Gün Biterken

Gün Biterken
Oğuz Atahan Başaran

Oğuz Atahan Başaran
Gün Biterken

Yazar Yetiştirme-Metin ve Senaryo Yazarlığı Atölyesi katılımcılarının yazılarından oluşan bu eseri sizlere takdim etmekten mutluluk duyuyoruz.
Edebiyatımızda pek çok nesle hocalık yapan şair ağabeyimiz Ali Akbaş’ın yürüttüğü şiir atölyesinde yazılan şiirleri, Türk hikayeciliğinin yaşayan önemli isimlerinden Osman Çeviksoy’un idaresinde sürdürülen hikaye atölyesi ve Akademisyenliği ile olduğu kadar yazarlığı ile de kültür ve edebiyatımıza önemli katkılar sunan Hüseyin Özbay idaresindeki deneme atölyesinde ortaya çıkan eserleri sizlere topluca sunmaya çalıştık. Adem Yeşil, Atalay Yağmur, Aynur Turan, Berrin Müzeyyen Alpay, Erhan Özel, Fatma Nur Özdemir, Hatice Üzgül, Kamuran Özaktürk, Kenan Dallı, Mehmet Fatih Mülayim, Melik Çağrı Küçükyıldız, Oğuz Atahan Başaran, Remzi Anıl Toprak ve Saffet Atak uzun bir atölye çalışmasını sabırla sürdürerek edebiyatımıza yeni imzalar olarak adım atıyorlar. Bu arkadaşlarımızın imzalarıyla “Kardeş Sesler 2012” adıyla bir ortak kitap yayınlıyoruz.
Ayrıca Aynur Turan, Berrin Müzeyyen Alpay, Oğuz Atahan Başaran ve Melik Çağrı Küçükyıldız’ın kendi eserlerinden oluşan müstakil kitaplar da Atölye çalışmaları sonunda okuyucuyla buluşmuş oluyor.
Arkadaşlarımızı tebrik ediyor edebiyatımız içindeki varlıklarının sürekli olmasını ve her birinin isim ve üslup sahibi yazarlar olarak kendi yerlerini almalarını diliyoruz.
Sevgili Dostlar,
Türk edebiyatı, her yıl 30 civarında yeni hikayecinin eserleri ile zenginleşiyor. Başka bir deyişle her yıl 30 yeni yazar, kitaplaşan hikayeleri ile edebiyatımıza giriyor. Bu yıl, AYB Edebiyat Akademisi Yazar Yetiştirme-Metin ve Senaryo Yazarlığı Atölyesi sonunda yayınlanan 4 hikaye kitabının önemi artıyor. Atölyemiz, bu yıl ülkemizde yayınlanacak olan hikaye kitaplarının %13’ünü üretmiş demektir. Buna Kardeş Sesler 2012 kitabımızı da eklersek katkımız daha da artacaktır.
Bu önemli başarıda pek çok teşekkür borcumuz var: Öncelikle uzun bir maratonu gece gündüz demeden sanat sevgisiyle sürdüren yeni yazarlarımıza, sabırla bu atölyeleri yürüten her yeni yazıda tekrar heyecanlanan hocalarımıza, projelerimizi destekleyen Dernekler Dairesi Başkanlığı çalışanlarına ve özellikle Daire Başkanı Sayın Mustafa Yardımcı’ya teşekkür ediyoruz. Ve elbette şükran borçlu olduğumuz bir diğer isim ise projenin ev sahipliğini yürüten Türk Norm Vakfı Başkanı Özcan Tokyürek. Vakıf salonlarında yapılan derslerde en az bizler kadar heyecanlanıyordu.
Avrasya Yazarlar Birliği olarak yazar yetiştirme konusundaki bu tecrübelerini Ankara ile sınırlı kalmayıp ülkemiz geneline hatta tüm Avrasya coğrafyasına taşımak arzusundayız. Ümit ederiz, bu birikim tüm Anadolu’ya ve Türk Dünyasına yayılır.
Yazarlarımızın Türk edebiyatında önemli imzalar olarak yeni ufuklara doğru yelken açacakları ümit ve dilekleriyle, eseri dikkatlerinize sunuyorum.

    Yakup Deliömeroğlu
    Avrasya Yazarlar Birliği
    Genel Başkanı


OĞUZ ATAHAN BAŞARAN
atahanbasaran@gmail.com
28 Aralık 1991’de Elazığ’da doğdu. İlk öykü denemelerini öğretmenlerinin yönlendirmesiyle ilköğretimde okurken yaptı.
2009’da Hacettepe Üniversitesi’ne girdi. 2010-2012 yılları arasında Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi’nin yürüttüğü atölye çalışmalarına katıldı.
2006’dan beri dergilerde yayınlamak üzere hikâyeler yazıyor ve bazı roman dosyaları üzerinde çalışıyor. Yazarın çalışmaları arasında Altay Yaratılış Destanı’nı romanlaştırmak da var.

DIŞARIDAKİLER
Rüzgâr, eski kümesin tahtaları arasından uğuldayarak içeri giriyordu. Çocuk biraz ısınabilmek için İbrahim’in yanına sokuldu ama İbrahim kümeste daha fazla durmadı; ateş yakmak için dışarı çıktı. Bir arka sokaktan getirdiği içi dolu, şişkin çöp poşetlerini kümesle, kümesin az uzağındaki duvarları yıkık evin arasında duran küllerin üzerine yığdı. Gazı neredeyse bitmiş çakmağını çakınca yavaş yavaş büyüyüp harlanan bir ateş çıktı ortaya. İkisi birlikte ateşin yanına oturup ısınmaya başladılar.
Çöp yanınca çok pis kokuyordu. Yine de çocuğun bundan şikâyeti yoktu. Eğer üşümeyecekse çöpün kötü kokularına katlanır, karnı doyacaksa ondan beslenirdi. Artık poşetlerin içinde her ne vardıysa uzun uzun yandı ateş. Yaydığı ışık yerde uyumaya çalışan çocuğun kir tutmuş yüzünü aydınlattı.
Çocuk ertesi gün bir duvarın üzerinde oturmuş, caddenin karşısındaki kaldırımda yürüyen İbrahim’i seyrediyordu. Burada herkes Deli İbrahim diyordu ona. Beyazlamaya başlayan keçeleşmiş sakalı bir karış uzamış; omuzlarına gelen saçları dökülmeye, başının tepesi açılmaya başlamıştı. Ayağında geçen yaz bir camiden çaldıkları, artık eskimiş olan ayakkabıları vardı. Sonra yırtık siyah bir pantolonu ve bir ceketi vardı üzerinde. Atlet ya da gömlek giymiyordu. Yalnızca, sırtına geçirebileceği bu ceketi bulabilmişti. Bir çalılığı andıran göğüs kılları da ceketin üst tarafından dışarı fırlamıştı.
Deli İbrahim, otobüs durağında bekleyen insanlara doğru gidip ona has bir şekilde dilenirken çocuk da kendi kıyafetlerini inceledi. Onun da çalıntı ayakkabıları, dizleri ve yanları yırtık bir pantolonu, kendisine bol gelen bir ceketi vardı. Ayrıca ceketinin altına bir de kazak giyiyordu. İbrahim’in hâline bakınca kendi durumuna sevindi.
Duraktan toplayabildiklerini topladıktan sonra yakındaki hastanenin kantinine gidip birkaç tane simit alıp oturdular. Gündüzler de neredeyse geceler gibiydi; soğuktan durulmuyordu dışarıda. Ama hastane ne güzel sıcaktı. Karınlarını doyurup biraz daha paralarının kaldığını görünce çay da aldılar: İçleri iyice ısınacaktı. Çaylarını içerken hastanenin güvenlik görevlileri olan üç üniformalı adam yanlarına geldi. Tek söz etmeden kollarından tutup İbrahim ile onu dışarı çıkardılar. Neler olduğunu, niye atıldıklarını bilmiyordu çocuk.
İbrahim “Biz çay içmeye geldik. Paramız var çay içip gideceğiz. Size ne! Bırakın bizi,” dedi.
“Olmaz! Şikâyet geldi, kötü kokuyormuşsunuz. Hasta değilsiniz bir şey değilsiniz. İşiniz yok burada.”
“Olur mu? Ben çok hastayım,” dedi İbrahim. Öksürür gibi yaptı. “Ciğerlerim kötü.”
Güvenlik görevlileri sertçe “Hadi gidin!” diye azarladı onları. “Bir daha da gelmeyin.”
Çocuk sonunda anlamıştı. Kıyafetleri yüzünden atılmışlardı. Eskiydi kıyafetleri. Çöp gibi, kümes gibi kötü kokuyordu. Bazı insanlar, buraya karınlarını doyurup, biraz ısınmak için gelmiş olmalarından hoşnut olmamış, istememişlerdi yanlarında. Onlara öfke duydu.
Akşamüstü aynı otobüs durağına tekrar gittiler. Önce İbrahim bekleyen yolculardan para istedi. İnce bir sesi vardı İbrahim’in.
Yaşlı, yorgun ama ince, kibar bir ses… Sanki İbrahim bir zamanlar görgülü okumuş biriymiş de, sonradan sokaklara düşmüş, delirmiş gibiydi.
“Bi’ lira verin!” diyordu. “Allah rızası için bi’ lira verin. Çoluğunuzun çocuğunuzun sadakası olsun.” Kaldırım boyu insanlara bakarak ama elini uzatmadan bu sözü tekrarlayarak yürüdü. “Bi’ lira verin! Bi’ lira verin!” Kimse ne bir lira verdi ne bir kuruş. Bunun üzerine İbrahim’in yine deliliği tuttu. Caddeden hızla geçen araçlara aldırmadan onların arasından, arkasından, önünden geçerek bir baştan bir başa koşup eski yerine geldi. Ardından çocuk gidip para dilendi. Onun eline birkaç kuruş sıkıştırdılar.
Yıkık gecekonduların arasındaki kümeslerine döndüklerinde kar yağmaya başlamıştı. Hava da iyice soğumuştu. Kümeste durulmuyordu. “Ateş yakalım,” dedi çocuk. İbrahim başını olur anlamında sallayarak, arka sokağa atılan çöplerden almaya gitti. Geri döndüğünde elleri boştu. “Yok!” dedi. “Çöpleri toplamışlar.”
“Senin biriktirdiğin çöpler nerede?” diye sordu çocuk.
“Baktım. Onları da birileri götürmüş.”
“Başka yerlere bakalım o zaman.”
“Bakalım.”
Gecenin karanlığında sokakları gezerek çöp tenekelerini karıştırmaya başladılar. Çöpçüler bugün erken gelmişti. Tenekeler hep boştu. Sonradan atılmış bir iki torba ve sağdan soldan topladıkları birkaç tahta parçasıyla küçük bir ateş yaktılar. Çok geçmeden hepsi kül oldu.
“Hastaneye gidelim,” dedi çocuk.
“Olur!” diye cevap verdi İbrahim. Fakat oraya gittiklerinde bu kez farklı güvenlik görevlileri onları kapıdan çevirdi.
“İçeride hastamız var,” diye yalan söyledi İbrahim. “Refakatçiyiz.”
Ama görevliler inanmadı; çünkü pis kokan, dilenci kılıklı bir adamla, bir çocuğu içeri almamaları için tembihlenmişlerdi. Çocuk bu duruma kızdı. Başkaları girerken onlar neden giremiyordu?
“Nereye gideceğiz, bildiğin başka bir yer var mı?”
“Yok!” dedi İbrahim. Üşümemek için yürümeye devam etmeye karar verdiler. “Yağan kara rağmen sabaha kadar sokak lambaları altında yürüdüler. Sabah olunca ortalık biraz ısındı, kar yağışı durdu. Ama öğleden sonra tekrar başladı ve ertesi güne kadar şiddetli bir rüzgârla birlikte devam etti. Dışarıda kalsalar tipiden boğulacaklardı. O yüzden kümeste beklediler.
Kaldıkları eski tavuk kümesinin üç yanı tahtaydı. Tel olan tarafını da naylon ve kumaş parçalarıyla örtmüşlerdi. Tavanı çok alçaktı; ayakta durmak mümkün değildi. Onlar da içeri dizleri üstünde girip oturuyorlardı. Kümes soğuk ve karanlıktı ama hiç değilse kardan koruyordu onları.
Çocuk, İbrahim’in bir köşeye çekildiğini ve hırıltılı, derin nefesler aldığını duydu. Tiner çektiğini anlamıştı. “Isıtıyor mu?” diye sordu ona.
“Hayır!” dedi İbrahim. “Öldürüyor.”
“Isıtıyor, biliyorum. Biraz koklayayım mı?”
“Olmaz!” dedi İbrahim ince sesini kalınlaştırmaya çalışarak “Ciğerlerine yazık.”
Çocuk başını öne eğdi. Önlem olsun diye dün sabah bolca topladıkları çöpleri dışarı çıktıklarında yakabileceklerini düşünüp rahatlamaya çalıştı.
Rüzgârın şiddeti azalırken, yavaşlayan karla birlikte yağmur yağmaya başladı. Kesildiği zaman dışarı çıktıklarında bütün karların yağmurla eriyip sulandığını gördüler. O gece ne kar ne yağmur yağdı ne de rüzgâr çıktı. Gökyüzü açıktı. Birkaç yıldız bile görünüyordu. Fakat hava öyle bir soğuttu ki çocuk kısacık hayatında böyle bir şeye tanık olmamıştı. Soğuk kemiklerine işliyor canını acıtıyordu.
Çöplerden yaktıkları ateş çabucak söndü; torbaların çoğu yağan yağmurdan ıslanmıştı. Çaresiz, kümeslerine dönüp birbirlerinin yanına sokularak beklediler. Çocuk, İbrahim’e “Çok üşüyorum,” dedi.
“Ben de…” dedi İbrahim.
“Yakacak bir şeyimiz yok mu?”
“Yok!”
İbrahim’e kümesin tahtalarını gösterince “Olmaz!” dedi İbrahim. “Onları yakarsak nerde yatarız.”
Çocuk açlıktan yorgun düşüp soğuğun etkisiyle göz kapaklarının kapanmaya başladığını hissetti. Başını İbrahim’in dizlerine koyarken rüyayla karışık, onu düşünüyordu. Nerde tanıştıklarını ne zaman arkadaş olduklarını tam hatırlamıyordu. İbrahim ne zaman kendisinin gönüllü koruyucusu olmuştu? Ya da o mu onu kolluyordu yoksa! İbrahim kaç yaşındaydı? Kırk yaşında vardı herhalde ama daha yaşlı gösteriyordu. Kendini uykunun kollarına bırakırken derin, hırıltılı nefesler duydu. Sonra kokuyu aldı; İbrahim yine tiner çekmekteydi.
Çocuk uyandığında kümesin tahtaları arasından içeriye günışığı sızıyordu. Hava belki dün gecekinden bile soğuktu. Başı hâlâ İbrahim’in dizindeydi. İbrahim de ceketini çocuğun üzerine örtmüş, üstüne yaslanıp yatmıştı. Onu uyandırmadan kalkıp ceketi tekrar İbrahim’in çıplak sırtına örttü. Sonra aklına geldi: Ceketin cebindeki tiner dolu şişeyi aldı. Kümesin tel tarafından içeri giren bir parça kumaşa döküp koklamaya başladı.

(Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi Hikâye Atölyesi, 23.03.2012)

GÖÇMEN KIZ
Bir bahar günü taşındı apartmanımıza. Genç, güzel, alımlı bir kızdı. Herkes gibi benim de ilgimi çekmişti. Gözüm hep üzerindeydi. Bir sabah, apartmanın arkasındaki küçük bahçede gördüm onu. Pencereden bakarken rahat rahat inceleme fırsatı bulduğum için seviniyordum. Az sonra sevincimin yerini şaşkınlık alacaktı.
Bahçemiz, etrafı taş duvarlarla çevrili ekili olmayan bir yerdi. Ne bir ağaç vardı ne bir çiçek. Sadece, bu günlerde ara sıra yağan yağmurlar sayesinde birkaç parça ot bitmişti duvar diplerinde. Kız, eline bir kazma almış, bahçenin bir köşesini kazmaya başlamıştı. Pencerenin önünde öylece durarak yaptıklarını seyrettim. Nemli toprağı büyük bir güçlükle kazmaya çalışıyor, kazmanın ucu sık sık toprağa saplanıp kalıyordu. Kız, onu çıkarmak için daha büyük bir güçle tahta sapı çekiştiriyordu. Birden kazmayı yere attı ve apartmana geri döndü. Tam emin değildim ama sanırım pes etmişti.
Ertesi gün aynı saatlerde, onu yine bahçede gördüm. Dün kazmakta olduğu yerde şimdi küçük bir çukur vardı. Çukurun yanında bir bel küreği duruyordu. Bir fidan, çukurun biraz uzağında yerde yatmaktaydı. Anlaşılan kız bahçeyi yeşillendirmek niyetindeydi. İşe geç kalmayı göze alarak, yine yaptıklarını seyrettim. O, toprakla uğraşırken vücudunun devinimlerini, saçlarının omuzlarının üstünde sallanışını hayranlıkla izliyordum. Neden bilmiyordum ama yavaş yavaş beni kendisine çekiyor gibiydi. Artık ona bakarken heyecanlanıyordum. Görünmekten korkarak tül perdeyi kapattım ve arkasına geçtim. Bu durumda bile kafasını kaldıracağını, pencereye bakacağını ve perdeye rağmen ona baktığımı göreceğini düşünerek endişeleniyordum.
Aşağı inip bir “Merhaba,” dese miydim acaba! Bu düşünceden hemen vazgeçtim. Yanlış anlamasını istemiyordum çünkü. Sonra “Niye yanlış anlasın canım!” dedim kendi kendime. Fakat sesimi kontrol edememekten, duygularımı belli etmekten çekinerek, işe giderken bahçeye çıkamadım. Kıza da hiç görünmedim. Akşam döndüğümde bahçe, batan güneşin, dağların ardından gelen son ışıklarıyla alaca bir karanlığın içindeydi. Küçük fidan, kızın açtığı çukurun yerinde dikili duruyordu.
Genç kız, bu fidanla her gün ilgilendi. Bir hafta boyunca başından ayrıldığını pek az gördüm. Bu sırada benim kıza karşı olan çekingenliğim gittikçe artıyordu. İlk geldiği sıralar onunla karşılaşmak için elimden geleni yapıyorken, şimdi mümkün olduğunca ondan kaçmaktaydım.
Aradan birkaç hafta geçmişti. Kız artık bahçedeki fidanıyla daha az vakit geçiriyordu. Zaten fidanın da onunla ilgilendiği yok gibiydi. Hiçbir değişiklik yoktu. Dikildiği günkü gibi duruyordu. Yağan bahar yağmurlarına karşılık vermemiş, dalları tomurcuklanmamıştı. Ağaçlardan pek anlamazdım ama belki yeni dikildiği için seneye, belki de yaza tomurcuklanır diye tahmin ediyordum. Belki de kız yanlış bir fidan seçmişti. Fakat öyle değilmiş; bu ağaçların fidanları torbadan çıkarılıp toprağa dikildiğinde kısa sürede büyüyüp gelişmesi lazımmış. Oysa küçük ağaç hiçbir yaşam belirtisi göstermiyordu.
Genç kıza, işe gitmediğim Pazar tatillerinden birinde bahçede rastladım. Aslında ben hiç bahçeye çıkmazdım. Sadece, onunla karşılaşmak umuduyla gezinmekteydim. Sürekli kaçmaktan yorulmuştum ve belki birkaç kelime de olsa konuşabileceğimizi düşünüyordum. Bahçenin diğer köşesinde olduğum için beni görmedi. Doğruca fidanının yanına gitti. Önünde durup çömeldi. Sonunda iyi bir fırsat bulmuştum. Ona yaklaşarak “Merhaba!” dedim. Dönüp bakmadı. Acaba duymamış mıydı? Yoksa aldırmıyor muydu?
“Hava çok güzel değil mi!” diye devam ettim, orda olduğumu belli etmek istercesine. “Fidan için çok üzülmeyin. Kimse buraya daha önce bir şey dikmemişti zaten. İlk deneme başarısız olabilir.”
Birden bana döndü. Gözlerinden yaşlar geliyordu. Yanına gittim ve onun gibi çömeldim. Neden ağladığını anlayamıyordum ama duygularım altüst olmuştu. Ne yaptığımı bilmeden elini tuttum. “Alt tarafı bir fidan… Yenisini dikmeniz için size yardım edebilirim,” dedim. O an elini elimden hemen çekti.
“Gerçekten mi!” dedi alaycı bir ifadeyle. “Neden peki?”
“Çünkü sizi seviyorum!” diye ağzımdan kaçırıverdim. Dediklerime kendim de inanamadım. Bu sözü gerçekten söylemiş miydim? Ne kadar beceriksizdim. Pat diye söylenir miydi böyle! Genç kız ayağa kalktı ve ben utançtan kızarırken çok ilginç şeyler anlattı.
“Epeydir dolaşıyorum. Şehirleri, kasabaları hatta köyleri… Sanırım hiçbir yer beni kabul etmiyor. Henüz böyle düşünmemin sebebini size açıklayamam. Zaten söylesem de anlamazsınız. Fakat toprağına diktiğim bir fidan hayat bulana dek o yerin beni istemeyeceğini, orda mutlu olamayacağımı biliyorum. Bir çeşit lanet gibi ama belki de benim için hayırlı olan evi bulmamı sağlayacak. Yani ancak bu ağaç yaşarsa ben de burada kalabilir ve size olumlu bir cevap verip vermemeyi düşünebilirim.”
Kız aramızdaki ilişkinin geleceğini bir anda yeşerip yeşermeyeceği belirsiz bir fidana bağlayarak apartmana dönmüştü. Giderken gözlerinden yaşlar akmaya devam ediyordu. Peki, ben şimdi ne yapacaktım? Eğer ağaç bir canlılık belirtisi gösterirse kız burada kalacaktı. Bunu çok istiyordum. Öte yandan, bu kızın aklı yerinde değil gibiydi. Eğer kalmak isterse kalırdı. Eğer bana yâr olmak isterse olurdu. Bir fidanın verimsiz bir toprakta yetişmiyor oluşu onun suçu değildi ki! Sebebi ne olursa olsun yine de kararımı vermiştim.
Kızın ilk zamanlar yaptığı gibi ilgilenmeye başladım fidanla. Bilenlere danıştım. Kitaplardan yardım aldım. Kız her şeyi gerektiği gibi yapmıştı. Yeterli genişlikte bir çukur açmış, doğru mevsimde dikmişti fidanı. Etrafında küçük bir sulama çukuru, rüzgârda eğilmemesi için ona destek olan iki hereği vardı. Araştırdıkça kızın bu işi iyi bildiğini anladım. Bu fidan muntazam dikilmişti. Belki fidanın kendisinde sorun vardı. Bir süre bekledim. Sonra her şeyi göze alarak, aklımdan geçeni yaptım ve ağacı başka bir fidanla değiştirdim. Bunu bir gece vakti yapmıştım. Kızın fark etmesi mümkün değildi. Boyu ve çıkıntıları neredeyse birbiriyle aynıydı ve ne zamandır onunla ben ilgilendiğim için diğer değişiklikleri de umursamayacaktı. Yalnız bu kez tavsiye üzerine çabuk büyümesi için toprağını biraz gübreyle karıştırmış, sulama çukurunu geniş yapmış ve eskilerini sökerek yeni herekler bağlamıştım. Birkaç haftaya fidan tomurcuklanınca, kız nasıl yaptığımı soracaktı muhakkak. O zaman da bu değişikliklerden bahsederek diktiği fidanın canlandığına inanmasını sağlayacaktım. Fakat beklediğim gibi olmadı. Fidan önceki gibi sadece bir odun olarak kalmaya devam etti.
Kız toparlanmaya başladığını söyledi bana. Yakında gidiyormuş. “Nereye?” diye sordum. “Diktiğim ağacın yeşereceği bir yere,” dedi. Sonra aklıma bir cin fikir daha geldi. O gün gidip yeni bir fidan aramaya koyuldum. Tomurcukları, minik yaprakları hatta birkaç çiçeği üzerinde olan bir tane bulduğumda dünyalar benim olmuştu. Gündüzleri bu fidanı eskisiyle değiştirmem mümkün değildi. İşin kötüsü kız eşyalarını bir an önce toplamak için geceleri de çalışıyor, ışığı sabaha kadar açık kalıyordu. Ağacı değiştirdiğimi görmesi hiç iyi olmazdı.
Birkaç gün böyle geçti. Evimin kapısı çaldı. O gelmiş… Yarın gideceğini, gelip eşyalarını kiraladığı kamyona yüklemesi için yardım edip edemeyeceğimi soruyordu bana. “Tabi!” dedim gönülsüzce “Ama acele etme, belki bir mucize olur.”
Alaycı bir şekilde gülümsedi. Oysa ben bir mucizenin gerçekleşeceğinden emindim. Çünkü o gece kızın evinin ışıkları hep sönük kaldı. Tam zamanıydı. Elimde fidanımla bahçeye çıktım. Eskisini söküp çiçekli olanı diktim yerine. Her şey mükemmel görünüyordu. Kız artık burada kalabilirdi. Bana olumlu bir cevap verebileceğini söylemişti. Demek beni az da olsa beğenmişti. Kim bilir belki evlenirdik; aynı evde yaşardık; çocuklarımız olurdu.
O gece heyecandan sabaha kadar uyuyamadım. Güneş doğarken uykuya dalabildim ve bu yüzden çok geç uyandım. Gözümü açtığımda vakit öğleye yaklaşıyordu. Birden yataktan fırladım. Taşınırken kıza yardım edecektim. Nasıl da unutmuştum! Fakat unuttuğum başka bir şey daha vardı. Kızın taşınmasına gerek yoktu ki artık. Fidanın çiçek açtığını görmüş, evinde sevinçle oturuyor olmalıydı. Belki de bahçede oturuyordur. Orada beni bekliyordur.
Hemen pencereye çıktım. Gördüğüm manzara inanılmazdı. Gerçek miydi, hayal miydi emin olamıyordum. Bahçeye koşarak gittim. Küçük fidanın çiçekleri bir gece de solmuş, minik yaprakları kurumuştu.
Kız eşyalarını yüklediği kamyonuyla çoktan apartmandan ayrılmıştı. Burada bir aydan biraz fazla kalabilmişti. Tuhaf ama adını bilmiyorum. Tuhaf ama hiçbir komşumuz onu tanımıyor, nereye gittiğini bilmiyor. Sanırım onu bir daha hiç göremeyeceğim.

(Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi Hikâye Atölyesi, 18.03.2011)

İKİ GENÇ
Hasta adam aniden gözlerini açtı. Vücuduna bağlı sayısız kabloyla bir hastane odasında yatmakta olduğunu fark etti. Çok yorgun hissediyordu kendisini. Uyumak için yine kapattı gözlerini. Dört yıldır uyuduğunu bilmiyordu.
Yatağın hemen yanındaki bir sandalyede kollarını göğsünde kavuşturmuş, başı öne düşmüş, uyuklayan bir kız vardı. O da birden uyandı. Yatakta kıpırtısız yatmakta olan adama baktı. Az önce gördüğü, ona geçmişi hatırlatan rüyayı, sonra da geçmişi düşünmeye başladı.
Birbirlerini deli gibi seven iki genç beş yıl önce nişanlanmışlardı. Bundan bir sene sonra büyük bir kaza oldu. Birlikte, otomobilleriyle giderken karşıdan gelen başka bir arabayla çarpıştılar. Şimdi ikisi de buradaydı: Biri sandalyede oturuyor, diğeri dört yıldır bitkisel hayat yaşıyordu.
Kız, kazadan bir hafta sonra kendisine geldi. Nişanlısının da iyi olacağına olan inancını bir an bile kaybetmedi. Başında bekleyip durdu. Bir ay, iki ay, üç ay… Doktorlar artık adamın iyileşeceğine inanmıyorlardı. Hiç kimse inanmıyordu. Önce doktorlara karşı çıktı kız. Sonra ailesine, sonra herkese… Ne olursa olsun, onu bekleyeceğini söyledi.
Her gün gelip gitti hastaneye. Her gün onunla konuştu. İlgisine karşılık veremedi genç adam. Orada öylece yatıyor, makinelere bağlı sürdürüyordu yaşamını. Tabi buna yaşamak denirse! Sadece uyuyor, gülmüyor, kızmıyor, anlamıyordu. Kız yine de vazgeçmedi onunla konuşmaktan. Ona kitaplar okudu, şarkılar dinletti. Dünyada olup bitenleri anlattı. Dört yılda o kadar çok şey olmuştu ki; öyle ilginç, öyle güzel, öyle korkunç… Bir dolu iyi kötü şey yaşanmıştı. Bunların hepsini anlattı ona. Yorulmadan, bıkmadan her gün yaptı bunları.
Genç adam hiç bir tepki vermedi. Kız, yine de onun kendisini duyduğuna inanıyordu. Kazadan bir yıl sonra kıza yeni görücüler çıkmıştı. Herkes onun hâlâ nişanlı olduğunu unutmuşu sanki. Anne babası, komşular, dostlar, akrabalar… “Hayatını mahvetme!” diyorlardı. “Unut artık o çocuğu. İyileşmez o artık. Hem çok geçmez ölür gider. Boşuna bekleme.”
Dört yılda sayısız isteyeni oldu. Kız hiçbirini kabul etmedi. Başta sabrediyordu ama sonra her geleni kapıdan kovmaya başladı. Artık talipleri de azalmaya başladı. Yirmi beş yaşına girmişti. Yaşından dolayı değil, herkes onun deli olduğunu düşünmeye başladığı için kimse istemeye gelmiyordu. Gelse de o asla başkasıyla evlenmeyecekti. Genç adamı çok seviyordu. Söz vermişlerdi birbirlerine; ölene dek birlikte olacaklardı. Çantasından bir tabanca çıkardı. Üç gündür yanında taşıyordu bunu. Kısa bir süre bakıp tekrar çantaya koydu. Kararlıydı, eğer nişanlısı ölürse, o da peşinden gidecekti.
Görevliler refakatçilere ve hastalara yemek dağıtıyorlardı. Odaya girdiler ve kıza da bir tepsi verdiler. Kız, görevlinin tuhaf bakışlarını üzerinde hissetti. Artık herkes ona bir tuhaf bakıyordu. Bu yeni bir durumdu aslında. Çünkü herkes alışmıştı onun bu çaresiz hastanın gönüllü refakatçisi olmasına. Yıllardır hastaneye gelip gidiyor ve hademeler dâhil bütün personeli tanıyordu. Fakat bu bakışlar farklıydı. Üç gün önce görmeye başladığı çok tuhaf bakışlardı bunlar.
Kız, sonun yaklaştığını biliyordu artık. Nişanlısı ölmek üzereydi. Genç adamın anne ve babası, oğullarının fişinin çekilmesi için onay vermişlerdi. Belgeyi imzalamak üzereydiler. Kızın duruma alışması için de birkaç gün beklemeye karar vermişlerdi. Yapabileceği hiç bir şey yoktu zaten. “Keşke daha önce evlenmiş olsaydık,” dedi kendi kendine ve yanındaki yarı cansız adama. “O zaman kimse bana sormadan bunu yapamaz, seni bile bile öldüremezlerdi.”
Gözlerinden birkaç damla yaş aktı. Üç gündür nişanlısına kitap okumuyordu. Ona yeni haberleri de anlatmamıştı. “Ne garip, üç gündür dünyadan bihabersin,” dedi genç adama dönerek. Kimi kandırıyordu ki; üç gün değil, tam dört yıldır dünyadan habersizdi nişanlısı. Evet, onunla her gün konuşmuştu ama o hiçbirini duymamıştı işte. Ayağa kalkıp odadan dışarı çıktı. Bir sigara içti ve geri döndü.
“Sigaraya başladığımı da bilmiyorsun,” dedi. “Hakkımda bilmediğin çok şey var. Sana artık fazla yabancı birisiyim.”
Yüzü yine ağlamaklı bir ifadeye büründü. Yatağın üzerine, nişanlısının yanına oturarak elini tuttu ve “Sadece şaka yapıyordum,” dedi. “Ben seni hâlâ çok iyi tanıyorum, o da yeter bize. Hem uyanınca tekrar tanışırız. Umarım yeni beni seversin. Çünkü ben çok değiştim. Dört yıl da yaşlandım…”
Şimdi müzik dinleme vaktiydi. Kız, küçük radyosunu açtı. Birlikte dinleyeme başladılar. Yalnızca iki gün sonra, nişanlısı artık yaşamıyor olacaktı. “Söz verdiğimiz gibi ölene dek birlikte olacağız,” dedi.
O anı gözünün önüne getirmeye çalıştı: Doktorlar nişanlısını hayata bağlayan makineleri kapatıyorlar. Kız metanetini korumaya çalışarak olanları seyrediyor. Herkes orada. Nişanlısının annesi, babası; kendi annesi, babası; ve diğer herkes… Sonra doktor bütün kabloları çıkartıyor ve onlara dönerek başınız sağ olsun diyor. O an gözyaşlarını tutamıyor kız, ağlayarak yere düşüyor. Çantasından silahı çıkartıyor ve herkesin gözü önünde başına sıkıyor.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/oguz-atahan-basaran/gun-biterken-69499594/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
Gün Biterken Oğuz Atahan Başaran
Gün Biterken

Oğuz Atahan Başaran

Тип: электронная книга

Жанр: Историческая литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Gün Biterken, электронная книга автора Oğuz Atahan Başaran на турецком языке, в жанре историческая литература

  • Добавить отзыв