Kutlu Ant

Kutlu Ant
Muhterem Ateş

Muhterem Ateş
Kutlu Ant

Takdim

Bir Yazar Bir Eser
Hasan KALLİMCİ
Sözlü kültürü benimsemiş bir milletiz. Konuşmayı çok seviyoruz fakat “okuma ve yazma” ile aramız nedense limoni. Özellikle yazma konusunda çok tembeliz. Bu yüzden nice hatıra, bilgi, efsane, türkü, destan, tecrübe… unutulup gidiyor.
Çok değil yüz-yüz elli yıl öncesine dönelim. Yemen’den Kafkasya’ya, Trablusgarp’tan Balkanlara uzanan o acılı günlerden elimizde ne kaldı? Çanakkale ve İstiklâl Savaşları ile ilgili, bu büyük zaferleri anlatan kaç ciddi eserimiz var? Kaç dört başı mamur film yapabildik? Kaç devlet adamının, kaç sanayicinin, kaç sanatçının hatıratı var? Yarınlara, tecrübe, kültür, sosyal hayat tespitleri… konularında yazılı olarak neler bırakıyoruz?
Bu soruları zihninde taşıyan ve yazmaya uzak duruşumuzun getirdiği ve ilerde yaşatacağı sıkıntıları içinde duyan bir kişi olarak ömür boyu yazdığım gibi, çevremdekilere de yazmalarını teşvik ettim.
Muhterem Musa ATEŞ, ilkokul birinci sınıfta okuttuğum öğrencilerimden biriydi. Yıllar sonra beni arayıp bulduğunda onu; okuyan, araştıran, donanımlı bir kişi olarak tanıdım. Karaçay-Malkar Türklerinden, Kafkasya’dan 20. yüzyılın başlarında Türkiye’ye göç etmiş bir alenin çocuğu idi. Karaçay-Malkar Türkleri, yaşadıkları coğrafya olan Kafkaslarda, 2. Dünya Savaşı yıllarında Ruslar ve Almanlar arasında, 1943 yılında sürgün edildikleri Orta Asya steplerinde, esir kamplarında, Drau Nehri kıyılarında çok acı çekmişlerdi. Bütün bunların yazılması, edebiyatın çeşitli dallarında işlenmesi ve sinema sanatında da sergilenmesi gerekiyordu. Sonra göç dalgası başladı. Türkiye’ye, Suriye’ye, Arabistan’a, Avrupa’ya, Amerika’ya… Birkaç yüz bin ile ifade edilen Karaçay-Malkar Türkleri, sayı olarak çoğunluğu Kuzey Kafkasya ve Türkiye’de olmak üzere yeryüzüne serpilmiş durumdadırlar. Yaşadığı topraklardan, akrabalarından, sevdiklerinden ayrılması insanın ruhunda nasıl onulmaz yaralar açar tahmin edersiniz fakat onu asıl yaşayanlar bilir.
Muhterem Musa ATEŞ, yazmanın bir sorumluluk, bir görev olduğu bilinciyle KUTLU ANT adlı romanını yazdı. İlk eseri, ilk romanı olmasına rağmen başarılı bulduğum bu çalışmasında; Karaçay-Malkar Türklerinin dününü ve bu gününü, Türk tarihini, kültürünü, askeri hayatını kaynaştırarak “yarı bilim kurgu” bir tarzda işledi. KUTLU ANT; Karaçay-Malkar Türklerinin edebiyat sahasında yerini alacaktır.
Muhterem Musa ATEŞ’i tebrik ediyorum. Yaptığımız sohbetlerde onun yazacağı nice eserlerin sancısını çektiğini hissediyorum. Bu tür eserleri okudukça, Karaçay-Malkar Türklerinin içinden nice yazarlar ve sanatçıların doğacağı, nice eserlerin üretileceği umudunu da taşıyorum.
Okuyanlara, yazanlara, üretenlere, üretenleri destekleyenlere; eserleriyle bizimle ilgili ne varsa yarınlara taşıyıp Büyük Türk Milletinin yaşaması yolunda omuz verenlere selam olsun!

Önsöz

Muhterem Musa ATEŞ
Birkaç yıl önce yazar Sayın Hasan Kallimci ile bir telefon görüşmesi yaparken ülkemizde kutlanan Hıdırellez şenliklerinden söz açıldı ve Gökçeyayla Köyü’nde 1971 yılının altı mayısında kutlanan hıdırellez gününü konuştuk. O yıl ilkokul birinci sınıftaydık ve öğretmenimiz Sayın Hasan Kallimci idi. Tüm köy halkının katılımıyla, büyük bir alanda toplanarak at yarışları, güreş, koşu, “kol taş” denilen bir çeşit gülle atma oyunu gibi müsabakalar yapılmış, çok şenlikli bir gün geçirmiştik. Öğretmenimle o güne ait hatıralarımızı telefonda konuştuktan sonra bana; “Köyünüzdeki hıdırellez kutlamalarını yazıp kayıt altına alsan iyi olur.” dedi. Ben de anneme ve babama, onların gençliklerindeki hıdırellez kutlamalarının nasıl yapıldığını da sorarak, bazı notlar aldım. Daha sonra hıdırellez şenliklerini, Türk dünyasında kutlanan nevruz şenlikleriyle birleştirerek daha geniş bir yazı yazmaya karar verdim. Böylece ortaya Kutlu Ant çıktı. Bu kitabı yazarken; İslam öncesi Türk kültürünü, özellikle Karaçay-Malkar Türkleri’nin maddi ve manevi kültürünün tanıtılmasını amaçladım. Bin sekiz yüzlü yılların sonlarında Kuzey Kafkasya’dan Osmanlı topraklarına göç ederek Eskişehir, Konya, Afyon, Tokat, Sivas, Kayseri gibi şehirlere yerleşen; oralardan da Andolu’nun ve dünyanın dört bir yanına dağılan Karaçay-Malkar Türkleri’nin adetleri, düğünleri, şarkıları, atasözleri, masalları vs. kısacası maddi ve manevi kültürü; fazla bozulmadan bugüne kadar korunagelmiştir. Karaçay-Malkar Türkleri’nin köklü kültürü ile konuşulan dilin (Kıpçak lehçesi) binlerce yıl öncesi Türkçe’nin en temiz örneklerinden olması ve zengin yazılı-sözlü edebiyatı bu çalışmada esas kaynağım oldu. Kitapta geçen; Kan Emici Emegen, Saruvbek, Obur, Ağaç Kişi, Eliya, Goriy, Apsatı gibi tabiatüstü varlıklar, Karaçay Türkleri’nin mitolojik kültürünün parçalarıdır. Bu konularda Karaçay Türkleri’nin destan, şarkı, masal, hikaye vb. bir çok yazılı kaynağı mevcuttur. Sözkonusu mitolojik kültür, binlerce yıl öncesinden gelen Türk (Hun) kültürünün yansımasıdır.
Kitapta kullanılan bazı isimlerin orijinal hâllerine eklemeler yaparak yeni kelimeler türettim. Mesela; Dîvânü Lûgati’t-Türk’te “orun” kelimesi mekân, yer, mevkî anlamlarında kullanılmıştır. Aynı eserde “ordu” kelimesi; “Türk kağanların oturduğu şehir” anlamındadır. Karaçay Türkleri bugün de “orun” kelimesini aynen Dîvânü Lûgati’t-Türk’teki yazılışı ve anlamıyla kullanmaktadır. Örneğin; “Orunun bilgen orun alır = Yerini bilen yerini alır” atasözü, Karaçay Türklerinde günümüzde de kullanılır. Ben bu iki kelimeyi yani “orun” ve “ordu” kelimelerini bitişik yazarak, “Orunordu” yaptım ve romanda geçen başkentin ismi oldu. Kitapta bu şekilde örnekler çoktur ve yapılan değişiklikler kelimenin orijinal hâlini çağrıştırıcı niteliktedir.
Bu çalışma ile İslamiyet öncesi Türk hayat tarzı ile birlikte Karaçay-Malkar Türklerine ait bazı inanışları, töreleri ve yaşam biçimini canlandırmaya çalıştım ve bu konu ile ilgili yazılı eserlere bir yenisini eklemek istedim. Ancak hatalar ve eksikler olacaktır.
Bu çalışmamda Sayın Hasan Kallimci hocam, kitabı defalarca okuyup inceleyerek ve gerekli düzeltmeleri yaparak, bana büyük destek verdi, kendisine müteşekkirim.
Yine bu kitabı inceleyerek hatalarımı düzelten, desteklerini esirgemeyen Elbruz Bilim ve Kültür Araştırmaları Topluluğu Başkanı Sayın Profesör Doktor Ufuk Tavkul hocamız ile kitabın basımında büyük emeği olan Sayın Ufuk Tuzman kardeşime ayrıca teşekkür ediyorum.
Aynı şekilde, kitabı okuyarak gerekli düzeltmeleri yapan aile dostumuz Fatma (Mersule) Esas’a, eşim Gülay Ateş’e ve kardeşim Murat Ateş’e de ayrı ayrı teşekkür ediyorum.

    2014-İzmir

Nartlana’dan Orunordu’ya Yolculuk…
Hunnuçay Ülkesi’nin Nartlana Kenti’ndeki Kanglı Tümeni’nde görev yapan Talayhan Tigin, bugünlerde kendini yorgun hissediyordu. Güz ayları gelip de yapraklar dökülmeye başladığında, çocukluğundan beri böyle yorgun ve hüzünlü olurdu. Başkent Orunordu’da yapılacak Güz Kurultayı’na[1 - Kurultay: Eski Türk devletlerinde temel sorunların görüşüldüğü meclis. Kurultay, “kurul” ve “toy” sözlerinin birleşmesinden oluşmuştur. Toy sözcüğü; toplantı, devlet meclisi, bayram anlamlarına gelmektedir.] katılmak için ertesi gün yola çıkılacaktı. Talayhan, bu uzun yolculuğa çıkmak için isteksiz olsa da kurultaya katılması zorunlu olduğundan; yardımcısı ve sütkardeşi Baybatır’a, sabah erkenden yola gidileceğini, araba ve atların yol hazırlığının erkenden yapılması gerektiğini söyledi. Baybatır hemen hazırlıklara başladı. Arabanın dış keçe örtüsü direklere sıkıca bağlandı, tabana da keçe halılar serildi.
Hunnuçay halkının yaşantısını kolaylaştıran bu arabalara, “oturma arabası” veya “keçe arabası” denirdi. Bunlar, atları ve arabalarıyla ünlü Nartlana Kenti’nde yapılıyordu. Bu şehirde hemen hemen her erkek, araba yapım ustasıydı. “Nartlana’da araba ustası bulunmaz, çünkü herkes araba yapmasını bilir.” atasözü yaygındı.
Talayhan’ın yardımcısı Baybatır, askerlerine; “Koyunun kürek kemiğini[2 - Kürek kemiği: Hayvanların ön bacaklarının gövdeye birleştiği kısım.] yanınıza almayı unutmayın! “Kemik falına”[3 - Kemik Falı: Gelecekten ve bilinmeyenden haber verme yöntemi. kürek kemiği falı da olarak adlandırılır. Kemik falının Karaçay-Malkar kültüründe önemli yeri bulunmaktadır. Bu fal için genellikle koyun ve keçiye ait kürek kemiği kullanılır. Falcı kemik yüzeyinde oluşan çizgi ve çatlaklara bakarak değişik kehanetlerde bulunur.] bakmak için gerekli olacak!” dedi. Yol hayli uzundu ve geceleri de yola devam edilecekti. Bu sıralar gece yolculukları da tehlikeliydi. Talayhan da, Islavorus ve Çınakıtay devletleri ile işbirliği yapan haydutların olduğunu biliyordu. Hunnuçay’da bu haydutların bir diğer adı da“amanlıkçı”[4 - Amanlıkçı: Karaçay-Malkar Türkçesinde kötülükçü, haydut.] idi. Nartlana, Islavorus Devleti’nin sınırına yakın olduğundan, haydutların sınırdan Nartlana’ya girip soygun, hırsızlık, yol kesme ve daha birçok tuzak kurabileceklerini düşünüyordu. Talayhan, zırhlı gömleğini, miğferini kılıcını ve diğer pusatlarını almak için karargâhtaki odasına gitti. Henüz tan ağarmamıştı, “Biraz daha dinleneyim” diye düşündü. Yıldız motifli kalın bir keçenin serili olduğu küçük sedirin üzerine uzanır uzanmaz garip bir iç sıkıntısı ile birlikte hemen uykuya daldı. Talayhan rüyasında İlörgi Sarayı’nın Baş Kam’ı[5 - Kam: Hekim, düşünür, ozan, bilgiç, din adamı.] Nartbilgiç’i gördü. Hunnuçay’da bilgeliği ile ünlü Nartbilgiç, başında beyaz başlığı[6 - Başlık: Karaçay-Malkar Türklerinin “çepken bashan” da dedikleri, beyaz kuzu yününün sıcak su ile ıslatılıp ayakla çiğnenerek yapıldığı keçeleşmiş kumaştan dikilen ve iki yanında uzun kanatları bulunan kapüşon şeklinde baş ve boyuna sarılan giysi.] ve üzerinde kara yamçısı[7 - Yamçı: İç kısmı yumuşak keçeden dışı da sert keçeden yapılan soğuk geçirmeyen bir çeşit pelerin. Dışı tüylü olduğu için yağmur tutmaz.] ile Talayhan’ın karşısına dikildi. Nartbilgiç, “Talayhan Tigin! Bu acunda[8 - Acun: Dünya] büyük ve ızdıraplı bir aşkın tutsağı olacaksın! Izdırabın ancak uçmağa vardığın[9 - Uçmağa varmak: Ölmek, ölüp cennete gitmek.] zaman bitecek! Sana ve çok yakında karşılaşacağın Hunbiyçe’ye “hıynı”[10 - Hıynı: Karaçay-Malkar Türkçesi’nde büyü. İnsanlara kötülük yapmak, zarar vermek, sevgilileri birbirinden ayırmak vs. için yapılır.] denilen kara büyü yaptırdılar. Halk düşmanı büyücüler, sevenleri ayırmak, insanların yaşamlarını Tamu[11 - Tamu: Cehennem.] denilen Cehennem’e çevirmek için; bir adı da “hıynı” olan kara büyü yaparlar. Bunu, genellikle Kucurbet’ler kabilesinden çıkan kötü ruhlu kişiler yapar. Bunların hıynıçı, halmeşçi, obur, kımsaçı gibi değişik adları vardır. Bunlar, seninle Hunbiyçe’yi birbirinize kavuşturmamak amacıyla Hunnuçay’da Cek, Yerlik Ruh gibi isimlerle anılan kötülüklerin başçısı Erlik Han’a[12 - Erlik Han: Eski Türk inanışına göre yeraltında yaşayan ve kötülüğü simgeleyen kötü ruh.] hasta ve sakat bir keçiyi boğarak kurban ettiler. Bu halk düşmanı Yerlik Ruh, Göklerin on yedinci katında yaşayan Kayrahan Tanrı tarafından lanetlenerek göklerden kovuldu ve yerin yedi kat altına sürüldü. Hep kötülükler peşinde koşan Yerlik Ruh, kara yerin altında, demirden yapılan kapkara bir sarayda yaşar. Karanlıkların sonsuzluğunda yaşamayı seven kötülükçü Yerlik Ruh, bazen yeryüzüne çıkarak düzeni ve barışı bozmaya çalışır. İşte bu kara büyücüler, kötülükçü Yerlik Ruh ile işbirliği yaptılar. Boğarak öldürdüleri keçinin “kara içegi”[13 - Kara içegi: Karaçay-Malkar Türkçesi’nde hayvanların midesine yapışık olan ve yenmeyen bağırsaklar.] denilen bağırsaklarını ayırarak garip garip dualar okuyup düğümler attılar. Bu kara büyücüler, büyük aşkınıza engel olamayacaklar ama bu dünyada birbirinize kavuşmanızı engelleyecekler”.
Nartbilgiç, İlörgi Saray’ın baş kamıydı, Hekimlik, otaçılık ve ozanlık yapan kamların din adamlığı görevleri de vardı. Hastalarını dualarıyla da iyleştirir, aynı zamanda geleceği okumaya çalışırlardı. Yıllar önce İslavorus ve Hunnuçay orduları arasında geçen Kasavkanlı Savaşı’nda, kahramanca savaşırken İslavorus ordusuna esir düşmüş, İslavorus askerleri ona inanılmaz işkenceler yaptıktan sonra, bir ağaca asıp gitmişlerdi. Talayhan ve askerleri, Nartbilgiç’i gözleri oyulmuş ve vücuduna yüzlerce ok saplanmış halde bulmuşlardı. Nartbilgiç’in bedenine öyle çok ok atılmıştı ki; oklar onun iri yarı vücuduna daha da ağırlık yapmış, asıldığı kalın çam dalı bile eğilmişti. Onu bulduklarında ayakları neredeyse yere değmek üzereydi. Talayhan o günden sonra üç gün üç gece hiçbir şey yememiş içmemiş, bu süre içinde gözüne uyku girmemişti. Nartbilgiç’in vasiyeti vardı; öldüğünde Orunordu’daki Ayterek Ağacı ile Karakoban Nehri’nin arasına gömülmesini, yamçısının ve başlığının da Karakoban’a atılmasını istemişti. Talayhan, Nartbilgiç’in vasiyetini geçmiş yıllardan, yani İlörgi Saray’dan biliyordu. Talayhan baş kamın son isteğinin yerine getirilmesinde öncülük etmişti…
* * *
Talayhan irkilerek uyandı, Nartbilgiç’in konuşmaları kulaklarında çınlıyordu. Yere baktı, göğe baktı; sağa-sola baktıysa da kimseyi göremedi. Aklı karışan Talayhan, sanki karşısında biri varmış gibi konuşmaya başladı. Biraz sonra da bitkin bir halde dışarı çıktı, sütkardeşi Baybatır’a sordu:
– Sen de bazı sesler duydun mu?
–Evet! Az önce odanda sanki biriyle konuşuyordun! Tamamını anlayamadım fakat, ‘Yüreğime od düşecek! Bu acunda sevgilime kavuşamayacağım! Ancak bengü hayatta… Kara Büyü…’ gibi sözler işitir gibi oldum. Son günlerde çok fazla uykusuz kaldık, yorulduk. İnsan böyle olduğunda kulağına garip sesler gelebilir, gözüne garip yaratıklar görünebilir.
Bu durum Talayhan’ın hoşuna gitmedi, gece yarısında gökyüzünü seyretmek için dışarı çıktığında da, bir yıldız kayması görmüştü. Çocukluğunda İlörgi Saray’da duyduğu; “Hunnuçay’da yıldız kayması olduğunda; arkasından uğursuzluk yaşanacağı veya birinin öleceği” ile ilgili hikâyeleri hatırladı, canı sıkıldı…
Tan yeri yeni ağarmaya başlamıştı. Acele yola çıkılması gerekliydi. Baybatır’ın hazırlattığı arabaya dört at koşuldu ve iki asker ile birlikte hemen yola çıktılar. Kentin çıkışına yakın bir sokaktan geçerken, sırtında büyük deri tulumuyla aksaya aksaya giden yaşlı bir kadın ve biraz önde de yine yaşlı bir erkeğin yavaş yavaş yürümekte olduğunu gördüler. Baybatır, arabayı durdurup konuşmak istediyse de vazgeçti. Talayhan’a dönerek sordu;
– Bu saatte bu yaşlı insanların sokakta ne işi var acaba? Hunnuçay’a sonradan gelen bazı ailelerin, Nartlana’nın bu bölgesine yerleştiğini öğrenmiştim, giyim kuşamları da değişik görünüyor. Kadının aksak oluşu ve buna rağmen yük taşıması garibime gitti. Üstelik adam kadının yanında yürümesi gerekirken önden gidiyor. O kadar da dar bir yol değil, Hunnuçay töresine uymayan bir görüntü bu.
– Bana göre de bu iki yaşlı insan Hunnuçay’a sonradan gelip yerleşenlerden olabilirler. Dediğin gibi bu şehirde Hunnuçay’lı olmayan insanlar var. Ülkemizin birçok yerinde Hunnuçay’a başka ülkelerden gelip yerleşen halklar bulunmaktadır, dedi Talayhan ve devam etti.
– Yurdumuzun hemen hemen her yerinde farklı halklar bir arada mutlu bir şekilde yaşamlarını sürdürüyorlar. Aslında bu beni gururlandırıyor Baybatır! Sen de biliyorsun ki, ülkemizdeki farklı halkların konuştuğu çok sayıda lehçe var. Bu yapımız bize güç veriyor, çok renkli bir zenginlik olarak görebiliriz bu durumu. Köklü bir töreye sahip oluşumuzda, bu farklılığın etkisi büyüktür. Komşularımız olan Islavorus ve Çınakıtay devletlerinde kendilerinden olmayan halklara köle muamelesi yapıyorlar. Esirlere bile işkence ediyorlar Baybatır! Oysa bizim yurdumuzda böyle insanlık dışı olaylar hiçbir tarihte görülmemiştir.
– Evet, o ülkelerde tutuk evleri olduğunu duymuştum. Bizim ülkemizin tarihinde böyle bir şey olmamıştır, gerek duyulmamıştır, dedi Baybatır.
– Hunnuçay halkı sonsuza kadar mutlu yaşayacaktır! Buna inanıyorum, dedi Talayhan.
– Bir atlı erkek, yaya bir kadının yanından geçiyorsa attan inerek o kadını selamlaması gerekir mi Tiginim?
Baybatır’ın bu konuları bildiği halde, konuşmayı uzatmak istemesini anlayan Talayhan, “Elbette atından inmelidir. Hem daha kadının yanına tam yaklaşmadan bunu yapmalıdır!” diyerek bu konuyu kapattı. Baybatır yiğit bir komutandı, Orduda, bütün silahları en iyi şekilde kullanabilen, at dörtnala koşarken geriye ok atıp da hedefi saptırmayan keskin nişancı komutanların başında geliyordu. O savaşlarda; aslan gibi yürekli ve kurt gibi kuvvetli oluyordu. Talayhan bu yüzden ona çok güvenirdi.



Talayhan’ın Eski Bir Anısı: Börükaya ile Culduz…
Atlı araba, hızlı bir şekilde dağ yoluna çıktı. Uzun bir süre, belki de akşama kadar bu dağ yolundan gidilecekti. Talayhan yol boyunca korkunç uçurumlara baktıkça, Başkent Orunordu, çocukluk arkadaşı Börükaya ve Kara Sın Uçurumu’nun derinlikleri canlandı gözünde. Börükaya, Orhunuya Eli’nden idi, aynı zamanda Ayçakün Katun’un akrabasıydı. Börükaya ile birlikte at yarışı yaptıkları sırada, ölüm uçurumu kenarında ölümden döndüklerini anımsadı. O gün gök bulanıktı. Kuşlar ve kurtlar çok garip sesler çıkarıyordu. Karakoban Nehri de çıldırmış gibiydi, azgın köpüklerle akıyordu. Tabiatta bir hırçınlık vardı. Sis her yanı kaplamıştı. Talayhan ve Börükaya son anda uçurumu fark edip kendilerini kenara zor atabilmişler, atları ise uçurumun derinliklerinde parçalanıp telef olmuştu. O gün Kam Nartbilgiç, Talayhan’a, İlörgi Saray’da afsunlu sulardan içirmiş, dualar okumuştu. Nartbilgiç olmasaydı bugün belki hayatta olmayacaktı…
Keçeli araba, uçurumlarla dolu dağ yolunda ilerliyordu. Talayhan’ın aklı çocukluk arkadaşı Börükaya ile birlikte geçirdiği günlere takılıp kalmıştı. Börükaya, “cılkı cılı”[14 - Cılkı Cılı: On iki hayvanlı takvime göre at yılı.] da denilen at yılının ılık bir yaz akşamında Talayhan ile vedalaşmak için İlörgi Saray’a gelmişti. Talayhan ile Börükaya arasında şu konuşmalar geçmişti:
– Börükaya bu hâlin nedir? Atın da kan köpük içinde kalmış!
– Buralardan çekip gitmek istiyorum Talayhan! Culduz’un ruhu beni rahat bırakmıyor! Izdırap çekiyorum.
– Uzak diyarlara gidersen bu ızdırabından kurtulabilecek misin? Börükaya şunu unutma: Sevgililerin bedenleri uzaklaştıkça canları-tinleri bir o kadar yakınlaşır. Kaçışın ızdırabını dindirmez! Yaran daha da derinleşir, böyle bir kaçışın sonu hüsrandır!
– Bu söylediğin, “Sevgililerin bedenleri uzaklaştıkça ruhları bir o kadar yakınlaşır.” sözünü yıllar önce bir kurgan[15 - Kurgan: Türk ve Altay kültüründe genelde devlet yöneticileri için yapılan kutsal mezar.] taşının üzerinde okumuştum. Çok şaşırdım şimdi, dedi Börükaya.
– Aklıma şu anda geldi, benim kendi düşüncem bu Börükaya! Benzer sözler de okumuş veya duymuş olabilirsin. Demek ki benimle aynı şekilde düşünen birileri varmış!
–Talayhan! Yüreğim yanıyor. Culduz’u öldüren kardeşini ve ailesini düşünmek, bana çok acı veriyor. Onu bana yâr etmediler. Buralardan çok uzaklara çekip gitmeliyim. Onların hiç bir şey olmamış gibi bu dünyada yaşamaya devam etmelerini kabullenemiyorum!
Talayhan şaşırmıştı; “Anlayamadım! Öldüren kardeşi de ne demek? Bir insan kız kardeşini öldüremez! İnsan kızkardeşine nasıl kıyar Börükaya? Senin bir yanlışın olmalı!”
–Bu güne kadar ne sen sordun bu konuyu, ne de ben anlattım! Yüreğimde taşıdığım bu acıyı kimse ile paylaşmadım. Sen kan kardeşimsin Talayhan! Artık bu acı dolu hikâyemi sana anlatmalıyım.
Talayhan, Börükaya’nın biraz dinlenmesi gerektiğini düşünerek;
– Şimdi yorgunsundur, içeri geçelim! Bir çamçak[16 - Çamçak: Ağaçtan oyularak yapılmış kulplu su kabı.] kımız sana iyi gelir. Konuşup dertleşirsek belki buralardan uzaklaşma fikrini değiştirirsin!
Börükaya, İlörgi Saray’ın dışında konuşmak istediğini daha sonra da vedalaşıp gideceğini söyledi. Talayhan, muhafızlara Börükaya’nın atını almalarını söyleyerek;
– O zaman, seninle Karakoban Nehri boyunca yürüyelim ve orada konuşalım, dedi.
Birlikte İlörgi Saray’dan çıktılar. Börükaya acı dolu bakışlarla anlatmaya başladı:
“Biliyorsun, Kasavkanlı Savaşı’na seninle birlikte katıldık. O savaşta ağır yaralanmıştım. Yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmeyen arkadaşım Malkarbiy de benim gibi yaralıydı. O, Çegembay Eli’ndendi. İkimiz, güçlükle sarp ormanların arasındaki bir mağaraya sığınmıştık. Benim yaram daha ağır olmalıydı ki kendimden geçmişim, sonrasını hiç hatırlamıyorum. Malkarbiy daha dayanıklıydı, bu yüzden kolay pes etmemişti. Hayatta kalabilmek için mağaranın yanından geçen bir dağ keçisini avlamış. Hayvan iç yağının, insan vücudundan akan kanı çok kısa sürede durdurduğunu biliyormuş. Bildiğim kadarıyla babası atasagun[17 - Atasagun: İslamiyet öncesi Türk dilinde doktor, hekim.] annesi de kemik kırık-çıkık tedavisi eden bagıvçu[18 - Bagıvçu: Karaçay-Malkar Türkçesinde doktor, hastalıklarda geleneksel yöntemleri kullanmasını bilen hekim.] imiş. Kemik kırık-çıkık tedavisi yapanlara ‘sılavçu amma’ dendiği için annesine de ’Sılavçu Amma’ derlermiş. Annesi aynı zamanda kadınlara doğum da yaptırıyormuş.
Malkarbiy, anne ve babasından çok şey öğrenmiş olmalıydı. Avladığı dağ keçisinin iç yağı ile yaralarımızdan sızan kanı hemen durdurmuş ve mağaranın içindeki afsunlu sudan içirerek beni hayata döndürmüş. Kendisi de iki gün boyunca avladığı hayvanın etini yemiş. Çam sakızı ve ağaç kovuklarından topladığı balın peteklerini birbirine karıştırarak yaralarımızı sarmış. Ben tam iki gün kendime gelememişim.
Günler sonra kendimi Çegembay Eli’nde, Malkarbiylerin evinde bulmuştum. Vücudumdaki yaralarımın sızlamasıyla gözümü ilk açtığımda, karşımda sadece ela gözleri gördüm. Seslerden odanın kalabalık olduğunu anlıyordum ama gözlerim sadece bu iki ela gözü görüyordu. Diğer kişilerin sadece seslerini duyabiliyordum. O an gözlerimi kaybettiğimi düşündüm. Yanıbaşımda sesinden tanıdığım Malkarbiy’e yavaşça, ‘Karşımda sadece bir çift ela göz görüyorum, başka hiçbir şey göremiyorum, bana mı öyle geliyor? Gözlerimden mi yara aldım ben?’ diye sordum. Malkarbiy gülerek ‘Göğsümden ağır yaralandığımı, gözlerimin sağlam olduğunu; savaşta çok kan kaybettiğim için böyle olduğumu, çok yakında düzeleceğimi’ söyledi. Yavaş yavaş odadaki insanları seçmeye başladım. Biraz sonra o ela gözleri, güneşe benzeyen bir yüzde gördüm. Sonra bu yüzdeki iki yay kaşı, masum ve süzgün bakışları, inci gibi dizilmiş dişleri fark ettim. Eşsiz bir güzellik başımı döndürmeye başlamıştı. Göğsümdeki yaralarım da çok acı veriyordu; vücudumun ateşler içinde yandığını, yaralarımdan kan sızdığını hissediyordum. Birden gözlerim karardı, o güzel yüz bir anda yok oldu, hiçbir şey göremez oldum.
Sonrasında, ‘Malkarbiy! Güneş yüzlü kız, bir anda göklere uçup gitti, ne olur getirin onu! O gelmez ise ben iyileşemem! O gelmez ise beni Karakoban Nehri’ne atın!’ diye bağırmış ve kendimden geçmişim. Bir hayli zaman sonra tekrar kendime geldiğimde güneş yüzlü kız yine karşımdaydı. Hemen ayağa kalkmak için çırpındıysam da yapamadım. Demek ki Malkarbiy’in dediği gibi çok kan kaybetmiştim, vücudumda derman kalmamıştı. Malkarbiy, ‘Culduz benim yeminli kızkardeşimdir. Biliyorsun bir erkek, akrabası olmayan bir kızı kardeş ilan ederse, ömür boyu kız kardeşi gibi görürse artık onun bir yeminli kızkardeşi vardır. Yeminli kızkardeşe biz antlı egeç[19 - Antlı egeç: Karaçay-Malkar kültüründe bir erkeğin akraba olmadığı halde bir kızı kardeş ilan etmesi geleneğidir.] deriz. Culduz, El’imizin en güzel kızıdır. Sana geçmiş olsun demek için geldi!’ diye kızı tanıttı. Malkarbiy o an, bana iyilik ediyordu kendince, oysa bir ömür sürecek büyük bir yangının içine atıyordu beni. Fakat ne bilsin ki Culduz ile benim daha bu acunda iken Tamu’yu yaşayacağımızı…
Culduz’u Çegembay Eli’nde böyle tanıdım. O günden sonra güneş yüzlü o kızdan başka hiçbir şey düşünemez oldum. Geceleri gökyüzüne baktığımda yıldızların arasında Culduz’un yüzünü görmeye başlamıştım. Bu benim savaşta yaralanmamdan, sayrılı[20 - Sayrı: Hastalık] olmamdan dolayı gördüğüm bir sayıklama ya da rüya olup olmadığını bilemiyorum. Yaralarımı tedavi etmek için ak saçlı, ak sakallı bir kam çağırmışlardı. O bana; ‘Gökyüzüne bakınca ne görüyorsun?’ diye sormuştu da, şaşırıp kalmıştım. Acaba ben kendi kendime konuşuyordum da, onu mu duymuştu diye şüpheye kapılmıştım bir an. Bana birden böyle sorunca gizleyemeyip utana sıkıla; ‘Culduz’un yüzünü yıldızların arasında gördüğümü, bana acı acı gülümsediğini’ söylemiştim. O an, Ak Sakallı Elkırgan Kam’ın yüzü gerilmiş, derin bir düşünceye dalmıştı. Başka hiçbir şey sormadan da çıkıp gitmişti. Kam, birkaç gün sonra yine gelmişti, yüzünde yorgunluk ve keder vardı. Oda kalabalık olduğu için Yaşlı kam, Malkarbiy’e bizi yalnız bırakmalarını söyledi. Kamın neler söyleyeceğini merak ediyordum. Odada ikimiz kalınca Elkırgan’ın yüzü daha da kederlenerek, ‘Yiğit Börükaya! Şimdi anlatacaklarım seni üzecektir, lakin ben sana bunları anlatmalıyım!’ dedi. Anlatacaklarını merak etmeme rağmen, nasıl böyle konuştum bilmiyorum, ona şunları söylemiştim: ‘Bana göre kamlar insanları sağlığına kavuşturmak için çalışmalılar, oysa sen benim üzüleceğimi söylüyorsun! Görüyorsun ki ben büyük bir savaştan yaralı olarak kurtulmuşum. Geleceğe dair bilgiler verdiğinizi söylediler ama ben bu bilinmeyen gelecekten, anlatacaklarınızdan pek anlamam ve bunlara göre de yaşayamam. Geleceği Göktanrı’dan başka bilen de yoktur değil mi?’ Bu sözlerim üzerine Elkırgan sessizce yanımdan ayrıldı. Doğrusu ona böyle davrandığıma üzüldüm. Ben nedense, bu yaşıma kadar kamların her söylediğine inanmadım. Daha doğrusu gelecekten haber vermeleri bana gülünç geliyordu. Geleceği Göktanrı’dan başka kim bilebilir ki? Tedavi yöntemlerini bildikleri için onlara saygı duyuyordum ama dediğim gibi yanlış bulduğum çok şeyler de vardı.
Malkarbiy’lerin evinde hızla iyileşiyordum, hatta buraya geldiğimin üçüncü gününde evin hemen arkasındaki ormanlık alanda kısa bir yürüyüş bile yapmıştım. Malkarbiy ve ailesi sağ olsunlar, Çegembay Eli’nde bana çok iyi baktılar. Bu El’in çok konuksever bir halkı vardı, buraya daha önce de gelip gitmiştim. Sağlığıma kavuştuktan sonra memleketime birkaç günlüğüne uğrayıp sonra da ordudaki görevime dönecektim. Çegembay’dan ayrılmadan bir gece önce gençler bir toy[21 - Toy: Düğün, şölen, ziyafet] düzenlediler, tabi bu benim için yapılıyordu. Malkarbiy Culduz’u oraya getirtti, gecemiz belli ki güzel olacaktı.
Toy, avludaki ateşin etrafında, savaşa gidecek erkeklerin sevgilileriyle vedalaşmasını anlatan oyun ile başladı. O gece Culduz her ne kadar neşeli görünmese de sabaha kadar yapılan tüm oyunlara kalktı. Bazen istemediği halde onu ısrarla dansa kaldırıyorlardı. Çok güzel dansediyordu; güzelliği, zarafeti ve asaleti o gece bir kat daha büyüledi beni. Culduz, Hunnuçay’da oynanan oyunlarımızı çok iyi biliyordu. Bu arada Ak Sakallı Elkırgan Kam ile aramızda geçen konuşmalar da aklımı kurcalayıp duruyordu, ona haksızlık yaptığımı düşündükçe üzüntüm artıyordu. Acaba anlatacakları neydi? Konuşmasına engel olduğum için kendime kızıyordum. Elkırgan, belki Culduz hakkında konuşacaktı. Ak Sakallı Kam bana, ‘Gökyüzüne bakınca ne görüyorsun?’ diye sorduğunda; bir şeyler söylemek istediğini düşünmeden onu susturmuş ve üzmüştüm. Ben sadece düşüncemi anlatmak istemiştim ama zamanını doğru seçememiştim. Oysa misafirdim, üstelik yaralıydım. Beni tedavi etmeye gelen bir kam’a böyle davranmamalıydım.
O gece benim için düzenlenen toy sabaha kadar sürdü, gece yarısından sonra hava iyice soğuyunca, içeriye geçtik. Eğlence geniş odalı evlerde devam etti, oyunlar oynandı. Bu arada ben Culduz ile konuşmaya çalışıyordum. Daha doğrusu o gizemli sesini duymak istiyordum. Hüzünlü bir hâli vardı, genellikle susuyordu ve kısa konuşuyordu. Bir ara Malkarbiy’i dışarıya çağırıp; ‘Bu kız çok acı çekmiş gibi duruyor, sebebi ne olabilir?’ diye sordum. Malkarbiy de, ‘O annesiz büyüdü, yani üvey annenin elinde zor bir yaşamı oldu. Umut ediyorum ki senin sevgi dolu yüreğin Culduz’un bu haline iyi gelir,’ dedi. Ertesi gün sabah erkenden Çegembay’dan ayrılırken aklımı ve yüreğimi Culduz’un o güzel yüzündeki mahzun bakışlı ela gözlerinde bırakıyordum…
O günden sonra Çegembay Eli’ne sık sık gittim. Tabi ki hep Culduz’u görmek için gidiyordum. Her gidişimin dönüşü acı veriyordu bana. Maymun Yılı’nın[22 - Maymun Yılı: On iki hayvanlı takvimde bir yıl adı. Mesela bu takvime göre; 2016 yılı Maymun Yılı’dır, bir sonraki Maymun Yılı 2028 yılına tekabul ediyor.] Karakış[23 - Karakış Ayı: Aralık ayı] ayında yine Çegembay Eli’ne, Malkarbiyleri ziyarete gitmiştim. Gece gelen misafirler arasında Yaşlı Elkırgan da vardı. Ben daha önce aramızda geçen konuşmalardan dolayı Elkırgan’a karşı mahcup idim. Malkarbiy, Culduz’u yine benimle görüştürmek için çağırtmıştı ama gelmedi. Ben kızın gelmesini Elkırgan mı önledi diye düşünürken o, yanıma gelerek yaralarımın iyileşip iyileşmediğini sordu. Çok iyi olduğumu söyledim ama Elkırgan ısrarla bana; ‘İyi değilsin! Sanki yüreğinden kan damlıyor, yüreğindeki yara hiçbir zaman iyileşmeyecek gibi görünüyor!’ dedi. Ben yine neye uğradığımı şaşırdım fakat bir şey diyemedim. Sonra yine bana Culduz’un gelmeyeceğini, onun da bu gece ateşler içinde hasta yatağında beni sayıkladığını söyledi. Elkırgan sanki gözüyle görmüş gibi, ‘Dün gece Culduz’ların evlerinin tepesinde bir baykuş sabaha kadar öttü. Culduz’un babası, evinin temelini yaparken, bir kara taş kullanmıştı. Bu taş o eve hep uğursuzluk getirdi. Culduz’ın annesi de daha dün sabahın erken saatinde komşusuna ocaktan ateş vermiş. Sabahları birine ateş vermek uğursuzluktur bunu bilir misin? Bunların hepsi o eve gelecek felaketlerin habercisiydi Börükaya!’
Elkırgan bana bunları anlatıyordu ama, ben yine onun kafası karışmış diye düşünüyordum. Culduz o gece aniden hastalanmış, sabaha kadar ateşler içinde kıvranmış, bu yüzden Malkarbiy’lere gelememişti. Eğer Culduz o gece gelseydi, evdeşim olması için ondan söz alacaktım. O da bunu biliyordu. Bana, ‘Kırk gün sonra Çegembay Eli’nde bir av töreni yapılacak, akşamında da büyük bir toy-şölen olacak, o gün gelebilirse gelsin!’ diye haber göndermiş.
Ertesi gün erkenden Malkarbiy ile vedalaşarak atıma atlayıp yola çıktım. Hava oldukça soğuk idi. Gün ortasına doğru Çegembay Dağları’nı güçlükle aşmaya çalışırken bir duman kokusu aldım. Merak edip yaklaştığımda bir mağaradan dumanlar çıktığını gördüm. Mağaraya gittiğimde Ak Saçlı Elkırgan ile karşılaştım ve büyük bir şaşkınlık geçirdim. Daha dün gece Malkarbiy’lerin evinde birlikteydik. Buraya nasıl gelebilmişti bu yaşlı adam? Aklımı yitirmek üzere olduğumu düşündüm, içimi korku kapladı. Elkırgan, “Sölgentaşlık Mağarası’na hoş geldin” diye davet edince içeriye girdim. Mağaranın içi temizdi. Üst kısımlardaki küçük deliklerden sızan ışık içeriyi aydınlatıyordu. Dip tarafta, tomruklardan örülmüş ve sarı toprak ile sıvanmış iki büyük sedir vardı. Bu sedirlerin üzeri kartal ve geyik desenli keçe halılar ile örtülmüştü. Yan duvarlarda da yine geyik, boğa, dağ keçisi ve at desenli keçe halılar ve hayvan postları vardı. İki sedirin arasında ise işlenmiş koyun derisinden kürkler ve deri elbiseler asılıydı. Belli ki Elkırgan, burayı da mesken tutmuştu. Yaşlı Kam, oturup biraz dinlenmemi istedi. ‘Akşamdan sonra, bu karlı dağlarda yolculuk yapılmasının tehlikeli olduğunu, biraz ilerideki Kökboyunlu Geçidi’ni aşmamın çok zor olduğunu, mağarada geceleyebileceğimi, yeteri kadar yatacak yer, örtü ve yiyeceğinin olduğunu’ söyledi. Çok geçmeden kar da yağmaya başlamıştı. Hemen ardından boran ve fırtına göz gözü görmez hale getirdi. Elkırgan, ‘Artık yola çıkmamın mümkün olmadığını, beni misafir edeceğini’ söyledikten sonra, dışarıda kalan atımı bitişikteki diğer mağaraya götürdü. Ben mağaranın duvarlarına kazınmış savaş arabalarını, kartal ile avlanan avcı ile geyik ve at resimlerini inceliyordum. En çok dikkatimi çeken, ‘aşık kemiği[24 - Aşık kemiği: Koyun, keçi gibi çift tırnaklı hayvanların arka ayaklarının diz bölgesinde bulunan kemik. Aşık kemiği ile oynanan aşık oyunu tarihi bir Türk oyunudur. Türklerin yaşadığı coğrafyalarda bugün dahi oynanmaktadır.] oyunu oynayan biri kız, biri erkek iki gencin resmiydi. Aşık kemikleri taşın üzerine o kadar güzel işlenmişti ki gerçeğinden ayırt etmek imkansızdı. Sanki dağ keçisinin aşık kemikleri alınmış, buraya yapıştırılmıştı. Resmin altında, ‘İskitaylı Aşkuzuk’ yazıyordu. Elkırgan içeri girince sordum; ‘Bu kaya resminin altındaki yazı, resmi yapan sanatkâr kişinin adı olmalı.’ diye sordum. Elkırgan da; ‘Evet öyle olmalı, herkes öyle biliyor, ben de senin kadar biliyorum. Bakıyorum hayran kaldın yerime! Sen bir de mağaranın tavanına bak!’ dedi. Heyecanla baktım; bir kadın resmi işlenmişti mağaranın tavanına. Bu resimdeki yüz Culduz’un yüzüydü. Hemen yanına bir yıldız resmi kazınmıştı. Yıldızın ve kadın resminin hemen altında da şu yazı vardı: ‘Maen Şulpaen! Utukün edgeç!’ Bu yazının anlamını yine Kam Elkırgan’a sordum, ‘Ben Çolpan Yıldızı![25 - Çolpan Yıldızı: Merkür’den sonra Güneş’e en yakın olan Venüs gezegeninin adıdır. Güneş doğmadan ve Güneş battıktan sonra görüldüğü için Tan yıldızı, Sabah Yıldızı ve Akşam Yıldızı da denir. İslamiyet öncesi devirlerde Türkler bu yıldızı Tanrının lutfu gibi kabul etmişlerdir.] Güneşin kızkardeşi!’ demektir dedi. Birden gözlerim karardı, vücudumun soğuduğunu hissettim. Mağarada her şey dönüyordu, ayakta zor tuttum kendimi…
Biraz önce de anlattığım gibi; birkaç yıl önce yaralanıp da Malkarbiylerde tedavi görürken, geceleri gökyüzüne baktığımda, Çolpan Yıldızı’nın yanında Culduz’un yüzünü görmüştüm. Şimdi yıldızlardan daha güzel olan Culduz’un yüzünü, mağaranın tavanında görüyordum. O güzel yüz, mucizevi bir şekilde taşlara kazınmıştı. Yaşlı Elkırgan’a, ‘Bu kızın resmi nasıl işlenmiş buraya?’ diyecek oldum ama konuşacak gücüm kalmamıştı. Hâlimi gören Kam Elkırgan konuşmaya başladı:
‘Sana sadece kızın yüzünün yanındaki yıldız hakkında biraz bilgi verebilirim! Yıldızdaki her köşenin bir anlamı var. Yıldızın köşeleri; yeri, göğü, havayı, ateşi, suyu ve toprağı simgeliyor. Ayrıca ortadaki boşlukta da güneş var. Yine her köşe ayrı birer yıldızı, bu yıldızların her biri de demiri, altını, gümüşü, bakırı ve adını hatırlayamadığım iki madeni temsil ediyor. Şimdilik bu kadar yeter! Bir zamanlar sana; ‘Şimdi anlatacaklarım seni üzecektir, lakin ben sana bunları anlatmalıyım!’ dediğimde konuşmama izin vermemiştin! Bugün, sana söyleyeceğim şeyler için sen kendi ayaklarınla buraya geldin! Bu resimler ve yazıların bu taşlara ne zaman kazındığını kimse bilmez, çok eskilere dayanır. Şimdi anlatacaklarımı iyi dinle! Misafirimsin, seni üzmek istemezdim. Başına gelecekleri yaşayarak da göreceksin ama bazı şeyleri sana anlatmakta daha da geç kalmamam gerekiyor. Yoksa hastalara şifa dağıtan ellerimde sihir kalmayacak. Börükaya! Umarım, bunları sana söylediğim için beni düşman gibi görmezsin! Çegembay Eli’nde görüp sevdiğin kız, yani Culduz seni sevmektedir. Senin de yüreğin yanıyor, kavruluyor biliyorum. İşiniz çok zor; kavuşmanız imkânsız görünüyor. Bu yıl, bu elde bir uğursuzluk var nedense! Gelinlik kızlar ve genç yiğitler yitip gidiyor. Bilebildiğim kadarıyla; sevdiğin kızın çok yakını, belki babası, belki de erkek kardeşi Culduz’u öldürecek! Sen ise ömrünün sonuna kadar onun yasını tutacaksın. Evlenip çoluk çocuğa karışsan bile bu acıyla yaşayacaksın. Culduz’un senin yüreğine verdiği acıyı hafifletmek için kendini dağlara taşlara vuracaksın! Karşılaştığın kişilere, hatta çocuklara bile bu aşkını anlatacaksın! Culduz sana bir gümüş kama hediye edecek. Hayatında tek değer verdiğin şey bu kama olacak! Sakın ola ki onu kınından çıkarma!
Öyle görünüyor ki bu ülkeden uzaklaşıp dünyanın öbür ucunda yaşamayı da deneyeceksin. Culduz, öleceği günden birkaç gün önce kendinden küçük kız kardeşi Külsünay’ı seninle evlendirmeleri için ailesine yalvaracak, vasiyet edecek! Ama ailesi onun hiçbir isteğini kabul etmeyecek. O çok genç yaşta bu acundan göçüp gidecek, lakin binlerce yıl sonra bile büyük aşkınız dillerden düşmeyecek, türkülerde yaşayacak…’
Elkırgan’ın anlattıkları ne kadar sürdü bilmiyorum, güneşin ilk ışıkları mağaranın kapısından içeriye sızmaya başlamıştı. Geceyi nasıl geçirdiğimizi anlayamadan sabah oluvermişti. ‘Artık yola çıkmam gerektiğini’ söyledim. Sölgentaşlık Mağarası’nın üst kısmındaki yıldıza ve Culduz’ın yüzüne son kez bakarak çıktım. Oradaki ‘Maen Şulpaen! Utukün edgeç!’ yazısı daima aklımda kalacaktı. Culduz’un güzel yüzünün aynısını ve altı köşeli yıldızı bu gizemli mağaraya işleyen efsanevi sanatkâr kişi, o yazıyı yıldız için mi, yoksa Culduz’umun yüzü için mi yazmıştı? Bu, sonsuza kadar cevapsız kalacak bir soruydu.
Ben bu yazıyı düşünürken, iki yıl önce Çegembay Eli’nde, Elkırgan’ın bana söylediği: ‘Gökyüzüne bakınca ne görüyorsun?’ sözü aklıma geldi, bu soruyu neden sormuştu Elkırgan Kam? Bunu da öğrenemeyecektim… Elkırgan Kam atımı getirdi, yanak kayışlarına da boncuklar takmıştı. ‘Atımın dizginlerini ve kantarmasını[26 - Kantarma: Atların zaptedilmesi amacıyla ağızlarına yerleştirilen ve her iki ucuna dizginin bağlandığı metal parça.] değiştirdiğini, bunların sihirli olduğunu, atıma ve bana uğur getireceklerini’ söyledi. Hunnuçay’da ‘kak et’[27 - Kak et: Karaçay-Malkar Türklerinde genellikle kış mevsiminde tüketilmesi amacıyla, tuzlanarak gölgede kurutulan et.] denilen kurutulmuş etten, bir deri torbaya bolca koyduktan sonra ‘Dikkatli git! Gideceğin yöndeki Çınaçıklı Dağları’nı çok kar tutar. Aç kurtlar o dağlarda sürüler halinde dolaşır. Kökboyunlu Vadisi de tehlikelidir, kan emici Emegen’ler ve Saruvbek’ler zaman zaman bu karanlık vadiyi mesken tutarlar. Bu korkunç yaratıklar nehirlere ve göllere girdiğinde kuyruğunu hafif kımıldatsa bile sular ikiye yarılır. Çok korkunç bir sesi vardır, onun sesini duyan hamile canlılar anında düşük yaparlar. Bazıları ağzını bulutlara kadar açabiliyor, göklerde dolaşabiliyor. Göklerde dolaşanların adı Celmavuz’dur. Çok büyük bir yaratık olan Celmavuz acıktığında veya kızdığında gökteki Ay’ı bile yutuveriyor. Gerçi benim taktığım boncuklar ve afsunlu kantarma bu güzel atının üzerinde durdukça, seni de atını da kötülüklerden koruyacaktır. Yine de dikkatli ol. Kırk gün sonra yine görüşeceğiz, yolun açık olsun!’ diyerek uğurladı. Oradan ayrılırken içimi bir hüzün kaplamıştı. Elkırgan’ın söyledikleri aklımı allak bulak etmişti. Elkırgan’ın; ‘Binlerce yıl sonra bile büyük aşkınız dillerden düşmeyecek, türkülerde yaşayacak!’ sözlerini çocukluğumda masallarda duymuştum. Yaşlı Kam, belki bana masal anlatmıştı. ‘Belki o da aşk acısı yaşayıp aklını yitirmiş biridir!’ diye düşünerek yola çıktım.
Elkırgan Kam da, Culduz da kırk gün sonra görüşebileceğimizi söylemişlerdi. İkisi de bana aynı süreyi nasıl vermişlerdi? Culduz ve Elkırgan kırk günlük sürede anlaşmış olabilirler miydi? Karmakarışık düşünceler içinde, karlı dağları aşarak doğduğum köy Orhunuya’ya vardım. Bekleyecektim… Benim için kırk günlük bir zaman çok uzundu; önümdeki uzun ve zor günleri geçirmek için hemen hemen her gün ava çıktım. Çok sık avlandığım için, Av Tanrısı Apsatı’yı da kızdıracağımdan korkuyordum.
Bana kırk yıl gibi gelen bu sürenin sonunda Culduz’u görmek için Çegembay Eli’ne yola çıktım. Çok soğuk bir hava vardı, bu kadar soğuk bir havada karlı dağları aşmaya kalkmak delilikti. Elkırgan Kam’ın atıma bağladığı boncukların ve “sihirli kantarmanın” kötülüklerden koruyacağına kendimi inandırmaya çalışıyordum. Yorucu bir yolculuktan sonra akşamüzeri, Çegembay’a girmeme yakın, yolda yine Yağız Atlı Elkırgan ile karşılaştım. Bu durum hiç hoşuma gitmedi açıkçası. Oldukça üzgün bir ses tonuyla beni selamladı. Onun tavrından, kötü şeyler olduğunu hissederek, ‘Elkırgan, nedir bana söyleyeceğin? Şimdiye kadar bana hep uğursuz haberler verdin! Şimdi yine öyle mi olacak?’ diye sordum. Elkırgan’ın sesi kısılmıştı adeta, ağlamaklı bir sesle söze başladı. ‘Börükaya! Şimdiye kadar söylediklerim olacaklarla ilgiliydi! Anlattıklarım sana masal gibi geliyor, biliyorum. Şimdi, olanları anlatmak için buradayım. Ben sana daha önce de Culduz ile kavuşamayacağınızı söylemiştim. O gece, sen Culduz’a, evdeşin olmasını söyleyecektin; Kız da evdeşin olmak için söz verecekti. Culduz zaten senin geleceğini biliyordu. Akşam yapılacak olan şölene katılarak seninle görüşmek istiyordu. Tam evden çıkmaya hazırlanırken, durumu öğrenen erkek kardeşi, kızın çıkmasına engel olmak istemiş. Orada, sizi kıskananların da kışkırtmasıyla, kardeşi, Culduz’un kaburgalarını kırmış. İşte Culduz’un ölüm nedeni bu olacaktır.’ Elkırgan Kam ne kadar da uğursuz biriydi! Yıllardır bana felaket çağırmaktan başka bir şey yapmamıştı. O anda, aklımdan Elkırgan Kam’ın kafasını kılıcımla koparmak geçtiyse de, kendimi tuttum.
Culduz o geceden sonra yataklara düşmüş, kırılan kemikleri bir türlü iyileşmek bilmemiş. Baksılar[28 - Baksı: Geleneksel yöntemlerle halk hekimliği yapmanın yanı sıra; büyülü sözlerle kötü ruhları kovmak, din adamlığı, ozanlık gibi görevleri olan kişi.] kartkurthalar,[29 - Kartkurtha: Karaçay-Malkar Türrkleri’nde akıllı, tecrübeli, herhangi bir sorun olduğunda danışılan, bilgiç, yaratıcı özellikleri olan kadınlara verilen ad. Kartkurthalar aynı zamanda kemik kırık ve çıkıklarını da tedavi eder.] atasagunlar ve otaçılar[30 - Otaçı: Çeşitli bitkilerle hastalıkları tedavi eden kişi. Eczacı, hekim anlamlarında da kullanılır.] onun derdine aylarca çare aramışlar. Culduz, öleceği günden bir gün önce annesini yanına çağırarak, kendinden küçük kız kardeşi Külsünay’ı benimle evlendirmelerini istemiş. Bu Culduz’un son vasiyeti olmuş!”
Aşk acısı ile dolu hikâyesini uzun uzun anlatan Börükaya, bir süre bakışlarını ufka çevirerek öylece durduktan sonra;
– İşte böyle Talayhan Tiginim! Bana onu yâr etmek istemeyen kötü niyetli kişiler, belki de kara büyücüler Culduz’un ölümüne neden oldular. Uzun süredir anlattığım bu acı dolu hikâyem de bitti. Ben uzak diyarlara gideceğim, sana veda etmeye gelmiştim. Burada çok uzun kaldım, hoşça kal, deyip gitmişti.
* * *
Börükaya’nın yıllar önce yaptığı bu konuşma Talayhan’ın aklına takılıp kalmıştı. Uçurumlarla dolu yol boyunca Börükaya ile Culduz’un aralarındaki bu kara sevdayı düşündü. Kızın ölüme gidişi, Börükaya’nın anlattıkları ve onun yitip giden hayatı gözünün önünde canlanıp duruyordu. Bu acı dolu hikaye, Talayhan’ı derin düşüncelere sokmuştu…
Orunordu ile Nartlana arası yedi günlük yol idi. Atlı araba, Nartlana’dan Orunordu’ya gelirken Hunnuçay’ın birçok kent, köy ve kasabalarından geçecekti. Talayhan’ın içinde ayrı bir sıkıntı daha vardı. Aklı, Nartlana’dan çıkmadan önce Nartbilgiç’in söylediklerinde idi. İç sıkıntısının etkisiyle geçtiği yerlerdeki güzelliklerin farkına bile varamıyordu. İkinci gün sıkıntısı azaldı. Yemyeşil köylerden, kentlerden geçtikçe, dağları nehirleri aştıkça morali düzeldi. Geçtikleri yerlerde ülkesinin büyüklüğünü gösteren; yazılı, resimli ve tamgalı[31 - Tamga: Bir şeyin üzerine basılan nişan, mühür, işaret. Ön Türklerin tarih boyunca iletişim aracı olarak kullandığı bu semboller; Türk etnolojik tarihini oldukça aydınlatıcıdır. Tamgalar mağara duvarlarında, kaya resimlerinde, topluluk, boy, soy ve ailelerin tanıtılmasında, at, sığır, koyun gibi hayvanların vücütlarının değişik yerlerinde, mezar taşlarında, kilim ve halılarda, at koşum takımlarında, heybe ve çuvallarda, ziynet eşyalarında, evlerin kapı ve duvarları gibi pek çok yerde kullanılmış ve halen daha da kullanılmaktadır. Örnek olarak, Orhun Yazıtları’ndaki Göktürk Harfleri’ni tamga olarak değerlendirebiliriz. Aynı şekilde Karaçay-Malkar Türkleri’ndeki sülale tamgalarının maddi ve manevi kültürdeki etkisi günümüzde de devam etmektedir.] taşları görmek onu rahatlatıyordu.
Arabanın sürücüsü Kumukbek Onbaşı, yanındaki arkadaşına sessizce sordu;
–Bu taşlardaki resim, tamga ve yazıların anlamı ne olabilir ki?
Talayhan soruyu duymuştu. Kumukbek’in bunu bilmediğine şaşırdı, “Öylesine arkadaşını konuşturmak için sordu galiba,” diye düşündü. Talayhan yine de Onbaşı Kumukbek’e açıklama yaptı;
–Kumukbek! dedi. Bu taşlara işlenmiş “buv”[32 - Buv: Karaçay-Malkar Türkçesinde erkek geyik.] denilen erkek geyikler ve “acir”[33 - Acir: Karaçay-Malkar Türkçesinde erkek at, yılkıyı yöneten aygır.] denilen erkek at kabartmaları, yazı veya diğer işaretler milletimizin büyüklüğünü gösterir. Aynı zamanda bazı yazı ve şekiller; yolcuların gidecekleri yerlere kaybolmadan ulaşması ve rahat hareket etmesi içindir. Tamga dediğimiz işaretler de aslında iletişim için kullanılıyor. Hunnuçay’da boyların-sülalerin kendilerine ait tamgaları vardır. Sürülerimizi, atlarımızı hatta at koşum takımlarımızı dahi tamgalıyoruz ki karışıklık yaşanmasın.
Onbaşı Kumukbek, Talayhan’ın bu açıklamasından hem memnun, hem de mahçup olmuştu. Üstelik onun bu bilgili komutanı tigin[34 - Tigin: Türklerde kağanın oğlu, şehzade, prens.] idi, gelecekte kağan olacaktı. Kumukbek, Hunnuçay’ın sanatkâr yazıtçılarının ve bilgiçlerinin taşlara kazıdığı bu resimleri, kaya yazıların ve tamgaların anlamını arkadaşına sorduğu için komutanından utanmıştı. Onbaşı, “Keşke sormasaydım! Şimdi benim hakkımda; ‘On sekiz-yirmi yaşlarında bir Hunnuçay’lı memleketini iyi tanımalıydı, atalarının yaptığı bu muhteşem eserleri çok daha küçükken bile öğrenmiş olmalıydı’ diye düşünmüşlerdir” diye aklından geçirdi.
Yol uzundu, belli ki yorucu olacaktı. Talayhan da düşünceliydi. Nartlana Şehri’nden çıkmadan önce duyduğu, “Büyük bir aşkın tutsağı olacaksın! Yüreğine od düşecek!” sözleri ara ara aklına geliyor ve vücudunu sıkıntı kaplıyordu. Eğer bu garip sesleri duymasaydı, Baybatır ve bu yiğit iki asker ile yapılan yolculuk çok daha zevkli geçerdi. Talayhan’ın sıkıntılı hâlini gören Baybatır,
– Tigin’im! Uzun yolculuklardan sıkılmazdın eskiden! Bu sefer sanki yolculuktan pek memnun değilsin, hoşuna gitmeyen bir durum mu var? diye sordu.
– Doğrusu, biraz sıkılıyorum sütkardeşim Baybatır! dedi Talayhan. Ben böyle uzun yolculukları severdim aslında! Hunnuçay’ın neresinde seyahat edilirse edilsin şehir ve kasabaların güzelliği, insanların misafirperverliği, tabiatın muhteşem görüntüsü beni adeta büyülerdi. Ama nedense de Orunordu’ya gittiğime sevinemiyorum bu sefer!
Üzerine resimler yapılmış bir kayanın yanından geçiyorlardı. Baybatır, o kayayı işaret ederek, – Bu yazılı ve resimli kayalar Hunnuçaylı’ların ne kadar sanatkâr ruhlu olduklarının açık göstergesidir. Halkımızın içinden yetişen yetenekli ve kutlu kişiler, geçmişin ve bugünün hatıralarını gelecek kuşaklara aktarmak için bu resimleri ve yazıları bengü taşlara kazıyorlar. Geçen yıl bizim El’de “atların tamgası töreni”[35 - Atların tamgalanması: Yakın tarihe kadar Karaçay-Malkar Türk kültüründe iyi cins atlara, halkların sülale damgalarının vurulduğu görülmüştür. İki yaşını dolduran atların sağrısına (Bel ile kuyrukları arasındaki dolgun bölüm) kızgın metal ile sülale/soy tamgası vurulur. Tamgalama işi topluca yapıldıktan sonra, kurbanlar kesilerek ziyafet verilir ve şölen düzenlenirdi.] yapılmıştı. O törene katıldım ama atların canlarının yandığını görünce biraz üzüldüm. Tamgalama işi bitince, tertiplenen şölende Göktanrı’ya kurbanlar kesildi, halka yemek verildi, dedi Baybatır.
Yolculuk esnasında birçok konu konuşuluyor, atlar yorulmadıkça pek mola da verilmiyordu. Konuşmaya Talayhan devam etti.
– Kayalarda gördüğünüz tamgalar da yazı ve resimler gibi toplumumuzun geçmişi ve bugünü için bilgi veriyor. Fakat bildiğiniz gibi Hunnuçay’da tamgaları sadece kayalarda değil, evlerimizin kapısında, kılıçlarımızda, keçeden yaptığımız halılarımızda, “kurgan” taşlarda ve daha birçok yerde görebiliriz. Tamga aleti, genellikle demirden yapılır ve ateşte kızdırılan alet, hayvanın vücüdunun belli bir yerine basılır. Hayvana acı verir biraz. Atlarımızdaki tamgalar genellikle sülalerin soy tamgalarıdır. Vücudunda tamga olan ata, kolay kolay göz değmez ve vahşi yaratıklar zarar veremez. Küçükbaş hayvanların tamgaları da “en” diye adlandırılır ve genellikle kulaklarında olur.
– Küçüklüğümde bir masalda bazı büyük kayaların ikiye ayrılıp kapandığını duymuştum! dedi Baybatır.
– Masalda duyduğunu söylüyorsun Baybatır! Demek ki sadece masalmış! Hunnuçay bir masal ülkesi değil midir zaten? Hayatımız da bu masallar gibidir. Bir varmışız, bir yokmuşuz, öyle değil mi Baybatır! Seninle aynı anadan süt emmişiz, sütkardeşi olmuşuz. Bu da gelecekte masallara konu olacak! Süt-kardeşliği çok önemlidir, kandaşlık, yani öz kardeşlik ile aynı değerdedir. Sütkardeşi olan bir kız ile bir erkeğin, töremize göre evlenmesi tamamen yasaklanmıştır, evlenemez! Cezası ölümdür! Tabi bunları bilmeyenimiz yok, konusu geçince konuşuyoruz o kadar. Yolumuz uzun Baybatır, aklıma gelenleri anlatayım; belki ilgini çeker. Yıllar önce Sümergeriy adlı bir kam’dan dinlemiştim; uzak bir yere seyahata gittiğinde, bir kaya üzerindeki şu yazıyı görmüş: ‘Bir insan çocuğunu sütanneye verirse ve bu çocuk da bir şekilde ölürse, bu sütanne de kimsenin haberi olmadan başka bir çocuğu emzirirse, töreye göre o kadının memeleri kesilir!’ Yani bir kadın, kimseden habersiz sütünü farklı çocuklara emzirirse, ileride bilinmeden sütkardeşler arasında bir evlilik sözkonusu olabilir. Bu çok tehlikelidir, bir felâket demektir! Onun için sütkardeşler birbirini mutlaka bilmeli, tanımalıdır.
Yolculuk, sohbetle pek zevkli geçiyordu. Sözü bu kez Bay-batır aldı.
– Sütkardeşliği tabi ki öz kardeşlikten farksızdır, elbette töremizdeki yeri de çok önemlidir. Demek ki başka ülkelerde de kanunları kayalara yazan budunlar[36 - Budun: Millet, ulus, kavim, boylar birliği, köken.] varmış. Bu, hoşuma gitti doğrusu. Memleketimizdeki bazı yüksek kayalar kutludur, ‘Halk adına Göktanrı’ya hizmet ederler’ diye inanılır ve bu kayalara adaklar adanır. Biliyorsun; yağmuru yağdırmak, tarlalardan bol ürün almak, hastalıklardan korunmak için yapılıyor adak adama işi. Orunordu’da Kadav Taş adlı göklerden geldiğine inanılan kapkara bir kayaya adaklar adandığını, onun etrafında el ele tutuşarak şarkılar söylendiğini, danslar yapıldığını çocukluğumuzda kaç kez birlikte görmüştük. Hunnuçay’a kıtlık, açlık gelmemesi için sık sık Kadav Taş’a dualar edilir, adaklar adanırdı.
Talayhan, Baybatır’ın bilgili bir komutan olduğunu biliyordu, onun anlattıkları hoşuna gitmişti. Baybatır’a dönerek;
–Hunnuçay’da bahsettiğin ele ele tutuşarak şarkılar söylenmesi, çocukluğumda benim de çok hoşuma giderdi, dedi. Senin anlattığın Kadav Taş’tan başka; Eliya Kaya ve Çoppa Taş’ın etrafında da aynı şeyler yapılırdı. Biliyorsun Hunnuçaylıların “bereket tanrısı” Çoppa’dır. Yine Eliya da gök hareketlerinden; yani yağmur, bulut ve şimşek gibi olaylardan sorumludur. Her ikisi de Göktanrı’nın yardımcıları olan tabiatüstü varlıklardır. Halkımız; acılarını, kıvançlarını, oyunlarını, şiirlerini kısacası yaşam biçimini, gelecek nesillere şarkılarla aktarmıştır. Binlerce yıl sonra dahi şarkılarımız dillerde olacak. Bizler dokuz katlı gök aleminde bu şarkıları dinleyeceğiz. Senin de bildiğin gibi Hunnuçay’lı zirveleri hep kutlu bilmiş. Sadece ucu göklere uzanan taşları değil, dağları ve ağaçları da kutlu bilmiş. Mavi göklerin, kara yerin, dağların, taşların, suların ve ormanların ayrı ayrı koruyucu ruhları olduğuna inanmış. Kötülükler, kıtlık ve hastalıklar gelmesin diye bu ruhlara adaklar adamış, kurbanlar kesmiş. Hunnuçay’lı güneşi, ayı ve yıldızları yöneten Tanrı’yı gökte bilmiş. Bengü hayatta, göklerde yaşamak, sevgiliye kavuşmak, yani kat kat göklerde yaşadığına inandığı Göktanrı’sına ulaşmak istemiş. Tabi ki canlılar için tehlikelerden korunmanın en iyi yollarından biri de yükseklerde olmaktır. Bu da işin bilinen bir kısmı…
* * *
Orunordu’ya iki günlük yol kalmış, atlar da yorulmuştu. Navruz Onbaşı, yanına aldığı “cavrun kalak”[37 - Cavrun kalak: Karaçay-Malkar Türkçesinde kürek kemiğine verilen ad. Kürek kemiği Dîvânü Lûgati’t-Türk’te de “yarın” olarak geçmektedir.] da denilen koyun kürek kemiğine bakmaya bugün gerek görmemişti. Önceki gün kuşluk vakti kemiğe bakmış; “Arkada herhangi bir tehlike olmadığını, geriden takip edilmediklerini” söyleyerek tekrar deri torbanın içine koymuştu…
Günortasında, Uçkulankök Vadisi’nden geçiyorlardı. Biraz ileride bir taş yığının üzerinde hareketlilik olduğunu farkettiler. Yaklaştıklarında başında başlıkları, ayaklarında dizlerine kadar uzayan deri çizmeleri ve üstlerinde de yamçıları olan üç kişi ile karşılaştılar. Talayhan arabanın durdurulmasını söyledi, birlikte arabadan indiler ve onlarla tek tek selamlaştılar. Talayhan adamlara “nerelisiniz” diye sordu.
Yaşça diğerlerinden büyük olduğu anlaşılan kırsakallı adam;
– Biraz ileride birbirine yakın İskitav, Canbalık ve Karaçuk adlı üç uluş var, her birimiz ayrı ayrı bu “uluş”[38 - Uluş: Dîvânü Lûgati’t-Türk’te köy, şehir manasında kullanılmıştır.] dediğimiz köylerden geldik.
– Ne yaptığınızı öğrenebilir miyiz? dedi Talayhan.
– Burası bir Obur’un mezarıdır, son günlerde bununla ilgili şikâyetler çoğaldı. Geceleri mezardan kalkıp, kedi kılığına girdikten sonra, köylerimize kadar gelip beşikteki çocuklarımıza musallat oluyormuş. Onların süt kokulu bedenlerini yalamayı çok severmiş. Obur’un bedenini yaladığı çocuklar gelişip serpilemezmiş. Bazen bu bebekleri boğduğu da oluyormuş. Tekrar köyümüze gelip çocuklarımıza zarar vermesin, boğmasın diye uzun kazıklarla onu yerin dibine kadar çaktık!
–Sizi görünce bir selamlaşalım diye durduk, bizden bir isteğiniz var mı? Yolumuz uzun biz gidelim, dedi Talayhan.
– Çok aceleniz yoksa sizi köylerimizde misafir edebiliriz, dedi kır sakallı adam.
Talayhan “Bir an önce gitsek iyi olur” diye ısrar edince, kır sakallı kişi “Madem aceleniz var, yanımızda bolca “kuvut”[39 - Kuvut: Karaçay-Malkar kültüründe mısır ununun kavurulmasıyla elde edilen yiyecek türü. Yoğurt veya kaymak ile yenilebilir. Tereyağı veya bal ile karıştırılarak yumak haline getirilip deri tulum içinde aylarca muhafaza edilebilir.], “kak”[40 - Kak: Karaçay-Malkar kültüründe, mısır unu kullanılarak yapılan lapa. Mısır unu bulunmaz ise buğday unu da kullanılabilir. Kavurma, tereyağ, bal, pekmez veya yoğut karıştırılarak yenilebilir.] ve “cörme”[41 - Cörme: Karaçay-Malkar Türklerine ait yiyecek türü, Bir çeşit işkembe dolması. Koyun bağırsağının içine İşkembesi ve yağı küçük küçük doğranarak doldurulur. Suda haşlandıktan sonra kurutulur. Tuzlu olduğu için uzun süre bozulmadan kalabilir.] var. Bu yiyecekleri size verelim, yolda yersiniz,” dedi. Talayhan “Keçeli arabada her şeylerinin olduğunu” söyleyerek köylülere teşekkür etti ve vedalaşarak ayrıldılar.
Karşılaştıkları bu insanların yapmaya çalıştıkları Talayhan’ın biraz tuhafına gitmişti. Obur dedikleri, aslında bir insandı, mezarına kazık çakarak onu zararsız hale getirmeye çalışmalarını düşünerek gülümsedi ve Baybatır’a dönerek,
– Bu yamçılı adamlara ne diyorsun? Obur’u etkisiz hale getirebildiler mi sence? Daha önce böyle bir şeyle karşılaştın mı?” diye sordu.
– Böyle şeyler küçüklüğümüzde konuşulurdu, Obur masalları çok söylenir, bazen çocukları onunla korkuturlardı, dedi Baybatır.
– Dağda bayırda karşılaştığımız insanların şu misafirperverliğine bakın! Bu konukseverlik gurur verici bir şey. Zaten Hunnuçaylı’ların en büyük özelliği; konukseverliği değil midir? Halkın konukseverliği “konaklık” adıyla kurumlaşmış ve en büyük kültür zenginliğimiz olmuştur, dedi Talayhan.
Baybatır, Talayhan’ın sözlerine karşılık verdi ama Talayhan onu dinlemiyordu, bir anda içine garip bir sıkıntı doğmuştu. “Atlar da biz de yorulduk, bir an önce Debetcurt Kenti’ne girsek” diye düşünürken, “Büyük bir aşkın tutsağı olacaksın! Sevgiline, ancak uçmağa vardığın zaman kavuşabileceksin!” seslerini yine duyar gibi oldu. Sanki sesler gökten geliyordu. Arabadakilere göz ucuyla baktı, hiç kimsede ses duymuş bir durum görünmüyordu. “Galiba yorgunluktan kısa süreli de olsa uyukladım, rüya görmüş olmalıyım.” diye düşünerek kendini rahatlatmaya çalıştı…



İlk Baskın
Atların kulaklarını dikleştirmesinden uzaklarda da olsa önde bir hareketlilik olduğunu anlayan Onbaşı Kumukbek, arabayı durdurdu. Arabanın aniden durması Talayhan’ın hoşuna gitmemişti, Kumukbek’e sordu:
– Kumukbek Onbaşı! ne oldu da durdun?
– Atlar önde bir hareketlilik sezdiler komutanım!
Baybatır da bir tehlike karşısında olduklarını anlamıştı; Navruz’un aklına kürek kemiğine bakmak geldi. Hızlı bir şekilde deri torba içindeki kürek kemiğini çıkardı. Talayhan sordu;
–Tulumdan çıkardığın nedir Navruz?
– Koyun kürek kemiğidir Komutanım, hemen bir ateş yakıp, bakmam lazım.
Talayhan gülümseyerek;
– Telaşlanma Navruz Onbaşı! dedi, arabayı bir kenarda durduralım, sen rahat rahat ateşini yak. Hem neden özellikle koyun kürek kemiği? Dağ keçisi kemiği bulamadınız mı?
–. Yola çıkmamız biraz ani oldu komutanım!
– Hunnuçay’ın bazı yörelerinde kürek kemiğinine “cavrun kalak” da denir bunu biliyor muydunuz? dedi Talayhan.
– Evet, bizim elde de buna “cavrun kalak” diyoruz.
– Peki, neden kürek kemiği dendiğini de biliyor musun? dedi Talayhan ve yine kendisi cevapladı.
– Hayvanın ön bacaklarının gövdeye birleştiği yassı kısım, üçgen şeklinde olduğundan, bezetmeden dolayı kürek kemiği adını almış. Geniş coğrafyamızda “Cavrun kalak” da, kürek kemiği de aynı sözdür, dilimizin töremizin zenginliğindendir bu.
Baybatır, Navruz’a dönerek buyurdu;
–Şu çıraları ve meşe dallarını hemen ateşle! Kürek kemiğine beraber bakalım!
– Emredersiniz Baybatır Komutanım!
– Navruz Onbaşı! Geleceği daha iyi görmek için kürek kemiğinin belli bir yaşı olması gerekli diye biliyorum. Bu cavrun kalak kaç yaşındaki bir koyundan alındı? dedi Baybatır.
–Komutanım! Kürek kemiğinden en doğru bilgiyi almak için; koyunun veya keçinin en fazla üç yaşında olması gerekir. Aksi durumda doğru bilgi alamıyoruz, ayrıca geleceği iyi okumak için bu kürek kemiğinin kaynatılmaması da gerekir, diye cevap verdi Navruz.
–Bu konuda çok bilgilisin onbaşı! dedi Baybatır.
Navruz kemiği aldı, baktı, baktı…
–Komutanım! Kemiğin yüzeyinde çok karmaşık, dolambaçlı çizgiler, küçük çatlaklar var; bunlar bir tehlike, bir uğursuzluk olduğunu gösterir! dedi.
Baybatır’nın aklına o an Hunnuçay’da sık söylenen bir atasözü geldi; “Kürek kemiği karışırsa memleket karışır!” Navruz da yol boyunca kürek kemiğine daha sık bakması gerektiğini ve tedbir almadığını düşündü, canı sıkıldı. Arabadakiler, kemikte karışık çizgiler, değişik noktalar ve küçük çatlaklar oluştuğunda, bunun uğursuzluk işareti olduğunu zaten biliyorlardı.
Atlardaki huysuzluğun arttığını gören Talayhan, Baybatır’a; “Arabadaki silahların indirilmesini, atların koşumlarını bırakmalarını ve zırhlarını giymelerini” söyledi. Zırh önemliydi, göğüs göğüse vuruşma anında atların altında kalsalar dahi zırh hayatlarını kurtarırdı. Talayhan, Nartlana’dan çıkmadan önce, karargâhta gördüğü rüyayı ve yıldız kaymasını hatırladı. “O garip rüya ve yıldız kayması; bir uğursuzluk veya tuzakların, günlük tehlikelerin habercisi miydi acaba!” diye düşündü. Belki de yüreğine aşk acısı düşeceğinin habercisiydi. Talayhan “Bu karmaşık düşüncelerden bir an önce kurtulmalıyım!” diyerek, Baybatır’a ve askerlere baskın anında neler yapılması gerektiğini anlattı…
* * *
Nartlana, Islavorus ve Çınakıtay devletleri ile sınır şehri olduğu için, haydutlar bir şekilde sarp ormanlardan içeriye sızabiliyorlardı. Hunnuçay’da yaşayan Kucurbet kabilesinden bazıları da bu haydutlarla işbirliği içindeydiler. Bir grup atlı haydut, Nartlana’dan beri sık ormanlıklara gizlene gizlene, önden takip etmişlerdi arabayı. Baybatır, “Yolculuk boyunca kürek kemiğine daha sık baktırsaydık daha iyi olurdu” diye düşündü. Gerçi Navruz bu işi biliyordu, kemiğe bakmıştı bakmasına ama sadece geriyi kontrol etmiş, bu yüzden tehlikeyi sezememişti…
Günbatımına yakın Debetcurt Kenti’nin sınırlarına yaklaştıklarında on beş kişilik bir haydut grubunun saldırısına uğradılar. Haydutların amacı Talayhan’ı kaçırmaktı, ancak bunun kolay olmayacağını da biliyorlardı. Önce Baybatır’ı öldüreceklerdi. “İki askeri nasıl olsa etkisiz hale getiririz.” diye düşünüyorlardı. Sonra da teslim alacakları Talayhan’ı Islavorus Devleti topraklarına götüreceklerdi.
Atlı on beş haydut, Hunnuçay savaşçılarından gördükleri gibi, arabayı çember içine alarak saldırıya geçti. Haydutlar kalabalık olduklarına güvenerek atlarından indiler, göğüs göğüse çarpışma başladı. Talayhan tek kılıç darbesiyle haydutları biçiyor, Baybatır da kılıcı ve kalkanıyla onu koruyordu. Kumukbek ve Navruz da hançer ve mızraklarıyla haydutlara göz açtırmıyorlardı. Çok kısa süren bu baskında haydutların tümü yok edilerek tekrar yola çıkıldı. İlk defa böyle bir baskına maruz kaldığı için Talayhan’ın canı sıkılmıştı, demek ki bir şeyler eksik yapılıyordu. Ülkede böyle bir saldırıya cesaret edilebilecek haydutların olması Talayhan’ı düşündürdü; “Sınır kentlerinde casusların çoğalmaya başlaması iyiye işaret değil. Bu çaşıtlar,[42 - Çaşıt: Casus, ajan.] Hunnuçay ülkesine tabi olup da kendini yabancı gören birtakım halkları, kolayca kandırıp karışıklık çıkarabilirler. Kötü niyetli kişileri kullanan komşu devletler, kandırılmaya müsait bu insanları isyana teşvik edebilir,” diye aklından geçirdi…
Talayhan bu baskını kurultaya taşıyacaktı; Orunordu’ya gider gitmez Kumanbay Kağan’a da anlatacaktı…



Debetcurt Kentine Doğru…
Akşam karanlığı basmadan Debetcurt’a varmak istiyordu Talayhan. Hızla yola koyuldular. Kentin girişindeki ormanın eteğindeki geniş bahçeli bir evin yanından geçerken, ormana taş atan ve ağaçları yakmaya çalışan çocuklarla karşılaştılar. Talayhan, arabanın durdurdu. Burası kimsesiz çocukların yetiştirildiği, yetimhaneye benzeyen bir yerdi. Talayhan arabadan indi, çocuları yanına çağırdı. Onlara, -Ağaçlara zarar verilmez, ormana taş atılmaz! Böyle yaparsanız kutlu ormanlarımız yanar. “Cer İyesi” dediğimiz Yer Tanrısı’nı incitmiş olursunuz. Yer Tanrısı ormanlarımızı korumayanlara küser, onları ağaçlardan yeşillikten mahrum bırakır. Onu küstürmemeliyiz, yoksa bitkiler sararır, güller solar, kuşlar ötmez olur; insanlara hastalıklar gelir, dedi.
Talayhan, çocukların mahçup olup yere baktıklarını görünce konuşmayı bıraktı. Bu sefer Baybatır hemen konuşmaya başladı. Talayhan, “Benim konuşmam yeterliydi, çocukları çok korkutmamak gerekir” diyecek olduysa da vazgeçti ama Baybatır konuşmaya başlamıştı.
–Dağlar, ormanlar kutludur! Biz dağlara kurban keseriz, adak adarız! Dağ ruhları insanların iyilikleri için çalışır, insanları kötülüklerden korur. Ormana girildiğinde yüksek sesle konuşulmaz. Bunları size öğretmediler mi? Bakın! Bahçenizdeki bu büyük taş üzerine resmedilmiş olan ve ellerinde kapları tutan insanlar neyi anlatıyor biliyor musunuz? Bilmiyor olabilirsiniz belki, ben anlatayım: Her Hunnuçaylı, törenle vatan için ant içer. Bu Kutlu Ant esnasında, içlerinde mavi ve yeşil renkli su bulunan kaplardan su içerler. Bu su, Yer Tanrısı’nın sembolüdür. Kutsal anavatan topraklarından çıkan mavi ve yeşil renklerdeki bu su, Yer Tanrısı’nın kendi rengidir. Genç Hunnuçaylı’lar! Ormanlarımızı ateşe vermeyeceğiz, koruyacağız anlaştık mı?
Yüzleri mahcubiyetten kızaran çocuklar, hep bir ağızdan, “Anlaştık!” diye haykırdılar.
–Ata ruhlarını da Yer Tanrısı’nı da üzmeyeceğiz! Biz burada ‘güller solsun’ istemeyiz! Asla ‘kuşlar ötmez olsun’ demeyiz! Biz uçmağa varmış annelerimiz için orman gülleri toplayacaktık. Savaşlarda kalan babalarımızdan haber getirecek kuşları bekliyoruz! Ateş yakma ve taş atma oyununu oynamayacağız artık, söz! dediler.
Talayhan ile arabadakiler, çocukların sözleri ve hayalleri karşısında duygulanmışlardı. Talayhan’ın aklına, Hunnuçay’da bin yıllar sonra dahi söylenecek olan ve daha önce kutlu bir kaya yüzeyinde okuduğu ünlü bir ozanın yazısı geldi: “Yürekleri sonsuza dek dağlanacak anaların oğulları, savaşlarda kolay ölürler!” Çocukların, “Savaşlarda kalan babalarımızdan haber getirecek kuşları bekliyoruz!” sözünü, Talayhan içinden birkaç kez tekrarladı. Şimdiye kadar olan bütün savaşlar yakmıştı, yıkmıştı, yok etmişti. Öyle ya da böyle her savaş, ardında nice sakat kalmış insan ve yetim çocuklar bırakmıştı. Talayhan, ülke tehlikede olmadıkça her türlü savaşa karşıydı. Eğer bu acundaki savaşlar bir şekilde sonlandırılmazsa, insanlığın tükenip gideceğini de iyi biliyordu. Talayhan, bu öksüz ve yetim çocukları unutmayacaktı, unutamayacaktı hiçbir zaman…
* * *
Talayhan, Navruz Onbaşı’ya arabadaki aşık kemiklerini çocuklara getirmelerini söyledi, onlara hediye edecekti. Hunnuçay’da “aşık oyunu” nu sadece çocuklar değil büyükler de oynardı. Hemen hemen her evde onlarca aşık kemiği bulunur, uzun kış gecelerinde yaşlısı, genci, çocuğu bu oyunu oynardı. Navruz Onbaşı, çocuklara aşık oyununu nasıl oynayacaklarını anlatmaya başlayacaktı ki mavi gözlü uzun boylu çocuk sordu;
– Bu aşık kemikleri hayvanın neresindedir?
– Aşık kemikleri, hayvanların arka ayaklarının eklem yerlerindedir, size hediye edilen aşık kemileri koyun ve keçilerden alındı.
– Peki o hayvanlar ölmeden bu kemikler alınamaz, o kadar çok nasıl biriktirdiniz? diye sordu çocuk.
Navruz onbaşı biraz önce Baybatır’ın çocuklara; “Ormanlarımızı koruyalım!” sözlerine karşılık, Çocukların da; “Siz ormanları koruyun diyorsunuz da hayvanları topluca öldürmüşsünüz!” demek istedilerini düşündü ve;
– Bu aşık kemiklerini biriktirmek zaman alabilir, almayabilir de. Bunlar, etini yemek için avladığımız dağ keçilerinden veya bahar bayramlarında Göktanrı’ya topluca adaklar adandığı zamanlarda biriktirilenlerdir, dedi.
Çocuklar Navruz’a “Bizimle bir kez oynar mısın?” diye israrcı olunca, Navruz; “Çocuklar, ben size kısaca anlatayım. Yolumuz çok uzun, bir an önce gitmemiz gerek” diye anlatmaya başladı.
–Bu aşık oyununu en az iki kişi oynar. Elinize ikişerli, üçerli, dörderli hatta daha fazla kemik alıp oynayabilirsiniz. Elinizle oyun alanına serdiğiniz aşık kemikleri, yerdeki konumlarına göre “şobura”, alçi “tavçu”, “pık”, “çık” gibi isimler alır. Yere serptiğiniz kemiklerin insan kulağına benzeyen oval hatlı yan kısmı, “alçi”, düz kısmı ise “tavçu” dur. Tümsekli kısmını “pık”, ortası çukur kısmını ise “çık” diye adlandırıyoruz. Eğer aşık kemiği yere dik konumda kalırsa, buna “şobura” denir ve aşık kemiklerini kim kaparsa kemikler onun olur veya oyunun galibi de olabilir.
Navruz Onbaşı çocuklara oyunu kısaca tarif ettikten sonra vedalaşarak yanlarından ayrıldı…
Gece yarısı olmadan ulaştıkları Debetcurt Kenti’ndeki askeri karargâhta konuk oldular. Karargâhtaki komutanlardan bazıları Talayhan’ın ve Baybatır’ın çocukluk arkadaşlarıydı. Birlikte savaşlara katılmışlardı. Onbaşı Kumukbek ile Onbaşı Navruz yorgun oldukları için erkenden yattılar. Talayhan uzun zamandan beri Debetcurt Şehri’ne gelmemiş, Teyrikul Komutan ile de uzun yıllardır karşılaşmamıştı. Teyrikul ile Talayhan en son, Islavorus Devleti’yle yapılan Kasavkanlı Savaşı’na birlikte katılmışlar, o zamandan bu yana da görüşmemişlerdi. O savaşta Talayhan, Teyrikul ve Baybatır, üçü de kılıç yarası almışlardı. Bu savaşta Hunnuçay ordusunun komutanları, Islavorus ordusunu Kubanak Vadisi’nde “kurt kapanı”[43 - Kurt Kapanı: Türk savaş taktiğidir. Ay şeklini alan ordunun, düşmanı çevreleyip imha etme yöntemi] taktiği ile çembere alarak yok etme planı hazırlamışlardı. Talayhan, Baybatır ve Teyrikul, Kubanak Vadisi’nden ziyade Kasavkanlı Geçidi’nde düşmanın daha kolay yok edileceğini söylemişlerse de henüz üçü de genç birer komutan olduklarından, düşünceleri kabul görmemişti. Sübaşı[44 - Sübaşı: Türklerde ordu komutanı. Bugünkü dilde Genelkurmay Başkanı.] da dahil olmak üzere çoğunluk, Kubanak Vadisi’nin tutulması ve düşmanın burada imha edilmesi yönündeki karara katılmıştı. Ancak Talayhan’ın ısrarı sonucunda, bu üç genç komutan, Sübaşı ile görüşerek Kasavkanlı mevkiine bir bölük asker gönderilmesini kabul ettirmişler; Talayhan, Teyrikul ve Baybatır’ın da bu bölük ile birlikte kalması kararı alınmıştı.
Sübaşı, “Düşmanın gelebileceği yol, Kubanak Vadisi boyuncadır. Diğer yollar dağ yoludur. Düşman ordusu bu dağ yollarını bilmez, bilse de burada pusuya düşeceğini tahmin eder. Bu duruma yaptığınız itirazlarınız bana göre yersiz, ama yine de bir miktar asker gönderelim.” demişti. Ancak Talayhan, Sübaşı ile yaptığı görüşmede; “Düşman bu savaşı kazanmak için her türlü hileye başvuracaktır, çevremizde bize düşman olan diğer devletlerle işbirliği yapacaktır. Hatta Islavorus’ların, Hunnuçay Ordusu’ndan kaçan ve bazı gizli geçitleri bilen Çankay ve Amantişlik adlı iki çaşıttan yardım alacakları bilgisine ulaştık. Bu yüzden Kasavkanlı Geçidi tehlike arzediyor.” diye ikaz etmişti.
Hunnuçay Ordusu düşmanı Kubanak Vadisi’nde beklerken, ihanet edip de Islavorus Devleti’ne sığınan haydutlar, “Hunnuçay askerlerinin Kubanak Vadisi’nde yığılma yaptığını, dolayısıyla Kasavkanlı Geçidi’nin daha emniyetli olduğunu” düşman komutanlara bildirmişlerdi. Islavorus ordusu casusların yardımıyla, Kasavkanlı geçidine ulaşmıştı. Ancak akşamüzeri başlayan gök gürültülü yağmur, gece yarısı şiddetlenmiş; iki ordunun da silahlarının çoğu kullanılmaz duruma gelmişti. Bu yüzden göğüs göğüse, çok çetin bir çarpışma yaşanmıştı. Talayhan komutasında kahramanca çarpışan az sayıdaki Hunnuçay askeri, sabaha doğru geri çekilmek zorunda kalmıştı. Düşman ordusu da çok kayıp verdikten sonra iki Hunnuçay köyünü ateşe vererek geri çekilmişti. Hunnuçay Ordusu, Kubanak Vadisi’ni boşuna beklemişti. Komutanların çoğu yanılmıştı ama ne yazık ki yanıldıklarını geç anlamışlardı. Hunnuçay’lılar bu savaşı kaybetmişlerdi. Talayhan’ın geleceği iyi gören bir komutan olduğu daha o zaman bilinmişti…
O savaşta, hayatta kalmayı başaran Talayhan, Baybatır ve Teyrikul şimdi anılarını tazeliyorlardı. Aslında Yiğit Teyrikul olmasaydı, belki ikisi de o savaşta kan kaybından öleceklerdi. İkisinin de yaralarını o sarmıştı; Teyrikul bu işi çok iyi yapıyordu. Annesi ile babası iyi birer halk hekimi oldukları için ta çocukluğunda öğrenmişti yara sarmayı. Teyrikul, Orunordu’ya bağlı şirin bir kasabada doğup büyümüştü. Teyrikul’un çok sevdiği annesi ile babası da Kasavkanlı Savaşı’ndan bir kaç yıl önce, büyük veba salgınında hayatlarını kaybetmişlerdi.
Saatlerce Kasavkanlı Savaşı anılarını konuştular. Talayhan, Debetcurt’u merak ediyordu. Teyrikul’a, “Sabah erkenden yola çıkacağız, bu şehri gündüz gözüyle görmeyeceğiz.” diyerek arkadaşından Debetcurt şehrinin durumunu anlatmasını istedi. Teyrikul Komutan anlatmaya başladı:
–Debetcurt, ülkemizin demircilikte en ileri olan kentidir. Kentin ismi, bu dünyaya insanüstü yeteneklerle gelmiş olan Debet’ten geliyor. O, istediği zaman insan kılığına girip Hunnuçaylı’lara yeryüzündeki madenleri işlemeyi öğretiyormuş. Çok çok eski zamanlarda Göktanrı yalnızlıktan sıkılmış ve Yer Tanrısı’ndan bir çocuk istemiş. Bir gün yeryüzü büyük bir gök gürültüsüyle sarsılmış, dağlar taşlar yerinden oynamış, mağaralar parçalanmış. Bu büyük gök gürlemesi sonunda Yer Tanrısı hamile olmuş. Dokuz yıl dokuz ay dokuz gün öylece beklemiş. Bu hamileliğin sonunda Yer Tanrısı Debet’i doğurmuş. Göktanrı’nın yardımcılarından olan Su Anası, Yer Tanrısı’nın yardımına koşup gelmiş ve Debet’i yıkamak için; Celburuş Dağları’nın karlı zirvelerinden inip gelen afsunlu suların birleştiği Karakoban Nehri’ni kendine doğru çevirerek Debeti yıkamış ve onu emzirmiş. Debet’in yüreğinin ateşten olduğunu gören Su Anası, irkilerek; “Debetin bedeni demirden, yüreği de ateşten yapılmış!” demiş. Yer Tanrısı da “Debet’in bilgiç, kudretli ve insanüstü bir varlık olduğunu, yardımcıları Sur Usta ile Hut Usta’yı Hunnuçaylı’lara göndererek demiri işlemeyi öğreteceğini” söylemiş. Debet, Sur ve Hut ustaya demirciliği öyle öğretmiş ki; onlar kızgın demiri bile ellerinde işler hale gelmişler. Çekiç ve örs kullanmadan kızgın demire elleriyle şekil verebilen ustalar yetiştiren Debet, aynı zamanda toprağın altındaki madenlerin, dağlardaki kuşların dilinden de anlıyormuş. Uzun yıllar halkına büyük hizmetlerde bulunduktan sonra, kendi yaptığı demirden kanatlı bir araba ile yıldızlara doğru uçup gitmiş. Bir daha da göklerden geri dönmemiş!
Teyrikul, “İşte şehrimizin isim hikâyesi böyledir,” dedi ve biraz soluklandıktan sonra anlatmaya devam etti.
–Şehrimizde büyük demir işleme atölyeleri vardır. Aynı zamanda bu kentte bakır, gümüş ve bronz işlenmektedir. Çok eski zamalarda da bu böyle imiş. Yani şehrimiz henüz köy veya kasaba kadar iken dahi kılıç, kalkan, ok, yay, miğfer gibi savaş aletleri ile saban, orak, tırmık gibi pek çok tarım aleti burada yapılıyormuş. Nartlana’dan sonra, savaş arabalarının en çok üretildiği kent yine burasıdır. Hunnuçay’ın en ünlü demirci ustaları buradan çıkar.
Talayhan gülümseyerek, -Teyrikul! dedi. Sen eskiden de güzel hikâyeler anlatırdın, hiç değişmemişsin! Senin doğduğun köyde Bir Koca İlbaşı vardı, yıllar önce o kişiyle ilgili bir hikâye anlatmıştın. Onu Baybatır’ın da dinlemesini isterim, dedi.
Teyrikul sohbeti severdi, anlattı.
–Doğup büyüdüğüm yeri biliyorsunuz, Orunordu’nun dağlık bir bölgesindedir. Atalarımız yüz yıl kadar önce Celburuş Dağları’nın eteklerinden kopup buraya yerleşmiş. Orunordu’ya gelmeden önce de mutlu bir hayatları varmış. Yaşadıkları bölgelerde verimli ovalar, geniş yataklı akarsular bol imiş. Zirveleri göklere değen karlı, buzullu dağlardan inen akarsular, derin vadileri aşındıra aşındıra El’imizin ortasından geçip gidermiş. Halkımız çok eski zamanlardan beri bu dağ silsileleri arasında huzurlu ve rahat bir hayat sürüyormuş. Nasıl olmuşsa, bir Yılan Yılı’nda,[45 - On iki hayvanlı takvimde bir yıl adı.] kış ayları, o zamana kadar hiç görülmemiş şekilde çok soğuk geçmiş ve uzun sürmüş. Yazın da kuraklık baş göstermiş. Bu Yılan Yılı’nda o bölgede yaşayan halklar arasında çok değişik hastalıklar görülmüş. En çok da veba hastalığı yayılmış. Yılan Yılı bitip de At Yılı girdiğinde, bu defa pek çok hayvan çeşitli hastalıklarla telef olmuş. At Yılı’nda kış yumuşak geçtiyse de insan ve hayvanların hastalıklardan ölümü artarak devam etmiş. Bunun üzerine, halkın ileri gelenleri toplanarak göç etme kararı almışlar. Bu güzel yurttan göç etmeye başladıkları gün, çok acı bir gün olmuş; yer gök feryatlarla inlemiş. Göç edenlerle kalanların vedalaşmak için birbirlerine sarılarak saatlerce ağlamaları yürekleri dağlamış. Hatta bu ayrılığa dayanamayan bazı kardeşler ve sevgililer, bedenlerini köyün ortasından geçen Ural-terek Nehri’nin azgın sularına bırakarak can vermişler. Gökteki Ay’ın ve yıldızların parlak olduğu gecelerde, o insanların nehir kenarında ağlaşarak dolaştıklarını bugün bu gece bile görenler olurmuş. Onların bu ağlamalarına dayanamayan dağlar, taşlar, ağaçlar ve Uralterek Nehri onları oradan alıp götürmesi için Yer Tanrısı’na yalvarırlarmış. Yer Tanrısı da onları Su Anası’nın Korlagan Göl’ün derinliklerindeki köşküne alıp götürürmüş…

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/muhterem-ates/kutlu-ant-69499627/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Kurultay: Eski Türk devletlerinde temel sorunların görüşüldüğü meclis. Kurultay, “kurul” ve “toy” sözlerinin birleşmesinden oluşmuştur. Toy sözcüğü; toplantı, devlet meclisi, bayram anlamlarına gelmektedir.

2
Kürek kemiği: Hayvanların ön bacaklarının gövdeye birleştiği kısım.

3
Kemik Falı: Gelecekten ve bilinmeyenden haber verme yöntemi. kürek kemiği falı da olarak adlandırılır. Kemik falının Karaçay-Malkar kültüründe önemli yeri bulunmaktadır. Bu fal için genellikle koyun ve keçiye ait kürek kemiği kullanılır. Falcı kemik yüzeyinde oluşan çizgi ve çatlaklara bakarak değişik kehanetlerde bulunur.

4
Amanlıkçı: Karaçay-Malkar Türkçesinde kötülükçü, haydut.

5
Kam: Hekim, düşünür, ozan, bilgiç, din adamı.

6
Başlık: Karaçay-Malkar Türklerinin “çepken bashan” da dedikleri, beyaz kuzu yününün sıcak su ile ıslatılıp ayakla çiğnenerek yapıldığı keçeleşmiş kumaştan dikilen ve iki yanında uzun kanatları bulunan kapüşon şeklinde baş ve boyuna sarılan giysi.

7
Yamçı: İç kısmı yumuşak keçeden dışı da sert keçeden yapılan soğuk geçirmeyen bir çeşit pelerin. Dışı tüylü olduğu için yağmur tutmaz.

8
Acun: Dünya

9
Uçmağa varmak: Ölmek, ölüp cennete gitmek.

10
Hıynı: Karaçay-Malkar Türkçesi’nde büyü. İnsanlara kötülük yapmak, zarar vermek, sevgilileri birbirinden ayırmak vs. için yapılır.

11
Tamu: Cehennem.

12
Erlik Han: Eski Türk inanışına göre yeraltında yaşayan ve kötülüğü simgeleyen kötü ruh.

13
Kara içegi: Karaçay-Malkar Türkçesi’nde hayvanların midesine yapışık olan ve yenmeyen bağırsaklar.

14
Cılkı Cılı: On iki hayvanlı takvime göre at yılı.

15
Kurgan: Türk ve Altay kültüründe genelde devlet yöneticileri için yapılan kutsal mezar.

16
Çamçak: Ağaçtan oyularak yapılmış kulplu su kabı.

17
Atasagun: İslamiyet öncesi Türk dilinde doktor, hekim.

18
Bagıvçu: Karaçay-Malkar Türkçesinde doktor, hastalıklarda geleneksel yöntemleri kullanmasını bilen hekim.

19
Antlı egeç: Karaçay-Malkar kültüründe bir erkeğin akraba olmadığı halde bir kızı kardeş ilan etmesi geleneğidir.

20
Sayrı: Hastalık

21
Toy: Düğün, şölen, ziyafet

22
Maymun Yılı: On iki hayvanlı takvimde bir yıl adı. Mesela bu takvime göre; 2016 yılı Maymun Yılı’dır, bir sonraki Maymun Yılı 2028 yılına tekabul ediyor.

23
Karakış Ayı: Aralık ayı

24
Aşık kemiği: Koyun, keçi gibi çift tırnaklı hayvanların arka ayaklarının diz bölgesinde bulunan kemik. Aşık kemiği ile oynanan aşık oyunu tarihi bir Türk oyunudur. Türklerin yaşadığı coğrafyalarda bugün dahi oynanmaktadır.

25
Çolpan Yıldızı: Merkür’den sonra Güneş’e en yakın olan Venüs gezegeninin adıdır. Güneş doğmadan ve Güneş battıktan sonra görüldüğü için Tan yıldızı, Sabah Yıldızı ve Akşam Yıldızı da denir. İslamiyet öncesi devirlerde Türkler bu yıldızı Tanrının lutfu gibi kabul etmişlerdir.

26
Kantarma: Atların zaptedilmesi amacıyla ağızlarına yerleştirilen ve her iki ucuna dizginin bağlandığı metal parça.

27
Kak et: Karaçay-Malkar Türklerinde genellikle kış mevsiminde tüketilmesi amacıyla, tuzlanarak gölgede kurutulan et.

28
Baksı: Geleneksel yöntemlerle halk hekimliği yapmanın yanı sıra; büyülü sözlerle kötü ruhları kovmak, din adamlığı, ozanlık gibi görevleri olan kişi.

29
Kartkurtha: Karaçay-Malkar Türrkleri’nde akıllı, tecrübeli, herhangi bir sorun olduğunda danışılan, bilgiç, yaratıcı özellikleri olan kadınlara verilen ad. Kartkurthalar aynı zamanda kemik kırık ve çıkıklarını da tedavi eder.

30
Otaçı: Çeşitli bitkilerle hastalıkları tedavi eden kişi. Eczacı, hekim anlamlarında da kullanılır.

31
Tamga: Bir şeyin üzerine basılan nişan, mühür, işaret. Ön Türklerin tarih boyunca iletişim aracı olarak kullandığı bu semboller; Türk etnolojik tarihini oldukça aydınlatıcıdır. Tamgalar mağara duvarlarında, kaya resimlerinde, topluluk, boy, soy ve ailelerin tanıtılmasında, at, sığır, koyun gibi hayvanların vücütlarının değişik yerlerinde, mezar taşlarında, kilim ve halılarda, at koşum takımlarında, heybe ve çuvallarda, ziynet eşyalarında, evlerin kapı ve duvarları gibi pek çok yerde kullanılmış ve halen daha da kullanılmaktadır. Örnek olarak, Orhun Yazıtları’ndaki Göktürk Harfleri’ni tamga olarak değerlendirebiliriz. Aynı şekilde Karaçay-Malkar Türkleri’ndeki sülale tamgalarının maddi ve manevi kültürdeki etkisi günümüzde de devam etmektedir.

32
Buv: Karaçay-Malkar Türkçesinde erkek geyik.

33
Acir: Karaçay-Malkar Türkçesinde erkek at, yılkıyı yöneten aygır.

34
Tigin: Türklerde kağanın oğlu, şehzade, prens.

35
Atların tamgalanması: Yakın tarihe kadar Karaçay-Malkar Türk kültüründe iyi cins atlara, halkların sülale damgalarının vurulduğu görülmüştür. İki yaşını dolduran atların sağrısına (Bel ile kuyrukları arasındaki dolgun bölüm) kızgın metal ile sülale/soy tamgası vurulur. Tamgalama işi topluca yapıldıktan sonra, kurbanlar kesilerek ziyafet verilir ve şölen düzenlenirdi.

36
Budun: Millet, ulus, kavim, boylar birliği, köken.

37
Cavrun kalak: Karaçay-Malkar Türkçesinde kürek kemiğine verilen ad. Kürek kemiği Dîvânü Lûgati’t-Türk’te de “yarın” olarak geçmektedir.

38
Uluş: Dîvânü Lûgati’t-Türk’te köy, şehir manasında kullanılmıştır.

39
Kuvut: Karaçay-Malkar kültüründe mısır ununun kavurulmasıyla elde edilen yiyecek türü. Yoğurt veya kaymak ile yenilebilir. Tereyağı veya bal ile karıştırılarak yumak haline getirilip deri tulum içinde aylarca muhafaza edilebilir.

40
Kak: Karaçay-Malkar kültüründe, mısır unu kullanılarak yapılan lapa. Mısır unu bulunmaz ise buğday unu da kullanılabilir. Kavurma, tereyağ, bal, pekmez veya yoğut karıştırılarak yenilebilir.

41
Cörme: Karaçay-Malkar Türklerine ait yiyecek türü, Bir çeşit işkembe dolması. Koyun bağırsağının içine İşkembesi ve yağı küçük küçük doğranarak doldurulur. Suda haşlandıktan sonra kurutulur. Tuzlu olduğu için uzun süre bozulmadan kalabilir.

42
Çaşıt: Casus, ajan.

43
Kurt Kapanı: Türk savaş taktiğidir. Ay şeklini alan ordunun, düşmanı çevreleyip imha etme yöntemi

44
Sübaşı: Türklerde ordu komutanı. Bugünkü dilde Genelkurmay Başkanı.

45
On iki hayvanlı takvimde bir yıl adı.
Kutlu Ant Muhterem Ateş

Muhterem Ateş

Тип: электронная книга

Жанр: Современная зарубежная литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 16.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Kutlu Ant, электронная книга автора Muhterem Ateş на турецком языке, в жанре современная зарубежная литература

  • Добавить отзыв