Ebedî Aşk

Ebedî Aşk
Marsel Garipov

Marsel Garipov
Ebedî Aşk. Abdullah Tukay ile Zeytüne Mevlüdova Hikâyesi

Şehir kütüphanesinin duvarını boydan boya kaplamış, oldukça büyük bir beyaz karton kâğıdın üzerine yapılmış Aleksandr Puşkin’in soy ağacını görünce içimden bir of çektim. Neden Abdullah Tukay’a da böyle bir ilgi gösterilmiyor? Puşkin’in hayatının her günü incelenmiş, gidip gördüğü her yer anlatılmış, tanıtılmış hatta bütün sevgililerinin sayısını dahi vererek yirmi sekiz kez âşık olduğunu da yazdıklarını hatırlıyorum. Büyük Tukay’ın ise yaratıcılığı ve hayatının bazı dönemleri hâlâ aydınlatılamamıştır. Aşk münasebetlerine gelince araştırmacılarımız acaba çok edepli mi davrandılar yoksa yaşadıkları çağın taleplerine göre mi hareket ettiler, belli değil.
Tukay, hayatına yetim başlayıp yalnız, kimsesiz, ailesiz, evsiz barksız yaşamış hatta şahsî arşivini dahi sepetlere yükleyip beraberinde taşımak zorunda kalmış biridir. Sanki Tatar milletinin acı kaderini tatmış, çocukluğunu aç ve sefil bir biçimde yaşayıp genç mezara giren millettaşlarının kaderine ortak olan bir şahıs olmuştur. Bu sanki Tatar milletinin dört yüzyıllık hayat faciasının bir göstergesiydi.[1 - Yazar, burada Tatar Hanlığının Rus Kinezliği hegemonyasına girmesinden geçen zamanı kastetmektedir.] Bir de bu, bütün Avrasya’da insan hayatının modernleşmeye başladığı bir zamanda! Birçok Rus yazarının bahçeli konakları varken bizim aziz Abdullahımız, neden bu hayatı evsiz barksız, eşsiz yaşamak zorunda kaldı? Kimler ona âşık olmamış ki, kimler ona mektup yazmamış ki! İlk aşk şiirinde artık Tukay şöyle demekteydi:
Ey güzel, gel karşıma, gül, tebessüm et lütfedip;
Ben de etrafında senin döneyim bir döneyim!
Sallar aheste aheste beni bu dert beşiği:
Ne zarar? Ölünceye dek sallanayım sallanayım!
Bir gün gelir de bu hayaller gerçekleşir mi?
Ne yazık ki otel odalarında yaşamak zorunda olduğundan şairin hayatını aydınlatacak belgeler, Abdullah’a yazılan mektuplar ve onun bu mektuplara yazdığı cevapların çok azı arkadaşlarınca koruna bilmiştir. Tukay’ın Doğumunun 90. Yıldönümünde yayınlanan dört ciltlik eserde yirmi üç mektubu yer almış; 1986 yılında ise Doğumunun 100. Yıldönümünde yayınlanan beş ciltlik eserde ise otuz dört mektubu yayımlanmıştır. Buradan yola çıkarak inanıyoruz ki önümüzdeki yıllarda şairin eksik mektupları bulunur, geçen yıllara rağmen şaire olan ilgi artar. Çünkü onun şiirleri, halkın gönlünde saklıdır.
Bir zaman, öğrencilerde merak uyandırmak için tarih dersinde yapılan bir yarışmada “Ik nehrinin hangi civarında Puşkin, Aksakov[2 - Sergey Timofeyeviç Aksakov (1791–1859) Tatar kökenli Rus yazarı, edebiyat ve tiyatro eleştirmeni.] ve Tukay’ın yolları kesişmiştir.” diye bir soru sordum. Tabii ki bunu bilmek için üç yazarın da eserlerini okumak gerekir diye öğrencilere bu yazarların kitaplarını tavsiye ettim. Ama Tukay’ın doğrudan Ik nehrini anlatan bir eseri olmasa da şairin o bölgeden geçtiği yolları bir kez daha araştırmak gerekir dedim. Ayrıca çocuklara şairin Tatar edebiyatının gelişmesindeki rolünü de anlattım.
Tatar tarihinde XX. asır, Tukay asrı oldu. Çünkü bu dönemde şairimizden daha meşhur başka bir şahsiyet yoktu. XXI. yüzyılda da Tatarlarda onun tesirleri güçlü bir şekilde devam ediyor. Çok ilginç bir dünyada yaşıyoruz. Başkurtlar Tukay’ı “Bizim Şair” diyorlar. Kazak ve Özbekler de yakın ve kendilerinden sayıyorlar. Onun eserleri bütün Türk ülkelerinde okunuyor.
Şairle ilgili araştırma yaptığımız Başkurdistan topraklarından daha yeni döndük. Sağdan soldan duyduklarımıza inanmak istemesek de “halk derse hak der.” diyerek Tuymazı ilçesinde bulunan beş Bişende köyünde inceleme yaptık. XX. yüzyıl başlarında bu köyler Samara vilayetinin Belebey kazasına bağlıydılar.
Son yıllarda bazı gazete ve dergilerde hatıralar yayınlandı. Tukay’ın sevdiği kız Bişende köyünün medresesinde kız çocuklarına eğitim vermiş! Bu medresenin Karan Bişende köyünde olduğunu Enver Nizametdinov’dan öğrendik. Enver Nizametdinov, bu medresede tarih öğretmenliği yapmış. Şimdi emekli olmuş. O döneme ait hatırası olan Sılu Yakupova-Bulatova Hanımı da bulduk. Bu Hanım, o dönemde medresenin müdüresi imiş sonra da köyün muhtarı olarak çalışmış. Onun annesi de aynı medresede eğitim görmüş. Sılu Abla annesinin söylediklerini kelimesi kelimesine bize aktardı. O günden bu güne doksan yıla yakın zaman geçmiş. En önemlisi, yine bir şeyler bulduk. Cami, medrese, Muhammetşah Molla’nın konağı çoktan yok olmuş ama yine de altı köşeli evi korunmuş. O evde Molla’nın torunu yaşıyor. İşte o devrin şahitleri: Evin duvarları, sırlı kapıları, taş mahzenleri…
Değerli okurum, acele etmeyelim. Bu olaylar öncesi âşıkların daha beş yıl tanışma ve görüşme süresi olmuş. Beş yıl, altmış ay demek. Âşık olanların her günü ıstırapla geçiyor değil mi? Yirmi bir bin dokuz yüz gün ve gece! Bazı geceler ise “göz kırpmadan” geçmiş…

TUKAYEV
Tatar âleminde, halkın asil oğul ve kızlarının demokratik değişimlere büyük umutlar bağladığı döneme gidelim. Rusya’da ikinci devrimin gerçekleştiği, olayların arttığı 1907 yılı. Tukay ve sevdiği Kazan’a, Tatar dünyasının merkezine aynı yılda geliyorlar. Abdullah Tukayev, artık Tatar âleminde tanınmış milliyetperver şair ve gazetecidir. Kazan’a, doğup büyüdüğü topraklara dönmek onun için hiç de kolay olmadı. Uralski şehrinde de milletinin değerli bir şair olmasına rağmen orada onun çalışabileceği bir yer kalmamıştı. Onun çalıştığı “El-Asrel Cedit” dergisi ve “Fikir” gazetesi kapatılmıştı. Bir de bu olayın üzerine sevdiği kızın verdiği acılar eklenmişti. Ahmet Feyzi’nin[3 - Ahmet Feyzi (1903–1958): Tatar yazarı.] yazdığı gibi Abdullah’ın sevdiği Serbi’yi fakirlikten aciz kalan ailesi bir çuval pirinç, bir çuval kuru üzüm ve elli sum paraya aldanıp Buhara’dan gelen zenginlerle gönderiyorlar… İşte, Tatar güzelinin değeri bu kadarmış.
Ah güzel kız! Aşkınıza bunca şiir söyledim,
Zerre kadar meylin varsa kabulüm ben, kabulüm!
Ayrılık perdesi ile örtülüdür aramız,
Allah’ım, aramızdan kaldır şu kara perdeyi.
Son umutları kaybolan Tukay baharda Kazan’a gitmek için can atar. “Taş gibi katılaştı başım; çeşme gibi iradesiz aktı gitti gözyaşım.” der şair acı bir şekilde. İyi ki böyle zamanlarda ona devamlı mektup yazarak destek çıkan arkadaşları var. Kazan’da her hafta yayınlanan “El-Islah” gazetesi muharriri Vefa Bahtiyarov gazete çıkarma izni alınca Tukay’a 1907 yılının 25 Nisanında bir mektup yazarak daima irtibat halinde olalım demiştir. Bu mektuptan sonra, yirmi bir yaşına gelen şair, kendini bütün hayalleri ile Tatar merkezinde bulur. Aynı bahar rüyalarını süsleyen Başkent için “Par At” (“Çift At”) adlı şiirini yazar. Aradan uzun yıllar geçmesine rağmen şair, çocukluğunu hatırlayarak şiirinde Kazan’a dönüşünü anlatır. Başkent’te yalnız kalmayacağına dair içinde bir ümit doğar!
Ey Kazan! Coşkun Kazan! Dertli Kazan! Nurlu Kazan!
Buradadır atalarımın bucakları, köşeleri,
Buradadır dertli gönlün hurileri, cennetleri.
Burada hikmet, marifet ve burada irfan, burada nur;
Buradadır ince bellim, cennetim ve buradadır hurim.
Bu mısralar şiirin ilk varyantı. Tukay, sevdiği kızı Kazan’da tanıyınca iki yıl sonra “bellerim” sözünü “belim” diye değiştirmiştir. Bu olay aynen şöyle olmuştur: O, kara gözlü güzel kıza Başkent’in merkezinde rastlar. Cennet kızı huri de Tukay’a Kazan’da âşık olur. Sevdiği kız için huri tanımlaması da şairin aklına 1906 yılının güzünde Lermontov’un[4 - M.Y. Lermontov (1814–1841): Ünlü Rus şairi.] “Gök Kızına” adlı şiirini çevirirken geliyor. Tukay bu tanımlamayı kendine göre genişletiyor ve ona yeni tasvirler ekliyor. Böylece “Gök Kızına” şiirinin çevrisinin hacmi de büyüyor ve aşağıdaki şekilde tamamlanıyor:
Güzelsin sen, zebercetsin, bir lâlsin,
Lâkin insan kızı kadar değilsin.
Senin hüsnün, doğrudur övülmeli.
Ama insan kızı senden de sevimli.
Tukay, mayıs ayında “Çift At” şiiri ile içinden Kazan’a gitmeyi geçiriyor fakat Uralski’den hemen ayrılamıyor. Kazan’a gitme işi yaza kalır. Tukay, Tatar gazetelerinin kapatılmasını engellemek için mucadele etmekten yorgun düşmüştür. Milleti için endişelenerek, bir yazısında “Zavallı millet, uçurumun kenarına gelmiş, son nefesini alıyor. Ancak kalemden hayat, kalemden necat beklemektedir.” diye yazmıştır. Yaz ortasında yine K. Motıygıy[5 - Kamil Motıygıy (1883–1941): Uralski’de yaşayan ünlü Tatar yayıncı, gazeteci, ses sanatçısı ve Tukay’ın yakın dostu.] ve M. Musin[6 - M. Musin: Tukay’ın Uralski’deki arkadaşı.] ile “Yanga Tormış” (“Yeni Hayat”) adlı bir gazete çıkartmayı planlıyorlar. Uralski, nereden bakarsan on iki yıl hayatını geçirdiği bir şehir, burada dostları, akrabaları var.

MEVLÜDOVLAR
1907 yılının bir yaz sabahının ilk saatlerinde eşyalarını bir arabaya yüklemiş, Çulman nehrinden geçmek için ilk feribota yetişmeye çalışan bir aile, Çistay şehrinden yola çıkmaya hazırlanıyor. Anneleri, yolda ne olur ne olmaz endişesi ile şehrin en iyi arabacılarını kiralayarak iki kızı ile Kazan’a doğru yola çıkıyor. Anneleri, kız kardeşleri ve kendini Kazan’a götürmesi için Kazan’ın “Bulgar” adlı misafirhanesinin dükkânında çalışan oğlu Şakir’i Çistay’a çağırdı.
Feribota binmek için birçok at arabası sıraya girmişti. Yaz güneşi altında yüzleri, elleri simsiyah olmuş feribot görevlisi, bunlara ait iki faytonu feribotun en sonuna alarak atları bağladı ve Şakir’e seslendi. Aynı zamanda Şakir’e seslenirken bir yandan da göz ucu ile yolculara baktı. Çistay bölgesine özgü yumuşak bir Mişer şivesi ile konuşan ela gözlü, hafif tombul, başı açık bir hanım da onların sohbetine katıldı. Bu kadın, genç yaşta dul kalmış ve hayatının büyük kısmını yetim çocuklarıyla geçirmiş. Annesinin yanında dönüp duran, 14–15 yaşlarında olan kızın adı Zeytüne. Olgunluk çağına giren kara gözlü, uzun yanaklı pek de sevimli, nazik bir kız çocuğu. Diğer kızı Zeytüne’den dört yaş daha büyük, olgun, çok mülayim, akıllı, edepli ve çok hamarat bir kız idi. Feribot nehri geçinceye kadar bu kız, elinde ördüğü işini bırakmadı. Annelerinin yanına Çistay’dan tanıdıkları gelip rahmetli babalarından bahsettiler. Onların babalarına Camcı Haydar derlermiş. O, zamanında medrese eğitimi görmüş, epey bilgili olmasına rağmen el emeği ile yaşamaya çalışmış ve ulemadan uzaklaşarak hayatını alın teri ile çalışarak geçirmeyi uygun görmüştür. Elinden her iş gelmesine rağmen o, cam işinde çalışmaya devam etmiştir. Camcı Haydar ayna yapmayı da bilirmiş, evlere tuğladan ocak yapmayı da. Elinden her iş gelirmiş. Ne yazık ki sekiz yıl önce çok gençken vefat etmiş ve beş çocuğunu babasız bırakmış. Büyük oğlu Şakir babasının vefat ettiğinde ancak on beş yaşında imiş. Dul kadın iki oğlunu da çırak olarak Ali Bey’in yanına vermek zorunda kalmış. İki kızını da besleme olarak vermiş. Küçük kızı Zeytüne’yi ise ne kadar zor şartlarda yaşasa da kendinden ayıramamış. Önce küçük evlerini satarak daha küçük bir odaya taşınmak zorunda kalmışlar. Daha sonra ağabeyleri ile Kızıl şehrine gitmişler. Biraz para kazanınca tekrar Çistay’a dönmüşler ve şehrin dışında çok küçük bir ev satın almışlar. Anneleri, sipariş üzerine tüccarların gönderdikleri börklerin astarını diker, para karşılığı durumu iyi olan akrabalarının çamaşırını yıkar, döşemelerini siler ve misafirleri geldiği zaman onların yemeklerini yaparmış. Yaptığı bu yemeklerden kızlarına da getirirmiş (O arada büyük kızı Bedricihan beslemelikten eve döner). Sıkıştıkları bazı zamanlarda annelerinin yeğeni, küçük bir tüccar olan Bahav da onlara yardım eder. Her hafta yetim kızlara birer sum[7 - Sum: Kazan Tatarlarında kullanılan para birimi. Bu, bir rubleye denk bir para.] verir. Bu arada Kizil’de olan Şakir ağabeylerinden her ay dört sum gelmeye başlar. Anneleri, son günlerde gelen bu paralarla ve gençliğinden beri çalıştığından biraz da olsa rahatlar. O, sırmalı kelepüşler[8 - Kellepüş: Tatar erkeklerinin başlarına taktıkları bir çeşit millî şapka.], kalpaklar, nakışlı havlular işler, gergef ile seccade, sofra örtüsü ve peçete gibi malzemelerin nakışlarını işliyor. Tabi ki paranın büyük bir kısmı börk astarı dikmekten geliyor. Onun yüz tanesi yirmi gümüş tiyen[9 - Tiyen: Kazan Tatarlarında bozuk para adı. Bu, bir kopeykaya denk gelir. Rublenin yüzde biri.]. Bedricihan da Zeytüne de annelerine yardım ediyorlar. Kanaviçe işliyorlar, havlu başları, yatak kenarlıkları örüyorlar. Sokağa bakan çift pencereli küçük evde açlık nedir bilmeden yaşayıp gidiyorlar.
Anneleri, kocasının hayattayken isteğini yerine getirerek kızlarını cedit usulü eğitim veren okula gönderiyor. O zamanlar bu tür okullarda da sıra yok. Öğrenciler yere oturarak kitaplarını rahlede okuyorlar, yazılarını rahlede yazıyorlarmış. Okurları tarihi bilgiler ile usandırmadan sözü Zeytüne’nin kendisine verelim. “1907 yılının yazında Kazan’a taşındık. Çistay’daki evimizi kiraya verdik… Kazan’da Zavod sokağında bulunan dört odalı bir daireye yerleştik. Ağabeyler tezgâhtar olarak çalışmaya başladılar. Ablam ile ben Rus-Tatar okuluna kayıt olduk.”
Kızlar, okula gitmelerine rağmen boş oturmuyorlar. Mağazaların siparişleri üzerine elbiseler dikiyor, yastık kılıfı işliyorlar. Anneleri ile beraber çalışıyorlar. Bir gün öğretmenleri Emine Abla, birinci sınıfta okumalarına rağmen kızları üçüncü sınıf öğrencileri ile beraber Rus tiyatrosuna götürüyor. Çistaylı kızlar gösteriye hayran oluyorlar. “Ondan sonra” diye yazıyor Zeytüne, “Şakir ağabeye bizi tiyatroya götür diye yalvarmaya başladık.” Neden Şakir ağabeylerinden bunu istiyorlar? Çünkü ağabeyleri, Troitsk şehrinde yaşayan ileri görüşlü gençler ile amatör müzik ve tiyatro grubu kurmuşlar. Anneleri kızlarının tiyatroya gitmelerine iyi gözle bakmıyor. Annelerinin içinde şüphe uyandıran şey ise Zeytüne’nin “El-Islah” gazetesinde en son okuduğu “Tiyatro” adlı şiiri satır satır ezberlemesidir:
Tiyatro aydınlığa nûra götürür,
Geriye değil yarınlara götürür.
Bir de pekiştirmek istercesine:
Mukaddes o, büyük o, âli zat o.
Tamamen hür ve çok geniş, azat o.
Bu şiiri Tukay yazmış. Ah, ne kadar güzel ve hoş bir şekilde yazmış Abdullah! Şakir ağabeyi, Tukay’ın tiyatroya sık gittiğini söylüyor. Kızlar “Ah, bir görseydik o genç şairi!” diye hayal ediyorlar. Bedricihan’ın eğitime gönül vermesi, edebiyata olan aşkı zamanla Zeytüne’ye de bulaşıyor. Ablası, Tukay’ın tek kıtadan oluşan “Schiller Gibi” adlı şiirinin sözlerini defterine yazmış:
Sen paylaş sevsen beni ilmin ve irfanın ile
Ne bilsen de beraber paylaşalım onun ile.
Zeytüne de okul kütüphanesinde bulunan bir dergiden Abdullah’ın “Sin Bulmasan” (“Sen Olmasan”) adlı şiirini defterine yazmıştı. Artık o şiiri ezbere biliyordu:
Ey güzel! Ben yanmaz idim yandıran sen olmasan.
Damlamazdı yere yaşlar ağlatan sen olmasan.
Bir anda bırakırdım bu dumanlı kederleri
Beni miskin edip kederlendiren sen olmasan.
Bu, şairin bu sene yazdığı yeni şiirinden bir kıtadır. Tukay kime âşık olmuş acaba? Kim onun aşkına karşılık vermiyor, onu rencide ediyor? Geçen yıl şair “Kemne Söyerge Kirek?” (“Kimi Sevmek Gerekir”) adlı şiirinde
“Bu dünyada seni kim sevmekte ki!
Belalardan seni kim korumakta ki!”
diye soruyor. Şair bu sorularına cevap bulmuşçasına “Senin aydınlık günün kime tansık[10 - Tansık: Özlemle beklenen.]? Gerekirse, yaş yerine kara kan sık!” diye acı bir şekilde devam ederek “Dostum bu söz, sana son bir sözümdür. Kendini sev, sen sev kendi kendini!” diye keskin bir şekilde tamamlamıştı. Neden yirmi yaşındaki “Tatar bahtı için can atan” bir şair, kendi kendini sevecekmiş…

DOSTLUK
Bedricihan ile Zeytüne önce cedit okulunda eğitim alır, sonra Rus-Tatar okulunda eğitimlerini tamamlayarak zamane çocukları olarak yetişirler. Gençlik çağlarından beri eğitimde kullandıkları kitap ve defterleri boş zamanlarında tekrar ederler. Orada ne şiirler ne türküler yoktu! Çoğu da aşk konulu idi. Bunların bazıları tuhaf ve sırlarla doluydu. Bazen şüpheli duygular bile uyandırmaktaydılar. Geçen sene Fatih ağabeylerinin gönderdiği “Oklar” adlı resimli mizahî dergide bir yazar “Tatar Kızlarına” diye yazmış ve sonuna “Şüreli”[11 - Şüreli: Tatar mitolojisinde ormanda yaşadığına inanılan, alnında boynuzu ve parmakları çok ince ve uzun olan bir yaratık. Ayrıca Tukay’ın bu ad ile yazdığı bir de poeması (uzun şiir) vardır.] diye imza atmıştı. Zeytüne, Kazan’a gelince ağabeylerine sorarak o “Şüreli”nin Tu- kay olduğunu öğrendi ve bu şiiri birkaç kere okuyarak ezberledi.
Severim sizin incecik kaşınızı.
Savrulan saçınızı, başınızı.
Severim güzel, tatlı sözünüzü,
Zebercet gibi parlak gözünüzü.
Severim kevserden tatlı dudağınızı,
Bu övgüye verdiniz mi izninizi?
Zeytüne, babasının yaptığı aynaya bakarak kendi güzelliğine hayran kaldı ve içinden “evet, evet” diye şiiri okumaya devam etti.
Severim sarmadan ince belinizi,
Ne kadar desem de az temsilinizi.
Severim çokça hususiyle sadrınızı
Nedir o, şemsiniz mi bedriniz mi?
Dolgun göğüslerini okşayarak “Doğru, göğüslerim benim, onlar güneşim de dolanayım da!
Severim kucaklamayı mermer boynunuzu,
Severim uçmak’a benzer koynunuzu.
Severim “canım” derken “cim”inizi,
Severim “dostum” derken “mim”inizi.
Severim sizin edep insafınızı,
Yiğit eli değmemiş saflığınızı.
Fakat kızlar Fatih ağabeylerinin öğrettiği “cim” ve “mim” ile “ka”ları pek güzel telâffuz edemiyorlar. Evet, onların ağabeyleri çok bilgili! Ünlü Muhammediye medresesinde eğitim görmüş, Samara şehrine varıp Rusçasını daha da ilerletmiş, iki yılda üniversiteyi kazanacağım diye Petersburg ve Moskova’da kalarak hazırlanmış. Moskova’da “Terbiyetel-Etfal” adlı bir çocuk dergisinde sorumlu serkâtip olarak işe başlamış. Ama ne yazık ki Fatih ağabeylerinin bütün umutları kararmış, ağustos ayında ayakları felç olmuş. Ama bu hastalık bile onun umutlarını kıramamış çünkü çok güçlü bir ruh yapısına sahipmiş. Belki “El- Islah” gazetesinin manevî yönetmeni de o olacak, inşallah!
Zeytüne Fatih ağabeyinin Bedricihan’ı sevdiğini hisseder. Fakat olmaz! Onlar akraba sonuçta, diye düşünür. Haydar babalarının kardeşi Fatma, kızı Kâmile’yi Fatih Emirhan’ın amcası Necip Molla’ya verdi. Onların güzelliği dillere destan idi. Fatma ablanın güzelliğini gören Çistay İşan’ı ona hayran olmuş ve on dört yaşında olmasına rağmen kendine ikinci eş olarak almıştı.
Fatih ağabey ile Tukay’ın aralarında dört ay varmış. Abdullah, dört ay daha küçükmüş. Zeytüne ise on beş yaşının içinde! Yine sözü kendisine verelim. “Ben onun şiirlerini ayrı bir tat ve şevk ile okuyorum. İnsanın kendi dili ile söyleyemediği şeyleri güzel ve keskin bir kalemle yazan insanı gözlerimle görmek istedim.” Diyor hatıralarında. Mevlüdovların geniş ailesinde iki ağabeyi çalışsalar da başkentte yaşamak kolay olmuyor. Bir süre geçince onlar daha ucuz olan bir daireye Meşanskiy (şimdiki Narimanov) sokağında bulunan Alat Hâkim evine taşınıyorlar. Burası “El-Islah” gazetesinin basıldığı yere de yakındı. Kızlar, gazete çıktığı gün Fatih ağabeylerinden daha matbaa boyası kokan baskıları alıp okuyorlardı. Fatih Emirhan, her sayının baş makalesini yazıyor. Her sayıda bir fıkra ve eleştiri, birer sayı aralıklarla da bir hikâye yayınlıyor.

TUKAY KAZAN’DA
Tukay, sadece dünyaya değil Kazan’a da Fatih’ten dört ay geç gidiyor. Abdullah, Fatih Emirhan ile 1907 yılının Ekim ayının ilk haftası Yeni Biste mahallesindeki evlerinde tanışıyor. Şairi o eve getiren Burhan Şeref, onları Tukay ile tanıştırırken çekiniyor. Çünkü Uralski’den gelince kendine kalacak bir yer bulamadan bayağı bir yıpranmış kısa boylu, çelimsiz bu adamda güçlü bir söze sahip olan Tukay’ı görmek imkânsız. Üzerinde kaftana benzer bir kıyafet, ayağında ise ne çizmeye ne keçeden bir ayakkabıya benzeyen bir ayakkabı, şapkasız, saçları uzamış bir adam işte.
– Bu Abdullah Tukayev, diye tanıtıyor Burhan. Fatih Emirhan hatıralarında “Yeni gelen misafir benim gösterdiğim yere oturunca kısa bir süre bana baktı. Benim sorularıma kısa kısa cevaplar verdi. Onun biri diğer gözüne göre daha zayıf gören gözünün bakışında keskinlik ve baktığı nesneden rencide olmuş gibi görünen bu durum, çok az dikkat eden birinde bile hissedilecek kadar kuvvetli idi.” diyor.
– Kazan gençlerini nasıl buldunuz, sorusuna o kısa bir şekilde,
– Kazan’a Uralsk gibi olmak yakışmaz tabii, diye cevap veriyor.
“Yeni misafirin cevapları çok kısa olduğundan dolayı onunla uzun konuşmak imkânsızdı. Ancak, iki saat süren sohbetimizin sonunda bir birimize alışmaya başladık.” diye hatırlıyor Fatih. Emirhan ile Tukay arasında dostluk hızla gelişmeye başlar. Abdullah sık sık “El-Islah” gazetesinin matbaasına gider.
Bir birlerini yakından tanıdıktan sonra şehirde gezdikleri bir gün Tukay, kendi hayatından memnun olmadığını anlatır. “…Onun gözlerine ve bütün yüzüne yansıyan samimiyet bana şairin içinde büyük bir ateş olduğunu ve hayattan başka güçlü bir arayış içinde olduğunu hissettirdi.” diye yazıyor Fatih Emirhan. Aynı zaman Tukay’ın çocuklarla kuzna[12 - Kuzna: Tatarlarda yaygın olan bir çeşit oyun.] oynadığına pek sıcak bakmayan Fatih ona:
– Nasıl üşenmiyorsun kuzna oynamaya?
– Peki, sen nasıl kızlarla sohbet etmeye üşenmiyorsun, diye cevap verir Tukay. “Tukay kadınlardan ve kızlardan kaçardı. O idarehaneye giren çıkan kızların peçe giymeyen, eğitimli kızlar olduğunu bildiği hâlde onlar varken gazete idarehanesine girmeyi boş ver; hatta kendisi oradayken kızlardan biri idarehaneye girerse alel acele oradan uzaklaşırdı.” diye hatırlıyor Fatih.

BİR AN
Abdullah ile Zeytüne’nin ilk görüşmesi bir an kadar kısa olur. Sezgileri güçlü olan şaire bu an yeter. Arkadaşı Vefa Bahtiyarov’un hatıralarına göre “Tukay, kızların ve kadınların olduğu ortamdan kaçıyordu. Kışın neredeyse her akşam Fatih’e gidiyorduk. Şaire çok yardımı dokunan Fatih’in ablası Rabia Abıstay’ın sohbetleri Tukay’ı çekiyordu. 1908 yılının Mayıs ortalarında (Vefa Bahtiyarov yanılıyor olabilir veya baskıda bir hata var. Olay şubat veya mart ayında gerçekleşiyor. – M. G.) “El-Islah” gazetesinin idaresine başka bir şehirden iki kız geliyor. Bu kızlar neredeyse her gün idareye geliyorlar. Tukay ile tanışmak, görüşmek istediklerini bildiriyorlar. Bir gün onlar geldiğinde idarede Tukay için ayrılan perdeli bölmede bulunan yatağında istirahat ettiğine denk geliyorlar. Fatih, misafir kızlar ile tanışması gerektiğini birkaç kez söylemesine rağmen Tukay kızların yanına çıkmıyor. Sonunda dayanamamış olmalı ki yerinden kalkıp alel acele çıkarken Fatih, misafir kızları şairle tanıştırıyor. Şair, kızlara soğuk bir şekilde elini uzatır ve tek kelime etmeden, yüzlerine dahi bakmadan odadan çıkar. Bu gidişten sonra Tukay idareye bir daha dönmez. Tamamen ortadan kaybolur. Bu genç kızların Tukay ile tanışma isteğini bildirmesi büyük bir vakaya dönüşür. Şaire ilham kaynağı olur. Şair bu görüşme ve tanışma ile ilgili birkaç aşk şiiri de yazar (“Elin” adlı şiiri buna bir örnektir.) Belki de Tukay ilk tanışmalarında bu kızları beğenmiştir. Burada Fatih’in de ısrarla tanıştırma çabalarının önemi büyüktür.

GÖRÜŞMELER
Dostu, Tukay’ı yine de bu güzel, çalışkan kızlarla daha yakından daha samimi görüştürmek istiyor. Çünkü Fatih Tukay’ın bu düşüncelerine, davranışlarına karşı olmadığını hissediyor. Şimdi sözü yine Zeytüne’ye verelim. “1908 yılının Mart ayının başlarındaydı, bir Pazar günü ablam ile şimdiki Tukay ve Tataristan sokağının birleştiği yerde yaşayan tanıdıklarımız Appakovlara giderken matbaanın yanından geçmek zorunda kaldık. Matbaanın penceresi açıktı, Fatih ağabey de pencerenin karşısında oturuyordu. Biz ona selam verince “Nereye gidiyorsunuz, fazla oyalanmayın, biraz sonra Tukay gelecek.” dedi. Kızlar tanıdıklarına girdikten bir süre sonra Fatih, kardeşi Gülsüm’ü Tukay’ın geldiği haberini vermesi için onlara gönderir. “Biz Appakovalara girer girmez (gazetenin idaresi orada idi) salon tarafından Fatih ağabeyin kardeşi İbrahim ağabey çıktı. “Haydi, kızlar. Çoktan görmek istediğiniz Tukay ile tanıştırayım sizi.” dedi ve koluna girmemi istedi. Ben onun koluna girdim. Gülsüm benim koluma girdi. Ablam da Fatma Appakova’nın koluna. Ben, İbrahim ağabeye “Orada başka kimler var?” diye sordum. O, Fatih, Tukay, “El-Islah”ın yazı işleri müdürü Vefa Bahtiyarov deyince Fatma “Çok insan varmış, ben girmeyeyim.” diye kenara çekildi. Ablam da “Vefa ağabey de olunca utanırız.” dedi. Gülsüm de benim kolumdan çıktı. Hepimiz şaşkın vaziyette kaldık. İbrahim ağabey bize gülerek “Neden Vefa büyük adam olsun ki, onun bıyığı benimkinden de kısa” der (resim: “El-Islah” matbaası.)
“Biz cesaretimizi toplayıp içeri girmek için yine İbrahim ağabeyin koluna giriyoruz yani arkasına diziliyoruz. Ama Fatma inat ediyor. Ben ona kızıyorum. Çünkü herkesin gözü onun üzerinde. İbrahim ağabey yine gülüyor. Sonunda sabrı tükenip “O zaman ben gidiyorum. Hoşçakalın.” diyor. Ben bütün cesaretimi toplayıp “Kızlar, siz girmezseniz girmeyin ama ben giriyorum. Sonra küsmek ve pişman olmak yok ama.” dedim. Bu sözler etkisini gösterdi olmalı ki kızlar sıra ile İbrahim Emirhan’ın arkasından içeriye girdiler. Ben doğrudan Fatih ağabeyin yanına geçtim.” diye yazıyor Zeytüne Mevlüdova.
“El-Islah” matbaası ahşap bir evin ilk katında idi. Birkaç insan içeri girince geniş döşeme tahtaları dibe doğru çöktüler mi yoksa Zeytüne’nin dizlerinin bağları mı çözüldü! Birden bire başı döner gibi oldu ama kendini tuttu. Yatağın kenarına oturmuş Fatih ağabeyi ile konuştu. Onları davet eden Fatih “Kızlar, sizi şair Abdullah Tukayev ile tanıştırayım.” dedi. Orada bulunan herkes bir birini tanıyordu. Tukay’ın üzerinde çizgili beyaz gömlek, siyah kravat ve siyah bir ceket vardı. Başı açıktı. Saçı ne uzun ne de fazla kısaydı. Fatih ile bu kıyafetleri ve saç şekliyle 1908 yılında çekilmiş resimleri de malum. Konuşurken Tukay gözlerinin ucuyla bize şöyle bir baktı.” diye devam ediyor Zeytüne. “Sonra ellerimize bakarak “Nasılsınız” diye sordu. Sonra da gözlerini kâğıtlardan (oyun kâğıdı) hiç ayırmadı. (Tukay için göze bakmak gerekir mi? Sezer insanın hâlini canı teni ile. – M. G.).
Söz dinliyor gibi ediyorum temaşa,
Derdim sığmıyor içime dolup taşıyor dışa.
Ya ak elinden tutayım ya bırak diye
Aklım ile elim girdi bir dalaşa.
Zeytüne “Ben gözlerimi hiç ondan ayıramıyorum. Fatih ağabey ise bizi kâğıt oynamaya davet ediyor. Ama biz oynamaya cesaret edemiyoruz. Fatih ağabey çok iyi oynuyor, kâğıdı iyi geliyor. Tukay, paketten her kâğıt çekişinde “Böyle işte, bahtsız insana hep ters gelir, bize iyi kâğıt bile gelmiyor.” diye şikâyet ediyor. Ben ise ona kıyamıyorum, onun için kalbim sıkışıyor.” Tukay, düşüncelere dalmış bir şekilde mırıldanıyor:
Hep söyler: Ancak dudağına dişine bakarım,
Gezdiririm gözümü kalkmış göğsüne bakarım.
Burnuna ağzına çenesine bileğine -
Tek bir parmak, tek bir tırnak kalmaz, her yerine bakarım!
Zeytüne “Oyuna bizim de katılmak istediğimizi söylemek için tam cesaretimi toplamıştım ki kapıda annemin sesini duydum. Birden dizlerimin bağı çözüldü. Ablamla bir birimize bakıştık. Fatih ağabeyden gitmek için izin istedik. Onun kalmamız için ısrarına bakmadan matbaadan çıktık. Tukay’ın “Biraz daha kalsaydınız.” sözleri hâlâ kulağımda. Biraz sonra telaşımızın boşuna olduğunu anladık. Çünkü annemiz komşu odada kalan Musa ağabey’in yanına gelmiş. O, oraya geçti. Biz ise Tukay’ın bulunduğu odaya tekrar dönmekten çekinerek doğruca evimize gittik.
Yolda giderken ablam “İnşallah annem bizi orada fark etmemiştir.” dedi. Bunun için her zaman bizim evin yanında dilenen yaşlı bir kadına beş kuruş sadaka vereceğini de söyledi.
Bu, benim Abdullah Tukayev ile ilk görüşmem oldu.” diyor Zeytüne. Tabii ki bir anlık görüşmeye görüşme denebilirse.
Tukay, kızlar ile görüşmeden çok memnun olur ve bu şaire canlılık verir. “El-Islah’ın her sayısında bir şiirini yayınlamaya gayret eder. Her hangi bir sebepten dolayı şiir yazamazsa canı sıkılır. El-Islah’ı kendi gazetesi olarak görüyordu.” diye yazıyor İlmütdin Şeref.
Bu dönemde Tukay’ın yaratıcılığında aşk şiirleri büyük bir yer tutar. Onun şiirlerinde bir neşe, bir sevinç sezilir. “Yeget İle Kız” (“Yiğit ile Kız”), “Şagıyr” (“Şair”), “Şeytannın Muynına” (“Şeytanın Boynuna”) adlı şiirlerini yazar. Son şiirinde şöyle demektedir:
“Sevme boş yere, üzülme boş yere, çıkma şu kız ile.
Hiç sevmiyor o seni, sen yokken hep sana güler.
—Gülerse gülsün, hak ettin. Sana ne gülüyorsa?
Gülsün o güzel, dünya haberdar olsun dişinden.
Diş nûrunu saçsın da aydınlatsın o dünyayı,
Yer ve gök aydınlansın ve parlasın gülüşünden.”
diye hem kederleniyor hem seviniyor şair.
Şükürler olsun ki Tukay’ın işi de aşı da çok. Bahar gelince göçmen kuşlar yuvalarına döner. Kendi “Bülbül”ünü bulan Tukay’a da ilham gelip şiirler yazar. Tukay, son zamanlarda geçen hayatından memnun olduğunu Azize Halasına 27 mart günü yazdığı bir mektupta belirtiyor: “Daha önce yazdığım gibi ben Kazan’dan çok memnunum. Yine söylüyorum, arkadaşım ve dostum çok. Burada okumuş, hayat dolu kızlarla tanışmak da nasip oldu. Gazete çok. Kitap ise her gün bir yenisi basılıyor. Hem okuyoruz, hem yazıyoruz. Bu arada hacimli bir şiir kitabı yazdım. Bu şiir kitabı, boyalı güzel resimlerle süslenmiş, çocuklara hediye olarak yazılmış bir kitap…” Uzun mektubunu sevinçli bir olay ile ilgili bilgi vererek tamamlıyor. “Yarın Kazan’da edebiyat gecesi olacak. Orada Kazan’da yaşayan bütün Müslümanlar ve kadınlar toplanacak. Ben de “Utırışu” (“Oturuşma”) adlı şiirimi okuyacağım.” Dikkat ediniz, Tukay mektupta bu şiiri okuyacak olduğunu bildiriyor. Bütün on bir kıtayı ezbere biliyor, gece yarısı kaldırsalar dahi duraksamadan okuyabilecek çünkü dinleyecek birileri var artık!
Ben o kıza kendimce bir feriştah diyorum,
Dünya meşakkati ile meşgul olsun istemiyorum.
Kendimi ondan çok daha alçak görüyorum,
Onun yeri feleklerde, arşta diyorum.
Bence yaratılmış o ancak sevilmek için,
Sevmek, kıvanmak ve sevinmek için.
Gördüğünde benim gibi âşıklara
“Bu kız asla benim olmaz” diye üzülmek için.
Bu mısralar, Tukay ile Zeytüne’nin görüşmelerinden daha önce yazılmış olsalar da bu mısralar şairin o günkü ruh hâlini çok iyi tasvir ediyor. Hayatında mücevher gibi bir kıza rastlayacağı sanki içine doğmuş. Evet, şair dediğin hayatını önceden görür.

ŞİİR BAYRAMI
Yapılacak olan Şiir Bayramı’na eğitimli Tatar gençlerini cezbettirmek için “El-Islah” idaresi çok titiz hazırlanıyor. Edebî gece için yapılan çağrı ilanlarını büyük harflerle yazıyor ve asıyorlar. Yirmi iki medrese öğrencisinden oluşan ilk Tatar korosunu F. Agiyev hazırlıyor. Tatar kızlarından koroya katılan olmayınca Kazan Müzik Okulu öğretmeni Reyter’in yönetiminde on yedi kız gösteriye hazırlanıyor. Bu gece öncesi Tukay ile Mevlüdovlar tekrar görüşüyorlar. “Bedricihan ablam ile “El-Islah” matbaasının önünden geçerken pencereden Fatih ağabeyi ve idarede oturan insanları gördük.” diye yazıyor, Zeytüne. (Dikkat edelim, aynen ilk görüşmedeki gibi “El-Islah”ın bulunduğu bina, aynı pencereler… Ah bu pencereler, neden onlar kızları kendilerine çekerler!) “İçeri kalabalık olduğundan girmeye cesaret edemedik. Fakat fazla zaman geçmeden ablam ‘Bak, Tukayev geliyor.’ Dedi ve Tukay da geldi. Bizimle her zamanki gibi mahcup bir şekilde selamlaştı. Ben ona elimi uzatarak selam verdim.” (Selamlaşmada ilk olarak kızlar el uzatır. – M.G.) “Ablam da selamlaştı. Sanki Tukay’ın acelesi vardı. Ama ben onun önüne geçerek ‘Nereye gidiyorsunuz?’ diye söze başladım. Şair ‘Matbaaya. Fatih orada mı acaba, gördünüz mü?’ dedi. ‘Pencereden gördük. Kalabalık olunca içeriye girmedik.” diyerek sır vermemeye çalışıyordu, Zeytüne. Doğruyu söyleyebilir mi kız çocuğu! “Seni gördüm ya başka kime ihtiyacım var.” diyebilir mi? Zeytüne devam eder: “Sonra ben ona neler yaptığını sordum. O ise edebî bir gece düzenlediklerini, bu yüzden koro için lâzım olan malzemeleri hazırlamaya çalıştığını söyledi. “Siz gelecek misiniz?” dedi. Gelmemizi istedi. Başını öne eğmiş yere bakıyor, ben onun yüzüne bakmadığımda ise bana bakıyordu. Galiba anlaşıldığı kadarıyla bakışlarımızın denk gelmemesini istiyordu. Hem de gidecekmiş gibi acele ediyordu. Eli elimde bayağı konuştuk.” Abdullah’ın daha sonra yayınlanan “Ellerin” adlı şiiri, sanırım bu görüşmeden sonra yazılmış. Daha önceden şiirlerini “Şüreli” mahlası ile yayınlıyordu. Bundan sonra sevdiği kız da tanısın diye ilk kez “A.T.” diye imza atmıştır. Başlığın altına parantez içinde “Övmesini biliyor muyum ki diye öven” sözleri yazmış olsa da kızın ellerini anlatırken, onları paklık ve saflığın çeşmesi (Gayne… ikinci mısrada. –M. G.) olarak görüyor.
Mutludur o elini tutan kulun,
Aynı kutsiyet ve iffettir elin.
Parlıyordur sanki nûrdan bir balık,
Meleğin gönlü gibi paktır elin.
Dert ve hasretle ağılanmış gönül,
Ah güzel kız! Zehre tiryaktır elin.
Genç gönlü tutunca bırakmıyor hiç,
Bir sihirli, sırlı oltadır elin.
Her bahtın başı da ondan başlıyor,
Bir baht bahrine ulaşmaktır elin.
Ben elini tutunca aştım göğe,
Şüphesiz bir âli çardaktır elin.
Evet, boyun da endam Tuğba gibi,
Şu mukaddes dala yapraktır elin.
Şairane söz bu, sen de anlarsın,
Bu sıfatlardan da üstündür elin.
Dur, bir methedeyim diye düşündüm,
Övülmeye layık bir ündür elin!
Tukay, Zeytüne’nin boyunu posunu “Tuba gibi” diye cennet ağacına benzetiyor. Evet, ne kadar çabuk değişiyor dünya, aşk alevi dokununca! Daha yeni bu yılın başında şubat ayının sonunda Tukay, bir kız ile bir gencin arasındaki münasebetle ilgili, mizahî olarak yazdığı “Yeget İle Kız” (“Yiğit ile Kız”) adlı şiirini “El-Islah”ta yayınlamıştı. Martın sonuna doğru Tukay da aşkın seline kapılır. O zaman “Birinin durumuna kışın gülersen, baharda başına gelir.”[13 - “Gülme komşuna, gelir başına” anlamında bir atasözü.] atasözüne benzer durumun.
Yiğit: Severim kepçe gibi burnunu canım,
Âşık oldum, tamamen bitti mecalim.
Canımsın, ah elek ağzını öpsem!
Dert etmem o zaman hatta ölürsem.
Kız: Sevimsiz, ne gereksiz laflar söyler,
Kendisinin her yeri çok mu güzel?
Yiğit: Kızma ne olursun Gaynicemal’ım,
Seni küçümsemek değil amacım canım.
Senin gibi güzel kızlar seyrek ya,
Kadın alacaksam kepçe elek gerek ya!
Seni alırsam olacak hem kepçe hem elek,
Boşuna para dökmek neye gerek?

MUTLULUĞUN BAŞTAN AŞDIĞI AN
Bu dönem, Tukay’ın çok mutlu olduğu bir zamandı. Bu zamanda şiir bayramı hazırlıklarını sürdürüyor, bu bir. Zeytüne Hanım ile görüşüyor, bu iki. Keşke bu bahar onun özel hayatına bir değişiklik getirse! Çünkü şair, son altı aydır başkentin bunaltıcı hayatından bıkmış durumdaydı. Zeytüne “Bahar olduğundan her yer çamurdu. Ben konuşurken o, ayağı ile çamuru eziyordu. “Bu çenesi düşüğün sözü amma uzadı.” der gibi sanki benden çabuk kurtulmak istiyordu. (Sanki Çistay Mişeri kızlarından kurtulmak çok kolaydı! M. G.) Belki benimle konuşmak istemiyor, belki de gören olur diye utanıyordu. Ondan ayrılınca ablam kızdı bana “Neden bu kadar zamanını alıyorsun, biliyorsun ki onun işi gücü var. İşi sadece seninle konuşmak değil, belki acelesi vardır. Sen ise iki de bir lafı uzatıp duruyorsun. Bu kadar da gözlerinin içine bakmasan, ona doymazsın sanki. Ödüm patladı. Artık “Abdullah Bey, sizi seviyorum.” diyeceksin diye korktum.”. Ablamın bu sözlerine çok kızdım. “Neden öyle söyleyeyim ki? O, benim ağabeyim sayılır. Onun dikkatini çekme ihtimali de neredeyse yok. Benden büyük biri olarak baksa baksa sana bakardı. Ben ona saygı duyduğum için konuşmak istedim, onu yakından tanımak istedim.” dedim.
Bazen beni kızdırmak için ablam “Mavi güvercin gökte oynar eğer başın dönmezse; Çok sevsen de gidemezsin saçların bağlanmasa.” veya “Bakar şimdi, bakar şimdi, bakıp doyamaz artık; ne kadar baksan da ona o senin olmaz artık.” gibi mısralar söylüyordu.
Dertleştiğimiz bir sırada ablam bir sırrını bana söyledi. Kendisinin Fatih ağabey ile benim de Tukay ile beraber olmamı hayal edermiş. Bu durumu başkaları hisseder diye sağa sola bakınır, kendi düşüncelerimizden kendimiz utanırdık. Ama yine de “Bugün gördüğüm üç yiğidin giydikleri parlıyor; Fatih elma, İbray hurma, Tukay da ahududu.” diye söylerdik.” diyor Zeytüne. Fatih ağabeyleri onlara Edebiyat Gecesi için bilet ayarlamayı ve kendi yanında yer ayırtacağını söylüyor. Gelirken beyaz elbise ile beyaz kalpak giymelerini tembihliyor. Erkekler siyah kelepüş, bazı hanımlar ise kalpak üzerine ipek şal örtmüşlerdi.
Ön sırada Abdullah Tukay, Fatih Emirhan, Aliasker Kamal, Vefa Bahtiyar, Sagit Remiyev, Gafur Kulahmetov oturmuşlardı. “Salonda kocaman bir vantilatör, elektriğin sayesinde dönüyordu. Salonda kolejde okuyan bir Tatar kızı gazete ve dergi satıyordu.” diyor Tahir Mahmutov. “Koroya ben de katılıyordum. Biz beş altı tane türkü söyledik. Tukay iki şiirini okudu. Vefa Bahtiyar da onun birkaç şiirini okudu. Kemanda kör Kozlov, akordionda Gayfi birkaç şarkı çaldılar.”
Tabii ki Zeytüne’nin aklında daha çok Tukay ile ilgili hatıralar kalmış. “Akşam çok güzel geçti. Hele benim gibi böyle bir ortama ilk kez katılan birisi için hiç unutulmaz bir geceydi. Tukay’ın elinde buruşmuş bir kâğıt vardı. Gecede “Oturma” adlı bir şiirini de okudu. Şair, şirini ne sert ne de yumuşak bir tonla, hoş, vurgulu bir sesle okudu.”

SAADETLİ SAAT
Bazı zaman kara kaşlı, kara gözlü
Bir güzelle otururum ben yüz yüze.
O an işte o kız başlar muhabbete,
Görüp bildiğini söyler dize dize.
Gözlerinden alamayınca gözümü,
“Evet” diye cevaplayınca her sözünü
Düşünür, ben âşık anlarım sözlerinden,
Heykel gibi durakalınca önünde.
Tukay, sık sık Zeytüne’nin gözlerine bakıyor. Genç kız ise kendinden geçmiş bir vaziyette havada süzülen kuğular gibi duygularının peşine düşmüş şairin mısralarına eşlik ediyor.
Dinliyormuşum! Bilerek böyle oturtuyorum,
Göz bebeğimi sağa sola uçurtuyorum.
Yavaşça bir silkinip hareket ettiğinde
Kalkıp gidecek şimdi diye korkuyorum.
Böylece saadetli saat de geçiyor,
O da kalkıp kendi yerine geçiyor.
Bilmez hâlimi, genç ya! Anlamazdır,
Bağırsam da: “Kucaklaşalım! Dur bir! Dur!”
“Uzun süre alkışlanınca tekrar sahneye çıktı ve bir şiirini daha okudu. Sagit Remiyev’in ne okuduğunu hatırlamıyorum. Koroda medrese öğrencileri “Medreseden Çıkan Şekertler Ni Diler?” (“Medreseden Çıkan Şakirtler Ne Derler”)i söylediler.
Ara verildi. Ben hemen gidip beş kuruşluk konfeti satın aldım ve sahneden inmelerini bekledim. Tukay takım elbiseliydi. Başında siyah kadife kellepüş vardı. Kızların hepsi kalpaklıydı. Erkeklerden zaten kellepüşlü gelmeleri istenilmişti. Benim elbisem beyaz, kalpağım ise kırmızı kadifedendi. Beyaz kalpak bulamadım.
İlk olarak Tukay indi. Elimdeki konfetinin çoğunu onun üzerine serptim. Saçları konfeti doldu. Kellepüşünün üstü de konfeti ile doldu. Sonra birazını Sagit Remiyev’in üzerine serptim, kalanlarını da tekrar Tukay’ın üzerine serptim. Sonra onun elini sıkarak başarısını tebrik ettim. O, bana gülümseyerek başını eğdi ve teşekkür etti. Sonra bir kenara çekilip sohbete başladık.
Salonda oyun havaları çalıyor, genç kız ve erkekler oynuyordu. Kızlar göğüslerine çiçek, erkekler ise yakalarına bir çeşit mavi kurdeleler bağlamışlardı. Yukarıdan konfetiler düşüyor, oynayanlar da onlara takılarak oynamaya devam ediyorlardı. Biz bunları izleyerek sohbetimize devam ediyorduk.
– Nasıl, geceyi beğendiniz mi? diye sordu Tukay.
– Çok beğendim. Ben Kazan’a gelince bir kere okul olarak Bolşoy Tiyatrosuna gittim. Böyle bir edebî geceleri önceden görmediğim için daha fazlasını tasavvur edemem.
– Siz oynamıyor musunuz, oynamak istemiyor musunuz, diye sordu.
– Dans etmeyi daha yeni öğrenmeye başladım. Bilmiyorum. Fakat dans etmeyi öğrenince yalnız sizinle dans etmek isterim. Beraber dans ederiz değil mi?
– Ben de daha yeni dans etmeyi öğrendim. Ben de ancak sizinle dans edebilirim, dedi ve güldü. O, “Kimle geldiniz?” diye sordu. Ablamla geldiğimi söyledim ve eve beraber dönelim, gece bitince nasıl olsa siz de eve döneceksiniz, dedim. Tukay razı olduğunu bildirdi. Sonra sigara odasına gitti. Ben posta oyunu için kâğıt aldım ve Fatih ağabeyin yanına oturdum. Bir tarafımda Fatih ağabey, diğer tarafımda zengin Gani’nin kardeşi Mahmut Bey oturuyordu. İncilerle süslenmiş kellepüş takmış, gözlerine kalın bir şekilde sürme çekmiş, uzun boylu, iri vücutlu biri idi. Bu adam bana gözlerini dikerek bakmaya başlayınca ben, kalkıp başka bir koltuğa oturdum. Fatih ağabey bana gülüyordu. Sana bu kadar güzel bakan adamın yanından nereye kaçtın dedi. Onun da dikkatini çekmişti. Ben, gece bitince bütün aramalarıma rağmen Tukay’ı bulamadım. Ablam “Haydi, herkesten arkada kaldık.” deyince bizi bekleyen İbrahim Ağabey, Sultan Rahmankolıy, Fatma ve Gülsüm ile eve doğru yola koyulduk.” diyor Zeytüne.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/marsel-garipov/ebedi-ask-69499645/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Yazar, burada Tatar Hanlığının Rus Kinezliği hegemonyasına girmesinden geçen zamanı kastetmektedir.

2
Sergey Timofeyeviç Aksakov (1791–1859) Tatar kökenli Rus yazarı, edebiyat ve tiyatro eleştirmeni.

3
Ahmet Feyzi (1903–1958): Tatar yazarı.

4
M.Y. Lermontov (1814–1841): Ünlü Rus şairi.

5
Kamil Motıygıy (1883–1941): Uralski’de yaşayan ünlü Tatar yayıncı, gazeteci, ses sanatçısı ve Tukay’ın yakın dostu.

6
M. Musin: Tukay’ın Uralski’deki arkadaşı.

7
Sum: Kazan Tatarlarında kullanılan para birimi. Bu, bir rubleye denk bir para.

8
Kellepüş: Tatar erkeklerinin başlarına taktıkları bir çeşit millî şapka.

9
Tiyen: Kazan Tatarlarında bozuk para adı. Bu, bir kopeykaya denk gelir. Rublenin yüzde biri.

10
Tansık: Özlemle beklenen.

11
Şüreli: Tatar mitolojisinde ormanda yaşadığına inanılan, alnında boynuzu ve parmakları çok ince ve uzun olan bir yaratık. Ayrıca Tukay’ın bu ad ile yazdığı bir de poeması (uzun şiir) vardır.

12
Kuzna: Tatarlarda yaygın olan bir çeşit oyun.

13
“Gülme komşuna, gelir başına” anlamında bir atasözü.
Ebedî Aşk Marsel Garipov

Marsel Garipov

Тип: электронная книга

Жанр: Историческая литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 16.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Ebedî Aşk, электронная книга автора Marsel Garipov на турецком языке, в жанре историческая литература

  • Добавить отзыв