Uzun Yol

Uzun Yol
Mukay Elebayev

Mukay Elebayev
Uzun Yol

SÖZ BAŞI
Kırgızların Maksim Gorki’si olarak bilinen Mukay Elebayev, 1906 yılında Isık Göl’ün Tüp bölgesine bağlı Çon Taş köyünde dünyaya gelir. Çok küçük yaşında annesini ve babasını kaybeden yazar, 1916’daki millî isyandan dolayı akrabalarıyla beraber Çin’e kaçar, 1919’da geri döner. 1921 yılında Karakol’daki çocuk yetiştirme yurduna kabul edilir. Zootekni yüksekokuluna girer, üç yıl okuduktan sonra o zamanki adı Frunze olan Bişkek’teki öğretmen okuluna başlar ve bu okuldan 1930 yılında mezun olur.
Edebiyatta hem mensur hem manzum eserler veren M. Elebayev’in Zarıgam (Üzülürüm) adlı ilk şiiri 1924 yılında Erkin Too gazetesine çıkar, 1931 yılında ise ilk şiir kitabı yayımlanır.
Çağdaş Kırgız edebiyatının oluşumunda büyük rolü olan M. Elebayev, sadece şair ve yazar değil aynı zamanda usta bir çevirmen olarak da ismini duyurur. O, N. Gogol’un Kaput, Ölü Canlar; L. Tolstoy’un Hacı Murat; D. Furmanov’un Kızıl İhraç, İsyan; A. Puşkin’in Hanın Ölen Kızı ile Yedi Kahramanın Masalı adlı eserlerini; bunların yanı sıra M. Gorki, V. Mayakovski, L. Franko’nun, A. Surkov’un bazı eserlerini Kırgızca’ya çevirmiştir. Yazar, 1934 yılında SSCB Yazarlar Birliğine üye olarak kabul edilir. 1943 yılında İkinci Dünya Savaşı’na katılan M. Elebayev, 1944 yılında savaşta vefat eder.
Kırgız edebiyatında yeni nesrin şekillenmesi ve oluşması çok zor şartlarda gerçekleşmiştir. Modern hikâyenin ilk örneğini K. Bayalinov 1927 yılında Acar uzun hikâyesiyle vermiş olmasına rağmen bu türün gelişimi sonraki yıllarda sekteye uğramıştır.
Kırgız nesrinde roman türündeki eserler otuzlu yılların ortalarından itibaren yazılmaya başlamıştır. Büyük yazar T. Sıdıkbekov “Edebiyat okurunun dikkatini çeken, kitap raflarında yerini alan Uzak Col (Uzun Yol), Ken Suu (Geniş Su) ve Kanıbek (Kanıbek) romanları, 1934 yılının ilk aylarından itibaren yazılmaya başlamıştı. Bunlar, Kırgız Sovyet Edebiyatı tarihindeki ilk romanlardır.” der.
Romanların basım yılları şöyledir: 1936 yılında M. Elebayev Uzak Col (Uzun Yol) romanı; 1939 yılında ise T. Sıdıkbekov’un Ken Suu (Keniş Suu) ve K. Cantöşev’in Kanıbek (Kanıbek) romanları basılmıştır. Dolayısıyla Kırgız edebiyatında ilk roman olarak M. Elebayev’in Uzak Col (Uzun Yol) romanı kabul edilmektedir.
Modern Kırgız edebiyatında nesir türlerinin oluşma yıllarında yazarlar daha çok otobiyografik eserler vermişlerdir. M. Elebayev’in Uzak Col (Uzun Yol) romanı da otobiyografik bir romandır. Yazarın mensur eserleri arasında Uzak Col (Uzak Yol) romanının özel bir yeri vardır. Yazar bu romanını 1934 yılının ocak ayında yazmaya başlamış, 1935 yılının ekim ayında tamamlamış, 1936 yılında ise yayımlanmıştır. Elebayev, bu eserini özellikle “romanın birinci kitabı” olarak vasıflandırmıştır. Bu ise müellifin ikinci kitabı yazmayı da planladığını göstermektedir. Roman ile ilgili ilk değerlendirmeyi yapan yazar K. Malikov “Tarihî roman tarzına benziyor.” demiştir.
M. Elebayev, M. Gorki’nin hayatını anlatan biyografi üçlüsünü okumuş ve esere derinlemesine nüfuz etmiş genç yazardır. Söz konusu eserde kendi hayatına benzer birçok vakalar görür ve Gorki’nin hayatını halkın kaderiyle bütünleştirerek anlattığına şahit olur. Dolayısıyla bütün mesaisini Ekim Devrimi’nden önceki Kırgızların hayatını ve mücadelesini anlamak için harcar. M. Gorki’nin biyografi eserlerindeki anlatımı, Kırgızların hayatında çok iyi bildiği bir dönemi Uzun Yol romanının konusu olarak seçer. Bu tür etkilenmeleri sadece M. Elebayev’de değil birçok yazarda görmek mümkündür.
Roman, tarihî bir olayı yani 1916 yılında yaşanmış milli ayaklanmayı, bir ailenin hayatını olduğu gibi anlatan bir eserdir. Yazar, halkı ezerek ve sömürerek yaşayan Çarlık Rusya’sı ve iş birlikçi yerli zenginlerin portresini net bir şekilde ortaya koymuştur eserinde. Romanın başkahramanı yazarın kendisidir yani Mukay Elebayev’dir. Elebayev, kişilerin isimlerini eserde değiştirmeden vermeyi tercih etmiştir.
Uzak Col, Kırgız edebiyatının ilk romanını Türkiyeli kardeşlerimize tanıtmak amacıyla Türkçeye çevrildi. Ayrıca Türkistan topraklarını işgal eden Çarlık Rusya’nın halka yaptığı zulmü, yerli halkın karşılaştığı zorlukları, tarihe “Ürkün” adıyla geçen 1916 yılındaki ayaklanmayı, Çin’e kaçan Kırgızların çektiği eziyetleri, Kırgız kızlarının Çin ve Uygur zenginlerine satılmalarını konu eden otobiyografik bir eserin çevrisini sunarak, Orta Asya’da yaşayan Türk boylarının yıllardır çektikleri sıkıntıların da eser aracılığıyla anlaşılması amaçlandı.
Çalışmayla ilgili şu bilgileri vermekte fayda vardır diye düşünüyorum: Romanda geçen insan ve yer isimlerini olduğu gibi vermeyi doğru bulduk. Yazarın amcası Elebes ile eşi Burmake romanın ana kahramanlarındandır. Yazar, romanda bu iki karakterin, hitap sözcüğü kullanmaksızın doğrudan isimlerini vermiştir. Biz, Kırgız geleneğine uygun olması için Elebes amca, Burmakan ana şeklinde vermeyi uygun gördük. Türkçeye aktarılması güç olan, Türkçede karşılıkları olmayan kelimeleri dipnotlarla izah ettik. Ancak bugüne kadarki çevirilerde kullanılan boz uy (keçe çadır), ayıl (köy) gibi kelimeleri özgün şekliyle bırakmayı uygun gördük.
Çevrinin, özellikle de akraba diller arasındaki çevrinin ne kadar zor olduğunu bu işlerle uğraşanlar iyi bilir. Bundan önce çevirdiğim XX. Yüzyıl Kırgız Edebiyatı Tarihi kitabını çevirirken yaşadığım güçlükleri bu romanı çevirirken de yaşadım. Eserin, Kırgız romancılığının henüz şekillenmediği, yazarın tecrübesinin az olduğu yıllarda kaleme alınmış olması da çevriyi zorlaştırmıştır. Çevriden kaynaklanan eksikliklerin okur tarafından hoş karşılanacağını umut ediyorum.
Hem bundan önce çevirdiğim XX. Yüzyıl Kırgız Edebiyatı Tarihi kitabının hem de Uzun Yol romanının editörlüğünü yapan İbrahim Türkhan Bey’e; kitabın kapak tasarımını yapan öğrencim Muhammet Lütfü Avcı’ya teşekkürü bir borç bilirim.

    Dr. Mayramgül DIYKANBAYEVA
    Erzurum 2015

I
Bizim çadır, obadan biraz uzakta, tek başına, siyah ve eski olanı. Vakit öğlen. Biz yataklarımızdan yeni kalkıyorduk. Almakan ablam bir anda deli gibi bağırarak gelip yatakta yatan annemin üzerine kapandı. Annem uzun süredir hasta yatıyordu.
Annem de her zamankisinden farklı bir hale bürünmüştü. Gözleri korkunç bir şekilde yuvasından çıkacakmış gibi, hırıltılı bir şekilde belli belirsiz nefes alarak sessizleşmeye başlamıştı. Ölmek üzere olan insanı ilk kez görüyordum. Ben o zaman on bir yaşındaydım.
Hepimiz korkudan tir tir titreyerek annemin yatağının etrafına toplandık. Ablam ise delirmiş gibi var gücüyle çığlık atarak dışarı çıktı, sonra hemen geri girdi ve tekrar annemin üzerine kapaklandı. Bizim çadır obadan uzakta olsa da ablamın çığlıklarını duyan birkaç insan apar topar bizim çadırda toplandı. Bu arada beni bir şeylerle oyalayarak, kandırıp dışarı çıkarmışlardı. O sırada evden tiz bir çığlık sesi geldi. Bağırtı ve ağlama sesleri gittikçe yükseldi. O sesler bana eski, kötü çadırımızı havaya uçuracak gibi geldi.
Böylece altı çocuk yetim kaldık. En büyüğümüz Almakan ablam, sonra ben, benden sonra Bekkul, Eşbay, Aşımkan ve en küçüğümüz Bekdayır. Hepimizin aramızda ikişer yaş vardı. Annem ölmeden önce de bir kız doğurmuştu ama evlatlık verdiği o kardeşimiz, on ay dolmadan ölmüştü.
Annem, koyun gibi nerdeyse her sene doğum yapmış bir kadındı. Dört erkek, altı kız, toplam on çocuk doğurmuştu. Üç kızını evlendirmiş. Kalan altı çocuk ise evdeyiz.
Annem öldükten sonra onun yerine bize bakmak için Burmake Hanım geldi. Bu kadın, babamın ağabeyi Elebes’in hanımı. Yaklaşık altmış yaşlarında, ufak tefek, hafif kamburu olan esmer bir kadındı. Onlardan başka bakacak kimsemiz yoktu. Elebes amcam, eskiden beri yoksul bir adamdı. Bundan dolayı yol yapımında çalışmak üzere Kızıl Kıya’ya taşınmıştı. Fakirlerin geçinebileceği iş imkânlarından dolayı orası iyiydi. Buraya taşınmasının üzerinden üç yıl geçmişti.
Bizim talihimize bu kış çok sert geçti. Zamanı gelmesine rağmen çimenler henüz yeşermemişti. Günler hep bulutlu geçiyor, zaman zaman şiddetli fırtınalar çıkıyordu. Halkın belini büken büyük bir kıtlık yaşanıyordu. Tarlalarda geçen sene verim az olmuştu. Zaten bizim milletimiz tarla işleriyle fazla içli dışlı değildi. Halkın çoğu, genelde topu topu ikişer hektar yere ekin ekerdi. Bu yıl açlık ve kıtlık hüküm sürüyordu. Bundan dolayı bazı köylüler çuvallarını koltuklarına alarak Rus köylerine doğru gitmeye başlamıştı.
Bizim son kalan bir kap buğdayımız dün bitmişti. Bugün sabahtan beri ağzımıza bir lokma koymamıştık. Burmake ana, beni aşağıda bulunan çadırlardan birine, bir çorbalık buğday istemek için göndermişti. Benim gittiğim çadır, alçak bir ahırın yanında bulunan eski siyah bir çadırdı. Geldim. Burnu büyük yaşlı bir kadın ocağın sönmüş ateşindeki koru yaymış, onunla ısınmaya çalışıyordu. Onun yanında yağmurda kalıp üşüyen tay gibi küçücük bir kız oturuyordu.
Ben yaklaşıp “Burmake ana bir kap buğday versin.” diye beni gönderdi, dedim, yaşlı kadının yüzüne bakmadan. Yaşlı kadın bir anlığına çıgdan[1 - Çiy: Uzun boylu, sert gövdeli bir ottur. Saplarından hasır yapılır. Bu hasırdan yapılan perdeye çığdan denir. Bu perdeler Kırgız çadırının sağ tarafında bulunur. Onun arkasına mutfak eşyaları ve erzak koyulur.] tarafına bakar gibi yaparak, “Yok.” dedi.
Geri geldim. Burmake ana deminkinden farklı bir söz öğreterek tekrar gönderdi.
– De ki, ölmezsek bir kap buğdayınızı fazlasıyla öderiz.
Kadın yine vermedi, elim boş geldim. Burmake ana:
– Olmayan şeyi nerden bulacağız! Siz de kaderinize küsün, bahtsızlarım dedi. Sanki hepimizin içecek suyumuz tükenmiş gibi.
Aradan on gün geçip geçmeden Burmake ana hariç hepimiz hastalanıp yatağa düştük. Çadırda dağılarak yatan, mecalsiz mırıldanan çocuklar. Burmake ana çaresizlikten iki büklüm, oradan oraya dolaşarak halsiz, zayıf, yaşlı elleriyle hastalara su içirmeye çalışıyor. Geçenlerde bir tabip gelip benim damarıma bakarak “On-on beş gün su içir.” demişti. Zaten sudan başka içecek bir şeyimiz de yoktu. Şu, beride saçları dağılmış, yarı baygın yatan ise ablam. Onun yanında ocağa yakın yatan, arada bir anlaşılmayan sesler çıkaran ise Bekkul. Biraz sert tutulursa kırılacakmış gibi ince bileklerindeki damarlar gözüküyor. Kımıldamaya mecali yok. Onun mırıldanmasına karşılık “Hey Bekkul, kurban olayım, ne yapayım?” diyor Burmake ana. Bekkul ise onu duymuyor bile. Sanki zar zor nefes alıyor gibi.
Babamın eline çuval alarak, yetimlerinin boğazına sokacak bir lokma yiyecek aramak için evden ayrılmasından uzun zaman geçmişti. Her gün, “İşte bu gün gelecek.” diye bekliyoruz. Gelmiyor.
Bir çadırda oraya buraya dağılmış bir şekilde yatan hastalara bakan, göz kulak olan bir tek Burmake ana vardı. Geceleri doğru dürüst uyuyamadığı için arada bir oturduğu yerde gözleri kapanır, kısa bir süre sonra hemen uyanır, tehlike dolu bir ormana girmiş gibi uzun süre etrafı dinlerdi. Ayrıca Bekkul’un çok hastalandığı gece sabaha kadar hiç uyumamıştı. Gecenin bir vakti sönmeye yüz tutmuş olan ateşi sürekli karıştırıyor, yayıyor, ocağın yanında mezar taşı gibi oturuyordu. Ateş gittikçe sönmeye, etraf iyice kararmaya başlamıştı. Bazen de uykuya dalıyor, başı önüne düşüyordu. Çadırın içi karanlık ve sessizdi. Arada bir Bekkul’un anlamsız mırıltısı duyuluyordu.
Bu gece Burmake, sanki hayatını baştan sona gözden geçirmiş ve iyice yorulmuş görünüyordu.
Ben, yataktan yaklaşık bir ay sonra kalkabildim. Hepimiz tifo hastalığına yakalanmış ve yatağa düşmüştük. İyileştikten sonra, hastalıktan saçım döküldüğünden kel kaldığımı anladım. Benden birkaç gün sonra Bekkul da yataktan kalktı. Onda da saç yoktu. Bekkul ve ben yataktan kalkıp yürümeye yeni başlamış çocuk gibi adımlarımızı yavaş yavaş atmaya başlayınca Burmake ana bize birer baston yaptı.
– Çok yürürseniz halsiz düşersiniz. Çadırın etrafını bir kere dolaşın gelin, dedi. Biz yavaş yavaş adımlayarak çadırın etrafında ya da içinde zar zor bir kere dolaşabiliyorduk. Ancak biraz yürüyünce hemen midem bulanıyor, gözlerim kararıyor, başım dönüyordu. Dünya alt-üst oluyor, sarhoş biri gibi gözüme hiçbir şey gözükmüyordu.
Mezar gibi yalnız çadır! Biz hastalanıp yatağa düştüğümüzden beri bize gelip giden de olmamıştı. Dışarı çıktığımda gördüğüm manzara şuydu: Çadırın etrafını çeviren eski avlu. Avlunun bir kenarında atımızın ahırı; onun yanında ot ve yem döküntüleri. Bir de Bekkul’la toguz korgool[2 - Kırgız milli oyunu.] oynamak için kazdığımız çukurlar vardı… Bu çukurlardan biri toprak dolduğundan, kaybolmak üzereydi. Şurada gürendi yanında ise ala boyunlu köpeğimiz hayata küsmüş gibi sabahtan akşama yatıyordu. Çoktan beri beni görmediği için özlemiş gibi kuyruğunu sallayarak, gözlerini bana dikiyor ve sevgi gösterisinde bulunuyordu.
Aradan epey bir zaman geçti. Ancak yiyecek yetersiz olduğundan kolay kolay iyileşememiştik.
– Keşke, karnınız iyice doysaydı çabucak iyileşirdiniz. Ne yapıyım? Allah da gariban ve fakire acımıyor mu ki diyordu, Bur-make ana. Zorluklarla dolu dünyada tek varlığımız, bir tabak kavuttu. Burmake ana, onu iktisatlı kullanarak, arada bir suya karıştırıp kaynatıyor, yaşlı, zayıf elleriyle bize içiriyordu. Ancak bu bizi doyurmuyordu.

II
Yataktan kalkmamdan bu yana bir ay kadar olmuştu. Anneannem gelip beni götürdü. Almakan ablam henüz iyileşmemişti. Ben anneannem ile evden çıkarken, ablam başını kaldırarak, dağılmış, gözlerini kapatmış olan saçlarını bir tarafa atarak “Gidiyor musun, elveda!” der gibi hüzünlü gözleriyle bakakalmıştı.
Ancak bir tek benim gitmem ile evdeki yük hafiflemeyecekti. Evde benden başka beş tane daha yetim vardı. Ne olursa olsun benim gitmem evdekiler için büyük bir ödül gibi olmuştu.
Dedemin evi, Çon Taş’tan kırk kilometre kadar aşağıda, Ken Suu köyündeydi. Dedem zengin biriydi. Yavaş yavaş zenginleşmekte olan altı oğlu var…
Anneannem beni iri karınlı bir kısrağa bindirerek akşam üzere evine geldi. Hayvanların yavrulama dönemiydi. Biz geldiğimizde, onca koyunu sağmış, iplerini çözüyorlardı. Koyun sağmakta olan beyaz tenli bir gelin, “Annem geldi.” dedi, bize bakarak. Yavaş yavaş akan su gibi, baharın bu ılık akşamında, koyun arasına karışmış sığırların, buzağılarını ararkenki sesleri, yeri göğü birbirine katıyor, akşamın temiz havasını gürültüyle dolduruyordu. O güne kadar mezar gibi daracık bir çadırda büyümüş olan ben, burada ilk defa farklı bir dünyayı görüyordum.
Zaman geçiyordu. Komşu köylere gidiyor, çocuklarla tanışıyordum. Az da olsa oraya alışmıştım.
Bir gün sabahleyin anneannem, gelinine küçücük bir kaba benim için ayran koydurdu. Bana bakıp: “Kurban olayım, sen kuzuları otlat, onların eve gelmesine izin verme.” dedi.
Anneannem gözleri kocaman, biraz kilolu esmer bir kadındı. Alnının tam ortasında büyük bir ben vardı. Dedem yetmiş yaşında geçen sene vefat etmişti. Onun mezarını yapmak için on kadar işçiye tuğla hazırlatıyorlardı.
Ayımkan yengem kuzuları ahırdan çıkarmama ve evden biraz uzaklaştırmama yardımcı oldu. Ben karınca sürüsünü andıran kalabalık körpe kuzuları tepeye doğru sürmeye başladım.
Elimde uzun bir sopa. Arkada kalanlara sopayı dokundurunca, yerinden zıplıyor, sağa sola koşuyorlardı. Kuzulara çobanlık yapmak ilgisini çekmiş olmalı ki, benimle yaşıt olan Kurman-bay dayım da gelmişti. Beraber biraz oynadık. Canı sıkılınca geri gitti.
Kuzuları otlatarak yavaş yavaş köyden uzaklaştım. Bir tepeyi geçince durdum, azık kabımı bırakıp kuzuların geçeceği yerleri kapatacak şekilde oturdum. Azık kabı bana çok ilginç gözüküyordu. Evirip, çevirip inceledim. Kuzular çalıların arasına girerek sessizleştiklerinde ayakkabımı çıkarıp kuruması için güneşin altına bıraktım. Kendim de çimenlerin üzerine bıraktığım montumun üzerine uzanıverdim. Etrafta fazla kişi yoktu. Bir tek Sarıbay’ın oğlu kuş avlayarak, eğleniyordu. Sarıbay’ın zenginliği Isık Göl bölgesinin her tarafında biliniyordu. Hatta Isık Göl’ü geçmiş Kazakistan’ın Alban boyuna kadar ulaşmıştı. Bundan dolayı ona “Sayısız atlı Sarıbay.” derlerdi. Sarıbay’ın oğlu yüksek bir taşın yanına gelince elindeki kuşunu bir saksağana doğru bırakıp kendisi ise sırf gümüşlerle süslenmiş atına binerek aşağıya doğru inmeye başladı. Daha sonra baktığımda uzak bir tepenin yamacında ağır ağır türkü söyleyerek uzaklaştığını gördüm.
Ben oraya buraya bakınırken fark etmemişim. Yüze yakın kuzunun tepeden aşağı doğru gittiğini gördüm. Her şeyi oturduğum yere bırakarak, kuzuların peşinden koştum. Ben koştukça daha beter ürken kuzular, hep birlikte koşarak ahıra ulaştılar. Onlara ulaşamayacağımı anlayınca yarı yolda peşlerini bırakıp eşyalarımı almak için geri dönerken kalan kuzuların da ahıra doğru gelmekte olduğunu gördüm. Onları durdurmak için uğraşmadım “Olan oldu.” dedim.
Ertesi gün yine aynı şekilde kuzuların peşine takılmış, onları otlatmaya gidiyordum. Hava güneşliydi. Aşağı köyden de benim gibi bir çocuk geldi. Boyu benden uzun değildi, ancak giysileri iyiydi. Ayağında çizmesi ve kadife pantolonu vardı. Onun elinde de benimki gibi azık kabı vardı. İkimiz kuzularımızı birleştirip otlatarak, tepeye doğru yavaş yavaş gidiyorduk. Karşımıza çıkan ağaçların arasına kuzuları bıraktık. Kuzular ağaçların arasında görünmez olmuşlardı. Biz ise kenarda tepeden aşağıya doğru taş atma yarışı yapmaya başladık. Ben iki kere onu geçtim.
– Yerinden kımıldamadan at, diyordu çocuk.
– Sen de kımıldamadan at, diyordum, ben de.
Güneş iyice tepeden vurmaya başlayınca, oyunu bıraktık, testimizden ayran içmeye karar verdik. Ayranımız ısınmasın diye testilerimizi yaprakların altına saklamıştık. Çocuk diz çöküp küpünü bir eliyle tutarak içi boş ot sapından yapmış olduğu pipeti de diğer eliyle tutarak ayran içerken:
– Sen de bu şekilde iç güzel oluyor, dedi.
– Ben böyle içerim, diye küpümü dibinden kaldırdım. Tam o sırada kuzuların bir kısmı tepeden aşağıya doğru koşmaya başladı.
– Çevir, dedi, çocuk diz çökmüş şekilde ayran içerken.
– Çevirmem, onlar senin kuzuların dedim. Çocuk bana yaklaştı ve yüzümü tırnaklarcasına tam karşıma dikildi:
– Vay be. Sütü bozuk, serseri köle, dedi. Ben de susmadım:
– Sensin sütü bozuk.
– İmansız köle! Sen kimin evinde gün geçiriyorsun? Çobanlık yaptığın kuzular kimin? Senin baban, köyün nerede?
Çocuk yanıma yaklaşıp yakama yapıştı. Ben de onun yakasından tutarak karşılık verdim. Yaka paça olup dövüşmeye başladık; düştük, geri kalktık. Çocuk bir anda yakamı bıraktı ve benden uzaklaştı. Sağa sola bakınarak bir şey arıyordu. O sırada bulduğu korkunç bir solucanı sopanın ucuyla getirip “koynuna bırakacağım” diyerek bana uzattı. O bana yaklaşırken ben de yerimden kalkmıştım.
– Yaklaşma, yoksa döverim, diyerek, yaklaşmasına izin vermedim. Akşama doğru kuzuları eve getirdim. Bir sürü insan kuzuları bağlayana kadar tepeden aşan koyunlar da geliverdi. Birkaç gün önce yavrulamış olan koyunlar, onca kuzunun arasından kendi kuzusunu arıyordu. Ortalığı bir anda meleme sesleri kaplamıştı.
Avlunun içinde kurulmuş dört, beş çadır vardı. En başta bulunan büyük beyaz çadır benim dedeminkiydi. Koyunlar gelir gelmez ellerine kovalarını alan gelinler çadırlarından birer birer sallanarak çıkmaya başladılar.
– Çabuk ol. Koyunları yakala, dedi Ayımkan yengem, bana.
Benim dışımda da koyunları sağmaya yardım eden bir sürü kişi vardı. Koyunları kovalaya kovalaya yakalıyorduk. Üç dört tane koyunu sağdırdıktan sonra, eşek kadar büyük siyah bir koyunu zar zor yakalayıp, sürüklercesine getirdim. Böyle rezillik mi olur? Yengem ellerini koyunun memesine götürür götürmez, koyun elimden kaçmak için çırpınmaya başladı. Ancak ben bırakmadım, koyun beni de sürüklemeye başladı. Ölsem de seni bırakmam, dercesine inatlaşıp boynuna sarılmış, deri pantolonumu yere sürterek sürükleniyordum. Onu bırakmamak için uğraşırken koyunun sert toynağı yalın ayağıma geldi. Canım öyle acıdı ki, koyunun boynunu bırakıp oturuverdim. Koyun tezeğiyle işli dışlı olmaktan çatlamış ayağımdan kan aktı. Koyun sağmakta olan başka bir kadın bana bakarak:
– Zavallının ayağına çok kötü bastı, dedi bana acır gibi. Ahırın ta başında, olup bitenleri gören anneannem benim düştüğüm durumu görünce:
– He, garibin çocuğuna hayvan da öyle davranır, dedi ağız ucuyla. Anneannemin dediğini zor duydum. Yerimden kalktım, aksayarak koşup başka bir koyunu yakalayıp getirdim. Koyunu sağdırırken anneannem bana yaklaştı ve sağ eline kırmızı tabılgı[3 - Latince adı Spiraea olan bir ağaç.] bastonunu alarak üzerimde gezindirerek beni inceledi.
– Bahtsız, kabanını da yırtmışsın, dedi.
– Geçen Sasbak’ın oğlu yaptı dedim, sağılmakta olan koyunun boynundan sıkı tutarken, bağlanmış kuzulara bakarak.
– Bahtsız çocuk, oyun senin neyine, senin kabanını kim yamayacak, dedi.
– Oynamıyordum. Kuzularımı çevirmiyorsun diye bana saldırdı, diye yere baktım.
– Bahtsız insan öyle olur! Anneannemin zehirli dili kemiklerime kadar işliyordu. Bu kadar azarlayıp sonra da kabanımı yamamaktansa, hiçbir şey demeden çıplak bıraksaydı daha iyi olurdu benim için. Azarlarken iki sözünden biri “bahtsız” oluyordu. Bu söz bana özelmiş de, üzerime mühürlenmiş gibi benim için kullanılıyordu. Kurmanbay’a ne kadar kızsa da, bu sözü hiç kullanmazdı. Bundan dolayı, “bahtsız” sözü sadece fakir ve garipler için ortaya atılmış bir söz olmalı, diye düşünürdüm.
Kavga ettiğimizi anneanneme Kurmanbay söylemiş olmalı. Bundan adım kadar eminim. Başka kimse söylemez. Ayrıca benim haklı olduğumu da söylememiştir. Aramız ilk baştan beri bozuktu. Ben yokken anneanneme yalan uydurup beni kötülerdi.
– Hayvanları tekmeliyor, diye anneanneme beni şikâyet ettiğini duymuştum bir kere. Hayvanları tekmeleyen insandan anneannem nefret ederdi.
Günlerden bir gün, akşam üzere, Sarıbay’ın hanımı çağırıyor, diye biri beni götürdü. Sarıbay’ın çadırı, Ken Suu’da kendini ta uzaktan gösteren büyük iki beyaz çadırdı. Etrafında dört beş çadır daha vardı. İsmail, Bukara, Karıbay adlı çocuklarının da birer beyaz çadırı vardı. Ancak Sarıbay’ın boz çadırı farklı güzelliğe sahipti.
Sarıbay’ın hanımının beni insan yerine koyarak “Değer verip.” çağırtması tuhafıma gitti. Sarıbay’ın ününü hep duyardım, ancak çadırına hiç girmemiştim. Gittim. Biri beni avluda karşıladı ve önüme düşerek, çadıra götürdü. Benim girdiğim ilk odada yeşil renkli kadife kaftanını üzerine örtmüş bir hanım oturuyordu. Başında büyükçe bir eleçek[4 - Kırgızlarda özellikle orta yaş ve yaşlı kadınların kullandığı baş giysi.] vardı. Bu bayanın evin hanımı olduğunu anladım. Yaşı biraz geçkin olsa da (en az elli beş yaşlarındaydı), zenginliğin rahatlığıyla yaşlılığa henüz boyun eğmemişti. Şişman, kızıl yanaklı bir bayandı.
Ben girer girmez “Buraya otur.” der gibi kendine yakın bir yeri işaret etti. Ortalık sessizleşti. Sanki hayatım bu kadının elindeymiş gibi, ünlü hanımın önünde, onun kararını bekleyen suçlu bir köle gibi boyumu büküp oturdum. Elime tutturulmuş bir ekmekten koparıp yerken “Belki de benim yetim olduğumu duymuştur, acıyordur, bir şey vermek için çağırmıştır.” diye düşündüm.
Hanım bir ara bana bir şey uzattı. Elime alıp baktım. Bir tane bakır beş kuruş, bir de iki kuruş vardı. “Koskocaman Sarıbay’dan yedi kuruş mu çıktı.” diye düşündüm. Sonra anladım ki, bu yedi kuruşu bana sadaka niyetine vermişler. Sarıbay çoktan beri hastaymış. Ben buraya geldiğimden beri de gelen giden çoktu. Adamların biri çıkıyor, başkası giriyordu. Öbür odada yatan Sarıbay’ın sağlığını sormaya ve geçmiş olsun demeye geliyorlarmış. İşte ben bunun için çağrılmışım. Ben, hanımın karşısında elimdeki ekmeği yerken, hanım da dudaklarını kımıldatarak, arada bir elindeki bakır paralara üflüyordu.
Sadaka vermek için yetim aramışlar ve koca Ken Suu’da beni uygun görmüşler.
Bir ekmeği yedikten ve yedi kuruşu aldıktan sonra, kimsenin benimle işi kalmadığını anlayınca ayağa kalktım. Geldiğimde beni avludan içeri alan adam, bu sefer de köpek ısırmasın diye avludan çıkardı. Giderken, bu günün benim en aşağılandığım ve horlandığım gün olduğunu düşünerek üzüldüm. Evdekiler benim neden çağrıldığımı biliyorlarmış gibi, Sarıbay’ın evinden nasıl bir “ganimetle” döndüğümü sormadılar.
Burada üç ay kaldıktan sonra, beni Elebes amcam gelip geri götürdü. Gitmeme anneannem de karşı koymadı. Biz ata binerken:
– Gidersen git. Üzerine bir şey de veremedim. Bizi kötüleme oradakilere, dedi ve eski kabanını bana verdi. Bütün bahar boyunca burada çalışarak kazandığım “ganimet” işte buydu!
Dedem ve dayılarım çok zenginler. Ancak onlar cimri yaratılmışlar! Mal varlıklarıyla Ken Suu’daki zenginlerden geri kalmazlardı. Dayılarımın hayvanları otlamaya çıkınca dört bir yanı kaplardı. Fakat yine de, uyuz olmuş küçük bir oğlak için bile canlarını verecek kadar cimrilerdi. Dokuz yüz koyunu olan büyük oğlu Saadanbay, bu güne kadar deri pantolondan başka bir şey giymiş değildi. Hâlâ aklımdadır, bir keresinde, otlarken sarp yamaçtan düşüp ölen koyunu için epey ağlamış ve sabaha kadar çobanını dövmüştü. Dedemin çocuklarının adları bir birine benziyordu: En büyüğü Saadanbay, sonra Mergenbay, sonra İygenbay, Derkenbay, Orozbay, Kartanbay…

III
Dedemin evinden doğrudan Kızıl Kıya’ya geldik. Elebes amcam burada yol işçisiydi. Elebes amcam, yol boyunca neden Çon Taş’a değil de, Kızıl Kıya’ya gitmekte olduğumuzu şu şekilde anlattı: “Sen dedenlere gittikten sonra sizin çadırı Kızıl Kıya’ya taşıdık. Şuan hepimiz aynı yerdeyiz. Hayata bu şekilde tutunmazsak olmaz.”
Kızıl Kıya dedikleri yer, herkesin bildiği Karkıra pazarından elli kilometre kadar uzaklıkta olan büyük bir geçitti. Karakol, Carkent, Kulca, Narınkol; hepsinin birleştiği yer ise Karkıra’ydı.
Kızıl Kıya’da yaz kış demeden, yedi sekiz çadır kadar fakir aile yaşıyordu. Onlara “yol işçisi” deniyordu. Çarlık hükümeti bunları değişik köylerden görevli olarak getirmişti. Yol işçiliğinin süresi en az dört yıldı. Ancak onların arasında en az on yıldır görev yapanlar da vardı. Burası yayla gibi bir yerdi. İşçiler kışları karın kalınlığından dolayı yollara yerleştirilmiş ağaç gövdelerine oturur, sigara içerlerdi. O şartlarda bir at yoldan çıkacak olsa, işi bitti demektir; uçuruma düşer kaybolurdu.
Burada iki çadır daha vardı. Onlar Ruslarındı. Ancak onlar yol işçisi değillerdi. Biri, Başarin isimli çok büyük bir zengin. Bu adam Kızıl Kıya’ya yerleşeli çok olsa gerek. Kırgızlar o adamla ilgili “ilk geldiğinde sadece atı ve at arabası olan, sonradan kireç satarak zenginleşen insan” diye konuşurlardı. Her yıl yaklaşık yetmiş seksen ineği yavruluyordu. Elebes amcamın gelini Canımcan ise onları sağardı.
Bunun dışında Kızıl Kıya’nın vadilerine kovanlarını yerleştirip arıcılık yapan, hayvancılıkla uğraşan Ruslar da vardı. Ancak aralarında Başarin’den zengini yoktu. Sadece Karkıra’dan otuz kilometre kadar uzakta yer alan Kuturgan çeşmede “Postacı Metirey” adlı bir zengin vardı. Metirey’in buradakinden başka da Karakol’da ve Tüp’te birer evi vardı. Yol işçileri onun atlarını daha uzaktayken tanırlar, “şu Mankaşka, şu da Çabdar” derlerdi. Metirey’in Kuturgan çeşmeye yerleşip postacı olarak çalışmasının üzerinden uzun yıllar geçmişti.
Yol işçilerinin işi yoldaki taşları temizlemek, su akıntılarının bozduğu yolları, köprüleri onarmaktı. Kızıl Kıya’dan gelen postadaki malzemeleri sırayla aşağıdan yukarıya çıkarırlardı. Kışlar ise büyük eziyet demekti. Kış günlerinde yolcular doğru dürüst uyuyamazlardı. Fırtınalı, karlı gecelerde kızakla gelen posta yüklerini yukarı çıkarmak için uyumayı bırakır, yataklarından kalkar, uykulu gözlerle atlarına binip yola koyulurlardı. Postacı geldiği zaman yol işçileri hazır değilse ya da geçitten geçerken atları çekemezse, kızakta oturan efendiler yol işçilerini kara batırırcasına döverlerdi. Bundan dolayı eskiden beri o garibanlar, fırtınalı ve karanlık gecelerde bile diken üstünde yatar, ta uzaktan çalan zilin sesini duyar duymaz yataklarından fırlar, telaşla dışarıya çıkarlardı.
Ben Kızıl Kıya’ya geldiğimde babam yatağa düşmüştü. Hastalığı ciddiydi. Her şeyi o zaman anlamıştım. Benim dedemlerden getirilmemin nedeni de buymuş. Babam beni tanımamış olmalı. Yuvasına girmiş fersiz gözleriyle bana derin derin baktıktan sonra, ancak “Ha sen miydin?” dedi, boş bir sesle.
Anladım ki, dedesinden gelen benim gibi bir çocuk için, burası da iç ısıtacak bir yer değildi. Eşpay, babamın bir ayağının mezarda olduğundan habersiz “karnım aç” diye gözyaşı döküyor, yemek istiyordu. Bir kenarda ise başkasının bıraktığı bir kâsenin dibini yalayarak, Aşımkan kardeşim oturuyordu. Kısacası, bu ev sanki kıtlığa teslim olan bir yere taşınmış gibi yoksuldu. Keşke, evimizde bir işe yarayacak insan olsaydı. Babam hariç, köpek yavrusu gibi küçücük altı yetim çocuktuk. Beyşembi’nin kaç çocuğu var, acaba? Beyşembi, Elebes amcamın tek oğluydu. Otuz yaşını geçmiş, seyrek sakallı, iri burunlu, uzun boylu, esmer biriydi. Üç çocuğu vardı.
Böylece iki aile birleşince sadece çocukların sayısı ona yaklaşmıştı. Büyüklerle birlikte evde toplam on beş kişi olduk. Aradan çok zaman geçmeden babam vefat etti. Sessiz, sakin, ılık bir geceydi. Daha yeni yatmıştık. Uykuya yeni dalmışım galiba. Bir anda Burmake ananın “ah, talihsizler kalkın” diyen acı haykırışıyla uyandım. Hepimiz telaşla yerimizden kalktık. Ev bağırış-çağırışlarla doldu. Tam o zaman, henüz biz uyku sersemliğini atlatamamışken, nerden geldiği belli olmayan bir bayan yaklaşıp Bekkul’la bana bir sopa tutturdu ve dışarıya çıkardı:
– İşte bu sopayı alın, dayanarak, gözlerinizden kan çıkana kadar ağlayın bahtsızlar, diyerek, evin önünde ellerini böbreğine dayayarak ağlamakta olan Beyşembi’nin yanına bizi bıraktı.
Bekkul elindeki sopadan uzun değildi. O, bu duruma alışsa da sesi çıkmıyordu. Ben önce etrafımdakilerin ne dediğini anlamaya çalıştım. Baktım ki, Beyşembi “Esil kayran bir boorum.” (ah, zavallı kardeşim) diyordu. Ben bunu duyunca “Esil kayran atakem.” (ah, zavallı babacığım) demeye başladım. Bu arada Bekkul da benim dediklerimi tekrar ettiğini fark ettim. Bu durum benim biraz canımı sıktı. Bir ara sesler yavaşlayınca, Bekkul’a dönüp onun yalın ayaklarına bakarak:
– Sen benim taklidimi yapma. Söyleyeceklerini kendin bul, dedim. Sabah olmuştu. Tam o sırada aşağıdan bir sürü insan bağrışarak bizden tarafa gelmeye başladı. Yerimizden kalkıp biz de onlara katıldık. Ben bu arada Bekkul’u dinledim. Bekkul yine “Ah, zavallı babacığım.” diyordu. Ben ağlamayı bırakıp Bekkul’a döndüm ve “Kendin söz bul, dememiş miydim?” diyerek ona kızdım. Benim kızgınlığım üzerine Bekkul duraksadı. O durunca, ben devam ettim. Ama Bekkul yine aynı şekilde söylenerek ağlıyordu.
Ben bu konuda hatalı olduğumu sonradan anladım…

IV
Bizim çadırımız Serke’nin Avlusundaydı. Serke’nin Avlusu dememizin nedeni de, etrafı taşlarla örülmüş taş avlu olmasındandı. Bu avlu çok eski olsa gerek, iyice harap olmuş, dökülüyordu. Alanı bir hektar kadar vardı. Bu avlunun ne zaman ve kimin tarafından kurulmuş olduğunu hâlâ bilmiyorum. Ancak eskiden “Çok eskiden burada Kalmuklar yaşarmış. Onların binlerce keçisi varmış. Bu avluyu onlar kurmuş. Etrafındaki çukurlar ise savaş zamanlarında kazılmış olmalı.” derlerdi. “Serke’nin Avlusu” ismi de o zamandan kalmaymış. Burası, Tüp deresinin kenarında dümdüz ovada, yola yakın bir yerdi. İki tarafa giden yolcular, burada yaşayan yol işçilerinin evlerine uğrar, semaverde çay kaynatır, içer, sonra devam ederlerdi. Yol işçilerinin köyü buradan gözükürdü, bir tay koşturma mesafedeydi.
Bir akşam Canımcan dışarıda odun keserken:
– Annee! Urmambet geliyor, diye bağırdı.
– Ne diyorsun, diye, evden Burmake ana seslendi.
– İşte geldi bile, dedi, Canımcan. Artık Urmambet’in kim olduğunu öğreneceksiniz.
Benim dedem Alımbek’in beş oğlu vardı. Onları yaşına göre sayacak olursak şu şekildedir: Barktabas, Baalabas, Elebes, Estebes, Elebay. Barktabas ile Estebes henüz ben doğmadan ölmüşlerdi. Barktabas’tan çocuk yoktu. Estebes’ten ise Urmanbet ve Turdumambet isimli iki çocuk kalır geride. Babaları öldükten sonra Urmambet’i benim babam Elebay, Turdumambet’i ise Elebes amcam evlatlık almışlar. Turdumambet’e bu isim yeni doğduğunda verilmiş, ancak yürüme zamanı geldiği halde yürüyemeyip iki yıl geç yürüdüğü için ona herkes “Beçel” (Hasta) derdi. Zamanla onun asıl ismi unutulmuş, Beçel adı kalmıştı.
Urmambet, buralardan gideli, bu sene tam üç yıl olmuştu. Annem ile babamın öldüğünden haberi bile olmamıştı. Onun uzun zamandan beri nerede olduğundan haberimiz yoktu. Bazen Karakol’daymış, bazen de tüccarların hayvanlarını sürmesine yardım etmek için Andijan’a gitmiş, diye çeşitli söylentiler duyardık. Bir ara bir süre Karkıra’da bir Sart’ın[5 - Kırgızlar Özbekler için Sart derler. Büyük ihtimalle ticaretle uğraşan anlamında olmalı.] ayak işlerini yapmış, Sart hakkını vermeyince, onun bir atını alıp kaçmış, ancak çok uzaklaşamadan yakalanmış, diye duymuştuk. Fakat bunların doğru olup olmadığını bilmiyorduk.
Onun yetimliğinden dolayı çekmediği eziyet, gitmediği yer, geçmediği geçit kalmamıştı. Önceden bir komşunun evinde et pişirmeye yardım ederken, yanındaki birine “Yetimliğin acısını benim kadar çekmemişindir.” dediğini de duymuştum. Ama bir o kadar da uyanık ve hareketli biriydi. Yerinde duramazdı. Biraz sakin durursa hemen canı sıkılırdı. Komşu köyleri baştan sona kadar dolaşmadan da rahat etmezdi. Bir keresinde yaptığını unutmuyorum. Bahardı. Oyunları biten çocuklar evlerine dağılıyordu. O sırada Urmambet otlamakta olan ineğe ziplayarak biniverdi. Neye uğradığına şaşıran inek, oraya buraya koşturup zıplıyordu. Sonunda Urmambet yüzüstü düşmüştü. Herkes gülüyordu. Evet, sonradan biraz büyüyünce kimseye haber vermeden köyünden çekip gitmişti. Onu arar, kaldığı yeri bulur, getirirlerdi. Ancak fazla kalmaz, tekrar kaybolurdu. Köylüler, bizimkilere “Memleketinden, halkından kaçmak iyiye işaret değildir, bunu ona anlatsanıza.” derlerdi. Fakat Urmambet, “Dediğim dedik, çaldığım düdük.” diyenlerdendi. Çok inatçıydı. Akrabaların toplanıp defalarca ona nasihat ettiklerini, akıl verdiklerini biliyorum. Böyle durumlarda “evet, dediğiniz doğrudur,” der gibi sessiz oturur, ancak yine bildiklerini okurdu. Omuzu geniş, yuvarlak yüzlü, kalın dudaklıydı, kıpkırmızı gözlerinin derinliklerinde cesaret gözükürdü.
O geldiğinde vakit epey ilerlemişti. Başında yırtılmış boz kalpak, üzerinde uzun siyah kaftan, ayağında ise alçak tabanlı Kaşgarlılara özgü çizmesi vardı. Bu ayakkabı onun Kaşgar’da kaldığının kanıtıydı.
Sanki kapı ağzı onun için ayrılmış gibi ezelden beri eve girer girmez hemen kapı ağzına otururdu. Şimdi de öyle yaptı. Kapı ağzında eyere yaslanmış, bir ayağını uzatmış, ellerini göğsünün üzerine almış, kalpağını gözünün üstüne kadar düşürmüş, sanki birinin sırrını öğrenmeye çalışan biri gibi, ses çıkarmadan, etrafına yavaşça göz gezdirmekteydi. Neyi düşünüyordu acaba?
Beyşembi yine ona akıl veriyordu. Bir ara, “Yıllardır gezdin tozdun, ne buldun. Bir daha gitme. Beraber yetimlere bakalım.” dedi.
Burmake ana da bir taraftan Beyşembi’yi onaylayarak “Kurban olayım! Dinle artık. Az çok akıllandın. Beyşembi’nin dediklerini geri çevirme.” dedi.
Urmamabet sanki dinliyor gibi, hiç ağzını açmadan, ocağın yanındaki ibriğin kırık ucuna gözlerini dikmiş, düşünüyordu. Ne tür nasihatler edilmedi, dersiniz. Özellikle Beyşembi çok konuştu. Ben de kendimce artık ikna oldu, gitmeyecek galiba, diye düşünüyordum. O bu şekilde uzun süre oturdu ve aniden “Hayır, gideceğim.” diye kesip attı. Başka da hiçbir şey demedi. Deminden beri söylenen onca söze verdiği cevap buydu. Beyşembi umudunu yitirmedi, hâlâ konuşmasına devam ediyor, onu ikna etmek için çabalıyordu. Biraz önce Urmambet dışarı çıktığında Beyşembi de peşinden çıkmış konuşmuştu.
Bu akşam bizim evimize birkaç yük taşıyıcı Tatar gelmişti. Hepsi aynı yaştaydı. Yemekten sonra sigara içiyor, akordeon eşliğinde şarkı söylüyorlardı. Bizim kötü çadırımızı neşelendirmişlerdi. Urmambet onlarla sohbet ediyordu. Amacı onların yük arabasıyla Karakol’a kadar gitmekti. Başköşede sigarasını tavana doğru üfleyerek içen sarışın, kısa boylu adam, Urmambet’e bir göz gezdirdikten sonra:
– Ne kadar vereceksin, dedi isteksizce.
– Elli kuruş verebilirim, dedi üzgün gözlerle bakarak, Urmambet.
– Hayır, olmaz, dedi. Pazarlık uzun sürdü. Bir ara Urmambet:
– Kurban olayım, topu topu bir som[6 - Kırgız para birimi.] kadar param var, dedi. O bunu gerçekten söylüyordu. Hiç olmazsa seksen kuruş vereyim, sonra da bindiğim arabayı Karakol’a kadar süreyim, dedi.
Adam birkaç dakikalığına sessiz kaldı, sonra bir şey hatırlamış gibi “Ver parayı.” dedi.
Urmambet gömleğinin sağ tarafına elini sokarak bir mendil çıkardı, ucundaki düğümü çözerek zayıf elleri titrercesine kuruşları saydı. Onun bu haline ben çok acıdım. “Ah, zalim dünya! Şu zavallıdan para almasa bir şey mi olurdu? Millet, bunun gibi biçarelere neden benim gibi acımıyor?” diye düşündüm. Bu hayatta yoksulluktan başka kötü bir şey olmasa gerek!
Urmambet dışarı çıktıktan sonra bir daha girmedi. Biz yatarken dışarıdan sesler geliyordu. Yük taşıyıcılarla gitmişti. Beş yıldan beri ilk kez gelmesine rağmen, bir gece bile kalmadan geri gitmesine içim cız etti. Urmambet’in hayatını düşünerek saatlerce uyumadan yattım.
Aradan fazla zaman geçmeden bu bahar Urmambet’i yeniden gördük. Bu sefer Karakol’dan Karkıra’ya gidiyormuş. Andican’da bir zenginin işlerini yapıyormuş. Bu sefer önceki gibi değildi, morali iyiydi. Altında atı da vardı. Atını övüyor, neşe içinde Karakol’dan gelirken birkaç kez askerlerden kaçıp kurtulduğundan bahsediyordu.

V
Sonraki yılın yaz mevsiminde Elebes amcam beni Vasiliy isimli bir Rus zenginine köle olarak verdi. Sığırlarına çobanlık yapacaktım. Vasiliy’in evi, Tüp’ün öbür tarafında, Çon Bulak’ın yanındaki yalnız evdi. Bembeyaz badana yapılmış olan ev, ta uzaktan gözükürdü. Biz ata binip yola çıkmak üzereyken, Burmake ana:
– Kendine iyi bak. Hep beraber el birliğiyle çalışmazsak olmaz, evin durumunu görüyorsun, dedi bana bakarak.
– Çalışırım. Böyle yapmamız iyi oldu, dedim. Burmake ana ayağımdan kaldırıp ata bindirirken:
– Ne verecek, diye sordu Elebes amcama bakıp.
– Maaşı iki som, dedi, Elebes amcam.
– Olsun. Bu devirde kimse iki somu bedava vermez, dedi, ata binmiş, beklemekte olan bize bakarak.
Biz giderken gökyüzü bulutlanmış, tepelerdeki kara bulutlar oradan oraya geziniyordu. Rüzgâr esiyordu, hava serindi.
Fakat çoktan beri yağmur yağmıyordu. Bozkırın düzlüğünde gidiyorduk. Bizim gittiğimiz yolda Başarin’in sürü sürü sığırları otlanıyordu. Sığır çobanı havaların kapalı olmasına rağmen akşam olduğunu anlamış ki, uzun kırbacını eline alıp arada bir ıslık çalarak sığırları sürmeye başladı.
Elebes amcam eskiden beri aceleci ve olur olmaz şeylere üzülen bir adam. Bindiğimiz doru kısrağın karnına ara sıra ayağının arkasıyla vuruyordu. Bu arada bir şeye üzülmüş gibi kendince bir şeyler mırıldanıyor. Biz bu şekilde sessiz ilerlerken yüzünü buruşturarak, doğuya doğru bakarak: “Allah’ın yağmuru da yağmaz oldu.” dedi. Ben sesimi çıkarmıyorum. İki tarafıma bakınıyorum. Elebes amcam kısrağın karnına bir tekme daha atıyor.
– Allah’ım bizi neden bu kadar çileli yarattın, diyor.
Elebes amcamın eskiden beri dillendirdiği buna benzer serzeniş ve şikâyet dolu acı sözlerine alışmıştık. Herkes alışık olduğu için onun konuşmalarını kimse umursamazdı. Yüzü acı bir ilaç içmiş gibi buruşmuş şekildeydi. Sakalları ağarmıştı, yaşlı biriydi. Fakat ben, bu adam neden böyle diye, söyledikleri acı sözlerin nedenini arar, anlam vermeye çalışırdım. Olur, olmaz şeylere üzülmeye başlayınca, Burmake ana: “Yine mi söylenmeye başladı? Bir gün şöyle bir rahat yüzü göreceğimiz gün olur mu acaba?” derdi.
Vasiliy’in evine gün batmak üzereyken geldik. Vasiliy orta boylu, kocaman göbekli bir adamdı. Üzerinde gömlek vardı. Biz geldiğimizde dışarıdaydı. Bizi görür görmez:
– Geldi, dedi, bıyık altından beli belirsiz gülümseyerek.
Attan inip eve girdik. Kapıdan girer girmez gözüme öbür odadaki dinî resimler çarptı. Ancak bunun gibi resimler benim hiç ilgimi çekmiyordu. Çünkü o tür resimleri Başarin’in evinden çok görmüştüm. En ilginci buradaki ranzanın üzerinde asılmış büyük, gri resimdi. Resimde sayısız asker var. Savaşın adı “Tarumar.” İşte burada biri düşmanla yüz yüze gelmiş, kılıcıyla saldırmakta. Düşmana saldırılacaksa, işte böyle saldırmalı! En az bin kadar asker vardır. Kaçmakta olan düşmanı kovalıyorlar, kaçanların bir ucu şiddetli akan nehre kadar ulaşmış.
– Vasiliy’in, uzun boylu, mavi gözlü, büyük burunlu hanımı eve giren civcivleri “kış kış” diyerek dışarı çıkardı. Sonra da ocaktan siyah bir tencereyi getirip bize çorba koydu, yanına da üç dört tane yumurta ile iki dilim ekmek bıraktı. Yemek yerken, Elebes amcam arada bir onlarla bir şey konuşmaya çalışıyordu. Vasiliy Kırgızca iyi bilmiyordu. Vasiliy’in büyüme çağında çok güzel bir kızı vardı. Bu evde Kırgızca bir tek o iyi biliyordu.
– Yemekten sonra, Elebes amcam fazla oyalanmadan geri yola çıktı. Gariban ben ise tutsak olmuş gibi, yabancıların elinde kalakaldım. Yatma vakti gelince hanımı bir paspası koltuğuna kısarak geldi de, sanki gözleri görmeyen birinin elinden tutmuş gibi elimden tutarak ve uzağımda yürüyerek girişteki odaya getirdi. Buraya yat, diye bir köşeyi gösterdi ve elindeki paspası bana uzattı. O çıkar çıkmaz gösterdiği yere paspası seriverdim ve üzerime kabanımı örterek yattım. Gecenin sessizliği. Benim tam karşımda içinde bir tavuk olan kafes vardı. Ocağın dibinde de çökmüş ve boynunu uzatmış bir kaz duruyordu. Karanlıkta gözükmüyor ancak bir de mırmır sesi çıkaran kedi vardı. Biraz sonra ay tepeye ulaştı. Pencereden gelen ay ışığı odayı aydınlatmaya başladı. Dışarısı sessizdi. Evin yanında bulunan üstü açık ahırdaki sığırlar çoktan geviş getirmeye başlamışlardı. Bir kenarda arka ayaklarını uzatmış, büyük kahverengi bir sığır yatıyordu. Tam bu sırada, hayat birkaç saniyeliğine durmuş, Vasiliy’in evi dalgasız denizde yüzen gemi gibi tek başına sessizliğe gömülmüştü.
– Vasiliy, beni elimden çekerek uyandırdı. Daha gözümü açamadan elimden tutup dışarı çıkardı, evin arkasında akan çayın yanına getirip eliyle işaret ederek geri gitti. Onun ne demek istediğini anladım. Bu, işaret “yüzünü yıka” anlamına geliyordu. O giderken peşinden “neyimden tiksindi acaba?” diye düşündüm. Sabahın serinliğinde soğuk suyla yüzümü yıkadım ve kirli gömleğimin ucuyla silerek, avluyu dolanarak eve geldim. Vasiliy’in hanımı inekleri sağıp bitirmiş, eve doğru geliyordu. Beni görünce “Sen yemek ye.” dedi. Dünkü gibi yer sofrasına oturtarak yemek verdi. Yemekten sonra ben dışarı çıkarken Vasiliy elimden tutarak durdurdu ve sığırları nerede otlatacağımı uzun uzun anlattı. Birkaç dakika dinledikten sonra biliyorum, diye başımı salladım.
– Gökyüzü masmavi. Hava bugün nasıl da güneşli. Otuz civarında sığırı önüme katarak, Tüp deresinin kenarından aşağı doğru gidiyorum. Tek başınayım. İnsanı sıkacak kadar bir yalnızlık hissediliyor. Etrafıma göz gezdiriyorum. Diğer çobanlar epey uzaktalar. Ta uzakta, sığırları yönlendiren iki çoban gördüm. Koyunlar etrafa dağılmışlar. Onların aşağısında, dere kenarında çok sayıda sığırın önünü kapatmış iki adam oturuyor. Onlardan biri dere kenarından çıkagelen sığırlara taş atarak geri çevirdi. Ne kadar da şanslılar diye düşündüm. Ancak onların yanına varmak mümkün değildi; onlar nehrin öbür tarafındalar. Nehrin tam coşkun aktığı günlerdi.
Deminden beri sığırlar rahatsız olmaya başladılar. Hava ısındıkça daha beter oluyorlar. Kuyruklarını sallıyor, oraya buraya koşmaya başlıyorlar. Ben sığırları toplayıp çalıların olduğu bir yere getirdim. Kendim ise sığırların geçemeyeceği şekilde çıkışı kapatarak oturdum. Tüm çabama rağmen, kahrolası kırmızı inek sıcağa dayanamayıp, sağa sola koşuyor, kuyruğunu sallıyor, burnuyla arka ayaklarını kaşıyordu. Bir anda aşağı doğru kaçmaya başladı. Bunu gören öbür sığırlar da kırmızı ineğin peşine düştüler. Dört bir yana dağılan sığırların hangi birinin peşine düşeceğime şaşırdım. Geride kalakaldım.
– Sabah evden ayrılırken Vasiliy: Sığırları kovanların olduğu tarafa gönderme ha! Gönderecek olursan… diyerek, parmağını gösterip tehdit etmişti. Tam bu arada onun dedikleri aklıma geldi. Onun dediği gibi kötü niyetli kırmızı inek doğrudan kovanlardan yana koşuyordu. Ben öbürlerini bırakıp kırmızı ineğin peşinden koşmaya başladım. O, kuyruğunu kaldırmış, hızlı bir şekilde gidiyordu, ben de peşini bırakmayıp koşuyordum. Kovanların olduğu yer, aşağı yukarı kırk hektar gelen otlu bir alandı. Bu yerin bir tarafı dağa, bir tarafı da Vasiliy’in evine çıkıyordu. Otların boyu at üstündeki adamı bile geçerdi. Kırmızı inek otu az olan yerleri geçerek buraya yaklaştı ve insan beline kadar gelen otların arasına girdi. Ben kızgınlıkla koşarken kovanların yanına nasıl geldiğimi anlamadım. Çok sıcaktı, arılar kovana girip çıkıyordu. Bu arada sol gözüm “cız” dedi. Ben gözümün üzerindeki ağrıyla uğraşırken bir sürü arı bana hücum etti. Arının soktuğu sol gözüm hemen şişti. Bu arada kırmızı ineğe yetişebilmiştim. En önemlisi ise kovanlara bir şey olmamıştı. Ağzım kurumuş, kalbim hızla çarpıyordu. Nefes nefese kalmıştım. Kırmızı ineği önüme almış dönüyordum. Peşimizden öbür sığırların neredeyse yarısı gelmişlerdi. Onları da katarak, hepsini beraber sürerek geldim. Sığırların yarısı ise her tarafa dağılmıştı. Zar zor hepsini bir araya getirmeyi başardım.
Vasiliy’in evinde yaklaşık iki ay kaldım. Ancak son zamanlarda halim perişandı. Hiç huzurum yoktu. Gün boyunca çektiğim yorgunluğun ardından, akşam eve geldiğimde de evin hanımı rahat bırakmıyor, her işi yaptırıyordu. Üstüm başım perişandı. Epeydir su görmediğinden sertleşmiş pantolonumun her yeri yırtılmıştı. Kirden sertleştiğinden bacaklarımı acıtıyordu. Gri gömleğimin parçalanmış uçlarını uygun bir şekilde birbirlerine bağlamıştım. Bu halimi gördükleri halde değişen bir şey olmuyordu. Bir kere Vasiliy’in oğluna, söylediklerimi babasına ulaştırır amacıyla “Üstüm başım perişan, yırtık, giymediğin giysilerin varsa ver. Yoksa gideceğim.” demiştim. Bunun cevabını bir akşam yemek yerken aldım. Yemek yiyorduk. Vasiliy çorba içtiği kaşığı bıraktı ve bıyıklarını bir okşadı. Sonra da onlardan biraz uzakta yemek yemekte olan bana bakarak “Maaşınla sana giysi alıyım mı?” dedi. Ben biraz düşündüm ve “Öyle olmaz.” dedim. “Niye?” dedi, ağzındaki lokmayı çiğnemeye ara vererek. Karısı da cevap beklercesine bana baktı. O zaman bana daha da kötü olur, dedim, kaşığımı sofraya bırakarak. Bu arada onlar beni bırakıp aralarında konuşmaya başladılar. İçimden, benimle ilgili konuşuyor olmalılar diye geçirdim. Bir süre sonra Vasiliy, bana dönerek, “O zaman Elebes sana niye giysi vermiyor. Biz giysi konuşmamıştık. Olur dersen, maaşınla sana giysi alabilirim.” dedi.
– Elebes’te de yok ya, dedim biraz düşündükten sonra. Eski püskü giysi veririm dememiş miydiniz, dedim. Fakat benimle ilgili konuşma burada sona erdi, herkes kendi işine baktı. Tam bu arada hanımı neyin eti olduğunu anlamadığım, kıpkırmızı bir et parçasını getirip önüme bıraktı. Önceden birilerinden Rusların kestikleri hayvanların etlerinin haram olduğunu duymuştum. Et önüme konurken, bu söz aklıma gelmesine rağmen eti hemen elime alıp yiyiverdim.
– Günlerden bir gün çok ilginç bir olay oldu. Vasiliy ailesi ile evde kahvaltı yapıyordu. Ben ahırdan sığırları çıkarıyordum. Nasıl geldiği anlaşılamadan gökyüzünden bir akbaba indi ve benim bağırıp çağırmalarıma bakmadan bir kazı alıp götürdü. Kazın boynunu ısırarak gökyüzüne yükselmekte olan akbabaya ağzım açık bakakalmışım. Pencereden benim bu halimi görmüş olmalılar ki, Vasiliy’in hanımı kızgın bir şekilde yanıma koşarak geldi. Neden tutmadın, diye yüzümü tırnaklayacakmış gibi yaklaştı.
– Yetişemedim, dedim, koştuğum alanın mesafesini elimle işaret edip göstererek. Vasiliy’in hanımı çok sinirli biriydi. “Seni var ya..” diyerek kulaklarımdan çekti. Elinden kurtulmaya çalıştım. Bir ara kurtulmuştum, tekrar yakaladı ve bu sefer ensemden de tutarak sıktı. Onun on yaşındaki oğlu Petka beni severdi. O, “Anne dövme,” diye bağırıyor, bana acıyordu. Bizi bu halde görünce küçük kızı da saçları dağılmış şekilde koşarak yanımıza geldi. Çocuklarından bir de pencereden bakıyordu. Beni dövmekten başka alacağı bir şey de yoktu. Kadın beni bırakınca, sığırları sürüp her günkünden daha uzak yere gittim. Beklediğim tek şey vardı, akşamın olmasıydı. Fakat bugün gün sanki iyice uzamıştı. Sabahtan beri hava kapalıydı, gökyüzünü kara bulutlar kaplamıştı. Üşümüştüm. Hava soğuyunca, geçenlerde yağmurdan korunmak için kullandığım kocaman kara taşın dibine büzüşerek oturdum. Açılmış olan ayaklarımı pantolonumu çekiştirerek kapatmaya çalıştım. Fazla uzamadı, şimşekler çakarak, o kapkara bulutlar bir anda yağmur olarak dökülmeye başladı. Bir anda çimenlerin üzeri parlayan su damlalarıyla kaplandı. Ben ise o koca kara taşın dibinden kalkmadan, uzaktan sığırları gözetliyordum.
Akşam olunca sığırları topladım, eve doğru sürdüm ve kendim geri döndüm. Amacım, kaçmaktı. Bunu çoktan beri düşünüyor olsam da, bugün kesin kararımı vermiştim. Bizim çadır çok uzak değildi, buradan görünüyordu. Beni korkutan sadece büyük nehirdi. Orayı bir geçersem, sonra iş kolay, gece de olsa korkmam, giderim. Nehrin suyu eskisi gibi değildi, azalmıştı. Derin de değildi. Pantolonumu bacaklarıma kadar dürdüm ve besmele çekerek suya girdim. İlk adımlarda suyun soğukluğundan biraz zorlansam da kaygan taşlardan kaya kaya karşı kıyıya çıktım. Ayaklarım donmuştu. Sudan çıkar çıkmaz pantolonumu indirmeden ıslak çimlerin üzerinde koşmaya başladım. Çadırlar yazın kurulduğu yerdeydi. Tezek dumanları arasında, insanlar yatmak üzereyken, bizim çadıra geldim. Ocağın etrafına dizilmiş şekilde oturanlar bana bakakaldılar. Ben içeri girip henüz oturmadan, Elebes amcam “Niye geldin?” dedi kaşlarını çatarak. Bir anda yüzündeki kalın kırışıklar toplandı.
– Çocuk işte, biraz sabredip maaşını aldıktan sonra gelseydin, dedi Burmake ana. Elebes amcam ise her zamanki gibi azarlamasına başladı. Bu seferki azarının sebebi doğrudan bendim. Ben suçluydum. Kulaklarımı kapattım, lâl olmuş gibi oturdum. Aradan biraz zaman geçince Burmake ana “Yeter artık, garibin yedikleri boğazından geçsin.” dedi. Bir de peşinden “Yaşlı ayı.” dedi. Bu sözler bana biraz cesaret verdi. Bu arada öbürlerine verilen kâse çorba bana da verildi. Üzgün ve perişan halimle gelip payıma düşen bir kâse çorbayı aldım.

VI
Yol işçilerinin köyünde.
Bundan birkaç gün önce, “Her nahiyeden dörder kişi askere alınsın. Her birine dört yüz som verilsin.” diye Bölge Valiliğinden Nahiye Müdürlerine emir gelmişti. Bu haberin üzerinden fazla geçmeden Urmambet’in askere alınacağını duyduk. Beyşembi bu haberin doğru olup olmadığını öğrenmek için Isık Göl’e gitmişti. Beyşembi geldiğinde biz otları topluyorduk. Canımcan toplanan otların üzerine çıkmış, Elebes amcamın verdiği otları alıyordu. Beyşembi atından iner inmez, atını henüz bağlamamışken, Elebes amcam “Doğru muymuş?” diye sordu, elindeki dirgene dayanarak. “Doğru.” dedi, Beyşembi. Elebes dirgeni toplanmış olan otun üzerine bırakarak, Beyşembi’nin yanına geldi. Eğilerek çizmesine koyduğu keseyi çıkardı. Çıkardığı keseden avucuna tütün döktü, sonra da hemen ağzına attı.
– Ee, söyle bakalım ne var ne yok, dedi dudaklarını bükerek.
– Bizim Şımarık Sarı bir kişi verecekmiş. İşte onun için bizim Urmambet’i askere yazmış, diye söze başlarken Beyşembi, Elebes amcam:
– Nahiye Müdürü onu yakalayıp mı vermiş, diyerek sözünü böldü.
– Lafın kısası, efendiler onu uygun görmüşler, dedi Beyşembi.
– O, Isık Göl’e ne zaman gitmiş?
– Yıllardır gitmiyormuş, bu sene de halkı bir göreyim demiş galiba. Gittiğinde de bu olay olmuş.
– Nerelere gitmiş, dedi, Elebes amcam. Beyşembi bağladığı atına bir baktı ve kalın parmaklarını ovalayarak, bu sefer Irdık’ta, Tunganların yanında kalmış, dedi. Birkaç dakika sessiz kaldıktan sonra:
– Gider gitmesine de, ancak giderayak halkın huzurunu bozup boş yere kötü oldu. Askere yazıldıktan sonra Karakol’a gitmiş, sonra geri gelmiş ve şiddet kullanarak ekâbirlerin atlarını almış, bugün de Şımarık Sarı’nın huzurunu bozmuş. Askere gidecek olanlara 400’er som verilecekmiş, onun 200’sine idareciler el koymuş.
Aslından bunların hepsi doğruymuş. Olay şöyle olmuş:
Günlerden bir gün Cılu Bulak’ın az ilerisinde efendiler bir araya gelerek toplantı yaparlar. Tam o sırada, Urmambet Aral’dan hızlı çıkagelir, toplananların üzerine yürür ve Nahiye Müdürü Ibıke’nin atını elinden almaya çalışır. Oradakiler, “Yapma, etme, ayıp olur, bunu bırak, istediğin başka at varsa verelim.” derler. O ise “Bundan başka ata binmem.” der. Oradakilerden Urmambet’i dövmeye çalışanlar da olur. Urmambet’in soğuk suratını gören Ibıke de korkar. “Bu kâfiri rahat bırakın.” diyerek dövmeye çalışanları durdurur. Böylece Urmambet, Ibıke’nin doru atını alarak yola koyulur.
Aynı gün, halk arasında yayılan “Urmambet askere alınacakmış. Nahiye Müdürünün atı ile gelmiş,” şeklindeki söylenti Şımarık Sarı’ya ulaşır. “Nahiye Müdürünün öfkesi ona rahat vermez.” derler. Kadınlar ise, “Tövbe… Bunun gibisini görmemiştik. Sıradan bir adamın, Nahiye Müdürünün atına binmesi, iyiye yorulacak şey değil. Kahrolasıca! Bu zamana kadar onun atına değil binmek, önünden geçeni görmemiştik. Nahiye Müdürüne bunu yapanı Allah çarpar, derler.” Durum böyle olunca ne yapacağını şaşıran Ibıke:
– Bu kâfirle tartışılmaz. Onu bir şekilde kandırın ve ortadan kaldırın, der.
Kısacası onunla ilgili çok sayıda söylenti dolaşıyordu.
Urmambet gitmeden önce Kızıl Kıya’ya uğradı. Akşam üzereydi. Köyün önünde akan derede birçok çocuk oynuyorduk. Tam o sırada kara atlı, gri giysili, bakımlı bir asker atını koşturarak gelip bizim çadırın önünde durdu. Ben hemen tanıdım. Urmambet geldi, dedim. Bekkul’la yarış ederek eve koştuk. Peşimizden şaşkın şaşkın bakan Torgoyakun da koştu. Biz geldiğimizde Urmambet çoktan içeri girmiş, kendine yer bulup, oturmuştu bile. Eski Urmambet değildi. Üzerinde gri asker kaputu, onun içinde göğsünde cebi olan gri gömlek, ayağında ise yepyeni sarı renk çizme vardı. Üzerindeki bütün giysiler kendine çok yakışmış, orta boylu, yakışıklı bir asker olmuştu. Geçenlerde buradan Almanya’ya giden askerlerden hiç farkı yoktu. Bir tek başındaki, kuzu derisinden yapılmış Kırgız kalpağı vardı. Bu sefer askere alınanların hepsini bu şekilde giyindirmişler. Bu, Kırgızlardan alınan asker olduğunun işareti gibiydi. Üzerindeki giysiler kendine yakışmış olan Urmambet gözüme çok yakışıklı göründü. Morali da iyi gibiydi. Öncekilerin aksine, evdekilerle sohbet ediyordu. Ben gelmeden önce epey konuşmuş olmalıydılar.
Benim içeri girdiğimi kimse fark etmedi. İçeri geçip Urmambet’in yanına oturdum. Urmambet yanında, sağ tarafında oturan bana bakarak, “Kurban olduğum, ölmezsen sen de büyür insan olursun.” diye kocaman, ağır elleriyle yavaşça alnımdan okşadı. Bu sözü neden söylediğini anlamadım. Ama yine de bana ilgi göstermesine sevindim.
Bu arada Burmake ana başını dumandan çevirerek Urmambet’e baktı.
– Hey kurban olduğum! Nahiye Müdürünün atına binmişsin, bu nasıl iş? Birinin bedduasını alırsın. Dosta göre düşman çok, derler. Öyle yapma, tövbe de, dedi yumuşak bir sesle ve iyi niyetle. Urmambet bu sözleri dikkate bile almadan:
– Elimden gelse onlara bundan daha fazlasını yapardım, dedi. Deminden beri sesini çıkarmayan Elebes amcam, bu sefer söze karıştı.
– Bunca insan arasından Ibıke’nin atını almışsın. Herkes, “Bunun gibisini görmemiştik.” diye senden bahsediyor. Bunun sonu sana iyilik getirmez.
– Urmambet bu sözlere de kılını kıpırdatmadı. Tam tersi bu sözler üzerine cesaret almış gibiydi.
– Bana başkaları değil, Ibıke’nin kendisi lazımdı. İntikamımı aldım. O da elinden geleni arkasına koymasın. Benim için fark eden bir şey yok, dedi.
Bu yaptığın kibirlilik olmaz mı, dercesine Burmake ana düşünceye daldı ve biraz sonra, “Kurban olayım, kısacası dikkat et. Halkın bedduasına kalmak iyi değildir. Uzun yola çıkıyorsun.” dedi. Urmambet Kızıl Kıya’da sadece bir gece kaldı. Sabah vakti. Bugün sanki sonbaharın habercisi gibi hava serindi. Ağaçların yaprakları daha çok dökülüyordu. Yerde kırağı vardı. Gökyüzündeki koyu kara bulutlar daha da karararak, saldırır gibi aşağıya iniyorlardı.
Urmambet atına binmiş, hazır bekliyordu. Biz, hepimiz dışarıdaydık. Komşumuz Baybolot öbür taraftan bizim eve doğru geldi ve gözlerinin çapağını temizlerken “Selametle!” dedi sertleşmiş büyük ellerini Urmambet’e uzatarak. Hemen peşinden de, “Askere ne zaman gidiyorsun?” diye sordu. Urmambet hafifçe eyerden kalkıp ata düzelerek oturdu ve geniş göğsünü yukarı kaldırıp ok gibi gözleriyle uzaklara bakarak: “Buradan Karakol’a gider gitmez gönderirler.” dedi. Kamçısını eline alıp atına bir vurup hareket etmeye çalışırken, Burmake ana boğulmuş sesiyle, “Sağ salim git, kurban olayım sana. Allah yolunu açık etsin!” dedi. Yaşlı Burmake ana, gözlerinden akan yaşlar yüzündeki kırışıktan aşağı akarken eliyle siliverdi. Urmambet ise cesaretle kamçıyla atına bir kez vurarak yola koyuldu. Uzaklaşırken bir köşeyi döndü, ondan sonra sanki ömür boyunca kaybolmuş gibi oldu. Herkes içeri girdi. Ben yalnız kaldım, o tamamen kaybolana kadar peşinden baktım. Onun silueti tamamen kaybolduktan sonra içeri girdim.
Beyşembi ile ben öğlene doğru odun getirmek için kahverengi öküze binerek dağa gittik. Giderken her zamanki gibi Beyşembi bağıra şarkı söylüyor. Böyle durumlarda tekrar, tekrar söyleyeceği bir şarkısı vardır. Bu şarkı benim kulaklarıma da sinmişti:
“Güzele, güzel derlermiş,
Güzelliği yok olsun.
Âşık edip kendine çile çektirir.
İyiye, iyi derlermiş,
İyiler de yok olsun,
Yalvartır çile çektirir…”
Beyşembi bu şarkıyı söyledikçe iyiler ile ilgili söylenen son üç satırın anlamını anlamayarak, acaba “Yalvartır çile çektirir.” ne demektir, der düşünürdüm.

VII
Kış. Çok soğuk, ayazın en şiddetli olduğu günlerdi. Henüz yatmamıştık. Nerdeyse gece yarısı olmuştu. Ailecek evde, ocağın etrafına toplanarak ateşte ısınmak için sıkışmış oturuyorduk. Benim bir dizim ateşten tarafta değil de, dışarıda kaldı. Keşke bağdaş kurmadan otursalar ne güzel olurdu. Başarin sigara içmek için bizim evi kullanırdı. Çünkü hanımı onun sigara içtiğini bilmezdi. Şu an diğerlerinden önemliymiş gibi o da oturuyordu.
– Kırgızların evinde insanın önü ısınıyor, arkası üşüyor, dedi.
Anne, babasının çoktan öldüğünden bihaber zavallı Bekdayır, gözyaşlarını akıtıp, yiyecek bir şey istiyordu. En küçüğümüz Bekdayır’dı. Onun dışındakiler, az çok bir şeyler anlıyorduk. Canımcan yengenin (Beyşembi’nin hanımı) huyu önceden de böyleydi:
– Ağlama, gözleri kör olası! Sana sürekli bir şey verecek kadar çok şeyimiz yok. Evde yiyecek çok mu zannediyorsun, diyerek, ateşte ısınmakta olan maşayı alıp Bekdayır’ın ayağına vuruverdi. Neye uğradığına şaşıran Bekdayır çığlık atarak, ayağını çekti. Burmake ana:
– Kahrolası dünya! Kanışa (annemizin adı) beni diri diri azaba bırakmış, diyerek Canımcan’a baktı.
– Her şeye karışmayın. Ben bunların anne babasını borcuma mı verdim, diyerek Canımcan soğuk yüzüyle Burmake anaya baktı. Zaten içi sıkılmış, hayatı hep çilelerle geçen Elebes amcam ise, “Kahrolası dünya, kahrolası dünya” diyerek daha beter olayı abarttı. Yırtık gömleğinden giren soğuğu elleriyle kapatarak ağlayan Bekdayır’ı gören Başarin “Hey zavallı.” dedi acı dolu bir sesle. Sonra da başını geri çevirerek başı kırık olan eyere baktı. Başarın’in o bakışından hayatımızın zorluğu anlaşılırdı. Fakat bu onun sadece sözle “acımasıydı” galiba. Oysa bu kadar zenginken bir kez olsun bize hayrı dokunmamıştı. Biz yaz kış demeden Başarin’in bütün işlerini karşılıksız yapardık. Baharda ot biçerken, ekin ekerken, kışın avlusundan karı temizlerken ben hep yardım ederdim. Kışın sonlarında, bahara doğru tosunlarını otlatırdım. Ne kadar yardım edersem edeyim bana eski giysilerini bile vermezdi. Bu yıl oğlunun bir deri kemerini uzun süre isteye isteye ancak elde ettim. O da babasına tekrar tekrar danışarak zar zor verdi.
Canımcan ise yaz kış demeden sabahın köründe kalkıp sığırlarını sağıyordu. Yetmiş seksen kadar sığırı sağmak kolay mıydı? Bunların çoğunu sağan Canımcan. Sığır sağmakta olsun, başka işlerde olsun Canımcan’dan usta kimse yoktu. Tez canlıydı, çok uyanıktı. Bu başarısıyla Başarın’in gözüne girmişti. Sığırlarını sağmasının karşılığında, Başarin’in Canımcan’a verdiği sadece yağı alınmış, yağsız bir kova süttü. İşte bu bir kova süt için sadece Canımcan değil, hepimiz Başarin’in gözlerine bakar, istediği her işini yapardık. Başka çare yoktu. Çünkü bu evde yaşayan kalabalık aileyi açlıktan öldürmeyen işte bu bir kova yağsız süt idi. Bir kova süte bir kova su katardık. Bu bize iki kova ayran olurdu.
Başarin’in ailesi bu yıl Canımcan’ın yaptığı işlerden memnun kaldıkları için, onun oğlu Cumabek’e eski bir kaban vermişti. Geçenlerde Başarin’in gelini Canımcan ile bir şeyden dolayı tartışmış, o kızgınlıkla Cumabek’i yakalamış, karşı koyup ağlamasına rağmen üzerindeki kabanı geri almışlardı.
Yatma zamanı geldi. Biz altı yetim beraber yatıyoruz. Bizim yatağımız yapılırken birimizin bile kaburgalarımızı yumuşatacak bir şey yoktu. Altımıza her günkü kara keçeden yapılmış kilim, üzerimize de eskimiş kötü bir yorgan serilirdi, hepsi bu kadar. Bazen de başımıza koymak için bir şeyler bulunursa koyardık, olmazsa öyle yatardık.
Yattık. Başköşede yatanlardan biri hemen horlamaya başladı. Dışarıdaki fırtına kudurmuş gibi karı oraya buraya uçuruyor. Rüzgâr var gücüyle çadırın kapısını vurunca keçeden yapılmış eskimiş çadır kapısı yerinden oynuyor, çadırın ağaçları gıcırdıyor. Çadırın hasırlarından giren rüzgâr intikam alır gibi karı sürüp içeriye kadar getiriyor. Bekkul kapıya yakın yatıyordu. Üşümüş olmalı ki, ayaklarını karnına çekip, yan yattı. Gecenin bir vakti, uzaktan rüzgârla karışık bir zil sesi duyuldu. Ses yaklaştıkça daha da şiddetleniyordu. Elebes amcam tavşan uykusunda olmalı ki:
– Allah kahretsin geldiler, diyerek yerinden fırladı. Karanlıkta bir şey arıyordu, beni de kaldırdı. Bu arada dışarıdan geçen biri:
– Hey Çodon, hey Elebes, diyerek yol işçilerinin ismini sırayla sayıp onları uyandırmaya çalışarak durmadan devam etti. Tezek kokan, karanlık ahırda eyerlemiş hazır bekleyen ata binerek biz de geç kalmadan yola koyulduk. Ben Burmake ananın kabanını giymiştim, kaban ayaklarıma kadar geliyordu. Ata bindiğimde ucu ayaklarımı sardı.
İşte böylesi karanlık ve fırtınalı gecelerde kulakları çınlatan bu zil sesi, zavallı yol işçilerinin kalbini birçok kez sızlatmış, onları sıcak yataklarından, tatlı uykularından uyandırmıştır. Yaklaşmakta olan postacıya atımızı koşturarak zar zor yetiştik. Biraz geç kalsaydık belayı bulacaktık. Kar nerdeyse mızrak boyu kadar yağmıştı. Böyle zamanlarda atlarının hepsini peş peşe koşarlardı. Her zamanki gibi postacının kızağına atlarımızı bağlayarak devam ettik. Bakın şu kötü niyetli adamın yaptığına. Aslında postacının kendi atları bizim atlarımız olmadan çıkabilirmiş bu geçitten. Postacının atları meğer bizim atlardan güçlüymüş, bizim üzerimize çıkacakmış gibi yürüyorlar. Ne yapalım? Yapacak bir şey yok. Efendinin işi, Allah’ın işiymiş. Efendi olarak yaratılmışsa, başka çare var mı? Geçidin tam ortasına gelince Elebes amcamın bindiği doru at, ilerleyemeyip yerinde kaldı. Beyşembi, zavallı hayvanı bugün Başarin’in işi için binmiş, yorulmuştu. Postayı getirmekte olan efendi atın yürümediğini görünce kızaktan zıplayarak indi ve Elebes amcamı yanına çağırdı. Elebes amcam kızağa bağlı olan atını çıkardı ve kalın karda zar zor yürüyerek efendinin yanına gelene kadar, efendi sanki bir şey yapacakmış gibi elini yukarı kaldırıp bekledi. Adam, Elebes amcama bir tokat attı, amcam atından düştü. İş bununla bitse neyse, adam amcamı yeni yağmış kara batırarak, üzerine bastırdı, tekme tokat girişti. Posta gelmeden önce yol işçileri hazırlık yapıp beklemezlerse görecekleri buydu. Önceden beri böyle devam ediyordu. Bu durum, yol işçileri için ömür boyu sürmesi gereken bir kanun gibiydi. Nazır da dün kötü atıyla gidip efendiden dayak yiyip dönmüştü. Biz postayı geçitten geçirip sabaha doğru eve döndük. Ertesi gün bir felaket oldu. Komşumuz Baybolot, “Beyşembi, Allah kahretsin, bizim sığır ile sizin sığırı Isık Göl’e sürmüşler,” diyerek koşarak geldi. Baybolot, kırk yaşlarında, kısa boylu, sağlam vücutlu bir adamdı. Çekik gözleri kaşlarıyla kaplanmıştı. Yüz kere kamçı vursan da aldırmayan, karnı büyük bir ala aygırı vardı. Bu aygırın nasıl “koştuğunu” şundan anlayabilirsiniz. Bazen oğluna kızdığında, onu yakalamak için aygırına binip kovalardı. Ancak aygır yaya kaçan oğluna bile yetişemezdi.
Şimdi deminki olaya dönelim. Olay şöyle olmuş. Bundan birkaç gün önce Cıluu Bulak’ın kenarında birkaç ahmak boza içip, sarhoş olurlar. Bunlar sarhoş olunca insanlıklarını unuturcasına bir kavgaya girişirler. Karımbay isimli bir zenginin oğlu, yoldan atla geçen birinin başına sopayla vurur. Dayak yiyen adam o gününü yatakta geçirir ve gece yarısı ölür. Bunu öldüren ise bizim Boor kabilesinden. Ölen ise Capak kabilesindendir. O, ölür ölmez kabilesinden birçok insan “Kanımızı yerde bırakmayız,” diyerek toplanırlar ve sabaha kadar Boor kabilesinin atlarını alırlar. Ertesi gün iki tarafın büyükleri toplanıp işi tatlıya bağlarlar. Sonunda Boor kabilesi Capak kabilesine birer büyük baş hayvan vermek zorunda kalır. Dava bununla kapanır. O gün bizim sığırımızı sürüp gitmeleri de bundanmış. Baybolot demin koşarak girdiğinde Elebes amcam tütününü eline tutmuş oturuyordu. “Ne diyorsun, kahrolasıcalar?” dercesine gözlerini fal taşı gibi açarak Baybolot’a bakakaldı. Burmake ana olayı anlayınca, “Tek inekle öküzümüze göz dikiyorsan, çocuk çoluğunun gününü görme. Yetimlerin vebali uyutmasın, inşallah,” diyerek beddua üstüne beddua etti. “Atlar tepişir, arada eşekler ezilir.” dedikleri gibi karnı tok insanların yaptıklarını aç insanlar çekiyordu.
Bu olayla bizim hiç alakamız olmazsa da, Canımcan bize bakarak, “Kahrolası yetimler, Allah belanızı verdi!” diye kötü kötü baktı. Bu sözü hangimiz için söylediğini anlayamadık, tüm yetimler için söylenmişti galiba.
– Elebes amcam, kahrolası dünya. Neden bakmadınız, diyerek, sanki dayaktan kurtulan köpek yavrusunun çıkardığı gibi ince bir ses tonuyla olayı daha beter abarttı. Baybolot ise geldiği gibi kapı eşiğinde bekliyor, bir şeyler düşünüyordu. Bir süre sonra da, “Ben değerli kul muyum? En iyisi gidip onların ellerinde öleyim.” diyerek çıkıp gitti. O çıkar çıkmaz Elebes amcam, “Yatarak ölmektense bir kere vurarak öl derler, sen de varsana.” dedi Beyşembi’ye bakarak. Sonra da memnuniyetsiz bir şekilde başını çevirdi.
– Giderim. Gitmezsem başımın etini yersiniz. Bilmez miyim? Öyle olmaktansa…
– Beyşembi sığırın peşinden Isık Göl’e kadar gitti. Fakat aradan iki gün geçmeden, “İneklerini geri almaya giden Beyşembi’yi Isık Göl’de dövmüşler,” diye duyduk. Ekâbirler “Sen nerden çıkan belasın?” diye onu birkaç kişiye dövdürmüşler. Beyşembi bugün yanında bir adamla geldi. Yanındaki şu adam bizim bildiğimiz amir Karabay. Başımıza yeni bir bela sarmak için gelmiştir. Beyşembi, ineklerle ilgili haberi verdikten sonra biraz durakladı ve “Beş som vergi vermemiz lazım, şimdi nerden bulacağız?” diyerek Elebes amcama baktı. Bur-make ana:
– Ne vergisi, vergiyi daha dün vermemiş miydik? Bu sefer hangi bela çıktı karşımıza, dedi ve kimsenin yüzüne bakmadan devam etti. Lafın kısası ekâbirler vergiden gözümüzü açtırmıyorlardı. Yetimleri doyurmak için beslediğimiz ineğimizi götürmeleri yetmezmiş gibi, şimdi de dışarıdaki yalnız çolağa göz dikmişler, dedi.
– Başköşede eskimiş kilimin üzerine oturan gök gözlü amir elinde tuttuğu küçük ağaç parçasını ocağa attı ve Burmake anaya cevap verecekmiş gibi duruşunu düzeltti.
– Hey koca karı halkla beraber çekmek gerek. Halk birliğinden çıkmak olmaz, dedi ağır bir sesle, sanki akıllı bir insan gibi.
– Halkımızda “halk birliği” diye bir şey kalmadı. Bir yandan amir, diğer yandan ekâbir, efendilerin sürekli istemeleri, halkın da sabrının sonuna geldi nerdeyse. Biz şimdi nereye gidip hayatımızı geçirelim? Başımızı nereye sokalım? dedi Burmake ana çekingen gözleriyle amire bakarak.
Beyşembi ertesi gün sabahın köründe amirle birlikte vergi parasını bulmak için Vasiliy’in evine gitti.

VIII
Hayvanların ota doyduğu günlerdi. Dört beş çadır kadar insan, kışlaklarından yaylaya taşınmışlardı. Karpık’ın çadırından başka herkes aynı yerdeydi.
Karpık, Kızıl Kıya’nın en zengin adamıdır. Yıllardır buranın en zenginlerindendi. Bahar gelince hemen halktan ayrılır, onlardan uzak, tenha bir yere yerleşirdi. Eskiden beri yol işçileri ile bir yakınlık kurmamıştı. Karpık kırk yaşını geçmiş, kırlaşmış keçi sakallı, gözlerinin derinlerinden kurnazlığı okunan, sevimsiz sarışın birisiydi. Ona bakıldığında “İyilik bilmeyen biri.” diye kolaylıkla tarif etmek mümkündü. Halk, ona “Açgözlü Karpık, kımızını kıskandığı için çadırını halktan uzak kuruyor.” derlerdi. Halkın dediği kadar vardı. Çadırını halktan biraz uzağa kurar, kısraklarını sağar, her gün elde ettiği iki üç çanaç[7 - Kımız koymak için büyük baş hayvan dersinden yapılmış bir tulum.] kadar kımızı atına yükleyerek, güneyde kurulan Karkıra pazarına götürür satardı.
Arada bir Karpık’ın evine kımız içmeye giden hanımlar, “Kâfir adam, ne olacak. Senin âdetin batsın, evine ne zaman gidersen git, o suratsız hanımı cimriliğinden kımızı küçük kâseyle veriyor.” derlerdi. Zaten fazla da gitmezlerdi. Onun evine daha çok Kızıl Kıya’ya gelen ekâbirden insanlar uğrarsa uğrarlardı.
Bu konuyu bir kenara bırakalım.
Günlerden bir gün biri aşağıdan doğru bizim eve geldi ve “Elebes, evde misin?”, diye seslendi.
– Evet.
– Öyleyse bugün bir kişi ver!
– Niye?
– Çonkol gelecekmiş. Yolu yaptıracakmış. Aşağıdan geliyormuş. Sanki kırıp dökecek gibi geliyor.
– Neden?
– Karakol’dan efendiler gelecekmiş. Çabuk ol! diye devamını söylemeden atını kamçıladı.
– Çonkol’un adını duyan Elebes amcamın kanı beynine sıçramış gibi oldu. Belli etmemeye çalışsa da, rengi bembeyaz olmuştu.
– Çonkol, o adama Kırgızların verdiği isimdi. Amir unvanı unutulmuş, sonradan hep Çonkol olmuştu. Günümüzde Çonkol deyince Karakol Yöresinin küçük çocukları bile tanırlar. Ona Çonkol denilmesinin de kendince sebebi vardı. İki kolu sırık gibi uzun, yanakları şiş, bıyıkları kısa, gözleri kudurmuş itin gözleri gibi kıpkırmızı, sert yüzlü bir Rus idi. Ama bu lakap ona elinin büyük olmasından değil de, halkı en ufak bir bahane bulunca dövmesinden dolayı verilmişti.
Öğlen vaktiydi. Burmake ana bir ara, “Elebes, Çonkol gelmiş!” diyerek, deri tuluma ayran doldurduğu kâseyi eline alarak aceleyle içeri girdi. Evden görebiliyorduk. Halk Karpık’ın evinin önünde toplanmaya başlamıştı. Ortada Çonkol’un başını çektiği bir sürü casool[8 - Bir hükümet memurunun yanında bazı hizmetleri yerine getiren insan.] ve çeşitli amirler vardı. Çonkol’un öfkesi yüzüne vurmuş, gazaplı bir şekilde halka küfrediyordu. Bir ara, “Senin adamların nerde?” diyerek birine saldırmaya başladı. Adam Toguzbay köyünün yöneticisiydi. O, el kol hareketiyle bir şeyler demeye çalışsa da çabası boşunaydı. Çonkol atının üzerinde gerilerek yumruğu savurdu. Sonra onu bıraktı, ikincisine yaklaştı. Ayıran, dur diyen kimse yoktu. Dayak yeme sırası gelenler, kocasının dövdüğü kadınlar gibi başlarını kolları arasında alarak korunmaya çalışıyorlardı.
Elebes amcam çadırın içerisinden bir delikten bakıyordu. Bir anda geri çekilerek, bana bakıp, “Sen varsana.” dedi.
Ben vardığımda, Çonkol toplanan halkı koyun gibi sürmeye başlamıştı. İnsanlar yoldaki irili ufaklı taşları kenara atarak temizlemeye ve ellerindeki kazma küreklerle onarmaya başladılar. Yolu onara onara Kızıl Kıya’ya kadar geldik. Buraya geldiğimizde öyle kalabalık oldu ki, sanki evlerde insan kalmamış gibiydi. İşte buraya geldiğimizde işimiz uzun sürdü, selin bozduğu yolları onarmak kolay olmadı. Öğlene kadar uğraştık.
Dinlenmek nerde? Çonkol çalışan kalabalığın etrafında dolaşarak gözcülük yapıyordu. Birinin başını kaldırdığını görürse kudurmuş köpek gibi hemen ona saldırıyordu. Torgoyakun ile ben gömleğimizin eteğine toprak dolduruyor, koşar adımlarla taşıyorduk. Çalışanlar birbirine yavaşça, “Başını kaldırma Çonkol bakıyor.” diyorlardı. Biri sertleşmiş çimleri çıkarırken, biri deve kadar kocaman taşları aşağıya doğru indiriyor, birileri de demirleri döşüyordu. Tam bu sırada Çonkol atına sert bir şekilde kamçı vurarak çalışanların arasından birinin üzerine yürüdü. Çalışmakta olan kalabalık etrafa kaçıştı. Kalabalığın ortasında duran bir gence yaklaşarak kocaman soğuk kamçısıyla birkaç kere vurdu. Genç sanki kırılmakta olan dal gibi eğilerek kenara kaçtı. Kalabalık olanları görünce, ellerindeki aletlerine sıkı sıkı sarılarak, canlanıverdi. Ortalık biraz yatışınca yanımdaki genç küreğinin üzerine sıkı sıkı basarken bana yandan bakarak, “Susadım, carma[9 - Öğütülmüş buğday ya da arpadan yapılmış içecek.] içsek nasıl olur?” dedi yavaşça.
– Saçmalama. Bir kâse carma içeceğim diye Çonkol’dan dayak yiyecek değilim, dedim.
Çonkol tehditleriyle kalabalığın hızlı çalışmasını sağladıktan sonra, yemek yemek için kenara çekildi. Çalışanları rahat gözleyebilmek için yol kenarındaki tepeye çıktı, atının yularını birine tutturdu, kendisi de yemek için oturdu. Ona kendilerini beğendirmek isteyen bir iki kişi, ayakları yerden kesilircesine koşarak hizmet ediyorlardı. Çonkol, Kırgızların yemeklerine alışmıştı. Önüne semiz bir kuzu eti geldi. Etin yanında yağda pişirilmiş ekmek ve kımız da vardı. Leşe çöken akbabalar gibi tüm o yemekleri tek başına yemeye başladı. Aynı zamanda çalışmakta olan kalabalığa bakıyor, bıyıklarını siliyor, ağzından yağ akıta akıta yemeye devam ediyordu. Ben toprak taşırken belli etmeden göz ucuyla ona bakıyor, önündeki yemekleri gördükçe, ağzımın suyu akıyordu. Akşama doğru Kızıl Kıya’nın öbür tarafına geçtik. Bu tarafın yolu biraz düzgünmüş. Suyun bozduğu yerler fazla değildi. Bundan dolayı sadece çakıl taşlarını topluyorduk. Torgoyakun ve ben yalın ayak olduğumuz için bir süre sonra yürüyecek halimiz kalmadı. Ayaklarımızın altı ısınmış, kabarmıştı. Yolun bundan sonraki kısmını ancak sürünerek gidebilirdik. “Kaçalım.” dedim. “Tamam.” dedi, bana destek vererek. Belirlediğimiz yere gelince kalabalıktan geri kalmaya başladık. Kalabalık tepeye çıktı. Biz ise eğilip taş alıyor gibi yapıyor, geride kalıyorduk. Kalabalık tepenin öbür tarafına geçince, biz tersine aşağıya doğru yola koyulduk. Kalabalık artık gözükmüyordu. Bir süre yürüdükten sonra evimizin yoluna ulaştık ve devam ettik.
Güneş batmak üzereyken Kızıl Kıya’ya ulaştık. Yol boyunca “deh, deh” diye bağırarak, at arabalarıyla ücret karşılığı yük taşıyan adamlar, tepeye tırmanmakta zorlanan öküzler vardı.
O gün eve ulaşamadık. Kızıl Kıya’da tanıdık bir evde gecelemek zorunda kaldık. Ertesi sabah eve giderken yolda Babay’ın (Rus adam) evine uğradım. Tam iş üstünden çıktım. Babay’ın hanımı avludaki tezekleri küremekteydi. Bu fırsat kaçmazdı. Sevindim. İşi görünce kahraman oluverdim, doğrudan koca karının yanına geldim, halsiz düşmüş hanım, benim ne istediğimi anlamış gibi elindeki küreği uzattı. O Kırgızca, ben Rusça bilmezsek de, ne düşündüğümüzü hemen gözlerimizden anladık. En az bir haftadır birikmiş olan tezekleri küreyip avluyu temizledikten sonra Babay’ın hanımı karnımı doyurdu. Öğlene doğru evin yolunu tuttum.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/mukay-elebayev/uzun-yol-69499624/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Çiy: Uzun boylu, sert gövdeli bir ottur. Saplarından hasır yapılır. Bu hasırdan yapılan perdeye çığdan denir. Bu perdeler Kırgız çadırının sağ tarafında bulunur. Onun arkasına mutfak eşyaları ve erzak koyulur.

2
Kırgız milli oyunu.

3
Latince adı Spiraea olan bir ağaç.

4
Kırgızlarda özellikle orta yaş ve yaşlı kadınların kullandığı baş giysi.

5
Kırgızlar Özbekler için Sart derler. Büyük ihtimalle ticaretle uğraşan anlamında olmalı.

6
Kırgız para birimi.

7
Kımız koymak için büyük baş hayvan dersinden yapılmış bir tulum.

8
Bir hükümet memurunun yanında bazı hizmetleri yerine getiren insan.

9
Öğütülmüş buğday ya da arpadan yapılmış içecek.
Uzun Yol Mukay Elebayev

Mukay Elebayev

Тип: электронная книга

Жанр: Современная зарубежная литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 16.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Uzun Yol, электронная книга автора Mukay Elebayev на турецком языке, в жанре современная зарубежная литература

  • Добавить отзыв