Ne yapalım vaktim yok, dedi Yensebek. – Sağlık beni zorluyor. Bakalım. Bilirsin, ben her zaman sana duacıyım… Ne ise, uzaklaşıyorsun kardeşim. Bak! İlişkilerimiz kopmasın!” demişti Yesmakan. – Ne uzaklaşıyorsun ne de yaklaşıyorsun.
Yanaşsam n’olacaktı sanki? Büyütecek miydi? Büyüyecek vakit çokta-a-an geçti zaten!
Eskiden beraber eğitim görmüşlerdi. Aslında çok yakın arkadaştılar. İlişkileri çok güçlüydü. İşe de beraber başlamışlardı. Hatta işleri de aynı idi. Üç sene sonra ikisi de yükseldi. Üç-dört sene sonra ikisi de idareci oldu.
Yesmakan gerçekten bir işkolikti. Biraz zaman geçince yine bir basamak yükseldi. Yensebek ise eski görevinde kaldı. Oturduğu koltukta hala otururken Yesmakan Dosbolov yine birkaç basamak yükseldi.
İlk dönemlerde şehre geldiklerinde her hafta buluşup çay içmeseler, birbirini özlerlerdi. Biraz zaman geçince ilişkileri zayıflamaya başladı. Gitgide birbirlerini evlerinde ziyaret etmeyi bile bıraktılar. Bazen sadece telefonla hal hatır sormakla yetindiler. Sonra telefon konuşmalarını kısa kesmeye başladılar. Onun sesinden hiçbir şey hissetmiyordu. Kendi sesinden ise nefret ediyordu zaten.
– Ooo, sen misin?! Seni gören cennetlik! N’oldu bize böyle! Yabancı düştük sanki. Eşini al gel. Bugün beklerim. Akşam biraz geç dönerim fakat yine de gelin lütfen. Ben gelene kadar dedikodu edersiniz. Hadi kalkın gelin!” dedi Yesmakan sesini yükselterek.
Yine o fısıltı geçti içinden: Baksana şu adama! Mahsus yükseltti sesini, sesinin rengini hissettirmiyor. Gönül dibindeki pisliği gizlemek istiyor. Felakete bak!
– Zaman sıkıntısı var. Baksana, davet ederken bile geç dönerim, diyorsun. Biz de işsiz dolaşmıyoruz ya. Bir gün geliriz. Aklımdasın. dedi Yensebek eski dost tavrını takınarak. – Sana ulaşmak zor. Özel kaleminden randevu almamız gerek. Sonra beklemek lazım.
– Bırak kardeşim, bunlar hep bahane. her şeyden önce geleceğini söyle. Ben her zaman hazırım. Sana kapım her zaman açık. Sen de valla, konuşuyorsun işte…
Bundan beş ay önce Yesmakan’ın hastalandığını duymuştu. – Hasta değildir, belki biraz dinlenmek istemiştir, diye düşünmüştü. Böyle düşünürken Aripbek’e rastladı. Dediğine göre Yesmakan fena düşmüş. Hastaneye yatalı bir ay olmuş. Tedavi görürken hem Almatı’ya, hem de Moskova’ya gidip gelmiş.
– Kimseye söylemeyin, aman… Yensebek’in hastalığı şu şey gibidir, diye fısıldadı Aripbek Baybolov. Fısıldarken etrafına baktı.
– Şu şey gibi diye tekrar etti.
Yine bugünkü gibi bir hal fark etmişti kendisinde. – Şu şeyle hastalandı ha?! Şu şey gibi, onun gibi. O hastalığa yakalanınca çok sürmeden ölenler vardı. Bunu duyar duymaz sorduğu sorudan sonradan epey rahatsız olmuştu: – Yerine kim gelir acaba?
Aslında ziyaret etmeyi düşünmüştü ama işini ona göre ayarlayamadı. İş gezisine çıkmıştı. Sanatoryuma gitmiş gibi. İş gezisi sırasında Yesmakan’ın eşine telefon açtı.
– İş münasebetiyle yurt dışındayım. Yesmakan nasıl?
– Eskisi gibi, dedi Yesmakan’ın eşi.
Eşinin sesi rengini hissettiriyordu. Konuşamadı. Ne diyeceğini, ne soracağını bilemedi. Kadın da dilsiz kaldı.
– İyi midir? diye yine sordu. Yesmakan’ın eşi sesin rengini hissedemedi. Sesin rengi olduğunu pek bilmez herhalde.
– İyi. Eskisi gibi, dedi. – Teşekkür ederim.
Aslında kadının Gülzar olduğundan da tereddüt geçirmişti. Yine sessizlik hükmetti.
– Tamam öyleyse. Sadece bir öğrenmek istedim. Her şey iyi olsun.
– Pekâlâ, dedi Yesmakan’ın eşi. – Teşekkürler!
Gülzar’ın – teşekkürler demesi ne kadar uzak kaldıklarını, yabancılaştıklarını gösteriyordu.
İş gezisinden döndükten beş-altı gün sonra Aripbek’le görüştü. Köpek yavrusunun, her şeyden haberi vardı. Samimiymiş gibi elinden tutarak yolun kenarına doğru çekti. Bir sürü haber anlattı. Her şeyi biliyordu herif. Acayip kurnazdı. – Şu adam gidecek. Ayrılmak istemese de, atıyorlar görevinden. Zavallı o kadar emek verdi. Şu ise yükselecek gibi. Evet, aslında büyüyecek birisine benziyordu en baştan. Çok güçlü ağabey…
Yesmakan’ın durumunu anlatacak diye bekledi. Aripbek onu unutmuş gibiydi.
– Sahi, Yesmakan nasıl? diye sordu Yensebek.
– Sahiden, Yesmakan şu şey gibi değilmiş, dedi Aripbek, Yensebek’in paltosunda bit bulmuş gibi yakasını silerek. – Şu şeyini duyunca çok korktuk doğrusu. Öyle değilmiş. Şu anda yemek yiyebiliyor. İştahı açılmış. Dün ziyaret ettim. Çok iyi. Doktorlar da eskisi gibi değil, her türlü konuşuyorlar valla…
– Öyle miymiş? dedi Yensebek, sesini kontrol edememişti.
Şu şey gibi değilse, o zaman ziyaret etmek lazımdı… Gitmek lazımdı. Şu şey gibi olmadıysa, yine ziyaret etmek lazımdı, galiba…
– Ziyaretine gidemedim. İş münasebetiyle yurt dışındaydım, dedi.
– Şu şey gibi diye söylediklerinde yüreğimiz ağzımıza geldi, dedi Aripbek.
– Giderim gelirim derken mayıs bayramı da yaklaştı. Eninde sonunda öyle oldu. Sonunda – şu şey gibi olmuştur.
Etraf kalabalıktı. Gelip gidenden iğne atsan yere düşmezdi. Hava sıcaktı. Cumartesiydi, tatil günü…
Aynı okuldan mezun olanlar önceden gelip yetiştiler. Hala akın akın geliyorlardı. Yesmakan’ı, cenaze komisyonunun üyesi olarak kabul etmişlerdi. Dolayısıyla gelip gidenler için yemek sıkıntısı yoktu. Defnedilecek yer bile ayarlanmış. Her şey elinde…
– Yensebek Ağa, artık Yesmakan Ağabey yok. Her şey arzu ettiğimiz gibi olsun, elimizden ne gelirse, dedi birisi. – Cenazeyi yarın birde defnedersek, yemek konusunu saat üçe göre ayarlamak lazım, dedi başka birisi.
Biraz sonra Yensebek de – onursal bekçiye dönüştü. Yesmakan’ın ayakları tarafından yer bulabildi. Yeni satın aldığı evi genişmiş. Yüksekmiş. Eve dikkatlice baktıktan sonra gözleri kayarak mevtanın yüzüne düştü. Yüzüne bakamıyordu. Ya canım sıkılır, yâda dayanamam diye düşündü. Boşu boşuna, her şeye, herkese bakarak canın sıkılması da ne! Kendi canından kıymetli ne var. Gidecek olan gider. Bir zamanlar arkadaş, dost gibiydik. Ne olacak sanki, kim kime dost olmamış ki? Kim kimden ayrılmamış şu yalan dünyada…
Yesmakan’ın yüzüne bakarsam, yüreğim ağzıma gelir, diye düşünmesi boşunaydı. Etkilenmemişti bile. Hatta kirpikleri bile titremedi. Yesmakan sanki uyuyordu. Ceketi, kravatı, beyaz gömleği, her şey eskisi gibi yakışmıştı. İşi de değiştirememiş meğer. Uzun zamandır görüşememiştik, fakat aynı şekil, aynı çizgi. Şişmanlamasa da, biraz dolgunlaştı, değişti derlerdi. Yüzü zayıf, şekli şemali aynı. – Hadi, dans etmeden ne yapacağız? Hangi kızla tanışacağız? dediği zamanlardaki gibiydi. Sadece bu anda… Yesmakan’ın güzel dans edebildiğini hatırlayınca yüreği biraz hopladı. Fakat kalbini sakinleştirebildi.
Saçlarına biraz beyaz düşmüş. Şu beyaz ne zamandan beri vardı? Yoktu ya. İhtimal, hastanede beyazlamıştır. Yoksa en son gördüğü o büyük toplantıda saçları simsiyahtı. Başkanın masasına oturmuştu o zaman. Saçını arkaya doğru taramıştı. Kıvırcıktı. Simsiyahtı.
Sonra başka birisi yerini alarak oturacaktı. – Sizi çağırıyorlar, dedi Yensebek’e bakarak.
– Hangi sahne daha iyi olur? Ne dersiniz? Millet durmadan çoğalıyor gördüğünüz gibi, dedi aksakallardan biri. – Gümüş Pirinç iyi olur, dedi Yensebek. – Hem yakın hem geniştir.
– Doğru. O zaman o şekilde haber versinler.
Yirmiye yakın çelenk dizmişler. Yesmakan Dosbolov’u evinden çıkartıp uğurlayacak an da geldi. Arkaya dönüp baktığında kalabalığın ucu görünmüyordu.
– Ne kadar çok adam var. Baksanıza! Yensebek Ağa, ne kadar da çok değil mi? dedi Aripbek içini okur gibi.
Orkestra inledi. Sadece Yensebek adeta bir kurt gibi sessizliğini bozmuyordu. Put gibi ruhsuzdu. Neden dikildi? Neden sessizdi? Kime karşı?..
Cenaze töreninde birkaç kişi konuştu. Yesmakan Dosbolov’un gerçekten büyük adam, milleti için her şeyini feda eden vatandaş olduğunu beyan ettiler. Onun isminin ebediyen kalacağını, unutulmayacağını söylediler. Pişmiş kelle gibi sırıttı. Eskiden gazetelerde de – ebediyen ismi unutulmayacak diye yazarlardı. Sonra – uzun zaman unutulmayacak diye düzeltiler. Yarın Yesmakan’ı da gazete manşetlerine taşırlar. Ne yazarlar acaba? Altına kim imza atar? Büyükler mi, yoksa “dostları” mı? “Dostlar” kategorisine Yensebek dahil midir?
Yensebek yine sırıttı. Burada sırıtmak olmazdı. Sanki tebessüm etti. Ölü bir tebessümdü. Şu ölü tebessümü nereden çıkardı? Yesmakan büyüyünce, iki basamak yükselince bulduğunu sanmıştı.
Gece boyunca uyuyamadı. Sabah kalkınca aynaya baktı. Aynaya baktığında tebessüm ediyordu. Kim? Tabii ki, kendisi. Evet, kendisi. Yabancı birisi değil, ta kendisi. Ölü tebessüm işte… Kim bilir, belki de eskiden de vardı bu gülümseme suratında. O zaman altı aylık bebeği ağlıyordu. Sesi zehir gibi acıydı. Eşinin süt için dışarıya çıktığını tahmin etmişti. Çünkü az önce kapının kapandığını duymuştu. Çocuğu acı bir çığlık kopardı. Kıpırdamadı bile. Gitmedi, yanaşmadı. Ölü tebessümüne dikilmişti. – İnsanda merhamet denen şey kalmadı mı? Nerede merhamet? diye mırıldandı. – İnsanda demenin yerine bende desene! demek istedi aslında. Ölü tebessümle sanki birisinden, bir şeylerden intikam alıyor gibiydi.
Birdenbire bir düşünceye kaptırdı kendisini. Acil karar verdi. Adı unvanı büyük olan misafirlerin etrafında dolaşarak Maşat dağ boğazına davet etti hepsini. Herkes neşeli gibiydi. Üç misafiri de sarhoş olarak bembeyaz “Volga” arabasına bindiler. Yol Kırğı Pazar’dan geçiyordu. Arabanın şoförü fıkra anlatacağım diye arkaya dönerek bakmak istedi. Tam o anda bir ihtiyar adama çarpa yazdı. İhtiyar adamın arkasında bir çuval vardı. Çuvalıyla birlikte yere düştü. İyi ki araba hemen durdu.
– Yahu, şu işe bak, Allah muhafaza etti! dedi misafirin biri.
– Hiç olmadık birisine çarparak dedikodulara maruz kalırdık valla… dedi ikincisi.
– Bir kutu Şımkent birasıyla Aral Gölü’nden gelen balığımız sadaka olsun! dedi üçüncüsü.
Yensebek sessiz kaldı. Ölü tebessümünü bulamadı bu sefer. Az önceki “hiç olmadık ihtiyarın” yere düşmesi onu rahatsız etti. Titredi. Hiç ses çıkartamadı. Fakat arabadan çıkmadı. Yere düşen ihtiyar Yensebek’in bir akrabasıydı. Bu kentte oturuyordu, uzun zamandır haber almamıştı ondan. Çuvalın içinde un varmış. Unu dökülmüştü. Kendi kendine konuşarak bunlarla selamlaştı ve akrabasını fark ettiği halde yaklaşmadı. Avucuyla ununu çuvala dolduruyordu. Homurdandı. Yensebek ise öfkelendi. Adamın kayısı kabuğu gibi kırışık yüzünden ter damlaları dökülüyordu. Ansızın Yensebek’in kalbinden korkunç bir dilek geçti; – Şu zengin ve önemli misafirler bu ihtiyarın benim akrabam olduğunu öğrenemeseler!
– Af buyurun dede, dedi misafirden birisi. – Bir yeriniz ağrıyor mu?
– Dikkatlice dönüverseniz, dedi ikinci misafir.
Üçüncüsü ise konuşmadı. O Yensebek’in evinde birkaç kere bulunmuştu. Akrabasını tanıdı, hatta bir-iki defa aynı sofrada oturmuşlardı. Biliyordu. Tanıdı. Tanımıştı o anda! Fakat Yensebek’in – Tanımasa keşke! diye yanıp tutuşan halini anlamıştı. Bu yüzden tam önünde ununu toplayan ihtiyara değil, Yensebek’e hayretle bakıp tebessüm ediyordu.
Durmadan gülen, sarhoşluk içinde eğlenen misafirleri Yensebek’in evine girmediler. Maşat dağ boğazında geçirdikleri yarım günle kanaat ettiler. Yensebek ise zayıflamış haliyle yine aynaya baktı ve ölü tebessümün yeniden canlandığını fark etti.
Bundan sonra gülerken gerçekten gülmüyordu. Rahatlıkla gülebilenlere deli gibi bakardı. Bazen dikilirdi. Biraz zaman geçince çok şeyden ölü tebessümü aracığıyla intikamını alırdı. Hem böyle teskin oluyor gibiydi…
Düşüncelerinden geri döndüğünde Yesmakan’ın ölü cesedi toprağa veriliyordu. Yensebek’ten başka tüm dostları etrafında dolaşarak yardımcı oluyorlardı. Cesedi kaldırıp yere indiriyorlardı. Cesedi tutamayanlar ise bel bükerek Yesmakan ile mezarlığa inecek gibiydi.
Yensebek de bir avuç toprak attı.
– Siz yardımcı olsanız. Yemekhane işine baksanız, dedi aksakallardan biri Yensebek’e . – Evet, sen gitsen iyi olur, dediler eski sınıf arkadaşları.
Yemekhanenin içi genişti. Birkaç sıraya dizilen masaları doldurdular. İnsan sayısızdı.
Yine herkes sırayla konuşuyordu.
– Bizim adımıza sen de konuş. Yoksa sıra bize gelmez, dedi eski sınıf arkadaşı.
Yensebek bu sefer gerçekten telaşlandı. Hesabında konuşmak yoktu. Daha doğrusu söz verecekler, konuş diyecekler, diye düşünmemişti. Fakat bunun için uyarılması gerekiyordu. Zira daha önemli cenaze törenlerinde protokol denen birşey vardır sonuçta. Yine sınıf arkadaşlarından teklifler yağdı. Fakat kendisini tercih edeceklerine ihtimal vermedi.
Konuşurdu konuşmasına da, sesinin rengini ayarlaması zor işti!
Gözlerini bir noktaya dikmişti. Dudakları morlaşmıştı, kelimeleri net duyulmuyordu. Şimdi de dudaklarının titremeye başladığını fark etti. Fakat burada dudakları morlaştırmamak gerekirdi. Milletin konuşma yaptığı gibi yavaş bir şekilde konuşmaya başlayarak ağzıyla kuş tutar gibi hitap etmek gerekirdi. Sonra gözleri yaşarır gibi yapıp titrek bir sesle bitirmek lazımdı. İşte o zaman sesin rengini kimse anlayamazdı.
Elinde kadeh tutarak ayağa kalktı. Kimin ne olduğunu millet anlar. Anlar anlamasına, güler gülmesine fakat kimse hissettirmez. O belli zaten.
– Yesmakan Dosbolov kimdi?! Ben onun kim olduğunu anlatmak istemem, dedi. – Benden önce ne güzel konuşma yapıldı. O, milletim benim diyen bir babayiğitti. Onun dostları çoktu. İşte o dostlardan birisi bendim… Burada biraz durakladı. Ne kadar güzel bir konuşma yapmak istese de, elinden gelmiyordu. Sesin de rengi de olur, diye bir yerde okuduktan sonra kendi sesinden korkmaya başlamıştı. Konuşurken sesinin rengini fark ederler miydi? Kim bilir belki de öyle renk menk yoktur. Eğer sesin rengi görünseydi, o zaman Yensebek’in ses renginden herkes bayılırdı. Hatta kalpleri dururdu. Kendisi de korkuyor gibiydi. Tabii ki kendi sesinden korkmuyordu. Sesini duyan – akıl sahipleri birşey fark ederler diye korkuyordu. Dolayısıyla farklı bir renk katmalıydı. – Ben yalnızım saygıdeğer dostlar! dedi konuşmasına devam ederek. – Evet, birlikte okuyan arkadaşlardan bu şehirde tek ikimiz kalmıştık. Şimdi ise ayrıldım dostumdan. Kuğu, göle doğru uçtu… Evet, hani derlerdi ya… Beyaz şahin çöle uçtu. Evet, herkesin gideceği yere gitti, derler değil mi? İşte aynen… bir hatip gibi konuşmak istedi. – İşte aynen, o bir sırdaştı. (Gülzar aşağıya doğru bakıyordu. Aripbek nerede acaba?) Bundan sonra sırımı kime söylerim, derdimi kime açarım… (Burnu sızlamış gibi yaptı, yaşarmayan gözlerini sildi. Fakat geç olduğunu anladı.)
Konuşmasını – hadi şerefe diyerek bitirdi. Kadehinden yudumlayarak sofradaki pişmiş tavuğa elini uzattı. Eskiden ah u vah edip konuşurlardı, kafalarını sallayarak mırıldanırlardı, keşkelere boğulup ağlarlardı, fakat bu törende herkes hissiz gibi oturuyordu. Duygularını gizliyorlardı sanki. Yensebek’e böyle göründü. Bu yüzden kafasını kaldırmadı.
– Gerçekten muhteşem bir insandı. İyilere her yerde ihtiyaç vardır, kim bilir belki de öbür dünyaya Yesmakan gibiler lazımdır. Arkasına bakmadan gitti. Arkasında ağlayıp sızlayan bizler kaldık. Bu adama herşey nasip edilmiş, dedi karşı tarafta oturan biri. – Her şehirden, her eyaletten bir sürü dostları varmış, baksana…
Sonra gözlerinden ateş fışkıran birkaç yakışıklı genç konuştu. Herkes Yesmakan’ı bir üstat olduğunu, ağabeyden daha şefkatli olduğunu, merhametli olduğunu söyledi. Yesmakan’ın işini devam ettireceklerini vaat ettiler.
– Ne zaman… Bu kadar delikanlıya ne zaman üstatlık yapmıştı… Böyle pırıl pırıl gençlere… Allah Allah!!!
Eskisi gibi mırıldanarak evine kadar geldi.
Eşi ona bakmadı bile. Mutfağa geçti. Çay demledi. Eşi çayını verirken o buruşmayan yüzünü kapıya doğru çevirmişti. – Merhamet dediğin kaldı mı? Var mıydı eskiden?
Yaş altmışa yaklaştı. Adam gibi elli yaşını kutlamadı. Kimseye söylemedi bile. Mütevazı göründü. Nedenini kendisi de bilmiyordu, fakat doğumun ellinci yılına tören düzenlemedi.
Altmışı da aynen geçer herhalde. Yetmişi de değişmez. Seksenden yine bir şeyler bekler. Fakat kim bilir belki de altmış yaşını dolduramayabilir. İhtimal. – Şu şey gibi hastalık çıktı. Oturduğu şehirde bu hastalığı öyle adlandırmışlar. O hastalığın ilacını değil bu şehir, dünya bulamamış. – Şu şey gibi derler. – Gerçekten öyle miymiş? diye hayret eder. Biraz vakit geçer. – Ne dersin, falan öyle yapmış, derler. – Şu şey gibi demişti, korkunç gerçekten!
Evet, ölümün kendisinden ayrılmadığını bir yerden okumuştu. Ölüm bir yerde bulunuyordur. Hatta seyrediyordur her şeyi! Bazen mırıldanan ölüm müdür, yoksa?! Odur! – Şu şey gibi’den mi tutar, o şey gibi’den mi alır, bir gerçek ki, bir gün gelir bir gün kalır.
Ne kadar çok insan vardı. Ölürse, evet, ölürlerse, ne kadar adam ölür? Tebessüm etmek istedi. Ölü tebessümünü bulamadı. Sırıtmak istedi. Yapamadı.
– Merhamet nerede? İnsanda merhamet kalmadı.
Yıkandı. Sonra çay içti. Eşi işteydi. Kızı da, oğlu da ayrı eve çıkmışlardı. Çocuklarına karşı çok sertti. Çocukları yaramazlık yapmadılar. İkisi de üniversite mezunuydu. Evlenmediler. Merhametten uzaktılar. İhtimal, Yensebek vefat ettikten sonra evlenirler. Öyle sanıyordu. – İnsanlarda merhamet kalmadı! Yoktur merhamet!
– Ben ölürsem kaç insan gelir acaba?
Yine sırıtmak istedi. Biraz sırıtabildi. Yıkanmanın etkisidir. Yerinden kalkıp dolaba doğru yanaştı. İçki alarak kristal bardağın içine döktü. İçti dibine kadar. Yine içti. Yine… Ne derler; er olarak doğan adamın sayımı üçe kadardır. Telefonuna yaklaştı.
Dostları var mıydı? Varsa, ne kadar? Pekiyi, öğrencileri? Hayatında ne kadar iyilik yaptı? Ne kadar genç delikanlıya merhamet edebildi? Okşayabildi mi? Yesmakan’ın cenazesine bir sürü genç geldi…
Artık bundan sonra düşünceyi derinleştirmek istemedi. Sorular sanki sıkıyordu, cevaplar ise nefes aldırmıyordu. Birer düşman kesilmişler. Yine ezdi…
Telefonunun yanında oturdu uzun vakit. Hanidir içmemişti şimdi içki damarlarında dolaşıyordu.
– Ben vefat edersem, kimse gelir mi?
– Yesmakan’a gelmeyen, beraber okuyan kimler var?
Kızılorda’da Köbey var. İki sene önce toplantıda karşılaştılar, telefon numarasını vermişti. Yesmakan’a gelmedi. Onunla haberleşmek lazım.
– Adam lazımmış, a-d-a-m… Mırıldanan hali iniltiye dönüştü. Artık düşünmeye vakit kalmadı. İşini aradı. Kızlar hızlıca bağladılar. Yensebek’in ses renginden ürkmüşlerdi.
– Alo! A-l-o! Köbey sen misin? Hey, kanka-a-a! Eski öğrencilik yıllarından kalan kelimeyi bulabilmiş olmaktan memnundu. – İyi misin? Çoluk-çocuk nasıl? Beşi de mi evlendi? Önem vermiyorsun ha? Ses rengi yine bozuldu. – Deme ya, azalıyoruz valla… Yesmakan gitti kerata. Bugün… Bugün defnettik. Mektup aldım mı diyorsun. Gelmedin? Evet. Haklısın. Anlıyorum. Hepimiz zincirli köpekleriz. Çok güzel geçti. Yemekhaneye ben baktım. Her şeyi hallettim. Öyle işte… Bir haberleşeyim, dedim… Haberleşelim hep… Eve buyurun. Eski adres. İş eskisi gibi. Önemli değil, büyümeyi sizlere emanet ettik. Ok. Hadi görüşürüz. Selam söyle. Tamam. Bugün varız, yarın yokuz… İlişkiyi kesmeyelim. Evet…
– Hızlıca konuşuyor. Benden kurtulmak istiyor kerata. Korkunç hal. Merhamet nerede? Hani nerede? Kimde var?! diye düşündü.
Taraz şehrinde kim vardı? İç çekti. Kim vardı? Oradakilerin hepsi Yesmakan’a gelmişlerdi. Sınıf arkadaşlarından kimse yok. Sahiden, geçen sene sanatoryumda beraber olan Sayduali vardı ya? Onunla haberleşmek gerek.
– Alo! Sen misin Sedoş! Tanımadın mı? Sanatoryumda aynı odada kaldık ya. Evet, benim. Birkaç kere aradım mı diyorsun? İş gezilerimiz çok. Nasılsın? Sağlığın nasıl? Her şeyden önce sağlığın nasıl oldu? Diğeri ise satılır. Dediğin gibi öyle işte. Bizler… Eski hastalık. Hastalıktan ölürsem cenazeme gelir misin? Efendim? Şaka tabii ki? Seni aklımdan çıkartmadım. Bu sene sanatoryuma gidemeyeceğim. Biraz gezmek istiyorum. Seni de ziyaret ederim. Şimdilik o hastalıktan öleni görmedim. Eğer başka bir hastalıktan vefat edersem bir avuç toprak atmaya gelirsin. Hadi bakalım, söz ver. Nasıl? Ölüm dediğin bir anlık… Bugün bir arkadaşımı gönderdim. İyi dostumdu. Gitti öbür dünyaya. İyi insandı. Hayatta olsaydı büyüyecekti. Hayır, kaza değil. Şu şey gibi… Evet, öyle. Bizde ona – şu şey derler. Ne ise. Seni çok özledim. Haberleşelim yine. Eve buyurun. Sonbaharda, tamam gelirim…
Yensebek bir an sessiz kaldı.
Gerçekten de şu iki kişiyle kendisi mi konuştu? Rüya mıydı, gerçek miydi? Bu istek nereden çıktı? Seçtiği kelimeler nereden, hangi taraftan geldi?
Yine telefonu eline aldı. Fakat kiminle görüşeceğini bilemedi ve yere fırlattı.
Cansız gibi dikilmiş oturuyordu. Ölü tebessümü kendisine tekrar dönmüş gibiydi. Aynaya bakıp kendisinden hoşlandı. Aynaya yaklaşmak istedi ama yerinden kalkamadı.
Evin içi sımsıcaktı. Dışarıda mayıs rüzgârı esiyordu. Mayıs ayı, Yesmakan Dosbolov’un ebediyete göçtüğünde mayıs ayı tüm güzelliğini tüm evlere hediye etmişti…

ARABA MESELESİ
– Stalin’in başını ne diye ağrıtıp durursunuz ha? diye İkinci Dünya Savaşı engellisi Arzımbet aksakal küplere bindi. – Vara yoğa karışacağınıza kışlık odununuzu hazırlasanıza.
– Millet bir olup bir ağızdan ha dese de hâlâ desteğinden vazgeçmezsin değil mi? Şu hâline baksana, iki bacağın kısalmış oturuyorsun. Herkese sözünü geçirip dediğini yaptırmak istersin moruk, dedi Yelemes ihtiyar bir zamanlarda başkanlık yapan Arzeken’in[7 - Kazakçada saygı amacıyla erkek adları kısaltılıp sonuna eke, – eken gibi ekler getirilir.] söylediklerini sindiremeyerek ve sözleri kalbine saplanmış gibi üzgün bir şekilde yüzünü buruşturdu. – Bacakların sağlamken de tamamen onun tarafında idin zaten?
– Burada böyle oturuyor olmamız bile muhteşem değil mi? dedi Ojan.
– Ne kadar savunursanız savunun ölene kadar o bıyıklıyla dalga geçmeyi bırakmam, dedi kütük üzerinde oturan Ürpekbay iyice tamtakır olmaya yüz tutan Konırdağ’ın yamaçlarından gözünü ayırmayıp ve fikrini pekiştirerek taşın üzerine tükürüp – Birileri üzülür diye alttan alıp yalakalık yapacak değilim hiç de. Allah canını alsın, hangi dergiden okumuştum, kesip saklamak istemiştim, Nazar’ın cenazesine acele edince tamamen unutmuşum. Orada şöyle yazmışlar…
– Bugünlerde gazeten geveze, dergin dedikoducu olmuş hepten, onu ne diye söylersin? dedi Arzımbek eski püskü koltuk değneğiyle karaağaçtan yapılma protez bacaklarını kaşıyarak.
– Hey gidi günler. Savaştan önce bir güzel patron olup her boku yapmış. Ondan sonra bu herif o diken bıyıklı sövülüp sayılırken koca direğini savunmasın da ne yapsın!
– Burada böyle oturuyor olmamız bile muhteşem değil mi? dedi Ojan ihtiyar. – Birbirimizi yemeyi bıraksak ya.
– Yegorov denen asker arkadaşı Stalin’e şöyle bir mektup gönderir: “Ne olur kurtar, bugün yarın kurşuna dizecekler, iftira atıyorlar. Bir kaputun altında yatmış, bir dilim ekmeği paylaşıp yemiştik…” Stalin köpeğin bile yüreğini parçalayacak mektubu memnuniyetle okuyup “Bu gece vurulsun!” diye yazıp imzasını atmışmış.
– Caniliğe bak sen, zalim bıyıklı!
– Ne kadar merhametsiz insan ha?
– İnsan mı?
– Bunların hepsi doğru mudur, yoksa herkes aklına eseni mi yazıyor acaba?
– Yeter, kızıl kurt gibi uğuldaşmayıp Şarkakpa’nın saygın ihtiyarları, soylu aksakallar gibi sırayla konuşsanıza.
– Şu hâlinize bakmaz, gençlere kızarsınız bir de.
– Burada böyle oturuyor olmamız bile muhteşem.
– Soylulukta bir değer, ihtiyarlıkta bir hayır kaldı mı diye neden sormazsınız? Zaman değişti, köy bozuldu kardeşler.
Şarkakpa Köyü’nün toz toprak ve pislikten uzakta bulunan yüksekçe bir yerinde her zamanki gibi akşama doğru toplanan beş ihtiyar grubuna bisiklete binmiş bir çocuk yaklaştı:
– Dede seni ninem çağırıyor, dedi çocuk bir ayağını yere değdirip. – Karadağ’dan ablam geldi, sabun getirmiş, ninemle ikisi senin gömlek ve pantolonlarını yıkamak istiyorlar.
Ojan ihtiyar yerinden kalmaya yeltendi, etrafına kibirli bir bakış attı güzelim ata benzemeye çalışarak.
– Sevindiği şeye bak zavallının, dedi Yelemes ihtiyar arkasına dönüp tükürerek. – Torununa “sen” demeye nasıl izin verdin? Neden “siz” diye kibarlık etmez? Şu karına selam söyle gömlek ve pantolonlarını yıkayıp durmasın, anladın mı? Kışlık kıyafet Eylül’de eskir derler. Biliyorum çamaşır yıkamayı pek sever. Dükkânda kumaş da tükeniyor, onu da düşünsün.
– Tükenmeyen ne kaldı ki?
– Hey ya. Sabuna bile babamız askerden gelmiş gibi seviniyoruz.
Ojan gidince dört ihtiyar kaldı.
– Karısı var köyde, sabun temin eden kızı var şehirde, bu da mutlu Allah canını almasın, dedi eşi olmayan Yelemes ihtiyar.
– Gözünü sevdiğim Andropov hiç olmazsa beş sene kalsaydı bizim çektiğimizi kimse çekmezdi.
– Hey ya, iyi dedin. Bir çift laf etmeden de düzeni kurmuştu, ne yazık ki…
Dört ihtiyar hep birlikte kısa bir süre sessizce oturdu. Bir an kendilerine doğru gelen yaşlı bir kadını gördüler. Dördü birden yaşlı kadına bakakaldı.
– Bu hanginizinki? dedi Arzeken.
– Kim olacak, Kamıtayak Kanımkül’dür. Ayağa kalk Sıpatay bahadır! dedi Yelemes.
– Yüksekteki eti beğenmeyen kediliğini bırakmazsın değil mi uyanık dostum, diye Sıpatay da Yelemes’e hemen laf yetiştirdi. Karısı bunların bulundukları tepeye yan bakış atıp elini alnına götürerek doğu yöndeki Konırdağ tarafına baktı. Sonra çıplak ayağına giydiği lastik ayakkabısını çıkarıp çakıl taşlardan temizledi. Çarpık bacakları az bir şey gözükünce yaşlılar hep birlikte yere bakar gibi yapılar.
– Toklularından biri yok, üçü gelmiş bir şekilde. Sense yan gelip yatıyorsun bakıyorum, dedi karısı Kanımkül. – Kalk hadi. Sen şu topalın evinden aşağı doğru iyice bir bak. Ben de yukarı doğru sürüneyim. Ramazan için sakladığın hayvanı biri keser de yerse elin boş kalakalırsın zavallım.
– Arzımbet’e topal, Sıpatay’a zavallı dedin. Yelemes’le bana söyleyeceğin bir şey yok mu? dedi Ürpeken.
– Sen otur oturduğun yerde ağız kavafı. Kemiği kurumuş Stalin’den söz etmeye devam et istersen, dedi Kanımkül hiç lafını esirgemeden. – Yelemes’e dul kalmasını söyleyen ben değilim. Karısının kanını delik yapmadan emip erkenden öldürmüş, rahatına kavuşmuş bu zalim.
– Al işte, ağzının payını aldın işte. Sen ağız kavafı, ben de zalim oldum, dedi Yeleken yüzü kızararak.
– Kazakların kutsal kabul ettikleri yedi hazineye kadın dâhil mi, dâhil değil mi? Bir tanesinin köpek olduğunu iyi biliyorum da, dedi Arzeken.
– Karı kız milletini sen daha iyi bilmez misin? Onu neden bize soruyorsun? diye esnedi Ürpekbay. – Stalin, tüm halkın aklını alıp iyice aptallaştırmıştır. Hepimiz etraflı ve tam düşünemeyip hayatımızı yüzeysel biçimde yaşıyoruz. Ülkenin yarını ne olacak, iyice gerileyip bozulan köyün ne olacak? Gelişeceği yerde geride kalıp alaya alınan şu okuluna bak. Öğrenci sayısı da az. Geçen Cumartesi yapılan düğünün kanlı kavga ile bitmesine ne dersin? Ya dünkü Nazar’ın cenazesi? Adam başına beşer somdan jırtıs[8 - Kazak geleneğine göre yaşlı kimselerin ölümünden sonra onun yaşı kadar yaşama temennisi ile dağıtılan kumaş parçası veya para] dağıtılmasaydı kim gelirdi? Kim yas tutup defnederdi? Şarkakpa’da doğan çocuklarının birinin bile elinden iş gelmez. Benden çoğalanların dahi içinde Allah kahretsin adam olacak birini bulamazsın. Bunların hepsi öncelikle Stalin’in suçudur.
– Ne yani, Stalin Şarkakpa’ya gelip geceyi Şaripa’nın koynunda mı geçirmiş? – Arzımbet tekrar değneğiyle ağaç bacağını kaşıdı.
– O gelmedi, ama yaşamı senin gibi yetkililer batırdı. Nazar neyse, bundan iki hafta önceki yamuk kafayı düşünsene! Sadece bir çocuğu vardı cenazede. Diğerleri nerede? Neden gelmediler? Böyle şeyleri görünce korkmadan, ürkmeden nasıl rahat yemek yer insan?
– Yemeği bulursan yersin, dedi Arzeken.
Üçü de sessiz.
Etraf kararmaya başlasa da havada hâlâ kötü kokulu toz vardı. Üç ihtiyarın kafaları zonklayıp gözlerinin önü de kararmaya başlamış gibiydi. Pek hoş olmayan durumlarını birbirlerine belli etmemeye çalışarak birbirlerine hem sevmeyen, hem de kıyamayan bakışlar atıp yüzlerini buruşturuyorlardı. Lakırdıları bıçak gibi kesilmişti.
Bu sessizliği Ürpeken bozdu.
– Yönetici olup o bıyıklı için çalıştığın yıllarda aklını yitirmediysen yedi hazinenin hiç olmazsa yarısını bilmez miydin? diye Arzekene doğrudan laf çarptıktan sonra kibarca gülümseyip ortamı yumuşattı. – Bilmiyorsan öğren: ilki Hz. Hızır, ikincisi talihtir. Her ikisi de başına konan devlet kuşudur. Üçüncüsü akıl, dördüncüsü sağlık, beşincisi zevce, altıncısı rızık, yedincisi köpektir. Hey Arzımbet! Hey Yelemes! Bu yedi hazinenin tamamına her birimiz şahsen sahip olmasak da şu köyümüz, ülkemiz sahip değil miydi? Bize ne oldu da böyle soysuzlaştık? Allah Hızırımızı Konırdağımız, talihimizi Bilikgöl edip yaratmamış mı baştan! Bedenden ayrılan can, gözlerini sevdiğim ruhlar bize hep destek olup kollamaz mıydı? Onlar neden ürktüler? Bunu bir düşünsenize. Neden Konırdağ’ın koruyanı, Bilikgöl’ün bileni yok? Neden sahipsizler? İnsanlar neden hayvana dönüştüler?
Arzımbet karanlıkta değneğinin ucuyla toprağı karıştırdı.
– Bizden zenginlik ve yönetimi alıkoyarken sunduğunuz cennet ve sağladığınız güzel yaşam bu olmuştur da ondan, dedi Yelemes yüz ifadesini hiç değiştirmeden.
Üçü tekrar sessiz kaldı.
Tepenin kimsesiz tarafı titredi. Yer sarsılmış gibi oldu. Toz kokusu yağla karışıp üç ihtiyarın sinir hücrelerini uyardı. Üçü birden öksürdü, üçü birden aksırıp hapşırdı.
Şarkakpa’da yaşayıp oradan elli kilometre kadar uzaktaki fosfor taşı çıkarılan madende çalışan dört beş erkek vardı. Onlar böyle karanlık çökünce böyle yeri titreterek gelirler, ortalık henüz ağarmadan tekrar giderlerdi.
Üç ihtiyar sessizce biraz daha oturdu. Eylül ayı yaklaşmış olmasına rağmen hava hâlâ bunaltıcıydı. Ürpeken diğer ihtiyarlara kıyamıyor, kalmak istiyor. Ancak eşi rahatsız olduğundan mızmızı da çoktur. Şu Arzeken de içindeki zehri köydeki sayısı az ihtiyarlara aktararak rahatlamış, oturuyordu. Bir zamanlar yönetici olduğundan ona saygı duyan da, karaağaçtan yapılma bacağından dolayı ona acıyan da işte bu yaşlı adamlardı. Yoksa evinde bile sayıldığı söylenemez. İki oğlu başkentte okumuş, bilimin peşine düşmüştür. Büyük olan adlarıdır, yoksa küçücük hayırları dokunmaz. İkinci eşi ile kıt kanaat geçinip gidiyorlar. En hayırseveri Ojan’ın Karadağ’daki kızıdır. Deminki gibi akşamüstü iki buçuk kilometrede bulunan yassı taşın yanından iner, “İkarus” marka kırmızı otobüse veda edip köye geliverir. Annesi ile babasının temizliklerine bakar, çorbasını yapıp hapşırtarak terletir, gömlek don bırakmadan yıkayıp ütüler, gider. Sıpatay’ın adı bahadırınki, yaşamı ise kadınınki gibidir. Kendisi sık sık hastalanır. Tahtalıköye giden yolda sırada onun arabası mı bekler, kim bilir? Az çocuk sahibi değil. Yarısı Janatas’ta, geriye kalanları Karadağ’da. Gelmezler. Alkol ve sigara müptelası olan çocuklarına dayanamayıp dedelerine sığınan torunları teselli onun için. Yıkılmak üzere olan zavallı okuldaki öğrencilerin sayısını arttırmaya yardımcı olurlar hem. Köydeki iki üç öğretmenin Sıpeken’i başlarının üzerinde tutmalarının nedeni işte bundandır. Artık Yeleken’e gelecek olursak Stalin’i sövüp duran Ürpeken’in bile onun yanında az da olsa susması gerekir. Yeleken, zamanında zengin toprak sahipleri listesine alınıp sürgün edilmiş. Sonra döndüğünde paçadaki biti başına çıkacak kadar sefil yaşam sürmüş, çok sıkıntılı yıllar geçirmiş. Savaşta esir düşünce kaçarak memlekete döndüğünde hem eş dost sırtını dönmüş, hem devlet yetkilileri baskı yapmış. Bunlara bir de eşinin erken ölümü eklenecek olursa küçük bir şeyde kanının beynine sıçramasına, saldırgan yapısına anlayış göstermek mümkündür. Yaşlı adamların hepsi anlıyor. Teşekkür ederiz.
– Hadi gidelim, dedi Yeleken. – Git diyecek, saygıyla sofraya davet edecek kimse var mı ki? Toz toprak içinde kalan Şarkakpa’ya bombayı atıverip arta kalanını şu Evliyaata ile Çim-kent’teki fosfor aslanlarının ağzına eşit bir şekilde döküversen keşke!
– Bir tek sen sağ kurtulup tek başına kalakalsan, bir kenardaki tepeden alaylı alaylı baksan değil mi? dedi Arzımbet. – Hadi kalkacaksak kalkalım. Yoksa ılık çaydan da mahrum kalırız. Bismillah!
Şarkakpa, eski zamanlarda cennet kadar güzel bir şehirmiş. Şimdi de şehri aratmayacak güzel bir ilçeye dönüşebilir. Arka tarafında dağ, ön tarafında göl. Konırdağ’dan şırıl şırıl akan su ne muhteşem! Dağın yamacında koyunlar otlayıp kuytu yerlerinde atlar kişnese keşke… O bölgeler az gelecek olursa Bilikgöl’ün çayırı da duruyor boş boş. Dağ tarafından şırıl şırıl gelip bıcır bıcır bir şeyler söyleyen, fakat köyde istenmediğinden çocuk gibi küsüp bataklığa batan pınarın durumu ise şudur. Her bir evin etrafını çevreleyip bahçe ekilse ne bolluk, ne bereket olurdu. Kimse bunu yapmadı, millet şehre geçti. Böylece köyden devlet kuşu uçtu, akıllar azaldı, bünyeler zayıfladı, beyazlar kir tuttu, kısmetler kesildi, köpek havlamak yerine ulumaya geçti. İnsanları bilincini yitirip geleceği kararan Şarkakpa’nın zifiri karanlıkta toz ve toprak içinde kalarak can çekişmesi tüyleri ürpertiyor.
Ürpeken ötecek olursa her şeyin sorumlusu o bıyıklıdır. Yeleken konuşacak olursa bir zamanlar zengin toprak sahiplerinden alıkoydukları varlığa sahip çıkamayan fakir fukara suçludur. Sıpatay, Hruşçev’i yerer, Andropov’u över. Ojan, herkese, özellikle de Brejnev’e çok minnettar. Arzeken’e göre ise kaderine eziyet yazılmış Kazak halkının her yerini saran marazdır.
* * *
Aniden ortaya bir haber atılıp hemen yayılıvermişti. O haber Şarkakpa’ya da bomba gibi düşmüştü. Bomba haber şuydu: İkinci Dünya Savaşı engellilerine, o sıcak savaşa katılan herkese birer araba tahsis edilecek! Tamamına. Herkese. her birine birer birer. Araba. Şöyle böyle araba değil, eskiden altmışlı yılların ortalarında ancak çok nadir insanlara tahsis edilen küçük, basık ve böcek gibi arabamsı araçlardan değil. Bildiğimiz “Moskviç” markanın yeni modellerindenmiş. Bununla ilgili olarak ilçe yöneticilerine gazilerin listesinin yeniden yapılması, belgelerin tekrar düzenlenmesi talimatı verilmiş. Elbette gazilere gıcır gıcır arabaları bedava hediye edivermeye bizim engin devletimizin imkânı henüz yoktur. Belki de olabilirdi, ancak sosyalizm yapısı ilk başlarda doğru bir şekilde başlamasına rağmen sonraları bir o tarafa, bir bu tarafa çekilerek yolundan saptırılmış, parçalanmıştı. Bu yüzden de İkinci Dünya Savaşı gazilerinin tahsis edilecek arabanın tutarının yarısını, yüzde yetmiş beşini, belki de tamamını ödemeleri gerekebilirmiş.
Bazı köylerin ak sakallıları ile kara sakallıları belgelerini tastamam edip uzaktaki ilçe merkezine yolculuk yapmış bile diyorlar. Birtakım köyün birçok yaşlı adamları da bırak araba almayı, ne arabayı sürmeye, ne de binip oturmaya durumları olduğunu, çay ve şekeri zorla aldıklarını, devletin kendilerine bakacaklarına inandıklarından o hâle geldiklerini söylemiş, köpeğin bile yemeyeceği o demir parçasını verip güya memnun edeceklerine parasını vermelerini istemişler. Şöyleymiş de, böyleymiş. Değişik değişik söylentiler varmış ortalıkta.
Şarkakpa’nın yaşlıları içlerine kapanıp sessizliğe bürünmüşlerdi. Hatta toz ve topraktan uzakta bulunan tepede toplanmayı bile bırakmışlardı. Araba meselesi beş ihtiyar adamın kafasını karıştırıp birkaç gün içerisinde iyice yaşlandırmıştı.
Hepsinden iyisi yine Ojan’dı. Karadağ’daki kızı “Araba verecekleri doğru ise alırız. Kenardaki paramız yarısını da, yüzde yetmiş beşini de ödemeye yeter. Tamamını isteyecek bile olsalar hiç merak etmesin”, demiş.
Sıpatay sıkıştı. Alkol ve sigara düşkünü çocuklarının bir tanesi bile en ufak fikir belirtmemiş, kendilerinde alıp almamasını söyleyecek güç bile bulamayıp biralarını kafalarına diktikleri hâlde kalakalmışlar. Çocuklarından destek istemek için Karadağ’ı geçip Janatas’a kadar giden zavallı Kamıtayak Kanım-kül boşuna masraf yapmış, yorgun argın zor dönmüş.
Ürpekbay ürpermiş. Yine de belli etmek istemeyip Stalin’i hedef aldığı gibi arabaların hiçbirini beğenmeyip burnu havalarda oturuyormuş. Bırak yarısını, çeyreğini bile ödeyecek hâlinin olmadığını kabul edecek gibi değilmiş.
Yelemes’in evine üçüncü günün gecesinde uyku saatlerinde iki genç adam gelmiş. İsteklerini üstü kapalı iletip tekliflerini fısıltıyla söylemişler. Kısacası arabayı kendisi alıyorsa ne âlâ, ancak öyle bir düşüncesi yoksa hakkını bu iki kardeşinden birine versinmiş. Üstüne üç bin somu hemen şimdi bırakırlarmış. Yeleken öyle düşünmüş, böyle düşünmüş. Oflayıp puflamış, tansiyonu yükselmiş ve bir, iki gün içerisinde cevap vereceğini söyleyip yatağa uzanmış.
Sıpatay, abdest almaya dermanı yok, siyah ibriği bir yanda, kendisi diğer yanda otururken ona da Şarkakpalı fosfor madeninde çalışan bir delikanlı uğramış. Genç adamın ne dediğini, ihtiyarın ne cevap verdiğini net bilen kimse yok. Sonuç itibarıyla ertesi gün Sıpatay bahadıra seksen yıllık yaşamında bir defa nasip olmayan tatil paketi gökten inivermiş ve Evliyata yakınındaki kaplıca evlerine doğru yol gözükmüş. Madendeki ağır aracın sahibi hafif araçla gelip götürürken çarpık bacak karısı dört toklu ile tek keçenin arasında elini sallayıp kalakalmış.
Aradan iki gün geçer geçmez Yelemes ihtiyar iki bin somu uçkuruna gizleyip yakınlardaki bankası olan ilçeye doğru yolculuk yapmış.
Bu köyün beş ihtiyarı bir araya gelmeyi, sırlarını paylaşmayı bıraksalar da tüm sırlar geçen senelerde Bilikgöl’ün kimya fabrikasının atıklarından katliam olan balıkları gibi her şey su yüzüne bir bir çıkıyordu.
Dördüncü gün olmalı, Ürpekbay ihtiyara da sıra gelir. Okulda öğretmenlik yapan Yensebek evine yemeğe davet eder. Soğuk yüzlü, hastalıklı görünen ve selamlaşır selamlaşmaz sırtını dönme alışkanlığına sahip bu öğretmenin evinde o güne kadar hiç bulunmamış meğerse. Bir köyde oturup nasıl olur da bir kez bile ayak atmamış! Bu zamanda bunun gibi ilginç şeyler çok yaşanır. İşte şimdi o eve doğru gidiyor İkinci Dünya Savaşı gazisi, büyük lider Stalin’in gerçek düşmanı Ürpeken. Yensebek’in kapısının önü tertemiz parlıyor, tıpkı göl yılanları daha şimdi yalayıp gitmişler. Kendisi desenli takke giymiş, iki elini birden uzatarak selamlaştı. Göle bekçilik yapan büyük oğlunun elinde havlu. Genelde yan bakan ve içindeki çirkinlik yüzüne vuran bodur gelin de pek çirkin görünmüyordu.
Evine girenin çıkmak istemeyeceğini söyleyenler haklıymış.
– Masaya mı oturalım aksakal? dedi Yensebek. – Yoksa yer daha mı iyidir?
Ürpeken biraz düşündü ve:
– Masaya oturmayı da bir deneyelim, dedi kendisi de beklemedik davranış sergileyerek.
– Şunlara ne dersiniz? dedi öğretmen. Başkent votkası ile Stalin’in köyünde üretilen konyak az değil.
– Çocuklarımın hepsi içer. Ben bırakalı çok oldu, ama bugün içeceğim, dedi Ürpeken. – Şu Cugaşvili konyağından koy bakalım.
Yensebek boşu boşuna ağırlamaz kimseyi, kendince yaptığı hesabı kitabı vardır elbette. Evet, bildiğimiz araba meselesidir.
– Çocuklarımın hepsi alkol düşkünü, alkolik, dedi Ürpeken ikinci veya üçüncü kadehten sonra biraz daha açılarak. – Bunun nedenini şöyle düşündüm, böyle düşündüm ve sonunda kendimi ve Cugaşvili’yi sorumlu buldum. Savaşta başından sonuna kadar içki ve ispirtoda yüzdük resmen. Koy ve iç, koy ve iç. Öyle olmuştu. Oradan gelip şu Şarkakpa’nın ağzına kadar içki dolu fıçısına daldık. Öyle birinden adam gibi bir çocuk doğar mı ki? İçkiyi döke saça veren Cugaşvili mi suçlu, yoksa düşünmeden kafasına diken hayvan Ürpekbay mı suçlu? Onu Allah’tan başka kimse bilemez…
Oturma uzun sürmedi. Yemek yendikten sonra Yensebek direkt arzusunu dile getirdi:
– Ürpeke, yalakalık edecek değilim, mesele sizin de tahmin ettiğiniz gibi araba meselesidir. Sizinle fazla alışverişimiz yoktu. Nedense hiç boş vakit bulunmaz, düşündüğümüz genç nesil olunca. Ür ağabey araba alacak durumunuzun olmadığını çok iyi biliyoruz. Elinizdeyken bize bir iyilik yapıp hakkınızı bize doğru atıverin. Parasını biz öderiz, arabayı siz almış olursunuz. Vekâletname düzenleriz, geri kalanını ben ayarlarım. Bizde kötü niyet yoktur bilirsiniz, ağabey kardeş olalım sizinle. İsteğimiz budur Ür ağabey!
– İyi, iyi kardeşim, dedi Ürpeken sarhoşluğundan hemen ayılarak. – Senin gibi kardeş bulursam daha ne isterim? Araba dediğin nedir… Al, tabii al. Dediğin gibi olsun kardeşim…
Yensebek bir daha doldurdu. Ürpeken kaldırmadı. Kibarca gülümsedi sadece.
Bir tek Arzımbet aksakalı kimse rahatsız etmedi. Daha önce başkanlık yapmış olduğundan millete pek belli etmese de yorganının altında bolca para sakladığı, üstelik başkentte bilim adamları olan çocuklarının bulunduğunu düşünerek zahmet etmeye gerek kalmadığını düşünmüş olmalıydılar.
Böylece Şarkakpa Köyü’nün Arzımbet ve Ojan dışındaki gazilerinin tamamının değeri artarak baş üstünde tutulmaya başlamış, yaşam koşulları beklenmedik bir anda değişivermişti. Kendilerinin o kadar değerli bulunup başlar üstünde tutulacakları rüyalarına bile girmemişti.
Aradan bir ay kadar zaman geçti.
Sıpatay bahadır ılık su ve çamurla tedavi eden tatil evinde yirmi üç gün dinlenerek değneksiz döndü. Rüzgârdan koruyup binek arabayla getiren de aynı delikanlı oldu. Köye yaklaştıklarında Konırdağ’ın alt tarafındaki yassı taşın yanında durup “Araba benim değil, senin olacak” cümlesini içeren yazı yazdırıp imzasını attırmış. İhtiyar kocasının değneksiz yalpaladığına sevinen Kanımkül Hanım dört toklunun birini kestiriverdi.
Köyün kenarındaki tepede sahil ayrığı yeşermeye başladı. İnsan oturmayınca öyle olurmuş. Yine de sonbaharda yeşermesinin hiçbir anlamı yoktu, toz ve topraktan biraz uzakta bulunan tepenin durumunda bir iyileşme olmadı. Arada bir Ojan, bazen de Arzeken o tarafa doğru yönelir, ancak yarı yoldan geri dönerler. Yeleken apandisit olmaya da zaman buldu, az kalsın ölüyormuş. Ürpeken’i Yensebek öğretmen, ağabeyi tayin edip bazı akrabalarını gezdirmiş.
Aradan birkaç gün daha geçip Konırdağ’dan hızla aşağı dökülen doğal kaynak suyun büyük bir kısmı göle aktığı anlarda Şarkakpa’ya kötü bir haber ulaştı. Yaşlı adamların hepsi endişeye kapılıp onların etrafında dolaşanların elleri ayaklarına dolaştı. Ne diyelim, gazilere, daha net söylersek İkinci Dünya Savaşı’na katılanların tamamına araba tahsis edileceği meselesine değişiklik getirilmiş. Ülkemizin içinde bulunduğu çok zor ekonomik ve diğer durumlar nedeniyle bu mesele askıya alınmış, belirsiz bir süreye, belki beş yıla, Büyük Zafer’in ellinci yılına kadar ertelenmiş.
Arzeken kıs kıs güldü.
Ojan ihtiyar derin ah çekip bulunduğu muhteşem duruma şükretti.
Sıpeken’in tekrar değnek edindiğine dair söylenti çıktı.
Yeleken iki bin somun faizini almak için bankaya acele etti.
Ürpeken eski hamam, eski tas, sadece içine Stalin’i değil, şimdiki yöneticileri de acımadan katıp çeşit çeşit hikâyelerini döktürdü.
En büyük gelişme ise Şarkakpa’nın kenar kısmındaki toz topraktan biraz da olsa uzaktaki tepede beş yaşlı adamın tamamının her zamanki gibi akşamüstü bir araya gelmeye başlaması idi. Elbette her ne kadar döktürürlerse döktürsünler konuşmalar eskisi gibi olmuyordu. Köpeğin de yemeyeceği demir aracın zararı olmalı. Bu sene kışın sert ve uzun olacağını söylüyor millet. Bir sonraki baharı hepsi birden sağ salim görebilir mi, yoksa şu tepeye mayın atılmış gibi bir ikisini götürür mü, orası bir Allah’a malum.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/marhabat-baygut/ses-rengi-69499648/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Pek iyi ile mezun olan üniversite öğrencisine verilen kapağı kırmızı renkli diploma

2
SSCB döneminde tarımsal üretim yapan devlet çiftlikleri

3
Türkçe anlamı: Don vadi

4
Türkçe anlamı: naneli

5
Eski SSCB’de tarım kooperatifi

6
SSCB döneminde kullanılan para birimi

7
Kazakçada saygı amacıyla erkek adları kısaltılıp sonuna eke, – eken gibi ekler getirilir.

8
Kazak geleneğine göre yaşlı kimselerin ölümünden sonra onun yaşı kadar yaşama temennisi ile dağıtılan kumaş parçası veya para
Ses Rengi Marhabat Baygut

Marhabat Baygut

Тип: электронная книга

Жанр: Историческая литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 16.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Ses Rengi, электронная книга автора Marhabat Baygut на турецком языке, в жанре историческая литература

  • Добавить отзыв