Eğri Ağaç

Eğri Ağaç
Muhtar Magavin

Muhtar Magavin
Eğri Ağaç

Sevgili babam Erkin OSPANOV’un aziz ruhuna ithafen…


KISALTMALAR
C. Cilt
Ç.n. Çevirmenin notu
s. Sayfa
S. Sayı

GİRİŞ
1960’lı yıllarda hem bilim dünyasında hem de edebiyat camiasında adından söz ettirmeye başlayan Muhtar Magavin, Kazak nesrinin zirvesi sayılabilecek eserler ortaya koymuştur. Yazarlık hayatının ilk yıllarında yazdığı öyküleri, dilinin ve üslubunun yanı sıra ele aldığı konular itibarıyla da dikkat çekmektedir. Muhtar Magavin’in ilk edebî eserlerinden başlayarak millî konuları ön planda tuttuğu görülmektedir. Eserlerin ortaya konduğu yılların Sovyet ideolojisinin zirvede olduğu döneme denk geldiği göz önünde bulundurulduğunda, genç yazarın millî konular üzerinde büyük bir cesaretle kalem oynattığı anlaşılmaktadır.
Tarihî roman denince de Kazak edebiyatında akla ilk gelen isimlerden biridir Magavin. O, tarih konusunu romanlarında bizzat işlemekle beraber çağdaşı olan yazarları da etkileyecek kadar yetenekli bir kalemdir. Ayrıca Kazak edebiyatı tarihi alanında yaptığı araştırmaları, unutulmaya yüz tutmuş eski jıravozanların eserlerinin Kazak edebiyatına yeniden kazandırılması için yürüttüğü çalışmaları, gazete ile dergilerde çıkan yazıları, yazarın uzun yıllar boyunca çetin ve bir o kadar da hassas konular üzerine kaleme aldığı son derece önemli eserleridir. Günümüzde yazarlar ve edebiyat araştırmacıları tarafından Kazak edebiyatının klasik yazarı olarak kabul gören Magavin, edebî eserlerinde hem Kazak Türkçesini büyük bir ustalıkla kullanarak dilin inceliklerini ilmek ilmek işlemiş hem çağdaş okurların ihtiyaçlarını tamamen karşılayacak şekilde modern üslup kullanmış hem de edebî teknikleri başarıyla uygulamıştır. Bütün bunları yaparken Kazak millî kimliğini, varlığını ilgilendiren konuları canlı bir şekilde eserlerine yansıtmış, âdeta Kazak toplumu için millî ruhun bayraktarı olmuştur.
Bu kitapta, yazarın bağımsızlık yıllarında kaleme aldığı mensur eserlerinden seçmeler, tarafımızdan Türkiye Türkçesine aktarılarak bir araya getirilmiştir. Bunlar: Jüsiptiŋ Qızı Svetlana “Yusuf’un Kızı Svetlana” (Almatı 2000), Qara Qağaz Kelgen Salıq Ağam “Kara Haberi Gelen Salih Ağabeyim” (Almatı 2001), Nala “Sitem” (Almatı 2001), Karlagtan Xat “Karlag’dan Mektup” (Almatı 2001), Orıstıŋ Töresi “Rus Asilzadesi” (Almatı 2001) ve Ult-Aralıq Janjal “Halklararası Skandal” (Almatı 2001) adlı öyküleri ve Qiysıq Ağaş “Eğri Ağaç” (Almatı 2001) adlı uzun öyküsüdür.
Bu eserlerin Türkiye Türkçesine aktarılarak Türk okurlarına tanıtılması konusunda beni teşvik eden babam Erkin OSPANOV’u burada rahmetle ve özlemle anıyorum. Çağdaş Kazak edebiyatından seçilerek okurların beğenisine sunulan bu eserlerin takdirle karşılanmasını canıgönülden ümit ediyorum.

    Gülmira OSPANOVA
    Temmuz 2022

MUHTAR MAGAVİN’İN HAYATI VE EDEBÎ KİŞİLİĞİ[1 - Muhtar Magavin’in hayatı ve eserleri konusunda şu makalemden faydalanılmıştır: Ospanova, Gülmira (2021). “Kazak Yazar Muhtar Magavin’in Hayatı ve Edebî Kişiliği”, Uluslararası Türk Lehçeleri Araştırmaları Dergisi (TÜRKLAD), C. 5, S. 2, s. 298-312.]

Sovyet döneminde edebiyat dünyasına katılan, daha ilk hikâyeleriyle yazar olarak kendini kabul ettiren, genç yaşta ele aldığı bilimsel çalışması Qobız Sarını “Kopuz Melodisi” (Almatı 1968) ile bilim dünyasında kendinden övgüyle bahsettiren Muhtar Magavin, hem Sovyet Dönemi Kazak Edebiyatının hem de Bağımsızlık Dönemi Kazak Edebiyatının önde gelen yazarlarından biridir. Kazak edebiyatına 1960’lı yıllarda gelen Abiş Kekilbayev, Oralhan Bökey, Kabdeş Jumadil, Duvlat İsabekov, Tölen Abdik gibi yetenekli genç kuşak temsilcilerindendir ("Muxtar Mağawin 80…", 2020). Gerek yazar olarak gerekse bilim insanı, tarihçi olarak Magavin’in Kazak tarihi, dili, edebiyatı ve manevi varlığı için yaptığı hizmeti çok önemlidir. Sovyet ideolojisine rağmen yazdığı eserleriyle millî değerleri ön plana çıkarmayı başaran, millî ruhu canlandıran, millî kimliğin kaybolmaması için çırpınan Magavin, bağımsızlık yıllarında Kazak edebiyatını nesir sahasında yeni bir boyuta taşımıştır. Kendini bildi bileli zihninde ve yüreğinde taşıdığı millî değerleri, daha sonraki yıllarda hayatı boyunca sürecek olan uzun ve kapsamlı araştırmalar sayesinde elde ettiği tarihî gerçeklerle yoğurarak edebiyata ve bilim dünyasına kazandırmıştır. Böylece Qobız Sarını “Kopuz Melodisi” eseriyle Kazak edebiyatı tarihini üç asır geriden başlatmakla kalmamış, o güne kadar bilinmeyen veya unutulmaya yüz tutan eski ozanların ve şairlerin yeniden tanınmasını sağlayarak âdeta kopuz sesinin tarihin karanlık derinliklerinden işitilmesine önayak olmuştur. Ünlü Alasapıran “Telaş” (Almatı 1980, 1982) romanı, Kazak Sovyet Edebiyatında en eski tarihi ayrıntılarıyla işleyen ilk romanlardan olmanın yanı sıra hem üslup ve dil hem de konu bakımından tarihî roman denilince ilk akla gelenlerdendir. Sovyet döneminde Leningrad’da Rusça olarak Poetı Kazahstana “Kazakistan Şairleri” (1978) adıyla yayımlanan eserinde, kadim Kazak ozanlarının yanı sıra Sovyet rejimi tarafından henüz “halk düşmanı” damgasının kaldırılmadığı Mağjan Jumabayev, Şakarim Kudayberdiyev gibi birçok rejim karşıtı şairlerin millî söylemler üzerine kurulu şiirlerine de yer vermiştir. Kökbalaq “Kökbalak” (Almatı 1979), Şaqan Şeri “Şakan Kaplan” (Almatı 1984) ve Sarı Qazaq “Sarı Kazak” (Almatı 1991) gibi romanları, Sovyet rejiminin özgürce yaşamasına müsaade etmediği Kazak halkının maneviyatında büyük bir uyanışa imza atmıştır. Yazarın kaleminden çıkan Qazaq Tariyxınıŋ Älippesi “Kazak Tarihinin Alfabesi” (Almatı 1993) adlı çalışması, Sovyetlerin dağılmasıyla birlikte yeniden değerlendirilen millî tarih konusunda seçkin bir başvuru kitabıdır. Qıpşaq Aruwı “Kıpçak Güzeli” (Almatı 2004), Kesik Bas – Tiri Tulup “Kesik Baş, Diri Tulum” (Almatı 2005) adlı uzun hikâyeleri ve Jarmaq “İkili” (Prag 2007) romanı ile Kazak nesrine yeni bir soluk getirmiştir. Gerek eserleriyle gerekse düşünceleriyle hem bilim ve edebiyat camialarını hem de tüm Kazak okurlarını derinden etkileyen, daha yaşarken adı efsaneleşmiş bir şahıstır Muhtar Magavin.

1. Hayatı
Kazakistan halk yazarı, Kazak edebiyatının klasik yazarı, Kazak sözlü edebiyatı araştırmacısı, ünlü tarihçi ve millî ruhun önderi olan Muhtar Mukanulı Magavin, 29 Ocak 1940 tarihinde eski adı Semey eyaleti olan bugünkü Doğu Kazakistan eyaleti, yine bugünkü adı Ayagöz olan Şubartav ilçesine bağlı Barşatas köyünde köy öğretmeninin oğlu olarak dünyaya gelmiştir (“Muxtar Mağawin”).
Eserleri 1959 yılından itibaren yayımlanmaya başlamıştır. 1960’lı yıllarda esasen XV.-XVIII. yüzyıllar arasındaki Kazak şiiri üzerine yaptığı araştırmalarıyla birlikte edebiyat araştırmacısı olarak kendinden söz ettirmeye başlayan Magavin, daha sonra nesir alanına yönelmiştir.
1957 yılında kazandığı S. M. Kirov Kazak Devlet Üniversitesinin (bugünkü Al Farabi Kazak Millî Üniversitesi) Filoloji Fakültesinden 1962 yılında mezun olmuştur. 1962-1965 yılları arasında aynı üniversitenin Kazak Edebiyatı Ana Bilim Dalında aldığı doktora eğitimini, XV-XVIII. Ğasırlarda Jasağan Qazaq Aqın, Jırawları “XV.-XVIII. Asırlarda Yaşayan Kazak Şairleri ve Ozanları” (S. M. Kirov Kazak Devlet Üniversitesi, Almatı 1965) adlı tezini savunarak tamamlamıştır. Üniversite yıllarında Kazak edebiyatının klasik yazarı olan Muhtar Avezov’dan dersler almış, çalışma hayatına da aynı yıl Qazaq Ädebiyeti “Kazak Edebiyatı” gazetesinin Edebiyat Eleştirisi Bölümünde yönetici olarak başlamıştır. 1967-1971 yılları arasında Jazuvşı yayınevinin baş editör yardımcısı, Kazak SSC Bilimler Akademisine bağlı Muhtar Avezov Edebiyat ve Sanat Enstitüsünde kıdemli araştırmacı, bilim adamı, Abay Kazak Pedagoji Üniversitesi, Kazak Edebiyatı Bölümünde doçent, öğretim üyesi görevlerinde bulunmuş; Moskova Maksim Gorki Edebiyat Enstitüsünde Kazak folkloru ve Kazak edebiyatı tarihi konularında dersler vermiştir. 1983-1984 yıllarında serbest edebî araştırmalar ve yazarlık ile meşgul olmuş, 1984-1986 yıllarında Jazuvşı yayınevinde baş editörlük görevini üstlenmiştir. 1987 yılında yeniden serbest yazarlık, 1988-2006 yılları arasında Kazakistan’ın başlıca edebiyat dergisi olan Juldız (Yıldız)’da baş editörlük yapmıştır (“Muxtar Mağawin”).
2006 yılının son günlerinde Çek Cumhuriyeti’ne taşınmıştır. Yazar, yurt dışında yaşarken de Kazak edebiyatını önemli eserleriyle zenginleştirmeye devam etmektedir. Ünlü Jarmaq “İkili” (Prag 2007) romanı, onlardan biridir. Günümüzde yazar, Amerika Birleşik Devletleri’nde yaşamaktadır. Yedi yıl boyunca yazdığı, dört ciltten oluşan Şıŋğıs Xan “Cengiz Han” (Almatı 2011, 2013, 2014, 2016) romanını burada tamamlamıştır.
1997 yılında Türkiye’de Uluslararası Türk Dünyası’na Hizmet Ödülü verilmiştir. 2002 yılında Tarlan Ödülü’ne layık görülmüştür. “Türk Dünyası’nın Örnek Yazarı” unvanına sahiptir. Moğolistan’ın başkenti Ulanbator’daki Uluslararası Cengiz Han Akademisinin fahri üyesidir (Amantay, 2020).
Magavin’in 1960-2002 yılları arasında kaleme aldığı edebî eserleri, 13 cilt hâlinde 2002’de Almatı’da yayımlanmıştır (“Ruwxaniy Jaŋğıruw…”, 2018).
Yazar Kabdeş Jumadil hatıralarında, Magavin’in çağdaşı İlyas Yesenberlin’in meşhur Köşpendiler “Göçebeler” (Almatı 1969, 1971, 1973) adlı tarihî roman üçlemesinin yazılmasına nasıl bir katkıda bulunduğunu, tarihe karışmış, unutulmaya yüz tutmuş eski ozanları yeniden Kazak edebiyatına nasıl kazandırdığını anlatmıştır (“Muxtar Mağawin 80…”, 2020). Bundan, Magavin’in daha genç yaşlarda başka yazarları etkileyecek kadar başarıya ulaştığını anlamak mümkündür.
Fotoğrafını görüp âşık olduğu Bakıtjamal Hanım’la 1965’te yaptığı evliliğinden altı çocuğu, yirmi torunu ve altı torun çocuğu var.

2. Romanları

2.1. Sovyet Döneminde Yazdığı Romanları
Magavin, eserlerinde Sovyet dönemindeki Kazak toplumunun genel bir portresini çizmiş, hem şehirli hem de köylü Kazak insanının rejimle paralel olarak değişmekte olan yapısını ve psikolojisini işlemiştir.
Kök Munar “Mavi Pus” (Almatı 1971) romanında, yazarın daha ilk hikâyelerinden itibaren az da olsa üzerinde durmaya başladığı millî değerlerin ve geniş bozkırlarda at koşturan eski Türklerin ruhunun yükseldiğini görmekteyiz. Romanın başkişisi olan genç yazar Yedige, yazdığı romanında Sovyet ideolojisine rağmen “Benim damarlarımda akan kan İlteriş, İstemi, Kültiginlerin zamanındaki göçebelerin kanıdır!” şeklinde haykırmaktadır.
Kökbalaq “Kökbalak” (Almatı 1978) romanında, Kazak halkının yüzyıllarca devam edegelen küy[2 - Küy, genellikle dombra veya kopuz eşliğinde sözsüz olarak icra edilen melodidir.] sanatının Sovyet döneminde arka plana itilmesi, gereken önemin verilmemesi yüzünden düştüğü durum ve her şeye rağmen ağır şartlarda unutulmaktan kurtarıp geleceğe taşıma çabaları, derin bir heyecan ve coşkuyla anlatılmıştır. Roman, küy sanatını en güzel şekilde açıklayan ender eserlerden biridir.
Alasapıran “Telaş” (Almatı 1980, 1982) tarihî romanı, Kazak edebiyatında bir yenilik olan, toplumsal zihniyette devrim etkisi oluşturan önemli bir eserdir. Yazarının da bizzat dediği gibi “hayatının başlıca eseridir” bu roman. Alasapıran I ve Alasapıran II olmak üzere iki ciltten oluşan bu tarihî romanda, XVI. yüzyıldaki Kazak sosyo-kültürel hayatı, örf ve âdetleri, Kazak Hanlığı’nın iç ve dış siyaseti, Rusya, Sibirya, Buhara ve İran hanlıklarıyla ilişkileri, çeşitli sosyal toplulukların temsilcilerinin kaderleri, derin bir psikolojik ve felsefi açıdan ele alınmıştır. Bu romanından dolayı yazar, 1984 yılında Kazak SSC’nin Abay Devlet Ödülü’ne layık görülmüştür.
Eser, o güne kadar yazılmış Kazak Sovyet dönemi romanları içerisinde en eski tarihi işleyen romanlardan biridir. XVI. yüzyılın sonu ve XVII. yüzyılın başında Kazak Ordusu ile Rusya arasındaki ilişkiler ele alınmıştır. Romanda; Kazak Hanı Tavekel’in yeğeni Orazmuhammed, bir av sırasında Sibiryalı Rus voyvodasına esir düşerek Moskova’ya götürülür ve Rus çarının hizmetine girer. Orazmuhammed’in talihsizliği, vatan sevgisi ve hasreti ayrıntılı olarak işlenmiştir. Onun bir gün bu durumdan kurtulup vatanına dönme isteği, Kazak halkının kaderini ve hürriyet özlemini temsil etmektedir aslında (Kınacı, 2016: 213-215). Romanın dili de ilgi çekicidir. Yazar Nurkasım Kazıbek’in söz konusu romanda 600 kadar bilinmeyen kelime, Yazar Tursın Jurtbay’ın kendisinin bilmediği 800 kelime, önemli bilim adamı Akselev Seydimbek’in ise 200 kadar eski kelime tespit ettiği (Amanjol, 2010) dikkate alındığında, yazarın Kazakçayı tüm ifade gücü ve zenginliğiyle ne denli başarılı kullandığı anlaşılmaktadır.
Şaqan Şeri “Şakan Kaplan” (Almatı 1984) adlı romanında, Şakan adlı yiğit tiplemesi, masallar ve eski destanlardaki avcı, keskin nişancı karakterini akla getirmektedir. Eşi ve oğlu kaplan tarafından öldürülen avcı Şakan, intikam peşindedir. İşte bu intikam hissi ve üstadı, yaşlı avcı Kuba Mergen’in de anlattığı atalarının bahadırlığı, kaplanla olan çetin mücadelesinde üstün gelmesine yardımcı olmuştur. Romanda; Şakan karakteri, Kambar Batur ile Savrık Batur’un bir devamı gibi betimlenmiştir. Ona, kaplanla veya ejderhayla mücadele eden folklor karakterlerinden olan avcı ve keskin nişancının günümüz romanındaki çağdaş bir uzantısı denilebilir. Yazar, böylece ataların kahramanlıklarının sadece masallarda kalmadığını, Kazakların kanında ve günlük yaşamında da devam edegeldiğini vurgulayarak kaplanla teke tek çarpışacak kadar gözü pek insanların kimsenin önünde diz çökmeyeceklerini ima etmiştir (Toyşanulı, 2012).
Romanda, Şakan karakteriyle yazarın anlatmak istediği diğer önemli bir husus; insanların vahşi hayvanlardan beter olabildikleri, sadece tabiata zarar vermekle kalmayıp zaman zaman insanlık için de büyük tehlike oluşturduğudur. Ailesini kaybeden Şakan’ın aklı fikri sadece öcünü almak, kaplanları yavru veya dişi demeden yeryüzünden yok etmektir. İntikam peşinde gece gündüz, yaz kış, dağ taş demeksizin dolaşırken bir gün ölü bir kentin kalıntısına rastlar. Gördüğü manzara karşısında iç dünyası alt üst olan Şakan, insanoğlunun gülistan olan şehirleri yakıp yıktığını, suçsuz insanları yaşlı veya çocuk demeden kırıp geçtiğini, hatta savaşta galip gelemeyeceğini anlayınca İli Nehri’nin akış yönünü değiştirip şehir halkının boğularak helak edilişine sebep olacak kadar acımasız olduğunu anlar. Kaplanlara karşı açtığı savaş peşindeyken gözlerini kan ve intikam hırsının bürüdüğü, asıl zulmün insanlar tarafından yapıldığı kanaatine varır. Eserin önemli bir özelliği de Rus sömürgesi olan ülkenin trajedisinin ustalıkla işlenmiş olmasıdır.
Sarı Qazaq “Sarı Kazak” (Almatı 1991) romanındaki ‘toplayıcı’ karakter olan Sarı Kazak, Alasapıran’daki Orazmuhammed’den sonra başlayan yozlaşmanın ve sömürgeleştirme sisteminin bir meyvesidir. Yazar bu eserinde, asırlar süren sömürgecilik politikasını dönemler şeklinde ele alarak o güne kadar okurları tarafından sömürgeciliğin bilinmeyen gizli yanlarını en ufak ayrıntılarıyla gözler önüne sermiştir (Hasan, 2016). Roman, Kazak Sovyet Edebiyatının son eseri sayılır. Yayımlandığında Sovyetler henüz dağılmamış, ama son günlerini yaşamaktadır. Sovyet sisteminin gerçeklerini tüm çıplaklığıyla anlatmakla birlikte roman, parti ve rejimin çöküşünden önce yazarın verdiği kesin hüküm niteliğindedir.

2.2. Bağımsızlık Döneminde Yazdığı Romanları
Bağımsızlığın ilk yıllarında yazdığı romanı olan Sürlew-Soqpaq nemese Jazuwşınıŋ Jan Azabı “Keçi Yolu veya Yazarın Çilesi”, 1997 yılında Juldız dergisinde (S. 5, s. 1-97; S. 6, s. 26-97) yayımlanmıştır (“Mağawin Muxtar Muqanulı…”).
Jarmaq “İkili” (Prag 2007), Çek Cumhuriyeti’nde yaşarken yazdığı romanıdır. Kazakların iki yüzyıllık tarihi ve psikolojik tartışmalar üzerine temellendirilmiş bu roman, yazarı farklı yönleriyle tanımamıza yol açmaktadır. Eserin başkişisi, üniversiteyi başarıyla tamamlayan genç tarihçi, tılsımlı şartlarda iki farklı kişiliğe ayrılır. Bir yarısı olan Murat Kazıbekov; millî değerleri yücelten, mütevazı yaşam sürdüren bir tarihçidir. Diğer yarısı olan Marat Kazıbekov ise; zengin bir iş adamı ve yönetimde yer alan elit kesimden biridir. Eserde, bir kişinin iki kimliğe parçalandığı, bir ruh hâlinden bambaşka bir ruh hâline kolayca geçtiği ustalıkla anlatılmış, birinin manevi yükselişi, diğerinin ise maddi değerleri tercih etmesi üzerinde durulmuştur.
Men “Ben” otobiyografik romanı, ilk defa 1998 yılında Juldız dergisinde (S. 8, s. 4-91; S. 9, s. 17-95) yayımlanmıştır (“Mağawin Muxtar Muqanulı…”). Birinci cildi olan Şıtırman “Karmakarışık” kitabında yazar; kendi eserlerinin yazılış ve yayımlanış öykülerini, Qiya Joldar “Sarp Yollar” adlı ikinci kitabında ise ilim yolunda karşılaştığı sıkıntıları anlatmıştır. Bütün bunları ele alırken totaliter rejimin, Kazak toplumunun gelişmesini ne kadar engellediğine vurgu yapmıştır. Edebiyatta olduğu gibi sanat, bilim ve ideolojide milliyetsizleşme gerçeklerini de ortaya koymuştur. Eser, muazzam bilgi ve birikim, zengin yazarlık tecrübesinin bir belgesi niteliğindedir. Genç edebiyatçıların başvuru kitabı hâline gelmiştir.
Şıŋğıs Xan “Cengiz Han” (Almatı 2011, 2013, 2014, 2016), yazarın yedi yıl süren çalışması sonucunda ortaya çıkan, dört ciltten oluşan romanıdır. Tuwğan Jurt “Atayurt” (2011) adını verdiği birinci ciltte yazar, Cengiz Han’ın doğumu arifesindeki dönemin ve ulu bozkırın portresini çizmiş, bu bozkırda yaşayan kadim Türk kabilelerinin örf ve âdetleri, manevi varlığı ile ilgili ayrıntılı bilgiler vermiştir. İkinci cilt olan Uyısqan Ulıs’ta “Kenetlenmiş Ulus” (2013) Cengiz Han’ın doğduğu yıl olan 1155’ten 1218 yılına kadar geçen olayları tarihî belgelere dayanarak işlemiştir. Cengiz Han’ın zorluklarla dolu olan çocukluğunu, savaşlarla ve mücadelelerle geçen hayatını, hâkimiyeti eline geçirdikten sonra Çinliler ve Tangutlar üzerine yaptığı başarılı seferlerini ele almıştır. Cengiz Han’ın yaptığı bu eylemlerin Türk halklarının yeniden gelişip güçlenmesine yol açtığı gibi tüm dünyanın yeniden yapılanmasına da zemin hazırladığını anlatmıştır. Tınımsız Maydan “Amansız Cephe” (2014) adlı üçüncü ciltte yazar, Cengiz Han’ın Harezmşahlar Devleti ile yaptığı savaşları üzerinde durmuştur. Ayrıca Seyhun Nehri boyunca uzanan kadim şehirler, Deşt-i Kıpçak’ta yaşayan kabileler, İran, Afganistan, Kafkasya ve Rusya ile ilgili değerli bilgilere de yer vermiştir. Eke Moğul Ulısı “Yeke Moğol Ulusu” (2016) adlı dördüncü ciltte ise Cengiz Han’ın hayatının son yıllarını ve ölümünden sonra geride kalan ulu imparatorluğun kırk yıllık tarihini işlemiştir.

3. Hikâyeleri

3.1. Sovyet Döneminde Yazdığı Hikâyeleri
Yazarın ilk hikâyeleri olan Bir Uwıs Biyday “Bir Avuç Buğday”, Bir Qadaq Biyday “Bir Libre Buğday” ve Tilenşi “Dilenci” (1960) adlı eserlerinden başlayarak modernizmi esas aldığı görülmekle beraber, estetik bir dil ile güçlü ifade kullanımı ve zengin şahıs kadrosu göze çarpmaktadır.
Bir Uwıs Biyday “Bir Avuç Buğday” (Almatı 1960), 1932 yılında Kazak halkının insan eliyle gerçekleştirilen açlıktan nüfusunun neredeyse yarısını kaybettiği o dehşetli yılları anlatan hikâyesidir. Eserin yazıldığı yıla bakıldığında, Sovyet rejimindeyken ve genç yazar olarak üzerinde neredeyse hiç durulmayan konuyu ele alması, büyük cesaret istediği apaçık ortadadır.
Äyel Maxabbatı “Kadın Sevgisi” (Almatı 1961) adlı hikâyesi, genç Muhtar’ın Kazak edebiyatına kendine has bir söyleyişle geldiğini gösterir mahiyettedir. Klasik yazar Muhtar Avezov’un ilk hikâyeleri ile büyük şair Mağjan Jumabayev’in meşhur Şolpannıŋ Künäsi “Şolpan’ın Günahı” [Şolpan dergisi, S. 4-8, (1923)] adlı hikâyesini hatırlatmaktadır. Eserde, sevgi temasının yanı sıra dönemin sosyal meseleleri de işlenmiştir (Amanjol, 2010).
Keşqurım “Akşamleyin” (Almatı 1964), yayımlanmış ilk hikâyesidir.
1980’li yıllarda Äje “Büyükanne” (1984), Biyik Üydegi Böribasar “Yüksek Evdeki Böribasar” (1984), Jındıbas “Deli” (1984), Tärtipti Azamat “Disiplinli Delikanlı” (1984), Töle men Şöje “Töle ile Civciv” (1988), Altın Tis “Altın Diş” (1988), Aqjalğa Ketken Seyittiŋ Balası “Akjal’a Giden Seyit’in Çocuğu” (1988), Bolezn’ Botkina “Botkin Hastalığı” (1989), Äbdiğappar Seri[3 - Seri, Kazak Türkçesinde ozan, şair, türkücü, müzisyen, halk arasındaki eğlencelerin göz bebeği olan, hünerli gençlere verilen bir addır. Sal veya seri olarak bilinen bu sanatkârlar, kendilerine özgü tarzları, giyim kuşamları olan, eski geleneğin temsilcileri ve Kazak geleneksel tiyatrosunun baş aktörleridirler.] “Abdigappar Seri” (1989) adlı hikâyeleri yayımlanmıştır.
Doŋız Jılğı Balalıq “Domuz Yılındaki Çocukluk” (Almatı 1995) adıyla bir araya getirdiği hikâyeleri: Şığırıq “Halka” (1989), Oŋ men Sol “Sağ ile Sol” (1990), Pürkoraldıŋ Kök Atı “Savcının Gök Atı” (1990), Qant pen İrimşik “Şeker ile Peynir” (1990), Qulaqqa Talas “Kulak İçin Kavga” (1990), Klimmen Küres “Klimm’le Mücadele” (1990), Abaqtıda Ölgen Uwan Atam “Hapiste Ölen Uvan Dedem” (1990), Äskerjannıŋ Ağası “Askercan’ın Ağabeyi” (1990), Yeŋ Ädil Saylaw “En Adil Seçim” (1990), Gimn “Millî Marş” (1990), Tassuwdan Ötken Qaşqındar “Tassu’dan Geçen Kaçaklar” (1991) (Aman-tay, 2020).

3.2. Bağımsızlık Döneminde Yazdığı Hikâyeleri
Magavin’in bağımsızlık döneminde yazdığı hikâyelerinde işlediği konular çok çeşitlidir. Sovyetlerin dağılmasıyla birlikte her ülkenin kendi başının çaresine bakmak durumunda olduğu geçiş dönemindeki Kazak toplumu, karşılaştığı maddi ve manevi zorluklar, maddiyatın ön plana çıktığı dönemdeki insanî değerler, genç kuşağın psikolojisi, geçmişle ilgili gerçekler, millî kimlik, dil gibi çetin meseleler; Magavin’in üzerinde durduğu başlıca temalardır.
Kommunistik Realizm “Komünist Realizm” (Almatı 1992) adıyla bağımsızlığın ilk yılında yazılan hikâyesinde, sosyalist rejim taraftarı Jaras ve şair Sarsen, yazarlar Bavbek ile Beket, edebiyat tarihi araştırmacısı Madiyar adında sanata yakın beş gencin üniversite yılları anlatılır. Hikâye, Jaras’ın Rusça olarak “Sovyet insanlarının bugünkü nesli komünizmi yaşayacaktır!” “… Komünizmi yaşayacaktır!” “… Komünizmi!”[4 - “Nıneşnee pokoleniye sovetskih lyudey budet jit’ pri kommunizme!” “… budet jit’ pri kommunizme!” “… pri kommunizme!”. bk. Muhtar Magavin (2007). Şığarmalar Jiynağı. Äŋgimeler, Almatı: Jazuvşı, s. 284.] şeklinde attığı sloganlarıyla başlar. Komünist partinin ideolojisini sorgusuz sualsiz destekleyen Jaras, bir gün illa komünizmin kurulacağını, herkesin eşit ve özgür yaşayacağını düşünmektedir. Diğer başkişiler olan gençler ise Jaras’a karşıt fikirde olup millî şuur sahibidirler.
Qasqır – Böri “Kurt – Börü” (Almatı 2001), yazarın sembollerle anlatım bulan hikâyelerinden biridir. Qasqır ‘kurt’, böri ‘börü, kurt’ demektir; böri de qasqır. Ancak Eski Türklerdeki börü toteminin ihtiva ettiği anlam, artık günümüzdeki qasqır’da yoktur. Börü kavramının cesaret, asalet ve kutsiyet arz etmesine karşın qasqır, sadece yırtıcı bir hayvan olup korkaklık, aptallık, merhametsizlik ve zulüm timsalidir. Eskiden bahadırları börü’ye benzetseler de, artık insanlıktan mahrum kimseleri qasqır’a benzetirler. Börü gitti, qasqır kaldı. Yazar, kökünden uzaklaşmakta olan yeni kuşakların hâl ve hareketleri karşısında derin bir üzüntü duymakta; esaret hamutundan kurtulamayan toplumun bugün yaptığı kirli işlerine tepki olarak börü olup seslenmektedir. Kurtuluşun ancak börü ruhunun geri dönmesiyle olacağına ve halkın selamete ermesinin, özüne dönmesiyle gerçekleşeceğine vurgu yapmaktadır (Baltabayeva, 2012a: 50-56).
Qos Ağaş “Bir Çift Ağaç” (Almatı 2001) hikâyesi, ağaç motifi üzerine kurgulanmıştır. Kadim çağlarda Cengiz Han’ın ve Kazak hanlarından Abılay ile Yesim’in de çok değer verdikleri bu bir çift ağaç, kutsal kabul edilmiştir. Modern çağda ise bu yaşlı ağaçlara olan sevginin zamanla kayboluşu, yakınında yer alan Stalin adlı bir köyün halkı tarafından sadece odun olarak görülmesi anlatılmıştır. Ağaç motifiyle yazar aslında, kökü tarihin derinliklerine uzanan Kazak halkının zamanla dejenere oluşuna parmak basmaktadır. Bozkır felsefesinin baltalanması ve Kazak toplumunun kaderi, eserin ana konusunu teşkil etmektedir.
Tamızdan Soŋğı Äŋgimeler “Ağustostan Sonraki Hikâyeler” (Almatı 2004) adlı kitabında yazarın, Jüsiptiŋ Qızı Svetlana “Yusuf’un Kızı Svetlana” (Almatı 2000), Jazdıgün Şilde Bolğanda “Yaz Ayı Temmuz Olunca” (Almatı 2000), Qara Qağaz Kelgen Salıq Ağam “Kara Haberi Gelen Salih Ağabeyim” (Almatı 2001), Nala “Sitem” (Almatı 2001), Karlagtan Xat “Karlag’dan Mektup” (Almatı 2001), Orıstıŋ Töresi “Rus Asilzadesi” (Almatı 2001) ve Ult-Aralıq Janjal “Milletlerarası Skandal” (Almatı 2001) adlı hikâyeleri yer almaktadır.
Yazar Tursınbay Jurtbay’ın da dediği gibi “Qos Ağaş’ı yazana kadarki Muhtar Magavin başka, Tamızdan Soŋğı Äŋgimeler’i yazdıktan sonraki Muhtar Magavin bir başkadır.” (Jurtbay, 2017). Bunlarda yazarın, arayış içinde olduğu, yeni üslup ve anlatım teknikleriyle şekillendirdiği eserlerini okurlarının beğenisine sunduğu görülmektedir.
Jüsiptiŋ Qızı Svetlana “Yusuf’un Kızı Svetlana” (Almatı 2000) adlı hikâyesinde yazar, kendi çocukluğundan bazı manzaraları okurlarına sunmaktadır. Çocuk Muhtar’ın köyüne yeni taşınan Baytar Yusuf’un ailesi örneğinde, Sovyet ideolojisinin Kazak toplumu üzerindeki etkilerini açıkça görmek mümkündür. Baba Yusuf, eski halk destanları ile manzumelerine derinden bağlı olmakla beraber, mevcut ideoloji tesirinde kalmış bir karakterdir. Kendi kızının adını Josef Stalin’in kızının adından esinlenerek Svetlana koymuş, böylece rejime olan sadakatini de göstermiştir. Evindeki sandıkta eski yazıyla yazılı kadim eserleri bulundurmanın yanı sıra kızının Rusça öğrenip Bolşevik yazarların eserlerini okumasını sağlamaktadır. Yazar, hem öğretmen olan kendi babasının hem de Baytar Yusuf’un KGB tarafından tutuklandıklarını, onların ve ailelerinin katlanmak zorunda kaldıkları maddi ve manevi sıkıntıları anlatırken Stalin rejimindeki “aydın katliamı”na da dikkat çekmektedir. Ayrıca o yıllardaki ücra köy hayatının Kazak misafir ağırlama âdetleri ile masallar, hikâyeler ve destanlar anlatılarak anlamlı, eğlenceli vakit geçirme alışkanlıklarıyla da millî gelenekleri yaşattığını göstermektedir.
Karlagtan Xat “Karlag’dan Mektup” (Almatı 2001) adlı hikâyede, yine yazarın çocukluğundan bir köy manzarası ve yüzyılın en büyük trajedilerinden biri olan “aydın katliamı” ile ilgili yakın çevresinden hatıraları canlandırılmaktadır. Yazarın dedesinin yeğeni olan Müslüm, Karagandı çalışma kampından mektup yollar. Müslüm, babası gibi çok okumuş, Saratov ve Moskova gibi büyük şehirlerde tıp eğitimi almış, zamanının ileri gelen profesör aydınlarındandı. 1930’lu yıllarda milyonlarca diğer aydınlar gibi tutuklanarak hapsedilir. Mektubu sıkı rejimin az da olsa gevşediği zaman yazarak Muhtar’ın ailesinden yiyecek ve sıcak kıyafet ister. Ne sağ ne de ölü haberini alamayan aile, mektubun gelişiyle heyecana kapılır. Böyle bir çalışma kampından şans eseri dönen komşu aksakalın tavsiyeleri üzerine Muhtar’ın dedesiyle babaannesi, Müslüm’e göndermek üzere bir koli hazırlarlar. Ne var ki koliyi esir kampına göndermeye devlet yetkilileri ile posta müdürü cesaret edememektedir. Aile, kolinin geri dönmesiyle birlikte derin bir hüzün yaşar. Yazar, çocukluğundan bir kesiti anlatırken Sovyet rejiminin tutuklu aydınlara karşı son derece acımasız olduğunu, yakınlarının da baskıya maruz kaldıklarını dile getirmektedir. Hikâyede; baştan sona aşırı soğuk ve fırtınalı kış havasının hâkim olması, sembolik anlam taşımaktadır. Böylece Kazak ailelerinin o zor yıllarda yaşadıkları tarifi imkânsız sıkıntılara vurgu yapılmaktadır.
Qara Qağaz Kelgen Salıq Ağam “Kara Haberi Gelen Salih Ağabeyim” (Almatı 2001) adlı hikâyesinde, savaşın Kazak toplumuna getirdiği maddi ve manevi sıkıntılar dile getirilmiştir. Yazarın II. Dünya Savaşı’na katılan akrabası Salih’in öldüğüne dair hükûmetten gelen resmî haber üzerine genç eşi, kayın biraderiyle evlendirilir. Faşistlerin toplama kampında esir bulunan Salih, günün birinde beklenmedik anda memleketine döner. Ancak esarette olması dolayısıyla ‘vatan haini’ olarak tutuklanır ve bu sefer yıllarca Sovyetlerin çalışma kampında kalır. Stalin’in ölümünden sonraki kısmi yumuşama döneminde köyüne geri döner ama ruh hâli ve dış görünüşü içler acısıdır. Yazar, Salih ağabeyi gibi nice suçsuz insanların cezalandırılarak hayatlarının karardığını ima etmektedir.
Nala “Sitem” (Almatı 2001) hikâyesinde, Kazak halkının büyük şairlerinden Sultanmahmut Toraygırov’un hayatı anlatılmıştır. Geçimini sağlamakta zorluklar yaşayan genç şair, hem kendini daha da geliştirmeyi, eğitimini tamamlamayı hem de diğer Kazak gençlerinin eğitim almasını istemekte, bunun için girişimde bulunmaktadır. Maddi sıkıntılar, çetin kış şartlarıyla birleşince genç şairin sağlığını olumsuz etkiler. Eserde, çok genç yaşına rağmen gerisinde yüksek ruhlu şiirler bırakan Sultanmahmut’un devrin önemli bir şairi olarak sürdürdüğü aydın hayatına karşılık zengin akrabalarının yaşam tarzları ustalıkla betimlenmiştir. Şan şöhret, para pul karşısında çarın hizmetine giren, halkının ve devletinin geleceğini, bağımsızlığını hiçe sayan bu insanlar şiddetle eleştirilmiştir.
Orıstıŋ Töresi “Rus Asilzadesi” (Almatı 2001) adlı hikâyesinde yazar, gençken dedesinden duyduğu bir olayı anlatmıştır. Beyazlar ile Kızılların çarpıştığı, akabinde Bolşevik hükûmetinin kurulduğu dönemde Kazak topraklarında yeni hükûmete karşı gerçekleştirilen başkaldırılar, milleti kasıp kavuran açlık, kalabalık Kazak kafilelerinin Çin’e göç etmek zorunda kalmaları ve genel olarak o yıllardaki Kazak toplumunun sosyo-kültürel durumu yansıtılmıştır. Avcılık sanatı, geleneksel tedavi yöntemi gibi Kazakların günlük yaşam tarzları da eserde anlatım bulmuştur.
Ult-Aralıq Janjal “Halklararası Skandal” (Almatı 2001) hikâyesi; satirik, mizah, grotesk, ironi, acımasız hiciv tarzında yazılmıştır. Olaylar, eski başkent Almatı’nın yakınındaki Rahman Ata köyünde olup biter. Sovyetler dağıldıktan sonra, köyde yaşayan az sayıdaki yabancı aile ülkelerine göç eder. Bir tek Marat adında, milliyetini kendisinin de bilmediği, iftiracı, yaygaracı, fırsatçı ve arsız biri, eşi ve kızıyla köyde kalır. Marat, komşusu Kanat’ın arsasına el koyduğu gibi devletten hak etmediği birçok nimeti kendisi ve ailesi için almaktadır. Üstelik hem Kazakçayı hem de Kazakları hor görmeye yeltenir, dilini uzatır, Kazakların cömertliğini, iyi niyetini suiistimal eder. Ancak “dinsizin hakkından imansız gelir.” Hapisten yeni dönen Deli Tekebay, devlet yetkililerinin aylarca, yıllarca çözemediği sorunu sadece birkaç saat içerisinde halleder. Çocukluk arkadaşı Kanat’ın arsasını geri almakla kalmaz, tüm Kazaklardan yalvararak af dilemesini sağlar, haddini bildirir. Olay örgüsünde baştan sona hiciv ve gülünç unsurları olmakla birlikte aslında acı gerçeklere vurgu yapılmaktadır. Rahman Ata köyü, âdeta küçük bir Kazakistan modelidir. Bağımsızlığın ilk yıllarında ülkede karşılaşılan Kazakçanın statüsü başta olmak üzere toprak, azınlık meseleleri, işsizlik, ekonomik sıkıntı gibi problemler, köyde gelişen olaylar anlatılırken başarılı bir şekilde işlenmiştir.
Qılmıs “Suç” hikâyesinde; tanınmış bir tarihçi, kendisine kötülük yapan yabancılardan birinin eşini kurtaracağım diye suda boğulur. Böylece milletinin çıkarını sözde kardeşlik uğruna kurban eder. Yazarın dediği gibi “Alpamıs’ın suçu bu değil, vefasız eşi ile eşinin kanı bozuk kardeşinin verdiği terbiye üzerine edepsiz büyüyen oğlunun, yani babasının emeğini inkâr edecek kadar küstah olan Alçak’ın dünyaya gelmesine sebep olmaktır.” Podonok “Alçak” (Türkistan gazetesi, 2003) hikâyesi ise; o Alçak’ın bağımsızlığın ilk yıllarında alçakça yaptığı hainlikleri üzerine kurgulanmıştır. Yurt dışında düzenlenen uluslararası sempozyum ve konferanslarda; “Kazakların bağımsızlık almaları yanlıştır, gereksizdir. Çünkü onlar devlet olamaz, Rusya olmadan yapamazlar. Ben bu yabanilerin içinden çıksam da onların dilini öğrenmeye tenezzül edemem.” şeklinde sözler sarf eder, Kazakların diline de dilini uzatır. Yurt dışındaki toplantılarda hem hayretle hem de alayla karşılaşan Alçak, yurt içinde kendisi gibi Rus dilliler ve Rusya taraftarlarınca büyük alkış görür. “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın.” diyen yetkililer, gece gündüz onu koruyacak korumalar tayin ederler. Hikâyenin sonunda Alçak’ın “Kazaklarsız Kazakistan” adlı Kazakları yok etmeye yönelik kapsamlı bir programı hayata geçirmek için harıl harıl hazırlık yapmakta olduğu belirtilmiştir (Jurtbay, 2017). Hikâyenin adının Rusça Podonok “alçak, namussuz, aşağılık herif” olması yazarın; millî kimliğini, dilini, tarihini inkâr etmekle kalmayıp bu değerlere çamur atanlara, halkına ihanet edenlere onların anlayabileceği dilde seslendiği ve onlarla acımasızca istihza ettiği görülmektedir.
Qumırsqa-Qırğın “Karınca Kırgını” (Almatı 2003) adlı hikâyesi, karıncaların yaşam tarzı üzerine kurgulanan, felsefi düşüncelere dayalı bir eseridir. Yazar, kendi bahçesinde hep olagelen karıncalar ile son günlerde ortaya çıkan yabancı karıncalar arasında yer için yapılan çatışmaları bir ressam gibi betimlemiştir. Sembollerin hâkim olduğu eserde, karıncalar arasındaki toprak çatışmaları, adaletsizlik ve eşitsizlik, insanoğlunun tarih boyunca hep yaşadığı hususları hatırlatmaktadır. Ancak karıncaların savaşı sadece kendilerine zarar vermekte, insanoğlunun yaptığı savaşlar ise tüm yaradılışı olumsuz etkilemektedir.
İyesiz Äŋgimeler “Sahipsiz Hikâyeler” (Almatı 2002) adıyla bir araya getirilen hikâyeleri: Tarpaŋ “Dizginsiz”, İyesiz “Sahipsiz”, Altıbaqannan Soŋ “Salıncaktan Sonra”, Tulımxannıŋ Baqıtı “Tulumhan’ın Mutluluğu”, Arhiv Xiykayası “Arşiv Hikâyesi” (1973), Meniŋ Balalarımnıŋ Tuwısqan Ağası “Çocuklarımın Akraba Ağabeyisi”, Şeşe “Anne”, Kök Kepter “Gök Güvercin”. Bunlar dışında Bes Tülik[5 - Kazak sözlü edebiyatında tört tülik ifadesi, at, deve, sığır ve koyun gibi hayvanlar için kullanılan genel bir adlandırmadır. Söz konusu hikâyede ise; Sovyet döneminin ilk yıllarındaki kolhozlaştırma faaliyetlerinin acı gerçeklerinden biri olan ve Kazak hayvancılık geleneğine de ters düşen domuz yetiştiriciliği konu edinmiştir. Eserin epigrafı olan, dönemin bir halk türküsünde “Bes tülik malımız bar – biri şoşqa, jayamız tabınımen, bölip qosqa…” (Beş çeşit malımız var, biri domuz; ekilebilir arazilerde sürü hâlinde güdüyoruz) şeklinde de dile getirilen bu durum, Kazakların katlanmak zorunda kaldıkları bir gerçeğe parmak basmaktadır.] “Beş Çeşit Mal” (2006), Meniŋ Türli Tüsterim “Benim Türlü Düşlerim” (Prag 2007), Öli men Tiri “Ölü ile Diri” (2008) ve başka hikâyeleri de yayımlanmıştır.

4. Uzun Hikâyeleri

4.1. Sovyet Döneminde Yazdığı Uzun Hikâyeleri
Magavin’in 1960’lı yılların sonu ile 1970’li yılların başında yazdığı Qara Qız “Kara Kız”, Tazınıŋ Ölimi “Tazının Ölümü” ve Bir Atanıŋ Balaları “Bir Babanın Çocukları” adlı uzun hikâyelerinde, millî konuları cesurca ele aldığı görülmektedir.
Qara Qız “Kara Kız” adlı uzun hikâyesindeki başkişi olan Bekseyit karakteri, genel itibarıyla iki dönemde incelenmelidir. İlkinde doktora eğitimi alan, yetenekli, azimli, genç adamı, ikincisinde ise bilim dünyasına kendini kabul ettiren, sosyal statüsü ile maddi durumu yerinde olan bilim insanını görmekteyiz. Genç bilim adamının maddi sıkıntılar çektiğini, kirada oturduğunu ve oğlu Seyitcan’a oyuncak alamamanın üzüntüsünü yaşadığını anlatırken yazar, arka planda Sovyet sisteminin acı gerçeklerinden birini ima etmektedir. Kendini bilime, araştırmalara adamış Kazak gençlerinin sosyal ve maddi durumlarının pek iç açıcı olmadığı, hayatlarını idame ettirmenin zorlukları, yazarın dikkatinden kaçmamış, eserinin konusu olmuştur. Bekseyit’in hayatındaki iki kadın olan Aygül ve Gülcihan karakterleriyle de yazar, asıl mesajını vermiştir. Kazak kadınlarına has incelik ve edep, Aygül’ün hâl ve davranışında olduğu gibi iç dünyasında da sarsılmaz bir uyum içerisindedir. Sovyet ideolojisinin etkisiyle Kazak kadınlarının yapısında yer alan olumsuz değişimler ise Gülcihan karakteriyle verilmiştir. Rus kültürünü örnek alınması gereken bir kültür olarak aşılamayı gaye edinen Sovyet hükûmetinin; Kazak millî yapısının, gelenek göreneklerinin ve millî terbiye sisteminin aleyhine yürüttüğü politikasını yazar, daha Sovyet döneminde astarlı bir şekilde olsa da anlatmaya çalışmıştır (Toksambayeva, 2015: 253-254).
Tazınıŋ Ölimi “Tazının Ölümü” (Almatı 1969) adlı uzun hikâyesinde, Kazak dünya görüşünde yedi hazineden biri sayılan tazı köpeğinin sahibine olan bağlılığı anlatılırken Kazak örf ve âdetlerine, avcılık ve köpek eğitimi gibi hususlara da yer verilmiştir. Tecrübeli avcı olan Kazı ve avcı köpeği Laçın’ın ölümü ile yazar, Kazakların millî geleneklerinin, avcılık sanatının unutulmaya yüz tuttuğunu ima etmiştir. Ayrıca Sovyet rejiminin baskı ve zulmü, astarlı anlatıma gerek duyulmadan açıkça dile getirilmiştir.
Bir Atanıŋ Balaları “Bir Babanın Çocukları” (Almatı 1973) adlı uzun hikâyesinde; Ahmet aksakal, köye getirilen yetim çocukların içinden Alman çocuğunu evlatlık alır. Köy mollasını çağırıp çocuğa kelime-i şehadet getirtip Müslüman yapar. Onun okumuş biri olan Davrenbek ile insanlığın nereden geldiğine dair tartışmaları da dikkat çekicidir. Davrenbek, insanlığın maymundan türediğini, bunun bilimsel olarak ispatlandığını öne sürer. Ahmet aksakal ise bunların safsata olduğunu, insanlığın Hz. Âdem ile Hz. Havva’dan türediğini dile getirir. Hatta büyükbabasının dediğine göre köklerinin gök börüye dayandığını da ilave eder. Sosyalist realizm yönteminin zirvede olduğu dönemde bu tür önemli ayrıntılara yer vermesi, yazarın cesur davranışının yanı sıra şahsi görüşlerine ışık tutması bakımından da önemlidir.
Jılandı Jaz “Yılanlı Yaz” (1978) adlı uzun hikâyesinde, insanoğlunun at sevgisi dokunaklı bir tarzda işlenmiş, insan ve tabiat arasındaki sıkı bağ konu edilmiştir.
Jüyrik “Yürük” (Almatı 1979) adlı uzun hikâyesinde, yazarın büyükbabası Magaviya’nın hem dış güzelliği hem de karakter yapısı ile görenleri kendine hayran bırakan Narkızıl adlı yürük atını yarış için bizzat eğitmesi ve atın hüzünlü sonu anlatılmıştır. Eser, baştan sona Kazakların at yetiştirme sanatına yer vermesiyle dikkat çekmektedir.

4.2. Bağımsızlık Döneminde Yazdığı Uzun Hikâyeleri
Qiysıq Ağaş “Eğri Ağaç” (Almatı 2001) adlı uzun hikâyesinde, ağaç motifine yer verilerek sembolik, astarlı anlatıma gidilmiştir. Eğri büyüyen meşe ağacı motifi ile doğru olmayan Sovyet rejimi, kötüye giden insan kaderi, Sovyet dönemindeki Kazak kadını betimlemeleri yapılmıştır (Baltabayeva, 2012a: 42). Eserde, “aydın katliamı”ndan nasibini almış üniversite gencinin hayatı, KGB’nın baskı ve zulümleri, toplumdaki yolsuzluklar ve adaletsizlikler de ele alınmıştır.
Qıpşaq Aruwı “Kıpçak Güzeli” (Almatı 2004) adlı uzun hikâyesinde, çağdaş sanat adamı olan Sercan karakterinde sürrealizm yöntemine başvurulduğu görülmektedir. Gündelik rutin yaşamdan vazgeçen sanatkâr, hayal dünyasında kurduğu başka bir boyutta varlığını sürdürmekte, orada gerçek benliğine kavuşarak mutlu yaşamaktadır (“Qazirgi Qazaq Prozası…”). Burada ikili kahraman tiplemesini, başkişinin iki kişiliğe ayrılarak istediği zamanda birinden diğerine geçebildiğini görmekteyiz. Kıpçak Hanı Köbek’in bedizci oğlu Sercan’ın ve onun çağdaş halefi olan ünlü heykeltraş Sercan Köbekov’un kaderi anlatılırken, Kazakistan’ın millî tarihi, siyasi durumu ve kültürünün güncel sorunları ön plana taşınmıştır. Kazakların, ataları olan Kıpçakların şanlı tarihinden, sanatından, genel olarak Eski Türk kültüründen ve özünden uzaklaştıkları gerçeği hüzünlü bir havayla verilmiştir.
Kesik Bas – Tiri Tulup “Kesik Baş, Diri Tulum” (Almatı 2005) adlı uzun hikâyesi, Moğolistan Kazakları arasında yaşanmış gerçek bir olay üzerine kurgulanmıştır. Talihsiz bir Kazak soylusu olan Akımbet’in diri diri yüzülen derisi tabaklanarak işlenir, post hâline getirilir. Yüzbaşı Bulatov’un eline geçen deri, zalim eşkıyanın işlediği suçların bir delili olarak Rusya’ya götürülür. Çekoslovak lejyonunun subayı olan arkadaşı Vatslav Kopetskiy’e hediye edilir. Seksen yıl saklandıktan sonra Çek subayının torunları tarafından Prag Millî Müzesi’ne teslim edilir. Bu görülmemiş, vahşice harekete vararak insana bunu yapan Ja-Lama yani Dambinjantsan Amursanayev (Dambi-Jantsan) adında bir Kalmuk, Kızıl askerleri tarafından öldürülür. Kafası kesilerek tuzlanır ve islenir. Bu kesik başın şu anda Petersburg’un Ermitaj Müzesi’nde bulunduğu kaydedilmiştir. Böylece insanlara kötülük yapan, çok sayıda suçsuz insanın ölümüne sebep olan Ja-Lama’nın da ölümü insan eliyle olmuştur.

5. Bilimsel Çalışmaları
Magavin’in ilk araştırması, 1961-1962 yıllarında yaptığı Yer Tarğın jäne Qazaq Eposı “Kahraman Targın ve Kazak Destanı” olsa da, asıl önemli bilimsel çalışması doktora tezi olmuştur. Daha sonra bu tezini Qobız Sarını. XV-XVIII Ğasırlarda Jasağan Qazaq Aqın, Jırawları “Kopuz Melodisi. XV.-XVIII. Asırlarda Yaşamış Kazak Şairleri ve Ozanları” (Almatı 1968) adıyla monografiye dönüştürmüştür. Yazar bu çalışmasında, XV.-XVIII. yüzyıllarda yaşamış olan Kazak şairlerinin ve ozanlarının eserlerini sistematik bir şekilde analiz etmiştir.
Çalışmanın giriş kısmında, ünlü ozan ve savaşçı Ket Buğa’nın Cengiz Han’a sevgili oğlu Cuçi’nin ölüm haberini kopuzuyla duyurduğu sahne yer almaktadır. 180 sayfadan oluşan çalışma, üç bölüm şeklinde ele alınmıştır. İlk iki bölümde, Kaztuvgan Jırav’dan Şal Akın’a kadarki uzun bir tarihî döneme yer verilmiştir. Bu eseriyle yazar, kadim Kazak şiirlerini tanıtmakla birlikte kadim Kazak tarihine de ışık tutmuştur. Son yıllarda adından çok söz ettiren yazarlardan biri olan Didar Amantay’ın “Kazak manevi dünyasına yol açan eski ozanların şiirleri, genç nesli cesaretlendirdi, aydınlarımızı millî şuur ve millî çıkarlar doğrultusunda yönlendirdi. Kazak olduğumuz için gerçekten sevindik. Muhtar Magavin, bize halkımızı sevmeyi öğretti, ırkımızla gurur duymaya çağırdı.” (Amantay, 2020) demesi manidardır. Sovyet ideolojisinin son sürat ilerlediği dönemde bu eser, kıskaç altına alınan Kazak toplumunun sarıldığı bir dal olmuştur âdeta.
Bizzat yazarın “Çok eski devirlerden, inişli çıkışlı zamanlardan elenerek günümüze ulaşan on iki önemli şahsı inceleyip tanıttım.” dediği gibi bu eserinde, on iki önemli ozanın hayatları ile eserleri gün ışığına çıkartılmıştır. Bunlar: Kaztuvgan Jırav Süyinişulı, Asan Kaygı Sabitulı, Dospambet Jırav, Şalkiyiz Jırav Tilenşiulı, Jiyembet Jırav Bortoğaşulı, Margaska Jırav, Aktamberdi Jırav Sarıulı, Tatikara Akın, Ümbetey Jırav Tilevulı, Bukar Jırav Kalkamanulı, Köteş Akın, Şal Akın Kulekeulı. Magavin, işte bu şair ve ozanlarla ilgili bilgileri tozlu arşivlerde bularak Kazak Hanlığı devrine ölmeyecek ruh verdi (Korgasbek, 2020).
Aldaspan: Köne Qazaq Poeziyasınıŋ Antologiyası “Pala: Kadim Kazak Şiiri Antolojisi” (Almatı 1969) adlı eserinde, kadim Kazak şiirinin dört asırlık serüveni ele alınmıştır. Bu eseriyle Magavin, “panislamist, milliyetçi, gerici” olmakla suçlanmış ve baskılara maruz kalmıştır.
Qobız Sarını ile Aldaspan’da yer alan şiirlerdeki keder ve üzüntüden gök de hüzne boğulur. Bu kitapların gün yüzü görme hikâyeleri de o denli sancılı. Bir kere Edebiyat Enstitüsünde hiç kimse eski usul yazıyı yani Arap harflerini tanımıyordu. İkincisi; söz konusu kitapları inceleme komisyonunda yer alan bilim insanlarının bu konuya karşı düşmanca tavırları apaçık ortadaydı. Üçüncüsü; “yoksulların hükûmeti” için devlet yönetiminde yer almış, ordu komutanlığı yapmış, aristokrat aile mensupları ve söz sahibi birer asilzade olan jırav-ozanların hiçbir önemi yoktu. Dördüncüsü; kadim şiirlerden siyasi hatalar arayan, gözü keskin parti görevlileri de kolay lokmalar değillerdi. Aldaspan eseri, yazarının güvenilir biri olmadığı algısını tetiklemiştir. Sovyet döneminde partinin eleştirilerine maruz kalmış, katı sansürden nasibini almış, sayfaları acımasızca eksilerek kaybolmaktan kurtulanları ise gizlice elden ele yayılmıştır. Yazar, bu çalışmasıyla Kazak şiirini en az üç asır öteye götürmüştür. Magavin, “Şalkiyiz, Dospambet, Kaztuvgan, Bukar gibi ozanlar olmasaydı, halkın tanıdığı Muhtar Magavin diye yazar da olmazdı. Ancak az buçuk eseri, sınırlı ufku, kısa boyu olan, sıradan yazarlardan biri olurdu.” demekle hem mütevazı, kalender kişiliğini yansıtmakta hem de eski Kazak şiirlerinin kendisi için ilham kaynağı olduğuna da vurgu yapmaktadır (Korgasbek, 2020).
1960-1983 yılları arasında yayımlanmış, Kazak tarihinin beş yüzyıllık bir dönemi ile ilgili makale ve diğer çalışmalarını Ğasırlar Bederi “Asırlar Nakşı” (Almatı 1991) adıyla bir araya getirmiştir. Ayrıca üç ciltten oluşan Bes Ğasır Jırlaydı “Beş Asrın Sesi” (Almatı 1984, 1985), Ay, Zaman-ay, Zaman-ay “Hey Gidi Zaman!” adlı kitapları yayımlanmıştır. 1997-1999 yılları arasında Quŋfudzınıŋ Danalıq Däristeri “Konfüçyüs’ün Bilgelik Dersleri” adlı araştırmasını ele almıştır. Çalışmasına Çin tarihçisi Sıma Tsyan’dan Quŋfudzınıŋ Köne Äwleti “Konfüçyüs’ün Köklü Ailesi” adıyla yaptığı bir çevirisini de dâhil etmiştir (Amantay, 2020).
Qazaq Xandığı Däwirindegi Ädebiyet “Kazak Hanlığı Devrindeki Edebiyat” (Almatı 1992) adlı ders kitabını, Qazaq Xandığı Däwirindegi Ädebiyet. XV-XVIII ğğ. Hrestomatiya “Kazak Hanlığı Devrindeki Edebiyat. XV.-XVIII. Asırlar. Seçmeler” (Almatı 1993) adlı kitabını yazmıştır.

6. Süreli Yayınlardaki Yazıları
Magavin’in edebî ve bilimsel çalışmaları dışında çeşitli dergi ve gazetelerde çok sayıda yazıları çıkmıştır. Bunlar şöyle sıralanabilir[6 - Bu bilgiler, şu internet kaynağından alınmıştır: “Mağawin Muxtar Muqanulı (1940 j.) – jazuwşı, jurnalist, qoğam qayratkeri, awdarmaşı”, http://imena.pushkinlibrary. kz/kz/pisateli-i-poetykz/764-.html]:
Joğalğan Poema Tariyxınan “Kaybolan Poemin Öyküsü”, Abay’ın oğlu Akılbay’ın Zulıs Qiyssası “Zulıs Epik Şiiri” hakkındaki yazısıdır. Jalın dergisi, S. 1 (1985), s. 1.
Abaydıŋ Aqın İnisi “Abay’ın Şair Yeğeni”, Abay’ın ağabeyi Kudayberdi’nin oğlu Şakarim ile ilgili yazdığı yazısıdır. Juldız dergisi, S. 8 (1988), s. 184-185.
Şäkärimniŋ Şeberligi “Şakarim’in Ustalığı”, büyük şair ve tarihçi ile ilgili yazmıştır. Juldız dergisi, S. 10 (1988), s. 178-185.
Qazaq Ordasındağı Xan Saylaw Dästüri “Kazak Ordası’nda Han Seçme Ritüeli”, Qazaq Ädebiyeti dergisi, 13 Mayıs 1994, s. 10-11.
Täwekel Xan Zamanında “Tavekel Han Döneminde”, XVI. yüzyıldaki Kazak Hanlığı’nın devlet politikası, iç ve dış durumu ile ilgili yazısıdır. Qazaq Ädebiyeti dergisi, 25 Temmuz 1995, s. 10-11.
Yedil Boyın Jaylağan Bawırlar Bar “İtil Boylarında Meskûn Kardeşler Var”, Rusya’nın Astrahan eyaletinde yaşayan Kazak diasporası ile ilgili yazısıdır. Qazaqstan Äyelderi dergisi, S. 10 (1996), s. 20-21.
Çeşenstan Azattıq Aldı “Çeçenistan Bağımsızlık Aldı”, Çeçenistan’daki durumu anlatan yazısıdır. Qazaq Ädebiyeti dergisi, 13 Şubat 1996, s. 3.
‘Alasapıran’ Romanı Qalay Jazıldı “Alasapıran Romanı Nasıl Yazıldı”, Qazaq Tarihxı dergisi, S. 6 (1997), s. 36-39.
Jambıldıŋ Ulılığı “Jambıl’ın Ululuğu”, büyük şair Jambıl Jabayev ile ilgili yazdığı yazısıdır. Juldız dergisi, S. 12 (1997), s. 165-193.
Qaraşa Ötken Joq “Kasım Geçmedi”, Egemen Qazaqstan gazetesi, 26 Aralık 1997, s. 3.
Ustaz “Üstad”, yazarın hocası, Kazak edebiyatının klasik yazarı Muhtar Avezov ile ilgili hatıraları üzerine sohbetidir. Jalın dergisi, S. 1-2 (1997), s. 2-11.
Şeŋberdiŋ Şeşüwi “Çemberin Çözümü”, yazar Orazbek Sarsenbay’ın edebî kişiliği üzerine yazdığı yazısıdır. Egemen Qazaqstan gazetesi, 20 Ağustos 1998, s. 3.
Jer – Qazaqtiki “Toprak, Kazaklarındır”, Juldız dergisi, S. 8 (1999), s. 168-173.
Kuŋfudzınıŋ Danalıq Däristeri “Konfüçyüs’ün Bilgelik Öğretileri”, eski Çin filozofu Konfüçyüs ve öğretileri hakkında yazdığı yazısıdır. Juldız dergisi, S. 5 (1999), s. 164-185.
Abaydıŋ Suwreti “Abay’ın Resmi” adlı denemesidir. Juldız dergisi, S. 8-9 (2000), s. 3-33.
Geteniŋ Soŋğı Maxabbatı “Goethe’nin Son Aşkı”, uzun hikâyesinden kesit. Qazaq Ädebiyeti dergisi, 28 Ocak 2000, s. 5-8.
Şanışqılı Berdiqoja Batır “Bahadır Şanışkılı Berdikoja”, Ulağat dergisi, S. 10 (2000), s. 108-109.
Şortanbaydıŋ Zar Zamanı “Şortanbay’ın Kederli Zamanı”, büyük şair Şortanbay’ın doğumunun 175. yıl dönümü münasebetiyle ele aldığı yazısıdır. Juldız dergisi, S. 2 (2003), s. 185-187.
Şortanbaydıŋ Jaŋa Zarı “Şortanbay’ın Yeni Ağıtı”, Şortanbay Kanayulı’nın Moskova arşivinden alınan el yazma eserleri ile ilgili yazısıdır. Juldız dergisi, S. 10 (2004), s. 169-174.
Yeskilikti Sözder “Eski Sözler”, ozan Şal Akın’ın eserlerini bir araya getiren Gabbas Yelevsizulı’nın defterinden, Juldız dergisi, S. 9 (2004), s. 195-203.
Murattıŋ Arman-Nalası “Murat’ın Ülküsü-Sitemi”, şair Murat’ın doğumunun 150. yıl dönümü münasebetiyle yazdığı yazısıdır. Juldız dergisi, S. 2 (2003), s. 186-188.
Aqır-Düniye “Son Dünya” adlı hatıralarından oluşan öyküleri, Juldız dergisi, S. 11 (2004), s. 121-140.
Ultsızdanuw Uranı “Milletsizleşme Sloganı”, millî ruh, Kazakça üzerine düşüncelerini ele aldığı yazısıdır. Juldız dergisi, S. 7 (2004), s. 96-169.
Abaydıŋ Belgisiz Äŋgimesi “Abay’ın Bilinmeyen Hikâyesi”, Dala Uwalayatı (1888-1902) gazetesinde çıkan hikâyenin yazarı ile ilgili ele aldığı yazısıdır. Şäkärim dergisi, S. 1 (2005), s. 12-19.
Duwlat, Ämir, Nuğıman. Belgisiz Nusqalar “Duvlat, Emir, Numan. Meçhul Nüshalar”, Rusya’nın Omsk şehrindeki arşivde bulunan, avukat N. Ya. Konşin envanterine kayıtlı edebî nüshalarla ilgili yazısıdır. Juldız dergisi, S. 11 (2005), s. 113.
Alaştıŋ Azamatı “Alaş’ın Değerli Kişisi”, bilim adamı Kamal Ormantayev ile ilgili yazısıdır. Juldız dergisi, S. 8 (2006), s. 172-174.
Bir Beybaq ‘Ötiniş’ “Bir Biçare Dilekçe”, büyük şair Mağjan Jumabayev’in eşine emeklilik maaşı bağlama üzerine yapılan tartışmaları konu alan yazısıdır. Juldız dergisi, S. 11-12 (2006), s. 197-199.
Qırıq-Oşaq – Abaydıŋ Ölgen Jeri… “Kırk Ocak, Abay’ın Öldüğü Yer…”, Juldız dergisi, S. 7 (2009), s. 127-132.
Türki Jurtınıŋ Qara Şaŋırağı – Bizbiz! “Türk Milletinin Atayurdu Biziz!”, bir Türk halkı olan Kazakların tarihi üzerine sohbet, Diydar gazetesi, 1 Şubat 2010, s. 5.
Mağjannıŋ Äni “Mağjan’ın Şarkısı”, büyük şair Mağjan Jumabayev ile ilgili yazısıdır. Egemen Qazaqstan gazetesi, 30 Temmuz 2011, s. 4.
Şäkärimge Qatıstı Üş Derek “Şakarim’le İlgili Üç Belge”, büyük şair Şakarim’le ilgili yazısıdır. Juldız dergisi, S. 4 (2011), s. 130-144.
Qazaq Xandığı “Kazak Hanlığı”, Taŋ-Şolpan dergisi, Almatı, S. 1 (2013), s. 189-190; S. 2 (2013), s. 189-190.
Qazaq Ädebiyetiniŋ Xal-Axuwalı “Kazak Edebiyatının Durumu”, Parasat dergisi, S. 9 (2013), s. 4-5, 14-15.
Qazaq Ordasınıŋ Xan Saylaw Dästüri “Kazak Ordası’nda Han Seçme Ritüeli”, Dästür dergisi, S. 5 (2013), s. 6-7.
Qazaqsız Qazaqstan “Kazaksız Kazakistan”, günümüz Kazakistan’ın siyasi, sosyo-kültürel durumunu ele aldığı ve hükûmeti eleştirdiği yazısıdır. Karlovy Vary, 16-20 Eylül 2013.

7. Çevirileri
Rus yazarı N. Pogodin’den Kreml’ Kuranttarı “Kremlin Kuleleri” (Almatı 1968) adlı dört perdeli piyesi, İngiliz yazarı W. Somerset Maugham’in öykü kitabını Kazak Türkçesine çevirmiştir. 1968 yılında Maugham’dan çevirdiği dokuz öykü şunlardır: Sarı “Sarı”, Qarasuw “Karasu”, Yel Şetinde “Ülkenin Sınırında”, Mister Bilgir “Mister Bilgiç”, Material İzdew Jolında “Materyal Peşinde”, Xat “Mektup”, Bolmaşı Oqiyğa “Küçük Olay”, Oraluw “Dönüş”, Tilenşi “Dilenci”. 1973 yılında İngiliz yazarı Henry Rider Haggard’ın Süleymen Patşanıŋ Kenişi “Hz. Süleyman’ın Hazineleri” romanını Kazak Türkçesine çevirmiştir (Amantay, 2020).

Kaynaklar
Baltabayeva, G. S. (2012a). “Qazirgi Qazaq Prozasında Ağaş Toteminiŋ Qoldanısı”, İzvestiya Natsional’noy Akademii Nauk Respubliki Kazahstan, S. 6, s. 40-42.
Baltabayeva, G. S. (2012b). Täwelsizdik Kezeŋindegi Qazaq Prozası. Almatı: Kazak Memlekettik Kızdar Pedagogikalık Universiteti.
Kınacı, C. (2016). Kazak Edebiyatında İmaj ve Kimlik. Ankara: Bengü Yayınları.
Magavin, M. (2004). Kökbalaq. Almatı: Atamura.
Magavin, M. (2007). Qıpşaq Aruwı. Almatı: Atamura.
Magavin, M. (2007). Şığarmalar Jiynağı. Äŋgimeler. Almatı: Jazuvşı.
Toksambayeva, A. O. (2015). “M. Mağawin Xiykayattarındağı Ulttıq Harakter”, Ewraziya Gumanitarlıq İnstitutınıŋ Xabarşısı, Astana, S. 1, s. 250-254.

İnternet Kaynakları
Amanjol, Korganbek (02.02.2010). “Klassik nemese Muxtar Mağawinniŋ Mäŋgilik Küyi”, https://egemen.kz/article/1619- klassik-nemese-mukhtar-maghauinninh-manhgilik-kuyi, Erişim Tarihi 03.07.2020.
Amantay, Didar (05.01.2020). “Muqtar Mağawin: Titan Tulğa”, https:// adebiportal.kz/kz/news/view/22441, Erişim Tarihi 03.07.2020.
Hasan, Serikkali (21.01.2016). “Muxtar Mağawin: Meni Jazuwşılıq Yeŋbekke Jetelegen – 32-Jılğı Azap”, http://anatili.kazgazeta. kz/?p=34987, Erişim Tarihi 03.07.2020.
Jurtbay, Tursın (28.09.2017). “Qos Qayırım”, https://adebiportal.kz/kz/ news/view/19376, Erişim Tarihi 09.01.2021.
“Qazirgi Qazaq Prozası: M. Mağawin ‘Qıpşaq Aruwı’”, http://www.elarna.net/koru_kk.php?tur=30&id=383968, Erişim Tarihi 03.07.2020.
Korgasbek, Jüsipbek (02.02.2020). “Mağawin Mifi”, https://egemen.kz/ article/218796-maghauin-mifi, Erişim Tarihi 03.07.2020.
“Mağawin Muxtar Muqanulı (1940 j.) – jazuwşı, jurnalist, qoğam qayratkeri, awdarmaşı”, (30.01.2020), http://imena.pushkinlibrary.kz/ kz/pisateli-i-poetykz/764-.html, Erişim Tarihi 03.07.2020.
“Muxtar Mağawin”, https://adebiportal.kz/kz/authors/view/1181, Erişim Tarihi 03.07.2020.
“Muxtar Mağawin 80 Jasqa Toldı”, (02.02.2020), https://ult.kz/post/ mukhtar-magauin, Erişim Tarihi 03.07.2020.
“Ruwxaniy Jaŋğıruw: Mäŋgilik Yel Alıptarı” Jobası: Muxtar Mağawin”, (07.02.2018), http://www.presidentlibrary.kz/kk/news/ruhanizhangyru-mngilik-el-alyptary-zhobasy-muhtar-magauin, Erişim Tarihi 03.07.2020.
Toyşanulı, Akyedil (30.01.2012). “Mağawinniŋ Jaŋa Prozasınıŋ Altın Özegi”, https://abai.kz/post/12393, Erişim Tarihi 21.12.2020.

HALKLARARASI SKANDAL
Almatı’nın batı yönünde, şehrin bu ucundan pek uzak olmayan bir yerinde Rahman Ata köyü var. Aladağ’ın dümdüz eteğinde çukur, bataklık bir yer. Havası hoş, suyu bol, toprağı bereketli… Kışın ılık, temiz havalı; yazın serin rüzgârlı, sineksiz böceksiz. En önemlisi de sakin. Nereden bakarsan bak. Gürültülü şehirden güney bölgesine doğru uzanan Taraz, Çimkent güzergâhındaki kara yolu, iki buçuk kilometre kadar uzakta, aşağıdan geçiyor. Aladağ’ın yamacından köylere giden yol yukarıda, o da epey uzak. Rahman Ata köyü; gürültü patırtıdan, çer çöpten, dumandan uzakta sükûnete bürünmüş durumda. Bazen içi geçmiş, uyukluyor gibi. Çıt yok. Bu köyün sakinleri, sokağa da pek çıkmaz. Çıkmak için işi, fazla bir eğlencesi yok. Yalnızca arada sırada bir evden ötekine gidip gelen tek tük insanlar göze çarpar. Uzaktan dört beş karaltı belirirse, bil ki şehre giden arabayı bekleyenlerdir. Günde sadece iki ya da üç kez şehir seferi yapan, iyice yıpranmış olan eski model otobüs genellikle vaktinde gelmez, bazen hiç uğramaz. Bu yüzden sebatkâr kimseler hariç çoğunluk tabana kuvvet, ya yukarıdaki ya da aşağıdaki büyük yola doğru yaz kış demeden yaya gidip geliyor. Buna kimsenin aldırış ettiği de yok. Sağlığa faydalı. Yaya gidip gelmenin avantajlarını kabul etmek istemeyen yaşlı ve uyuşuk, tembel bazı vatandaşlar oraya buraya dilekçe gönderdilerse de, bundan bir sonuç elde edemediler. Nedeni şu anki pazar ekonomisi, maddi sıkıntılarmış. Bundan işkillenen köy sakinleri, imza toplayarak “Yakınımızdaki Drujba, Enternasyonal, İvanovka gibi köylere otobüs düzenli gidip geliyor da bize niye gelmiyor?” şeklinde ve daha nice şikâyette bulunmuşlar. Hiç cevap alamamışlar. Bunun nedenini, birazdan anlayacaksınız, açıkça söylenmese de anlayan Rahman Ata torunları, boş verip kendi yaya yürüyüşlerini daha da geliştirmişler.
Bu köy, eskiden hayvancılıkla uğraşırdı. Kendi malına da sovhoz[7 - Rusçada sovhoz sözcüğü, ‘sovyet çiftliği’ anlamına gelen sovetskoye hozyaystvo şeklindeki iki kelimenin kısaltmasından oluşan ve devlete ait sovyet tipi köye, çiftliğe verilen bir isimdir (Ç.n.).] malına da bakardı. Şimdi ise bakmıyor. Sovhozun malı, prihvatizatsiya[8 - Rusçada privatizatsiya ‘özelleştirme’ demektir. Prihvatizatsiya ise bu sözcüğe benzetilerek ‘kapmak, ele geçirmek’ anlamına gelen prihvat sözcüğünden türetilmiştir. ‘Devlet mallarını çok düşük değer karşılığında ve yasadışı özelleştirme’ anlamında kullanılan ironik bir sözcüktür (Ç.n.).] esnasında yitip gitti. Köylünün malı ise serbest ekonomiye geçiş döneminde azala azala tükenmek üzereydi. Malın yerinde yeller esiyor. Olsa da bakamazlardı. Otlaklar yok. Köyün toprakları etraftan sarılmış, iyice küçülmüş durumda. Meçhul kimseler, arazileri kendi mülkiyetine geçirerek çitlerle ayırmışlar. Yalnız köyün kendisi paylaşılıp dağılmadan ayakta duruyor.
Eskiden ekin ekerler, patates yetiştirirlerdi. Sovhozun ekini, sovhozun patatesi… Artık sovhoz yok. Herkes kendi evinin hemen bitişiğindeki toprağı kazıp eşelemeye başladı. Hiç uğraşmayıp arazisini yabani yoncalara terk edenler de var.
Eskiden her hafta düğün dernek, bir ay geçmeden kökpar[9 - Kökpar, at üstünde, iki grup hâlinde, iç organları çıkarılmış oğlak veya keçiyi çekiştirerek oynanan geleneksel bir oyundur (Ç.n.).] veya at yarışı yapılırdı. Artık at yarışı da yok, kökpar da. Bunun yerine her gün ziyafet var. Kalabalığa özel gösterişli toylar değil, sınırlı ailelerin ve insanların ziyafetleri. Gündüzleri tek tük mutlu, çakırkeyf, sallanarak yürüyenler, güneşin batışıyla birlikte ikişer üçer şekilde bir araya gelerek şarkı tutturanlar görülüyor. Bazen kanlı bıçaklı kavga ettikleri de oluyor. Önemli değil, ertesi gün yine barışırlar. Ziyafet bir başka ziyafetle devam eder. Ancak kavgadan gürültüden uzak eski mülayim köyün askerî ruhu yüksek bu aralar. Köyün çocukları sadece son dört yılda iki kişiyi vurarak, üç kişiyi de yaralayarak öldürdüler. Büyük bir yer, ortalama hesaba göre bu hiçbir şey. Genel olarak köyün huzuru bozulmadı. Her şey yolunda. Her şey yolunda olmasaydı, bu köye güneydeki Karakalpak’tan, yanı başındaki Semey’den onca insan göç ederek yerleşir miydi? Köyün iyi ve sakin oluşundandır bu.
İşte bu uyuyuverecekmiş gibi sükûnet içinde yaşayıp giden, kavga gürültü ve kanlı bıçaklamaların ağabey-kardeş arasından dışarı sızmadığı barışsever köyde, yakında az kalsın halklararası büyük bir skandal oluyordu. Oluyordu değil, tansiyon yükseldi ve çok tehlikeli boyutlara ulaştı. Köy, ikiye ayrıldı; yanıbaşındaki Almatı uzlaştırmasaydı, büyük bir tehlike patlak verecekti. Halklararası skandal!
İlk kavga, tabii ki, azıcık anlaşamamaktan çıktı. Sonra büyüdü, büyüdü. Sonuç… (Sonucu hikâyenin sonunda öğreneceksiniz). İlk başta o ufak anlaşmazlığın neden çıktığını, sorunun aslını astarını dosdoğru belirlemek, çok hassas ve zor bir konudur. Biz, tabii ki, gizleyecek değiliz ya, Kazak olduğumuz için doğrusunu yanlışını dikkate almadan, kan çeker ya, skandalın çıkış sebebini başka türlü değerlendirebiliriz. Ancak biz, eski Sovyet vatandaşı değil miyiz? Yani enter… nasyonalist. Ayrıca bugünkü ülkenin sahibi. Yani çok uluslu; sırası gelmişken, çok azınlık tek uluslu bir devletin başlıca ve en önemli temsilcisiyiz! Ülkedeki huzur ve istikrarlılık benim, yani Kazak halkının sabrına, sağduyusuna, tahammül gücüne ve siyasetine doğrudan bağlıdır. Bunların hepsini dikkate almak suretiyle, içe dönük, dar görüşlü milliyetçi zihniyetimizden sıyrılıp gerçeği, doğruyu anlatmaya gayret edeceğiz.
Evvel zaman içinde, Büyük Ekim Sosyalist Devrimine kadar… Affedersiniz, alışmış ağız saçmaladı, daha düne, yani ülkemizin egemenliğine kadar Rahman Ata, Almatı civarındaki tek Kazak köyü olarak biliniyordu. Çünkü çoğunluk Kazak. Çoğunluk değil, neredeyse hepsi Kazak. Hepsi de diyebiliriz ama tamamı değil. Beş yüz haneli köyde dört Rus, üç Alman, iki Koreli, bir Uygur, bir Yahudi ve milliyeti kesin olarak bilinmeyen bir kişi daha olmak üzere toplamda Kazak olmayan on iki aile vardı. Kalan dört yüz seksen sekiz aile Kazak. Eskisi gibi olsaydı, resmî verilerde Rahman Ata köyünde yedi Sovyet halkının temsilcileri bir arada mutlu bir şekilde yaşamakta, diye yazardı. O kalabalığı oluşturan Kazaklar, sosyalizmi hallederek komünizme doğru emin adımlarla yol alan yedilinin sadece bir parçasıdır. Buna göre Rahman Ata’nın tamamen bir Kazak köyü olmadığını kabul etmek gerekir. İşin aslına esasına bakılırsa, değil tamamına yakını veya yarısı, yalnızca yedi milletten biri demeleri bile sırf laf olsun diyedir. Köydeki bütün idari yazışmalar ve evrak işleri, büyük Rus halkının kudretli dilinde yürütülüyor. Resmî toplantılar, görüşmeler, törenler, tabii ki, tamamen Rusça. Bu doğru da: Böyle büyüklü küçüklü toplantılara hiç değilse iki üç Rus’un veya Kazakça anlamayan bir iki kişinin daha katılması mümkün ya! Peki, ya tek Rus’u istese bile bulamayacak olan çobanlar kurulu? O da Rusça. Kışın kumlara açılan, yazın dağlara çıkan vahşi çoban varsın bir şey anlamasın; özellikle çağrıldığı için konunun hayvancılıkla ilgili olduğunu kavrayamayacak kadar cahil değil ya! Üstelik günümüz çobanı Rusça bilmese bile, Kazakça okuma yazması var; gerekli sözü (tabii ki yüce Rus dilinde yazılan sözü) bir kâğıda yazıp verseniz, kürsüye çıkarak tane tane okumaya hepsinin de gücü yeter. Demek ki dil-vasıta konusunda hiçbir sıkıntı yok. Hülasa bütün işlerde komünizm fikirleri saltanat sürüyordu. Bu bağlamda, Rahman Ata köyünün Kazaklarla ne yakından ne de uzaktan bir ilgisi var. Bir tek okul. Karışık. Karışık derken, on sınıf Kazak, yirmisi Rus sınıfı. Dil bakımından. Diğer bakımdan, daha az önemi olan, okuldaki dokuz yüz çocuğun sekiz yüz doksan biri Kazak, kalan dokuzu ise üstün milletlerden olup iki Rus, dört Alman, bir Koreli, iki Uygur çocuğu var. Bir zamanlar işte bu üstün ırkların, baskın kardeşlerin isteği üzerine yarısı veya çeyreği Rusça olan sınıflar açılmıştı; zamanla Kazak çocuklarıyla tamamlanıp doldurularak ve sayıca giderek artarak bu kadar parlak bir seviyeye ulaştı. Komünizme yaklaştığımız her saat Kazakça sınıflar azalarak sonunda tamamen yok olmaya mahkûm idi. Rahman Ata köyünün, o zamanlar tabii ki adı farklıydı, ya Falanca-skoye ya da Filanca-ka; bu Falancanın kim olduğunu, Filancanın ne gibi anlam ifade ettiğini kimse bilmez fakat her şey hak ve hukuka göreydi, işte bu Fal-Fil-skoye-ka köyünün parlak geleceğinden kimsenin kuşkusu yoktu.
Derken nasıl olduğunu yine kimse bilmez, yerküreyi titreten, dünyanın yarısının dizginini elinde tutan süper güç sovyet devletimiz tarumar oldu. Darmadağın oldu. Tarumar olması bir şey değil, biz ayaktayız. Darmadağın olması da bir şey değil, biz bir bütünüz. Uğursuzluk bu ya, en üstte oturan Kanlıkafa Parlakbaş çarın ahmaklığından faydalanan, ondan bir basamak daha aşağıda olmasına rağmen, yiğitliğine yenik düşen Basıkburun Kalınsaç knyaz, Büyük Rusya’yı zihniyeti farklı Baltık milletlerinden, mizacı farklı Kafkasya’dan, dini farklı Orta Asya’dan azad, bağımsız ülke olarak ilan etti. Parlakbaş ile Kalınsaç, aralarında sürüp giden taht kavgalarına kendilerini kaptırınca Kazakistan’ı unutuvermişler. Peki, biz ne yapmalıyız? Moskova’yı dize getirip her şeyi yerli yerine koymaya gücümüz yetmiyor. Öyleyse başka çare kalmadı… Biz de özgürüz! Egemen Ülke olduk, yaşasın!
Bu tarihî olay hakkında o gün, o hafta, o ay Rahman Ata köyü duydu veya duymadı fark etmez, kimse sevinmedi; kimse de üzülmedi, eskiden olduğu gibi uyuklamaya devam etti. Ancak devir, insanı kendi başına bırakır mı hiç? Çok geçmeden Rahman Ata halkı, egemenliğin anlamının farkına varmaya başladı. Kendinin değil, başkasının egemenliğinin.
İlk önce bir Yahudi gitti. Uzaktaki tarihî vatanına dönecekmiş. Yetmiş yedinci atası bundan iki bin yıl önce baskı altındayken oradan göç etmek zorunda kalmış. Öylece Avrupa’yı aşıp Rusya’yı geçip bize ulaşmış. Şimdi ise niyeti, yeniden kurulan eski ulusunu geliştirmekmiş. Rahman Ata köyü, iyi yolculuklar diledi.
Ondan sonra üç Alman. Yedinci ataları, bundan iki yüz yıl önce mutluluk peşinde göç etmişler. Önce göç etmişler, sonra onları göç etmeye mecbur etmişler. Sonunda bize gelip yerleşmişler. Şimdi ise bir parçası oldukları, oldukça zengin ve güçlü vatanlarına kavuşma niyetindeler. Rahman Ata köyü, gözü yaşlı vedalaştı.
Daha sonra dört Rus. İkisi, elbette kendileri değil üçüncü ataları, bundan yüz yıl önce bu bölgeyi yerli yabanilerden temizlemek üzere gelmişler. Üçüncüsü, elbette kendisi değil babası, her ne kadar yoğun faaliyetler yapılsa da, bir türlü temizlenmek bilmeyen bölgeyi nizama sokmak ve düzen vermek üzere bundan yetmiş yıl önce gelmiş. Biri de, dedesi veya babası değil kendisi, çorak, ıssız ve uçsuz bucaksız bozkırı bayındır hâle getirmek, cehaletten arınamayan yerli halkın elinden tutup uygarlığa ulaştırmak üzere bundan kırk yıl önce gelmiş. Bunlara da teşekkürler. Tarihî misyonlarını yerine getirdiler. Artık eski yurtlarına dönmek istemişler. Çok zor oldu. Bütün köylüler, dil döküp caydırmaya çalıştılarsa da, durduramadılar. Gittiler. Rahman Ata köylüleri ile kadehlerini tokuşturup eklemleri gevşeyip ayrıldılar.
Şimdi de iki Koreli… Diğerlerini uğurlamakla meşgulken yüzleri kendilerininkine benzeyen kardeşlerin nereye gittiklerini kimse fark etmemiş. Rahman Ata köyü, küstü. O arada köydeki tek Uygur da kayıplara karıştı. En yakın olanı da oydu sanki hiç olmazsa vedalaşmaya tenezzül etmemiş. Rahman Ata köyü, dargındı. Ancak hiçbirine karşı kin beslemedi, neyse, yolları açık olsun, dedi.
Böylece, bizde yedi ulusun temsilcileri var, diye hava atan köyde kala kala iki ulus kaldı. Eskisinden de sayısı artarak altı yüz kırk haneye ulaşan kalabalık Kazak nüfusu ve tek hane -genç karısı ve hastalıklı, küçük kızı olan, soyu sopu, sülalesi, ırkı belli olmayan ama Kazak olmadığı kesin şoför Marat. Soyadı ya Mirzoyev, ya Mirzoyan, ya da Mirzozade, belki de Mirzopulo. Adı Marat. Evet, bunu söyledik. Sosyalizm platformundaki bütün uluslara ortak, hem güzel hem de heybetli bir isim. Marat Mirzo… Milliyeti belirsiz olduğu için, kendi de pek dikkate alınmıyordu. Eskiden beri. Şimdi iyice dikkatlerden uzak kaldı. Yani burada tamamen Kazakların yaşadığına kanaat getiren Rahman Ata köyü, enternasyonal görevini unutmuştu. Ancak çok geçmeden aklı başına geldi.
Kimisi üç yüz yıl der, kimisi de bin yıl der, biz de yüz elli yıl diyerek kimseyi ikna edemedik; her ne olursa olsun hasreti çekilen bağımsızlıktan sonra ya iki üç ya da beş altı yıl geçti veya geçmedi, yakını ilçeden, ilerisi ilden, uzağı başkentten özel komisyon gelmişti. Cefa çekenlerin, suçsuz yere mağdur olanların tam beş şikâyet mektubunun izinden. Birini yazan M. Mirzoyev. İkincisini yazan M. Mirzoyan. Üçüncüsünü yazan M. Mirzozade. Dördüncüsünü yazan M. Mirzopulo. Beşincisini yazan M. Marat… Bu beşinin de aynı kişi olduğu bize malum. İnceleme ve denetim yapan muhterem komisyon da bundan emin oldu. Ama bu durum, işin gidişatını değiştirir mi? Değiştirmez. Biri öğrenci defterinin ortasından koparılan çift sayfaya Rusça olarak, biri de hesap kitap tutulan bir defterin çizgili sayfasına Kazakça olarak, biri ise Rusça ve Kazakça karışık olarak büyük bir sarı kâğıda, diğeri yine Kazakça ve Rusça karışık olarak mavi bir kâğıda ve biri de meçhul bir dilde, köy postanesinin telgraf formlarının kenarlarından bir araya getirilmek suretiyle dikilen dokuz adet kâğıda yazılmış olan bunca dilekçenin feryat figanı Aladağ’da yankılandı. Başta sen de hayret edersin, sonra ürkersin, sonunda kendin de feryat figan edersin.
Rahman Ata köyünde insanlık dışı, sadece faşist rejime ait kan donduran milliyetçilik var, demiş mektupları yazanlar, yani beş mektubu da kendi eliyle yazan Marat Mirzo-yev-yanzade-pulo. Kazak milliyetçileri, şiddet ve zulüm uygulayarak Rahman Ata köyünü Büyük Rusya’dan tamamen ayırdı ve yasadışı olarak kendilerini Egemen Köy diye ilan etti. Kimseye sormadı; halkın iradesini hiçe sayarak suç işledi. Şimdi ise bütün dünya karşısında çekinmeden kötü niyet, fitne fücur işlerini gerçekleştirmeye başladı. Burası şimdi Rahman Ata köyü olarak adlandırılır. Tarihe apaçık ihanet. Utanmazlık, arsızlıktır. Buranın eski adı Falanca-skoye. Yeni toprakları bayındırlaştırmanın destek ve dayanağı olmuştu bir zamanlar. Adı yine yasadışı olarak Almatı’ya değiştirilmiş olan Güvenilir[10 - Eski başkent Almatı’nın eski adı Rusça Verniy idi. Yazar, bu kelimeyi Kazakçaya çevirip kullanmıştır (Ç.n.).] kalesini yabani yerlilerden koruyan karargâhlardan biriydi. Bu bozkır bölgesini silahlı ordusuyla dize getirip Büyük Rusya’ya ebediyen dâhil eden jandaral[11 - Jandaral, Rus Çarlığı döneminde, XIX. yüzyılda Kazakçaya giren ve artık eskimiş olan, Kazakistan’ı ve genel olarak Türkistan’ı bölgelere göre yöneten kişilere verilen general-gubernator yani ‘genel vali, general, askerî governor’ unvanının Kazakçalaştırılmış şeklidir (Ç.n.).], kendi elleriyle temelini atmıştı buranın. Falanca-skoye! Aklınızda olsun! Geri kalmış bölgeyi yabanilerden tamamen temizleyip yeni yöntemlerle bayındırlaştırma dönemindeki adı Stalin kolhozuydu[12 - Rusça kolhoz sözcüğü, ‘kolektif çiftlik’ anlamına gelen kollektivnoye hozyaystvo şeklindeki iki kelimenin kısaltmasından oluşan, tarım üretim kooperatifidir (Ç.n.).]. Ondan sonra, ıssız ve bakir olan toprakları gelişigüzel karıştırma sırasında Bilmemneka oldu. Şimdi yine değiştirdiler. Peki, devir değişti, tamam, eski hâline getiriniz. Öyleyse Stalin. Stalin’den korkuyorsanız, daha eski olan tarihî adı Falanca-skoye. Ama öyle yapmadılar işte. Kim olduğunu iblisin bile bilmediği bir Rahmançik. Bu azmış gibi bir de Ataşka. Komik bir şey yok. Ağlamak da olmaz. Herkesi ayağa kaldırmak gerek. Yılmadan karşı durmak gerek. Dünyadaki iyi niyetli insanlar, böyle bir kepazeliğe yol vermemeliler. Bu adın altında tarihi sil baştan yazma niyeti var. Tam bir su katılmamış milliyetçilik. İlk sonucunu kendi gözlerimizle görüyoruz. Önceden bu küçücük Falanca-skoye kolhozunda, ondan sonraki gelişip kalkınan Filanca-skoye sovhozunda Sovyetlere bağlı yedi ulusun temsilcileri, Ulu Rus halkının ağabeylik himayesi sayesinde musmutlu, barış içinde geçinip gidiyorlardı. Efendime söyleyeyim. Kazaklardan başka ulusların yerinde yel esiyor şimdilerde. Beş ulus, kaçtı gitti. Altıncı ulustan sadece ben kaldım. Çünkü gidecek bir yerim yok. Benim tarihî vatanımda, Sovyet hükûmeti düşerek yerli milliyetçilerin iktidara gelmesinden bu yana siyasi istikrarlılık sağlanamadı, orada millet birbirini kırıyor, şimdi ben nereye gideyim? Bir bütün ve kudretli olan Sovyetler Birliği’nin ayrılmaz bir parçası olarak, kendimin de doğup büyüdüğüm, emeğimin geçtiği Rahman Ata, önceki tarihî Falanca-skoye köyünü ikinci vatanım bilirdim. Buradaki durum da ortada. Bu köyü geliştiren, okuma yazma öğretip uygarlığa eriştiren Ruslar, buranın köy işlerini kalkındıran Almanlar ile Koreliler, bu köye bilim ışığını yağdıran Yahudiler, bu köyün meyve ve sebze ihtiyacını karşılayan Uygurlar; manevi baskıya, etnik ayrımcılık temelli zulme uğradılar; doğrudan can güvenliğine kasteden tehdit ve tehlikelerden dolayı göç etmek zorunda kaldılar. Önce bunların hepsi birer birer işten çıkarıldılar; Rusça konuşmaları yasaklandı hatta taşlanarak sokakta bile yürüyemez hâle geldiler. Her gün kapılarına dayanarak tehdit yağdıranlar, dayak atanlar… Def olun, evinizi barkınızı bedava bırakıp derhâl göç ediniz, dediler. Yoksa küçük çocuklarınızdan başlayarak hepinizi boğazlayacağız, dediler. Sonuç olarak, ne çare, bu köyün çalışkan, dürüst Rus’u, Alman’ı, Koreli’si, Uygur’u, Yahudi’si ve bir ulusun daha temsilcileri ağlaya ağlaya, istemeye istemeye göç etmeye mecbur kaldılar. Şimdi de benden kurtulmak istiyorlar. Şahsen kendim ve büyük ailem, tehlikeyle karşı karşıyayız. Evimi kundaklayacaklar mı, penceremin dibinde bomba mı patlatacaklar ya da kızımın ırzına geçip karımı aşağılayıp beni de işkenceyle öldürecekler mi bilmiyorum. Başka çarem yok, ben de buralardan gideceğim. Yalnızca dördüncü sınıfa giden zavallı kızımın okulu bitirmesini bekliyorum, demiş. Okula giden çocuğunun hâli ise daha da içler acısıymış. Rus sınıflarının hepsini dışarıya atmışlar, dokuz yüz öğrencisi olan büyük okulu baştan sona Kazaklaştırmışlar. Eskiden Rus-Kazak karışık okulu olarak bilinirdi. Şimdilerde Kazak sınıflarını kapatıp tamamen Rus okuluna çevirdik, diyorlar. Bu, göz boyamadır. Öğrencilerin hepsi Kazak, öğretmenlerin hepsi Kazak, öyleyse bu nasıl bir Rus okuludur? Bu nasıl bir hilekârlıktır? Buna bir çare var mıdır? Yapacak bir şey yok, demişler. Ama yine de ilçe, il ve ülke çapında, daha önce parti görevlerinde yetişen, dürüst enternasyonalist, akıllı ve iş-bilir yöneticilere umut bağladım. Tamamı olmasa da, birçok yönetim bu yoldaşların elindedir, diye düşünüyorum. Eğer, demiş, mektubunun sonunda Mirzo-yev-yan-zade-pulo, bu çığlığımı yansıtan dilekçem dikkate alınmazsa, ben Rus Dumasına yazacağım, Amerikan Senatosuna yazacağım, Alman Federal Meclisine yazacağım, Jirinovski ile Soljenitsin’e, Karimov ile Akayev’e yazacağım. Birleşmiş Milletler’in, İngiltere kraliçesinin huzurunda meseleyi gündeme getireceğim. Günümüzde insan hak ve hukukunu ayaklar altına almaya kimsenin hakkı yoktur. Ölürüm ama son damla kanım kalana kadar da namus ve şerefimi koruyacağım!
İlçe, il ve ülke düzeyinde çeşitli makam sahiplerinden kurulmuş yirmi yedi kişilik muhterem komisyon; Rahman Ata köyü ile Kaskelen arasında, Kaskelen ile Almatı arasında, Almatı ile Rahman Ata arasında üç ay boyunca mekik dokudu; üç dört yüz kişiyle konuştu ve kırk dört sayfalık esaslı bir sonuç raporu hazırladı. Fitneci köyün erkeğini, kadınını, yaşlısını, gencini toplayıp tavanından su damlayan, zemini delik deşik olan, duvarları çatlak veren eski, kocaman kültür evinde halkın geleceği için kilit öneme haiz bir uzlaşma toplantısı yaptı. Tabii, yeterli sayıda asayiş polisleri geldiler. Cefa çekip tüyleri diken diken eden dilekçeyi yazmak zorunda kalan Marat Mirzo-yev-yan-zade-pulo, saygıdeğer polislerin himayesinde, saygıdeğer komisyon üyeleriyle kürsüde yerini aldı.
Toplantı gösterişli, tumturaklı şartlarda başladı. Tabii, kudretli halkın yüce dilinde. Ondan sonra gündemi oluşturan konular dile getirildi. Rusça. Sıra muhterem komisyonun sonuç raporunu kalabalığa bildirmek üzere konuşma yapacak olan başkandaydı. Kazakça. O anda davacı Mirzo… -pulo, cin çarpmış gibi yerinden fırladı. “Siz yine ne yapmaya çalışıyorsunuz?” dedi. “Nasıl başladıysanız, öyle devam ediniz! Toplantı baştan sona ulu Rus dilinde yapılmalıdır. Ben sizin eciş bücüş dilinizi anlamıyorum!” dedi. Kazakça. “Siz”den başlayıp “eciş bücüş”e kadar tamamen Kazakça. Çünkü bu Mirzozade, Kazakçayı sular seller gibi konuşurdu. Rusçası ise burada bulunanların çoğundan daha zayıftı; sadece zayıf değil, Orta Asya-Kafkas usulü eski arabalar kadar kırık dökük, derme çatma ve çok kötüydü, konuşurken. Yazarken ise, tabii, sesi ve vurguyu yerli yersiz kullanıyor, eklere gelince ancak tahmin yoluyla ne demek istediği anlaşılıyor; en önemlisi içerik ki, işte içeriğin anlamlılığı sayesinde toplanmadı mı bu millet? İçerik ve güven. “Sabraniya na belikom ıruskom ayazıke! İya trebuyu!”[13 - Rusça ‘Toplantının ulu Rus dilinde yapılmasında ısrar ediyorum!’ anlamına gelen bu cümle, bünyesinde ses ve cümle yapısı bakımından birçok yanlış barındırmaktadır (Ç.n.).] dedi hem kendine hem de diğerlerine güvenen Mirzo-yan-pulo, Kazakça zayıf sözcüklerini Rusçanın gücüyle sağlamlaştırarak. Konuşmacı, yani muhterem komisyonun kır saçlı başkanı, il merkezinde önemli bir kurumun koskoca yöneticisinin yardımcısı, derhâl özür diledi ve sonuç raporunun herkesçe anlaşılan, halklararası iletişim dilinde yazıldığını, kendisinin de doğru yoldan sapmayacağını belirtti. Sonra bütün dillere hâkim yardımcılarının son derece becerikli bir biçimde yazıp verdikleri derin manalı sonuç raporunu Kazakça bariz aksanla, dili sürçerek takılarak okumaya başladı. Halkın arasına sokulan fitneye dur diyecek olan, kırk yedi sayfadan oluşan siyasi bildirinin esas noktaları aşağıdaki gibiydi:
Muhterem komisyon; Egemen Ülkemizde halklararası anlayış, saygı ve hoşgörü meselesinin hayati, kilit önemine büyük değer veriyor. Kalıcı bağımsızlık, topyekûn ve ivedi kalkınma, ülkedeki tüm ulusların birlik beraberliği ve dayanışmasına doğrudan bağlıdır.
Egemen Ülkenin önemli ulusu olduğundan dolayı Kazakların görevi farklı, sorumluluğu oldukça büyüktür. Sadece akıl, sağduyu, ilim ve siyaset değil, sınırsız sabır, büyük tahammül gerekir.
Bu bakımdan Rusça konuşan M. Mirzoyev, M. Mirzoyan, M. Mirzozade, M. Mirzopulo, M. Marat beylerin herkesi ayağa kaldırışı, bizim hızla gelişen yaşamımızda rastlanabilir bazı nahoş durumları önlemeye ilişkin iyi niyet göstergesidir.
Halklar arasındaki anlaşmazlık; adının anılması ayıp, dikkate alınmaması ise çok kötü sonuçlar doğuracak olan, her birimizin deruni düşünmesi ve temkinli davranması gereken, çok gizemli, sonu tehlikeli bir durumdur.
Ayrıca bütün Egemen Ülkemizde olduğu gibi Rahman Ata köyünde de halklar arasında alışılagelmiş, sakin bir durumun muhafaza edildiğinin altını çiziyoruz. Bununla birlikte halklararası anlayış ve saygı hususunda elde edilen başarılar karşısında rehavete kapılmadan, işbu son derece hassas konuda anlayış, iyi niyet ve ileri görüşlülüğün gerektiğini unutmamaya davet ediyoruz.
Rahman Ata köyünün sakinleriyle, öğrencilerinden ev hanımlarına kadar, işsiz gençlerinden emekli yaşlılarına kadar olmak üzere üç yüz otuz dokuz kişiyle güvenilir şartlarda gerçekleştirilen görüşmeler sonucunda ve il, ilçe mahkeme, savcılık arşivlerinin incelenmesinde, mevzubahis Rahman Ata köyünde son yarım yüzyılda ve Egemenliğe ulaştığımızdan sonraki beş yılda halklar arasında uyuşmazlığa dayalı herhangi bir dava, skandal olduğuna dair hiçbir bilginin ve evrakın olmadığını gördük. İlgili şikâyet mektubuyla herkesi ayağa kaldıran M. Mirzoyev, M. Mirzoyan, M. Mirzozade, M. Mirzopulo, M. Marat beyler de konuya ilişkin elle tutulur herhangi bir tatsız olay gösteremedi. Rahman Ata köyünden topyekûn göç eden kardeş beş ulusun temsilcileri -dört Rus ailesi, üç Alman ailesi, iki Kore ailesi, bir Uygur ve bir Yahudi ailesi- hiçbir zorlama olmadan, kendi irade ve isteğiyle göç etmişlerdir. Onların uzak veya yakın ülkelere gittiklerine dair de elimizde bir bilgi yok. Devrimiz kentleşme, köylerden çıkıp şehirlere yerleşme devridir. Yerli ulus olan Kazaklar bile durmadan göç ediyorlar. Belki yukarıda adı geçen kardeşlerimiz de yakınımızdaki Almatı’da ya da ülkemizin sanayileşmiş bir şehrinde yaşamlarına devam ediyorlardır. Bunlardan bazıları yurt dışına gitmiş olsalar dahi, bunun doğal bir süreç olduğunu söylemeliyiz. Biz uygarlığa, demokrasiye adım atan bir ülkeyiz; eşit haklara sahip vatandaşlarımızın geliş gidişlerini, göç etmelerini kısıtlamaya hiç kimsenin hakkı yoktur. Bu Rus dilli kardeşlerin tüm evlerini barklarını yasal yolla, bazen de aşırı pahalıya sattıkları saptanmıştır. Şu anki ev sahipleri olan Kazakların hepsinin ellerinde alım satımla ilgili gerekli belgeler mevcut. Bu belgelerin noter tasdikli kopyaları işbu sonuç raporunun sonuna eklenmiştir.
İş konusuna gelince, vaktiyle özel bir kararnameyle eski sosyalist toplumun kalıntısı olan kolhoz ve sovhozların tamamen dağıtıldığı bilinmektedir. Yani M. Mirzoyev, M. Mirzoyan, M. Mirzozade, M. Mirzopulo, M. Marat beylerin hiçbiri, iş konusunda kasıtlı olarak hiçbir baskıya maruz kalmamıştır. Rahman Ata köyündeki çalışma kabiliyeti olan iki bin yedi yüz elli bir kişinin iki bin yedi yüz kırk dokuzu işsizdir. Öğretmenleri hesaba katmazsak, idari yönetim kadrosunda sadece iki kişi -köy muhtarı ile yardımcısı- kayıtlıdır. Yani Mirzo-yevyan-zade-pulo beyler, Rahman Ata köyünde yerli halkın temsilcileri Kazaklarla hukuki yönden eşit şartlarda işsizdirler.
Okul meselesi çetindir. Bundan yedi yıl önce söz konusu okulda dokuz yüz çocuk eğitim görüyordu. Milliyetlere göre söylemek gerekirse, sekiz yüz doksan biri Kazak, dokuzu Rus dilli çocuklardı. Hepsi aynı binada, Rus ve Kazak sınıflarında ayrı ayrı okuyorlardı; okul karışık Rus-Kazak okulu diye adlandırılıyordu. Şu anda yani bu yıl söz konusu okulda bin iki yüz doksan beş çocuk okuyor. Milliyetlere göre söylemek gerekirse, bin iki yüz doksan dördü Kazak, Rus dilli öğrenci sayısı ise bir. Bu saygıdeğer öğrencinin kendisiyle, sınıf öğretmeniyle ve diğer öğretmenlerle yapılan güler yüzlü görüşmelerde, söz konusu sevgili çocuğun milliyetine ilişkin herhangi bir baskı ya da dil kısıtlaması konusunda mağduriyet yaşadığına dair şüpheli duruma rastlanmamıştır. Tam tersine, geçen yıl üç dersinden kaldığı hâlde, bir üst sınıfa başarılı bir şekilde geçirilmiştir. Çok da iyi olmuş. Okulun tamamen Kazak okuluna dönüştürülmesi meselesine gelince, şikâyet mektubu yazarak kıyameti koparan Mirzo beylerin durumu yeterince incelemedikleri anlaşılmıştır. Önceden, yani Egemenliğe kadar, bu okulda on tane Kazak sınıfı, yirmi tane de Rus sınıfı vardı. Şimdi, yani Egemenliğin yedinci yılında genel olarak Kazak toplumunun yüce Rus diline olan ilgi ve merakı eski, sosyalizm devrindekinden de artarak yoğunlaşması nedeniyle Kazak ebeveynler, çocuklarını Rus sınıflarına taşımışlardır. Böylece şimdiki, yani Egemen dönemde otuz yedi sınıf tamamen Rus dilli oluvermiştir. Bu, tabii ki büyük bir başarıdır. Ama ne yazık ki okul, eskiden olduğu gibi Rus-Kazak okulu adını taşıyor. Bu; bir kandırmaca mı, vurdumduymazlık mı ya da sorumsuzluk mu? Okul yönetimine, ilçe eğitim müdürlüğüne sert bir uyarı yapılmıştır. Söz konusu eğitim kurumu, kendi adıyla yani Rus okulu diye adlandırılmalıdır. Bizim hür ülkemizde ırk ve etnik kökene dayalı ayrımcılık yoktur. Rus demek, muhterem demektir. Ayrıca okuldaki öğretmenlerin milliyetlerinin hep aynı -Kazak- oluşu, terbiye işlerinin eksikliğini göstermektedir. Ücra bir köy, otobüs yok, elektrik ha bire kesiliyor, yabancı kimse gelmez, demek bahanedir. Rus bir öğretmene zamlı ücret belirleyerek kalacak ev ve geçim konusunda destek sağlanırsa, neden gelmesin? Şayet başka da istihdam söz konusu olursa, ona da özel maaş bağlamak suretiyle Rus, olmazsa Rus dilli vatandaşlarımızın çokça çağrılması gerekir. Mono-uluslu, yani sadece Kazakların yaşadığı bir köy, medeniyetten uzak kalmayıp da n’apsın? Bu köyde hiç olmazsa on Rus yaşarsa, otobüs de zamanında gelip gider; elektrikler de kesilmez; medeniyete dair diğer nimetler de kendiliğinden gelir. Bunu nasıl anlamazsınız? (Hikâyenin ilk sayfasına göz atınız, yazarın hatırlatmasıdır).
Bildirimizin sonunda özellikle üstünde durmak gerekir: Tüm Egemen Ülkemizde olduğu gibi Rahman Ata köyündeki halklararası ilişkiler normal olup köy idaresinin, köyün ileri gelenlerinin tam kontrolü altındadır. Yine de herhangi bir çekişmeyi, kavgayı önlemek, gerekli durumlarda araya girmek, ayırmak ve Allah korusun, olay çıktığında sıkı uygulamaları hayata geçirmek amacıyla, Rahman Ata köyünde jandarma karakolunun açılmasına ilişkin ilgili bakanlığa hatırı sayılır bir teklifte bulunulmuştur.
Bu bakımdan, tam zamanında manidar bir meseleyi gündeme getiren M. Mirzoyev, M. Mirzoyan, M. Mirzozade, M. Mirzopulo, M. Marat beylere teşekkürlerimizi sunar, bundan sonra Rahman Ata’da halklararası skandala yol vermemek gerektiğinin altını çizerek Egemen Ülkenin sahibi olan Kazaklar ile bu ülkenin eşit hakları haiz, Rus dilli vatandaşları arasındaki anlayış ve barış hususunda somut faaliyetleri hayata geçirmenin gerekliliğine köy idaresinin dikkatini çeker ve gerekli tedbirleri almakla yükümlü tutarız.
Muhterem komisyonun en yenilerinden bir bilgisayarda yazılmış olan bu kırk dokuz sayfalık sonuç raporunun doğruluğu komisyon başkanı ile diğer yirmi yedi üyesince tasdik edilerek imzalanmıştır. Bu mübarek damgaların gerçekliğini teyit eden desenli mühür de basılmıştır. İşte, buyurun!
Kaleme alınan iki buçuk saatlik konuşmanın sonunda kendinin de beyni yanan kır saçlı başkan, Rus dilliler tarafından yapılan uyarıyı bir an unutarak yeniden Kazakçaya geçti. “Yahu kardeşlerim,” dedi. “Bu köy tamamen Kazaklardan oluştuğuna göre aranızdaki tek Özbek’in gönlünü nasıl yapamıyorsunuz?” Milletten çıt diye ses çıkmadı. Uykudan uyanan tek kişi, Rus dilli Marat cıyakladı: “Ben Özbek değilim!” Arabulucu başkan, şaşırdı. Öyle şaşırdı ki, düzeltmek ya da özür dilemek yerine Rus dilli vatandaşa bile Kazakça söyleyiverdi: “Her neyse. Ne hâlin varsa gör!” “Sen ne hâlin varsa gör!” dedi Marat tiz sesle. Kır saçlı başkan, kıpkırmızı kesildi: “Lütfen, hakaret etmeyin…” dedi. “Hakaret eden sensin!” dedi Marat. “Ö-ö-özür dilerim…,” dedi iyice bocalayan başkan. “Ö-ö-öyleyse siz… Kazak mısınız?” Marat, kahkaha atarak güldü: “Daha neler? Sen Kazaksın! Siz Kazaklar dürüst Sovyet insanlarının arasında ayrımcılık yaptınız. Baskı yaptınız, yapıyorsunuz da. Benim hangi milliyetten olduğum seni neden ilgilendiriyor?” “Bütün sorun, senin başka milliyetten oluşundan kaynaklanmıyor mu zaten, canım?” dedi rezil olan başkan, şerefini korumak istercesine. “Sorun benim başka milliyetten oluşum değil, sorun sizin milliyetine göre insanlar arasında bölücülük yapan, bozguncu kötü niyetinizden kaynaklanıyor,” dedi Marat. “Ben ne yazdım sizin üç ay boyunca kontrol edip gerçekleri çarpıttığınız mektubumda? Şimdi adil çözüm bulacağına, benim soyumu sopumu irdelemek niyetindesin. İşte milliyetçilik budur. Balık baştan kokar. Milliyetçilik bu köyden değil, Almatı’dan, yukarıdaki senin gibi reislerden başladı!” “Siz öyle iftira atmayın,” dedi komisyon üyelerinden biri, patronuna destek çıkarak. “Başkanımız dürüst biri. Gelini Rus, damadı ise Tatar. Tam bir enternasyonal…” “Size danışan, bir şey soran mı oldu?” dedi Marat. “Ben vatandaşlık hakkımı savunuyorum. Ben işsizim, iş bulacaksınız bana. Karım hasta, ona sosyal yardım maaşı bağlayacaksınız. Kızım Kazakça bilmez, bilmek de istemez; hep kalın kafalı, haylaz köy çocuklarının arasında okuyamaz, geleceği için tehdit, hayatı için tehlikelidir. Şehirde açıkgöz Kazakların okuduğu İngiliz okuluna yerleştireceksiniz. Yoksa yarın bu adaletsiz komisyonu cumhurbaşkanına şikâyet edeceğim. Cumhurbaşkanının kendisini Amerikan Senatosuna, Rus Dumasına, Alman Federal Meclisine şikâyet edeceğim. İsveç’ten siyasi sığınma hakkı isteyeceğim,” dedi. Dedi ve tükürerek kürsüden indi. Afallayan kalabalığı yararak kültür evinin menteşeleri kopuk, büyük kapısını gacır gucur ittirip açtı ve pat diye kapatıp çıktı gitti.
Ertesine değil, ondan sonraki gün de değil, aynı günün akşamı yazmak için oturdu. Marat Mirzo-yev-yan-zade-pulo’nun inanılmaz etnik ve ırk temelli baskı altındaki çığlığı, Amerikan Senatosuna, Rus Dumasına, Alman Federal Meclisine, Soljenitsin ile Jirinovski’ye, Birleşmiş Milletlere, en son olarak Kazakistan Cumhurbaşkanına yazdığı şikâyet mektupları hedefine ulaşır ulaşmaz yer yerinden oynadı, Egemen Ülkemizdeki en büyük kurumdan tutun, en alttaki ilçe, köy idaresine kadar her şeyin altını üstüne getirdi. Derisi incenin yüreğine dehşet saldı, derisi kalının ise feleğini şaşırttı. Nihayet…
Aradan iki yıl geçti. Marat’ın biricik kızı, şimdi Almatı’daki seçkin bir lisede bedava okuyor. Kaldığı yer rahat, yemesi içmesi leziz, hepsi de Egemen Ülkeye ait. Eğitim Rusça ve İngilizce. Ek dil olarak Almanca, İspanyolca, Fransızca ve Türkçe var. Marat’ın hiçbir zaman hiçbir yerde çalışmayan, özel bir muayene sonrası yirmi dört organının hepsi de yerli yerinde çalışır vaziyette olduğu ortaya çıkan karısına ya emeklilik ya da hastalıkla ilgili olsa gerek, sonuç itibarıyla yüksek ücretli maaş bağlandı. Her ay alıyor. Kimi zamanlar maaş geciktiğinde diğerleri gibi beklemiyor, doğrudan köy muhtarının cebinden çekip alıyor. Marat’a gelince köy idaresinde bilmem ne kadrosu açılarak oraya kaydı yapıldı. Yukarıdan özel talimatla bağlanan bol keseden maaşı var, hiçbir görevi, yapması gereken şeyi yok. Sorumluluktan, günlük işe gidip gelmelerden muaf, armut piş ağzıma düş kıvamında bir iş. İçsin, yesin; egemenliğin tadını çıkarsın. Rahat dursun yeter. Millete huzur versin. Bizim daha yeni bayrağını dalgalandıran genç Cumhuriyetimiz için halklararası anlayış ve saygıdan daha değerli ne var? “Zararın neresinden dönersen kârdır.”
Böylece hallettik, memnun ettik, kendimiz de huzur bulduk, diye düşündü barışsever insanlar.
Yok. Bu olup bitenlerin hepsi, kedinin fareyle oynadığı gibi oynamak olmuş.
İlk işler yerli yerine getirilip hazmedilince Marat Mirzo, gösterişli bir mekânı istedi. Burası, köyün eski çocuk kreşi idi. Daha düne kadar zar zor çalışır durumdaydı. Sonunda eski devrin en son kalıntısı olarak o da düştü. Millette çocuk var, para yok. İdarede para var fakat burası için herhangi bir bütçe öngörülmemiştir. Kendiliğinden kapanıverdi. Kurum olarak. Büyüklü küçüklü olmak üzere on iki odalı, at koşturacak kadar genişlikteki oyun sahası ve bol meyveli bahçesi olan yüksek, bembeyaz bina yerli yerindeydi. İşte bu boş duran binayı tümüyle istedi. Köy muhtarı, vermek istemedi ama vermemesi için bir gerekçesi de yoktu. Vermeyeceğim, diyemedi; sırf kendini şikâyet etse neyse, huzur içinde yaşayagelen köyde halklararası skandal çıkarmayacağı ne malum? Baştan savdı, ilçeye yönlendirdi. İlçe, il merkezine. İl, daha da yukarılara. Sonunda aldı. Alır almaz… Almadan önce, daha ilk başta, gösterişli binaya göz koyduğu günün ertesine arazi davasına girişti. Bu köyde kırk yıl hizmet vermiş olan bazı yaşlı emekçiler, şansları da yaver gidince eski bağ bahçeli bölgeden irili ufaklı pay almışlardı. Köye yakın zamanlarda gelen M. Mirzo, bu listede yoktu. Artık listede onun da adı olmalıydı. Listenin sonunda değil, tam ortasında. Köydeki tek Rus dilli niye dışlansın? Gösterişli bina meselesi ayrı, arazi meselesi ise ayrı. İlgili kurum ve kuruluşların hepsinin eşiğini aşındırdı; ilçeden başkente kadar bütün mercilere yazdığı dilekçe ve şikâyetleri dağ gibi yığıldı. Nihayet, bu dilekçesi de yukarılarda imzalandı. Eski elma bahçesinin hâlâ ayakta olan, devlete ait bir parçası. Tamamı dört hektar bir yer. Sol üst köşesinde “Halklar arasında ayrımcılığa yer verilmesin, mesele olumlu bir şekilde çözülsün.” notu yazılı, büyük insanın kargacık burgacık imzası olan iki dilekçe, dönüp dolaşıp eninde sonunda kendisini bulduğunda önce bu mucizeye şaşıran, ardından yüreği yerinden oynayan, sonra yüreği cız eden ve sonunda küplere binen köy muhtarı, elini kalbine götürdüğü gibi yere yığılıvermiş. Basit bir öfke değil, alev alev yanan bir dert. Gövdesini çatlatan illet. Kalp krizi. Önce köy hastanesine kaldırıldı, ardından ilçeye, sonra il merkezine gönderildi. M. Mirzo’nun yazdığı mektupların izinden. Kahrolası dilekçeye aşırı heyecan anında imza atmaya yetişememiş ama hiç şüphesiz, sağlıklı olarak geri dönünce kâğıda çiziktirip kesinkes onayladığına dair mühür basması yeterli olacaktır.
Bu arada Marat Mirzo-yev-yan-zade-pulo’nun ırk ve etnik temelli baskılardan ilham alan gücü kuvveti doruk noktasına ulaşmıştı. On iki odalı ev, üç dört hektar arazi dediğiniz ne ki, bütün bir köyü ve başı dumanlı Aladağ’ı civarındaki tüm zirve tepeleriyle beraber zimmetine geçirecek kudrete sahip gibiydi âdeta. Gün geçtikçe güçleniyor, içi özgüvenle dolup taşıyordu. Daha nice güzel işler bekliyor onu. Yalnızca gevşek muhtarın elden ayaktan düşmesi, işini aksattı. Onun yapacağı iş halledilse, insan hakları uğruna verdiği mücadelesinin üçüncü, en önemli aşaması başlayacak. Ama ne zaman? Vakit geçiyor. Bir iş durakladı diye, diğer iş bekletmeye gelir mi? “Demir tavında dövülür”, durduğu kabahat. Bu durumlarda Kazaklar, “Uzaktan arabayla taşıyacağına, yakından torbalarla taşı” derler. Arabadan önce göz koyduğu torba yanı başındaydı. Komşusu. Üstelik evleri yan yana olan komşulardan değil, evleri bitişik. Adı Kanat. İki komşunun bahçe arazileri, yan yana uzanmaktadır. Aynı evin bir kısmında Kanat, diğer kısmında Marat oturuyor. Arada sadece bağ bahçe var. Yalnız Kanat’ın arazisi, iki kat daha büyük. Marat’ın arazisi de bayağı var. On arlık. Ama Kanat’ın arazisi, daha geniş. Yirmi arlık. Adalet bunun neresinde? İşte adaleti kendi elceğiziyle sağlamaya girişti. Doğrudan girişti. Hazırlık aşamaları geçen yıllarda başlamıştı.
Eskiden evin arka tarafını ikiye ayıran bir çit vardı. Pek çitten sayılmayacak, sırf tavuklar geçmesin diye çekilmiş, derme çatma bir şeydi. Marat, önce bu çiti ortadan kaldırarak işe başladı. Ama atmadı. Hepsini ahırın içine güzelce istifledi. Sonra kendine ait patates ekilen yeri yarım metre ileriye taşıdı. “Komşu, benim tarafa geçmişsin. Sınır, şu iki köşedeki kurumuş kavak kütükleri değil mi?” dedi Kanat. “Yahu, komşum, senin benim diyecek kadar ne var? Farkında değildim; yarım metre değil, otuz beş santimetre; buradan çıkan patatesi sen al,” dedi Marat. “Hımm, patates bende de var, neyse kalsın,” dedi utancından Kanat. Ertesi gün Marat, komşusuna: “Bu iki fidan, iyi cins armuttur; kök salana kadar senin toprağında dikili dursun, seneye şu eski eriğin yerine dikerim. Bu yıl meyve versin, yazıktır,” dedi. “Buraya ben patates ekeceğim,” dedi Kanat. “İncecik fidanlar, gölgesi olmaz, en fazla dört yumru daha az ekersin, yerine bu taraftan on yumru senin olsun,” dedi Marat. Kanat, yine mahcup oldu. “Yok, teşekkürler, hiç gerek yok, sen ek,” dedi. Kendi toprağına da gölgesi düşmez, zaten benim payımdaki yeri kullanarak daha fazla patates ektin, diyemedi, bunun pimpiriklilik olacağını düşündü. Bu, önceki yılın önemsiz bir olayı idi. Geçen yıl iyi cins iki armut fidanı öylece yerinde kaldı. İlk hatırlattığında, yarın alırım, dedi. Sonra öbür güne erteledi, aradan iki hafta geçti; Kanat, üçüncü kez tekrarlayınca “işten güçten ilgilenemedim, artık çok geç, başka bir yere alırsam kök salmaz, solar, bu yıl yine kalsın,” dedi. Kanat, yine tamam dercesine başını salladı. Aynı gün komşusunun patates ekilen yerinin kendi tarafına doğru kaymış olduğunu, bu sefer yarım metre değil, tam tamına üç metre yaklaştığını gördü. Ama bunları ipe dizer gibi söylemeyi ayıp saydı. Sınır bellidir, iki köşedeki kavak kütükleri. Bu yıl ise… O iki fidan, bayağı boy attı. “Bunları almayıvereyim,” dedi Marat. “Bende zaten tek çocuk, bir dalı da yeter. Kalan hepsini senin çocuklar yesinler. Geçen sene almalıydım, artık çok geç,” dedi. “Benim kendi elmalarım yeter artar bile. Burası bostanlık, patates ektiğimi biliyorsun,” dedi Kanat. “Patatesi biraz ötede, açık alana neden ekmiyorsun? Toprağın dinlenmesi gerekir,” dedi Marat. Kanat, biraz düşünceli göründü. Ertesi gün bir de ne görsün! Komşusu eskisinden daha fazla ilerleyerek o eski iki fidan -şu anki armut ağaçlarının etrafını çepeçevre patates ekmiş. “Yahu bu nedir?” dedi. “Paylaşır yeriz,” diye cevap verdi ahretlik komşusu. “Toprak senin, tohum ve emek bana ait. Buradan en az altı çuval patates alırım. İki çuvalı senindir.” “Hayır,” dedi bu işin altından bir çapanoğlu çıkacağını hisseden Kanat. “Peki, üç çuval.” “Hayır, dört çuval versen bile kabul etmiyorum. Ektiğin tohumları geri topla…” “Yarısını da mı kabul etmiyorsun?” “Kabul etmiyorum. Yerimi boşalt.” “Benden söylemesi,” dedi Marat pişmiş kelle gibi sırıtarak. Kanat da gülümseyip dişlerini sergiledi. Böylece konu kapanmış, konuşma bitmiştir, diye düşünmüştü. Gerçekten de konuşma bitmişti. Komşusu konuşmayı kesmiş, artık harekete geçmişti. Kanat, ertesi gün öğleye doğru uyandı, esneyerek ve karnını sıvazlayarak dışarı çıktı. Yine ne görsün! Dün üzerinde tartıştıkları toprak, artık tartışmalı olmaktan çıkmış. Komşusu bir kazığı öyle bir yere çakmış ki, bizimkinin patates ektiği yer topyekûn diğer tarafa geçmiş. Geçmiş derken, geçirilmemiş, olduğu gibi yerinde duruyor durmasına, yalnızca bu tarafına çit yapılmış. “Bu ne yahu?” diye bağırdı bahçeye. Çıt çıkmıyor. “Marat! Marat!” diye kükredi. O da burnunun dibinde bitiverdi hemen. Tam ortadaki kalın elma ağacının altında bir şeylerle meşgul görünüyor. Ya da o ağacın arkasında gizlenmiş bekliyordu. Keyfi yerinde, ağzı kulaklarında, ayaklarını yanlara doğru atarak yürüyüp geldi: “Ahretlik, bu kadar bağıracak ne var yahu?” “Nedir bu?” dedi söyleyecek başka söz bulamayan Kanat. “Bu mu? Benim ektiğim armut.” “Hayır, bu.” “Benim ektiğim patates.” “Hayır, bunu diyorum! Çit. Niçin?” dedi kan beynine sıçrayan Kanat. “Komşuluk hakkı için ürünün yarısını bedava vereyim dedim, kabul etmedin. Ondan sonra arazilerimizi işaretleyerek ayırdım.” “Ne arazisi?” dedi Kanat avaz avaz bağırarak. “Arazi benim. Ezelden beri. Kime ne?” “Şu iki armut ağacı kimin?” dedi Marat. “Senin. Ama yer benim.” “Şu patates kimin?” “Senin. Ama…” “Aması maması yok,” dedi Marat. “Ağaçlar benim, meyveler benim, altındaki yer nasıl senin oluyormuş? Hangi mahkemeye gidersen git, ben haklı çıkarım. Seninkisi zorbalık. Açgözlülük. İşte duruyor ya koskoca arazi. Kalanı yetmiyor mu? Tam tamına on altı ar. Yine de benimkinden büyük. Benimkisi yalnızca on dört ar. Hadi yine iyisin. Kes şunu. Bu arsaya sahip çıksan da yeter.” “Yetmez!” diye haykırdı Kanat. “Benim toprağım!” “Artık benim,” dedi Marat hiç aldırış etmeden. “İkimiz de Egemen Ülkenin eşit haklara sahip vatandaşlarıyız. Yoksa benden daha mı üstünsün? Başka milletten diye beni küçümsemek mi istiyorsun?” Marat, öyle yaygara kopardı ki sesi Kanat’ın sesini geçti: “Nasyonalist! Şovenist! Faşist! Bu köydeki başka milletten olanların hepsini kovdunuz. Şimdi de yalnız kalan bana mı zorbalık edeceksiniz? Edemezsiniz! Ben Parlamentoya yazacağım. Ben Senatoya yazacağım. Cumhurbaşkanının kendisine yazacağım!” Ağzından her kelime çivi çakar gibi çıktıkça bir iki adım ilerleyerek çite yanaştı. “Hadi, öldür beni! Vur, döv! Siz kalabalıksınız. Ben tekim. Parçalayın beni!”
Civardaki insanlar; meyve ağaçlarının bakımını yapıyor, çeşitli tohumlarını ekiyor, bağ bahçesinde çalışıyorlardı. Çiti atlayarak ilk yetişen sağdaki komşu oldu. Sonra soldaki geldi. Ondan sonra öbür komşu, peşinden diğer komşu. Derken yakınlarında yaşayan on civarında kişi toplandı. Marat, daha da köpürdü. “Hadi, saldırın! Dövün! Bu ülkede kanun yok. Mahkeme yok. Hepsi zorba. Hepsi eşkıya. Herkesin kuyusunu kazdınız, şimdi sıra bana gelmiş. Öldürün! Beni öldürün! Evimi yağmalayın! Yerimi de paylaştırın!” O anda köy muhtarının yardımcısı da soluk soluğa yetişti. Oralardan geçerken gürültü sesi duyunca gelmiş. Rengi sarardı, “bir felaketi hissetmiştim,” dedi titreyerek. “Bizim gençler, hep bela ararlar.” Muhtar yardımcısını gören Marat, iyice çıldırdı. “Hadi, muhtarınızla birlikte saldırın bana!” dedi. “Öldürün! Kalbitler![14 - Genel olarak Orta Asyalılar için kullanılan aşağılayıcı, kaba bir sözcük (Ç.n.).]” “Yavaşşş!” dedi yarım muhtar dayanamayıp. “Ağzından çıkanı kulağın duysun…” “Sen de Kazaksın!” dedi Marat. “Sen de bu kötü niyetlilerden birisin!” “Yaa bir dur, dinle,” dedi yarım muhtar. “Neler oluyor? Nedir bu gürültü?” “Bu, benim arazime el koydu,” dedi Kanat. “Hey, niye yalan söylüyorsun?” dedi Marat. “Hangi arazi? Şu çiçeğe duran, meyve vermeye yakın olan iki armut ağacı kimin ha? Şu filizleri toprağın üzerine çıkmaya başlayan patates kimin ha? Benim. Kim kullandıysa, yer de onun.” “Tapuda benimdir.” dedi Kanat biraz yatışarak.“Tapu yeniden yazılacak,” dedi Marat, “Çünkü ta başta adil bölünmemiş.” “Adil bölünmüş,” dedi Kanat öfkesini bastırmaya çalışarak. “Ben burada doğdum, burada büyüdüm. Babamın toprağı!” “Babasının toprağı,” dedi yarım muhtar. “Kolhozun eski üyesi. Savaş gazisi. Özel bir kararnameyle fazladan pay verilmişti. Bu civardaki birkaç eve. Yirmişer ardan. Senin, senden önceki ev sahibinin arazisi diğer herkesinki gibi, on arlık. Sen de biliyorsun, tapuda yazıyor.” “Kapat çeneni!” dedi Marat. “Biliriz tapunun nasıl yazıldığını. Irk ayrımı yapılmış. Şimdi senin Sovyet hükûmetin yok. Devir değişti. Ben farklı milletten olsam da, Egemen Ülkenin eşit haklara sahip vatandaşıyım. Böyle bir zorbalığa göz yumamam.” Yarım muhtar, ne yapacağını şaşırdı. “Bizde hiçbir ayrımcılık yok,” dedi. “Eskiden Sovyet zamanında nasıl paylaştırıldığından ben sorumlu değilim. Ben şu an elimdeki belgeye bakarım. Yer, Kanat’a ait. Tapuda öyle yazıyor.” “Şu, Aladağ’ın eteğindeki sovhozun elma bahçesinden kopardığın beş hektar yer hangi tapuda peki?” dedi Marat. “Yahu, iftira atma, oğlum,” dedi yarım muhtar tırsarak. Boğazını temizledi, gövdesini dikleştirdi. “Bizim Egemen Ülkemizde ırk ayrımı yok. Herkes eşittir. Kazaklar ise… Kazaklar; ev sahibi olduğundan, bütün sorumluluğu üstlenmeleri boynunun borcudur. Bütün işlerde öncü olmalılar. Bütün halka. Bağımsızlık bahtın, Egemenlik sloganındır. Ülke sizin. Hoşgörülü olun, delikanlılar. Ülkemizin parlak geleceği için her şeye katlanacaksın. Halklararası skandala yol vermek, suç. Devlete karşı suçtur. Bizi bağımsızlığımıza kavuşturan Elbaşı’na engel çıkarmak demektir. Eğer,” dedi yarım muhtar, Kanat’ı baştan ayağa süzerek “herhangi bir dargınlık, ayrımcılık olursa, buna yol verirsen, sorumlusu sen olacaksın. Mahkemede cevap vereceksin. Hadi, delikanlılar! “Öfke, düşman” demişler, şu Kanat’tan gözünüzü ayırmayın. Toprak meselesi, bütün dünyadaki en çetin meseledir. Akılla, sabırla çözmek gerek. Ben gidiyorum,” diye ekledi. “İlçede büyük bir toplantı var. Muhtar ağabeyin yokluğunu hissettirmemek gerekiyor. Hadi, gençler, göreyim sizi,” diyerek neşelendi. “Her şeyi söyledim. Sorumluluğun büyüğü sizde. Kanat, sen akıllı bir gençsin,” deyip oradan ayrıldı.
Akıllı genç Kanat, yumruklarını sıkıyor, dişlerini gıcırdatıyor, zangır zangır titriyordu. Diğerleri de şaşkın ve heyecan içindeydi. Marat, keleş keleş sırıttı. İlçedeki önemli toplantıya acele eden yarım muhtar gözden kaybolana kadar gevrek gevrek gülerek dudağını büzmüş duruyordu.
Burada halklararası skandala sebebiyet vermeleri olası ahretlik komşular Marat ile Kanat’ın dış görünüşlerinden, boyundan posundan bahsetmek yerinde olacaktır sanırım. Marat, gerçekten de hangi milletten olduğu belli olmayan, farklı bir tipti. Gözleri mavi, burnu sivri, basık alınlı, geniş yüzlü, dişleri öne çıkık, ağzı büyük, esmer biri. Ya Rus ya Tatar. Ya Özbek ya Ermeni. Ya Tacik ya Kalmuk. Ya Azerbaycanlı ya da Dağıstanlı. İyice kurcalarsanız bildiğimiz Kazak olması da işten bile değil. Velhasıl, Kruşçev ile Brejnev’in hayalini kurduğu Sovyet insanının ilk başarılı örneklerinden. Rusçası var, Kazakçaya hâkim. Başka hangi dilleri bildiği bilinmez. Belki yukarıda adı geçen halkların hepsinin dillerini bilir. Ancak şu ana kadar ne böyle bir niteliği ne de başka bir niteliği görüldü. Sovhoza bir yerlerden göç ederek gelen, bedava, hazır eve giren sıradan şoförlerden biri. İnsanı zaman yaratır, derler. Kazakistan bağımsızlığını aldıktan sonra talihi yaver gitti. Ve gün be gün işleri tıkırında yürüyordu. Az kalsın unutuyordum, Maratımızın boyu bir altmış kadar, sıska, bücür.
Kanat ise iri kıyım Kazak yiğididir. Omuzları geniş, gövdesi körük gibi, bacakları mertek gibi. Yumrukları tokmak gibi. Sanki Abılay Han’ın zamanındaki teke tek çarpışmaların bahadırı dersin. İnsan bakmaya doyamaz. Sadece endamına değil. Yüz güzelliğine, yakışıklılığına da. Buğday tenli, kara gözlü, düz, ince burunlu, hilal kaşlı, güzel bıyıklı. İçkisi, sigarası yok. Tek eksiği, okumamış olması. Bu da eksiklik değil ya gerçi. Bugünlerde eski okumuşların hepsi pazarda çarşıda. Bu ise evinde. Bir inek, beş koyun, azıcık arazisi geçimini sağlamasına yetiyor. Önceden de durumu fena değildi. Sovhozda başarılı bir biçerdöverciydi. İki kez ilçe, bir kez il gazetesinde resmi çıktı. “Emek Kahramanı” madalyası da var. İşte bu kadar hoş biri. Demir gibi sağlam, gücü kuvveti yerinde bir delikanlı. Değil Abılay Han, daha eski olan Yesim Han devrinin baturları görünümlü. Marat ise az önce dediğimiz gibi, serçe parmağı kadar bir şey.
Efendime söyleyeyim. İşte bu Marat, kurbağa ağızlı, basık alınlı, bodur Marat, aniden kendisinin yaptığı çitten atlayarak geçti ve babayiğit Kanat’ın üzerine yürüdü. Bununla kalmadı, yaklaşır yaklaşmaz yüzünü tırmaladı. Sonra burnuna, ağzına pat küt yumruk salladı. Sonra ise saçına yapıştı. Bodur, çelimsiz Marat. Bizim dağ gibi Kanat, batur, pehlivan Kanat ise önce afalladı. Sonra kendine gelip; hayır, vurmayacaktı, kaslı yumruklu uzun kollarını kaldırarak kendini korumak istedi. Orada duranlar, hemen davrandılar. Biri önden, diğeri arkadan sardı. Biri kollarından, diğeri ayaklarından tutarak kımıldamasına izin vermedi. “Eyvah, eyvah!” diyorlardı. “Halklararası skandal olmasın. Başımıza bela olacak. İçeri atılırsın. Sadece sen değil, hepimiz yanarız. Ortalık karışır, milletin huzuru kaçar!..” Zaten kavga etmek aklından geçmeyen, sadece başını korumak isteyen Kanat her tarafından sıkıca tutulunca millî gururu zedelenip canı yanan Marat, fırsatı kaçırır mı hiç, bir güzel vurdu ona, tırnak attı, tartakladı. Koca Kanat’ın o güzelim yüzü gözü kan revan içinde kaldı. Uzun, kalın saçları darmadağın oldu. Kolay bir şey yok. Sonunda enternasyonalist gençler, halklararası skandalın daha da büyüyerek çığrından çıkmasına yol vermediler. Çırpınan, debelenen, kavga etmek için değil, ağzını yüzünü korumak için hamle yapan Kanat’ı sımsıkı tuttukları gibi yaka paça götürdüler. Zorba düşmanının yüzü ters dönünce ensesine vuran, kafasından yedi saç telini tuttuğu gibi koparıveren Marat, araya giren gençlerden ikisinin kıçına tekme attı, ikisinin de ayağına çelme taktı. Hepsine küfürler savurarak güç bela sakinleşti. Sakinleşmeyip de ne? Kaçan düşmanı evine kadar kovalamadı. Kendisinin fethettiği yeni toprağın sınırlarından uzaklaşmadı. Arada bir “Başka kim var? Hadi çıkınız ortaya! Kalbitler…” diye cıyaklayarak ve gözlerinden ateş püskürterek kollarını sıvamış hâlde döndü durdu.
İlk kanlı mücadeleden sonra nihai gücüne erişen Marat, ahretlik komşusunu sabahın köründen gecenin karanlığına kadar gözetleyerek günde hiç değilse bir kez hırpalamayı âdet edindi. Kanat, bahçe tarafına çıkmaya görsün, anında hücuma geçer, alçak çitten atladığı gibi olanca gücüyle koşarak gelir, dazlak kafasıyla karnına vururdu. Sonra bacaklarının arasına tekme savurur, yüzünü tırnaklardı. Son olarak da elleri saçlarına kenetlenmiş hâlde kafasını aşağıya doğru bastırarak “Şimdi söyle bakalım, yer kimin?” derdi. Korkusuz Kanat, hiç çekinmeden “Benim!..” derdi tıslayarak. “Nah senin!” Saçlarına kenetlenen ellerinden birini gevşetip pat diye ağzına vururdu. “Bugünlük bu kadar ders yeter.” Kanat’a gelince şu kırma piç bodura bir kerecik vurdu mu hakkından gelirdi. Ama halklar arasında husumet ve nefret oluşarak yarın bir gün tüm köyün huzuruna mal olabilir, sonu ise büyük skandala dönüşebilir. Bağımsızlıktan daha değerli bir şey mi olur? Ülkenin sahibi konumundaki milletin temsilcisi, sabırlı olması gerektiğini iyi biliyordu. Yani Egemen Ülkemizin şuurlu vatandaşı olan Kanat, kimilerine göre bin yıl, kimilerine göre üç yüz yıl, bir başka bilgiçlerin dediğine göre yüz elli yıl sonra güç bela elde edilen bu kutsal bağımsızlık yolunda, bağımsızlığın güzel geleceğine giden yolda bir kurbandı. Fazla oldu. Ne kurbanı? Daha yaşıyor, bir ay boyunca yediği dayağın toplamı etse etse ancak bir kâse eder. Hiç olmazsa “börk içinde”, “yen içinde” diyecek kadar kafası yarılmadı, kolu kırılmadı. Bazı gençler, içki içince sokaklarda düşmekten ağzını burnunu dağıtıyorlar ya! Ağzın burnun lafı mı olur, allasen! Gönlünün ışığı olan iki gözü sağ olsun yeter.
Kanat; baştan beri kafasını değil, gözlerini koruyordu. Marat ise şimdilerde tırnak atma ve parmağıyla kurcalamada giderek ustalaşıyor. Bunun için ne olur ne olmaz, derhâl kaçmayı yeğliyordu. Bir keresinde şaşkınlıktan bahçenin bir köşesindeki tuvalete saklandığı da oldu. Bazı arkadaşlarının dediklerine göre tuvalette işini görüyormuş. Gırgır geçiyorlar. İşini görmüyordu. Çıkıyordu. Eve doğru kaçacağına tekrar içeriye girdi. Yüzsüz Marat da peşi sıra girdi ve basık, daracık yerde pataklamaya koyuldu. Sadece pataklamakla kalmadı. Başını oradaki deliğe, şehir evlerinin tertemiz klozeti değil, ağzına kadar dolu o deliğe sokmak istedi. Ama neredeee? Kanat, saçlarının çekilip yolunduğuna bakmaksızın var kuvvetiyle direndi. Gücü yetmeyen Marat, çaresizce yüzüne gözüne pata küte indirmekten o denli yoruldu ki sonunda vazgeçti.
Kimi zamanlar bir halkı hatta çok kalabalık ve büyük bir halkı bile yok olmaktan tek bir kişi kurtarabilir. Söz gelimi, Jeanne d’Arc. Söz gelimi, cephede düşman siperini gövdesiyle kapatan Aleksandr Matrosov. Eğer kanlı savaş olsaydı, bizim Kanat da böyle bir kahramanlığı yapardı. Buna delil, Marat’la aradaki sürtüşmelerde sergilemiş olduğu büyük metanet ve muazzam bir tahammül gücü. Gerçekten de bunun gibi yiğitlerin sayesinde değil bir köyde, tüm ülkemizde onlarca ulusun temsilcileri huzur içinde yaşamlarını sürdürmüyorlar mı? Yoksa ne bağımsızlığı? Çoktan Afganistan’a dönüşürdük. Sadece ülkenin içinde değil, dış dünyayla da böyle bir sağduyulu siyaset güdülüyor. Bu, tabii, bizim hikâyemizin konusu dışında bir mesele. Yalnızca yeri gelmişken sevincimizi paylaşmak istedik. Gerçekten de sadece yurtta değil, cihanda da barış olması ne güzel olurdu. Nasıl şükretmezsin?
Böylelikle Rahman Ata köyü, halklar arasındaki karşılıklı anlayış ve huzurlu işsizlik şartlarında sessiz sakin, rahat bir hayat sürüyordu. Gerçi ya Özbek ya Kalmuk ya da Rus veya Tacik olan Marat Mirzo-yev-yan-zade-pulo, ateşkesin ilk günlerinde ülkenin sahibi, bağımsızlığın teminatı olan Kanat komşusuyla arasında belirlenen arazi sınırının da yanlış olduğu kanaatine vardı ve her gün yarım metre ilerlemesini sürdürdü. Sonra bu tekdüze hayattan ve verimsiz hareketten usanmış olsa gerek, çitini kaldırdığı gibi arşınlayarak soluğu en uç sınır çizgisinde aldı. Buranın en uç sınır olduğunu söyleyen de kendisi. Böylece hakiki adaleti sağlamış oldu. Bir zamanlar iki tarafına iki emekçinin yerleştiği otuz arlık arazinin yirmisi çoluk çocuğuyla köyün eski yerlisi olan, yaşlı savaş gazisine, kalan on arı ise bilmem neyi geliştiren, önünü açan, koruyan kollayan, hami, yani iyi cins soydan gelen bekâr ve yalnız, ayyaş bir yabancıya verildiyse; artık tam tersi bir durum söz konusu. Aslında tam tersi bir durum değil söz konusu olan, azıcık bir değişiklik yapıldı. Dili saldırıya uğrayan, hak ve hukuku ayaklar altına alınan, manevi ve daha birçok baskıya maruz kalan Rus dilli Marat’a yirmi üç ar, ülkenin sahibi, bağımsızlığın teminatı, halklararası anlayış ve saygının temel taşı Kanat’a ise yedi ar.
Başının üzerinde sadece dört tel saçı kalan, gözlerinin etrafı mosmor, ağzı yüzü kaymış Kanat, buna da ses etmedi. Rahman Ata köyü, bu şekilde sonsuza dek huzur içinde yaşayacaktı. Eften püften bir şey, bir çuval inciri berbat etti. Söylemesi bile ayıp olan bir durum, halk arasında huzursuzluğa neden oldu. Musibetin çıkış noktası, hela. Evet, mağdur olan Marat’ın zorba Kanat’ın kafasını içine sokmak istediği pis kokulu ayakyolu. Adalet yoluyla araziyi yeniden paylaştıklarında, öteki tarafta kalmış. Marat’ın mülkiyetinde. “Helanı al götür,” dedi Kanat’a. Her şeyiyle beraber, tamamen. Önce altındakileri. Şehirden özel bir araç aldırmak gerekiyormuş. Derin kuyuda yıllarca biriken hazine homur homur emilecek, içi boşaltılacak. “Bokunu kendin temizleyeceksin!” dedi son zamanlarda medeniyetten uzaklaşmakta olan sinirli Marat. Ancak ondan sonra yukarıdaki tahtaları koparılıp alınacak. “Bana senin pılın pırtın lazım değil,” dedi doğrucu Marat. Önce yapılması gereken işe parası olmadı, sonrakine… Yine döver, dövmesi dert değil de, kafamı deliğe sokar diye korkuyor. “Üsttekini de, alttakini de derhâl götür, çukura avludaki bütün çer çöpü dolduracağım, üstünü toprakla örtüp patates ekeceğim,” diye emrivaki konuşuyor yeni sahibi. “Götüreceğim, abiciğim, götüreceğim,” diyor Kanat yalvarırcasına. “Yalnızca, bu taraftan yeni bir çukur kazılana kadar kullansak.” “Kullanamazsın,” diyor inatçı Marat. “Şimdiye kadar pislettiğin de yeter. Tertemiz toprağımı murdar edeceksiniz.” Kanat, karısı ve çocukları ihtiyaçlarını kendi payına düşen arazinin bir köşesindeki büyük elma ağacının altında gideriyorlardı. Yeni çukuru kazmaya bugün yarın başlamak üzereydi. Tam da o günlerde…

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/muhtar-magavin/egri-agac-69499630/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Muhtar Magavin’in hayatı ve eserleri konusunda şu makalemden faydalanılmıştır: Ospanova, Gülmira (2021). “Kazak Yazar Muhtar Magavin’in Hayatı ve Edebî Kişiliği”, Uluslararası Türk Lehçeleri Araştırmaları Dergisi (TÜRKLAD), C. 5, S. 2, s. 298-312.

2
Küy, genellikle dombra veya kopuz eşliğinde sözsüz olarak icra edilen melodidir.

3
Seri, Kazak Türkçesinde ozan, şair, türkücü, müzisyen, halk arasındaki eğlencelerin göz bebeği olan, hünerli gençlere verilen bir addır. Sal veya seri olarak bilinen bu sanatkârlar, kendilerine özgü tarzları, giyim kuşamları olan, eski geleneğin temsilcileri ve Kazak geleneksel tiyatrosunun baş aktörleridirler.

4
“Nıneşnee pokoleniye sovetskih lyudey budet jit’ pri kommunizme!” “… budet jit’ pri kommunizme!” “… pri kommunizme!”. bk. Muhtar Magavin (2007). Şığarmalar Jiynağı. Äŋgimeler, Almatı: Jazuvşı, s. 284.

5
Kazak sözlü edebiyatında tört tülik ifadesi, at, deve, sığır ve koyun gibi hayvanlar için kullanılan genel bir adlandırmadır. Söz konusu hikâyede ise; Sovyet döneminin ilk yıllarındaki kolhozlaştırma faaliyetlerinin acı gerçeklerinden biri olan ve Kazak hayvancılık geleneğine de ters düşen domuz yetiştiriciliği konu edinmiştir. Eserin epigrafı olan, dönemin bir halk türküsünde “Bes tülik malımız bar – biri şoşqa, jayamız tabınımen, bölip qosqa…” (Beş çeşit malımız var, biri domuz; ekilebilir arazilerde sürü hâlinde güdüyoruz) şeklinde de dile getirilen bu durum, Kazakların katlanmak zorunda kaldıkları bir gerçeğe parmak basmaktadır.

6
Bu bilgiler, şu internet kaynağından alınmıştır: “Mağawin Muxtar Muqanulı (1940 j.) – jazuwşı, jurnalist, qoğam qayratkeri, awdarmaşı”, http://imena.pushkinlibrary. kz/kz/pisateli-i-poetykz/764-.html

7
Rusçada sovhoz sözcüğü, ‘sovyet çiftliği’ anlamına gelen sovetskoye hozyaystvo şeklindeki iki kelimenin kısaltmasından oluşan ve devlete ait sovyet tipi köye, çiftliğe verilen bir isimdir (Ç.n.).

8
Rusçada privatizatsiya ‘özelleştirme’ demektir. Prihvatizatsiya ise bu sözcüğe benzetilerek ‘kapmak, ele geçirmek’ anlamına gelen prihvat sözcüğünden türetilmiştir. ‘Devlet mallarını çok düşük değer karşılığında ve yasadışı özelleştirme’ anlamında kullanılan ironik bir sözcüktür (Ç.n.).

9
Kökpar, at üstünde, iki grup hâlinde, iç organları çıkarılmış oğlak veya keçiyi çekiştirerek oynanan geleneksel bir oyundur (Ç.n.).

10
Eski başkent Almatı’nın eski adı Rusça Verniy idi. Yazar, bu kelimeyi Kazakçaya çevirip kullanmıştır (Ç.n.).

11
Jandaral, Rus Çarlığı döneminde, XIX. yüzyılda Kazakçaya giren ve artık eskimiş olan, Kazakistan’ı ve genel olarak Türkistan’ı bölgelere göre yöneten kişilere verilen general-gubernator yani ‘genel vali, general, askerî governor’ unvanının Kazakçalaştırılmış şeklidir (Ç.n.).

12
Rusça kolhoz sözcüğü, ‘kolektif çiftlik’ anlamına gelen kollektivnoye hozyaystvo şeklindeki iki kelimenin kısaltmasından oluşan, tarım üretim kooperatifidir (Ç.n.).

13
Rusça ‘Toplantının ulu Rus dilinde yapılmasında ısrar ediyorum!’ anlamına gelen bu cümle, bünyesinde ses ve cümle yapısı bakımından birçok yanlış barındırmaktadır (Ç.n.).

14
Genel olarak Orta Asyalılar için kullanılan aşağılayıcı, kaba bir sözcük (Ç.n.).
Eğri Ağaç Muhtar Magavin

Muhtar Magavin

Тип: электронная книга

Жанр: Историческая литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 16.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Eğri Ağaç, электронная книга автора Muhtar Magavin на турецком языке, в жанре историческая литература

  • Добавить отзыв