Cüzzam ve Aşk

Cüzzam ve Aşk
Nikolay Yakutskay

Nikolay Yakutskay
Cüzzam ve Aşk

ÖNSÖZ

Nikolay Yakutskay ve “Cüzzam ve Aşk”
Asıl adı Nikolay Gavriloviç Zolotarev olan Nikolay Yakutskay, 22 Kasım 1908’de dünyaya geldi. 1930 yılında bitirdiği askerî okuldan sonra 1938 yılına kadar sınır birliklerinde görev yaptı. 1938’den sonra, bir süre Moldova’da çeşitli işlerle uğraştı. 1948-1953 ve 1958-1961 yılları arasında Yakut Özerk Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’ndeki Yazarlar Birliğinin başkanlık vazifesini yürüttü. Khotugu Sulus (Kuzey Yıldızı) ve Polyarnaya Zvezda (Kutup Yıldızı) dergilerinin genel yayın yönetmenliğini yaptı. Ayrıca bir dönem siyasetle uğraşan Yakuts-kay, Yakut Özerk Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti Meclisinde milletvekilliği görevinde bulundu.
Yazın hayatına 1938 yılında Moldova’da başlayan Yakutskay, Moldova gazetelerinde Rusça ve Moldovaca çeşitli yazı ve hikâyeler kaleme aldı. İkinci Dünya Savaşındaki askerlerin hayatıyla ilgili birçok hikâye yazdı. Ülkesindeki elmas zenginliğini de eserlerinde işleyen ilk yazar oldu.
Yakutskay, 1947 yılında, devrim öncesi Saha Yeri’nin (Yakutistan) portresini ortaya koyduğu, onun belki de en önemli eseri olan Tölkö (Kader) adlı romanının ilk cildini yayınladı. 1948 yılında, Saha (Yakut) nesir edebiyatında önemli bir yer tutacak olan Kömüs Üreye (Altın Dere) adlı hikâyesini kaleme aldı. Hikâye ve roman türlerinin yanında çocuklar için birçok masal yazdı. Ayrıca çeşitli eser çevirileri yaptı. Çağdaş Saha (Yakut) edebiyatının önemli kalemlerinden olan Nikolay Yakutskay, 1995 yılında uçmağa vardı; geride onlarca roman, hikâye, çeviri ve masal bıraktı.
Yakutskay’ın eserlerinden, son yıllarında kaleme aldığı Arañ uonna Taptal (Cüzzam ve Aşk) adlı romanı, Sahalar tarafından oldukça sevildi, hatta beyaz perdeye aktarıldı. Gerçek bir aşk hikâyesine ve tarihî olaylara dayanan konusu, yazarın etkileyici üslubuyla birlikte Saha (Yakut) çağdaş edebiyatının kült eserlerinden biri oldu.
Yakutskay’ın tesadüfen öğrendiği, romanın konusunu teşkil eden aşk hikâyesi ilgisini çekti ve o, bu hikâyeyi araştırırken yine Saha Yeri’nde vuku bulan tarihî bir hadisenin bu aşk hikâyesiyle olan bağlantısı, onu oldukça etkiledi. Öyle ki o an coşkuyla, öğrendiği bilgilerden hareketle “Aşkın Anıtı” adlı daha önce hiçbir yerde yayınlamadığı, romanın sonuna koyduğu sekiz kıtalık bir şiir kaleme aldı. Bununla yetinmeyen yazar, bu hikâyeyi nesir olarak kaleme almak istedi ancak uzun süre roman mı yoksa uzun hikâye mi yazacağına karar veremedi. 1942 yılında “Cüzzam ve Aşk” adını verdiği romanına ancak 1991 yılından sonra başladı. 1993-1994 yıllarında, vefatından kısa bir süre önce eserini tamamladı.
Çağdaş Saha edebiyatının önemli bir yazarının güzide bir eserini Türk edebiyatına kazandırmanın ne kadar mühim bir iş olduğunun farkında olarak başladığım bu eser aktarmasını, Türk okurlarla buluşturmanın gururunu yaşıyorum. Çağdaş Saha edebiyatından Türkiye Türkçesine aktarılan ilk müstakil eser olan “Cüzzam ve Aşk”ın daha nicelerine öncülük etmesini diliyorum.

    Doğan ÇOLAK

BİRİNCİ BÖLÜM

Çarlık Rusya, Saha Yeri’ne egemen olduğunda köy muhtarı, kasaba reisi olan Sahaları yüksek mevkilere yaklaştırmadılar. Kasaba reislerinden, köy muhtarlarından ve yerli zenginlerden bazılarını seçerek onların uyruğunu değiştirdiler. Fakat hayat her zaman yerinde saymıyordu. Sahalardan yeni zenginler, tüccarlar, satıcılar ortaya çıktı. Yerli zenginlerden bazılarının her şeyi vardı, aşırı zengin olanları bile vardı.
Köy ve kasabalardaki yerli zenginler ile yeni zengin olanlar, köy muhtarlarının ve kasaba reislerinin görevlerini zorla alarak onlarla mücadeleye girişti, birbirlerine düşman oldular. Bazı köylerde ve kasabalarda yeni zenginlerden akıllı olanları başka başka yollarla muhtarlık veya reislik görevine sahip oldu. Böyle akıllı ve girişken, biri beş yapmada mahir olanlardan biri de Bülüü şehrindeki Mastaah kasabasının Küület köyünde yaşayan Kıççık Miiterey’di. Bülüü kilisesinin doğum kayıtlarında adı, vaftiz adı olan Dmitriy İvanov şeklindeydi. Hem çocukken hem de büyüdükten sonra çevresindekiler ona hiç Uybanıap[1 - Uybanıap, İvanov’un Sahacalaşmış hâlidir.] demediler. Kıççık veya Kıççık Miiterey dediler.
Kıççık Miiterey’in ailesi, o zamanki Küület köyünde yaşayanların çoğu gibi, az sayıda hayvanı olan, balıkçılık ve avcılıkla geçinen insanlardı. Böyle bir aileye mensup olan Miiterey aklıyla, girişkenliğiyle çayı, tütünü, arşın arşın kumaşı satarak kaynayan bir suyun yükselmesi gibi hızla zengin oldu; köyün beyi, muhtarı olmak istedi. Sonra bunu başarmak için önce şehirlerdeki halkla, daha sonra onların ileri gelenleriyle hemen arkadaş oldu. O zamanki Küület köyünün muhtarı olan Tüöhelbe Cögüör, zengin bir aileden geliyordu.
Kıççık Miiterey sık sık Bülüü şehrine gidip geliyordu. O gidişlerin birinde çevresindeki beylerden biri:
– Efendiler! Bizim köyün çar yolu parasını neden vade tarihinde toplatamadığımızı biliyor musunuz? Diye sordu.
– Muhtarınız düzensizliğinizden becerip toplayamadı şüphesiz, dediler.
– Hayır, bu yüzden değil, dedi Kıççık Miiterey.
– Öyleyse neden? Dedi beyler.
– Bizim köyümüz çok büyük, muhtarımız Tüöhelbe Cögüör, ne kadar becerikli olsa da çar yolu parasını vade tarihinde toplamayı başaramadı, dedi.
– Evet, doğru, aynen böyle. Büyük köyler hiçbir zaman çar yolu parasını zamanında becerip toplayamazlar, diye konuştu oradakiler Kıççık Miiterey’in sözlerinin ardından.
– Çar yolu parasının zamanında toplanmasını istiyorsanız bizim Küület köyünü ikiye bölün. İki muhtar olursa çar yolu parası zamanında toplanır, dedi Kıççık Miiterey.
– Bir köyü ayırıp iki veya üç köy yapmak istediğinde orada yaşayanların onayını gösteren yazı almak lazım ki köyler ayrılabilsin, dedi etraftakiler.
Kıççık Miiterey, beylerle bu konuyu konuştuktan kısa bir süre sonra, bahar mevsiminde, köy halkı Bahar Bayramı’nı kutlamaya başlamıştı. Yağlı kımızlar, yağlı etler yenilip içilip ziyafet çekilirken Miiterey:
– Arkadaşlar, muhtarımız Tüöhelbe Cögüör’ün yaşadığı yerle bizim yaşadığımız yer birbirlerine çok uzak. Kışın da yazın da köy toplantısına çoğunuz gidemiyorsunuz. Fakat kendi yaşadığımız yerde toplantı olursa hepimiz gidebiliriz, diye konuşmaya başladı.
– Miiterey, iyi söylüyorsun. Köy toplantısı her zaman Tüöhelbelerin yaşadığı yerde, buradan çok uzakta oluyor. Kışın soğukta, yazın bataklıkta, sivrisineklerin arasında kim buradan oraya gidecek? Gitmiyoruz!
– Arkadaşlar, bunu şöyle halledebiliriz, dedi Kıççık Miiterey ve devam etti: “Diğer bölgeden ayrılıp burada, kendi bölgemizde, köyümüzde kendi idari yapımızı kurabiliriz. Buna ne dersiniz?” diye Kıççık Miiterey Bahar Bayramı kutlamasında toplanmış olanlara sordu.
– Ayrı bir köy olursa iyi olur, dedi toplanmış olan halk.
Kıççık Miiterey derhâl bir kâtip bulup Bülüü’nün bağlı olduğu idari birime gönderilmek üzere Küület köyünün Bieribey ve Toruoy Küület köylerine ayrılmasını istedikleri bir dilekçe yazdırdılar. Halk da parmaklarını mürekkebe batırıp dilekçeye bastı.
İşte böyle, Bülüü şehri idari biriminin kararı doğrultusunda Küület köyü Bieribey ve Toruoy Küület köyleri olarak üzere ikiye ayrıldı. Toruoy Küület köyünün muhtarı da Kıççık Miiterey oldu.
“Yaban ördeği uçtuğunda yosunlar da uçuşur.” atasözünde olduğu gibi, eskiden tek parça olan Küület köyü, iki Küület köyü hâline getirilip Kıççık Miiterey vazifeye atanınca diğer büyük köylerde muhtarların görevini elinden alan yeni zenginler, mevcut büyük köylerini birkaç ayrı köye bölmek için çevre yöneticilere dilekçe yazdılar. Böylece Orta Bülüü kasabasında yer alan Çoçu köyü; Bieribey ve Toruoy Çoçu olmak üzere ikiye ayrıldı. Sonra Bieribey Çoçu köyünde bulunan Kıadanda ve Harbalaah Göllerinin çevresindeki yerleşim yerleri de ayrılarak müstakil köy hâline getirildi.
Kıççık Miiterey, Toruoy Küület köyünün muhtarı olunca açgözlü biri olup çıktı. Köylüler arasında hasis biri olarak tanındı:
– Bizim muhtarımız Kıççık; al dendiğinde pis pis güler, ver dendiğinde kederlenir, bir şey verildiğinde sırıtır, getir dendiğinde yüzünü çevirir, diye köydekiler çevre halka, komşularına onu anlatır oldular.
Kıççık Miiterey muhtarlık vazifesini başarılı bir şekilde yürütüyor, zenginliğini, servetini iyice arttırıyordu. Eskiden yasak vergisi denilen çar yolu parası adı altında halk vergiye bağlamış, muhtarlar da her yıl köylerden bu vergiyi topluyordu. Tevdi edilen bu verginin toplama zamanı geldiğinde birçok kişinin ödeme imkânı olmuyordu. Bu yüzden Kıççık Miiterey, köylüden para yerine büyükbaş hayvan topluyordu. Hayvanların fiyatını kendisi belirliyor, belirlenen fiyattan fazlasına hayvanları satarak aradaki farkı da kendi alıyordu. Bu şekilde topladığı hayvanları Bülüü şehrine götürüp satıyordu. O parayla köylünün çar yolu parasını ödüyordu.
Kıççık Miiterey köye döndüğünde çar yolu parasını diğer köy muhtarlarından önce toplamış oluyordu. Bölge idarecileri tarafından övülüyor, örnek gösteriliyordu. Derler ya “Su aynı yerde uzun süre akmaz.” işte o da civardaki bütün muhtarlar arasında birinci olmuştu. Muhtarların işini iyi yapanlardan bazılarına “üstün başarı” madalyası veriliyordu.
İnsanın hayatı her zaman iyi veya her zaman kötü olmaz. Kıççık Miiterey’in hayatı da eksikti; her ne kadar hanımı Ogdooççuya neredeyse her yıl hamile kalsa da çocukları olmuyordu. O zengin olduktan sonra hanımı Ogdooççuya bir kız çocuğu doğurdu. Bir gün Ogdooççuya’nın çocukluktan beri kadim dostu olan Nılbaarıya Maarıya onu görmeye geldiğinde:
– Bu güzeller güzeli kızı Tanrı’n verdi, dedi.
– Önceki çocuklarım gibi, onun da fazla vakti olduğunu sanmıyorum, kötü bir kaderi olduğunu düşünüyorum, dedi Ogdooççuya iç çekerek.
– Öyle konuşma! Tanrı Ayıı Toyon, bu güzeller güzeli kızcağızı koru!
– Tanrı böyle yaparsa ona minnettar kalacağım. Bu benim son doğumumdur herhâlde.
Gerçekten de Nılbaarıya Maarıya’nın duasında söylediği gibi kızcağız büyüyüp oldukça güzel bir kız oluverdi.
Kıççık Miiterey kışın, 2 Aralık 1879 tarihinde, Bülüü şehrine giderek kızını kiliseye götürüp vaftiz ettirdi. Kızın vaftiz annesi Nılbaarıya Maariya oldu. Vaftiz babası, kızın ne zaman doğduğunu sorup kilisenin doğum kaydı dosyasına yazdı.
Vaftiz annesi Nılbaarıya Maariya, kıza Ketiriine adının haricinde, güzel anlamına gelen Kere lakabını takmıştı. Kere Ketiriine, o zamandan beri Kıççık Miiterey’in yeni yaptırdığı birkaç odalı büyük ambarlı evde ailesinin gören gözlerinin bebeği, keskin dişlerinin eti oldu. Kızlarını kapalı havada dışarı çıkarmıyor, nemli yere ayağını bastırmıyorlardı. Kızlarını böyle büyütüyorlardı. Bir bahar mevsiminin sonuna doğru o tıkır tıkır yürümeye başladı. Buna herkes çok sevindi. Vaftiz annesi Nılbaarıya Maarıya’nın taktığı lakap da kıza tam uymuştu.
Babası Kıççık Miiterey günden güne kızını daha çok seviyor, ona büyüleniyordu. O cimri biri de olsa şehre her gidiş gelişinde parasına bakmaksızın şekerlemeler, kurabiyeler ve bunların dışında şehirde yaşayan Rus çocuklarının oynadığı oyuncak bebeklerden satın alıyordu. Kızını oyuncak bebek gibi süslü, nakışlı elbiselerle giydiriyordu.
Kere Ketiriine beş yaşını doldurup altısına girince annesi Ogdooççuya yakın dostu Nılbaarıya Maarıya’ya sordu:
– Biricik kızım doğduğunda sen onun güzel olacağını nasıl bildin?
– Çocuğun, ne kadar güzel biri olacağını biz Sahalar, önceden biliriz. Çocuğun doğumu ile birlikte büyüdüğünde nasıl görüneceği önceden kestirilip ona göre lakap takılır. Bu lakabı takanların hiçbiri yanılmamıştır. Sonra bu lakaplar onların daimî adı olur, dedi Nılbaarıya Maarıya.
Bu gerçekten de Sahalarda çok eski zamanlardan beri süre gelen bir durumdur. Bebeğin görünüşüne, yapısına bakılarak verilen lakaplar sonradan onların adları olur. Bunu hayretle karşılayabilirsiniz. Bu, Sahaların hislerinde var olan bir özelliktir.
Kere Ketiriine, yaş söğüt ağacı gibi ince ve zarifti. Özgür, sakin ve merhametli bir çocuktu. Bir gün Kere Ketiriine, ambarın üstünde yer alan delikteki kuş yuvasından kıpkızıl, yeni doğmuş bir yavru kuşun yere düşüp zar zor hareket ettiğini görünce onu alıp yuvasına koydu. Ketiriine, kuş yuvasını her gün ziyaret ediyordu. Yavru kuş biraz tüylenmeye başlamıştı. Bir müddet sonra kanatları da tüylenmişti. Onu izlerken Kere Ketiriine çok mutlu oluyordu. Kızının merhametini fark eden annesi Ogdooççuya, arkadaşı ve kızının vaftiz annesi olan Nılbaarıya Maarıya’ya:
– Çocuğumuz Kere Ketiriine, benim rahmetli annem gibi çok merhametli, dedi.
– Nenesi merhametli ve narin biriydi, mesut bir hayat yaşadı, dedi Nılbaarıya Maarıya. O, Ogdooççuya’nın yaşlı annesi Balbaara’yı iyi tanıyordu. Bir gün, güz mevsiminde, komşusunun bir yaşındaki inekleri gölün donmuş buzunun üstünde, gölün kenarında biten yeşil otları yerken buz kırıldı ve inekler oraya düşüp öldü. Yaşlı Balbaara, komşusuna acıyıp kendi kocasına haber vermeden genç gebe bir ineği ona verdi. Bunu kocası öğrenince “İneği geri al!” diyerek onu epey dövdü. Buna rağmen yaşlı Balbaara, ineği komşusundan geri almadı.
Kısa bir süre sonra Kere Ketiriine on yaşını dolduracaktı. O zamanlar, Mastaah yakınlarında yaşayan, on hayvanı olan Çorguyar Süöder balık, özellikle de sazan avlıyordu. Kışın âdet üzere sazan yumurtası haşlayıp tuluma basıyor ve sazanları kışa hazırlanıyordu. Sazanları sırtlayıp göle götürüyor, uzun sırıklara bağlayıp gölün derin kısmına indiriyordu. O her yıl böyle yaparak sazanlarını hazırlıyordu. O kış, sazanları çıkarıp evine götürdü. Tulumun dikişlerini söktü. Tuluma biraz su girmişti. Bu sazanları atmaları gerekirken gece acıkıp eşiyle yedi. Ancak sazan bozulduğu için o gece ikisi de zehirlenip öldü. On dört yaşındaki oğulları Moloohoy Uybaan, o gün dedesi ve nenesini ziyarete gidip orada kalmış, bozulmuş sazandan yemeyerek ölmekten kurtulmuştu. Meydana gelen bu felaketten sonra Kıççık Miiterey, Çorguyar Süöder’den geriye on inek, bir at ve bir gebe tay kaldığını duydu. Açgözlü hasis hemen bu duruma el attı.
– Duydun mu, Mastaah yakınlarında yaşayan Çorguyar Süöder, hanımıyla bozulmuş sazanları yediği için ölmüşler, dedi hanımına kasaba idari amirliğinden geldiği gece.
– Öyleymiş diye konuşuyorlar ya. Bunu neden bana söylüyorsun?
– Çorguyar Süöder’den geriye on kadar inek ve at ile tay kalmış.
– Bu hayvanları neden bana söylüyorsun?
– Bu kalan hayvanları biz alsak nasıl olur?
– Neden o adamdan kalan hayvanları almak için bana soruyorsun? Akrabaları, yakınları onları alacak ya, diye hakkaniyetli bir cevap verdi Ogdooççuya.
– O adamın on dört yaşında bir oğlu varmış. Dahası o oğlanı bizim bölgeye naklettirip kendimize evlatlık olarak alabilirsek hayvanların da hepsini almış oluruz, dedi Kıççık Miiterey. Böylece kendi düşüncesini bu konuşmasıyla açıkça ifade etti.
– Bu kadar büyük bir çocuğu, küçük bir çocukmuş gibi nasıl kendi himayene alacaksın?
– Büyük çocuk bize çok faydalı olur. Onu alırsak kendimize maaşsız işçi almış oluruz. Böylesi daha iyi olmaz mı?
– Çocuğu alıp maaşsız işçi yapmak ayıp olmaz mı? Yaşı küçükken himayemize almamız da güzelmiş!
– Oğlanı almamız gereken yerde sen aptalca direniyorsun.
– Aptalca mı diyorsun? Bak söylüyorum, o on dört yaşındaki çocuk bizi kendi yakını olarak görmeyecek. O hayvanları istediğin için çocuğu evlatlık mı alacaksın? Diyerek Ogdooççuya bu duruma ne kadar karşı olduğunu söyledi.
– Onlarca hayvanı para ödemeden almamız kötü mü?
– Çocuğu bedava çalışacak işçi yapacağız demedin mi?
– Çocuğu işçi yapacağım diye almıyorum, evlatlık olarak alıyorum. Evlatlığımızın ailesinden kalan hayvanlarla birlikte alıyormuş gibi dilekçe yazacağım. Bedava işçi meselesine gelirsek bu kadar büyük bir çocuk, bize gelip bağrımda saklanıp yaşayacak değil ya, çalışacak tabii, diye hanımı Ogdooççuya’ya aklındakileri açıkladı.
– Evlatlık olarak aldığında o çocuğu nerede yatırmayı düşünüyorsun? Ogdooççuya, Mastaah çevresinde yaşayanlarda yaygın bir şekilde görülen cüzzam hastalığını komşularından duymuştu. Şimdi evlatlık olarak alacakları çocukta da bu hastalığın olabileceğinden korkuyordu.
– Ona dışarıda bir köşede tek başına yaşayacağı bir kulübe ayarlayacağım, dedi Kıççık Miiterey.
Kıççık Miiterey bu konuşmadan sonra Mastaah’a, Bülüü’ye devamlı gidip gelerek bu işle meşgul oldu. Çok kısa bir süre sonra ilgili devlet memuru Gorçakov çıkıp geldi. “Rahmetli Çoguyar Süöder’in on dört yaşındaki oğlu, Moloohoy Uybaan’ı, Toruoy Küület köyünün muhtarı Dimitriy İvanov, oğlan reşit olana kadar evlatlık olarak almıştır.” ibareli bir evrak hazırladı. Molohooy Uybaan ve onun ailesinden kalan on inek, at ve tay, Uybaan reşit oluncaya kadar Kıççık Miiterey’e verilince o da kasaba yöneticisine dilekçe verip hayvanları sürürek evine getirdi.
Hanımı Ogdooçuya’ya söylediği gibi, Muhtar Kıççık, Moloohoy Uybaan’ı işçilerin yaşadığı kulübeye yerleştirdi. Onu çalıştırarak birlikte bu şekilde yaşadılar. O zamanlar Moloohoy Uybaan daha yeni çocukluk çağından çıkmaya başlamış, keskin bakışlı, güzel görünümlü sempatik bir çocuktu. Muhtar Kıççık’ın işçilerinden İhtiyar Beceke, çocukcağıza acıyor, onunla kendi çocuğu gibi ilgileniyordu. Çocuğa ağır bir iş verdiklerinde bütün gücüyle ve deneyimiyle ona yardım ediyordu. Başından beri çocukcağızı kendi yatağında, ayakucunda yatırıyordu. Onun görüp duyduğuna göre Muhtar Kıççık’ın diğer işçileri çocuğa kin besliyor, ondan nefret ediyorlardı. İşte böyle günler, haftalar, aylar ve yıllar geçip gitti. Gençler büyüdü, olgunlaşıp geliştiler; yaşlılar daha da yaşlandı, vücutları zayıfladı, kemikleri güçsüzleşti. İhtiyar Beceke, akşam işten gelip sıcak çayı ve süt lapasını yiyip içiyor, karnı doyurduktan sonra neşelenip filozofça konuşuyordu:
– Evet arkadaşlar, ben yaşlı biri gördüğümde insanoğlunun da eskidiğini düşünüyorum. Dikkat kesilip düşünün hadi. Bir çocuğun doğumu, yazın güneş iyice sıcaklığını gösterdiğinde yere düşen filizden yeşilliklerin çıkması gibidir. Fakat otun ömrü topu topu bir yazdır. İnsanın ömrü, eskilerin deyimiyle yüz yıldır. Doğrusu, eski zamanlarda da şimdilerde de yüz yaşına ancak çok güçlü ve sağlıklı olanlar ulaşabilir. Çoğu insanın ömrü kısadır, derler.
– İhtiyar, insan ömrünü neden otun ömrüyle kıyaslıyorsun? Diye onu dinleyenler sordu.
– Dinleyin o zaman, anlatayım. Eskiden, gençken ben de sizin gibi düşünürdüm. Sonra gittikçe, daha doğrusu yaşlanınca hayatı yaşayıp telef olduğumu anladığımda bitkinin, insanın, hayvanın, hepimizin hayatının aynı döngüde olduğunu anladım. Az evvel dediğim gibi, otun ömrü bir yazdır. Baharda yere düşen filiz baş verir, büyür. İyice büyüyüp çiçeklenir. Çiçeğinden filiz çıkar. Güze kadar filizi düşer, ot ihtiyarlar, solar, sonra kuruyup zayıflar. Burayı dikkatli dinleyin, insanın da hayvanın da hayatı bundan ne kadar farklıdır? İhtiyar Beceke’nin bu filozofça konuşmasını dinleyen gençler gülüştü.
– İhtiyar, insanın da hayvanın da hayatı ve ömrü otun ömrüne hiç de yakın değil! Otun ömrü topu topu bir yazdır. Fakat insanın, hayvanın ömrü daha uzundur.
– Gençler, sizin düşünceniz daha olgunlaşmadı. Bunun için böyle söylüyorsunuz. Uzun bir hayat yaşayın, dertler, sıkıntılar çekin de işte o zaman düşünceniz olgunlaştığında birçok şeyi daha iyi anlar, açıklarsınız, diyerek İhtiyar Beceke çocuklara direndi.
– İhtiyar, hani az önce söyledin ya, ot ve insan hayatı nasıl oluyor da birbiriyle ilgili oluyor? Diye sordular.
– Dedim ya, bahar zamanında düşen filizden otun baş vermesi gibi, insandan çocuk doğar. Çocuk özellikle, onu isteyen kişiden doğar. Bundan dolayı insanoğlunun baharı da çocuğun doğumuyla başlar. Bu başlangıç oldukça uzundur, çocuğun 18-20 yaşını doldurmasına kadar devam eder. Ondan sonra küçük ot büyüyüp gelişimini tamamlaması, çiçeklenmesi gibi, insanoğlu 18-20 yaşından sonra olgunlaşır, evlenir, çocuk sahibi olur. Bu insanoğlunun yaz zamanıdır. Bu 18-20 yaşından 50-60 yaşına kadar sürer. O zamana kadar doğmuş çocukları büyür, yetişir, gelişir, evlenir, çocuk sahibi olur, müstakil aile olurlar.
– Eee, ihtiyar, ya sonra? Dedi dinleyenler onu küçümseyerek.
– Otun güz mevsiminde solduğu gibi, insanoğlu da 50-60 yaşından sonra ihtiyarlar, vücudu zayıflar, yaşlanırlar. İşte, bu da insanoğlunun güz mevsimidir. Bu, insanın 50-60 yaşından 70-80 yaşına kadarki dönemi kapsar. Evet, sonra otun kışın öldüğü gibi insanoğlu da kendi kışında ölür. Hayat dediğin böyledir işte, dedi İhtiyar Beceke.
Moloohoy Uyban, ihtiyar adamın konuşmasını bir kelimesini bile kaçırmadan dinledi. Hayat hakkında fazla şey bilmiyor, Beceke’nin öğütlerinden çok fazla bir şey anlamıyordu. Fakat ihtiyarın söylediği otun bir yazlık ömrü olduğunu çok iyi anlamıştı. Konuya biraz ilgi duyup ihtiyarın örneklendirdiği konuşmasını dikkatlice dinledi. Yaşlı adamın anlattıklarını ağzı açık dinleyenlerden bazıları Moloohoy’a güldü:
– Moloohoy şu anda, İhtiyar Beceke’yi taklit edip filozof olmak istiyor gibi görünüyor, diye gülüştüler. Bazıları gülüşürken Moloohoy, İhtiyar Beceke’nin ne kadar bilge biri olduğunu öğrenmişti. Böylece ihtiyarla onun arasındaki arkadaşlık güçlendi.
Gün ve yıl birbiriyle yer değiştirdi, zaman akıp gitti. Kıççık Miiterey’in kızı Kere Ketiriine ise yapayalnızdı. Kız yıldan yıla büyüyüp gelişti. Ailesi ona baktıkça seviniyor, Tanrı Aybıt Ayıı Toyon’a şükrediyordu. İşte, böyle hayat akıp geçiyordu.

II
Kıççık Miiterey, 1891 yılındaki Bötürüöp Bayramı’ndan sonra hayvanlarını kışın beslemek için işçilerini ot biçmeye gönderdikten sonra bir sabah bahçesine dört atlı girdi. Onları pencereden görünce böyle kalabalık gelenlerin kim olduğunu anlamaya çalışıp dikkatlice baktı. Şaşkınlığının sebeplerinden biri de içeri giren atlılardan birinin düzgün giyimli, Rus simalı bir kadın olmasıydı. İki Rus Kazak’ı ve bir de memur elbisesi giymiş adam vardı. “Neden bu kadın ve adamlar geldi?” diye içinden mırıldandı. Muhtar Kıççık kimlerin geldiğini öğrenmek için dışarı çıktı. Gelen iki Kazak’tan birinin onun iyi tanıdığı, Bülüü’de yaşayan Kus Tarbah olduğunu gördü. Kus Tarbah, Bülüü şehrinde doğup büyüdüğü için Sahacayı iyi biliyordu. Onu görünce Muhtar Kıççık sevindi. Kus Tarbah’ın yanına gidip tokalaşarak selamlaştı ve ona:
– Bu getirdiğin kadın ve adamlar kim? Diye sordu.
– Kadın çok uzaktan, yabancı ülkeden geliyor. Kraliyet ailesinden, kraliçe tarafından gönderilmiş, cüzzam hastalarını tespit edip yardım etmeye gönderilmiş.
– Peki, onun yanında duran adam? Diye Kıççık Bey çok meraklı bir şekilde sordu.
– O mu? O da yabancı dili bilen biri. Konuşulanları hanımefendiye çevirmek üzere vali tarafından görevlendirilmiş.
– Şu Kazak? Muhtar Kıççık başıyla işaret ederek sordu.
– O İrkutsk’tan, Doğu Sibirya’daki general vali tarafından görevlendirilmiş, hanımefendiye refakat ediyor.
– Kadın hangi milletten?
– Adada yaşayan İngiliz milletinden.
– Bu kadar uzak yerden bizim cüzzam hastalığını görmeye mi gelmiş? Diye Muhtar Kıççık şaşırarak sordu. “Bu hanım o hastalığı iyileştiriyor mu, nasıl yapıyor bunu?”
– Onun için sağlık memuru da diyorlar doktor da… Belki hastaları iyileştirmeye gelmiştir, dedi Kus Tarbah.
– Burada, bizde, Tanrı’ya şükür, o hastalık yok. Mastaah taraflarına gittiniz mi?
– Oradaki hastaları görmeye gidiyorlar. Bizim polis müdür vekili Berezkin beni onlara rehber olarak atadı.
– Hanımefendiyi ve beyefendileri eve davet et, girip dinlensinler.
– Onlarla seni tanıştırayım, dedi Kus Tarbah ve Rusça bu evdeki beyin köyün muhtarı olduğunu ve onları evine davet ettiğini söyledi. Bunu danışman Petrov Bey, Ketti Marsden Hanım’a çevirdi. Hepsi Muhtar Kıççık ile tokalaştıktan sonra eve girdi. Evin içini dolaştılar. Sıcakta ısınıp dinlendiler. Muhtar Kıççık, hanımı Ogdooççuya’ya misafirleri için yemek hazırlamasını söyledi.
– Burada, sizin köyünüzde, cüzzam hastası olan var mı? Diye yemek yerken Ketti Marsden Hanım ev sahibine çevirmeni aracılığıyla sordu.
– Tanrı’ya şükür, böyle bir hastalığın varlığı bizim köyde bilinmez, dedi Muhtar Kıççık. “Hanımefendi hazretlerine sorar mısın, o neden cüzzam hastalarına yardım ediyor?”
12 Nisan 1877’de başlayan Türk-Rus savaşında yufka yürekli, naif düşünceli Ketti Marsden, 18 yaşındayken İngiltere’de Kızıl Haç Derneği’nin bir organizasyonuyla yaralı Rus askerlerinin tedavi edilmesi için Rus Ordusunun Balkan Birliği’ne geldi. O yıl temmuz ayının beşinde Rus askerleri, Bulgarların yaşadığı Şipka dağ köyünü aldılar. O köy alınınca Bulgarlar, gönüllü er olarak orduya katıldı. Onlardan yaralananları da askerî hastaneye getirdiler. Yufka yürekli Hemşire Ketti Marsden Hanım, yaralıları tedavi ederken yaralı bir Bulgar milisten cüzzam hastalığını kaptı. Bunun şaşkınlığıyla o, tıbbi dokümanlarda bu hastalığı araştırmaya başladı. Herkes bu hastalığı hiçbir ilacın yenemeyeceğini, tedavi edemeyeceğini söylüyordu. İşte, o zaman yufka yürekli Hemşire Ketti Marsden “Savaştan sağ çıkarsam hayatımı cüzzam hastalarını tedavi etmek için adayacağım.” dedi. Türk-Rus savaşında, Balkan yarımadasında yaşayan kiliseye bağlı Bulgarların yaşadıkları bölge Türklerden alındıktan sonra 4 Şubat 1879’da barış antlaşması imzalandı. Rus askerleri ülkelerine döndü. Daha sonra Ketti Marsden, kendisine yüklediği vazifeyi yerine getirmek için Filistin, Mısır, Arabistan, Kıbrıs ve Türkiye’deki cüzzam hastalığına yakalananların tedavilerini izledi ve onlarla bizatihi tanıştı. Ancak cüzzam hastalığını tedavi eden ilacı hiçbir yerden bulamadı. Fakat yine de insanlara yardım etmeye devam etti, onlardan uzaklaşmadı. Yardım ettiği insanlar ölünce bu sefer Hindistan’daki cüzzam hastalarına yardım etmeye gitti. Hindistan, İngiltere’nin sömürgesidir. Oradaki cüzzam hastalarını inceledi, kullanabilecekleri ilaçları gösterdi. O zaman Hindistan’da yaklaşık 25.000 cüzzam hastası vardı. Oradaki doktorlardan biri bile bu hastalardan hiçbirini tedavi edememişti. Rusya’nın Sibirya bölgesinde yaşayan halkların, cüzzam hastalığını orada yetişen bir bitki ile tedavi ettiğine dair bir bilgi edindi. Bunu öğrenir öğrenmez 1880 yılının Eylül ayında St. Petersburg şehrine gitti. Rus Çarı’ndan Sibirya’da cüzzam hastalarını tedavi etmede kullanılan bitkiyi araştırıp bulmak için izin istemeye gitti. Çar Hazretleri onun saraya hangi konu hakkında görüşmeye geldiğini duyunca Golitsın Bey’in de saraya gelmesini emretti. Golitsın Bey, Ketti Marsden ile Çar III. Aleksandır’ın görüşmesini dikkatlice dinledi:
– Bayan, bu konuyla ilgili olarak Çariçe Mariya Fedorovna ile görüşün, o sizi bu konu ile ilgili vazifelendirsin, diye tavsiyede bulundu.
Çariçe Mariya Fedorovna ile Ketti Marsden görüşerek Sibirya halkları arasında var olan cüzzam hastaları hakkında konuştu. Maalesef Çariçe, bütün Rusya’ya yayılmış olan bu hastalığı ve onun tedavisi hakkında bir şey bilmiyordu.
– Belki duymamışımdır, dedi ve birkaç uygun Sibirya ilinin yöneticisine Ketti Marsden’in bu düşünceli misyonuna yardımcı olmalarını Golitsın Bey’i görevlendirmek suretiyle iletmeye karar verdi. Fakat Sibirya illerinin hangilerinde bu hastalığın olduğunu Çariçe Mariya Fedorovna bilmiyordu. Bu yüzden öğütler gibi “Sibirya’da imparatorluğumuza bağlı özel, büyük bir yer olan İrkutsk’u bizim generalimiz idare ediyor, onunla görüşün, konuşun. Size böyle bir tavsiye verebilirim.” dedi.
– General vali beni tanımaz ki, dedi Ketti Marsden Hanım.
– Golitsın Bey benim talimatımla seni ona götürecek.
Ketti Marsden Hanım, Rus İmparatorluğu’nun Çariçesi’nin duasını aldı ve bilmediği, tanımadığı bu uzak Sibirya’ya doğru yola çıktı. İrkutsk’a kar yağdıktan, yerler donduktan sonra geldi. Çariçe, yazdığı mektubu Golitsın Bey ile gönderdi. Bu mektupta şöyle yazıyordu: “Yufka yürekli Hemşire Ketti Marsden, kendisi İngiliz’dir, senin yönetimindeki yerlerde cüzzam hastalığı hakkındaki tedavi yöntemlerini öğrenmede kendisine yardımcı ol, İmparatoriçe Mariya Fedorovna Hazretlerinin talimatıdır.”
Ketti Marsden Hanım o mektubu İrkutsk valisine takdim etti. Çariçe Hazretlerinin talimatnamesini İrkutsk Valisi eline aldı, okudu. Fakat Ketti Marsden Hanım’ın nerede yaşayacağı, elindeki kâğıtta yazmıyordu.
– Ketti Marsden Hanımefendi, benden hangi görev ve yardımı isterseniz eksiksiz olarak yerine getireceğim, dedi Vali.
– Sizin yönetiminizdeki ilde cüzzam hastaları var mı? Diye sordu Ketti Marsden.
– Evet, Marsden Hanım, maalesef şu eski yerli halklar arasında var, onlarda yaygın bir hastalık.
– Hangi yerli haklar arasında bu hastalık var?
– Buryatlar, Sahalar ve diğer yerli halklar arasında da var.
– Ne kadar kişinin bu hastalığa yakalandığı biliniyor mu?
– Kaç kişinin hasta olduğu bilinmiyor… Hasta olanlar var. Doğrusu nerede, kaç kişi cüzzam hastası, bunun hesabını yapmak zor diyorlar.
– Buraya yakın yaşayan yerli halklar arasında bu hastalık var mı?
– Baykal Gölü yakınında yaşayan Buryatlarda, az da olsa var. Amur Nehri’nin alt tarafında yaşayan Oroçoonlarda da olmalı. Doğrusu en çok Saha vilayetinin Bülüü ve Halıma Nehirlerinin kıyılarında yaşayanlarda var.
– Yakınlarda yaşayan herhangi bir hastayı görmek, ona uygulanan tedaviyi öğrenmek istiyorum.
– Baykal Gölü yakınlarında yaşayan Buryatlar arasında cüzzamlı bir hastayı bulabiliriz.
– Yardımınız için teşekkür ederim Sayın Vali.
– Marsden Hanım, Çariçe Mariya Fedorovna’nın bana verdiği görevi Çar’ın kendisi vermiş gibi yerine getireceğim, ne lazımsa elimden gelen her şeyi yapacağım, dedi Vali. Ardından Buryatları bilen bir memuru yardımcı olmak ve çevirmenlik yapması için; bir de İngilizce bilen birini görevlendirdi. Ayrıca bir de Rus Kazak askerini bu grubu idare etmesi için görevlendirip Ketti Marsden Hanım’ı Buryatların yaşadığı yere gönderdi.
Ketti Marsden Hanım bir aydan fazla bir süre boyunca Baykal Gölü yakınlarında yaşayan Buryatlar arasında dolaştı. Çoğu cüzzam hastalarını yerliler gizliyor, onlar hakkında konuşmuyordu. Aslında onlar arasında bu hastalığın olduğu biliniyordu. Bu hastalar köyün içinde ancak tek başına, diğerlerinden ayrı bir evde yaşıyordu. Onlara sadece Budist rahipler yaklaşıyordu. O rahip hastayla ilgileniyor, onları koruyordu. Cüzzam hastası kişi hakkında çok şey bilinmez, duyulmaz derler. Dolayısıyla yabancılar onları tanımıyordu.
Ketti Marsden Hanım çok uğraşmasına rağmen az sayıda cüzzamlı hasta ile görüşebildi. Onlardan, rahiplerin ağrıyan yerlerine cıvık yağ gibi bir şey sürdüğünü, ağrılarının çok az da olsa hafiflediğini öğrendi. Sonra onları tedavi eden Budist rahiplerle görüşüp konuştu. Rahiplerden, bir yerlerden buldukları otun kökünü ezip porsuğun kuyruk yağı ile karıştırarak bir merhem hazırladıklarını öğrendi. Sonra onu hastaya hızlıca sürüyorlardı.
– Bundan başka cüzzam hastalığı için ilaç yok, dedi rahip.
Ketti Marsden Hanım, İrkutsk’a gelip vali ile görüşerek cüzzam hastalarına yardım etmek için bir komite kurdu. Bu komite ile birlikte Baykal Gölü’nün alt kısmında yaşayan cüzzam hastalarının sayısını tespit ettiler. 1890-1891 yılları arasındaki kış boyunca Ketti Marsden, İrkutsk’ta kaldı. Sonra 18 Mayıs 1891’de İrkustk Valisinden Cokuuskay mülki idaresine gitmek üzere bir görevlendirme yazısı alıp “Uzun Cokuuskay Yolu” denilen uzun ve meşakkatli bir yolculuğa çıktılar. Jandarma birliğinde görevli, İngilizce bilen İvan Prokofev de Cokuuskay yolculuğunda Ketti Marsden’e yardımcı olmak için görevlendirildi.
İki koşumlu attan oluşan arabayla İrkutsk’tan Cokuuskay’a giden Ketti Marsden ve yardımcısı İvan, Verholenskay şehrine iki gecede geldiler. Yardımcı İvan, Tüccar Gromov’un yük taşıyan gemisinin beş gün sonra geleceğini hemen gidip sorarak öğrendi. Ketti Marsden’in Cokuuskay seyahati için bu gemiden birinci sınıf bilet aldı. Gemi gelene kadar Ketti Marsden ve yardımcısı, Verholenskay şehrini gezdi. Gerçi Verholenskay, Avrupa ile kıyaslandığında köy gibi kalıyordu. Bir kilise, iki mağaza, birer meyhane ve birahaneden ibaretti. Bunlardan başka, Lena Nehri’nde satıcılarının mallarını taşımaları için ilkel büyük sallar yapılıyordu.
Ketti Marsden, her gün Lena Nehri kıyısındaki yeşil çimenlerin üzerine gelip oturuyordu. Burada otururken Lena Nehri’ni, doğup büyüdüğü Britanya’daki Temza Nehri yerine koyuyordu. Hayır, bu nehirler birbirlerine hiç benzemiyordu. “Bilinmeyen ve pek de hoş şeyler düşündürmeyen Lena Nehri, sen beni nerelere götürüyorsun böyle?” diye kendi kendiyle konuşurken Sibirya’nın uçsuz bucaksız coğrafyası ve insanları, onun memleketi olan Britanya ile kıyaslandığında benzeyen hiçbir yeri olmayan, kocaman, cevabını bilemediği bir bilmece gibiydi. Lena Nehri’nin kıyılarında göz alabildiğince çok büyük ormanlar vardı. Burada yaşayanların deyimiyle, orman veya tayga sis gibi görünürdü. Bahar geldiği zaman, Lena Nehri’nin iki kıyısındaki ormanlarda, guguk kuşları yarışıyormuş gibi kesik kesik öterek yüksek bir ses çıkarıyordu. Verholenskay şehrinin yakınındaki buğday tarlaları üzerinde toygar kuşları ışıldayarak uçup bir yerde dinlendikten sonra kanatlarını tekrar açarak bir yerden başka bir yere doğru uçarken ötüşüyordu. Bu, bahar mevsiminde Britanya’daki bülbüllerin güzel sesine hiç benzemeyen farklı ama güzel bir sesti. Ketti Marsden, bu sesleri dinlerken beş gecenin nasıl geçtiğini anlamadı.
Tüccar Gromov’un sahibi olduğu Aleksandır II isimli gemi geldi. Gemiyi bekleyenler, Lena Nehri’nin uzun ve meşakkatli yoluna revan oldular. Tüccar Gromov’un gemisi, birkaç dükkânı bulunan her köyde durup yerlilerin siparişleri olan malları indire indire Uus-Kut köyüne gelip mayıs ayının 27 ve 28’ini orada geçirdi. Gemi kaptanı bu köyde doğmuştu. Köyün yerlileri, yaşlıları, çocukları kasketleriyle onu selamlayıp onunla dostça sohbet etti.
Uus-Kut köyünden sonra şimdi de Kirenskey şehrindeydiler. Ketti Marsden Hanım, Lena Nehri ile Kirenke Nehri’nin birleştiği yerde, bir ada üzerinde kurulmuş olan bu şehri görünce çok şaşırdı. Çok büyük, gürültülü ve hızlı akan Kirenke, en büyük nehir olan Lena ile birleştikten sonra birkaç kola ayrılıyordu. Kerinke’nin birkaç kola ayrılması Ketti Marsden’in ilgisini çekti. Onun doğduğu Temza’da, Afrika’daki Nil Nehri’nde, Hindistan’daki Ganj ve Brahmaputra Nehirlerinde bunun bir benzerini görmemişti.
Kirenskey şehri, Avrupa’daki orta seviyedeki şehirler gibiydi. Burada, özellikle Lena Nehri’nde kullanılmak üzere yelkenliler ve küçük gemiler yapan Tüccar Glotov’a ait bir tersane vardı.
Kirenskey’de yaklaşık bir gün kalıp hareket ettiler. Lena Nehri, Kropotkin sıra dağlarının arasında açtığı yolda akıp gidiyordu. Nehrin iki kıyısında yalçın kayalıklar vardı. Nehrin hızlı ve gürültülü akan suyu, taşlara çarpıyor, ileri beri gidip geliyordu. Bu da Ketti Marsden için daha önce farklı yerler görmesine rağmen böylesini görmediğinden değişik ve ilginç geliyordu. Ketti Marsden bu tarz kayalıkların ayrı ayrı adlandırıldıklarını duymuştu. Onlardan “Lenskie Yanağı” ve “Payın Boğası” aklına takılmıştı. Nehir, dağ geçitlerini seyretmek için fevkalade, yolculuk yapmak için ise korkunçtu. İşte, böyle geçen bir yolculuğun ardından 4 Haziran günü Biitim köyüne ulaştılar. Burada bir gün kaldılar. Lena’nın taygalarındaki gümüşçüler için getirilmiş malzemeleri indirip geminin yanına dizdiler. Bu köyde Lena Nehri, sağ tarafından Biitim Nehri ile birleşiyordu. Buradan aşağıya doğru nehir çok genişliyor, suyun seviyesi artıyordu.
Lena Nehri’nin aktığı yol boyunca iki kıyısını çevreleyen ormanlarda guguk kuşları durmadan ötüyordu. Nehrin kıyısındaki söğütlerde sarı göğüslü “Sibirya bülbülü” diye adlandırılan söğüt kuşlarının güzel sesleriyle söyledikleri şarkıları, her gece ve sabah Ketti Marsden, kamarasının penceresinden dinliyordu. Doğrusu, Ketti Marsden Sibirya’da uçan, koşan hiçbir şey olmadığını düşünmüştü ama bu düşüncelerinin hepsinin yanlış olduğunu anladı. Dahası Lena Nehri’nin kıyısındaki birbirine yakın beş altı postane, yanlarında ağaçlardan temizlenerek ormandan devşirilmiş tarlalar ve tarlalardaki yeşermiş ekinleri görebiliyordu. Nehrin ortasından giderlerken postanelerin önlerinde, nehrin kıyısında çocuklar ve kadınlar onlara el sallıyordu.
İşte, böyle yolculuk ederek haziran ayının dokuzuncu gününün gecesinde Lena Nehri kıyısındaki üçüncü şehir olan Ölüöhüme’ye geldiler. Bu şehrin ön önemli özelliği, Lena Nehri’nin sağ kıyısından Ölüöhüme Nehri’ne girilmesiydi. Burada, Lena Nehri’nin iki kıyısı genişliyor, iki tarafındaki tepelerin arasında yer alan ekinlerin, otların yeşermesi biraz daha vakit alıyordu.
Ketti Marsden Hanım, yirmi bir gün boyunca geminin kamarasında hapis kalmaktan çok sıkılmış, gidecekleri yere ne kadar kaldığını öğrenmek için:
– Kaptan Bey, ne zaman Cokuuskay şehrine varırız? Diye sordu.
– Burası Cokuuskay’dan önce duracağımız son yerdi. Şimdi Cokuuskay’a kadar hiç durmadan gideceğiz, dedi kaptan.
– Peki, kaç güne oraya ulaşırız?
– Yarın gece buradan ayrılacağız. Bu ayın on ikisinin sabahında ulaşmış oluruz, dedi kaptan. “O hâlde iki gece sonra Cokuuskay’a ulaşmış oluyoruz.” diyerek Ketti Marsden sevindi, içi ferahladı. Refakatçisi olan jandarma askerine:
– Bizim bu ayın on ikisinin sabahında Cokuuskay’a ulaşmış olacağımızı haber verin, diye rica etti.
– Anladım, hemen haber veriyorum, dedi refakatçi jandarma askeri.
Ketti Marsden, bu seyahatinde Lena Nehri’nin uzunluğuna çok şaşırdı. O kadar yol gittiler ama bir türlü ulaşamamışlardı. Tam aksine, yol gittikçe daha da uzuyordu. Ancak şimdi iki gece sonra hedeflerine, Cokuuskay şehrine ulaşacaklarına seviniyordu.

III
Gerçekten de kaptanın dediği gibi haziran ayının on ikisinde sabah onda gemi Cokuuskay şehrinin Golminka’daki iskelesine, otların yeni yeni yeşerdiği, az sayıdaki söğüt ağaçlarının bulunduğu kıyısına yanaştı. İskelede Ketti Marsden ve onun yardımcısını karşılamak için Saha İdari Bölgesinin Valisi, Resmî Devlet Danışmanı Kolenko Bey ve birkaç bürokrat hazır bulundular.
İrkutsk’tan Ketti Marsden Hanım’a rehberlik yapmak için görevlendirilmiş jandarma eri, Doğu Sibirya valisine gönderilmiş olan mektubu Kolenko Bey’e verdi. İskeleden şehre giderken Vali Bey ile Ketti Marsden aynı at arabasına bindi. Birlikte Vali Bey’in makamına geldiler. Valinin çalışma odasını Ketti Marsden’e tahsis etmişlerdi.
– Ketti Marsden Hanımefendi, uzun ve zor bir yolculuk yaptınız doğrusu. Bugün dinlenin. Size Tüccar Astarhan’ın evinde bir oda hazırlattık. Yardımcınız da orada kalacak. Yemeğinizi size o getirecek, dedi Vali.
– Vali Bey, benim duyduğuma göre Saha Yeri’nde yazlar çok kısa sürermiş. Bu yüzden ben burada fazla dinlenemem. Yirmi beş gün boyunca gemi kamarasında yeterince dinlendim. Cüzzam hastalarını görüp onlara uygulanan tedavileri öğrenerek en kısa zamanda dönmek istiyorum, dedi Ketti Marsden.
– Neredeki cüzzam hastalarını görmek istersiniz?
– Vali Bey, sizin idari bölgenizdeki cüzzam hastaları nerede yaşıyorlar?
Saha Yeri’nin valisi olan Kolenko Bey, buraya 1889 yılında atanmıştı. Kısa süredir görev yaptığı için Saha Yeri’ndeki cüzzamlı hastaların nerelerde yaşadığını bilmiyordu. Bu yüzden çok eski zamanlardan beri valilikte çalışan bir memuru çağırıp ona cüzzam hastalarının nerede yaşadıklarını sordu.
– Cüzzam hastaları, Halıma Nehri’nin yukarı taraflarında, nehrin etrafında yaşayan yerliler arasında çoktur, dedi memur.
Ketti Marsden bunu duyunca Halıma’ya gitmek istedi ve:
– Cüzzam hastalarının yaşadığı Halıma buradan ne kadar uzak? Diye Vali Bey’e sordu.
– Marsden Hanım, Halıma buraya çok uzak ve yazın oraya gidebilmek çok zor, orası ulaşılmaz bir yerdir.
– O zaman beyler, ben yazın cüzzam hastalarını nerede görebilirim?
– Cüzzam hastalarının olduğu ikinci yer, Bülüü Nehri çevresidir. Orada çok fazla cüzzam hastası var, dedi memur oturduğu yerden hiç düşünmeden. “Yazın oraya atla da gemiyle de gidilebilir. Marsden Hanım, lütfen, oraya gidin!”
– Hayır, Vali Bey, ben Halıma’ya gitmek istiyorum, dedi Marsden Hanım.
– Hanımefendi, yazın oraya insan hiçbir şekilde ulaşamaz, dedi Saha Yeri’ni çok iyi bilen memur. O, bu zamanda Halıma’ya giden yol olmadığını, Verhoyanskay, Skalistay ve Suntaar Dağlarının büyük engel teşkil ettiğini, birkaç nehrin yolu çevrelediğini söyleyip yazın atla da yaya olarak da oraya gidilemeyeceğini anlattı. O, bunları anlattıktan sonra Ketti Marsden ile Bülüü’ye gitmeye karar verdiler. Onların bu konuşmalarını İrkutsk’tan gelen jandarma subayı çeviriyordu. Doğu Sibirya Valisinin emriyle jandarma subayına Cokuuskay’dan İrkutsk’a dönmesi söylendi. İrkutsk’tan gelip Ketti Marsden’e yardım eden Kazak İvan Prokofev, kalıp hizmet etmeye devam etti. Sonra İngilizce bilen bir çevirmen aradılar. Cokuuskay’da İngilizce bilen kimse yoktu. Ama Batı Avrupa dillerinden Fransızca ve Almanca bilenler vardı.
– Anadiliniz olan İngilizceden başka hangi dili biliyorsunuz? Diye Ketti Marsden’e sordular.
Ketti Marsden Fransızca da biliyordu. Onun Fransızca bilmesine sevindiler. Çünkü valilikte çalışan memur Petrov, Fransızca biliyordu. Dolayısıyla, jandarma subayı İrkutsk’a döndükten sonra artık memur Petrov çevirmen oldu.
Bülüü’ye ne zaman gidileceğini Ketti Marsden ile Vali Bey birlikte konuşup görüştüler. Bülüü’ye giden gemiyi beklemeden ormandan, posta yolu üzerinden eyerli atla gidilmesini kararlaştırdılar. Yaklaşık 110 km gidebilecek atların hazırlanması için birkaç gün gerekliydi. Ketti Marsden Hanım, çok acele ettiği için haziranın yirmisinde yola çıkmaya karar verdiler. Ketti Marsden Hanım çok kısa bir süre dinlendikten sonra şehirde yaşayanlarla ve şehrin ileri gelenleriyle görüşüp burada cüzzam hastalarına yardım edecek bir birlik kurdu. O, bu işle sürekli meşgul olurken daha önceden belirledikleri haziranın yirminci günü de gelmişti.
Onlar için beş at hazırlanmıştı. Ketti Marsden Hanım, onun yardımcısı Kazak İvan Prokofyev, memur tercüman Petrov, polis şefinin yardımcısı Sleptsov ve rehber Kazak Yegor Kozlov ile birlikte yola koyuldular.
Yazın sıcakta atla gitmenin yorgunluğuna, yolun kötülüğüne, çokça sivrisineğe, arıya çoğu insan dayanamazdı. Bunların hiçbirinden şikâyet etmeden kararlı ve iradeli Ketti Marsden Hanım atla bu yolculuğa dayandı. Bülüü şehrine haziran ayının yirmi dokuzunda, sabah saatlerinde ulaştılar.
Polis şefi yardımcısı Sleptsov, Bülüü’nün polis şefi Antonoviç’e Cokuuskay’dan getirdikleri Doğu Sibirya valisinin talimatnamesini verdi. Talimatnamede Vali hazretleri “İyi yürekli Hemşire Ketti Marsden Hanım’a, onun bu önemli görevinde, İmparatoriçe Mariya Fedorovna’nın doğrudan talimatıyla gereken her şeyle ilgili sınırsız yardım edilmesini emrediyorum.” diye buyurmuştu.
Çariçe’nin emri o zamanlar Çar’ın emirlerine denkti. Fakat Bülüü’nün polis şefi ve beyler, Ketti Marsden Hanım’a ve onun yardımcısına kalacak yer bulamadı. Polis şefi, kendi evinin bir odasını Ketti Marsden Hanım’a verdi. Ketti Marsden’in yardımcısı Kazak İvan Prokofyev ve çevirmen Petrov da bu evde kaldılar.
Ketti Marsden uzun yolculuğun ardından yorulup yardımcısıyla birlikte o gün dinlendiler, yıkanıp tarandılar ve elbiselerini değiştirdiler. İkinci gün Ketti Marsden, polis şefi Antonoviç Bey ile çevre bölgelerin beylerini toplayıp onlara hangi mesele hakkında geldiklerini anlattı.
– Sizin bölgelerinizde cüzzam hastaları var mı?
– Var hanımefendi, var, dediler.
– Bu hastalığa maruz kalan ne kadar hasta var?
– Kesin bir rakam yok.
– Ben onları nerede bulabilir, konuşabilirim?
– Mastaah kasabasında çok fazla var ve birer, ikişer tane de Orta ve Yukarı Bülüü kasabalarında var. Bu kasabalara gidip cüzzam hastaları ile görüşebilirsiniz, dedi bölge beyleri.
– Hastaların çok olduğu yere, Mastaah’a gideceğim, dedi Ketti Marsden.
– Şimdi oraya sadece atla gidilebilir, yolları çok kötü, dedi polis şefi Antonoviç.
– Ben Cokuuskay’dan buraya atla geldim, oraya da atla gidebilirim.
İşte böyle, Mastaah kasabasındaki cüzzam hastalarıyla görüşüp konuşarak kullandıkları ilaçları öğrenmek için yola çıkmaya karar verdiler. Oraya, merhametli Hemşire Ketti Marsden Hanım, onun yardımcısı Kazak İvan Prokofyev, Rusça-Fransızca tercümanı memur Petrov, Sahaca-Rusça tercümanı ve rehber Kazak Sofronyev ile birlikte gittiler. Sahalar, Sofronyev’e Ördek Parmağı adını vermişlerdi. Onun gençken sarhoş olup sağ elinin parmakları soğuktan donduğu için kesilmiş, bu yüzden parmakları ördek parmaklarına benziyordu.
Ketti Marsden’in aradığı cüzzam hastalarının çoğu, Mastaah kasabasının Mastaah’ın ebesi denen büyük, bol balıklı gölün çevresinde yaşayan, balıkçılıkla geçinen halkın arasında yaşıyordu. Fakat başka yerlerde, Orta Bülüü kasabasında ve Müküçü Gölü’nün yakınlarında yaşayanlar arasında, Yukarı Bülüü kasabasında, Homustaah Gölü çevresinde yaşayanlar arasında az da olsa cüzzam hastası vardı. Bu yerleri Ördek Parmak çok iyi biliyordu.
Temmuz ayının ilk gününde Bülüü Nehri’ni şehrin aşağı yakasından sandalla geçerken ansızın kuvvetli bir fırtına çıktı. Dalgalar, sandalı suya batırıp çıkararak oldukça tehlikeli bir yolculuk yapmalarına neden oldu. Şimdi burada, Toyon bölgesinde Halbaakı köyünün muhtarı onlar için dört at göndermişti ancak on dört, on beş yaşlarındaki bir çocuğun, atların bulunması gereken yerde tek başına ağladığını gördüler.
– Atlar nerede? Diye sordu Ördek Parmak, çocuğa.
– Atlarım… Kaçtılar, dedi çocuk ağlayarak.
– Bu çocuk neden ağlıyor? Dedi Ketti Marsden Hanım.
– Muhtarın size gönderdiği atlar, bir şeyden ürküp beni burada bırakıp kaçtılar, dedi çocuk hıçkırarak. Bunu Ketti Marsden’e çevirdiklerinde:
– Ağlamasın, at bulabileceğimiz yer buradan ne kadar uzak? Diye çocuğa sordu.
– Uzak, muhtarın yaşadığı yer buradan yaklaşık bir buçuk günlük mesafede, dedi oğlan.
Ketti Marsden Hanım çocuğa acıyıp şöyle söyledi:
– Bize muhtarınıza giden yolu göster, yayan gidiyoruz.
İşte böyle, Ketti Marsden ve yardımcılarının Bülüü’ye seyahatleri çok olaylı başladı. Merhametli Hemşire Ketti Marsden, hiç söylenmeden erkeklerle eşit şartlarda, bir buçuk günlük mesafeyi yürüdü.
Halbaakı köyünün muhtarı, sürpriz yapmak için çocukla at göndermişti ancak onlar yürüyerek köye vardılar.
Muhtarın evinde yemek yiyip dinlenirken kaçan atlar da yakalanmıştı.
Bütün geceyi Halbaakı köyünün muhtarının evinde geçirdiler. Sabah erkenden kalkıp Toruoy Küület köyüne, Kıççık Miiterey’in evinin çitlerinden içeri girdiler.

IV
Kıççık Miiterey onu ziyarete gelen kadının, Çariçe’nin izniyle cüzzam hastalarını araştırmaya geldiğini duyunca çok şaşırdı. O, cüzzam hastalığını çok bulaşıcı ve tehlikeli bir hastalık olarak biliyordu. Dahası anne, baba veya çocuk fark etmez, kim bu hastalığı kaparsa ev ahalisi bir arada olduğu için bulaşma tehlikesinden dolayı hastalanmış kişiye, hayvana bakmazlar; onlar insanların yaşadığı yerden uzakta, ıssız ormanda tek başına yaşar, o hastaya yaklaşılmaz, deniyordu. Bu yüzden hasta ölene kadar gömülmüş gibi yaşıyordu. Yaşadığı süre boyunca ailesi varsa ailesi ona uzaktan, ona yaklaşmadan yardımcı oluyordu. Fakat ailesiz zavallı biri hasta olursa köylüler sırayla onun yemeğini yapıyor, yaptıkları yemeği onun ekiniyle uğraştığı yere götürüp bırakıyordu. Zavallı hasta bu şekilde hayatını idame ettiriyordu. Birkaç gün içinde bırakılan yemeği almazsa onun ölmüş olduğu düşünülüyordu.
Sahalar, cüzzam hastalığını çok eskiden beri korkunç ve tehlikeli bir hastalık olarak kabul etmişti. Bu hastalığa kapılan kişi, ben lekesi gibi kararıp ölüyordu. El veya ayaklarının parmaklarında çıkarsa parmaklarının eklemlerini kesiyorlardı. Yüzünde çıkarsa burnunda veya dudaklarında korkunç bir görüntü oluyor ve bulaştığı yer çürüyordu. Cüzzam hastası olan kişinin vücudunda deri kaldığı hiç görülmemişti.
Cüzzam hastalığından başka hiçbir hastalıkta, hastaya evden dışarıda, farklı bir yerde bakılmıyor, kendi evlerinde ölene kadar bakıyorlardı. Cüzzam hastalığı farklı farklı bölgelerde ortaya çıkabilen bir hastalıktı. Bulaşıcı hastalık denince insanlar korkuyordu. Bu yüzden bu hastalığın adıyla insanı çağırırlar mı? Fakat cüzzam hastalığının bilinmediği, olmadığı yerlerde bu hastalığı geçiren kişiyi “bodon”, yani “hastalıklı” diye adlandırmışlardı. Bodon, durmadan hastalanan, zayıf düşmüş hastalar için kullanılan bir tabirdi.
Cüzzam hastalığı, Saha Yeri’nde Halıma ve Bülüü’de vardı. Bülüü’de üç yerde insanlarda bu hastalık görülüyordu: Mastaah, Orta Bülüü ve Yukarı Bülüü kasabalarında. Bu kasabalarda çok fazla balık yenildiği için insanlar hastalanıyordu. Bu göz önüne alındığında cüzzam hastalığı balıktan insana bulaşıyor gibi görünse de bu konuda o zamanlar henüz bir araştırma yapılmamıştı.
Cüzzam hastalığı kapmış kişilerin iyileşmediği, yaşarken etlerinin çürüyüp, kemiklerinin ayrılıp çok büyük acılar çekerek öldükleri biliniyordu. Fakat onlardan intihar edenler hiç duyulmamıştı. Gerçi, böyle iyileşmez ağır bir hastalığa maruz kalmış biri, çektiği acıları hafifletmek için intihar edebilirdi. Ancak onların intihar ederek dertlerinden, acılarından kurtulamayacakları şeklinde bir düşünce bizim anlayışımızda, inancımızda vardı. İntihar ederek ölen kişinin ruhunu Tanrı Aybıt Ayıı Toyon, Aşağı Dünya’nın kapısına gidip ruhunu kurtarmaz; onun ruhu, doğduğu Orta Dünya’da başıboş olarak gezer diye bir düşünce vardı. Farklı yerlerde intihar edenlerin ruhlarıyla ile ilgili insanların duyduğu, onların hoşuna gitmeyen, korktukları birçok olumsuz hikâye, rivayet vardı. Cüzzam hastalığına yakalanan hastalar, bir müddet yapayalnız ıssız ormanda, kulübelerinde ölecekleri günü bekleyerek dert ve sıkıntı çekerler ama ruhumuz kötü, başıboş bir melek olacak diye korktuklarından intihar etmezlerdi.
Cüzzam hastaları, kulübelerinde yaşarken beş altı gün boyunca insanların getirip bıraktıkları yemekleri almayınca onların öldüğü düşünülüyordu. Çok dikkatli bir şekilde, onun yaşadığı kulübeyi uzaktan gözetleniyordu. Öldüğünden emin olduklarında, eğer yazın ölmüşse kulübeyi dışından yıkıyorlar; buraya, insan ve hayvan yaklaştırmıyorlar, ağaç ve dal parçalarını kulübenin üstüne yığıyorlardı. Fakat cüzzam hastası kışın ölmüşse kulübenin üstüne ve çevresine kuru ağaçları koyarak yakıyorlardı. İşte böyle, cüzzam hastalığından ölen kişiyi başka bir hastalıktan ölmüş gibi tabuta koyup çukur kazarak gömmüyorlardı.
Doğrusu, cüzzam hastalığı dünyadaki bütün halklar arasında bilinen bir hastalıktır. Eski Yunan doktorları bu hastalığa lepra derler. Tıp bilimine Latince lepra olarak girmiştir. Ruslarda prokaza, Sahalarda ise aran derler.
Yabancı yerden Mastaah’a gelen merhametli hemşireye, Mastaah’ın çevresinde yaşayan halkın arasında bulunan cüzzam hastalarının yaşadığı yerleri gösterip onların yaşadığı kulübelere girerek onlarla konuşmalarını dinlemek, Muhtar Kıççık Miiterey’in içinde çok fazla korku oluşturmuştu.
Ketti Marsden Hanım, Mastaah Gölü çevresinde yaşayan halka sorarak cüzzam hastalarının yaşadığı yerlere birkaç defa gitti. Buradaki cüzzam hastalarına, başka yerde defalarca gördüğü hastalarla kıyaslanamayacak şekilde gaddarca davranıldığını, onların çok kötü şartlarda yaşadıklarını gördü. Hastaların yaşadığı kulübeler, yaklaşık dört metrekareydi. Bu kulübe, yere kazılmış yarım metrelik çukur içine ağaç direklerin dikilmesi suretiyle meydana getirilen duvarlardan yapılmıştı. Kulübenin yüksekliği yaklaşık iki metreydi. Dış tarafında en fazla yirmi beş santimetre genişliğinde penceresi vardı. Pencerenin yanındaki duvarın dibinde tahtadan bir yatak, kulübenin kapısının bulunduğu köşede küçücük topraktan yapılmış bir ocak, ocağın karşısındaki duvara bitişik küçücük tahta bir masa, kütükten kısa bir sandalye, küçük bakır çaydanlık, küçük bakır kazan ve ahşap bir kap vardı.
Hastaların hepsinin elbisesi eskimiş, keçeleşmiş, tiksinç ve yırtıktı. Gerçi onları dikecek yaması, iğnesi ve ipliği yoktu. Dahası çay yerine yakı otu toplayıp kurutarak çaydanlıklarında veya kazanlarında demleyip içiyorlardı. Bunu, Ketti Marsden Hanım, tedavi eden bir şey mi diye düşündü. Yattıkları yataklarına hastaların çoğu ot yolup sermişti. Ayrıca buzağı veya tay derisinden döşekleri vardı. Rengi, deseni gitmiş, yırtılmış, keçeleşmiş eski yorganları vardı. Sazan derisinden yapılmış para kesesine otu tıkıştırıp başlarının altına koyuyorlardı. Başkalarının veya köy halkının sırayla getirdiği yemekler ise bir parça kuru pide, kurutulmuş golyan balığı, uzun süre haşlanmış bir parça etten ibaretti. Et genellikle tavşan veya kuş etiydi. Ayın başında ve sonunda çok az tereyağı veya bir parça çiğ yağ tattırıyorlardı. Böyle yiyeceklerle hiçbir tedavi olmadan ölecekleri zamanı bekleyerek yaşıyorlardı.
Böyle yaşayan zavallı cüzzam hastalarını Ketti Marsden Hanım görünce merhametinden yüreği sızlayarak bazen göz yaşlarına hâkim olamıyordu. Boşuna mı Ketti Marsden Hanım, Kazak rehber İvan Prokofev’e kendi parasını verip, Mastaah’tan Bülüü şehrine gönderip Mastaah Gölü’nün alt tarafındaki on beş cüzzamlının her birine birer paket çay, ikişer tane yarım kiloluk tütün, birer pipo, ikişer iğne, birer yumak ipi aldırıp bunları cüzzam hastalarının yaşadığı kulübeleri dolaşarak onlara dağıttı? Zavallı hastalar buna seviniyor, Ketti Hanım’ın durduğu yerden uzak duruyor, hastalıkları bulaşır diye ona yaklaşmıyorlardı. Ketti Marsden Hanım cüzzam hastalarına böyle davrandığı için Kazak Rehber İvan Prokofev ona “acı çeken fakirlerin sevgili arkadaşı” diyordu. Sonra çevirmen memur Petrov ve Kazak Ördek Parmak, gözyaşlarına hâkim olamıyordu. Onlar cesur ve merhametli İngiliz Hemşire Ketti Marsden’e canıgönülden daha da saygı duymaya başladılar.
Mastaah bölgesindeki bütün cüzzam hastalarını dolaşarak onların isimlerini yazıp kaydeden Ketti Marsden Hanım, rehberleriyle birlikte Bülüü şehrine döndü. Şehirde çok kısa bir süre dinlendi. Yıkanıp taranarak elbiselerini değiştirip rehberleriyle Orta Bülüü bölgesine gittiler. Burada epey köy gezdiler. O zamanki Orta Bülüü şehrinde Kebeeyi ve Lüüçün Göllerinin alt tarafında yaşayanların yanına gittiler. Orada bulunan cüzzam hastalarını dolaşıp onları listelediler. Ketti Marsden, karşılaştığı cüzzam hastalarına tedavi olup olmadıklarını sordu ama tedavi olmuyorlardı. Bir an önce ölecekleri günü bekliyorlardı. İşte böyle, Ketti Marsden Hanım Saha Yeri’nin tamamında yaklaşık üç bin km yeri at sırtında dolaşarak yetmiş beş cüzzam hastasının yaşadığı kulübeyi gördü, her biriyle tek tek konuştu.
Merhametli ve cesur İngiliz kızı Ketti Marsden Hanım cüzzam hastalığına yakalanmış zavallılara nasıl yardım edeceğini, en azından onların ölene kadar nasıl insan gibi yaşayabileceklerini bulmaya çalıştı. Boşuna bir çaba olarak cüzzam hastalığına yakalanmış kişinin yakın akrabalarına, çevresine:
– Söyleyin bana, neden cüzzam hastalığına yakalananları evinizde yatırıp bakmıyorsunuz, korumuyorsunuz? Diye sordu. Oradakiler, hasta olanlara nasılsa merhametli olanlar acıyarak yardımda bulunduğundan, kemikleri eriyip çürüyerek düşen hastaları evlerinde yatırmaya korkuyor ve bu yüzden onlara evlerinde bakmayı düşünmüyorlardı.
Ketti Marsden Hanım 31 Temmuz 1981’de Orta Bülüü bölgesinin merkezinden Bülüü şehrine geldiğinde Bölge Reisi Kirgieley Cerimieyep Bey, sekreterine Sahaca “Teşekkür” mektubu yazdırmıştı. Mektupta şunlar yazıyordu:

    Ketti Marsden Hanımefendi’ye
    Orta Bülüü Bölgesinin Reisi
    Grigoriy Eremyev’ten
Sonsuz teşekkür
Ben, bölge reisi olarak kendi bölgemin tamamındaki cüzzamlı yerlere bizzat gidip büyük bir samimiyetle onlara bireysel yardımda bulunan hanımefendiye, kendi adıma ve bütün bölge halkım adına tüm içtenliğimizle teşekkür ediyor ve saygılarımızı sunuyoruz. Sen, temiz kabinle bizim zorlu yolları olan ülkemizde durmadan at sırtında dolaştın, benim bölgemdeki bütün cüzzam hastalarını gördün ve kolladın. Fakat senden, yüce hanımefendiden, benim söyleyeceklerimi uygun bulursan Çar Hazretlerinin hanımına, bizim ona yolladığımız teşekkürümüzü ulaştırmanı rica ediyorum. Bunları çok değiştirmeden olduğu gibi ilet: Cahil ve zorlu hayatı olan halk, onu gönderdiğin, lütfedip gönderdiğin için eski Tanrı İsa Mesih’in yeryüzüne inip sıkıntılar çekerek kendisinin yarattığı insanları kurtardığı için ona şükranlarımızı sunuyoruz. Ve göğe doğru bakarak vaftiz olurken elimizi yüreğimize koyup onun parlak ışıkları bizim üstümüze vurdu, diyoruz. Ey, Tanrı Ayıı! Sen ki, acı çekenleri görensin, kurtaransın, sana nasıl karşılığını vereceğiz ve nasıl teşekkür edeceğiz, gök de yer de Çar’ımızındır! Tanrı Ayıı Toyon, biz talihliyiz ki bu hanımefendiyi yaratmışsın, cüzzam hastalığını yok etmede onu bize rehber kıl efendimiz!

    Reis Grigoriy Yakovleviç Eremyev
    31 Temmuz 1891
İşte bu samimice Sahaca yazılmış teşekkür mektubunu Ketti Marsden Hanım çevirtip dinledi ve Orta Bülüü bölgesinin reisine:
– Cüzzam hastaları burada çok ağır koşullar altında yaşıyorlar. Onların zorlu ve sıkıntılı hayatlarını kolaylaştırmak için bütün gücümü sarf edeceğim. O zamana kadar, Reis Bey, onların zorlu ve sıkıntılı hayatını kolaylaştırabilirsiniz!
– Yüce hanımefendi, bütün imkânlarımızı kullanmaya çalışacağız! Diyerek Orta Bülüü bölgesinin reisi söz verdi. Bunu duyan merhametli İngiliz kızının içini mutluluk kapladı.
Ketti Marsden Hanım, Bülüü şehrinde Orta Bülüü’den gelen civar bölgelerin beyleriyle konuşup cüzzam hastalarının yaşam koşullarının zorluklarını anlattı.
– Beyler, cüzzam hastalarının hepsini ölene kadar iyi bir şekilde yaşatmak için onların hepsini bir yerde, özel bir yerleşkede toplamak gerek. O zaman onların zor koşullarını kolaylaştırmış oluruz, dedi.
Civar bölge beyleri bunu duyunca birbirlerine baktılar. Ketti Marsden Hanım’a bakmadan:
– Bu bölgenin dışında yaşayan zavallı cüzzam hastalarına yardım edebilecek gücümüz yok, dediler.
– Ketti Marsden Hanım, konuşmasında cüzzam hastaları için özel, ayrı bir yerleşke yapılması gerekli diyor. Böyle bir yerleşkenin yapım masrafını bizim bağlı bulunduğumuz idari birimin de diğer idari birimlerin de karşılayabilecek gücü yok, diye idari bölgenin yöneticisi, birkaç defa öksürüp hırıltılı hırıltılı konuşarak söyledi.
– Beyler, idari bölgede para yoksa merhamet gösterip para bağışı yapabilirsiniz, dedi Ketti Marsden Hanım.
– O zaman başka! Dedi idari bölge reisi. “Parayı toplayıp yaptırabiliriz. Fakat kim halktan bağış toplayacak?”
– Beyler, burada cüzzam hastalarına yardım edecek komiteyle halktan bağış toplanabilir, dedi Marsden Hanım.
– Marsden Hanım, bağış toplayabilmek için benim herhangi bir yetkim yok. Cokuuskay Valisi bana görev verirse benim buna yetkim olur, dedi Bülüü’nün Polis Müdürü Antonoviç.
– Bağış parası toplanamayabilir, biz cüzzam hastalarına merhamet etsek de onlara herhangi bir şey verecek gücümüz yok, dedi şehir meclisinin başkanı.
– Beyler, Cokuuskay’a gideceğim, Vali Bey ile bu konu hakkında konuşacağım, cüzzam hastalarına yerleşke yapımında kullanılmak üzere halktan bağış parası toplamak için izin vermesini rica edeceğim, dedi Ketti Marsden Hanım.
– O zaman başka, hatta Vali Bey izin verirse ben elli ruble vereceğim, dedi Polis Müdürü Antonoviç Bey.
Ketti Marsden Hanım, rehberiyle birlikte Bülüü şehrinden feribotla Cokuuskay’a geldiler. Gelir gelmez Resmî Devlet Danışmanı Vali Kolenko’ya çıktılar. Bülüü çevresini dolaşıp 75 cüzzam hastasıyla görüştüğünü, onların yaşam koşullarının ağırlığını ağlaya ağlaya anlattı.
– Vali Bey Hazretleri, cüzzam hastası olan zavallılar işte böyle korkunç şartlar altında yaşıyorlar. Onların sıkıntılarını, zorluklarını kolaylaştırmak için bir yol var, dedi.
– Lütfen, nasıl bir yol olduğunu söyleyin.
– Onlara özel bir cüzzamlılar yerleşkesi yaptırıp cüzzam hastalarını oraya toplayıp ölene kadar orada yaşatmak gerekli.
– Marsden Hanım, bu çok doğru olurdu ancak böyle bir yerleşke yapıldığında tedavi etmek için doktor, onlara bakıp korumak için bakıcılar, yiyecekleri yemekleri hazırlayacak aşçılar, değiştirdikleri elbiseleri yıkayacak işçiler de gerekli olacak. Dolayısıyla bunları da halletmek gerek, dedi Vali Bey.
– Vali Bey, ben bununla ilgili şöyle bir hazırlık yaptım, deyip Ketti Marsden Hanım çantasından bir parça kâğıt çıkardı. “Cüzzam hastalarından erkek ve kadınlar için ayrı ayrı iki ev, ağır hastalara bakmak ve tedavi etmek için revir ve eczane. Doktor ve onun yardımcısının yaşayacağı evler. Cüzzam hastalarına bakacak, elbiselerini yıkayacak, yemeklerini yapacak işçilerin yaşayacağı ev. Bunlardan başka banyo ve çamaşırhane. Erzakları, elbiseleri ve başka eşyaları koymak için ambarlar. Bunların dışında, hastaların hepsi Ortodoks Hristiyan, çok küçük bir kilise ile papazın yaşayacağı ev. Ölenlerin tabutlarının, haçlarının hazırlanacağı atölye.” diye sıraladı Ketti Marsden Hanım.
– Marsden Hanımefendi, bütün şehri yapmayı planlamışsın. Bunları yapmak için ne kadar para toplayabilirsin? Diye başını sallayarak sordu Kolenko Bey.
– Hazretleri, ne kadar para toplayabilirim, bilmiyorum. Eğer cüzzam hastalarına özel bir yerleşke yapılacaksa benim bu sıraladıklarımın hepsi yapılmalıdır, dedi Marsden Hanım.
– Marsden Hanımefendi, böyle bir yerleşkeyi nereye yapacaksınız? Diye Vali Bey ek olarak sordu.
– Bana göre burada, şehrin yakınında yapılması çok elverişli olabilir.
– Marsden Hanımefendi, şimdi burada iki gece kalın, ben büroma şehir ve valilik memurlarını çağırtacağım. O zamana kadar sizden ricam, bu söylediğiniz cüzzam hastaları yerleşkesinin yapım planını hazırlayın, dedi Vali Kolenko.
Ketti Marsden Hanım, Vali Bey’in üst düzey memurlarını toplayacak olmasına çok sevindi. O, iki gece boyunca söylediği planın listesini hazırladı. İkişer kişilik 17 hasta odası, dörder kişilik 4 odalı binalar tasarlayıp toplam yüz hastanın yaşayacağı bir yer planladı. Sonra bu yerleşkenin içinde bulunması gerekenleri yazdı. Yapılacakların planını çıkardıktan sonra Vali Bey’le görüşme günü geldi. Burada şehrin reisi ve bütün valilik memurları Vali Bey’in ofisinde toplanmıştı.
– Saygıdeğer Marsden Hanımefendi, lütfen cüzzam hastalarının kötü kaderlerini düzeltmek için sıkıntılara katlanıp iyilik ve merhameti yüreğinizde taşıyarak hazırladığınız cüzzam hastalarının yaşayacağı yerleşke planınızı şehir ve valilik memurlarına anlatmanızı rica ediyorum, dedi Vali Kolenko.
Ketti Marsden Hanım ilk olarak Bülüü çevresinde gittiği cüzzam hastalarının nasıl sıkıntılı bir hayat yaşadıklarını anlattı. Sonra onların sıkıntılarını, dertlerini azaltmak amacıyla yapmak istedikleri özel yerleşkenin yapım planını gösterdi. Böyle bir yerleşkenin nereye yapılması gerektiğini söylerken Cokuuskay şehir meclisinin başkanı Astrahantsev Bey:
– Saygıdeğer Marsden Hanımefendi, cüzzam hastalarının kaderlerini kolaylaştırmak için çektiğiniz sıkıntılar, sorunlar kayda değer fakat burada, vilayet merkezi olan şehrin yanı başında, bu anlattığınız yerleşkenin yapılmasını ben hiç tasvip etmiyorum. Cüzzam hastalığı, bildiğiniz üzere çok bulaşıcı bir hastalık. Böyle hastaları şehrimizin yakınında toplarsanız insanlar çok korkar. Böyle bir yerleşke yapılacaksa en çok hastanın olduğu yerde, Bülüü şehrinde yapılsın, dedi.
– Bu kadar büyük bir yapıyı inşa etmek için ne kadar para toplamak lazım? Diye sordu memur danışman Kozlov.
Toplam kaç paraya bu özel yerleşkenin yapılabileceğini kimse bilmiyordu.
Vilayet hazine dairesinin başkanı, bıyığını bura bura toplanan beylerin yüzlerine sırayla bakıp Saha İdari Bölge Valisi Resmî Devlet Danışmanı Kolenko Bey’e başıyla selam vererek:
– Vladimir Zinovyeviç Hazretleri, iyi düşünceli, merhametli Marsden Hanımefendi, cüzzam hastalarına ne kadar acımışsınız, onların dertlerini, sıkıntılarını nasıl da kolaylaştırmak istiyorsunuz. Fakat beyler, cüzzam hastaları yerleşkesinin yapımı için hazinede para yok, diyerek avuçlarını açtı.
Vali Bey’in odasında toplanan beyler, para yoksa ne diye konuşuyoruz, deyip sessizce konuşmadan oturdular.
– Vali Bey Hazretleri, hazinede para yoksa merhametli halktan para toplayabiliriz, dedi Marsden Hanım.
– Beyler, saygıdeğer Marsden Hanımefendi çok güzel söyledi. Çok fazla zenginimiz var. Biz, memurlarımızla onlardan böyle iyi bir şey için para toplayabiliriz, dedi valilik hazinesinin başkanı.
– Cüzzamlılara yapılacak yerleşke için ne kadar para gerekli? Diye Vali Bey, hazine memuruna sordu.
– Marsden Hanımefendi’nin yaptığı plan çerçevesinde yerleşkeyi bitirebilmek için benim hesabıma göre, yaklaşık altmış bin rubleden fazla gerekli, dedi hazine başkanı.
– Ooo, diye sesler duyuldu toplanan beylerin arasından. “Bu kadar çok parayı nereden toplayacağız?”
– Marsden Hanımefendi, bağış paralarını kim toplayacak? Diye danışman sordu.
– Beyler, Cokuuskay’da, İrkutsk’ta, Moskova’da ve St. Petersburg’da cüzzam hastalarına yardım eden komiteler kuruldu. Özel yerleşkenin yapımında bağış parası, Vali Bey izin verirse bağış toplama makbuzu yaptırılarak toplanacak, dedi Ketti Marsden Hanım.
Bunu duymak danışmanlarının ilgisini çekti. Bir danışman:
– Ketti Marsden Hanımefendi çok doğru bir söz söyledi. Vali Bey Hazretleri cüzzam hastalarına ayrı bir yerleşke yapımı için bağış parası toplanmasına izin versin! Diye söyleyince toplanan beyler alkışlamaya başladı.
Saha İdari Bölge Valisi Resmî Devlet Danışmanı Kolenko Bey:
– Marsden Hanımefendi’nin güzel ve merhametli düşüncesini tamamlamak için ben kendi vilayetimin içinde yaşayan cüzzam hastalarının dertlerini, sıkıntılarını hafifleten bu güzel düşünceyi anlayışla karşılayıp cüzzam hastalarına ayrı bir yerleşke yapmak için para bağışı toplanmasına izin veriyorum, dedi.
Vali Bey’in bu sözlerini duyan Ketti Marsden Hanım çok sevindi. Orada bulunanlara, cüzzam hastalarına yardım edecek komiteye özel yerleşke yapılması için merhametli ve güzel düşünceli insanlardan bağış parası toplanması vazifesi verildi.
Özel yerleşkenin yapılması için para toplanınca Saha valiliğinin üst düzey bürokratları tarafından yerleşkenin Bülüü şehri yakınlarına yapılması kararlaştırıldı.
Ketti Marsden Hanım, Cokuuskay şehrinde kurulan komite için bağış parası makbuzlarını hazırlatıp halktan para toplamaya başladı. Ketti Marsden Hanım, Cokuuskay şehrinden gidene kadar 1450 ruble para topladı. Bu parayı merhametli hanımefendi, “Bu parayla cüzzam hastalarına kürklü ceket, kalpak, sıcak tutan ayakkabı, eldiven ve kadınlara şal satın alıp ver.” diyerek Bülüü şehrinin Polis Müdürü Antonoviç Bey’e gönderdi. Ondan sonra bağış parası toplamaya devam etti.
Ketti Marsden Hanım, Cokuuskay şehrinden gemiyle Lena Nehri üzerinden İrkutsk’a döndü. Oraya varınca Doğu Sibirya Genaral Valisinden, Bülüü şehri yakınlarına yapılacak cüzzam hastaları özel yerleşkesinin inşasında, cüzzam hastalarına yardım eden İrkutsk’taki komiteyle bağış parası toplamak için izin istedi. Sonra Moskova’ya giderek cüzzam hastalarına yardım eden komiteyle özel yerleşkenin yapımı için para bağışı topladı. St. Petersburg’daki komiteyle de özel yerleşke için para bağışı topladı.
İşte böyle, 1891-1892 yılları boyunca cüzzam hastalarına yardım eden komitelerle 100 bin rubleden fazla para topladı. O parayla Bülüü şehrinden on kilometre uzaklıkta bir yere, Bülüü Nehri’nin yakınındaki gölün üst tarafına, çam ormanının içine, “Cokuuskay Güzergâhı” diye adlandırılan yolun aşağısına, 1893 yılı bahar mevsiminden itibaren Ketti Marsden Hanım’ın hazırladığı plan çerçevesinde özel yerleşkenin yapımına başlandı ve 1897 yılı yazında inşaat bitti. Bununla ilgili İngiltere’den Ketti Marsden Hanım’a bir haber gönderdiler. Ketti Marsden Hanım’ın İngiltere’den oralara gelecek imkânı yokken Bülüü şehri yakınına cüzzam hastalarına özel yerleşke yaptırdığı, Çar III. Aleksandır’ın dul Çariçesi Mariya Fedorovna’ya bildirildi. Mariya Fedorovna, bu konuyu araştırması için St. Petersburg’dan Doktor Stukalov Bey’i görevlendirdi. Doktor Stukalov, Bülüü şehri yakınındaki özel yerleşkeyi inceleyip halktan toplanan paranın nasıl harcandığını kontrol etmek için 1897 yılının haziran ayında Bülüü’ye geldi. Sonra o yaz cüzzam hastaları toplanıp yerleşkeye yerleştirildi.
O zamanlar Muhtar Kıççık Miiterey’in kızı Kere Ketiriine on sekiz yaşını doldurmuştu. Büyüyüp iyice güzelleşmişti. Onun canıgönülden sevdiği Moloohoy Uybaan 22 yaşındaydı. Yaşlı Beceke onunla ilgilenmişti. Büyüyüp gelişmiş, baldırının, kolunun kası güçlenmiş, yakışıklı bir erkek olmuştu.

V
Eskiden yaşlılar çok uzun yaşadıklarından çok şey bilirlerdi. Onlar “Aşk, hastalık gibi görünmeden gelir.” diye söylemişlerdir. Muhtar Kıççık Miiterey’in kızı Kere Ketiriine, Moloohoy Uybaan’ı fark etmişti. Onun elbisesi ve ayakkabısı eski olsa da ağır işte çalıştığı için vücudu çok iyi gelişmişti; kaslarıyla, tuttuğunu koparmasıyla, ağır ağır yürümesiyle kızlar için çok cazip, yakışıklı bir oğlandı. Kız ne kadar oğlanı severek izlese de ondan utanıp çekiniyor, Moloohoy Uybaan’a her bakışında vücudu ısınıyor, yüzü çaprazgaga kuşunun göğsünün tüyü gibi yüzü kızarıyor, gözü ateşleniyordu. Neden böyle olduğunu önceleri Kere Ketiriine anlamıyordu. Sonra yavaş yavaş oğlana gönlü meyledince onu daha fazla görmek istemeye başladı.
Moloohoy Uybaan, beyinin biricik kızıyla bakıştığında yüzünün, gözünün, vücut sıcaklığının değiştiğini belli etse de utanarak bakıp da bakmıyormuş gibi yapıyordu. Fakat şimdi “İnsan ağrıyan yerinden elini, sevdiği kızdan gönlünü almaz.” dedikleri gibi, Moloohoy Uybaan, kendisinin Muhtar Kıççık Miiterey’in kızlarına denk olmadığını bilse de yüreği kıza meylediyor, kıza belli etmeden ona bakmaya çalışıyordu.
İşte böyle, kızla oğlan kendi aralarında, bir güzel söz konuşmadan gözlerinin ateşiyle, dudaklarının gülümsemesiyle, kalplerinin kuvvetli atışlarıyla ve vücutlarının sıcaklığıyla sevgilerini göstererek anlaşıyorlardı. Sonra günden güne sevgileri güçlendi. İhtiyar Beceke, bir zamanlar Moloohoy Uybaan’a “Aşkı insan bulmaz, aşkın kendisi insanı bulur.” diye boşuna söylememişti.
Âşıklar, her fırsatta insanlara fark ettirmeden bakışmaya başladılar. İşte, o anlarda onların yürekleri ferahlıyor, hayalleri renkleniyordu. Birbirlerine duydukları aşklarını insanlardan gizleseler de “Mızrağı elbisenin içinde gizleyemezsin.” dedikleri gibi onların aşkı ilk önce Muhtar Kıççık Miiterey’in işçilerinin dikkatini çekti, genç kızlar şüphelenmiş ve onu kıskanmışlardı. Kızlar önce kendi aralarında onlarla ilgili gizli gizli konuştular. Fakat Ogdooççuya Hanım konuşmalarını duyar, görür diye korkuyorlardı. Bu yüzden kızlar, buluşmalarında etrafı gizlice gözetliyorlardı. Fakat Ogdooççuya, kızı Kere Ketiriine’nin Moloohoy Uybaan ile bakıştığında vücudunun sıcaklığından, gözünün ateş almasından, oğlana gülümsemesinden durumu sezmişti. Bundan sonra o, fark ettirmeden gizli bir şekilde kızından gözünü ayırmamaya, dikkatlice onu gözetlemeye başladı. Sonunda kızla oğlanın birbirlerine olan aşkını anladı. Bir gün babaları yokken kızı Kere Ketiriine’ye:
– Çocuğum, Ketiriine, benden, seni doğurmuş annenden gizleme. Şu Moloohoy’u sen seviyor gibisin. Doğru mu? Ben senden şüphelenmekle hata mı yapıyorum? Diye sordu.
Annesinin böyle sorması üzerine Kere Ketiriine çekindi ve yüreğinde gizlediğini ifşa etmemeye çalışınca sıcak suyla yıkanmış gibi eti, kanı ısınmaya başladı. Sevgisini gizlemeye çalışıyordu ama bunu annesi hem biliyor hem de seziyor gibiydi. Kere Ketiriine annesine gözünün ucuyla hızlıca baktı ve yüzünü gizleyerek:
– Anne, kim söyledi sana benim onu sevdiğimi? Diye zor duyulacak bir sesle sordu.
– Bunu kimse söylemedi. Anne yüreği sezer. Benden gizleme, doğrusunu söyle.
Kere Ketiriine, her ne kadar oğlanı sevdiğini annesinden saklasa da yüreğinde gizlediği şeyi ona söylemek istedi. Annesinin boynuna sarıldı ve hiç kimsenin yakınlarında olmamasına rağmen annesinin kulağına:
– Annee, onu… Seviyorum, diye belli belirsiz bir şekilde fısıldadı.
– Ketiriine, dinle, baban hiçbir zaman buna razı olup seni ona vermez.
– Neden? Dedi Kere Ketiriine. Babası neden razı olup onu Moloohoy Uybaan’a, onun sevdiği ve istediği oğlana vermeyeceğini anlamamıştı.
– O sana denk değil! Onu sevdiğini baba duyarsa, bilirse bağırıp çağıracak, kötü olacak.
– Anneciğim, o neden bana denk değil? Bütün insanlar denk değil mi? Diye, Kere Ketiiriine kederlenerek annesine sordu.
– Sen kimin kızısın? O kimin? Diye annesi, Kere Ketiriine’ye sordu. Kız hiçbir şey düşünmeden yüzünün, gözünün şekli değişip sıkılmış bir hâlde yere baktı. “Sen köy muhtarının kızısın… Tanrı’nın yardımıyla zengin ve tok bir şekilde yaşıyoruz. Fakat o bir işçi. Her ne kadar onu sevsen de o sana denk değil, seninle kıyaslanamaz. Baban seni bölgenin zengini olan reisin oğluna vermek istiyor.”
Kere Ketiriine, geçen sene güzün, on yedi yaşını doldurduğunda gerçekten de her nedense babası Bölge Reisi Bagdarıın Bagdaasap’ı yirmi yaşındaki oğlu ile birlikte çağırıp onları misafir etmişti. Annesinin demin söylediği, babasının onu vereceği oğlanı görmüştü. Yüzü pide gibi yayvan, kapkara dişleri dökülmüş gibi, aptalımsı görünümlü, sebepsiz yere gülen biriydi. Babasının böyle bir oğlana, sırf bölge reisinin oğlu diye onu vermeye çalıştığını hatırladı.
– Anneciğim, ben Reis Bagdaasap’ın oğluna eş olmam, dedi Kere Ketiriine.
– Anla, Ketiriine! O sana denk bir eş olur. Neden nazlanıyorsun? Diyerek annesi kızına kararlı bir şekilde söyledi.
– Anneciğim, beni nasıl gönlümün istemediği birine eş olarak vermeye çalışıyorsunuz? Dedi Kere Ketiriine, gözünden yaşlar akarak.
– Böyle söyleme! Reis Bagdaasap’ın oğlu dururken işçi, yetim oğlanı mı tercih ediyorsun?
– Anneciğim, benim gönlüm onda.
– Anla Ketiriine, baban seni asla bir işçiye vermez. Baban seni basit bir yetime, işçiye vermek için mi bugüne kadar hiçbir şeyden mahrum bırakmadan giydirip kuşattı? Kimi istediğini, sevdiğini duyduğunda onun kıçına tekme vuracak… Çok büyük rezalet çıkacak. Şimdiden işçi, yetim oğlanı sevmeyi bırak, onu yüreğinden sök at.
– Anneciğim, anla, ondan başka kimseyi sevemem ben, dedi Kere Ketiriine hiddetli sesiyle.
– Göreceğiz, baban seni, sana denk bir oğlan bularak zorla da olsa verecek.
– Anne, anla, eğer babam beni başka birine, yüreğimin razı olmadığı birine verirse ben de… Diye, Kere Ketiriine sözünü bitirmeden gözünün yaşı kesildi, ağlaması durdu. Uzun süren ağlaması bitip gözlerinin yaşını sildikten sonra “Siz nasıl benim hayatıma mâni oluyorsunuz? O zaman beni doğurmasaydın.”
Annesi Ogdooççuya, kızına diyecek hiçbir şey bulamadı. O artık yetişkin olan kızının Moloohoy’u sevdiğini, bir kadın olarak anladı. Fakat kocasından, Kıççık Miiterey’den korkuyordu. Çok sevdiği kızını korumaya çalıştığını ona anlatmaya başladı. Sonra Ogdooççuya, kızı Kere Ketiriine’ye:
– Ketiriine, bu oğlana sevgin derin, onu gerçekten istiyorsun herhâlde. Onu sevdiğini kimseye söyleme. Belki, Reis Bagdaasap’ın oğlu olmaz, başka varlıklı birinin oğlunu görüp beğenirsin.
Fakat Kere Ketiriine, annesiyle konuşup Moloohoy’u sevdiğini söyledikten sonra oğlana yüreğini daha fazla kaptırdı, onu görmediğinde yerinde duramayacak bir hâle geliyordu.
“Biliyordun, benden gizledin.” der diye babaları Kıççık Miiterey’in kızmasından kaygılanan Ogdooççuya, bir gece yatağına yattığında kocasının kulağına fısıldadı:
– Çocuğumuz Ketiriine’nin kalbini kaptırdığı bir oğlan var.
– Evlenecek, anne olacak yaşı geldi. Kimlerin oğluna yüreğini kaptırmış?
– Kimlerin oğluna… Eskiden besleme olarak aldığımız oğlumuza.
– Besleme olarak aldığımız mı? Kimden bahsediyorsun? Diye Kıççık Miiterey, o zaman Çorguyar Süöderlerin ölmesinden sonra onların oğlu Moloohoy Uybaan’ı, hayvanlarını arzulayarak aldığını unutarak sormuştu bunu.
– Sessiz ol, çocuğumuz Ketiriine duyacak.
– Besleme olarak aldığımız… Şu basit Moloohoy Uybaan’a mı büyülenmiş? Kere Ketiriine’nin işçi, uşak bir oğlanı sevmesi çok saçma! Seninle eğlenmek, dalga geçmek için söylemiş olabilir mi?
– Dalga geçerek de eğlenerek da söylemedi, gerçekten oğlanı seviyormuş.
– Sen bunu nereden biliyorsun? Diye Kıççık Miiterey kızgın bir ses tonuyla sordu.
– Kızımızın o oğlana gözünü ayırmadan baktığını görünce onunla konuştum. Ketiriine bana “Ben Moloohoy Uybaan’a gönül verdim, onu seviyorum.” dedi.
– Hayır hayır! Hiçbirine inanmıyorum. Fakat demin söylediğim gibi, Ketiriine seninle dalga geçmiştir! Benim kızımın zihni bulanmadan şeytan Moloohoy Uybaan’ı sevmez!
– İnanmazsan inanma! Sonra bana söylemedin deme.
– Gerçekten kızımız Moloohoy’u seviyor mu? O zaman Ketiriine’yi ondan sakınmamız gerek. Bak, böyle bir şey varsa ondan hamile kalabilir. Geçenlerde bölge idaresine gittiğimde Reis Bagdaasap, kızımızı oğluna istetmek için dünürcü göndereceğini duydum.
– Miiterey, kızımız Ketiriine, Reis Bagdaasap’ın oğlunu duydu ama onu istemedi. Dünürcüleri kızımız reddettiğinde onları utandırmış olacak ve dahası, Reis Bagdaasap, oğlu reddedilince kin tutup senden öç almak isteyecek, dedi Ogdooççuya korkmuş bir sesle.
– Reddedip çocukça heveslere kapılmasına müsaade etmeyeceğim. Razı olsun olmasın onu vereceğim, dedi Kıççık Miiterey çok sert ve kesin bir şekilde.
– Hayır! Miiterey, kızımız bunu istemiyor. O bana “Yüreğimin istemediği birine beni zorla verirseniz intihar ederim.” dedi. Şimdi çocuğumuz istemeden böyle bir şey yaparsak onun felaketini hazırlamış oluruz, diye Ogdooççuya kaygılanarak söyledi.
– Ah, kadınlar, kadınlar, sizin hevesleriniz! dedi Kıççık Miiterey ve derin bir iç çekti. “Zengin, varlıklı birinin oğlundansa işçi birini tercih ediyor. ‘İtin başı gümüş kaptan düşer.’ diye böyleleri için boşu boşuna dememişler.”
– “Seven sırtında yük taşıyanın, âşık olan bastonla yürüyenin peşinden gider.” dediklerini işitmedin mi hiç? Kızımızın yüreğindeki sevgiye nasıl karşı koyacaksın?
– İstesin, istemesin; kendi kızımı böyle güzelce büyüttükten sonra hiçbir şeyi olmayan bir işçiye mi verecekmişim? Göreceksin, bir şekilde kızımızı ondan sakınacağım, diyerek Kıççık Miiterey arkasını döndü, uykusu geldiği için esnedi. Hemen sonra hırıltılı bir şekilde nefes almaya başladı.
Bu konuşmadan sonra Kıççık Miiterey işçi oğlana, Moloohoy Uybaan’a sert bakışlarla bakmaya başladı. Yazın ot biçme işinin başlamasıyla birlikte, evlerinden oldukça uzakta bulunan Uoraannaah Nehri’nin aktığı vadiye uzun yaz boyunca onu ot biçmeye gönderdi. Ona yemeğini İhtiyar Beceke getiriyordu. Muhtar Kıççık Miiterey, ot işinin bitmesiyle birlikte sabah güneşin ilk ışıklarıyla başıboş dolaşan aygır sürüsüne bakmaya göndermek için Moloohoy Uyban’ı çağırıp:
– Hey! Bieribey Küület köyünde birinin otlamaya giden inekleri kaybolmuş. “İhtiyatlıyı Tanrı korur.” diye bir atasözü var. Bizim ineklerimiz başıboş dolaşıyor, onları her gün otlatıp güt, diyerek onu görevlendirdi.
Moloohoy Uybaan her gün otlağa gidip beyinin emrini yerine getirmeye çalıştı. İşte böyle, kışın kar yağmaya başlayıp sürü ağıla girene kadar o inekleri otlatıp güttü. Buna rağmen Kere Ketiriine sevgisini yüreğinde muhafaza ederek sabah erkenden kalkıp Moloohoy hayvanları otlatmaya götürdüğünde ve akşam hayvanları sürüp dışarıdaki ağıla getirdiğinde uzaktan da olsa ona bakıyordu.
Kar yağıp yerler donunca sürü ağıla girdi. Sonra Kıççık Miiterey, daha önce Moloohoy Uybaan’a yaz boyunca Uoraannaah Nehri vadisinde biçtirdiği otu, ona üç tembel öküz verip taşımaya gönderdi. Sabah güneş çıkmadan önce gidip akşam gün karardıktan sonra dönüyordu. Kere Ketiriine akşama kadar sevdiğinin ne zaman geleceğini gözlüyordu ama onu göremiyordu. Kızın narin yüreği, tuzağa düşmüş ördek gibi çırpınıyor, dayanamayıp ağlamaya başlıyordu. Yemek yemese de acıkmıyor, yumuşak yatağında sıcak yorganıyla yatsa da uyuyamayıp dönüp duruyordu. Bazı geceler, yatağına yatmadan önce evinden çıkıp işçilerin yaşadığı kulübeye giriyordu. İşçi kızlarla ve kadınlarla birlikte sohbet ediyordu. O zaman uzun ve yorucu günün sonunda, donmuş ve acıkmış bir hâlde Moloohoy Uybaan otları taşıyarak geldiğinde ona gülümsemesini hediye edip evine geri dönüyordu. O zaman, o gece çok tatlı bir uyku uyuyordu. Bunu babası anlayınca Kere Ketiriine’ye:
– Neden dışarı çıkıyorsun, nereye gidiyorsun böyle? Diye sordu.
– Kulübeye gidiyorum, dedi Kere Ketiriine.
– Neyi görmek için gidiyorsun oraya?
– Neyi göreceğim, işçi kızlarla birlikte şundan bundan konuşuyoruz.
– Keteriine, evlenme yaşın geldi, evlen, evinin annesi ol.
Kere Ketiriine, bunu duyunca yüreği hızlı hızlı çarptı. Hiçbir şey söylemedi. Utandığı için babasının yüzüne bakamadı.
– Babacığım, evlenmek için acele etmiyorum ben.
– Bu yaşa kadar herhangi birine hiç gönlünü kaptırdın mı?
Kere Ketiriine, bunu duyunca yanakları kızardı. Gözünün ucuyla babasına baktı. “Galiba babam gönlümü verdiğim oğlana beni vermek istiyor.” diye düşündü.
– Babacığım, gönlümde biri var, diye çok sessiz bir şekilde söyledi.
– Söyle, Ketiriine, senin gönlünde kim var?
– Gönlümün istediği… Şu… Moloohoy Uybaan, dedi Kere Ketiriine ve utanıp babasından yüzünü gizledi.
Kıççık Miiterey bunu duyunca yüzüyle, gözüyle, kanıyla, damarıyla kaşlarını çattı. Defalarca göğsü inip kalktı, sert bir sesle:
– Bula bula Moloohoy’u… Bunun hakkında ben hiçbir şey duymak istemiyorum. Seni kendimize denk birinin oğlu ile evlendireceğim. Anla, sen köy muhtarının kızısın. Böyle bir çocuk da kimmiş? Hiçbir şeyi olmayan besleme, işçi!
– Babacığım, sen ne söylersen söyle, ben ondan başka birini ne seveceğim ne de evleneceğim. Fakat zorla verecek olursan bir yumurta çürümeden canıma kıyacağım! Diye Kere Ketiriine sert ve kesin bir şekilde karşılık verdi.
– Bak, hayır! Önce şunu düşün… Başka oğlanları, kendine denk birilerini görürsen bu söylediğinden utanırsın! İnsanoğlunun yaratılışı, doğası böyle, birinden birini daha fazla ister.
– Hayır baba, ondan başka kimseyi sevmeyeceğim, istemeyeceğim! diyerek Kere Ketiriine odasına koştu, içeri girip kapısını sert bir şekilde kapattı.
Babası kızının arkasından bakıp kızgın bir sesle:
– Bana bak kız! Gidip akıllan, seni ona vermeyeceğim! İşte bunu bil, iyice akıllan!
Kıççık Miiterey, kızıyla konuştuktan sonra Moloohoy Uybaan’dan kızını nasıl uzak tutacağını düşündü. Sonra şöyle dedi kendi kendine: “Moloohoy hayattayken, bizim hayatımızdayken onu kızımızdan hiçbir şekilde uzak tutamam. Öldürürsem veya öldürtürsem onu kızımdan ayırabilirim.” Fakat bunu ne yapmaya ne de yaptırmaya gücü yeterdi. Sahalar için insanın kanını dökmek çok büyük bir günahtı. Böyle bir günahı kimse işlemek istemezdi. Herhangi bir şeyle suçlayıp oğlanı yargılatıp hapse attırmak istese elinde onu suçlayacak bir şey yoktu. Fakat bir şekilde bir yolunu bulup oğlanla kızı ayırmak istiyordu.

VI
Moloohoy Uybaan, Kere Ketiriine’nin kendisini sevdiğini gözüyle gördüğünden, gülümsemesinden anladığı için buna çok seviniyor, mutlulukla doluyordu. Kere Ketiriine’nin ailesine hoş görünmek, kendini beğendirmek için ne görev veriyorlarsa tek bir kelime etmeden boyunduruğunu takmış koşum öküzü gibi yerine getiriyordu. İş zamanı bazen Kere Ketiriine’yi görüp seviniyor, ruhu doyuyordu. Bu yıl, yazın, Uoraannaah Nehri’ne tek başına ot biçmeye gönderildiğinde sevinmişti. Bunun nedeni, beyinin ona daima düşmanca bakmasından, gözlerini dikmesindense en azından uzak bir yer de olsa otları biçtiğinde biraz rahatlayıp dinleniyordu.
Uoraannaah Nehri’ndeki vadide ot biçme zamanında ona yiyeceği yemeği İhtiyar Beceke getiriyordu. Bir keresinde, güz mevsimine yakın, yaşlı adam yemeği getirip Moloohoy Uybaan’ın hazırladığı otlarda onunla birlikte gecelemişti. Onlar akşam olunca otların içine girip yatmışlardı. O sırada İhtiyar Beceke:
– Evet, tıka, neden bu bey ve hanımının sana gözlerini dikerek baktıklarını biliyorsundur umarım? Diye sordu. “Tıka” İhtiyar Beceke’nin hoşlandığı, sevdiği kişiye hitap ederken çok sık kullandığı bir kelimeydi.
– Hayır, bilmiyorum, beyime ve hanımıma hiçbir kötülük yaptığımı hatırlamıyorum. Ne söylüyorlarsa hepsini yapıyorum, dedi Moloohoy Uybaan.
– Tıka, orası öyle de yüreğin hissetmiyor mu?
– Yüreğimin neyi hissetmesi gerektiğini söylüyorsun? Dedi Moloohoy Uybaan ve yattığı yerden kalkıp yaşlı adamın ne diyeceğini bekledi.
– Tıka, beyimizin biricik kızı… Kere Ketiriine’nin gözünü senden ayırmadığını bilmez misin?
– Gözü olan biri, bana nasıl bakmayacak? Burada benim ne günahım var?
– Senin günahın, gençliğin. Kızları seni sevdiği için bakıyorsa onlar seni şeytan gibi görürler.
– İnsanın gençliği, yaşlılığı günah mıymış? Moloohoy Uybaan, İhtiyar Beceke’ye, onun bütün düşüncesini bilse de nasıl açıklamaya yapacağını duymak için sordu.
– Hayır, tıka! İnsanın gençliği veya kızın güzelliği günah da olur, talihli güzel bir zaman da. Uybaan, söyle bana, senin Kere Ketiriine’de gönlün var mı?
– İhtiyar, ben senden neyi gizledim. Kere Ketiriine’yi çok seviyorum, bazen onu görmek için etrafı dolaşıyorum. Buna herhâlde aşk denir. Çok özlüyorum, onu görmeyi çok istiyorum.
– Tıka, sen onunla, Kere Ketiriine ile birlikte, bu konuda konuştunuz mu? İhtiyar adam sessiz bir şekilde kızla oğlanın birbirlerini seviyor olmasından korkmuş gibi sordu.
– Hayır, onunla konuşmadım.
– Madem seviyorsunuz, neden konuşmuyorsunuz?
– Konuşacağım, söyleyeceğim ama çekiniyorum.
– Tıka, kızla konuşmalısın. O seni reddetmez herhâlde.
– Benim kalbimi biliyor, o da beni seviyor.
– Kızla konuşmadan onun seni sevdiğini nasıl biliyorsun?
– Onun bana bakmasından ve gülümsemesinden.
– Olabilir, Kere Ketiriine güler yüzlü bir kız, herkese gülümsüyor olabilir.
– Herkese başka, bana başka gülümsüyor. Onun gözleri ve gülüşü “Seviyorum.” demekten çok daha fazlasını söylüyor.
– Tıka, fakat kızla konuş, onun seni sevip sevmediğini duy, dedi İhtiyar Beceke.
– Aşk hakkında konuşmaktan hem utanıyorum hem de çekiniyorum.
– Tıka, aşktan insan utanmaz. Aşk, insana doğuştan verilmiş bir mutluluktur. Mutluluktan çekinme.
– Beyimin ailesi, kızlarını sevdiğimi öğrendiklerinde beni yaşadığım yerden kovacaklar, dedi ve derin bir iç çekerek: “Ve sen aşktan, mutluluktan bahsediyorsun.”
– Dinle Uybaan, sen onlardan ayrılıp doğduğun yere yerleş, diyerek oğlanın Kere Ketiriine’yi sevmesiyle ilgili uzanarak konuşurlarken ilginç bir fikir ortaya attı.
– Hiçbir şeyimin olmadığı bir yerde nasıl yaşayacağım? Diye Moloohoy Uybaan, yaşlı adama sordu.
– Neden hiçbir şeyim yok diyorsun? Beyimiz Kıççık Miiterey, seni evlatlık olarak aldığında senin ailenden kalan ondan fazla hayvanı da aldı. Onları sen reşit olunca geri vereceğine dair bölge idari amirliğine taahhüt verdi. Tıka, o hayvanlar senin hayvanların, dedi yaşlı adam.
– O cimri asla biricik ailemden kalan hayvanları bana vermez.
– Cimriliği doğrudur, cimri biridir. Fakat sen ondan hayvanlarını almak için mahkemeye müracaat ettiğinde alırsın.
– İhtiyar, o hayvanlarım yerine bana… Deyip Moloo-hoy Uybaan aniden sustu.
– Kere Ketiriine’nin yanına gidecek misin gitmeyecek misin?
– Onu görmeden yaşayamam. Onu gördüğümde çok mutlu oluyorum, ruhum aydınlanıyor…
– Tamam, doğru, sizin birbirinizde gönlünüz var, birbirinizi seviyorsunuz, deyip İhtiyar Beceke derin bir iç çekti. “Tıka, bana öyle geliyor ki siz onları çok fena sinirlendireceksiniz.”
– Neden sinirlenecekler?
– Muhtar Kıççık, öncesinde seni öğrenirse razı olmaz. O seni uşağı gibi görüyor. Bu yüzden eskiden beri evinden uzaklaştırmaya çalışıyor. Sonra sizin aşkınız… Deyip İhtiyar Beceke birden sustu.
– İhtiyar, fakat sen “Aşk, doğuştan verilmiş bir mutluluktur.” dedin ya! Biz birbirimizi severek mutlu olamaz mıyız?
– Birbirine denk olan kızla oğlanın aşkı doğru, onları mutlu yapar. Fakat Muhtar Kıççık seni kızına denk görmeyecektir. Bu yüzden söylüyorum, sizin aşkınız onları çok sinirlendirecektir.
– İhtiyar, bunu ben idrak edebiliyorum ama yüreğim anlamıyor. Kere Ketiriine de benim gibi aklıyla anlamaya çalışacaktır ama yüreği beni isteyecektir gerçekten. Ben onu görmediğimde yaşadığım hayat, hayat olmaz, dedi Moloohoy Uybaan endişeli bir şekilde.
– Bence sen Kıççık’ın yanından ayrılıp kendi çiftliğini kurduğunda sizin aşkınızın şansı artacak.
– Onlardan ayrıldığımda, ayrı yaşadığımda, bizim aşkımızın şansının artacağını neye dayanarak söylüyorsun?
– Öncelikle onlardan ayrılarak bağımsız yaşa. O zaman sevdiğin, gerçekten seni seviyorsa ailesi ne kadar karşı çıksa da ya kaçar ya da bir şekilde sana gelir. Böylece muradınıza ermiş olursunuz. Tıka, bütün gece gevezelik yapmayalım, biraz da uyuyayım, dedi İhtiyar Beceke.
İhtiyar Beceke ile birlikte o gece otlarda yatarken konuştukları Moloohoy Uybaan’ın aklından çıkmadı. Tüm gün boyunca ot kesip toplayarak çok yorulsa da uzun süre uyuyamadı. Gözlerini kapatıp yatsa da sevdiği, güneşin altında doğmuş toygar kuşu, Kere Ketiriine aklından çıkmıyordu. Aklında sevdiği, gözleriyle ve gülümsemesiyle hep “Seni seviyorum.” der gibiydi. Bu onu mutlu ediyordu. Sevdiğinin babasının, onu kızına denk olmadığını düşünmesi, aşkına, mutluluğuna engel olacak gibiydi. Bu düşüncesinden kurtulmak için Moloohoy Uybaan, Beceke’nin sık sık söylediği “Mutluluk ve dert, kız kardeş gibidirler.” sözünü hatırladı. İşte böyle, aşk hakkında her şeyi düşünüp çok da iyi bir uyku çekmeden yatarken sabah gün ışığıyla birlikte bir yolunu bulup sevdiğiyle konuşup muhakkak onu sevdiğini söylemeye karar verdi. Ona doğduğu yere gideceğini, ailesinin hayvanlarını alıp ayrı bir hayat kuracağını, onun eşi olarak kendisiyle gelip gelmeyeceği hakkında konuşacak, onun kararını öğrenecekti. “O beni sevmesine rağmen zengin ve refah hayatından ayrılıp bana gelmeyi istemezse o zaman ben ne yaparım, nasıl yaparım?” diyerek birden hüzünlendi. Sonra birden “Hayır, hayır, Kere Ketiriine beni canıgönülden, benim onu sevdiğim gibi seviyor. Ben her nerede yaşarsam yaşayayım o gelecek, benden ayrılmayacak.” diye düşünerek umutlandı.
Her ne kadar gece uyumasa da Moloohoy Uybaan sabah güneşin doğuşuyla birlikte kalkıp çayını ısıttı, İhtiyar Beceke ile birlikte kahvaltılarını yaptılar. O, ot kesmek için vadiye gitti, İhtiyar Beceke de geri döndü. Gün biterken geçen gece sevdiği Kere Ketiriine hakkında konuştukları aklından, fikrinden çıkmıyordu. Bir an önce, bir şekilde sevdiğiyle görüşüp konuşmak istiyordu.
Bu düşüncelerle Moloohoy Uybaan, Uoraannaah Nehri’ndeki vadinin otlarını biçip işini bitirdi. Sevdiğiyle görüşebilmek için bir yol arıyordu ancak onunla görüşmeyi de konuşmayı da başaramıyordu. Ailesi, Kere Ketiriine’nin her adımını izliyor, nereye gittiğine dikkat ediyor, onu evden yalnız başına hiçbir yere göndermiyordu. Kızla oğlan nadiren uzaktan birbirlerine gözleri ve dudaklarıyla gülümseyerek aşklarını bildiriyorlardı. Bu, onları mutlu eden anlardı.
Moloohoy Uybaan, mümkün olan her şeyi denemesine rağmen sevdiği Kere Ketiriine’yi uzun süre göremediği için çıkmaza girerek İhtiyar Beceke’ye:
– İhtiyar, sen daima insan doğanın çocuğudur; doğada otlar ve ağaçlar tohumdan büyürler, insan da böyledir, dersin. Fakat neden insanların hepsi birbirine denk değil? Diye sordu.
İhtiyar Beceke, oğlana gülümsedi, sevgi dolu gözleriyle ona baktı.
– Tıka, doğru, insan doğanın çocuğudur. Gerçekten böyledir. Hem zenginlerin hem de önemsiz kişilerin çocukları annelerinden çıplak bir şekilde doğar, denklerdir. Fakat senin de bildiğin gibi ot da ağaç da tohumdan büyür. Bazıları uzun boylu, iri yarı ve önemli olurlar. Bazıları her ne kadar aynı tohumdan büyüseler de bulunduğu yerlerin nemsiz, susuz olmasından dolayı küçük, zayıf, dayanıksız, bodur ve küçük olurlar. İnsanoğlu da böyledir. Zenginlerin kudretli çocukları, yenilmesi mümkün olmayan kişilerin çocukları gibi, çıplak doğsalar bile çok güzel bir hayat içerisinde büyür ve yetişirler. Zenginlerin çocukları, yoksulların çocuklarıyla eşit değillerdir, dedi.
– Yoksullarla, zenginlerin çocuklarının aşkları farklı mıdır?
– Tıka, doğada da insanoğlunda da aşk aynıdır. Bir fark yok diye düşünüyorum. Her ikisinde de aşk, güneşin altında meydana gelir ve büyür, dedi İhtiyar. Bunu duyan Moloohoy Uybaan’ın Kere Ketiriine’ye olan aşkı daha da kuvvetlendi.
– Peki, ben buradan ayrılıp başka bir yerde yaşadığımda, sevdiğimle kavuştuğumda, babamız olmayı kabul edip bizimle birlikte yaşar mısın?
– Tıka, gidecek hiçbir yerim yok, ben burada yaşıyorum. Siz mutlu olduğunuzda hiç şüphesiz sizinle, çocuklarımla birlikte yaşamak, vakit geçirmek isterim.
Fakir, yoksul insanları utandıran, sisli soğuk kış çıkıp geldi. Otlar, ağaçlar buzla kaplanıp dondu. İnsanlar ocaklarındaki ateşte ısınmaya, hayvanlarını evlerine bitişik yapılmış ağıllara koymaya başladılar. Hatta güneş, soğuğun dumanında boğulup rengi soluklaşmış, zengin kadınların kunduz kürklü çatlak kalpaklarının gümüş plakasının rengi gibi beyazlamış görünüyordu. Böyle soğuk kış mevsimlerinde, insanlar ocakları için gün boyunca kestikleri ağaçları parçalayıp, içecekleri suları hazırlayıp hayvanların yiyeceği olan otları taşıyorlardı. Oraya buraya gidip oradan buradan konuşmaya zamanları yoktu.
İşte, bu zor şartlar altında geçen 1896-1897 yılının kışında Moloohoy Uybaan, sevdiği Kere Ketiriine ile hiçbir şekilde görüşemedi. Fakat İhtiyar Beceke’nin “Doğada sonsuz hiçbir şey yoktur, bütün her şeyin bir başı ve sonu vardır.” dediği gibi, Saha Yeri’nin kışı uzun olsa da şubat ayından itibaren güneş ışıkları yavaş yavaş kendini gösterip ormanın kenarından, zamanın üzerinden yükselmeye başladı. Mart ayından itibaren güneşin ışıkları daha da arttı. Otlar güneş ışıklarıyla dinlenirken etrafındaki karlar erimeye başladı. Kütüklerin üzerindeki kış boyunca biriken beyaz tavşan kalpağını andıran karlar, gün boyunca eriyerek terleyen kişinin kalpağını aralaması gibi açılmıştı. Doğada artan sıcakla beraber güzel bahar mevsimi geliyordu.
Saha Yeri’nde bahar zamanı! İhtiyar Beceke boşuna Saha Yeri’nin bahar zamanını, kutsal bahar diye adlandırmamıştı! Yaş ot ve ağacın tohumu nemli yere düşüp, kalın kabuğunu kırıp filizlenerek gün ışığında yukarı doğru uzayarak büyüyordu. Genç boğalar kızışıp böğürerek sesler çıkarıyor, aygırlar kısraklarla birlikte taylarıyla oynayarak kişniyordu. Kara ormanın uçan, koşan, sürülere girip kavga eden orman horozlarıyla keklikleri gevezelik yapıyor, tavşanlar bağırıyor, sincaplar ıslık çalıyordu. Gümüş pullu balıklar yumurtalarını bırakıyordu. Eskiden beri atalarımız ayların sayısını bilirdi. Saha halkının “cılcıt”ı, yani takvimi mayıs ayından başlıyordu. Bu doğanın uyanış zamanına göre ayarlanmış bir takvimdi.
Bahar gelip günler uzayıp yeşil otlar çıkma başlayınca kış boyunca ahırda beslenmiş sürüler, otlağa otlamaya giderek lezzetli yeşil otlardan yiyor; böylelikle sütü, kaymağı artıyordu. Göller balık doluyor, Sahaların bolluğu bereketi artıyordu. İşte, böyle bir dönemde, Moloohoy Uybaan sevdiğini görmek ve onunla konuşmak için beklemekten bitap düşmüştü. İhtiyar Beceke ona:
– Tıka, neden böyle kederlisin? Bir yerin mi ağrıyor, nasılsın?
– Yok, bir yerim ağrımıyor, birkaç gündür Ketiriine görünmüyor. Bu yüzden biraz canım sıkkın.
– Hey! Doğru söyle, bak! Bir yerin mi ağrıyor, nasılsın? Ben bunu bilebilirim, çok hüzünlenme.
– İhtiyar her şeyi bilebilir. Onu görmediğimden beri benim uyuduğum uyku, uyku değil; yediğim yemek, yemek değil. Onu görmezsem benim güneşim doğmayacak.
– Tıka, çok kaygılanma, bir şekilde bir şeyler yapıp bir yolunu bulacağım, sevdiğinle seni görüştüreceğim, diyerek Moloohoy Uybaan’ın saçını okşadı. “Sen onu sevdiğin gibi o da seni seviyor, değil mi? Bunu da biliyorum.” diyerek İhtiyar Beceke oğlanı sevindirdi, onun içini rahatlattı.
Bu konuşmadan az bir süre sonra İhtiyar Beceke, Moloohoy Uybaan’a:
– Tıka, görüştüm. Doğrusu, basit bir grip geçirmiş, iyiymiş. Gripken ailesi onun dışarıya da pencereye de çıkmasını yasaklamış, bu yüzden görünmüyormuş.
– Benim hakkımda bir şey dedi mi?
– Çekindi, önce hiçbir şey sormadı, sonra…
– Benim hakkımda ne sordu, ne söyledi? Diye Moloohoy Uybaan telaşla, öğrenmek isteyerek sordu.
– Çekindiğini görünce şakayla karışık ona “Bir oğlan senin sevginden hiçbir şey yapamaz oldu.” dediğimde bana doğru bakıp gülümsedi ve yüzünü gizledi. Sonra “Oğlanı biliyor musun?” diye sordum. “Biliyorum.” dedi. “Peki, sen onu?” diye sorduğumda “Seviyorum.” dedi ve hemen evine girdi.
İşte böyle, oğlanla kız birbirlerine olan gizli aşklarını İhtiyar Beceke’ye açıklamış oldular. İhtiyar’a, Kere Ketiriine’nin “Seviyorum.” dediğini duyan Moloohoy Uybaan çok sevindi. Onun içi, gök gürültülü kara bulutların çekilmesiyle ortaya çıkan güneş ışıklarının parlaması gibi ferahladı.
Aziz Petrov Günü’nden önce Kıççık Miiterey, Bülüü şehrine gidip üç gün kaldı. O günler boyunca Petrov yağmurları yağdı. O ara İhtiyar Beceke’nin yardımıyla kızla oğlan, nihayet, görüştüler. İlkinde ikisi de biraz çekindi, konuşacak hiçbir şey bulamadıklarından birbirlerine gülümseyip durdular. Sonra Moloohoy Uybaan, kızın elini tuttu. Kere Ketiriine utanıp yüzünü ondan gizleyerek elini verdi. El ele tutuştuklarında kalpleri hızlı hızlı attı, vücutları titredi, nefesleri kesilmiş gibi oldu. Oğlanla kızın ruhlarının samimi birlikteliğini İhtiyar Beceke gibi yaşlılar, uzun bir hayat yaşamış olanlar büyük aşk olarak adlandırmışlardır.
– Ben seninle görüşmeyi çok istiyorum, dedi Moloohoy Uybaan.
Kere Ketiriine, yanakları kızarıp güzel görünüşü daha da güzelleşerek duyulup duyulmayacak bir şekilde:
– Ben… De, dedi.
İşte böyle, birbirlerini seven oğlanla kız sevgilerini ilan etmiş oldular. Kere Ketiriine, göğsü hızlı bir şekilde inip kalkarken çok üzülmüş bir sesle:
– Ailem sana olan sevgimi kabul etmiyor, dedi.
Kızın ailesi geçen seneden beri ona şeytana bakar gibi baktıklarının farkında olmasına rağmen Moloohoy Uybaan, sevgilisinden başka bir şey düşünmemişti. Kız onun ne söyleyeceğini beklemeden:
– Bizim aşkımız nasıl yürüyecek düşünemiyorum, dedi ve derin bir iç çekti.
– Bizim birbirimize olan sevgimize baban razı olmayabilir, dedi Moloohoy Uybaan. “Açıkçası İhtiyar Beceke’nin bana dediği gibi, senin ailenin yanından ayrıldığımda, başka bir yere gittiğimde…” demesiyle birlikte Kere Ketiriine korkmuş gibi, Moloohoy sözünü tamamlamadan:

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/nikolay-yakutskay/cuzzam-ve-ask-69499603/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Uybanıap, İvanov’un Sahacalaşmış hâlidir.
Cüzzam ve Aşk Nikolay Yakutskay
Cüzzam ve Aşk

Nikolay Yakutskay

Тип: электронная книга

Жанр: Современная зарубежная литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 16.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Cüzzam ve Aşk, электронная книга автора Nikolay Yakutskay на турецком языке, в жанре современная зарубежная литература

  • Добавить отзыв