Kadife Yapraklar

Kadife Yapraklar
Mehmet Özer Kazancı

Mehmet Ömer Kazancı
Irak Türkmen Edebiyatı Tarihinden Kadife Yapraklar Araştırmalar ve El Yazmaları

ÖNSÖZ
Bu kitapta yer alan yazılar, değişik tarihlerde Irak Türkmen edebiyatı ile ilgili olarak yapmış olduğumuz çalışmalarla birlikte, Bağdat El yazmaları Evinde bulunan önemli eserlerimiz hakkında hazırlamış olduğumuz kataloglardan oluşmaktadır. Bunların bir kısmı zamanında yerel dergilerimizde, diğerleri ise Türkiye’de çıkmakta olan hakemli dergilerde yayımlanmıştır.
Edebiyat tarihimizle ilgili çalışmalar, Havadis, Maarif ve Kevkeb-i Maarif gibi en eski yayın organlarımızın üzerinden yapılmıştır. Bunlar arasında Türkmen edebiyatçılarının dili sadeleştirme konusunda harcadıkları çaba, hikâye ve roman alanına verdikleri özen, çocuk şiirine gösterdikleri önem ve bu türlerde yayımladıkları ilk ürünlerle birlikte, edebiyatımızda görkemli konumlara sahip olan Sâfî ve Hicri Dede gibi şairlerimizin bazı görkemli ve ilginç çalışmalarının, günümüze kadar ele alınmaya ayrıntıları bulunmaktadır.
Kitabın ikinci bölümünde, yakın bir tarihe kadar ulaşılması engellenen Irak El yazmaları Evi’ndeki eserlerimizin bir bölümüne, katalog halinde, ışık tutulmaktadır. Bunlar, klasik edebiyatımızın nadide cevherleri olarak bilinen şiir divanlarımızın yanı sıra, tarihi sözlüklerimizi kapsamaktadır. Amaç, Irak’ta Arap harfli Türkçe zengin bir el yazması hazinesi bulunduğuna dikkatleri çekmek ve bu alanda çalışma yapmak isteyen araştırıcılara bu hazineyi kısmen de olsa tanıtmaktır. Bu çalışmalarla Türkmen edebiyatına, mütevazı da olsa, bir hizmet sunabilmişsek ne mutlu bize…

    Kazancı

MAARİF DERGİSİ ÜZERİNDEN TÜRKMEN EDEBİYATÇILARININ DİLİ SADELEŞTİRME ÇABALARI[1 - Bu yazı İstabnul Kardaşlık dergisinde yayımlanmıştır ( 2021, yıl 22, sayı 89)]

Maarif dergisi Türkmenlerin Irak’ta çıkardıkları ilk edebiyat dergisi olduğu gibi, Irak genelinde yayınlanan üçüncü edebiyat dergisi olarak da bilinmektedir[2 - Ata Terzibaşı (2005) Kerkük’te Matbuat Tarihi. Kerkük Vakfı. İstanbul.]. Kerkük’te çıkarıldığı için, Türkmenlerin her konuda düşüncelerini yansıtan bir özelliğe sahip olduğunu söylemek yanlış olmaz sanırım.
Dergi 24 Nisan 1913 ile 20 Kasım 1913 tarihleri arasında yayımlanan 11 sayısıyla, birinci sayıının önsözünde belirtilen misyonlarını tam olarak yerine getirmeye çalışmıştır[3 - Bu misyonları detaylı olarak öğrenmek için bkz: Mehmet Ömer Kazancı (2019) Hışırtılar. Sayfa 87. TBA yayınları, nu: 2.]. Vefat etmiş olan edebiyatçılardan yayımladığı örnekler yanında, etrafına toplanan dönemin edebiyatçılarının da katkılarını paylaşmıştır. Bunlar yalnız şiirleriyle değil, düzyazıları ve bu yazılarda değişik konular üzerine ileri sürmüş oldukları görüş, öneri ve düşünceleriyle de dikkatleri çekmektedirler. Bu konulardan biri dil ve dilin sadeleştirilmesi konusudur.
Dil ile doğrudan doğruya ilgili olarak yayımlanan ilk yazıya, derginin 4. ve 5. sayısında rastlıyoruz. “Lisana Dair” başlıklı bu yazı, Fethi Safvet (1896-1966)[4 - Fethi Safvet’in hayatı ve çalışmaları için bkz: Türkiye Dışındaki Türk Edebiyatı Antolojisi: cilt 6, Azerbaycan- Irak (Kerkük) Türk Edebiyatı. Sayfa 416. (Hazırlayan: Suphi Saatçi) Kültür Bakanlığı, Ankara.] tarafından iki bölümde kaleme alınmıştır[5 - Maarif dergisi: Lisana Dair 1, sayı 4, sayfa 30 (13 Haziran 1329) Lisana Dair 2: sayı 5, sayfa 37 (17 Haziran 1329). Yazıların metinlerini bu çalışmanın son sayfalarına yeni harflerle, meraklıları için, aktarmış bulunuyoruz.]. Yazıyı incelediğimizde Dr. Suphi Saatçi’nin Fethi Safvet hakkında söylemiş olduğu haklı bir cümleyi hatırlamış oluyoruz: Fethi Safvet’in “ileri sürdüğü görüşler, dönemi için yeni ufukların müjdecisi olmuştur”[6 - Türkiye Dışındaki Türk Edebiyatı Antolojisi: cilt 6, Azerbaycan- Irak (Kerkük) Türk Edebiyatı. (Hazırlayan: Suphi Saatçi) Kültür Bakanlığı, Ankara, sayfa 41.].
Fethi Safvet “Lisana Dair” yazısına, tanıdıklarının birisi tarafından, hele kendi dilini kavramadan Fransızca öğrenmek istediğini ve bu isteğin ne kadar anlamsız, yersiz olduğunu giriş bölümü yaparak, dil hakkındaki görüşlerini anlatmaya başlamaktadır. Fethi Safvet’e göre:

1- Yaşadığımız ortamda dile karşı nezaketle davranılmıyor.
2- Memlekette üst düzeyde olan insanların sayılı kısmının dışında, diğerleri dili doğru dürüst konuşamıyor, yazamıyor, kurallarına saygı gösteremiyor.
3- Bunlar, dilimize “muhabbetimiz” olmadığından, her türlü “amâl ve irfanın” dil ile başladığını bilmediğimizden, “lisanı/ dili sevmek, milleti muhafaza etmek olduğunu anlamadığımızdan, anlamak istemediğimizden” ileri gelmektedir.
4- Dilimizin ne kadar “beliğ, râk’sân, müessir” bir dil olduğunu bilseydik, kuşkusuz ki, onu bu derecede ihmale uğratamazdık.
5- “Teâli, terakki, tekâmül” için dil bir ihtiyaçtır.
6- İnsanlar tarih boyunca dillerini geliştirmek için her zaman yeni sözcükler üretmek gereğine zorlanmışlar ve bu konuda göstermiş oldukları çabalarla konuştuğumuz dil, bugünkü kıvamını kazanmıştır.
7- Dilimiz sanıldığı kadar “güç/zor/ olmadığı gibi kolay da değildir”. “Türkçeden başka bir de Arapçada ve Farsçada pek vâsi’ değilse bile, az, fakat temelli” bilgi ister.
8- Dil yanlışlıklarıyla dolu bir yazıda “sanat, meziyet” aramak boşunadır.
9- Daha önceki dönemlerde dilimiz pek “bulutlu, boğuk, müphem ve muğlâktı”. Belirli, bir sınıfa özgüydü. Ama Akif Paşa, Ethem Pertev Paşa gibi bazı aydınlarımızın girişimiyle “kolaylığa, sadeliğe, inceliğe” kavuştu. Daha sora bu kervana katılan Şinasi’ler, Ziya Paşa’lar, Namık Bey’ler gibi “garbi taklit ederek” “yeniliğe daha ziyade kudret, selaset bahş” ettiler.
10- “Bununla beraber, havâ-yı teceddüt vâdi-yi edebiyatın bütün bu boşluklarını dolduramamıştı. Yine pek renksiz, yine cansız, yine hareketsizdi. Evza’ ve etvarımıza hakkıyla tercüme olmuyordu”.
11- Abdulhak Hamit ve Ekrem devrine gelince de bu cansızlık devam etti. Ancak bunların yetiştirmiş olduğu Fikret’ler, Halit Ziya’lar, Cenap Şahabettin’lerin de içinde bulunduğu kuşak, “bina-yı teceddüdün esaslarını, temellerini” kurmuş oldular. O yolu tuttular, ilerlediler. Dil açısından “kelimelerin ahengini, ruhunu” yakaladıkları bir üslupla eserler yazmaya başladılar.
12- İşte böyle bir dil istiyoruz ki, – yazar, Halit Ziya’nın bir yazısına atfen – “onda o ezgiler, o örnekler, o derinlikler olsun. Bedii ile elyaf-î ruhu teh’ziz edip / titretip/ okşayacak, efkârı tenvir, ahlaki ve hissiyatı teh’zip ve terbiye edecek bir lisan” olsun.
Bu yazı, bildiğimiz kadarıyla, dilimizin sadeleştirilmesiyle ilgili olarak yerel basın organlarımızda yayımlanan ilk net yazıdır. Yazarı Fethi Safvet o tarihlerde on yedi yaşındadır. Tek edebiyatta değil, hatta günlük konuşma dilinde yapılan yanlışlıkların, zamanla milletin varlığını bile etkiyeceğini vurguladığı gibi, dili daha cana yakın kılabilmek için sadeleşmeye yönelmenin gerektiğini önermekle birlikte, ihtiyaç duyulduysa, yeni sözcükler üretme konusunda da bir sakınca görmemektedir.
Bu görüşlerin, zamanında edebiyat ortamı tarafından ilgi ile karşılanarak, az çok yankı yaratmış olduğunu söylemek bir dereceye kadar mümkün. Bu yankının bir belirtisini, Maarif dergisinin kurucusu ve baş editörlüğünü yapan Ahmet Medeni’nin “Osmanlı Lisanı”[7 - Maarif dergisi: sayı 5, sayfa 33 (17 Haziran 1329). Yazının yeni harflerle metini için bkz: Ata Terzibaşı (2013) Kerkük Şairleri. Kitap 2, sayfa 231. Ötüken yayınları, İstanbul. Suphi Saatçi: (1997) Dışındaki Türk Edebiyatı Antolojisi: cilt 6, Azerbaycan-Irak (Kerkük) Türk Edebiyatı. Sayfa 410. Kültür Bakanlığı, Ankara,] adı altında kaleme almış olduğu yazıda görmekteyiz. Yazıda Medeni, aynı düşünceleri, ufak tefek farklarla benimsemektedir. Medeni’ye göre:

1- Edebiyatta en dikkat edilmesi gereken sorun dildir. Dilimiz ne kadar “incelir, tasfiye ve tevsi’ edilirse” edebiyatımız da o kadar yükselir ve yücelir. Onun için her şeyden önce dile ve dilin “tanzimine” bakmalıyız.
2- Dedelerimiz Türkçemizi “cevelânî edebilerine” uygun görmemişler. Dolayısıyla Türkçe, Arapça ve Farsçadan oluşan bileşik “lisan-ı Osmanlıyı tesis” etmişler.
3- Oysa dilimiz, zaman akışı içerisinde gerçekleşen bütün gelişmeleri izleyerek bugüne gelmeliydi. Ama bu olmadı. Bunun yerine “bir başka lisan meydana çıkarıldı”. Bunu hâlâ, tamamıyla beceremeyerek takip etmekteyiz. “Nakıs bir lisana razı olmak, teceddüdün lisana bağlı oluğunu bilmemek demek değil mi”?
4- Dedelerimizin, böyle bir ihmal ile izlerinde yürümek doğru değil, “istikbal-ı edebimiz noktasından elbette caiz değildir”.
5- Dilimiz zamanla öyle bir muğlâk ve karışık hale geldi ki, insanlarımız artık kendi dillerini anlamıyorlardı. Yazı dili ile konuşma dili arasında büyük bir uçurum oluştu. Oysa “lisan-ı tekellüm ile lisan-ı kitabet birbirinden farlı değildir”.
6- Muhatabın anlayamadığı bir edebiyatın dilinde eksiklik vardır, kusur vardır. Çünkü “söylemek ve yazmaktan maksat, bir fikri başkalarına anlatmaktır. O zaman niçin herkesin anlayacağı surette” yazmayalım. Dilimiz geçmişte bu “illet ile malûldü” . Bunu ilaç edenler başka bir hastalığa düşürdüler dilimizi. İngilizce, Fransızca, Almanca gibi batı dillerinden yabancı sözcükler almaya başladılar. Dilimizin yeni derdi bu.
7- Yabancı dillerden yeni terim, yeni deyiş ve deyimler adına aldığımız sözcüklerin yerine, kendi dilimizden bunları türetmeye çalışmalıyız. Olanaksızsa, dilimize “tev’em/ ikiz” diller olan Arapçadan, Farsçadan yararlanabiliriz. Değil yalnız dil, hiçbir şey kendiliğinden hâsıl olmamıştır.
8- Özet olarak: “lisanımızın tekâmülünü, istikbâl-i edebimizin te’minini istiyorsak…. Bu meseleye, bu meseleye-i lisanîyeye bir sai’-yi ciddi ve hakiki ile tevessül ve teşebbüs etmeliyiz”.
Fethi Safvet’in yazısı gibi, Ahmet Medeni’nin imzasıyla yayımlanan bu yazıda da dilin sadeleştirilmesi konusunda gereken adımların bir an önce atılmasına doğru bir çağrı vardır. Dil o kadar anlaşılmaz bir duruma gelmiştir ki, artık okurlar yazarların ürünlerini izlemekte zorlanmaktadırlar. Edebiyatta kullanılan dil, günlük konuşmada kullanılan dilden fazlaca farklı olmamalıdır. Yabancı sözcük ve terkiplerden arındırılmalıdır. Ancak batıya yaklaşım sonucu dile sızmaya başlayan deyim ve deyişlere de dikkat edilmelidir. Onlar da zamanla dilimizi zedeleyebilir. Bu sorunu çözmek için sözcük üretimine gidilebilir. Bu konuda Arapça ve Farsçadan yararlanmak, dilimizi batı dillerinin sömürgeciliğinde çiğnenmeye bırakmaktan daha doğrudur. Arapça ile Farsça, dilimizin ikizleri gibidir. Beraber yaşamışlar, gelişmişler. Birbirlerine yabancı sayılamazlar.
İki yazı da aynı amaç ile kaleme alınmıştır. Ancak Fethi Safvet’in yazısı dil bakımından daha sade, daha yalındır. Çok daha kolay anlaşılır bir niteliğe sahiptir. Sanki yazısını kaleme alırken, ileri sürdüğü düşüncelerin doğrultusunda hareket etmeyi yeğlemiştir. Sözcüklerden öz Türkçe olanlarını seçmiş, cümlelerden en kolay anlaşılır olanlarını kullanmaya özen göstermiştir. Bu konuda büyük bir dereceye kadar başarılı olmuştur. Oysa Ahmet Medeni’nin yazısında Osmanlı Türkçesinin etkisi, diğer yazılarında olduğu gibi, bütün ağdalığıyla, ağırlığıyla devam etmektedir. Bu yüzden yazısında ileri sürdüğü sadeleşme tezi, bir iddianın ötesine geçmemiştir. Sözde, havada kalmıştır. Bunu, daha sonradan gerek Maarif dergisi gerekse de diğer gazete ve dergilerimizde yayımladığı şiir ve yazılarından da öğreniyoruz[8 - Bu konuda Ata Terzibaşı şunları söylemektedir: Ahmet Medeni “dilde sadeleşmeyi savunmakla birlikte bunu da – şiirde olduğu gibi- pek başaramamıştır”. Bkz: Kerkük Şiirleri, kitap 2, sayfa 228.].
Ya Fethi Safvet söylediklerinin ne kadar arkasında durmuştur, uygulamaya çalışmıştır?
Fethi Safvet aslında bu yazıdan sonra elini eteğini edebiyat dünyasından çekmiştir. Değil dil konusunda, edebiyatla ilgili hiçbir konunun peşinde olmamıştır. Havadis gazetesinde katkısı olmuş mu olmamış mı, bu gazetenin tüm koleksiyonları elimizde bulunmadığı için- bilmiyoruz. Fakat Maarif dergisinden sonra çıkan yayın organlarımızın hiçbirinde adına rastlamıyoruz[9 - Ata Terzibaşı Kerkük Matbuat Tarihi kitabında Fethi Safvet’in adını ne Havadis gazetesi ne de vefat ettiği tarihine kadar çıkan diğer gazete ve dergilerde katkısı olan yazarlar arasında göstermemiştir.]. Maarif dergisinde de yayımlamış olduğu yazılarının sayısı dört yazıyı geçmemektedir[10 - Bunlar sırasıyla 2. , 3. , 4. Ve 5. sayılarda (Bir Mektup), (Yazmak Sanatı), (lisana Dair – 1) ve (Lisana Dair- 2) başlıklarıyla yayımlanmışlardır. İlk iki yazının yeni harflerle metni için bkz: Ata Terzibaşı ve Suphi Saatçi’nin adı geçen eserlerine. Bu araştırmada söz konusu ettiğimiz (lisana Dair) yazılarını araştırmanın sonuna aktarmış bulunuyoruz.]. Edebiyattan böyle erken uzaklaşmasının nedenlerini kesin olarak bilmemekle birlikte, birinci dünya savaşının başlamasıyla askere alınması, bu nedenlerden biri olarak düşünülebilir. Uzun bir süre memleketken uzak cephelerde savaşmıştır. Savaş sırasında tutsak düşmüştür. Serbest bırakılınca İstanbul’a yerleşmiş ve burada hayatının yönü, yordamı değişmiştir. Resim ve heykeltıraş sanatlarına kendini vermiştir.
Demek istediğim, dili sadeleştirme amacıyla yazılan bu yazılardan beklenen sonuçlar elde edilmemiştir, edebiyat ortamını fazlaca etkilememiştir. O tarihlerde, hatta daha sonra çıkan dergi ve gazetelerimizde kullanılan kapalı, yapmacık, yapay, zor anlaşılır dil, olduğu gibi yolunu alıp yürümüştür. Ancak bu yazılar, edebiyat tarihimizde birer farklı metin olarak yerlerini almışlardır.
Aslında Türk edebiyatında sadeleştirme hareketi çok erken başlamıştır. Şinasi’nin “umum halkın kolaylıkla anlayabileceği” bir edebiyat dili peşinde olması, Ziya Paşa’nın edebiyatı “ ‘avam beyninde/ arasında” araması, Ali Suavi’nin bilinçli olarak sade bir dil kullanması, Mütercim Asım’ın, Şemsettin Sami’nin dil ile ilgili çalışmaları, Mehmet Emin Yurdakul’un “Türkçe Şiirler” adlı eseri etrafında yapılan tartışmalarla başlamıştır[11 - İslam Ansiklopedisi (1996) Genç Kalemler maddesi, cilt 14, sayfa 21-23. Türkiye Diyanet Vakfı, İstanbul.]. Ancak ikinci meşrutiyetten sonra gerçek kıvamını bulmuştur. Selanik’te çıkarılan Genç Kalemler[12 - Genç Kalemler dergisi, 8 sayı çıkan “Hüsün ve Şiir” dergisinin uzantısıdır. Adı 9. sayıdan itibaren “Genç Kalemler” olarak değiştirilmesiyle yayın hayatına 1911’de bailamıştır. Dört cilt halinde toplam 33 sayı çıkan dergi, Balkan Savaşı sırasında, Selanik bçlgesinin Osmanlı Devleti’nin elinden çıkmasıyla Kasım 1912’de yayın hayatına son vermiştir.] dergisinin etrafında toplanan yazarlar, bu konuyu ciddiyetle benimsemiş, ele almış ve ilk doğru temellerini atmışlardır. Bunların Başında Ömer Seyfettin, Ziya Gökalp, Ali Canip Yöntem gelir. Ömer Seyfettin›in dergide dizi halinde yayımladığı “Yeni Lisan” başlıklı yazılarının birincisi[13 - Bu birinci yazı derginin 2. cilt, Nisan 1912 tarihinde yayımlanmıştır.], dilde sadeleşme hareketinin bildirgesi sayıldığı gibi, milli edebiyat akımının ilkelerini beraberinde getiren bir yazı niteliğinde olduğu şeklinde de değerlendirilmektedir[14 - Ahmet Bozdoğan (2007) birinci Yeni Lisan Makalesini Milli Edebiyat Akımının Bildirgesi Olarak Okumak. C. Ü. İlahiyat Fakültesi dergisi. X1/2, sayfa 251- 266.].
O yazının, dili sadeleştirme konusunda içerdiği temel ilkeleri, Türk araştırıcıları şu şekilde özetlemektedirler:

1- Arapça ve Farsça gramer kurallarının kullanılmaması, bu kurallarla yapılan terkiplerin kaldırılması,
2- Arapça ve Farsça kelimelerin Türkçede söylendikleri gibi yazılması,
3- Başka Türk Lehçelerinden kelimeler alınmaması,
4- İstanbul konuşması esas alınarak yeni bir yazı dilinin meydana getirilmesi.
5- Dil ve edebiyatın doğu-batı taklitçiliğinden kurtarılması,
Başlangıçta kimi edebiyatçılar tarafından tepki ile karşılanan ve sert tartışmalara yol açan bu ilkeler, daha sonra herkes tarafından kabul edilmiştir. Çünkü arkasında duranlar olmuştur. Doğruluğunu, verdikleri ürünlerle saptayanlar olmuştur. Yazı, Genç Kalemler dergisinden ya tümüyle ya da önemli bölümlerinden alıntılar yapılarak bazı basın organlarında tekrardan yayımlanmıştır[15 - Nazım H. Polat (2020) Yeni Lisan”da Divan Edebiyat Eleştirisi. Türk Dili. Yıl 69, sayı 821, sayfa 18- 29]. Daha önemlisi, dili sadeleştirme konusunda hangi yöntemlere başvurulması gerektiği birer birer öne sürülmüş, anlatılmış ve açıklanmıştır. Yani yalnız dilin yaşadığı sıkıntıların nedenlerini ileri sürmekle yetinilmemiştir. Bu nedenlerin önüne geçilmesinin metotları da söz konusu edilmiştir. Yukarıdaki ilkeleri yeniden incelediğimizde, tek bunları görmekteyiz. Oysa asıl yazı, on altı yan başlıkla birkaç sütunda yayımlanmış uzun bir yazıdır[16 - Yazının tam metnine: internet arama sistemleri yoluyla (Ömer Seyfettin’in “Yeni Lisan” birinci makalesi) adresiyle ulaşabilirsiniz.]. “Türkçe Muvazenesini kaybetmiştir” kaygısından yola çıkarak, Türkçeye dengesini kazandırmak amacıyla yazılmış ve günümüz Türkçesinin geldiği noktayı sağlamasında atılan ilk olumlu, ilk gerçek adım olmuştur.
Genç Kalemler dergisinde çıkan bu birinci yazıyı, aynı başlık altında bir sürü yazı takıp etmiştir. Bu dergi ile Maarif dergisinde Ahmet Medeni ve Fethi Safvet’in yayınlamış oldukları yazılar arasında iki yıl kadar bir süre vardır. Bu iki yıl içerisinde, Genç Kalemler dergisi ve bu derginin benimsemiş olduğu sadeleştirme hareketinden bizimkilerin haberleri olmuş mu? Dergiden bazı nüshalar ellerine değmiş mi? O yazıları okumuşlar mı? Onlardan etkilenmişler mi? bu soruların yanıtlarını hem Fethi Safvet’in “Lisana Dair” hem de Ahmet Medeni’nin “Osmanlı Lisanı” yazılarından, kesin olarak değilse de, bir dereceye kadar kanaat verici delillerle çıkarabilir ve “hayır” Genç Kalemler dergisinden ve bu dergide yayımlanan “Yeni Lisan” yazılarından haberleri olmamış, etkilenmemişlerdir diyebiliriz. Bu deliller şunlardır:

1- Yazılarda son dönem divan edebiyatçılarına karşı hâlâ bir saygı gösterisi bulunmaktadır. Dilde bazı düzeltmeler yaptıklarına, edebiyatta bazı gelişmelere imza attıklarına inanılmaktadır. Oysa “Yeni Lisan”ın ilk satırlarından başlayarak, divan edebiyatçılarına özellikle de şairlerine hakaret boyutuna varan sert eleştiriler söz konusudur. O şairlerin bir kısmı “ahlaksızlık ve eşcinsellikle” suçlandırılmaktadırlar[17 - Nazım H. Polat (2020) adı geçen yazı.].
2- Yazılarda dilin, dolayısıyla da edebiyatın gelmiş olduğu acıklı duruma ışık tutmakla yetinilmektedir. Bu durumu düzeltmek için hangi yolların denenmesi ile ilgi herhangi bir öneriye veya bir düşünceye yer verilmemektedir. Oysa “Yeni Lisan”da bu gibi düşüncelere açık ve net olarak değinilmekte, birer birer açıklanmaktadır.
3- Yazılarda, “Yeni Lisan”da görüldüğünün tersine, milli edebiyat anlayışına vurgu yapılmamaktadır. Yalnız dilde sadeleşme konusu öne çıkarılmaktadır.
4- Yazılarda “Yeni Lisan”a işaret edilmediği gibi -özel incelememize göre- azından “Yeni Lisan”ın ilk yazısından (birinci makalesinden) herhangi bir cümle alıntısı yapılmadığı gibi, cümle benzerliği de bulunmamaktadır.
Genç Kalemler Kasım 1912 yılında, yukarıda belirttiğimiz sebepten dolayı yayın hayatına son verince, derginin yazar kadrosunun önemli bir kısmı İstanbul’a geçerek “Türk Yurdu” dergisi yoluyla, Selanik’te başlattıkları, dilde sadeleştirme hareketini savunan yazılarıyla birlikte, edebiyatın değişik dallarında kolay anlaşılır bir dille verdikleri örneklerle de emeklerini sürdürmüşlerdir. Ve bu emeklerin barına, devlet genelinde, otuzlu yıllardan başlayan “Dil Devrimi- Harf Devrimi” “ ile varmışlardır. O tarihlerde dil konusu devlet politikası haline gelmiştir. Yeni harfler kabul edilmiş, Türk Dil Kurumu kurulmuştur. Dil, günden güne sadeleştirilmesi, zenginleştirilmesi yanında engin araştırmalara, derin incelenmelere konu olmuştur. Divan edebiyatında kullanılan dil artık tarihe kavuşmuştur.
Oysa bizim yörede bu sonucu varmak için bir süre daha beklememiz gerekmiştir. Osmanlı döneminde çıkarılan gazete ve dergilerimizde kullanılan dil neyse[18 - Ata Terzibaşı, Osmanlı döneminde çıkarılan Havadis gazetesinin dilinin “inşavî”, Maarif dergisinin dilini “Osmanlıcanın son yıllarında yaygın olan ve henüz sadeleşmemiş yazı üslubunu yansıtmaktaydı” şeklinde değerlendirmektedir. Bkz: Kerkük Matbuat Tarihi (2005) sayfa 58 ve 64.], İngiliz işgalinden tutun otuzlu yılların başına kadar (Türkiye’de herif ve dil devrimlerinin başarıyla sonuçlandığı tarihe kadar) çıkarılan basın organlarımızda, aşağı yukarı aynı ritim ile devam etmiştir. Bu tarihten sora milli bilince sahip kimi yazar, şair ve gazetecilerimiz[19 - Bunlara, Bağdat’ta çıkarılan Yeni Irak gazetesinin sahibi ve başyazarı Celil Yakup’u bir örnek olarak gösterebiliriz. Dil Savaşı adlı yazısında Türkçenin sadeleştirilmesini şu cümleyle savunmaktadır: “Türkçe değişmiyor, yalnız özlülüğe doğru yürüyor, öz benliğine kavuşuyor”. Bkz: Mehmet Ömer Kazancı (2011) Yeni Irak gazetesi, Türkmen Kardeşlik Ocağı, yayın nu: 24, sayfa 41. Tevfik Celal’i bir diğer örnek olarak gösterebiliriz. İleri gazetesinin 9 May 1935 tarihli 9. sayısında öz Türkçe bir şiir yayımlamıştır. Bkz, Kerkük Matbuat Tarihi, sayfa 110, (dipnot). Daha sonraki bir tarihte Esat Naip Aruz vezniyle şiir yazmaktan vazgeçerek hece veznini çok saf bir dille kullanmaya başlamıştır. Bkz: Önder Saatçi ((2020) Irak Türkmenleri İçin. Kerkük Vakfı Yayınları nu:87. Sayfa 177.], dilde sadeleşme konusuna özenle bakmaya başlamışlardır. Konuyu milli bir görev olarak algılamış üstlenmişlerdir. Basın organlarımızda kullanılan dilin şekli, günden güne değişmiştir. Ancak Cumhuriyet dönemine girince, gerçek yönünü bulmuştur. Bu işin öncülüğünü rahmetli hocamız Ata Terzibaşı[20 - Ata Terzibaşı’nın dilciliği hakkında detaylı bilgiler için bkz: Önder Saatçi (2020) Irak Türkmenleri İçin. Kerkük Vakfı Yayınları nu:87. Sayfa 203-226.] Beşir gazetesiyle bilinçli bir şekilde başlatmış[21 - Ata Terzibaşı, Beşir gazetesinin o tarihe kadar Kerkük’te (ve hatta Irak’ta Türkçe olarak çıkan) gazete ve dergilerden ayıran özelliklerinden söz ederken bu özelliklerin başında “dilinin sade ve temiz oluşunu” göstermektedir. Bkz: Kerkük Matbuat Tarihi, sayfa: 142.] ve destek veren edebiyatçılarımızın katkısıyla artık dili saf ve sade olarak kullanmanın yolu sonuna kadar açılmıştır.

Kaynakça:
1- Adsız (1996) İslam Ansiklopedisi. Cilt 14, Genç Kalemler maddesi, sayfa 21-23. Türkiye Diyanet Vakfı, İstanbul.
2- Ahmet Bozdoğan (2007) Birinci Yeni Lisan Makalesini Milli Edebiyat Akımının Bildirgesi Olarak Okumak. C. Ü. İlahiyat Fakültesi dergisi. X1/2, sayfa 251- 266.
3- Ata Terzibaşı (2005) Kerkük Matbuat Tarihi. Kerkük Vakfı, yayın nu: 14. İstanbul.
4- Ata Terzibaşı (2013) Kerkük Şairleri. Kitap 2, Ötüken, yayın nu: 1021, İstanbul.
5- Maarif Dergisi Koleksiyonu, 11 sayı. (11 Nisan 1329 – 7 Teşrinisani 1329)
6- Mehmet Ömer Kazancı (2011) Yeni Irak gazetesi, Türkmen Kardeşlik Ocağı, yayın nu: 24. Kerkük
7- Mehmet Ömer Kazancı (2019) Hışırtılar. TEBA yayın nu:2. Kerkük.
8- Nazım H. Polat (2020) Yeni Lisan’da Divan Edebiyatı Eleştirisi. Türk Dili. Yıl 69, sayı 821, sayfa 18- 29.
9- Önder Saatçi ((2020) Irak Türkmenleri İçin. Kerkük Vakfı, yayın nu:87. İstanbul.
10- Selahattin Sakı Vali ve Mehmet Hurşit Dakuklu (1980) Basın Tarihi. Kültür Bakanlığı, yayın nu:32. Bağdat.
11- Suphi Saatçi (1997) Türkiye Dışındaki Türk Edebiyatı Antolojisi. Cilt 6, Azerbaycan- Irak (Kerkük) Türk Edebiyatı. Kültür Bakanlığı. Ankara.

Lisana Dair
–1-
Geçenlerde bildiklerimden biri, kendi ana-baba lisanına, lisan-ı mâderine vakıf olmadan, az çok konuşma yolunu bilmeden, iki satırı doğru yazıp okumadan, bir edâ-yı tahassür ve temenni ile: “ah Fransızca öğrenseydim” diyordu.
Yalan söylemeye mecbur değilim, titredim, kızdım ve acıdım. Fakat kabahat kendisinde mi idi? Eğer cehalet bulutları kafasını doldurmasıydı, gözlerini kapamasıydı, kendi dilini öğrenmeden böyle bir söz kaçırır mıydı?
Eğer muhiti, mürebbisi, arkadaşları, hatasız bir üslup ile bir üslub-î müzeyyen ve tabii ile tekellüm etselerdi, çocuk böyle yanlış, renksiz, cansız konuşur muydu?
Şunu meyus, müte’ellim itiraf edeceğim ki, bu muhitteki lisanımızda ahenk, şiddet, melahât, nezaket göremezsiniz. Hatta memleketimizin malûmatlı, ‘âli tabakasını teşkil eden adamlarımızın mahdut bir kısmı müstesna tutulursa, o bir kısmının lisanı, kavaide, kavâid-i hitabede taban tabana zıttır. Hele mükâlemelerimizde “mi” istifhamını kullanmak külfetinde bulunmuyoruz. Çünkü lisana muhabbetimiz yok, çünkü her türlü amal ve irfan lisan ile başladığını bilmiyoruz. Çünkü lisanı sevmek, milleti muhafaza etmek olduğunu anlamıyoruz veyahut anlamak istemiyoruz.
Bugünkü lisanımızın ne kadar beliğ, râ’ksan, müessir bir lisan bulunduğunu bilseydik, as el- esas irfan lisan olduğunu idrak etseydik, hiç şüphesiz, lisan hakkındaki ihmalin, adem -i vukufun bu derecesine varmayacaktık.
İlk insanların lisanlarını anlamak için, nazarlarımızı tarih-i beşeriyete çevirirsek, göreceksiniz ki, lisanları mahdut idi. Hem de pek mahdut. O derecede ki, yalnız ihtiyacat-ı mübremeyi anlatan hemen hemen birkaç yüz kelime kadar.. Tabiidir ki, insanlar daima teali etmek, terakki etmek, tekâmül etmek ihtiyacındadır. Gün be gün malumat edindiler, fikirlerini çoğalttılar, işte bu fikirleri ifade için, tabiat insanları bir takım yeni yeni kelimeler icat etmeye, ibda’ etmeye sevk etmiştir. Nihayet bugünkü lisanın dereceyi şümulü ve si’eti bu noktaya i’lâ edilmiş.
Lisanımız zan olunduğu kadar güç olmadığı gibi, pek de kolay değildir. Türkçeden başka bir de Arapça da, Farsça da pek vasi’ değilse bile, az, fakat temelli malumat ister, vukuf ister. Bu iki lisandan birdenbire habersiz, malumat-sız olanlar, Arabî ve Farisi kelimelerinin hadsiz, hesapsız manalarını bilmezler. Bilmeyince mevki’-i istimallerini tayin edemezler. Daima hatalara, hata girdaplarına yuvarlanmak tehlikelerinden kendilerini alamazlar. Almayınca, hatalara düşünce, o sözlerde, o yazılarda ne sanat kalır, ne de tabiat ve meziyet…
Daha geçen asrın evâilinde lisanımız pek bulutlu, boğuk, müphem ve muğlâktı. Mahdut bir kısım sınıfa, yalnız havasa münhasırdı. Akif Paşalar, Ethem Pertev Paşalar gibi pereset-şikâr edep ve irfan olanlar garba giriştiler, onların tarz-ı tefekkürlerini, tarz-ı tahrirlerini, tarz-ı tekellümlerini tetkik ettiler, okudular, dinlediler, anladılar, kolaylığa, sadeliğe, tabi’iliğe, inceliğe sevdanın metin rabıtalarıyla merbut oldular. Artık hep bu suretle de düşündüler, düşündüklerini bu suretle yazdılar, yazılarıyla hep bunu ta’mime, talime çalıştılar.
Büyük Akif Paşa, Ethem Pertev Paşanın hâlet-i ruhiyyesini, kitaplarını tahlil ve teşrih eden “Tepsıra”sıyla lisanın ne kadar nezih ve tabii olduğunu bütün meftun-ı teceddüde okuttu ve sevdirdi. Daha sonra türeyen Şinasi’lerin, Ziya Paşa’ların, Kemal Bey’lerin garbı taklit ederek ve ilk defa olarak, makale tarzındaki yazılarıyla, uzun uzun mektuplarıyla, musahabeleriyle yeniliğe daha ziyade kudret, selaset bahş eylediler. Bununla beraber hava-yı teceddü vadi-yi edebiyatın bütün boşluklarını tamamıyla dolduramamıştı. Yine pek renksiz, yine cansız ve hareketsizdi. Evza’ ve etvarımıza hakkıyla tercüman olamıyordu.
(Fethi Safvet: Maarif dergisi: Lisana Dair 1, sayı 4, sayfa 30 (13 Haziran 1329)

Lisana Dair
–2-
Dünü bugüne, bugünü de yarına haber veren, anlatan “lisan”ın sonuncu devre, yani Hamit ve Ekrem devrine gelinceye kadar cansız ve hareketsizliği, evza’ ve etvarımızı bihak gösteremediğini geçen makalemde arz ettimdi. Şimdi de bugünkü lisanın ne derece şeffaf ve metin, ne kadar müessir ve ahenktar olduğunu ve kimler tarafından bu mertebeye yükseldiğini söyleyeceğim.
Abdulhak Hamit ve üstat Ekrem’in, bu iki lâyemut simayı şiir ve edebin mekteb-i irfanından yetişenler, mesela: Fikret›ler, Halit Ziya›lar, Cenap Şahabettin›ler bina-yı teceddüdün esaslarını, temellerini vaz’ edilmiş buldular.
Bütün cehtleri itmam ettiler. O yolu tuttular. İlerlediler. Fikirleri itmam eyleyen kitle-i kelimenin hüsnünü, ahengini, ruhunu buldular, mana kuvvetini, mana sihrini gösterdiler. İşte lisanımız için bi-payan bir meziyet. Ma’mafih bununla kanaat etmediler. Mesela Halit Ziya’nın “Mai ve Siyah”ında ne diyor:
“bilseniz şiirin nasıl bir lisana muhtaç olduğunu bilseniz, öyle bir lisana ki, neye teşbih edeyim, bilmem. Bir ruh-ı beliğ kadar mütekellim olsun. Bütün kederlerimize, neşvelerimize, düşüncelerimiz, o kalbin bin türlü inceliklerine, fikrin bin çeşit derinliklerine, heyecanlara, tehevvürlere, tercüman olsun. Bir lisan ki, bizimle beraber grubun ahzan ve elvanına dalsın, düşünsün. Bir lisan ki, ruhumuzla beraber bir matemin işk-riz ye’si olsun. Bir lisan ki, heyecan-ı asabımıza refakat ederek çırpınsın.
Hani ya bir kemanın telinde zapt olunamaz, anlaşılamaz bir kaide altına alınamaz nağmeler olur ki ruhu titretir…
Hani ya bir sabah zamanı incilâ-yı fecirden evvel afaka hafif bir imtizac-i elvan ile dağılmış sisler olur ki, üzerlerinde tersim olunamaz, tayin edilemez renkler uçar, nazarlara buseler serper…
Hani ya bazı gözler olur ki, ufk-ı bî-intihâ-yı siyaha açılmış kadar ölçülemez, ka’ir-i na-tab um’kuna vukuf kabil olamaz, derinlikleri vardır ki, hissiyatı masseder.
İşte bir lisan istiyoruz ki, onda o nağmeler, o renkler, o derinlikler olsun fırtınalarla gürlesin, dalgalarla yuvarlansın, rüzgârlarla savrulsun sonra müteverrim bir kızın kenar-ı firaşına düşsün, ağlasın, bir çocuğun mehd-naz perverine eğilsin, gülsün, bir gencin nur-nigâh-ı şebanına düşsün, parlasın. Bir lisan… oh.. Saçma söylüyorum, zannedeceksiniz, bir lisan ki sanki serapa bir insan olsun…”
İşte edebiyatı yed-i teshirine almış büyük bir sanatkâr Halit Ziya›nın lisan hakkında hissettiği ihtiyaç, heyecan-ı bedii ile elyâf-ı ruhu tehziz edip okşayacak, efkârı tenvir, ahlak ve hissiyatı tehzip ve terbiye edecek bir lisandır diyebiliriz.
Fransızca öğrenilmesi aleyhine olduğum sanılmasın. Bilakis ben Fransızca öğrenmek iştiyakına daima müteellimim. Fakat lisanıma, lisanî mader-zademe vakıf olduktan sonra, onu az çok öğrendikten sonra Fransızcaya çalışır ve yaparım. Çalışmanın elinden ne kaçar…
Lisanımızın ne derece şaşaalı, latif, nükteli, müessir olduğunu yazdım. İtilayı lisana hizmetlerinden dolayı ilelebet kendilerini takdis edeceğimiz unutulmaz simaları çizdim. Ecnebi bir lisandan evvel kendi lisanımızı öğrenmekliğimiz ( ?) lüzumunu haber verdim.
Bu gibi sözlere başkaları gibi ben de susabilirdim. Fakat gönlüm buna kail olmadı. Elimden gelmedi. Kendisini böyle ikaz etmesini düşündüm. Ma’mafih, bu hareketim, (onun) hayrı için idi. Eğer kaşlarının çatılacağını bileydim, bunları yazar mıydım ya.
(Fethi Safvet: Maarif dergisi: Lisana Dair 2: sayı 5, sayfa 37 / 17 Haziran 1329)

    11 Kasım 2020

TÜRKMEN EDEBİYATINDA İLK HİKÂYE ÖRNEKLERİ

Türkmen edebiyatında ilk hikâye ne zaman yazılmıştır. Kimin tarafından yazılmıştır ve nerede yayımlanmıştır. Edebiyat tarihimiz açısından bu sorulara cevap vermek şu ana kadar mümkün değildir. Çünkü Irak’ta Türkçe olarak yayımlanan gazete ve dergilerin tüm koleksiyonları şu ana kadar ortaya çıkmamıştır. Her gazete ve dergi hakkında, elde edilen sayılarına göre, bir az bilgimiz olsa da, ancak bu bilgilerin çoğu doyurucu değildir. Yani o gazete ve dergilerin içeriği hakkında kapsamlı, doğru dürüst bilgilere sahip olmamıza yeterince imkân vermemektedir. Bunların arasında Kerkük’te çıkarılan ilk gazetemiz, Havadis gazetesi başta gelir. 1912 yılında yayın hayatına başlayarak yaklaşık 7 yıl kadar devam eden gazetenin, bu gün elimiz altında bulunan sayıları, 50 sayıyı geçmemektedir. 250 sayı kadar yayımlanan bir gazeteden, yalnız 50 sayısını görmek, görüp incelemek, elbette ki o gazetenin içeriği hakkında, tam veya kapsamlı olarak bir bilgi edinmek açısından yeterli sayılamaz[22 - Gazete yayın hayatına 11 Şubat 1327 (24 Şubat 1912) başlamış, 1 Mayıs 1934 (1 Mayıs 1918) tarihine kadar devam etmiştir.].
Rahmetli hocamız Ata Terzibaşı Havadis gazetesinde “ara sıra hikâye ve tek tük roman” yayımladığını söylemektedir[23 - Ata Terzibaşı (2005) Kerkük Matbuat Tarihi, Kerkük vakfı, yayın nu: 14. İstanbul.]. Ancak bunlardan, özellikle hikâyelerden, birkaç tanesine işaret etmektedir. Daha sonra – özel incelemelerimizle, gazetede Musullu bir yazar ve gazeteci olarak bilinen Hayrettin Farukî, “Kadın Kalbi” romanını tefrika etmiş olduğunu öğrendik. Oysa bu incelemelerden önce bu romanın el-yazma bir nüshasını ele geçirmiş, özetiyle, tahliliyle, metniyle birlikte edebiyat dünyasına kazandırmıştık[24 - Mehmet Ömer Kazancı ( 2013 ) Yüz Yıl Önce Yazılan Bir Roman (Kadın Kalbi), Benkü, yayın nu: 62. İstanbul.].
1913 yılında yayın hayatına başlayan ilk edebiyat dergimiz “Maarif” dergisinden[25 - Maarif dergisi yayın hayatına 11 Nisan 1329 (24 Nisan 1913) başlamış 7 teşrinisani 1329 (20 Kasım 1913) tarihinde 11. Sayı çıkarıldıktan sonra kapatılmıştır.] sonra çıkarılan “Kevkeb-î Maarif” dergisinin[26 - Kevkeb-i Maarif dergisi yayın hayatına 20 kânunusani 1331 (2 Şubat 1916) talihinde başlamış üç ay kadar bir süre 9 sayı çıkarıldıktan sonra kapatılmıştır. Derginin tüm sayıları ele geçirilmediği için net olarak bu tarih tespit edilememiştir.] de tüm sayıları tam olarak günümüze kadar ele geçirilmemiştir. Hatta sonradan yayımlanan Necme, Kerkük, İleri, Afak gazetelerinin de az denmeyecek kadar kimi sayıları kayba uğradığı için, hikâyeciliğimize katkıları hakkında çok önemli bilgilere sahip değiliz.
Bu konuda elimizde bulunan ufak tüfek bilgileri rahmetli hocamız Ata Terzibaşı’nın “Kerkük Şairleri” ile “Kerkük Matbuat Tarihi” kitaplarından öğreniyoruz. Hocamız yer yer bu gazetelerimizde hikâyeler yayımlandığını, örnek vermeden bildiriyor. Bağdat’ta çıkarılan “Yeni Irak” gazetesinin de 80 sayısından elimize geçen sayıları 24 sayıyı geçmemektedir. Bu gazete, diğerlerine göre hikâye yayınlamaya daha fazla özen göstermiştir[27 - Mehmet Ömer Kazancı (2011) Yeni Irak gazetesi. Türkmen Kardeşlik Ocağı, yayın nu: 24. Bağdat.].
Bu bakımdan Türkmen edebiyatında ilkleri tespit etmek konusunda her hangi bir araştırıcı, dikkatli olarak davranmazsa, büyük hatalara düşebilir.
Yakın bir tarihe kadar Türkmen edebiyatında ilk yazılan hikâyenin Mekki Lebip’e ait olduğu söylenmekteydi[28 - Mehmet Hurşit Dakuklu, “Eski Bir Hikâyemiz”, Yurt gazetesi, sayı: 363, Temmuz 1977, s. 3.]. Bu hikâye Maarif dergisinin 24 Ağustos 1329 (6 Eylül 1913) tarihli 8. sayısında Gözlük[29 - Maarif dergisi tarafından “kısa hikâye” olarak nitelendirilen bu metin, asılında mizah üslubu ile yazılmış bir fıkra sayılır. Hikâyedeki kurgu, okuma yazma hikmetini gözlükte zanneden kişinin gözlükçüye gitmesi ve elindeki kitabı okumak için orada bulunan tüm gözlükleri deneyerek kendini gülünç duruma düşürme üzerine kurulmuştur. Dolayısıyla metinde cahillik ve kültür mizahı yapılarak kişinin içine düştüğü gülünç durum sergilenmiştir. Bkz: Hayder Adil Mohammed (2015) Kardaşlık Dergisinde Irak Türkmenlerinin Hikâyesi, doktora tezi, Ankara Üniversitesi. Ankara.] adı altında yayımlanmıştır. Oysa aynı derginin 11 Nisan 1329 (24 Nisan 1913) tarihli birinci sayısında bu hikâyeden, teknik bakımından daha üstün olarak nitelenebilen Dişçi adında bir hikâye vardır. Edebiyat tarihçilerimizin gözlerinden kaçmıştır. Neden kaçmış olduğunu, neden bu hikâyeye işaret etmemiş olduklarını bilemiyoruz. Hikâye, Türkmen edebiyatında fazlaca tanınmayan Ali Kemal Kâhyaoğlu tarafından kaleme alınmıştır. Ali Kemal Kâhyaoğlu yaklaşık bütün yazılarında, adına bitişik olarak Kerbela’da yaşadığını göstermiştir. Bu ufak bilginin dışında kendisi hakkında günümüze kadar her hangi bir bilgiye sahip değiliz. Fakat Kerkük’te çıkan bütün gazete ve dergilerde katkısına ve imzasına rastlamaktayız[30 - Ata Terzibaşı Kerkük Matbuat Tarihi (2005) kitabında İngiliz işgalinden önce çıkan bütün gazete ve dergilerimizde Ali Kemal Kâhyaoğlu’nun yoğun bir şekilde katkısı olduğunu bildirmektedir. Ayrıca bak: Mehmet Ömer Kazancı (2019) Hışırtılar, TEBA, yayın nu: 2, Kerkük.].
Dişçi hikâyesi basın organlarımızda yayımlanan ilk Türkmen hikâyesi ise, kitap halinde yayımlanan ilk hikâye “Mübarezeyi Aşk veya Marmara Denizinde Bir Mezar”” adındadır[31 - Mehmet Ömer Kazancı (2009) Mübarezeyi Aşk, Mahmut Nedim. Kerkük Vakfı. Yayın nu:37. İstanbul.]. Bu hikâye subay edebiyatçımız Kerküklü Mahmut Nedim tarafından yazılarak, Bağdat’ta biri Adap öbürü Vilayet matbaasında olmak üzere 1909 yılında iki kez basılmıştır. Kitap bizim tarafımızdan incelenerek özeti, tahlili ve metniyle birlikte 2009 yılında Kerkük Vakfı yayınları arasında tekrardan edebiyat dünyasına sunulmuştur. Mahmut Nedim’in bu kitabı aynı zamanda Irak genelinde de kaleme alınmış olan ilk hikâye sayılır. Çünkü Irak’ta Arapça olarak yayımlanan ilk hikâyenin tarihi 1921 dayanır. Mahmut Ahmet el-Seyit tarafından “Fi Sebil Ez-Zevaç (Evlenme Yolunda)” başlığı ile yazılmıştır[32 - Mehmet Ömer Kazancı (2007) Türkmen Öykücülüğü, 1. Baskı 2007, ikinci baskı 2012, Kültür Bakanlığı, Bağdat. Sayfa 11.].
Oysa edebiyatımızda ilk roman, az önce sözünü ettiğimiz “Kadın Kalbi” romanıdır. 1915 yılında yazılmıştır.
Bunlar genel olarak ilk hikâye ve romanımızdır. Fakat ileride yeni bilgiler ortaya çıkmazsa, tarihi açıdan basın organlarımızda ilk yayımlanan hikâye Dişçi hikâyesi sayılır. Bu hikâye İstanbul’da, Sultan Ahmet’te 17 Ramazan 1330 yazılmıştır ve “ramazan tuhaflıklarından, küçük hikâye” diye bir not ile yayınlanmıştır. Neceme, Kerkük, İleri, Afak gazetelerinde de yer yer hikâyeler yayımlanmıştır. Bunların bir kısmını, araştırıcıların çalışmalarını kolaylaştırmak için aşağıya alıyor ve estetik değerlerini olanlara bırakıyoruz.

DİŞÇİ

Ali Kemal Kâhyaoğlu
Maarif Dergisi Sayı 1
Tarih: 11 Nisan 1329 (24 Nisan 1913)
Bir ramazan akşamı saat bire doğru Ahmet Efendi kalemden çıkmış, bir elinde simit, diğer elinde bir mendil olduğu halde Divan yolundan hanesine gidiyordu. Yolda gider ikin bir berberin kendisini çağırdığını işitip, berberin dükkânının kapısına kadar gider. Berber bunu görünce:
– Vay bey efendi, siz sözünüzde böyle mi sebat edersiniz…
Ahmet Efendi neye uğradığını bilmeyip:
– Yahu ne demek istiyorsun, anlayamadım.
Berber:
– Tabii anlamazsın. Çünkü işinize gelmez.
Ahmet Efendi:
– Rica ederim ne istiyorsunuz. Çabuk şöyle. Zira evim Aksay’da bana topu yolda attırırsın
Berber:
– Hakkımı istiyorum:
– Ne hakkı istiyorsunuz. Ben senden bir şey almadım ve sizi tanımıyorum.
– Sen değil misin geçen akşam elin yüzün sarılı olduğu halde bana gelip yalvararak dişini çıkartın. Bir mecidiye pazarlık etmiştik, on kuruş verip, geri kalan yarım mecidiyeyi yarın veririm sen değil miydim?
Bu esnada bir az kalabalık olur. Birkaç dakika sonra bir polis gelir. Ahmet Efendi:
– Yahu birader yanlışın var. Söylediğin zat ben değilim.
– A … bir de inkar ediyorsun. Polise:
– Polis efendi bu adam geçen akşam dükkânıma gelip dişini çektirdi. Bir mecidiyeye pazarlık etmiştik. Üzerinde on kuruş çıktı. O parayı verdikten sonra yalvararak, yarın akşam geri kalan on kuruşu vereceğim dedi. Ben de pekâlâ dedim. Bu bırakıp gitti. Aradan üç gün geçtiği halde gelip paramı veremedi.
Polis Ahmet Efendiye:
– Berberin söyledikleri doğru mu?.... Ahmet Efendi:
– Efendim yanlış var. Ben bu sene mi geldim. Hiç diş çektirdiğimi bilmiyorum. Yoksa rüya mı görüyor… Berber:
– Bilakis sen rüya görüyorsun.
Ahmet Efendi polise:
– Polis efendi dişlerimi muayene edebilirsiniz…
Berber:
– Belki bu üç gün zarfında bir ekerti diş taktırmıştır.
Seyirciler bu macerayı dinler iken, cami’nden bir zat çıkıp Ahmet Efendini dişini muayene eder.
– Hiçbir diş noksan değildir…
Berber:
– Sen dişçilikten ne anlarsın. Otuz senelik sanatımla beni yalancı mı çıkarmak istiyorsunuz. Size söylüyorum, ekerti diş takmıştır… Seyirci:
– Sen otuz senelik bir cahil dişçi isen, ben de Fransa Darülfünun’undan neşet etmiş bir dişçiyim.
Berber:
– Senin dişçi olduğun neden malum?
Seyirci, cebinden bir kart çıkarıp:
– Buyurunuz hazık dişçi efendi hazretleri, şimdi anladınız mı benim de bir dişçi olduğumu?
– Evet anladım. Fakat ben bu adamın dişini çektim, pekâlâ biliyorum… Ahmet Efendi
– Efendi bir yanlışın var.
Polis berbere:
– Anlaşıldı, sen bu akşam sapınmışsın… Ahmet Efendiye:
– Birader mahalli ikametiniz?
– Aksaray
Polis berbere:
– Bu adamı bi-gayri-hakkin yolundan alıkoyduğun için on kuruş ver de arabaya bindirelim. Rahatça evine gitsin. Gözünü dört aç, böyle yanlışlık yapma… Berber:
– Ne iyi muamele, alacaklı olduğum halde borçlu çıktım.
– Kabahat sende. Haydı çabuk ol, topa beş on dakika var.
Polis yoldan geçen bir arabayı durdurup Ahmet Efendiye…
– Buyurunuz bey birader bininiz… Ahmet Efendi:
– Lakin efendim…
Polis:
– Canım sizin nenize lazım… Berbere dönerek, daha parayı hazırlamadın mı?
Berber zorla on kuruş verir. Ahmet Efendi evine giderken yolda top atılır. Vay berberdeki hiddet vay…”
(İstanbul Sultan Ahmet)

GÖZLÜK

Mekki Lebib
Maarif Dergisi: Sayı 8
24 Ağustos 1329 (6 Eylül 1913)
Köylünün biri bazı kimselerin okuyup yazdıkları zaman gözlerine gözlük taktıklarına dikkat ederek, her şey bununla okunur zannıyla kendisi de bir gözlük tedarik etmek arzusuna dişer.
Bir gün şehre gelir, doğruca bir gözlükçü dükkânına giderek, bir gözlük ister. Gözlükçü buna gözlüklerin birkaç türlüsünü çıkarır. Köylü bunlardan birini gözüne takarak, tecrübe için bir kitaba bakar ve okumaya çalışır. Fakat muvaffak olamaz.
Gözlükçüye:
– Bunlar iyi değil, der
Sırasıyla diğerlerini tecrübe eder. Fakat her taktığı gözlük için ayni sözü söyler. Nihayet gözlükçünün sabri tükenir ve köylüye der ki:
– Siz okuma biliyorsunuz.
Köylü cevaben:
– Eğer okuma bilmiş olsa idim, sizin gözlüklerinize ihtiyacım olur muydu?

BİR LEVHAYI İSTİĞRAK AVÂR

Hayrettin Farukî
Havadis Gazetesi: Sayı 94
17 Mart 1330 – 30 Mart 1914
Bir Cuma günüydü. Ben ve iki refikim bir haftalık meşguliyetin ber-taap[33 - Ber-taab: Devamlı yorgunluk,] aludunu[34 - Alud: karışmış] tahfif maksadıyla tenezzühe[35 - Tenezzüh: gezinti] çıktıktı. İnsan ahval-i ruhiyyesinde pek vazıh bir inşirah ibda› eden kır âleminin kalbimize ibda› ettiği te›sirat altında hâlâ munis bir lerzeyi[36 - Lerze: titreme, hoşnutluk] tarap[37 - Tarap: sevinçlik, şenlik, şadlık] hissediyor gibiyim. Bulunduğumuz mevki nehre abanmış bir şahikanın sebzpuş[38 - Sebzpuş: yeşilliklerle örtülü] tepesiydi. İlkbaharın nefehât-i ruh-navâzanesini[39 - Navâzan: nabız atması, damar vurması] ihsas eden hafif bir rüzgâr mevki’in yüksekliğinden natiç bir çalaki[40 - Çalaki: suret, çeviklik] ile vücudumuzu okşuyordu. Güneş eş’a-î sühniyesini arza isale etmekte olduğundan hayvanlarımızın vücudundan müteşekkil hailin saldığı gölgeye sığınmak gibi bir hal-i garibe düşmüştük. Zir[41 - Zir: aşağı, alt] payımızda bulunan şahika bila-ufuk meriyenin tevsiine hadım olmaktan ziyade yed-i kudretin türs-kâinata[42 - Türs kâinat: kâinatın kalkanı veya ufkun kavsi] nakşedildiği beda’yi cemileyi bir kat daha mehabetle bize gösteriyordu. Nehrin dirsek gibi kıvrılmış, birbirine nazir olan nişangâhımızdan, semin bir hattı münkesire nazar-endaz oluyorduk[43 - Nazar-endaz olmak: görüyor olmak,].
Dicle’nin barak suları, mevsim hasbiyle bulanmış ise de, şahane bir mevkibi debdebe[44 - Mevkib-i debdebe: kafile gürültüsü] amizi tanzir eden[45 - Tanzir etmek: benzemek] cereyanı sükût aludunu muhafaza etmekteydi. Karşısında epeyi uzak bir mevkide, yüksek bir tepenin ser ihtişamında kârgir[46 - Kârgir: taş ve kireçten yapılı] bir köşk, yeşil, ipekli bir bir kadifeye tutturulmuş, parlak bir inci gibi parlıyordu. Ötede mandalar[47 - Manda: sığır] nehrin cereyanına kapılarak ve yalnız başlarını göstererek mandıraya[48 - Mandıra: ahir] davet müsaraat gösteriyorlar[49 - Müsaraat göstermek: çabuk bir şekilde ulaşmaya çalışmak]. Oturduğumuz şahikanın dâmen iffeti gibi serilmiş olan geniş tarla diğer arkadaşlarına göre daha feyyaz bir surette gözleri kamaştıracak yeşil bir renk ile navazırlarımızı tartıp ediyordu[50 - Navazırları tartip etmek: gözlere hoş görünmek].
Küçük refikim sinniyle gayr-î münasip[51 - Sinniyle gayr münasip: yaşına uygun olmayan, yaşının üstünde] bir tavr-ı istiğrak-kârı[52 - Bir tavr-î istiğrak-kârı ile: her şeyi kavramış bir tavırla] ile birdenbire sordu:
– Bu tarla neye benziyor. Bilirseniz benzetiniz. Ben bu suale muntazır değilim.
Bila teemmül:
– Bilmem cevabını vermişim.
Diğer refikim söze atıldı:
– Bu tarlanın manzarası bana öyle tesir irat ediyor ki, teşbih edersem müşebbeh bihini[53 - Müşebbeh bihi: benzetilen şey] bulamayacak ve menzilesini tenzil edeceğim. Bu sizin tarladan bir az ötede solgun duran bir saha, hicran-zede bir pakizenin rakibesini gördüğü esnada iktisap edeceği renk-i isfirarı[54 - İsfirar: sararmak, sarı renge bürünmek] andırır bir surette diğer mezraaya[55 - Mezraa: tarla:] bakıyor gibiydi.
Bir az daha ileri de bir iskelet gibi duran ılgın ağaçları, rüzgârın hafif sadmeleriyle sallanıp duruyordu. Güneş garp cihetine doğru mahsus bir süratle sukuta başladığı zaman artık menazır-î bedi’adan ayrılmak felaketinin hululünü hissettik.
O gece ruhumda, asabimde o kadar müthiş bir gerginlik var idi ki, iki saat ağlamaktan uyuyamadım. O gözyaşları bir latif bahar gününün nihayet gök gürültüleriyle perişan olan akşamından çemenleri kamçılayan katarat-î azizeye pek müşabih idi. Fakat oh ne kadar latif ve nevaz[56 - Nevaz: okşayıcı, taltif edici] idi. Tarif edemeyeceğim…

BELKİ GELİR

Yazan: M. Refik
Necme Gazetesi 11.3.1920 Tarihli Sayı
Her günkü miattan tam bir saat kadar vakit geçtiği halde, henüz vürud etmemesi, kendisinde pek büyük meraklar uyandırarak dehşetli bir hummanın zehirli nöbetlerinde çırpınan hastalar gibi artık ne ateşli dakikalar geçiriyordu.
Sahnede nazarına çarpan bütün temaşagerân onu bir saniye bile meşgul edememekten, bâ-husus her halde gelmek ihtimaliyle mutmain olan kalbini bir az daha mütehammil etmek ümidini idame etmeye yardım edecek azıcık gafleti istihsal için oradaki her çeşit tarz telebbüslerle mütelevvin tavır ve hareketlere bakmak suretiyle kendi kendini aldatmaya muvaffak olamamaktan mütevellit bir yeis ile azim endişelerin tahti tazyikında bükülmüş, aciz ve melül düşünüyordu.
Şimdi her anı, bir leyl-i visalin aks-i zuhurâtı kadar acı, her dakikası bir matem gecesi kadar karanlık ve uzun geçen delikanlı, Hüsn u füsunun menazır-ı meşairanesiyle her tarafından aşk u garam taşan sahnenin bütün mahmuriyet velveledarına bigâne, kıskanç hülyaların muhavvif tesiratıyla mağmum, yalnız ve yalnız onu intizar ediyordu.
Eyvah ki bir az sonra aldığı bir kara haber, hastalık haberi, o zaman kendisini ne kadar bi-tab bırakmıştı. An be an tezayüt eden şedit bir iştiyak, hususuyla a’mâk-ı esrarı arasında gizlediği nazenin hayaller onu, o anda her şeye isyan ettirecekti. Evvelleri pek süfli ve hararetli geçen hayatını oldukça değişen bu, sanki beş günlük için olan perde-i saadet böyle aldatıcı bir gösterişi müteakip nagehanî olarak kapanacağını hiç de hatıra getirmediği o saatten, evet! Bu yaşa gelinceye kadar hep hararetle karalanan kitap hayatına parlak bir sahifey-i nevin ilavesiyle kendisini mesrur eden o mesut saatten itibaren hayatını artık daima bahtiyar geçirmek için ne güzel programlar tanzim eylemişti.
O, tal’ından me’yus olduğu için yalnız aks-i halinden korkuyor, kuvvet ve zulmünü her günkü feryatlarımızla kabul ve tasdik ettiğimiz hayatın elinde sefil ve miskin bir oyuncaktan başka birşey olmadığımızı bildiğimiz halde, onu, kendi emellerimize, kendi ihtiyarımıza tabi etmek mücahedesiyle didişmek abes olduğunu derk ve takdir ettiği için mağlup oluyordu.
Fakat birdenbire böyle pek aslı olmayacağı ihtimal de varid-îhatır olabilecek bir haberden, bu derece inkisar-ı hayal karşısında bulunmak doğru olmadığını, muhakkak olsa bile hastalık… her halde ergeç geçici birşey bulunduğunu ileri sürmeye başladı. Hatta o anda sanki manevi bir ses ona: “İnanma hasta değil!” diyordu. Zaten hakikat da bundan ibaretti. İşte pek basit bir muhakeme ile öldüğünü zannettiği ümitler, yeniden canlanmaya başlayarak katî bir kanaatle hasta olmadığına hükmetmiş ve yine “Belki Gelir”! diye intizara koyulmuştu!..[57 - Ata Terzibaşı, Necme gazetesi, Kardeşlik, sayı 189, yıl 27 (1987). Bu öyküyle bu öyküye Karşılık olarak yazılan “Gelmez ve Gelmeyecek” öyküsü için Üstat Terzibaşı’nın yaptığı değerlendirme, ikinci öykünün dipnotunda verilmiştir.]

GELMEZ VE GELMEYECEK

Yazan: R. A
Necme Gazetesi 1920-2-13 Tarihli Sayı Belki Gelir Hikâyesinin Yazarı  M. Refik’e İthaf Edilmiştir[58 - Üstat Ata Terzibaşı "Belki Gelir" hikâyesiyle bu hikâyenin değerlendirmesini şu şekilde yapmaktadır: “Bu hikâyelerin ana unsurlarını hastalık geçiren sevgili teşkil etmektedir. M. Refik hikâyesinin sonunda, söz konusu hastalığın geçici olduğunu, hatta sevgilinin hasta bile olmadığını ve yine gelip, intizarda olan aşığını sevindireceğini edebi bir dille anlatırken, R. A kendisine verdiği cevapta hastanın ölümle pençeleşmekte olduğunu ve bir daha gelmeyeceğini söylüyor… Görüldüğü gibi bu hikâyelerde söz konusu edilen “Hasta” ile Osmanlı İmparatorluğu sembolize edilmiştir ki, bu devlete batılılar “Hasta Adam” diyorlardı. İşte M. Refik işgalci İngilizlere karşı hasta adamdan ümit bekliyordu. Bkz: Kardeşlik dergisi: sayı 187 yıl 27 (1987). R.K. rumuzunun Reşik Akif’e ait olduğu sanılmaktadır.]
Her günkü miattan tam bir saat kadar vakit geçtiği halde, henüz vürud etmemesi, kendisinde pek büyük meraklar uyandırarak dehşetli bir hummanın zehirli nöbetlerinde çırpınan hastalar gibi artık ne ateşli dakikalar geçiriyordu.
Sahnede nazarına çarpan bütün temaşagerân onu bir saniye bile meşgul edememekten, bâ-husus her halde gelmek ihtimaliyle mutmain olan kalbini bir az daha mütehammil etmek ümidini idame etmeye yardım edecek azıcık gafleti istihsal için oradaki her çeşit tarz telebbüslerle mütelevvin tavır ve hareketlere bakmak suretiyle kendi kendini aldatmaya muvaffak olamamaktan mütevellit bir yeis ile azim endişelerin tahti tazyikında bükülmüş, aciz ve melül düşünüyordu.
Şimdi her anı, bir leyl-i visalin aks-i zuhurâtı kadar acı, her dakikası bir matem gecesi kadar karanlık ve uzun geçen delikanlı, Hüsn u füsunun menazır-ı meşairanesiyle her tarafından aşk u garam taşan sahnenin bütün mahmuriyet velveledarına bigâne, kıskanç hülyaların muhavvif tesiratıyla mağmum, yalnız ve yalnız onu intizar ediyordu.

ESKİ YAVUKLU

Yazan: Tevfik Celal Orhan
İleri Gazetesi: 4 Mayıs 1935 Tarihli Sayı[59 - Bu hikâye Mevlüt Taha Kayacı tarafından Arapçaya çevrilmiştir. Bkz, Kardeşlik, sayı 196, yıl 29 (1989)]
Turgut yirmi, yirmi beş yaşlarında yakışıklı, dinç bir delikanlıydı. Annesinden, babasından pek erken ayrıldığı için çiçesi Aydın hanımın evinde bulunuyordu. Bunun bin beş yüz kadar lirası bulunduğunu da eklersek, evlenmek çağına yaklaşan genç kız, anneleri için kaçırılmayacak bir fırsat gibi sayılır.
Hâlbuki Turgut, kendisine uygun bir karıyı daha seçememişti. Bir akşam çiçesi ile karşı karşıya çay masası üstünde dereden tepeden derme sözlerle, ellerindeki bardakları üflerken, aralarında kısa bir muhavere geçmişti:
– Turgut oğlum, ne zaman evleneceksin?
– Kendime uygun bir kadını bulduğum zaman
– Komşumuz Nazife hanımın biricik kızı Suzan nasıl? Serveti de var, güzelliği de.
– Hakkınız var çiçe, hem varlı hem de güzel. Biraz kaba.
– Ya Şehla hanımın Süheyla’sı?
– Çok güzel
– O halde onu.
– Hayır.
– Neden
– Validesi hasta ve sinirli de ondan. Madem sen benim saadetimi görmek istiyorsunuz, her nesneden önce şuna onay vermelisiniz ki, benim için seçeceğiniz kız iyi yürekli bir babadan düşmüş, güzel gözlü, güzel özlü, güzel yüzlü olsun. İşte bu kadar
– Pekiyi başkasını ararım.
– Öyle ya, fakat acele etmeyiniz. Rica ederim. Daha vaktimiz çok.
İki ay sonra Turgut çiçesinden şu yazıyı alır: “Oğlum, akşam bir az daha erken eve dönünüz. Her nesne istediğinize göre… Çiçen Aydın”
Doğruydu. Bu yüce yaradılışlı kadının övdüçlediği (?)[60 - Yazılarında sade ve yalın bir dil kullanmaya gayret eden yazarın bu ve metinde soru işaretiyle gösterilen kimi sözcüklerin anlamlarını, sözlüklerde bulunmadığı için, çıkarmak mümkün olmadı. Dolayısıyla yazıldığı gibi buraya aktarıldı.] nesne doğruydu. Onun seçtiği kız Toroslular ailesinden ki, pek yüreklikleriyle tanınmışlardı. Hele kızları Nuran Hanım, o kadar şuh ve şakrak, ince ruhlu idi ki, bakışlarından bir türlü doyulmazdı. Mıknatıslı ela gözleri, kara dalgalı saçları, yumuşak ılık teni, tatlı sözleriyle o, sanki başka bir istekle yaratılmış özenişle. İşte Turgut’un düşüncelerinde yaşayan bir kadın…
Akşam eve geldi. Çiçesi tarafından Toroslular’a takdim edildi. Buluştular, oturdular. Turgut dilinin olanca gücünü harcayarak Nuran hanımın gönlünde açık bir iz, temiz bir sevgi izi bırakabilmişti. O, bir genç kıza kendini sevdirmek, onun sevgisi uğrunda bütün kurumlarını (?) birdenbire anlamak ve örgüde (?) düzgülerini düzmek yolunu bilirdi. Hatta bir yıl evvel komşularına gelen bir dansözün kızı ile nasıl eğlendiğini ve onu nasıl oyaladığını daha unutmamıştı. Turgut bu husus için pek ehliyetliydi.
Nuran’ın babasına gelince, bu da pek alicenab idi. Bir kaç seneden beri Hayvanat Koruma birliğinde aza idi. Başlıca istediği biricik kızı ağırlayacak bir adama vermekti. Onun için kızına dilekçi çıkan Turgut’un huylarını günlerce, haftalarca araştırıp anladıktan sonra kendilerine pek uygun olduğunu takdir etmiş ve evlenmede hiç bir engel görmemişti. Nişanlandılar. Fakat bu iki güzel yavuklunun az bir zaman için ayrılmaları gerekti. Çünkü bahar gelmiş her taraf yeşillenmiş, bu yüzden Toroslular, o çevrelerdeki köşklerine, Turgut da İstanbul’un gürültüsüz bir köşesinde oturan büyükannesini öğdüçlemek (?) için gideceklerdi. Yüreklerinin duygularını daha bütünüyle birbirine anlatmadan bu iki nişanlı için ayrılmak ne kadar açıydı, Allah’ım. Artık ayrılıyorlar. Nuran, Turgut’un elini sıkıyor:
– Her gün için bir yazınızı isterim. Diyordu.
Bunlar yalnız mektuplaşmak ile kalmadılar. Aralarında ilk önce ufak armağanlar gelip gitmeye başladı, sonra armağanlar büyüdü sıkılaştı derken bir armağan yarışıdır koptu. Acaba hangisi daha iyisini seçecek. Nitekim biri işlemeli bir terlik gönerirken, ötekisi değerli bir broş gönderiyor. Hatta bir gün Turgut ormanda avlanırken (?) ve vurduğu bir kaç kekliği taahhütlü olarak Toroslular’ın adresine postalar ve cevabını beklemeye koyulur. Turgut’un beklediği cevap pek ağır geldi. Topu topuna beş kelime: “Efendi! Bağımız çözüldü… Nuran Toros”
Turgut, beyninden vurulmuş gibi döndü: “Ne! Bağlarımız çözüldü! Bu ne demek? Sebep ne? Ben bunlara ne yaptım? Yoksa Nuran için daha zengin birisini mi buldular? Yok, yok, buna ihtimal yok. Ben Nuran’ı bilirim. Mutlaka başka bir sebep var, fakat ne?”
Turgut gizli kalan sebepleri anlayabilmek için Toroslulr’a bir yazı yazdı. Cevap yerine o güne dek gönderdiği armağanları geri aldı. Broş, yüzük, keklikler…
Heyhat, bu gözlerinin önündeki nesneler yıkılan ümidinin enkazı idi. Nuran’ın eli bunlara sürünmüştü. Turgut bunlarda bir koku, Nuran’ın kokusunu arıyordu. Eyvah, Turgut, bütün bu uğursuzlukları son armağanı olan kekliklerden biliyordu. Onun için ayaklarından yakalayarak pencereden dışarı fırlatmak istiyordu. Bu maksatla kalktı, ilk yakaladığı kekliği çekti. Fırlatmak için kollarını salladı. Kekliğin kanadı arasından bir kâğıt parçası düştü. Kâğıdı alıp okudu. Kâğıtta şöyle yazılmıştı: “Gözüm babam beni size mektup yazmaktan menetti. Bununla sizi, olup bitenden haberdar edebilmek için annemin müsadesiyle şu mektubu yazmaya mecbur kaldım. Sizi alicenab ve pek mürüvvetli bir genç sanıyordum. Ne kadar aldandığımı en son armağanınız olan kekliklerin soğuk lâşeleri anlattılar. Meğer siz canavar yaradılışlı, melek görünüşlü imişsiniz. Siz, bu biçarelere kıyarken vicdanınızda hiç sızı duymadınız mı? Hiç mi hiç kalbiniz, elleriniz titremedi mi? Efendi bu kaya yürekliğinizden ötürü bana koca olamayacağınızı beyan eylerim… Eski yavuklunuz: Nuran Toroslu”[61 - Üstat Ata Terzibaşı’nın anlattığına göre, Tevfik Celal Orhan, İleri gazetesinde yayımladığı bu ilk ve son hikâyesiyle edebiyat dünyasına girmiştir. Daha sonra kendini şiire vermiştir. Şiirlerini 1940 yılından itibaren yayımlamaya başlamıştır. Terzibaşı, bu öyküyü şu biçimde değerlendirmektedir: “Bu hikâye, her ne kadar yabancı sözlerden arınmış ve öz dille yazılmış bir eser ise de, akıcı olmayan üslubu, konuşur bir dile kaymaktadır. Buna sebep uydurma ve garip sözlerin hikâyede, boylu boyuna kullanılmış olması ve yazarının edebi dile pek hâkim olmamasından ileri geliyor. Şu var ki, o tarihlerde nadir görülen bu yeni tarz yazı, sonraki yazarlar için bir başlangıç noktası sayılmaktadır”. Bkz: Kerkük Şairleri, kitap 3, cilt 8, sayfa 269.].

TARİHİN KANLI YAPRAKLARINDAN

Ağaoğlu Ahmet Şükrü
Kerkük Gazetesi: Sayı 1292
1 Ağustos 1952
Derebeylik devirlerinin karanlık yıllarında idi. Akıncı ordu yurdun her tarafını istila etmiş bütün çevreleri kasıp kavurmuş idi. Mukaddes vatanın, düşman çizmeleri altında inlediğini gören Derebeyi ecdadının damarlarında dolaşan kan, kendisini kudurtuyordu. Kendi kendine.
Dedelerim bu ana kadar vatana düşman soktu mu? Onlar, o mert kahramanlar bu pak ve mukaddes yerleri kimseye çiğnetmediler. Fakat ben hiç birşey yapamadım. Evet, düşman çok çoktur. Galip gelmek müşkül, müşkül ama mertçe ölmek kolaydır, dedi.
Gecelerin birinde apansızın, oradan buradan topladığı derme çatma silahşorlerle düşman ordusunun kalbine hücum etti. Başkumandanı öldürdü. Sayısız zayiat verdirdi. Kılıcı pençesinde parçalanınca dövüştü, boğuştu.
Koyun sürüsüne dalmış kurt gibi önüne geleni yere serpiyordu. Maiyetindekiler dörder, beşer düştü. Kendisi de, her tarafı kan akan yaralar tesiri altında dermansız yere yuvarlandı. Talihsizliği kendisini sağ bıraktı. Düşman padişahı, Derebeyine pek ağır görülmemiş, işitilmemiş bir ceza düşündü. Ve kararını ailesi efradıyla mahpushanede son saatlerini bekleyen derebeyine tebliğ etti.
Derebeyinin bir eşi, genç, gül kadar güzel bir kızı, üç oğlu beraber mahpus idi. Padişah kararında böyle söylemiş:
– Ailenizin ismini âlem tarihinden bütün bütün silmek istemiyorum. Hepiniz ölümle mahkûmsunuz, size celladlık etmesi şartıyla büyük mahdumunuz, oğlunuz, başlarınızı balta ile kestikten sonra affedecek ve şatosunda yaşayabilecektir. Aksi halde, mahdumunuz, kabul etmediği takdirde, cellâd-ı mutat merasimden sonra derilerinizi yüzerek, tazip ederek, azalarınızı tedricen kesmekle hepinizi öldürecektir.
Karar çok ağır çok vahşiane idi. Derebeyi gözlerini kaldırdı, on sekiz yaşında olan büyük oğluna dikti ve:
– Oğlum, dedelerinin bir zerre kadar kanı damarlarında varsa, emirlerini yerine getir. Önce benim sonra da sırasıyla ananın, kardeşlerinin ve bacının başını kes. Seni bu kahramanlığınla dünya kaldıkça yurdaşlarının bir mefharet abidesi kalacaksın. Sen, bunu yapmayacak olursan ailemizin nesli inkıraza uğrayacak ve aynı zamanda daha zalimane öldürülecektir.
Aile efradı birer birer yalvardılar. Genç konuşamıyordu. Donmuş gibi idi. En sonra annesi büyük oğlunun önünde diz çöktü. Göğsünü açtı. Pençeleriyle memelerini sıkarak:
– Ey yavrum, dedi, babanın oğlu olduğunu ispat edecek zaman geldi. Sana verdim, hakkı helal ettim. İster misin namahrum el değmeyen, seni besleyen bu memeler cellât pençesiyle kirlensin? Hayır, sen mertsin, namert olamazsın, bizi öldür. Dedikleri gibi öldür. Bizden sonra çabuk evlen, evlatlarına anlat, bu toprakları kurtr. Genç başını kaldırdı:
– Peki, dedi.
Artık bütün aile efradı çılgın bir sürur içindeydiler. Bir saat sonra siyaset meydanına çıkarılan bu aile efradı düğüne gelmiş gibi şen idiler. Yalnız derebeyinin büyük oğlunun omuzlarında çok ağır bir yük varmış gibi beli bükülmüş, çehresini derin bir hüzün sarmıştı. Üzerine baş konulacak ağaç kütüğünün önünde durdu. Bir mahşer seyircinin iğrenen bakışları karşısında baltayı kaldırdı. Baba yaklaştı. Başını kütüğün üzerine bıraktı:
– Oğlum titreme, aslancasına vur. Bir kaç saniyeden sonra hepsi biter, dedi.
Gencin elindeki balta havaya kalktı, indi, sırasıyla beş defa balta yükseldi, indi. İşi sonuna ermişti. Baltayı elinden fırlattı. İlerledi, birer birer kestiği başların alınlarını öptü. Bir şeyler mırıldandı. Ve ağır ağır mert adımlara meydanı terketti.
Hadiseden otuz sene sonra idi, düşmanı, derebeyin oğlu perişan ederek kovdu. Mukaddes vatanı temizledi, yurdunu istiklale kavuşturdu. Millet milli bayram yaparken, o annesinin türbesi üzerinde gözyaşları döküyordu[62 - Hikâye Mevlüt Taha Kayacı tarafından Arapçaya çevrilmiştir. Bkz: Kardeşlik Dergisi, sayı 196, yıl 29 (1989)].

KORKUNÇ BİR GÜN

Fehmi Arap Ağa
Kerkük Gazetesi 8.8.1952
Tarihli Sayı
– Sana ne oldu, yirmi dört saat zarfında gül gibi soldun, saçların bile ağardı. Hasta da değilsin.
Komşu karı, bu sözleri, genç ve daha bir gün evveli işsiz kalmış genç ve çok bir güzel kadına söylüyordu. Genç kadın, derinden bir ah dudaklarına kadar fırladı ve cevap verdi.
– Benim geçirdiğimi cinsimizden başka birisi geçirseydi, ya çıldırır veyahut da şimdi türbede bulunurdu, anlatayım sana, dedi: “Harbin son seneleri idi, hastanede çalışıyordum. Bulunduğum koğuştaki operatör değerli, namuslu bir gençti. Onunla kardeşçe bir münasebetimiz vardı. Bir gün onun misafirliğine genç bir harp zabiti geldi. Bir kaç gün onda misafir oldu. Bu misafirliğinde onunla tanıştık. O kadar uyanık, o kadar samimi idi ki, ister istemez kendisini ban sevdirdi. Ve o da beni çıldırasıya sevdi. Bir kaç gün sonra orduya iltihak etti. Harp bitti, zaman geçti. Ben hastaneden çıktım, o ordudan ayrıldı. Doktor hususi bir iyade/ muayenehane açtı. Kaderin görülmez eli bir daha üçümüzü bir memlekette topladı. Benle zabit evlendik, doktor mütemadi eski arkadaşı sıfatıyla evimize gelip giderdi. Zevcim hastalandı. Arkadaşımız olan doktor kendisine bakıyordu, icap edecek dermanları reçetesiyle celp ettiriyordu. Ben hiç bir şey hissetmiyordum. Yalnız bir gün bana:
– Doktora söyle daha gelmesin
– Niçin? Dedim.
Cevap vermedi ve bir gün daha geçti. Geçtikten sonra bir sabah kapalı büyük bir zarf bana verdi. Ve:
– Bunu gelen müvezzie ver, dedi.
Pul da bırakılmış idi. Üç dakika sonra müvezzi geldi. Ben de zarfı okumadan teslim ettim ve hastanın odasına çıktım. Bana:
– Zarfı verdin mi? Dedi.
– Verdim, dedim.
Aheste aheste hatvelerle kapıya yaklaştı ve kapının kilidini çevirdi. Kilit bağlandıktan sonra anahtarı cebine soktu. Yatağı altından çıkardığı tabanca ile üzerime yürüdü. Zevcim müthiş bir sıtmanın çıldırıcı tahribi altında kendi kendini kaybetmişti. Bana dedi:
– Sefil karı, sen hayatımı, seninle aşkın doktor zehirlediniz. Ecza yerine sem bıraktınız. Fakat ben de intikamı çok acı aldım. Bilir misin ne yaptım? Sana verdiğim zarf hâkim-i tahkike idi. Bana, aşkınla sem verdiğinizi anlattım. Ve bana verdiğiniz eczalara / ilaçlara kendim zırnık karıştırdım ve onun küçük ayyınelerini/ örneklerini zarfa bıraktım. Mektubumda seni öldürdükten sonra kendimi öldüreceğimi yazdım. Benim için intikam alınmış demektir.
Bir hatve / bir adım daha attım. Tabancayı kaldırdı. Kalbimin hizasına kadar yükseltti. Gözleri o kadar korkunç idi ki, şimdi bile hatırlayınca ödüm patlıyor. Parmağını tetiğe bıraktı çekmeden düştü. Öldü. Ben bir kaç dakika heykel gibi oldum. İlk hatırıma gelen şey tabancayı elinden çıkarmak oldu. Ben, tabancayı parmakları arasından kurtarmak isterken, tabanca patladı. Korkum daha ziyadeleşti. Acaba komşular bu sesi işittiler mi? Delicesine anahtarı cebinden aldım. Odayı açtım dışarıya koştum. Maksadım müvezzie yetişmek ve mektubu geri almaktı. Süratle evin garajına ulaştım.
Otomobili çılgınca çıkarırken bir komşu çocuğunu az kala çiğneyecektim. Otomobili var kuvvetle sürdüm. Müvezziin gittiği itticahı / yönü biliyordum. Onu yakaladım. Kendisine dedim:
– Zevcim mektupta bir takım şeyler unutmuş, hastadır lütfen mektubu ver, ikinci defa uğrarken al.
Müvezzi bana cevap verdi:
– Mektup benimdir. Deseydiniz verirdim. Mademki zevcinize racidir / aittir, veremem. İmkânı yoktur. İstersen müdüriyete gel oradan alınız.
Müvezzii otomobile bindirdim. Müdüriyete gittik, müdürle görüştüm. Müdür behemehâl mektubun açılması icap edeceği benim de bir taahhütname vermekliğim / vermemin lüzumunu dermeyan etti. Benim için ancak bir şey kalmamıştı.
– Hayır, dedim, yapamam.
O üzücü meyusiyetle geri döndüm. İstikbalimi görüyordum. Karanlık idam odası ve daha neler, neler. Eve döndüm. İki dakikadan sonra doktor geldi. Her şeyi açık kendisine anlattım. Zavallının rengi mosmor kesildi. Ben, kaçalım dedim. O, hayır dedi. Kadere teslim olmaktan başka çare yoktur. Bu anda kapı şiddetle vuruldu. Her ikimiz heykel gibi donmuştuk. Doktor:
– Aç kapıyı, dedi.
Titrek hatvelerle/ adımlarla ilerledim kapıyı açtım. Gelen posta müvezzii idi. Güle güle dedi:
– Teessüf ederim aramızda geçen münakaşaya, buyurun zarfı iade ediyorum. Çünkü pulu noksandır. Artık bacı tasavvur et, bu günde çektiğim öldürücü, birbirini deli eden hadiseleri, dedi. Ve gözlerinden iki damla yaş aktı[63 - Bu hikâye Abdülmecit Lütfü tarafından Arapçaya “Yevm Muhif” adıyla çevrilerek “İttihat-ul Nisa-ul Iraki” dergisinin 27. sayısında (1953) yayımlanmıştır. Fehmi Arap Ağa’nın öteki hikâyeleri:1-Sukut Etmiş Bir Kadın: Necime gazetesi: 7 Temmuz 1920, gazetenin bu tarihli sayına ulaşılamadı.2-Tarih-i Cera’imde Eşsiz Bir Olay: 12 sayfalık bu kitap 1950 yılında Bağdat’ın (el-Camia) Matbaasında basılmıştır. Bkz: El-edip Ellezi Zalama Nefsehü, Yazan: Vahidettin Bahattin, Birlik Sesi dergisi, sayı 18, (1974). Üstat Ata Terzibaşı bu eserin on bir sayfadan oluşan, edebi bir dille yazılan uzunca bir hikâyeyi içeren bir kitap olduğunu ve Camia Matbaası’nda, kitapta geçen ufak bir nottan öğrenildiğine göre, 1951 yılında basıldığını ileri sürmektedir. Bkz: Avukat Ata Terzibaşı, Arap Fehmi, Kerkük Şairleri 3. Kitap, sayfa: 305, İstanbul,].

Diğer örnekler için şu kaynaklara başvurabilirsiniz:

1- Necme gazetesi: 27 Temmuz 1920 tarihli sayı. Siyah Kırlangıç hikâyesi, L… imzası ile yayımlanmıştır.
2- Yeni Irak gazetesi: 23 Eylül 1934 tarihli sayılardan itibaren 6 Hikâye yayımlanmıştır. Bunları Şe-küfe Şadan yazmıştır[64 - Bkz, Yeni Irak gazetesi, A.g.e. Sayfa: 44-64.].
3- Kardeşlik dergisinde yayımlanan ilk hikâye: “Saime Abla” adındadır. Haşim Kasım Salihi tarafından yazılmıştır. (yıl 1, sayı 2, 1961)
4- Yurt gazetesinde yayımlanan ilk hikâye: “Payton-cu Maruf” adındadır. Köroğlu Maruf imzasıyla yayımlanan bu hikâye Abdülhüseyin Faris’a aittir. (sayı 29, 1970)
5- Birlik Sesi dergisine ilk hikâye Yurt Sever imzasıyla Abdüllatif Benderoğlu’na ait Demiri Çeliğe Dönderdim/ döndürdüm/” adındadır.

IRAK TÜRKMEN EDEBİYATINDA HİKÂYE VE ROMAN

Kökü, Türk edebiyatının beslendiği kaynaklardan beslenen Irak Türkmen edebiyatının uzun bir geçmişi vardır. Hikâye ve roman bu edebiyatın temel türlerini oluşturur. Ancak bu türler edebiyat tarihçilerince gerektiği kadar incelenmemiş, irdelenmemiş, değerlendirilmemiştir. Hep kısa tümcelerle atlatılıp geçilmiş ve hatta zaman zaman geri kalmışlıkla suçlanmıştır. Uzun yıllar kendi dillerinde eğitim görmekten mahrum bırakılan Irak Türkmenleri, nasıl ki varlıklarının bölünmez bir parçası olduğuna inandıkları kültür ve edebiyatlarını göz bebekleri gibi koruyarak bugüne kadar sağ ve sağlam getirebilmişlerse, bu edebiyatın hikâye ve roman türlerine de gereken özeni göstermekten geri kalmamışlardır.
Bu araştırmada Irak Türkmen edebiyatında hikâye ve roman türleri geçmişten günümüze kadar, geçirdiği evreleriyle ele alınmakta ve günümüzdeki konumu belirlenmeye çalışılmaktadır.

1. Giriş
Irak Türkmen edebiyatı, Lozan (1924) ve Ankara (1926) anlaşmalarından sonra Türk dünyası edebiyatından, özellikle de Anadolu edebiyatından farklı olarak kendine özgü bir çizgi oluşturmaya başlamıştır. Zira bu anlaşmaların sonucu olarak, Türkmenlerin Misak-î Milliye ve ana vatan gözüyle baktıkları Türkiye’nin dışında kalmaları kesinleşmiştir. Bu tarihlere kadar Türk dünyası edebiyatı hangi kaynaklardan beslenmişse, Irak Türkmen edebiyatı da aynısından beslenmiştir. Dolayısıyla araştırmacılar[65 - Nevzat Özkan, “Türk Dünyası: Nüfuz, Sosyal Yapı, Dil, Edebiyat”. Kayseri (1997), s.264], Irak Türkmen edebiyatının iki ana bölümde incelenmesini tercih etmektedirler. Bu bölümün birincisini, 20. yüzyıla kadar Osmanlı Devleti ile ortak Türk edebiyatı, ikincisini İngiliz İşgalinden (1918) başlayarak günümüze kadar gelen dönemi içine alan, Türkmen edebiyatı oluşturmaktadır. Dikkat edilirse, ikinci bölüme Türk edebiyatı yerine Türkmen edebiyatı ifadesini kullandık. 1918 yılına kadar Irak’ta yaşayan Türklere, Irak Türkleri denmekteydi. Ancak İngilizler, Lozan anlaşması sırasında sırf siyasi nedenlerden dolayı, bu adlandırmayı Türkmen diye değiştirmeye başladı[66 - Erşat Hürmüzlü, “Irak’ta Türkmen Gerçeği”. İstanbul (2006) s. 59]. İngilizlerden sonra kraliyet ve cumhuriyet devirlerinde ırkçı Arap yönetimleri de, Irak’ta yaşayan Türkleri, Türkiye’deki soydaşlarından uzaklaştırma ve farklı gösterme çabasıyla, bu deyimi olduğu gibi benimsedi. O tarihten günümüze kadar resmi kayıtlarda Irak Türkleri, Türkmen olarak anılmaktadır. Ancak Irak Türkleri/ Türkmenleri bu deyimlerin nerelerden türediğini, nelere dayandığını bildikleri için, bu konuda her hangi bir hassasiyet göstermemekte, gerek konuşmalarında, gerekse de yazılarında birini diğerinin yerine huzursuzluk hissetmeden kullanmaktadırlar[67 - Erşat Hürmüzlü “Türkmenler ve Irak” İstanbul, (2003), s. 14].
Bu ad değiştirme konusunu, fazlaca kaygılanmadan atlayan Irak Türkmenleri, dil konusunda oldukça kendilerini sıkı tutmuş, titizlikle davranmışlardır. Bölge ve boylara göre Türkçeyi renkli şiveleriyle konuşmalarına rağmen, edebiyatta Türkiye Türkçesini en güzel şekliyle kullanmaya çalışmışlardır. Ancak 1931 yılında Kerkük hariç ve 1937 yılında Kerkük de dâhil olmak üzere, bütün Türkmen bölgelerinde Türkçe eğitim veren okullar kapatılınca, Türkmenler, Türkçeyi okul yoluyla öğrenmekten mahrum edilmişlerdir[68 - Nevzat Özcan “Irak Türk Edebi Dilinin Tarihî Gelişimi”, (2009), Turkish Studies, vol: 4/8, s. 89-106]. Bu eylem, zamanla yeni edebiyatçı kuşağın edebiyatına yansımıştır. Ellili yılların ortasından itibaren yetişen edebiyatçıların yazılarında, Türkiye Türkçesinden uzaklaşıldığının ilk çizgileri görünmeye başlar. Git gide bu çizgiler derinleşir: Artık Türkçe Türkçesiyle yerel şive, edebiyat eserlerinde birbirine karışmış olarak ortaya çıkar. Böylece dilde bir tür pürüzlük yaşanmış olur. Hikâye ve roman, şiirin tersine, uzun tümceler ile diyalog ve tasvir unsurlarına dayalı bir edebiyat türü olduğu için, bu dil karışıklığından, bu dil pürüzlüğünden en çok payını almış, en çok eklenenmiş olur. Ancak Türkiye’de eğitim gören edebiyatçılar ile dilini kişisel çabalarla durmadan geliştirmeye çalışan edebiyatçıların eserlerinde bu gibi karışıklıklara nadiren rastlanır.

2. Irak Türkmen Edebiyatında Hikâye ve Roman (Ortak Dönem)

2.1. Kıssadan Hisse ve Ahmet Methet Efendi
Edebiyat tarihçilerine göre hikâye, çağdaş anlamıyla on dokuzuncu yüzyılda Avrupa’da başlamıştır. Oradan, Tanzimat devrinde Türkiye’ye geçmiş ve tiyatroyla birlikte yoğun rağbet görmüştür. Türk edebiyatında hikâye türünün yerli ürünleri, Ahmet Mithat Efendi’nin 1870 yılında basılan “Kıssadan Hisse” ve 1871’den 1895 yılına kadar dizi halinde 25 cüz devam eden “Letaif-i Rivayet” adlı kitaplarıyla başlamıştır[69 - Cevdet Kudret “Türk Edebiyatında Hikaye ve Roman”, (1977) Ankara, s.55.]. Ahmet Mithat Efendi (1844–1912), Mithat Paşa ile birlikte Irak’a gelerek Zevra gazetesinin kurucusu ve ilk başyazarlığını yaptığı sıralarda “Kıssadan Hisse” kitabını Bağdat’ta yazıp yayınlamıştır [70 - Mehmet Hurşit Dakuklu “Basılmış Eserler Kılavuzu” (1986), s. 98].
Bu gerçeği göz önünde tutarak, Türk edebiyatında ilk hikâye ürününün Irak›ta gün ışığı gördüğünü söyleyebiliriz. Bu yeni bir keşif değildir. Türk hikâyeciliği ile tüm ilgilenenler, bu gerçeğin yıllar önce saptanıldığını çok iyi bilirler. Ancak bu, Irak Türkmenlerinin başlangıçtan beri, her şeyde olduğu gibi, edebiyatın hikâyecilik türünde de büyük bir talihsizlik yaşadıklarını göstermeye değer ve diğer bir örnektir.
Ahmet Mithat Efendi hayatı boyunca iki yüz kadar kitap yayınlamıştır. Bunların büyük bir bölümünü roman ve hikâye kitapları oluşturmaktadır. Yazı yazmakta eriştiği bu hız yüzünden, Cenap Sahabettin onu “Kırk beygir kuvvetinde bir yazı makinesine” benzetmiştir[71 - Şevket Rado “Ahmet Methet Efendi” (1986), Ankara, s. 8]. Onun, 1871 yılında sırf kişisel nedenlerden dolayı Bağdat’ı terk edip tekrar İstanbul’a dönmek zorunda kalması, Irak Türkmen edebiyatının kaderinde büyük bir çöküntüye yol açmıştır. Düşünelim, Ahmet Mithat Efendi yaşamını Bağdat’ta bir on yıl kadar bir süre daha geçirmiş olsaydı, yayınladığı kolay ve zevkle okunur hikâye kitaplarıyla bu edebiyat türünde bir kaç yazarın yetişmesine öncülük etmekte rolü olmayacak mıydı? Elbette ki olacaktı. Ancak onun kaderi bu rolü Irak’ta değil Türkiye’de oynamak ve Şevket Rado›ya göre, Hüseyin Cahit Yalçın, Rahmi Gürpınar, Ahmet Rasim gibi yazarların yetişmesi için yol döşemekti[72 - Şevket Rado, a.g.e. s. 9]. Oysa Türkmen edebiyatı yeni bir hikâye eserinin gün ışığı görmesi için, elli yıl kadar bir zaman daha durup bekleyecekti. Bu eseri Kerküklü Mahmut Nedim yazacak.
2.2. Mübarezeyi Aşk ve Kerküklü Mahmut Nedim
Kerküklü Mahmut Nedin Osmanlı veya Ortak döneminin ünlü yazarlarından biri olarak, birkaç eser meydana koymuştur[73 - Ata Terzibaşı “Kerkük Şairleri” (2000) Kerkük, s.2-13]. Mübarezeyi Aşk veyahut Marmara Denizinde Bir Mezar”[74 - Mehmet Ömer Kazancı “Türkmen Edebiyatında İlk Öykü” Yurt Gazetesi (29 Haziran 1988), 919/19,] adlı eseri bunlardan biridir. Bu eser, millet tarafından beğeniyle karşılandığı için 1325 Rumi (1909 M.) yılında Bağdat’ın “Adap” ve “Vilayet” basımevleri tarafından iki kez yayınlanmıştır.
Yazar eserinin ne kapağında ne de önsöz niteliğindeki iki sayfalık giriş bölümünde roman veya hikâye yazdığı savında değildir, ancak “iki ruhun, iki sima-yı hazinin sergüzeşt-i garibanlarını yazmak istediğini”[75 - Kerküklü Mahmut Nedim “Mübarezeyi Aşk Yahut Marmara Denizinde Bir Mezar” (Yayına hazırlayan: Mehmet Ömer Kazancı) (2009), s. 19] söylemektedir.
Burada, sergüzeşt sözcüğünün üstünde az çok durmak istiyorum. Macera, serüven, baştan geçen veya yaşanılan olay anlamına gelen sergüzeşt sözcüğünü, yazar, çoğunlukla bilerek kullanmıştır. Kim bilir belki de bu sözcüğü, dünkü anlamıyla “hikâye” bugünkü anlamıyla “öykü”, belki de “roman” kavramları yerine kullanmıştır.
Sergüzeşt sözcüğü bir ara Türk edebiyatında roman ve hikâyelere verilen adların sonuna getirilerek, yazılan eserlerin roman ya da hikâye olduğuna bir işaret olarak kullanılırdı. Örneğin; Tanzimat hikâyecilerinden Emin Nihat’ın “Müsamere Name” adlı eserinin içerdiği yedi öyküden altısının adına sergüzeşt sözcüğünü bitişik olarak kullanılmıştır. Nitekim birinci hikâye “Paşazade Binbaşı Rıfat Beyin Sergüzeşti” adındadır. Sami Paşazade Sezai’nin de yazmış olduğu tek roman “Sergüzeşt” (1305 Rumi, 1889 Miladi) adını taşır.[76 - Cevdet kudret, a.g.e]
Böylece denebilir ki; Kerküklü Mahmut Nedim hikâye veya roman yazdığının savına gitmemişse de, sergüzeşt deyimini eserinin ilk sayfalarında kullanmasıyla bunun bilincinde olduğunu saptamak istemiştir. Zaten “iki ruhun, iki simayi hazinin” yaşadıkları acıklı serüveni anlatmak, ancak bir hikâye ya da bir roman çerçevesi içerisinde düşünülebilir.
Sayfa sayılarını göz önüne alırsak, kırk üç sayfadan oluşan “Mübarezeyi Aşk” eserini bir roman saymak doğru sayılmaz. Böylesi romanlar, araştırmacılara göre “kısa roman” ya da “uzun hikâye” diye tanımlanır. Üstelik yazar, eserin her hangi bir yerinde anlattığı ana olayın dışına çıkmamakta, ayrıntılara her hangi bir ölçüde yer vermemektedir. Ufak tefek mekân tasvirleri hariç, olay önceden düşünülmüş iki paralel çizgi içerisinde yol almaktadır.
Roman olanaklarından yararlanılmadığı ve sayfa azlığı yüzünden eseri uzun bir hikâye olarak kabul ediyoruz. Hikâyede, zengin bir İstanbullu ailenin genç bir kız ile harbiye okulunda öğrenci olan bir Kerküklü arasında yaşanan acı bir aşktan söz edilmektedir. Bu aşk, iki gencin dramatik bir şekilde intihar etmeleriyle sona ermektedir. Bugün için zor anlaşılır olan bir dille yazılan hikâye, yer yer çekici tasvirlerle süslenmiştir.
2.3. Kadın Kalbi ve Hayrettin Farukî
Türkmen edebiyatında ilk roman Osmanlı döneminin son yıllarına rastlayan bir tarihte yazılan Kadın Kalbi adını taşır. Bu romanı 1331 Rumî (1915 M) yılında Musullu bir gazeteci ve yazar olan Hayrettin Farukî yazmıştır. Roman Farukî’nın yedi eserinden, on beş yaşındayken yazmış olduğu ilk eserdir. Ancak zamanında yayınlanmamıştır[77 - Bu yazı yayımlandıktan dört yıl sora romanın, yazarı tarafından Havadis gazetesinde tefrika edildiğini elime geçen bazı sayılarından öğrendim]. Yazarın vefatından sonra Bağdat Müzesi, Milli Elyazması Eserleri Merkezine tevdi edilmiştir. Son zamanlarda ele geçirilmiş ve bir inceleme ile birlikte, tam metni Latin harflerine aktarılarak edebiyat dünyasına sunulmuştur.[78 - Mehmet Ömer Kazancı “Yüz Yıl Önce Yazılan Bir Roman: Kadın Kalbi” Ankara, (2013).] 151 sayfadan oluşan roman, zamanının tanınan bir kaç edebiyatçısı tarafından takriz ile değerlendirilmiş ve eşsiz bir eser olarak nitelendirilmiştir.
Romanda birkaç kişinin öyküleri iç içe söz konusu edilmektedir. Bunlar birbirlerine ailece bağlı olan kişilerdir. Aralarında güzel özelliklere sahip olanları bulunduğu gibi, kötü olanları da vardır. Hayatta olduğu gibi roman boyunca da, hayır ile şer, iyilik ile kötülük, güzellik ile çirkinlik sürekli bir çatışma halindedir. Romanda olağanüstü veya harika bir olay söz konusu değildir.
Bu bakımdan romanı gerçekçi olarak nitelemek olasılığı vardır. Ancak romanın dili, romanda kullanılan mübalağalı ifadeler, bu gerçekçiliği kimi kez zedelemektedir.
Romanda anlatıcı, romanın yazarıdır. Tüm olayları gören, bilen bir konumdadır. Kişilerin düşündüklerinden haberdar, duygularından haberdardır. İç dünyalarında olup bitenleri bilmektedir. Ara sıra olayın akışını durdurarak, kişilerin şahsiyetlerini tahlil etmeye, şu veya bu konularda kendi düşüncelerini ileri sürmeye çalışmaktadır. Aşk konusunda, zorunlu evlenmek konusunda, aileye isyan etmek konusunda kendine özgü görüş ve düşüncelerini bazen satırlar arasında değil, uzun paragraflar halinde vermektedir. Çoğunlukla da bu paragraflarda -ey kari’diye okura direkt olarak hitap ettiğini gizlememektedir. Başka bir deyimle, yazarın sesi, romanın her bölümünde, bazen çok alçak bazen de gür bir şekilde duyulmaktadır. Bu gibi çıkışlar, eski romanların, özellikle de Türkiye’de Tanzimat ve Servet-i Fünûn dönemlerinde yazılan romanların ortak özelliklerinden biridir. Bu nedenle roman için takriz yazanlar, yazarın bu tutumunu yadsıyamamış, tersine, görüşlerine katıldıklarını bildirerek, romanın değerini artırdığını, hatta ona “ hikemi”, “felsefi” bir nitelik kazandırdığını ileri sürmüşlerdir.
Romanda mekân son derece sınırlı, çevre son derece kapalı ve dardır. Oysa zaman, kronolojik akışını, karakterlerin çocukluklarından yetişkinlik dönemlerine kadar geriye dönüşümsüz olarak sürdürmektedir.
Romanın adıyla içeriği arasında üstünde durulmaya değer bir ilişki vardır. Romanda başrolü oynayan üç kadın vardır. Ayni aileye mensup olan bu kadınlar sırasıyla Kâmran, Nüzhet ve anneleridir. Kalpleri üç ayrı tipten, karakterleri üç ayrı tiptendir. Birincisi uysaldır, ses çıkarmaz, karşı koyamaz. Biriktirdiği acıyı kimseye açamaz. Düştüğü çileden kendi gücüyle kendini kurtarmaya çalışır. Ancak bunu her zaman yapamaz. İşler çıkmaz notaya gelince her kesle sitemleşir, her kesi suçlu olarak görür Sözü “siz beni öldürdünüz” demeye kadar getirir İkincisi ise kendini kolaylıkla ele veremez. Yıpranan yanlarını onarmayı iyi bilir. Yaşadığı olumsuz deneyimlerden daha güçlü çıkar. Gerçekçidir. “seni seviyorum sözlerini benden evvel kimseye söylemiş misin” soran kocasına “evet” demekten çekinemez. Çünkü kendinden ve yaptıklarından emindir.
Üçüncüsü, bütün ihtişamıyla anne kalbidir. Özverinin sembolü, fedakârlığın simgesidir. Derindir, alabildiğine saklayabilir, gömebilir dertlerini. Ne fırtınalar yaşarsa yaşasın, gözlerinden akan yaşı kimseye bildiremez. Oğlundan aldığı tokata, aile bağını bozmamak için dayanır. Oğlu ölür, kızı ölür, kızının sevgilisi ölür, feryat figan edemez. Her kadının kalbinde bir roman vardır. Hayrettin Farukî romanın adına Kadın Kalbi demesiyle hem romanın içeriğine uygun, hem de okurun ilgisini çekmek bakımından yerinde bir ad kullanmıştır.
Hayrettin Farukî’nin Kadın Kalbi adlı bu romanı, edebiyat dünyasında bu adı taşıyan tek roman değildir. Türk edebiyatında Safvet Nezihi’nin (1871- 1939) 1903 yılında yazmış olduğu ve 2009 yılında Dr. Mümtaz Sarıçiçek’in yayına hazırladığı adaş romanıyla[79 - Safvet Nezihi “Kadın Kalbi” ( Yayına hazırlayan: Mümtaz Sarıçiçek), (2009) Kayseri.], Rus yazarı Anton Çehov’un (1860-1904) yine aynı adı taşıyan bir romanı vardır[80 - Anton Çehov “Kadın Kalbi” (Çevri: Elips kitap), (2004) İstanbul.]. Ancak Hayrettin Farukî’nın ne bu yazarlardan ne de bu romanlarından etkilendiği söz konusu değildir.
Hayrettin Farukî, uzun bir süre Musul’da yayımlanan el-Necah ve daha sonra Musul gazetelerinde muharrir ve başyazar olarak çalışmıştır. Bu gazetelerle birlikte Kerkük’te çıkarılan Havadis gazetesinde yüzlerce siyasi, sosyal ve edebi yazılar yazmıştır. Bu yazılar arasında hikâyelerin de bulunduğu tahmin edilmektedir.
Ancak o gazetelere ulaşılması mümkün olmadığı yüzünden bu hikâyelerin tespiti günümüze kadar gerçekleşmemiştir.
2.4. Gazete ve Dergilerde Türkmen Hikâyeleri
Yukarıda sözünü ettiğim o iki eser dışında, bu dönem sırasında Irak’ta çıkarılan dergi ve gazetelerde yayımlanan hikâye ve romanların bu güne kadar ciddi bir incelenmesi yapılmamıştır. Çünkü bu dergi ve gazetelerin birçoğu, zamanın hışmını sağlıkla atlayamadığı için günümüze ya kati olarak ulaşamamış ya da parmakla sayılacak kadar birkaç nüshası dağınık sayılarıyla ulaşabilmiştir.
Söz gelimi;
Kerkük’te tam Türkçe olarak 1912 yılından 1918 yılına kadar devam eden Havadis gazetesinin ele geçen nüshalarında ilk serbest şiirlerin yayınlandığı tespit edilmişse de, hikâyeye yer verip vermediği kesin olarak öğrenilmemiştir.
Oysa 1913 yılında tek 11 sayı çıkarılan Maarif dergisinde, eleştiri ve edebiyat tarihi ile ilgili yazıların ilk ciddi örnekleri yanında, birkaç hikâye nitelikli yazıların da bulunduğu bilinmektedir. Bunlar arasında Ali Kemal Kahyaoğlu’nun “Küçük Hikâye”[81 - Ali Kemal “Küçük Hikâye” Maarif dergisi (11/Nisan/1329 Rumi) Sayı: 1] başlıklı hikâyesiyle Mekki Lebib’in “Gözlük”[82 - Mekki Lebip Kırdar “Gözlük” Maarif dergisi ( 29/ Ağustos/2329) sayı: 9] hikâyesi gözlerden kaçmamaktadır. Dergide, “Gözlük” hikâyesi ötekinden daha sonra yayınlanmasına rağmen, yukarıda verdiğimiz bilgiler ortaya çıkmadan önce, birçok edebiyat tarihçisi tarafından Irak Türkmen Edebiyatında ilk hikâye olarak kabul edilmiştir[83 - Kardeşlik dergisi (özel hikâye sayısı), (1989), sayı: 196, yıl: 29].

3. Irak Türkmen Edebiyatında Hikâye ve Roman (1918’den Günümüze kadar)
Irak Türkmen hikâyeciliği açısından bu dönemi birkaç bölümde ele almak mümkündür. Zira her bölümün zaman dilimi içerisinde yaşanan koşullar, genel olarak edebiyat çalışmalarını ve özel olarak hikâyeciliği farklı bir şekilde etkilemiştir.
3.1. İngiliz İşgali ile Krallık Dönemi (1918-1958)
1918 yılında Irak, İngiliz işgaline uğradıktan sonra Irak Türkmenleri Türkiye’den ve dolayısıyla Türk dünyasından kesin olarak koparılmışlardır. Bu sırada Havadis gazetesi başta olmak üzere, Türkmenlerin tüm basın ve yayın organları durdurulmuş, İngilizlerin gözetimiyle Kerkük’te Necme (1918- 1926/1282 sayı) ve Teceddüt (1920/ dört sayı) adında iki gazete çıkarılmıştır. Tam Türkçe olarak çıkarılan bu gazetelerde, sözünden edilmesi gereken hikâyelerin sayısı parmakla sayılacak kadar azdır. Bunların başında iki hikâye vardır, ikisi de Nermce gazetesinde yayınlanmıştır. Gazetenin 11. 3. 1920 tarihli sayısında M. Refik rumuzuyla yazılan “Belki Gelir” başlıklı sembolik hikâyede yazar, Osmanlı devletini sevgilisine benzetmekte ve hasta olmadığını edebi bir dille ifade ederek bir gün geleceği ümidiyle onu hep bekleyeceğini anlatmaktadır. İki gün sonra R. A. Rumuzuyla “Gelmez ve Gelmeyecek” adıyla yayınlanan ikinci hikâyede, sevgilinin ölümle pençeleşmekte olduğu bildirilerek, artık bir daha gelmeyeceği vurgulanmaktadır[84 - Ata Terzibaşı “Kerkük’te Matbuat Tarihi” (2005) İstanbul, s. 80-82].
Bu iki hikâyede olduğu gibi, Necme gazetesinde yayımlanan hikâye ve sosyal makale yazarlarının birçoğu, asıl adlarını okurlardan gizleyerek rumuz kullanmışlardır. Ata Terzibaşı’ya göre milletin tepkisine uğramamak için bunu böyle yapmışlardır. Çünkü Türkmenler, Osmanlıları Irak’tan çıkardığı için İngilizleri, bir gün olsun bile sindirememiş ve Necme gazetesini İngilizlerin sözcüsü görerek, gazeteyi uzun bir zaman boykot etmişlerdir.[85 - Ata Terzibaşı, a.g.e. s. 78]
1921 yılında kral Faysal’ın tahta çıkışıyla başlayan krallık devri, Türkmen edebiyatı açsından, İngiliz İşgali devrine göre daha verimlidir. Bu verimlilik üç gazetenin yayın hayatına başlamasına bağlanabilir. Bunlar sırasıyla, başlangıçta tam Türkçe, daha sonraları yarı Türkçe yarı Arapça olarak çıkarılan Kerkük (1926 -1972) ve tam Türkçe olarak çıkarılan İleri (1935/ 16 sayı) ve Afak (1954 -1959/ 202 sayı) gazeteleridir.
Afak gazetesinde günlük olaylar, iktibaslar, fıkralar ve yerli yazarların kaleme almış oldukları şiir ve edebi yazılara genişçe rastlanmasına karşın, her hangi bir hikâyeye yer verilmemiştir. Oysa İleri gazetesinin her sayısında, bir hikâye ve bir roman tefrikası gözlere çarpmaktadır. Hatta birinci sayıda birincisi “Bir Köylü Kadın” ikincisi “Müthiş Bir İntikam” başlıklı iki hikâye bir arada yayınlanmıştır. İmzasız olarak yayımlanan bu hikâyelerin, Türk edebiyatından iktibas edildiği sanılmaktadır. Ne var ki, üstünde imza olan tek bir hikâye vardır, “Eski Yavuklu”[86 - İleri gazetesi (4 Mayıs 1945) sayı 9] hikâyesi, Türkmen yazarı Tavik Celal Orhan tarafından çok arı bir dil ve güzel bir üslup ile kaleme alınmıştır.
Bu devirde Kerkük gazetesinin kimi sayılarında, başta Arap Fehmi’nin yazmış olduğu birkaç hikâye yayınlanmıştır. Bunlardan, “Korkunç Bir Gün” hikâyesi ile Ahmet Şükrü Ağaoğlu’nun “Tarihin Kanlı Yapraklarından”[87 - Kerkük gazetesi (1 /8/1952) Sayı: 1292] hikâyesi, üslup bakımından en ilginç olanlarıdır. Yine Arap Fehmi, 12 sayfadan oluşan sosyal konulu bir hikâyesini 1951 yılında “Tarih-î Cera’imde Eşsiz Bir Olay”[88 - Mehmet Hurşit Dakuklu, “Basılmış Kitaplar Kılavuzu” (1986) Bağdat] adı altında Bağdat’ta yayımlamıştır.
Bütün bu gazeteler Kerkük’te çıkmaktaydı. 1933 –1935 yılları arasında Bağdat’ta tam Türkçe olarak çıkarılan Yeni Irak gazetesinde de siyasi ve sosyal yazılarla birlikte edebi yazılarının yayınlanmasına özen gösterildiğini görmekteyiz. Bu yazıların başında, hikâye ve gezi notları gelmektedir. Gazetede yayınlanan ilk hikâyeler, bir ara gazetede yazı işleri müdürü olarak çalışan ve kendisi hakkında her hangi bir bilgimiz olmayan Turgut Zihni adında bir zata aittir. 56. sayıdan itibaren Şeküfe Şadan adında bir kadın yazarının altı hikâyesine rastlıyoruz[89 - Mehmet Ömer Kazancı “Yeni Irak Gazetesi” (2011), Bağdat, s. 44-46.].
Turgut Zihni hakkında olduğu gibi Şeküfe Şadan hakkında da çok önemli bilgilere sahip değiliz. Ancak hikâyelerden Bağdat’ta oturan bir Türk veya Türkmen hanımı olduğunu anlıyoruz. Hikâyelerin üslup ve tekniklerine dayanarak, Türkçede üstün seviyede eğitim gördüğünü ve hikâye yazmada derin bir tecrübeye sahip olduğunu kolaylıkla söyleyebiliriz. Hikâyelerin birçoğu hayal ile gerçek karışımı bir şeydir. Temalar ise toplumsaldır. Yahudi karakteri sahteci, kurnaz, cimri kişiler, hikâyelerde fazlaca rol alan kişilerdir[90 - Kazancı “Yeni Irak Gazetesi” (2011), a.g.e., s. 31].
3.2. Cumhuriyet Dönemleri (1958 – 2003)
Cumhuriyet devrinin başlangıcında Türkmenlerin önünde açılan yeni fırsatlar, yeni bir kültürün, giderek de yeni bir edebiyat anlayışının oluşmasına yardımcı olabilecek gibi görünür. Edebiyat eylemi bir ara hızlanır, Türkmenler doğal haklarından sayılan basın ve yayın özgürlüğüne kavuşur. 1 Şubat 1959 tarihinde Bağdat Radyosunda Türkmence yayını başlatılır. Türkmen aydınlarına 23 Eylül 1958 tarihinde “Beşir” adında kültürel bir gazete çıkarma izni verilir. Ama ne yazık ki; 26 sayı çıkarıldıktan sonra, Kasım rejimi tarafından 17 Mart 1959 tarihinde kapatılır. Ardından, o tarihlere kadar yayınlanan Afak gazetesi de ayni kadere çaptırılır. Yine o tarihlerde “Kerkük” gazetesinin adı “Gavur-bağı” olarak değiştirilir. Türkmence bölümü üçüncü sayıdan itibaren kaldırılır. Bütün bu uygulamalar, Türkmenler hakkında kimsenin akıl erdiremediği dolapların çevrileceğinin ön belirtileri olur. Türkmenleri gerginleştirir. Fakat rejim yanlısı yobazlar, her hangi bir önlemin alınmasına fırsat vermeden, Türkmenlere karşı insanlık dışı bir soykırım işler. Bu 14 Temmuz 1959 tarihinde yapılan Kerkük soykırımdır. Üç gün üç gece süren bu kara olayda Türkmenler 25 şehit verir[91 - Erşat Hürmüzlü “Türkmenler ve Irak” a.g.e., s. 52-53].
Başvurduğu komplonun kamuoyunca derin bir tepki ve yankı ile karşılanıldığını gören rejim, işlediği bu büyük cinayetin suçunu üstünden silkmek için, Türkmenlerin önünde artık yeni kapılar açmak zorunda kalır. Bu arada Türkmenler, Türkmen Kardeşlik Ocağı adında sosyal-kültürel bir merkez açmak için ilgili makamlara bir talepte bulunur. Talep göz yumup açacak kadar kısa bir zamanda kabul edilir ve böylece Ocak, Mayıs 1960 tarihinde Bağdat’ta kurulmuş olur. Ocak bütün kültürel etkinlikleri yanında, bir yıl sonra, net olarak Mayıs 1961 tarihinden itibaren Kardeşlik adında yarı Türkçe, yarı Arapça bir dergi çıkarmaya başlar. Günümüze kadar devam eden dergi Irak Türkmen edebiyatının her türünde olduğu gibi, hikâyecilikte de, yıldan yıla gereken gelişmelerin kayıt edilmesinde inkâr edilemez katkılarda bulunur. Türkmenlere 1970 yılında tanınan kültürel hakların yürürlüğe geçmesiyle çıkarılmaya başlanan Yurt gazetesiyle Birlik Sesi dergisi de, bu gelişmelerin artmasında olumlu roller oynar.
3.2.1. Kardeşlik Dergisinde Türkmen Hikâyeciği
Kardeşlik dergisinin Türkmen hikâyeciliğinin gelişmesinde oynadığı rolü bir kaç kategoride değerlendirmek mümkündür.


/ Derginin hikâye örneklerine genişçe yer vermesi:
Dergide Amerikan işgali Nisan 2003 tarihine kadar yaklaşık 170 hikâye, bu işgalden günümüze kadar aşağı yukarı 100 hikâye yayınlanmıştır. İmzaları hikâyecilikte görünün yazarların sayısı ellinin üstündedir. Bunların birçoğu dergide en az iki hikâye yayınlamıştır.
Haşim Kasım Salihi’nin “Saime Abla” hikâyesi dergide ilk yayımlanan hikâyedir. Derginin ikinci sayısında yayımlanan bu hikâye, gerek Salihi’nin ilk yazdığı, gerekse de Kardeşlik dergisinde çıkan ilk hikâye olmasından dolayı çok önem taşır.
Daha önceki dönemlerde yazarlarımız düz yazı ve şiirleriyle tanınarak ün salmışlardı, hikâyeciliği önemsiz sayıp yan veya ikinci bir uğraş olarak kabul etmişlerdir. Haşim Kasım Salihi bu geleneğin çemberini kırmış, hikâyeciği tek uğraş edinmiştir. Bu yazın türünün tutulup yaygınlık kazanmasında sürekli olarak verdiği örneklerle büyük ölçüde katkısı olmuştur. Dergide yayımladığı “Saime Abla” hikâyesini ardı arkası kesilmeyen bir hikâye yığını izlemiştir.
Irak Türkmen Edebiyatında hikâye türünün yaygınlaşmasında Salihi’nin gösterdiği gayret, kalite farkıyla, Türkiye edebiyatında aynı görevi zamanına göre üstün bir başarı ile yapan Ahmet Mithat Efendi ve daha olgun örnekleriyle veren Ömer Seyfettin’in gösterdiği çabayı andırır.
Salihi’nin dergide beş hikâyesi çıktıktan sonra, diğer yazarlara ait olan hikâye örnekleriyle karşılaşıyoruz. Bu yazalar arasında adları anılmaya değer olanlar şunlardır. Ali Marufoğlu, Reşit Kazım Bayatlı, Osman Şengönül, İzzettin Abdi Bayatlı, Mehmet Hurşit Dakuklu, Mevlüt Taha Kayacı, Musa Zeki Mustafa, Sabah Hasan Necim, Mehmet Karaulus, Hidayet Kemal Bayatlı, İhsan Sıdık Vasfi, Ali Orankay Beşirli, İsmet Özcan, Celal Polat, Yaşar Beyatlı, Nusret Merdan, Selma Merdan, Kemal Beyatlı, Cengiz Bayraktar, Necmettin Bayraktar, Sabah Tuzlu ve Mehmet Ömer Kazancı.
Ayrıca Kardeşlik dergisinin üçüncü yılının yedinci sayısından itibaren rahmetli yazarımız Reşit Kazım Bayatlı “Tanrının Adaleti” romanını “R. K.” imzasıyla dizi halinde yayımlamaya başlar. Bu roman Kardeşlik dergisinde tek tefrika edilen, ancak sona ermeyen bir romandır. Birinci bölümünde adına ne roman ne de öykü denilmiştir, oysa ikinci bölümünden başlayarak romanın hikâye olduğu gösterilmiştir. Yedi bölümü yayımlandıktan sonra altı ay dolayınca bir süre durmuş, tekrar yeniden sürdürülmüş ve daha sonra ardı kesilmiştir.
Neden ardı kesilmiş, yarıda kalmıştır?
Bu soruya kesin bir yanıt vermenin zor olmasıyla birlikte, tahminlere dayanarak, romanın gereken ilgiyi görmediğini, izleyici bulmadığını, kim bilir belki de romanın yazarı, romanın ipuçlarını kaçırdığını, yani romanı nasıl bağlayacağını şaşırdığını gösterebiliriz.
Dergi yalnız yerel hikâyeler yayınlamakla yetinmemiş, ayrıca Türkiye ve Azerbaycan gibi Türk dünyasından seçkin iktibaslar da yapmıştır. Arapça bölümünde ise, kimi Türkmen yazarlarına ait Arapça, kimisi Türk yazarlarından Arapçaya çevrilen hikâyelere de yer vermiştir. Arapça hikâye yazan Türkmen yazarları arasında Vahidettin Bahattin, Nusret Merdan, Kahten Hürmüzlü, Şemsettin Tahir Hancı gibi yazarları, oysa Türkçeden çeviri yapanlar arasında Ümit Cemal İzzettin, Habip Hürmüzlü, Muhsin Behçet ve Abdulvahit Dakulu’yı ilk sıralarda görmekteyiz[92 - Mehmet Ömer Kazancı “Kardeşlik Dergisinin Arapça Bölümünde Çıkan Hikâyelerin Bibliyografyası”, (1989) Kardeşlik, (Özel hikaye sayısı), sayı 196, yıl:29, s. 50].


/ Derginin, edebiyatçıları hikâye yazmaya teşvik etmesi:
O dönemlerde Türkmen edebiyatında hikâyecilik ile romancılığın geride kalmışlığı, derginin editörleriyle seçkin yazarlarının gözlerinden hiçbir zaman kaçmamıştır.
Her münasebette bu konuyu çeşitli yönleriyle dile getirerek, özellikle de genç kuşağı hikâye yazmaya teşvik etmeye çalışmışlardır.
Ata Terzibaşı’nın dergi için yazdığı yıllık değerlendirme yazılarını bu konuda birer örnek olarak gösterebiliriz. Bir yazısında İzzetin Abdi Beyatlı’nın “Hak Aldanmaz” hikâyesinin” bu sahada hissedilen edebi boşluğu doldurmaya yaradığını” açıklarken, hikâyeciliğimizin talihsizliğini şöyle dile getirir “gerçekten bizde yeni töreme, yeni kuşak, bir iki yazar hariç, hikâye sanatına hiç önem vermemiştir

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/mehmet-ozer-kazanci/kadife-yapraklar-69499642/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Bu yazı İstabnul Kardaşlık dergisinde yayımlanmıştır ( 2021, yıl 22, sayı 89)

2
Ata Terzibaşı (2005) Kerkük’te Matbuat Tarihi. Kerkük Vakfı. İstanbul.

3
Bu misyonları detaylı olarak öğrenmek için bkz: Mehmet Ömer Kazancı (2019) Hışırtılar. Sayfa 87. TBA yayınları, nu: 2.

4
Fethi Safvet’in hayatı ve çalışmaları için bkz: Türkiye Dışındaki Türk Edebiyatı Antolojisi: cilt 6, Azerbaycan- Irak (Kerkük) Türk Edebiyatı. Sayfa 416. (Hazırlayan: Suphi Saatçi) Kültür Bakanlığı, Ankara.

5
Maarif dergisi: Lisana Dair 1, sayı 4, sayfa 30 (13 Haziran 1329) Lisana Dair 2: sayı 5, sayfa 37 (17 Haziran 1329). Yazıların metinlerini bu çalışmanın son sayfalarına yeni harflerle, meraklıları için, aktarmış bulunuyoruz.

6
Türkiye Dışındaki Türk Edebiyatı Antolojisi: cilt 6, Azerbaycan- Irak (Kerkük) Türk Edebiyatı. (Hazırlayan: Suphi Saatçi) Kültür Bakanlığı, Ankara, sayfa 41.

7
Maarif dergisi: sayı 5, sayfa 33 (17 Haziran 1329). Yazının yeni harflerle metini için bkz: Ata Terzibaşı (2013) Kerkük Şairleri. Kitap 2, sayfa 231. Ötüken yayınları, İstanbul. Suphi Saatçi: (1997) Dışındaki Türk Edebiyatı Antolojisi: cilt 6, Azerbaycan-Irak (Kerkük) Türk Edebiyatı. Sayfa 410. Kültür Bakanlığı, Ankara,

8
Bu konuda Ata Terzibaşı şunları söylemektedir: Ahmet Medeni “dilde sadeleşmeyi savunmakla birlikte bunu da – şiirde olduğu gibi- pek başaramamıştır”. Bkz: Kerkük Şiirleri, kitap 2, sayfa 228.

9
Ata Terzibaşı Kerkük Matbuat Tarihi kitabında Fethi Safvet’in adını ne Havadis gazetesi ne de vefat ettiği tarihine kadar çıkan diğer gazete ve dergilerde katkısı olan yazarlar arasında göstermemiştir.

10
Bunlar sırasıyla 2. , 3. , 4. Ve 5. sayılarda (Bir Mektup), (Yazmak Sanatı), (lisana Dair – 1) ve (Lisana Dair- 2) başlıklarıyla yayımlanmışlardır. İlk iki yazının yeni harflerle metni için bkz: Ata Terzibaşı ve Suphi Saatçi’nin adı geçen eserlerine. Bu araştırmada söz konusu ettiğimiz (lisana Dair) yazılarını araştırmanın sonuna aktarmış bulunuyoruz.

11
İslam Ansiklopedisi (1996) Genç Kalemler maddesi, cilt 14, sayfa 21-23. Türkiye Diyanet Vakfı, İstanbul.

12
Genç Kalemler dergisi, 8 sayı çıkan “Hüsün ve Şiir” dergisinin uzantısıdır. Adı 9. sayıdan itibaren “Genç Kalemler” olarak değiştirilmesiyle yayın hayatına 1911’de bailamıştır. Dört cilt halinde toplam 33 sayı çıkan dergi, Balkan Savaşı sırasında, Selanik bçlgesinin Osmanlı Devleti’nin elinden çıkmasıyla Kasım 1912’de yayın hayatına son vermiştir.

13
Bu birinci yazı derginin 2. cilt, Nisan 1912 tarihinde yayımlanmıştır.

14
Ahmet Bozdoğan (2007) birinci Yeni Lisan Makalesini Milli Edebiyat Akımının Bildirgesi Olarak Okumak. C. Ü. İlahiyat Fakültesi dergisi. X1/2, sayfa 251- 266.

15
Nazım H. Polat (2020) Yeni Lisan”da Divan Edebiyat Eleştirisi. Türk Dili. Yıl 69, sayı 821, sayfa 18- 29

16
Yazının tam metnine: internet arama sistemleri yoluyla (Ömer Seyfettin’in “Yeni Lisan” birinci makalesi) adresiyle ulaşabilirsiniz.

17
Nazım H. Polat (2020) adı geçen yazı.

18
Ata Terzibaşı, Osmanlı döneminde çıkarılan Havadis gazetesinin dilinin “inşavî”, Maarif dergisinin dilini “Osmanlıcanın son yıllarında yaygın olan ve henüz sadeleşmemiş yazı üslubunu yansıtmaktaydı” şeklinde değerlendirmektedir. Bkz: Kerkük Matbuat Tarihi (2005) sayfa 58 ve 64.

19
Bunlara, Bağdat’ta çıkarılan Yeni Irak gazetesinin sahibi ve başyazarı Celil Yakup’u bir örnek olarak gösterebiliriz. Dil Savaşı adlı yazısında Türkçenin sadeleştirilmesini şu cümleyle savunmaktadır: “Türkçe değişmiyor, yalnız özlülüğe doğru yürüyor, öz benliğine kavuşuyor”. Bkz: Mehmet Ömer Kazancı (2011) Yeni Irak gazetesi, Türkmen Kardeşlik Ocağı, yayın nu: 24, sayfa 41. Tevfik Celal’i bir diğer örnek olarak gösterebiliriz. İleri gazetesinin 9 May 1935 tarihli 9. sayısında öz Türkçe bir şiir yayımlamıştır. Bkz, Kerkük Matbuat Tarihi, sayfa 110, (dipnot). Daha sonraki bir tarihte Esat Naip Aruz vezniyle şiir yazmaktan vazgeçerek hece veznini çok saf bir dille kullanmaya başlamıştır. Bkz: Önder Saatçi ((2020) Irak Türkmenleri İçin. Kerkük Vakfı Yayınları nu:87. Sayfa 177.

20
Ata Terzibaşı’nın dilciliği hakkında detaylı bilgiler için bkz: Önder Saatçi (2020) Irak Türkmenleri İçin. Kerkük Vakfı Yayınları nu:87. Sayfa 203-226.

21
Ata Terzibaşı, Beşir gazetesinin o tarihe kadar Kerkük’te (ve hatta Irak’ta Türkçe olarak çıkan) gazete ve dergilerden ayıran özelliklerinden söz ederken bu özelliklerin başında “dilinin sade ve temiz oluşunu” göstermektedir. Bkz: Kerkük Matbuat Tarihi, sayfa: 142.

22
Gazete yayın hayatına 11 Şubat 1327 (24 Şubat 1912) başlamış, 1 Mayıs 1934 (1 Mayıs 1918) tarihine kadar devam etmiştir.

23
Ata Terzibaşı (2005) Kerkük Matbuat Tarihi, Kerkük vakfı, yayın nu: 14. İstanbul.

24
Mehmet Ömer Kazancı ( 2013 ) Yüz Yıl Önce Yazılan Bir Roman (Kadın Kalbi), Benkü, yayın nu: 62. İstanbul.

25
Maarif dergisi yayın hayatına 11 Nisan 1329 (24 Nisan 1913) başlamış 7 teşrinisani 1329 (20 Kasım 1913) tarihinde 11. Sayı çıkarıldıktan sonra kapatılmıştır.

26
Kevkeb-i Maarif dergisi yayın hayatına 20 kânunusani 1331 (2 Şubat 1916) talihinde başlamış üç ay kadar bir süre 9 sayı çıkarıldıktan sonra kapatılmıştır. Derginin tüm sayıları ele geçirilmediği için net olarak bu tarih tespit edilememiştir.

27
Mehmet Ömer Kazancı (2011) Yeni Irak gazetesi. Türkmen Kardeşlik Ocağı, yayın nu: 24. Bağdat.

28
Mehmet Hurşit Dakuklu, “Eski Bir Hikâyemiz”, Yurt gazetesi, sayı: 363, Temmuz 1977, s. 3.

29
Maarif dergisi tarafından “kısa hikâye” olarak nitelendirilen bu metin, asılında mizah üslubu ile yazılmış bir fıkra sayılır. Hikâyedeki kurgu, okuma yazma hikmetini gözlükte zanneden kişinin gözlükçüye gitmesi ve elindeki kitabı okumak için orada bulunan tüm gözlükleri deneyerek kendini gülünç duruma düşürme üzerine kurulmuştur. Dolayısıyla metinde cahillik ve kültür mizahı yapılarak kişinin içine düştüğü gülünç durum sergilenmiştir. Bkz: Hayder Adil Mohammed (2015) Kardaşlık Dergisinde Irak Türkmenlerinin Hikâyesi, doktora tezi, Ankara Üniversitesi. Ankara.

30
Ata Terzibaşı Kerkük Matbuat Tarihi (2005) kitabında İngiliz işgalinden önce çıkan bütün gazete ve dergilerimizde Ali Kemal Kâhyaoğlu’nun yoğun bir şekilde katkısı olduğunu bildirmektedir. Ayrıca bak: Mehmet Ömer Kazancı (2019) Hışırtılar, TEBA, yayın nu: 2, Kerkük.

31
Mehmet Ömer Kazancı (2009) Mübarezeyi Aşk, Mahmut Nedim. Kerkük Vakfı. Yayın nu:37. İstanbul.

32
Mehmet Ömer Kazancı (2007) Türkmen Öykücülüğü, 1. Baskı 2007, ikinci baskı 2012, Kültür Bakanlığı, Bağdat. Sayfa 11.

33
Ber-taab: Devamlı yorgunluk,

34
Alud: karışmış

35
Tenezzüh: gezinti

36
Lerze: titreme, hoşnutluk

37
Tarap: sevinçlik, şenlik, şadlık

38
Sebzpuş: yeşilliklerle örtülü

39
Navâzan: nabız atması, damar vurması

40
Çalaki: suret, çeviklik

41
Zir: aşağı, alt

42
Türs kâinat: kâinatın kalkanı veya ufkun kavsi

43
Nazar-endaz olmak: görüyor olmak,

44
Mevkib-i debdebe: kafile gürültüsü

45
Tanzir etmek: benzemek

46
Kârgir: taş ve kireçten yapılı

47
Manda: sığır

48
Mandıra: ahir

49
Müsaraat göstermek: çabuk bir şekilde ulaşmaya çalışmak

50
Navazırları tartip etmek: gözlere hoş görünmek

51
Sinniyle gayr münasip: yaşına uygun olmayan, yaşının üstünde

52
Bir tavr-î istiğrak-kârı ile: her şeyi kavramış bir tavırla

53
Müşebbeh bihi: benzetilen şey

54
İsfirar: sararmak, sarı renge bürünmek

55
Mezraa: tarla:

56
Nevaz: okşayıcı, taltif edici

57
Ata Terzibaşı, Necme gazetesi, Kardeşlik, sayı 189, yıl 27 (1987). Bu öyküyle bu öyküye Karşılık olarak yazılan “Gelmez ve Gelmeyecek” öyküsü için Üstat Terzibaşı’nın yaptığı değerlendirme, ikinci öykünün dipnotunda verilmiştir.

58
Üstat Ata Terzibaşı "Belki Gelir" hikâyesiyle bu hikâyenin değerlendirmesini şu şekilde yapmaktadır: “Bu hikâyelerin ana unsurlarını hastalık geçiren sevgili teşkil etmektedir. M. Refik hikâyesinin sonunda, söz konusu hastalığın geçici olduğunu, hatta sevgilinin hasta bile olmadığını ve yine gelip, intizarda olan aşığını sevindireceğini edebi bir dille anlatırken, R. A kendisine verdiği cevapta hastanın ölümle pençeleşmekte olduğunu ve bir daha gelmeyeceğini söylüyor… Görüldüğü gibi bu hikâyelerde söz konusu edilen “Hasta” ile Osmanlı İmparatorluğu sembolize edilmiştir ki, bu devlete batılılar “Hasta Adam” diyorlardı. İşte M. Refik işgalci İngilizlere karşı hasta adamdan ümit bekliyordu. Bkz: Kardeşlik dergisi: sayı 187 yıl 27 (1987). R.K. rumuzunun Reşik Akif’e ait olduğu sanılmaktadır.

59
Bu hikâye Mevlüt Taha Kayacı tarafından Arapçaya çevrilmiştir. Bkz, Kardeşlik, sayı 196, yıl 29 (1989)

60
Yazılarında sade ve yalın bir dil kullanmaya gayret eden yazarın bu ve metinde soru işaretiyle gösterilen kimi sözcüklerin anlamlarını, sözlüklerde bulunmadığı için, çıkarmak mümkün olmadı. Dolayısıyla yazıldığı gibi buraya aktarıldı.

61
Üstat Ata Terzibaşı’nın anlattığına göre, Tevfik Celal Orhan, İleri gazetesinde yayımladığı bu ilk ve son hikâyesiyle edebiyat dünyasına girmiştir. Daha sonra kendini şiire vermiştir. Şiirlerini 1940 yılından itibaren yayımlamaya başlamıştır. Terzibaşı, bu öyküyü şu biçimde değerlendirmektedir: “Bu hikâye, her ne kadar yabancı sözlerden arınmış ve öz dille yazılmış bir eser ise de, akıcı olmayan üslubu, konuşur bir dile kaymaktadır. Buna sebep uydurma ve garip sözlerin hikâyede, boylu boyuna kullanılmış olması ve yazarının edebi dile pek hâkim olmamasından ileri geliyor. Şu var ki, o tarihlerde nadir görülen bu yeni tarz yazı, sonraki yazarlar için bir başlangıç noktası sayılmaktadır”. Bkz: Kerkük Şairleri, kitap 3, cilt 8, sayfa 269.

62
Hikâye Mevlüt Taha Kayacı tarafından Arapçaya çevrilmiştir. Bkz: Kardeşlik Dergisi, sayı 196, yıl 29 (1989)

63
Bu hikâye Abdülmecit Lütfü tarafından Arapçaya “Yevm Muhif” adıyla çevrilerek “İttihat-ul Nisa-ul Iraki” dergisinin 27. sayısında (1953) yayımlanmıştır. Fehmi Arap Ağa’nın öteki hikâyeleri:
1-Sukut Etmiş Bir Kadın: Necime gazetesi: 7 Temmuz 1920, gazetenin bu tarihli sayına ulaşılamadı.
2-Tarih-i Cera’imde Eşsiz Bir Olay: 12 sayfalık bu kitap 1950 yılında Bağdat’ın (el-Camia) Matbaasında basılmıştır. Bkz: El-edip Ellezi Zalama Nefsehü, Yazan: Vahidettin Bahattin, Birlik Sesi dergisi, sayı 18, (1974). Üstat Ata Terzibaşı bu eserin on bir sayfadan oluşan, edebi bir dille yazılan uzunca bir hikâyeyi içeren bir kitap olduğunu ve Camia Matbaası’nda, kitapta geçen ufak bir nottan öğrenildiğine göre, 1951 yılında basıldığını ileri sürmektedir. Bkz: Avukat Ata Terzibaşı, Arap Fehmi, Kerkük Şairleri 3. Kitap, sayfa: 305, İstanbul,

64
Bkz, Yeni Irak gazetesi, A.g.e. Sayfa: 44-64.

65
Nevzat Özkan, “Türk Dünyası: Nüfuz, Sosyal Yapı, Dil, Edebiyat”. Kayseri (1997), s.264

66
Erşat Hürmüzlü, “Irak’ta Türkmen Gerçeği”. İstanbul (2006) s. 59

67
Erşat Hürmüzlü “Türkmenler ve Irak” İstanbul, (2003), s. 14

68
Nevzat Özcan “Irak Türk Edebi Dilinin Tarihî Gelişimi”, (2009), Turkish Studies, vol: 4/8, s. 89-106

69
Cevdet Kudret “Türk Edebiyatında Hikaye ve Roman”, (1977) Ankara, s.55.

70
Mehmet Hurşit Dakuklu “Basılmış Eserler Kılavuzu” (1986), s. 98

71
Şevket Rado “Ahmet Methet Efendi” (1986), Ankara, s. 8

72
Şevket Rado, a.g.e. s. 9

73
Ata Terzibaşı “Kerkük Şairleri” (2000) Kerkük, s.2-13

74
Mehmet Ömer Kazancı “Türkmen Edebiyatında İlk Öykü” Yurt Gazetesi (29 Haziran 1988), 919/19,

75
Kerküklü Mahmut Nedim “Mübarezeyi Aşk Yahut Marmara Denizinde Bir Mezar” (Yayına hazırlayan: Mehmet Ömer Kazancı) (2009), s. 19

76
Cevdet kudret, a.g.e

77
Bu yazı yayımlandıktan dört yıl sora romanın, yazarı tarafından Havadis gazetesinde tefrika edildiğini elime geçen bazı sayılarından öğrendim

78
Mehmet Ömer Kazancı “Yüz Yıl Önce Yazılan Bir Roman: Kadın Kalbi” Ankara, (2013).

79
Safvet Nezihi “Kadın Kalbi” ( Yayına hazırlayan: Mümtaz Sarıçiçek), (2009) Kayseri.

80
Anton Çehov “Kadın Kalbi” (Çevri: Elips kitap), (2004) İstanbul.

81
Ali Kemal “Küçük Hikâye” Maarif dergisi (11/Nisan/1329 Rumi) Sayı: 1

82
Mekki Lebip Kırdar “Gözlük” Maarif dergisi ( 29/ Ağustos/2329) sayı: 9

83
Kardeşlik dergisi (özel hikâye sayısı), (1989), sayı: 196, yıl: 29

84
Ata Terzibaşı “Kerkük’te Matbuat Tarihi” (2005) İstanbul, s. 80-82

85
Ata Terzibaşı, a.g.e. s. 78

86
İleri gazetesi (4 Mayıs 1945) sayı 9

87
Kerkük gazetesi (1 /8/1952) Sayı: 1292

88
Mehmet Hurşit Dakuklu, “Basılmış Kitaplar Kılavuzu” (1986) Bağdat

89
Mehmet Ömer Kazancı “Yeni Irak Gazetesi” (2011), Bağdat, s. 44-46.

90
Kazancı “Yeni Irak Gazetesi” (2011), a.g.e., s. 31

91
Erşat Hürmüzlü “Türkmenler ve Irak” a.g.e., s. 52-53

92
Mehmet Ömer Kazancı “Kardeşlik Dergisinin Arapça Bölümünde Çıkan Hikâyelerin Bibliyografyası”, (1989) Kardeşlik, (Özel hikaye sayısı), sayı 196, yıl:29, s. 50
Kadife Yapraklar Mehmet Özer Kazancı
Kadife Yapraklar

Mehmet Özer Kazancı

Тип: электронная книга

Жанр: Историческая литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 16.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Kadife Yapraklar, электронная книга автора Mehmet Özer Kazancı на турецком языке, в жанре историческая литература

  • Добавить отзыв