Ulus Olmak İstersek

Ulus Olmak İstersek
Rahmankul Berdibay

Rahmankul Berdibay
Ulus Olmak İstersek Halk kaderi hakkında düşünceler

Özgeçmiş
Rahmankul Berdibay, 2 Aralık 1927’de Kazakistan’ın güney bölgesindeki Türkistan şehrinin İkan kazasına bağlı Kökiş köyünde dünyaya gelmiştir. İlk ve orta öğrenimini Aşçısay’da tamamlamış, 1944 yılında Türkistan Pedagoji Enstitüsünden mezun olduktan sonra yerel gazetelerde şiirleri yayımlanmaya başlamıştır. 1945 yılında Kazak Devlet Üniversitesi Filoloji Fakültesini kazanmış, ancak ekonomik şartlardan dolayı okula dışarıdan devam etmek zorunda kalmıştır. 1948’de Kızılorda Pedagoji Enstitüsü Kazak Dili ve Edebiyatı Fakültesine geçiş yaparak buradan mezun olmuştur. 1949-1953 yılları arasında çeşitli Kazak okullarında müdürlük ve müfettişlik görevlerinde bulunmuştur.
Berdibay, 1953-1954 yıllarında Kazak Devlet Üniversitesinde yüksek lisans yapmış ve hemen ardından Kazak Edebiyatı Gazetesi’nde çalışmaya başlamıştır. Berdibay’ın 1956 yılında yayımladığı “Kazak Edebiyet Tariyhının Meseleleri” adlı makalesi başta olmak üzere kaleme aldığı yazıları bir taraftan onun tanınmasını sağlamış, diğer taraftan da milliyetçi olmakla suçlanmasına yol açmış ve gazetedeki işinden uzaklaştırılmıştır.
1959 yılında Kazak SSR İlimler Akademisi Dil ve Edebiyat Enstitüsünde başladığı doktorasını 1961 yılında “Çağdaş Kazak Romanında Konu Meselesi” adlı tezini savunarak tamamlamıştır. 1970 yılında ise “Kazak Romanlarındaki Teorik Problemler” ile ilgili çalışmasıyla filoloji uzmanı unvanını al mıştır. Ardından Edebiyat ve Sanat Enstitüsünde araştırmacı olarak çalışmaya başlamıştır. 1968-1970 yıllarında Kazak Sovyet Ansiklopedisi yazı işlerinde sorumlu sekreterlik, 1970-1973 yıllarında M. Avezov Edebiyat ve Sanat Enstitüsünde araştırmacılık görevlerinde bulunmuştur. 1973 yılında bu Enstitünün folklor bölümü başkanlığına getirilmiş ve bu tarihten sonra folklor araştırmalarına yönelerek çalışmalarıyla Kazak folkloruna büyük katkılar sağlamıştır.
Hayatını Kazak folkloruna ve edebiyatına adayan Berdibay’ın otuzdan fazla kitabı, binden fazla makalesi yayımlanmıştır. Onun bazı eserleri İngilizceye ve Rusçaya tercüme edilmiş, Özbek, Kırgız, Tatar, Nogay ve Türkiye Türkçesine aktarılmıştır. Yurt dışında pek çok ilmî konferansa katılarak bildiri sunmuş, 1991-1992 yıllarında ABD’de Seattle Üniversitesinde Kazak folkloruyla ilgili derslere girmiş; 1992, 1994 ve 1996 yıllarında Türkiye’de düzenlenen “Türk Devlet ve Toplulukları Dostluk, Kardeşlik ve İş Birliği Kurultayları”na katılmış ve ortak Türk alfabesi, terimleri ve folkloru meseleleri üzerine çalışmıştır.
Uzun yıllar Kazak Edebiyatı ve Sanatı Halk Üniversitesi Rektörlüğü de yapan Berdibay, bir taraftan da üniversitede dersler vermiştir. Danışmanlığında yirmiden fazla ilim doktoru yetiştiren Berdibay, hayatının son yıllarını Türkistan şehrindeki Hoca Ahmet Yesevi Kazak-Türk Uluslararası Üniversitesi Kazak Dili ve Edebiyatı Bölümünde çalışarak geçirmiştir.
Araştırmalarıyla Kazak edebiyatına çok önemli katkılar sağlayan Berdibay, pek çok ödüle layık görülmüştür. “Cumhuriyet Özel Ödülü”, “Şokan Velihanov Ödülü”, “Mahmut Kaşgari Ödülü”, “Parasat” ödülü ve “Akademik Vavilov” madalyası bunlardan bazılarıdır. Berdibay ayrıca Kazakistan Cumhuriyeti Millî İlimler Akademisi daimi üyesi, Kazakistan Halk Akademisi üyesi, Cengiz Aytmatov Uluslararası Toplumsal Akademisi üyesi ve Türk Dil Kurumu şeref üyesidir. Aynı zamanda Abay, Juldız, İslam Âlemi dergilerinin ve İslam Akademisi Bülteni ile Ana Dili gazetelerinin yayın danışma kurulu üyesidir.
Onun “Kazak Folklorının Tipologiyası”, “Kazak Folklorının Tariyhılıgı”, “Kazak Folklorının Poetikası”, “Kazaktın Arhaikalık Folklorı”, “Folklor jene Onın Etnografikalık Negizderi”, “Kazak Folkloristikasının Tariyhı” gibi eserleri sadece Kazakistan’da değil, bütün Türk dünyasında önemli eserlerdir. Ayrıca Sovyetler Birliği döneminde yasaklanan “Еdige Batır”, “Оrak Mamay”, “Karasay Kazi”, “Şora Batır”, “Еrsayın” gibi destanların tekrar gün ışığına çıkmasında çok önemli çalışmalar yürütmüştür. Berdibay’ın “Kazak Tarihi Jırlarının Meseleleri”, “Kazak Eposı”, “Epos- El Kazınası”, “Еdige Batır”, “Türik Halıktarı Avız Edebiyetindegi Ortak Sarındar”, “Kazak-Türki Epostarının Meseleleri” adlı eserleri onun dikkat çeken çalışmalarındandır.
Berdibay’ın “Baykal’dan Balkan’a” (Ankara: Bilig, 1997) ve “Destan-Halk Hazinesi” (Ankara: Yeni Avrasya Yay., 2002) başlıklarıyla Türkiye Türkçesine aktarılan iki eseri Türkiye’de yayımlanmıştır.
Türk dünyasının değerli âlimi Kazak folklorcu Rahmankul Berdibay, 3 Nisan 2012 Salı günü 85 yaşında vefat etmiştir.

    Ferah TÜRKER

Takdim

Dr. Yakup ÖMEROĞLU
Avrasya Yazarlar Birliği Başkanı
Rahmankul Berdibay’ın 90. doğum yılı anısına basılan kitabın yayıncısı olmak ve takdim yazısı yazmak benim için büyük onur. Türkistan’da çalıştığımız dönemde kendisi ile tanışmış olmanın ve onunla ilgili hatıraların benim gönlümde her zaman müstesna bir yeri olacak.
Kendisini tanımadan önce ismini arkadaşlardan çok duymuştum. Herkes ondan bahsederken büyük bir saygı ve hayranlıkla adını anıyordu. Turan Otelin zemin katında o günlerde kullanmakta olduğu odasında bizleri kabul etti. Son derece sıcak ve samimi tavırlarla bizimle sohbet ediyordu. Bizi ilk kez görüyordu ama olsun bizler onun çok sevdiği Türkiye’nin gençleriydik. Türkiye, evet onun ifadeleri ile “bayrağı inmemiş, istiklali sönmemiş, yıkılmayan, yıkılamayan Türkiye”. Biz o Türkiye’nin gençleriydik. Bize bakarken gözlerindeki samimi, şefkat dolu, umut dolu bakışlarını anlatabilmem güç. İşte o ilk tanıştığımız sohbette hızlı bir hareketle dobrasını eline aldı. “Kazak’ı ararsan dobranın kolunda ara” dedi ve başladı çalmaya. Kazak tarihini, kültürünü, ruhunu, çilesiniz, sevincini dobra ile anlatıyordu. “Kazak kazak değil, dombıra Kazak” bu sözü de ilk kez ondan duymuştum. Dombıra ile bize dinlettiği Köroğlu küyü, Kazağın göçü arada uygulamalı Kazak halk kültürü dersi gibi yaptığı sohbetlerle, bizleri başka alemlere götürmüştü ki, elektrikler kesildi. Çok üzülmüştük. Endişelenmeyin dedi ve devam etti, hünerli parmakları dombıranın kolunda geziyordu. Dombranın nameleri ile odanın içi tekrar aydınlandı. Elektrik kesintisi ne kadar sürdü bilmiyorum çünkü bizim için artık kesintinin anlamı kalmamıştı.
İçinde doğup büyüdüğü Kazak halkını tarifsiz seviyordu ama yüreğine bütün Türk Dünyasını sığdırmıştı. Bu yalnızca bir sevgiden ibaret edildi, her yöreyi, her Türk halkını ayrı ayrı tanıyor ve biliyordu. Türk halklarının kültürü ile ilgili sayısız araştırması vardı. Bunlardan bazıları Türkçeye de çevrilerek, sağlığında Türkiye’de yayınlandı.
Rahmankul Berdibayev’den bahsederken onun dilimize kazandırdığı “közkaman” kavramını da hatırlamadan olmaz: Cengiz Aytmatov’un Nayman Ana Destanından hareketle romanına ve oradan da düşünce dünyamıza taşıdığı mankurt kavramı günümüzde son derece yaygınlaştı. Man-kurtlar, şartlandırılmış, aklı başından alınmış, hafızası yok edilmiş, kendi annesini bile tanımayacak hale getirilerek kendi halkına, milletine, ailesine karşı işler yaptırılan zavallılar. Rahmankul Berdibay, közkamanları anlatırken mankurtlara zavallılar derdi, közkamanlar, aklı, hafızası, muhakemesi her şeyi normal olan ama kendi menfaatleri için milletine ihanet yolunu hayat tarzı haline getiren hainler derdi. Bunlardan maalesef Türk Dünyasının her yanında çok var. Mankurtlar mı çok közkamanlar mı? Karar vermek güç ama bırakın Türk Dünyasını koca şark közkamanlarla dolu.
Günümüzün Korkut’u diyordu onu tanıyan Türkiyeli dostları. Ben de yıllar önce onun hakkında yazdığım makalede aynı ifadeyi kullanmışım. Kazak Korkut’u ile Oğuzların Dede Korkut destanının faklı olduğunu da ne tesadüf, ben yine ilk kez ondan öğrenmiştim. O sohbetimizde bana hediye ettiği “Korkut” kitabı hâlâ kütüphanemin en güzel yerinde durmakta. Kazakların Korkut Ata destanında, Korkut ölümsüzlüğü arar. Türkiyeli dostlarının bir büyük saygı ifadesi olarak günümüzün Dede Korkutu dedikleri Rahmankul da ölümsüzlüğü arıyordu. O elbette destandaki Korkut’tan biyolojik ölümsüzlüğe kavuşmanın imkansızlığını biliyordu o yüzden o Kazaklar ve bütün Türk Dünyası için ölümsüzlüğün peşindeydi.
Kazaklar, Kazakistan ve tüm Türk halklarının sonsuza kadar yaşamaları en büyük arzusuydu ve gayretleri de onun içindi.
Bugün doğumunun 90. yılında , günümüz Dede Kor-kutunun da bıraktığı manevî mirasla ebediyen yaşayacağını düşünüyoruz.
Onun yazdığı makalelerden oluşan bu kitap da Rahmankul Berdibayev’in düşüncelerini, çok sevdiği Türkiye’de yeni nesiller tarafından tanınmasına ve unutulmamasına yardımcı olacağı için mutluyuz.
Nur içinde yatsın!
Ruhu şad olsun!
Yetişmelerine büyük emek verdiği öğrencileri başta olmak üzere onu sevenler, Türk halklarını yakınlaştırmak için var gayretleri ile çalışıyorlar.
Eserin yayınlanmasında Kazakistan’ın Ankara Büyükelçiliği ve sayın Büyükelçinin desteklerini de özellikle belirtmeli ve üzerimize bir borç olan teşekkürlerimizi, okuyucunun huzurunda ifade etmeliyim. Kazakistan Cumhurbaşkanımız sayın Nursultan Nazarbayev’in “Kamu Bilincinin Geliştirilmesi: Manevî Diriliş” programında yer alan direktifler doğrultusunda Kazak helkının ve Kazakistan’ın manevî değerlerini Türkiye’de ve dünyada tanıtmak için yaptıkları başarılı çalışmalar kapsamında bu eseri de saymalıyız.
Kazakistan ve Kazak halkının değerleri dünyaca tanındıkça, onun sinesinde yer alan inci-mercanlar insanlık tarafından bilindikçe saygınlığı da artacaktır.

I. Bölüm
ULU MAKSAT

Yenilenme Ruhuyla
Yazılı edebiyat ve folklor eserlerinin yeterince araştırılmaması, sadece bazı özel nüshalarına iltifat gösterilerek asıl eserlerin göz ardı edilmesinden dolayı, halkımız onlarca yıl manevi mirasımız hakkında çok az malumatlarla yetinmek zorunda kaldı. Halkımızın birkaç nesil temsilcileri, tarih ve tarihî kahramanları hakkındaki gerçeklerden habersiz, çoğu zaman uyduruk, tek taraflı bilgilere inanmaya mecbur bırakıldı. Kazak edebiyatının parlak yıldızı olan Şakerim, Ahmet, Mağjan, Jusipbek gibi aydınların faaliyetleri ve eserlerine bugüne kadar sahip çıkamamız o çaresiz halimizin göstergesidir. Edebiyat tarihinde keşfedilmeyi bekleyen nice eserler vardır. Folklor, sovyet döneminde çok ihanete uğrayan edebyat sahasıdır. Onca yıl sözlü edebiyatımızın şah eserleri kapalı konu olarak el sürülmeden, karanlık köşelerde ilgisiz, gizli kaldı. Kazak kahramanlık destanlarının büyük ve önemli kısmına “toplum düşüncesine zıt, zararlı eserler” damgası vurularak basın yasağı ve okuma yasağı altında kalması bunun delilidir. “Edige Batır”, “Şora Batır”, “Er Sayın”, “Karasay-Kaziy”, “Orak-Mamay” destanları bugüne kadar yasak eser olarak okurlardan uzak tutuldu. Birkaç nesil temsilcileri halkın yarattığı şah eserlerden mahrum bırakıldı. Az da olsa öz olan bunun gibi eserlerin halktan uzak tutulması kültür geleneği zincirine zarar vererek kendi halkının tarihinden habersiz mankurtlerin çoğalmasına sebep olmuştur.
Bizi manevi gerilemeden kurtaran yeniden yapılanma dönemi, bizim için önemli bir başlangıçtır. Özel bir şahsa tapınma devrinde halk kültürüne yapılan ihanet ve bunun zararları incelenerek o hakkında cilt cilt kitap yazılmalı.
Savaş sonrası ülkemizde yaşayan halkların tarihi ve kültürüne büyük zarar veren hareketler çoğalmaya başladı. Tarihi ve edebi eserleri ilmî metodolojiye dayanarak dürüstçe inceleme yerine, tek taraflı, uydurulmuş kaidelere yol verildi. Mesela, ellinci yılların başlarında büyük, küçük varyantlarıyla saydığımızda dört yüzü geçen kahramanlık ve aşk destanları, tarihi destanlar toplum ideolojisine aykırı eserler olarak yasaklandı. Kazak destanının incisi ve mercanı olan “Alpamıs Batır”, “Kobılandı Batır” gibi nice destanlar ideoloji bakımından topluma zarar veren eserler olarak nitelendirildi. Bu destanları araştıranlar ve onları destekleyenler tehdit edilerek, edebiyat sahasından uzaklaştırıldı. Sonunda “Kam-bar Batır” dışında tüm destanlar ilgi dışı bırakıldı. Kambar Batır’ı bu beladan kurtaran durum onun zenginin oğlu değil, bir avcının oğlu olmasıdır. Destan hakkındaki araştırmalara göz attığımızda o devirde ilmin, siyasetin oyuncağı olduğunu açıkça görebiliriz. 50’li yılların sonunda eğitim sistemi ve kitaplardan tamamen koparılan bazı destanlar aklanarak tekrar okullarda okutulmaya başlandı. Ama nice asil eserler karanlık köşelerde aciz bırakıldı. Edige Batır ve Kazak-Nogay destanları bunlardan biridir. Bu güzelim eserler bugüne kadar zararlı eserler damgası altında yasaklandı. Onlar hakkında yazılan makaleler, sensor denetim tarafından reddediliyordu ve bu konuda iyi veya kötü fikir bildirmek mümkün değildi.
Yukarıda adı geçen destanlar için verilen hükmün hiç bir ilmi temeli olmadığını şimdi söyleyebiliriz. Tarihi şiirlerde bazı tarihi olaylar ve tarihi kahramanlar anılıyor diye, halklar dostuğu için tehlikeli göstermek bir alışkanlık haline gelmişti. Tarihten malum Ediğge ve Şora kahramanların yaşadıklarını destandan aramak ve bu destanların bir edebi eser, halk hayalinin ürünü olduğunu bilmezlikten gelme, sözlü edebiyat eserlerinin tabiyatını önemsememe gibi davranışlar folklor inceleme sırasında çok yanlışlıklara yol açmıştır.
Kazak halkının edebi mirası “Edige Batır” jırının yasaklanması tarihi bir şahıs olan Edige ‘nin Moskova’ya yürüdüğü seferi içindir. Oysa destanda Toktamıs han ve Edige Biy’in arasında geçen olaylar tasvir edilir, Rusya ve halkını andıran bir tek kelime bile geçmiyor. Sıkı denetim zamanında bir de bir Kazak bilim adamı bu konu hakkında fikir bildiremedi. Aradan biraz zaman geçtikten sonra Rus alimi, akademik V. M. Jirmunskiy “Türklerin Kahramanlık Destanları (Türkskiy Geroiçeskiy Epos)” adlı kitabında “Edige Batır” destanını etraflı bir şekilde inceledi. “Edige Batır” destanı yasaklandıktan sonra destan kahramanla akrabalık ilişkisi olan kişiler hakkındaki tarihi şiirlerin hepsi yasaklandı. Murın jırau’ın “Kırım’ın Kırk Batırı” adli dizi destanlarından “Anşıbay Batır”, “Parparya Batır”, “Kuttıkıya”, “Nuradin”, “Musahan”, “Orak-Mamay”, “Karasay-Kaziy” adlı destanları da aynı kaderi paylaştı.
“Şora Batır” destanı da “Edige Batır” giyen hükmü giysdi. Destan nüshalarından birinde Şora Kazan şehrini kafirlerden kurtarmak için sefere çıkar. “Kafir” kelimesini görenler “Şora Ruslara karşı savaşmış, ona Sovyet edebiyatında yer yok.” diye yaygara kopardılar. Aslında Şora Rusların düşmanı değil dostuydu. Tarihte Şora Ruslarla savaşmamış, onu, 1547 yılında Kazan Hanı Safagerey tarafından öldürülmüş. Rus çarı Ivan Groznıy Kazan şehrini bu olaydan bir kaç yıl sonra işgal edecektir. Ama Şora çar askerlerine karşı savaşsa bile onun adını tarihten silmeye hakkımız var mı? Destandaki Şora halkın “böyle kahramanlarımız olsa” diyen hayalinin yaradılan, tarihi kişiye sadece adı benzeyen kahraman olduğunu görmemiz gerekirdi. 50 yıllarda bunu düşünecek ilmi bir ortam yoktu. “Şora Batır” destanının asıl nüshalarında epik düşman Kalmaklar’dır. Bu destan Kazaklar’dan başka Tatarlar, Başkurlar, Çuvaşlar, Kumıklar ve Nogaylar’da rastlanır. Bu nüshaların hepsinde Şora, halkı koruyan, düşmanlara cesurca karşı çıkan, cengaver bir kahramandır.
Er Sayın, Karasay Kaziy destanlarının “destanda savaş medhediliyor” bahanesiyle okuma yasağı alması akla sığmıyor. Destanların asıl mevzusu düşmanlarla savaş, düşmanları alt eden halk kahramanları değil mi? Savaş tasvir edilmeyen destan yoktur dünyada. Halkın epik şuuru öz kahramanlarına düşmanını yenik düşürür, bu bir doğal geçerliliktir. Kırgızların “Manas”ında Kalmakların “Jengir”inde, Ermenilerin “Sasunduk David”inde de durum böyledir.
Bunların hepsini göz önünde bulundurarak, Kazak-Nogay destanlarını ilmi tetkiklere dayanarak tekrar inceleme ihtiyacının olduğunu görüyoruz. Aslında bu hiykayeler halk hafızasında bugüne kadar yaşamıştır. Karakalpakistan’da yaşayan Kazak destan anlatıcıları (jırşılar) düğün, eğlence yerlerinde “Edige Batır” ve “Karasay-Kaziy” destanlarını geleneksel makamlarıyla hala söylemektedirler. Jırşı Kayrolla İmangaliyev’ın anlattığı Karasay-Kaziy plakaya kaydedildi. Destanların, halkın ruhuna işleyen, milli kütürümüzün ayrılmaz bir parçası olduğuna başka bir delil lazım mı?
Zamanında ilmi objektif hakikatı göz ardı ederek, kütür miraslarımızı dogmatik tutumların kurbanı etmeden dolayı küçük görülen sözlü edebiyatı araştırma prensepleri şu anda nettir. İlk önce tarihi gerçek ve edebi gerçeğin arasında çok fark olduğunu, folklor ürünlerinin de, edebi eserler gibi sanatsal hayal kanununa bağlı olduğunu kabul etmeliyiz. Destan kahramanının adı tarihi bir kişiye benzeyebilir, ama destanda tamamen başka bir kahraman olarak önümüze çıkar. Tarihte belli bir olayları anlatan tarihi şiirler ve destanların derleme prensepleri de ayrıdır. Yukarıda adı geçen ve başka da destanların edebi, teknik hususiyetlerini etraflı bir şekilde incelemek için, bütün nüshalar karşılaştırılmalıdır. Hatta destanın başka Türk halklarında bulunan versiyonlarına da tipolojik tetkik yapılması gerekiyor. Sözlü edebiyat eserlerini, yazılı edebiyat ürünlerinden ayıran fark onların etnografi, tarih, dil bilimleri ile iç içe olmasıdır.
Biz folklor araştırmalarında yer alan eksikliklerin bir kısmından bahsettik. Tarih biliminde hak ettiği değeri veremediğimiz tarihi kişiler etrafında teşekkül eden şiirler, efsaneler, destanları da araştırmanın vakti inşallah gelecektir. Bu konuda “Naurızbay-Kanşayım” destanını örnek verebiliriz.
Şimdi folklor araştırmalarında karşılaştığımız engeller aşıldı ve destanları araştırma metodolojisi problemleri üzerine her türlü makaleler yazılıyor, tezler savunuluyor. Ama yapılacak çok işimizin olduğu bir gerçektir.
Maalesef engeller bitmek bilmiyor. Kazak sözlü edebiyatı, özellikle de destanların seri yayınları durdurulmuştur. Baskıya hazır ciltler yayınlanmıyor. Kazak folklorunu 150 ciltli bir kitap olarak yayınlamak milli kültürümüze kazandırılan çok önemli bir başarı olurdu. Devlet tarafından maddi destek olmayınca bunların basılması mümkün görünmüyor.
Edebiyat ve folklor eserlerini değerlendirme ve araştırma konusunda çok yanlışlıklar yer almıştır. Bu konuda bazı durumları hatırlamadan edemeyeceğiz. 20 yıllarda ulu Abay mirası da türlü eleştirilere maruz kalmıştı. Abay zengin sula-leye mensup, babası yönetici sınıf temsilcisi olduğu için zengin sınıfının şairi saydılar. Edebiyat ve bilim adamlarını, yarattığı eserlerine değil de, sosyal sınıfına göre değerlendirme sovyat döneminden kalan bir derttir. Şortanbay, Dulat, Murat gibi zirve şairlerin eserleri, “zenginlik ideolojisini konu ediniyor” bahanesiyle yasaklanmıştır. Folklor sahası da bu dogmatik görüşlerin kurbanı olmuştur. Destan kahramanları Kobılandı ve Alpamıs babaları, Toktarbay ve Bayböri zengin olduğu için okul proğramından çıkartılmıştı. Kazak operasının klasik eseri Kız Jibek 50 yılların başında tiyatro repertuvarından çıkartıldığını halk, umarım hala unutmamıştır. Meşhur besteci E.F. Brusilovskiy’in yarattığı, halkımızın şaheserlerinden oluşan bu ünlü opera bir kaç kuşağa estetik terbiye veriyordu. Ama bir zamanlar güzeller güzeli Jibek ve kendine yar aramaktan başka günahı olmayan Tölegen yiğit halk düşmanı oluverdi. O zamanlar çok ciddi, sıkı denetimden geçen halk şarkıları ve bestelerinin hali çok zordu. Zengin, zenginlik, sal-seri kelimeleri geçen şarkılara söyleme yasağı bile kondu. Buna örnek, Karaötkelli bestekâr Gaziz’in mükemmel bir şarkısı sırf içinde “yorga ata bindim, hızlı koşan bir at ta yanımda, asla kırmadı benim gönlümü kaşı kalem güzeller,” gibi satırlar bulunduğu için zengin sınıfına ait şarkı olarak yargılandı. Abay’ın “Sekiz Ayak” şiirinde şöyle bir satır vardır: “toplum ne derse ona başını sallamak cahilin adetidir.” İşte bu satırı “kollektif yönetim sistemine karşı çıkma” olarak yorumlayıp, satırı kitaptan çıkartmak için çaba sarfedenleri de gözümüz gördü. Bu görüşler şahsi görüş olsaydı, meselenin çözümü kolay olurdu.... Günümüzde edebiyat ve folklor eserlerini olduğu gibi halka yayma ve duyurma özgürlüğü var. Ama biz ebedi mirasın sadece belli bir kısmını tantmakla kısıtlı kaldık. Bunun için okul ve üniversite öğrencileri edebi ve tarihi süreci bir bütün, tam şeklini tanıyamadı, sadece “kızıl denetimi” geçen eserleri okurdu. Bu süzgeci geçen eserlere bile tedbirli bakıyorlardı. Arkaik veya dinî kelimeler kesilip atıldı. Masallarda da, destanlarda da zenginler, kahramanlar, biyler, hanlar medhedilir, bazen de kötülenir. Çünkü hayat aynı kavramlardan oluşmuyor. Sözlü edebiyat, halkın asırlardan beri süregelen dünya görüşünü tüm zıtlıkları ile öne süren özel bir sahadır. İşte böyle bir geçmişimizin emaneti olan, kelime bir yana bir harfinin bile düşmesine kıyamadığımız yadigarlar paramparça oldu. Eserleri işlerine göre düzelttiler, bazı satırları kestirip attılar, içeriğini bile serbestçe değiştirdiler.
Edebiyattaki yalın, tek taraflı kavramların kaynağı edebiyat, folklor eserlerindeki sınıfsal ve beşeri sıfatların mantıklı düşünme sistemini anlamamadır. “İnsanlık tarihi – sınıfsal mücadele tarihi” teorisini dogmatik bir biçimde kabullenme türlü yanlışlıklara yol açmıştır. Elbette dünyada ulusal ve sosyal eşitsizlik varken, sınıfsal mücadele devam edecektir. Ama bu sınıfsal mücadele insanlığın gelişmesine engel olan bir öğe değildir, tam tersine onu tamamlayan bir olgudur. Sovyet edebiyatı tarihinde eserler sınıfsal eğilim açısından değerlendirildi. Edebi eserlerde de ilk önce işçi sınıfının hayatını, başarılarını ve amaçlarını tasvir etmek talep edildi. Bazı ünlü eserler böyle eğilimlerin ağr bastığı dönemlerde yazılmıştır. Sınıfsal mücadele üzerine değil de, hayatın ve insanliğin derin kaidelerini mevzu edinen “Tınık Don” romanı tüm Rus Sovyet edebiyatının şaheseri olduğunu kabul etmeyen yoktur. Kazak Sovyet Edebiyatında devrim konusunu işlemeyen “Abay Jolı” romanının da en güzel eser olarak kabul edilmesi, romanda tüm insanlığa ait ebedi hayaller ve niyetlerin doğal bir tarzda anlatılmasıdır. XX asrın sonuna da geldik. Kazak Sovyet Edebiyatı’nın yüzlerce eserleri arasından hangileri yeni kuşağın severek okuduğu şaheser sıfatını koruyabileceğini vakit gösterecektir. Dünya halkları yaradan sanat eserlerini, bilim sahasında elde edilen başarıları, keşifleri, çıkılan zirveleri bilmeden, iklim zamanın belli bir kısmında elde edilen maddi ve manevi başarılarla sınırlı kalmak dargörüşlülüğe götüren yoldur. Kazak Sovyet Edebiyatı döneminde teşekkül eden eserlere ne kadar önem verilse de, onların insanlık muradına giden yolda sadece bir basamak olarak kalacağını kabul etmemiz lazım.
Bugünlerde dünya çapında yer alan durumlar, insanlık ve sınıfsal kavramlarına yeni bir yön vermiştir. Dünyayı saran ekolojik sorunlar, dünyanın yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalması insanlığı farklı düşünce arayışına itmekte. Hava kirlilği, su meselesi, asırlarca dolup taşan denizlerin, nehirlerin, göllerin çöllere dönüşmesi, kırlarda hayvanın, sularda balığın, ormanda kuşların azalması, yer altı zenginliklerimiz ve toprak ananın verdiği niymetleri ısrafla kullanma – bunların hepsi insanlığın hayatı ve sağlığını korumayı gündemin ilk sırasına taşıyor. Dünyada barış ve birliği sağlamanın, özel devletler, sınıflar, toplum çıkarlarından üstün bir konu olduğunu hissettirdi.
Bir ateşle tüm insanlığı ifna edebilecek kapasitedeki silahların icadı, toplumda büyük bir endişe yarattı. Bundan sonra “kim kimi yenecek” diye bekleyemeyiz, bütün dünya halklarının beşerî ve ahlâkî şuurunu birleştirme yoluyla savaşı önlemek sıradaki ilk meseledir. İnsanlığı nükler silahının pençesinden azad etmeden asil ideallerimize kavuşmanın mümkün olmadığını toplum idrak etti. Kazakistan’da nükler denemelere karşı çıkan “Nevada” eyleminin faaliyet bulması, toplum bilincinin yeni boyuta geçtiğini gösterir. Bu eylem dünya çapında destek buldu.
Dünyayı tek başına parçalayıp, ülkeleri yok edebilecek kapasiteye sahip nükler silah, dünyayı tehdit eden en büyük felakettir.. Kazakistan’ın tam ortasında bulunan, dünyanın en büyük deneme sahası Semey üssünde yapılan denemelerin insan ve taabita verdiği zararını gizli tutmak insanlık prenseplerine zıt düşer. Dünya Barış ve Güvenlik hareketine Kazak halkının meşhur şairi, ismini dünya tanıyan, vatansever Oljas Süleymenov’un önderlik etmesi doğal bir harekettir.
Nükler silah icad eden ülkelerin, atıklarını Kazakistan sınırlarına gömme gibi sinsi hareketlerine son vermeden, halkın geleceğini yok eden tehlikeden kurtulmak mümkün değildir. Kazakistan’ın Milli Kalkınma Stratejisi’nde denemelerde radyasyon karışan topraklarımızı yeniden düzenleme, gündemdeki ilk mesele olmalı.
III
XIX yüyılın ikinci yarısı ve XX asrın başlarında ortaya çıkan Pangermanism, Panslavizm, Turancılık, İslamcılık gibi terimlerin manası, onların teşekkül sebepleri ilmî ve siyasî edebiyatta sayısız biçimde tanımlanmıştır. Belli bir tarihi süreç içerisinde ortaya çıkan terimleri her toplum kendi görüş açısına dayanarak tanımlamaya çalışmıştır. Mesela “panslavism” terimini, ilk defa slavyan halklarının milli mücadele başlatmasından şüphelenen Almanya şovinistleri, bir siyasî akımın adı olarak kullanmıştır. İlk başta milliyetçilik ideolojisi olarak dünyaya gelen panslavizme ne kötü, ne de iyi akım niteliği veremiyoruz. Bu akım çok taraflıdır. Bu akımı Slavyan halklarını baskı altında tutan idarenin kötü anlamda kullanarak, slavyan halklarının milli mücadelesini karalama amacı gütmüştür. Turancılık ve İslamcılık kavramlarının kullanış şeklinde de böyle bir durum söz konusudur. Doğu ülkelerinin egemenlik, siyasi bağımsızlık, dinî birliği koruma, sömürücülere karşı mücadele ideolojisi sıfatında ortaya çıkan İslamcılık, Türki halklarının hepsinin aynı kökten geldiğini temel edinerek, bir bayrak altında birleşme maksadıyla ortaya çıkan Turancılık ta ilk başta milliyetçi ideoloji sıfatında teşekkül etmişti. Sonradan çarlık sömürücü idare, islam dininde olan Türk halklarının bağımsızlık eylemlerini bastırmak için, “Turancılık” ve “İslamcılık” kavramını tersine döndürerek, kötü amaçlarına araç ettiler. Bundan sonra halkı aydınlanmaya yönelten, kültür miraslarını yaymak için kitaplar bastıran, gençler ana dilinde eğitim görsün diye çırpınan Türk aydınlarına milliyetçi damgasını vurarak, halkın üretici kısmını birer birer yok etmeye başladı. İdaresi altında olan halkı ezen, hiyanet eden, manevi açıdan çökertmeyi iyi bilen Rus emperyalistleri, bilinçli ve bağımsız fikirleri hemen lağvetmeyi çok iyi biliyordu. Ekim devrimine kadar Kazan basımevleri, çok önemli eğitim faaliyetlerinde bulunmuştur. Bu basımevlerinde Kazak dilinde binlerce kitabın yayınlandığını bugün herkes biliyor. O kitaplar kolay çıkmıyordu. Aptal sensörcülerin sıkı denetimi, Kazakça, Tatarca, Özbekçe, Azerice, Kumıkça kitapların basılımını bin bir bahane uydurarak engel olmaya çalıştı. Tatarların zirve alimi A. Karimullin’in “Tatar Kitapları Kaynağında (U istokov tatarskoy knigiy)” ve “Tatar kitapları (Tatarskaya Kniga)” adlı araştırmalarında bu durum etraflı bir şekilde anlatılmıştır. Tarihin sayfalarını çevirirken, önder Tatar yayımcılarının başka Türk halklarının dilinde kitaplar yayınlayarak, eğitim ve bilim sahasında önemli rol oynadıklarını görüyoruz ve hürmetle anıyoruz. Emperiyalist idareciler, sömürge halkların tarihini işlerine geldiği gibi ters döndürüyor ve misyoner akıma uygun kitapları, halkın kültürü ve geleneğini küçümseyen, tenkit eden kitapları üst üste bastırıyor ve kullanıyordu. Bu kitaplarda halk kahramanları aptal isyancı, milli mücadeleler ise isyancıların çıkardığı önemsiz bir ayaklanma olarak nitelendirildi. Bu siyasetin güttüğü amaç, azınlıkları dininden ve geleneğinden uzaklaştırarak, ruslaştırma olmuştu. Eğitim alanında Türk dillerinde basılan ufak bir kitap Çarlık sistemine zarar veren tehlike olarak görüldü. Bu yüzden Kazan şehrinde çalışan on beş basımevi sık sık kapatılıyordu, yayımcılar ceza ödemek zorunda kalıyordu. Hatta Çar “buratana halkların çocuklarının eğitimi yasaklansın” fermanını da çıkarttı. Türk aydınlarına da her zaman süikast yapıldı.
1905 yılında gerçekleşen devrimden sonra çar ideologları, Rusya idaresi altındaki halklara eziyet etmenin yeni yolunu buldular. Onlar, emperyanın birliği ve ortodoks klisesine karşı çıktı, bahanesiyle Turancılık ve İslamcılık kavramlarını suçlamaya başladı. Karimullin’in kitabında bu olayla ilgili şöyle bir misale rastlanır. Rusya’nın Diyanet Departmanı tarafından Paris’te basılan “Musilmanin” dergisinde, İslamcılık ve Türkçilik kavramını kötülemenin çok kolay yolu kullanılıyordu. Bu derginin redaktörü, Rusya İmparatorluğu idaresi tarafından derginin başına getirilen gizli ajandı. O, derginin her sayısında Türk halkları ve müslümanları, bir olmaya ve mücadeleye “davet eden” makaleleri yayımlamıştır. Bu makaleler, emperya idarecilerinin, “Kafkas ve Orta Asya halkları arasında milliyetçilik hareketi hızla gelişiyor.” diye yaygara koparmasına ve Türk dilli halkların sosyal ve kültürel hayatta etkili rol oynayan aydınlarını, bilim adamlarını sürgün etme ve medresede okuyan şakirtlerin bağımsız düşünmesini, eğitim almasını engellemek için bulunmaz bir delildi. O zaman Türk dilli basınlarda eğitim konusunda, insan hakkları üzerine makaleler çok yayımlanıyordu. Ama gücü olan her zaman kazanıyor, emperyal ideologlar bağımlı halkların hakkını ezip geçmeye alışıktı.
Sovyet zamanında halklar dostluğu ve birliğini pekiştirme, halklar kültürünü geliştirme temelleri atıldı. Ama bu gelişmenin başarılı olmasına stalinizm şiddeti engel olmuştur. Toplum gelişimine engel olan dogmatik fikirler, toplum üzerinde kuvvetli bir şekilde yayılıyor, hiç kimse partinin belirlediği ideolojik çember dışına çıkamaz hale gelir, bu çizgi dışına çıkanlar da tasfiye ve cezalandırmaya maruz kalır, özellikle de “milliyetçilik” damgası trajik sonuçlara yol açmıştır. Kazak halkının üretici kısmı olan aydın, şair ve yazarlarına yapılan haksızlıklar hakkında yeni söylemeye başladık. Milli edebi kültürümüzdeki Ş. Kudayberdiyev, A. Baytursınov, M. Jumabayev, J. Aymauıtov gibi aydın zümrelerin edebi mirasını yarım asır sonra elimize alabildik. Manevi hayatın bütün sahasında yer alan zorluklar ve mihnetleri sayıp bitirmek mümkün değildir.
Bir zamanlar “milliyetçilikle” suçlanan aydınlarımızın zerre kadar suçu olmadığını, bunun uluslar kültürüne yapılan zülüm olduğunu halk yeni anladı. Kazak sovyet edebiyatını dünyaya tanıtan M. Auezov ömrü boyunca bu suçlamaya maruz kaldı. Halkın dili ve kültürünün gelişmesine engel olan dogmalar, halkın hafızasında saklıdır. Yazar, tarihi konuda yazı yazdığında “geçmişi medhediyor”, tarihi kahramanlar konusuna dokunduğunda ise “sınıfsal ölçüleri aştı”, diye tenkit ediliyordu. Tarihte kalan Rusya ile ilgili çelişkilerden bahsedildiğinde “halklar dostluğuna zararı dokunacak”, diye hemen örtbas edilirdi. Okullarda okutulan tarih aslında Rusya tarihi idi, başka halkların tarihi sadece Ruslarla olan irtibatlarından ibaretti. Tabii ki bunun gibi yolsuzluklar için tüm Rus halkını suçlamak doğru olmaz. Bunun sorumlusu, tarihi geçmişi ve bugünü bir ideolojik zincir altına sokan Stalin devri siyaseti idi. Kazaklar ve bir çok halkın asırlarca kullana geldiği arap alfabesinin “kullanıma elverişsiz ve yetersiz” sebebiyle değiştirilmesi, Stalin dönemindeki diktatörlüğün neticesidir. Arap alfabesinden sonra da latin alfabesine geçirilme, halkların tarihi ve manevi, kültür miraslarından ayrıldılar ve gelişme süreci doğal sürekli gidişini yitirdi. Komunizm döneminde bir dillilik ilkesi, azınlıkların milli kültürünü önemsememe ve yok etmeyi hedef almıştır. “Halk Liderinin” ağzından çıkan her söze inanan ve tapınan ulus, “eninde sonunda bir dili konuşacağız, ana dilimizde okup, yazma niye gerek”, diye düşünecek hale geldi. …
Ana dillerinde okulların kapatılması ve üniversitelerde Kazakça okutan fakültelerin yok denecek derecede az olması, Kazak dilinde ilmi terminolojinin olmaması, resmi evraklarda sadece Rusçanın kullanılması, kültür mirasın ihmali, milli kültürü geliştirme arzusunun yokluğu – bunların hepsi yukarıda belirttiğimiz “ilke” ve diktatörlük sistemden dolayı meydana gelen olaylardır. Halklar arasında nefrete sebep olan Stalin siyaseti, bir halkı yücelterek, ikinci birini de küçümseyerek ayırım yapmanın, tarih sayfalarını tersinden okutarak Rus halkını ululaştırmanın, buna karşı olanları halk düşmanı ilan etmenin halklar birliğinin damarını kesen hareketler olduğunu algılayamadı. Son zamanlarda bazı memleketlerde azınlık statüsünde yaşayan uluslar arasında meydana gelen çatışma yeniden yapılanma dönemi hatası değildir, sovyet dönemninden kalan eksikliklerdir.
Milli kültüre olan kayıtsız görüşün kaynağını bulmak da zor değildir. Yıllar boyunca öz halkının tarihinden iyi bir şey duymayan, dünyaya geldiğinden beri halkın sadece zayıf taraflarını işiten insan, közkaman olur. Bugün de aramızda “Kazak diline devlet statüsü lazım değildir” diyen kazakların mangurt şuurunda, işte bu yılların acı gerçeğinin izi vardır.
Stalinizm döneminde kalıplaşan yanlışlıkların biri de halkların geçmişteki kültür mirasını küçümsemek ve önemsiz saymaktır. Bu da Ekim devriminin önemini vurgulamanın bir yoluydu. “Kazakistan’da eski zamanlarda şehir olmadı”, anlayışı arkeolojinin gelişmesine engel oldu, bu bilim dalında biz başka komşu memleketlere göre çok arkadayız. Bin yıl kullandığımız arap alfabesini yok saydık ve utanmadan Kazak’larda eskiden yazı olmadı dedik. ......Devlet Başkanının “Kazaklar kütüphane kelimesini bile bilmiyordu”, gibisi keşiflerine de tanık olduk. “Devrime kadar halkın sadece 2% okuma yazma biliyordu”, diye yaygara yapıldı. Böyle nihilist görüş sayesinde Kazak tarihi ve kültürüne ilgili Arap, Fars, Türk, Çin, Rus dillerinde yazılan kaynakları yayımlamaya, araştırmaya cesaret edilmedi. Kazak tarihini bile XV asırdan başlattık. Öz kültürünü, tarihini, dilini küçümseyen kuşak yetişti. Bu sebepten de Kazak okullarının sayısı ve ana dilinde konuşanlar sayısı yok denecek derecede azaldı. Kazak dilini devletin resmi dili ilan etmek gibi doğal fikirler tartışıldı. Bu demektir ki Kazak dilinin kullanış sahası daraldı ve yok olma tehlikesiyle karşı karşıyadır.
IV
Araştırmacıların belirttiğine göre Orta Asya ve Kazakistan halklarının kendilerine ait öz edebiyatını XV asrdan başlatmak gerekiyor. X-XV asırlar arasında oluşan yazılı edebiyat aslında Türk halklarına ortak mirastır. Bu ortak hazinemizi araştırma, inceleme konusunda son 20 yıl içerisinde biraz çalışmalar yapıldı. Orhun Abideleri, “Oğuzname”, “Kısasü’l Enbiya”, “Muhabbetname”, “Kodeks Kumaniks”, “Hibatü’l Hakaik” v.s. gibi yadigarların metinleri yayımlandı ve üzerinde incelemeler yapıldı. Eski Edebiyat nushalarını inceleme meselelerini 50’li yılların başlarında bilim adamı, saygı değer professor B. Kenjebayev ilk olarak ortaya atmıştı. Ama maalesef, bu girişimi destekleyenler az oldu, çünkü eski Türk dilli yazılara şüpheyle bakıyorduk. Ama hayati, canlı bir fikir er ya da geç bir yolu bulur ya, bu fikri H. Suyinişaliyev, M. Joldasbekov, M Mağauin, A. Kıraubayeva, N. Kelimbetov, K. Ömiraliyev geliştirdi. Bu çalışmaların neticesinde N. Kelimbetov’un “Kazak Adebiyetinin Ejelgi Dauiri (Kazak Edebiyatının Eski Devri)” kitabı basıldı. Bu çalışmalar çok önemlidir, ama eski türk dilinde yazılan edebiyatı araştırmaya devam etmek boynumuzun borcudur. Eski yazılı edebiyat metinlerini yayınlamaya yeni başlıyoruz. Kazak edebiyatının, Türk uluslarının eski yazılı edebiyatı geleneğinin bir devamı olduğunu ispatlamak ayrı bir meseledir. Eski edebiyat araştırmalarının hızlanmasına engel olan şey onu anlayan, eski Türk dilini iyi bilen, arap, farsi dili uzmanlarının yetersizliğidir. Kültür mirasımızı, asil hazinemiz olarak yeniden kabul etmişiz, hazır uzmanlar nerden olsun? Hatta ilmi ortam içerisinde bu meseleye şüpheyle bakanlar hala da bulunmaktadır. Bunun da kökü taa geçmişe dayanıyor…
Doğu edebiyatına, özellikle de eski Türk edebiyatına olan olumsuz görüşlerin damarı çok derinlerdedir. Biz, son zamanlara kadar doğu edebiyatının, Kazak kültürünü besleyen güçlü kaynak olduğunu kabul etmedik. Klasik edebiyatımızın zirvesi olan Abay’n eserlerindeki doğu edebiyatının unsurlarını sadece sözde kabul ettik, onun yapısını araştırmadık. Aslına bakarsak eski Türk edebiyatı geleneği, devrime kadar oluşan edebiyatımıza olumlu etkilerde bulunmuştur. Ali Şir Nevai, Fizuli, Babur gibi fikir üreticilerini yetiştiren, tüm Yakın ve Orta Doğu’da en zengin edebiyatın biri olan Türk edebiyatının hazinesi bugüne kadar bizim için sırrına tam olarak eremediğimiz bir cevherdir. Buna çok pişman oluyoruz. Orta okullarda ve üniversitelerde eski edebiyat eserleri tam tanıtılmadığı için, edebi geleneğimizin kaynağının farkında değiliz. Bu arada doğu edebiyatını ve kültürünü küçümseyen, türlü derecedeki avrupamerkezli fikirlerin olumsuz etkisini söylemeden geçemeyiz. Biz bazen kendi aydınlarımızın eserlerini tam anlamak için doğunun ilmi ve kültür geleneğini bilmemiz gerektiğinin farkına varmıyoruz. Abay okuyan, talim alan Arap, Türk, Farsi edebiyatı ve felsefe tarihininden haberimiz olmadığı için, Abay’ın eserlerini tam olarak anlayamıyoruz. Şokan’ın, Abay’ın Avrupa kültürüne olan merakı yanlış anlaşılmıştır. Şokan’ın Orta Asya hakkındaki sadece olumsuz fikirleri hesaba alınarak, alimin eski Arap, Çin, Uygur, Farsi dilinde yazılan kaynakları orijinalinden faydalandığını görmezlikten geldi. Yani, bu tarafta da eski kültür yadigarları önemsenmez biçare haldeydi. Eski Türk edebiyatı eserlerini okumak ve ondan manevi güç almak, Kazaklar için edebi düşünce tarzının en eski örneklerini tanımaya götüren yoldur.
Elbette ki, eski Türki edebiyatı yadigarlarını günümüz okurlarının anlaması biraz zor olur. Asırlarca dil yapısında meydana gelen değişikleri hafife alamayız. O yüzden de eski yazılı edebiyat eserlerini Kazak diline aktarmak lazımdır. Fuzûlî ve Nevaî eserlerini orijinal nüshadan aktarmak bizim için büyük bir başarı olurdu. Onların sayesinde Turk edebiyatı, dünyaya adını duyurmuştur. Bu eserleri yaradanlar kendi zamanında dünyanın en ileri başarılarını .... Mesela Ali Şîr Nevaî eserleri Türk ve Farsi edebiyatının en güzel sintez örneğidir. İşte Nevaî’nin bu şaheserleri orijinal nüshadan değil, rusçadan kazakçaya çevirildi. Bunun ne demek olduğunu hepimiz anlıyoruz. Nevaî Türki dilinin otoritesi ve kaderi için mücadele etti ve türlü ilmi risaleler yazdı. Türk dilinin zengin imkanlarına güvenmeyerek Farsça’yı resmi dil konumuna getirmek isteyenlere Nevaî tüm gücüyle karşı çıktı. Aynı toprakları paylaştığımız uygur edebiyatını da yarım yamalak tanıdığımız ortadadır.
Sonuç olarak diyoruz ki, eski edebi mirasımızı tanımak ve öğrenmek için, o eserleri okuyp anlayabilecek uzmanlar yetiştirmemize bağlıdır. Ama bu konuda hala ağırdan alıyoruz. Ünlü alim V. V. Barthold, “Orta Asya halklarının eski tarihini araştırmak için Çince, orta asırlardaki halini anlamak için Arapça ve Farsça bilmek şarttır.” demiş. Öyleyse, bu dilleri iyi bilen uzmanlar yetiştirme meselesine hız vermemiz gerekir.
Eski devirdeki yazılı eserleri yayınlamak ve incelemek, dili, tarihi, kaderi de bir olan kardeş halkların kültür geleneğinin ortak yönlerini öğrenmeye temel olur ve kardeş halkların manevi bağını güçlendirir.
Bugüne kadar en çok araştırılan Kazak sovyet edebiyatı da yeni bir görüşle yorumlanmalıdır. 20-30’lı yıllardaki edebiyatın ideolojik ve yaratıcılık meselelerini araştırma konusunda planlar yapıldı ve inceleme işlevleri başlatıldı. Bu dönemde, eserleriyle tanınan, edebi süreç içerisinde önemli rol oynayan şair ve yazarlarımız çoktur. Bu eserleri yeniden yorumlamanın metodolojik temelini, kollektifleştirme ve sovyetleştirme dönemindeki siyasi ve içtimai durumun yönü ve sıfatı hakkında bugün varılan sonuçlar oluşturmalıdır. Günümüzde yayınlanan, 30’lı yıllarda halkın başına gelen trajik durumu, özel insana tapınma dönemindeki acımasız tasfiye siyasetini konu edinen yazıları değerlendirip, edebiyatın teşekkül süreci içerisinde inceleme, ayrı bir araştırma konusu olabilir. Cezaevi ve kolonyalarda suçsuz günahsız sürünenlerin hatıra yazıları veya eserleri ayrı bir araştırma konusudur. Kazak Sovyet edebiyatının belli eserleri ve devirlerini araştırma konusunda yeni adımlar atılmalı.0 “Kumaş namıyla bez de satılır” derler ya hani, işlediği konusu için övülen eserlere de tenkit gözüyle bakmak lazım. Zamanında bir yenilik olarak değerlendirilen bazı eserlerin seviyesi şimdiki bugünkü ölçütlerle göre bazen çok düşük çıkıyor. Yani, Kazak edebiyatının gelişme sürecini yeniden gözden geçirmek şarttır. Edebiyatın ölümsüz şaheserlerinin sayısı da bu tarihi elekten sonra ortaya çıkar. Sözümüm sonun da kısaca şunu söyleyebilirim ki, bundan sonra edebiyat tarihi, eski kitapların kopyası da, düzeltilmiş hali de olamaz. Bu yüzden de yeni edebiyat tarihini yazmadan önce, edebiyatın çeşitli dönemlerini, akımlarını, seçkin ürünlerini tahlil edecek monografiler ve tenkit makaleler bol bol yayımlanmalı, görüşler tartışılmalı ve de tetkik prenseplerinin belirlenmesi şarttır.

    1989

Görev ve Borç
– Demokrasi prenseplerinin kitap basılımına etkisi nasıl?
– Edebiyat tanıtımı nedir?
– Ülkemizde yayınlanan kitapların konusu hakkında fikriniz? Konu çemberini genişletme hakkında fikrinizi alabilirmiyiz?
– Kitap tanıtımı, piyarı hakkında ne düşünüyorsunuz? Onu geliştirmek için neler yapılmalı?
– Kitap tanıtımında herhangi bir katkıda bulunuyor musunuz? Bu konuda nasıl yardımcı olabilirsiniz?
– “Kitap Jarşısı” dergisi hakkındaki görüşünüzü bildirir misiniz?
Edebiyatı zirveye çıkaran en adil yol, kitap basımında demokratik prensepler üzerinden yürümektir. Şu anda bu mesele konusunda benden çok yayımcılar objektif bilgi verebilir. Ben sahada şu anda olup bitenleri değil, olması gerekenden bahsetmek istiyorum. Çünkü, geçmişte kitap basımında yapılan hakksızlıklar hala içimizdeki sızıdır. Elyazıları plana almak, kitap kaderinin manevi kültüre acımayan, kızıl partinin kuklaları ve yaygaracıların elinde olduğunu acıyla hatırlıyoruz. Yetenekli yazarlarımıza yapılan zülümler saymakla bitmez. Ben şair, devlet adamı Oljas Süleymenov’un kitabını plandan çıkartarak, basılmasına engel olanları da biliyorum. Kazak S.S.R. Devlet Basın Komitesi başkanları, Oljas’ın kitabına karşı fikir yazdırmak için, elyazıyı Moskova eleştirmenlerine göndermişti. Çünkü, Kazakistan’ın beş yüz yazarı arasından Oljasa’ı yasaklayacak bir eleştirmen bulamamıştı. Halk arasında çok sevilen, yetenekli yazar A. Nurşayıkov’un “Ömir Örnekteri” adlı kitabının baskı sayısını kasten azaltarak, yazarın ekmeğiyle oynayanlar dar görüşlü, zavallılardır. Bu söylediklerim eski zamanda değil üç sene önce olan olaylardır.
Yazarlara farklı muamele yaparak yaratıcılık atmosferi bozanların eli bana da uzanmıştı. Benim 1985 yılında basılan “Zamana Sazı” adlı kitabım hakkındaki Kazakistan Komunist Partisi Merkez Komitesi İdeolojiden Sorumlu Sekreteri olan Z. Kamalidenov’un olumsuz fikirleri yüzünden, basılıma hazır olan kitabın sayfaları yırtılıp, tekrar yayına hazırlandı. Z. Kamalidenov, benim bir makalemdeki “Turar Rıskulov önder milliyetçimiz,” ifademi beğenmemiş. J. Jabaeyev hakkındaki makalemde “Ulu juz” kelimesi onu çok korkutmuş. İşte bunun gibi doğal, yerinde kullanılan kelimelere takılan, onu sayfadan sildirmek için tüm gücünü kullanan tutucu ideologları destekleyen yayıncılar, bu ifadelerin değiştirilmesini talep etti. Benim bu durumumdan faydalanan Devlet Basın Komitesi’nde çalışan M. Mamajanov ve “Jazuşı” Basımevi eski idarecileri 1987 yılında 60. yıldönümüm için hazırlanan kitabımı iki sene bekletti. O kitap 1989 yılının sonunda ancak yayınlandı. Z. Kamalidenov, ideoloji meselesinden sorumlu olduğu dönemlerde “tarihî kitaplar çok basılıyor” diye tarihî eserlerin basılımını azaltma talimatı vermesi utanç verici bir harekettir. Tarih sayfalarındaki çok derin problemler ve tarihî dönemler sorununu çözme aşamasında bunun gibi talimatlar, halkın bilincinin önüne konan büyük bir engeldir. Z. Kamalidenov yanlış talimatı için, Kazakistan Yazarlar Kurulu’nun 1987 mayıs ayında grerçekleşen toplantısında cezalandırıldı.... Allah’a şükürler olsun ki, şimdi toplum bunun gibi geri görüşlerden kurtulmaya başladı. Kitap yayın işlerinde demokratik prenseplerin yerleşmeye başladığı için kadere minettarız. Kazak halkının XX asır başlarında yaşayan Şakerim, Jusipbek, Mağjan, Mirjakıp gibi aydınlarının yetmiş yıl boyunca karanlıkta saklanan eserleri aydınlığa kavuştu. Kazak edebiyatının şaheserleri, onlarca destan yayına hazırlanıyor.
Yeniden yapılanma ve demokrasi siyaseti sanat kültürümüze yeni bir hayat verdi. Geçmişte dogmatik kavramlar “kapalı” konu, “açık” konu halka ezberletildi. Hayatın güneşli tarafını tasfir eden, hayatı değil, türlü talimatlar üzerine yazanlar seçkinler yerine kondu. Hayatın gerçeklerini, zıtlıklarını araştırarak, işçileri değil farklı karekteri açmaya çalışan yazarlarımızın acı hayatı hepimizin malumudur. Kazakistan edebiyatının zirve eseri “Abay Jolı” romanını yazan M. Auezov tenkitler ve eleştiriler altında kaldı. Kazak edebiyatına yeni konular, değişik kahramanlar, yaratıcı yeni konsepsiyonlar sunan İlyas Esenberlin’in düğme kadar eksiğini dağ gibi göstererek, yazara engel olmaya çalışanlar, işe yaramaz kıskanç insanlar değil de kimdir? Demokrasi olmayan yerde kötü niyetli insanların zülüm hareketleri cezasız kalır. O zaman geride kaldı. Bunun delili olarak “Jazuşı” basımevi tarafından yayınlanan “Şındık Dauısı (Gerçeğin Sesi)” kitabını öne sürebiliriz. Bu kitapta, bügüne kadar yayına yasaklı, sosyalizm gerçeğine zıt düşen eserler toplanmıştır. Mesela, J. Sızdıkov’un “Ali Karttın Angimesi” poemi 1921-22 yıllardaki kıtlığın korkunç gerçeklerini anlatıyor, Şahan Musin’in “Sönbegen Senim” adli şiirler kitabında stalin dönemi tasfiye siyasetinin kurbanı olan ve Kuzey Asya’ya sürülen, günahsız canların ortak sırrı, kederi sözkonusu oluyor. Bu insanların yaşadıkları ve hisleri “Atı öşsin sol bir jıldardın”, “Gasırıma”, “Kolıma zarı”, “Gulag”, Sibir şeri” gibi şiirlerde çok güzel tasfir edilmiştir. Şair Burkit Iskakov “Tas edennin ızgarı” adlı şir kitabında hapis hayatının acılı günlerini gözler önüne seriyor. Kazak Sovyet edebiyatında hapis hayatını konu edinen ilk şair B. Iskakov’tur. Kazak ünlü şairi Nurhan Ahmetbekov’un “Kulandam” adlı şiirinde 1932 yılındaki halkın başına gelen açlık felaketi anlatılıyor. Otızlı yılların başında Goloşekin gibi kalpsiz başkanların Kazak halkına uyguladığı baskılar, 1937 yılındaki tasfiye felaketi başka bir çok yazarlarımız tarafından işlenmektedir. Aksakalımız olan yazar Jayık Bekturov’un acı gerçeği anlatan belgesel yazıları, o devrin paha biçilmez kanıtlarıdır.
Jariyalılık dönemi sadece “yasak” konuları gündeme getirmedi, beraberinde tek taraflı fikirleri savunan, gerçekleri tersinden anlatan, baştan “ölü doğmuş” eserleri de ortaya çıkardı. En önemli, tanımlama sıfatına sahip dediğimiz tarihi kitapların bile belli bir derecede ideolojik pilan çizgisinden aşamadığını bugün görüyoruz. Bu kitaplarda, sömürgeci em-peryalar ve Kazak halkı arasındaki irtibat konusu ele alındığında sömürgecilik siyaseti objektif geçerlilik olarak gösterilir. Hatta, bazen şiddet kullananlar mevzu konusu olunca, hikayenin sonu bu hareketleri şiddeti kabul eden tarafın iyiliği için yapılan işmiş gibi, sonunu iyiye bağlayarak, bazı birilerinden af dilermiş gibi bitirilir. Tarihî olgular konusunda yarım veya tamamen yanlış fikirler böyle meydana geliyordu. Yeni dönem bunun gibi alışkanlık haline gelen korkaklığı azalttı ve gerçeği söyleme imkanı sağladı. K. Jumadilov’un “Tağdır” romanı buna örnektir. Romanda Rusya ve Çin idarecilerinin kazakların yurdu olan Altay- Tarbagatay topraklarını babalarından kalmış miras gibi, istediği biçimde kendi aralarında paylaştırarak iki emperya arasındaki sınırları belirlemesi, bu toprakların sahibi Kazaklar’ın ulusal menfaatlerini göz ardı etmesi gerçekçi bir şekilde anlatılmıştır. Okuyuculara ancak böyle eserler çok bilgi sağlar. Uzun tarihimizin gerçek özünü tanıtan, zamanın gizlediği nice mücadeleler ve hasreti tüm gerçekleriyle ortaya çıkarmanın zamanı geldi. Kazak halkının bağımsızlığını kaybetme sebeplerini biz hala sömürgecilik amaç güden belgeler ve arşivlerden arıyoruz. Halkın kalbinin köşesine titizlikle sakladığı düşünceleri ve hayalleri hesaba alınmadı.
Bugünlerde edebiyat sahasında eski dönem vaakaları uzun uzun değerlendiriliyor ve inceleniliyor. Bugüne kadar Kazak tarihi XV asırdan başlatılmıştı, bundan sonra bu kalıplaşmış dogmalar da ortadan kaldırılacak. Ulu topraklarda binlerce yıl yaşamış olan halkın tarihini, kendi amaçlarına göre fakir göstermenin sebebini halkımız daha bugün idrak etti. Kazak toprakları hiçbir zaman dünya medeniyetinden mahrum kalmamıştır. Bu gerçeği önce kendimiz kabul etmeliyiz, sonra da tüm dünyaya duyurmalıyız. Akademik Konrad’ın öne sürdüğü gibi Orta Asya medeniyetinden Kazaklar da kendi payını almıştır. Kazakistan’ın güney tarafının tarihî gelişme süreci Orta Asya ile bağlıdır. X asırda dünyaya bilim nurı saçan Al-Farabi’in bizim topraklarda dünyaya gelmesi bir tesadüf olamaz. Bunun gibi orta asırlarda matamatik, tıp, coğrafya bilim sahasında çok büyük keşiflerde bulunan Horezmî, Abu Ali ibn Sina, Birunî gibi ulemalar mirasına Orta Asya halklarıyla beraber Kazaklar da ortaktır. Bu manevi hazinelerimizi sadece sahiplenmek değil, anlamak ve araştırmak lazım. Bu yüzden de tarihî araştırma konusuna iltifat eden yazarlarımızı desteklemek şarttır. Edebiyat sahasında böyle bir eğilim gelişmektedir. Mesela K. Salğarin’in “Kömbe” adlı romanı takdire layık bir kitaptır.
Sovyet döneminin acı gerçeklerini konu edinen eserlerin sayısı büyümektedir. Onlardan biri de S. Elubayev’ın “Ak-boz Uy” romanıdır. Kazak halkının 1932 yılında başından geçirdiği açlığı anlatan bu kitap, ölümsüz eserler yanından yer aldı. Bu sırada K. Naymanbayev’ın “Otpen Oyun”, K Iskakov’un “Aksu Jer Jannatı”, M. Sundetov’un “Bes Konak”, O. Sarsenbayev’ın “Şamşırak” adlı eserleri takdire şayandır.
Sayısına bakılırsa Kazak dilinde basılan kitaplar da az değil. Ama o kitapların çoğu küçüktür ve baskı sayısı azdır. Son zamanlara kadar “kasa” planı için yabancı edebiyat eserlerini acayıp çok sayıda basmak adet olmuştu. Bu ana dilindeki kitapların baskı sayısını çok etkilemiştir. Bizim hedefimiz, çok sayıda kaliteli Kazakça kitaplar yayınlama olmalıdır. Bunun yolları da çoktur. Toplumdaki açıkça göze vuran ihtiyaçlar ve görevlerden bahsettmek istiyoruz.
İlk önce okuyucuyu eğiten, düşünce tarzını geliştiren kaliteli kitaplar yayınlamamız gerek. Şimdiki okuyucu konu açısından olsun, yaratıcılığı açısından olsun, kurgusu açısından olsun zayıf kitapları kabul etmiyorlar. Buna dikkat etmeliyiz.
Çok şükür Kazak dili devlet dili statüsüne kavuştu. Ama bu Dil Yasası’nı layiğiyle uygulamak için düzenli, yürekli ve bilinçli bir faaliyet göstermeliyiz. Yıllar boyunca kazak dilinden vaz geçen aydınlarımız ve uzmanlarımız bu dili geliştirmeye yönelik hiç bir faaliyette bulunmadılar. Bunun için bu sahada eksiğimiz çoktur. Devlet basımevleri, ana dilimizin layık olduğu zirveye yükselmesi için yardım etmek zorunda. Önümüzde acil yapılması gereken faaliyetleri şçyle sıralayabiliriz:

a) Okul öncesi çocukların dilini geliştiren ve ufuklarını açan resimli kitaplar ve kılavuzlar yayınlama, bekletilmesi mümkün olmayan iştir.
b) İlk okuldan başlayıp, üniversitelere kadar tüm ders kitapları Kazakça basılmalı. Geçen yetmiş sene boyunca başlama aşamasında bekletilen ihtiyaçlarımızı beş-on yıl içerisinde gerçekleştirmemiz şarttır. Şehirde büyüyen iki kuşak Rusça terbiye aldı. Şimdi bir kuşak daha ana dilinden uzak kalırsa, bu durumu bir daha düzeltemeyiz. Bu yüzden bilim sahasında Kazakça terminoloji kalıplaştırmak, ders kitapları yazmak, programlar düzenlemek, teknik dergiler yayınlamaişleri acil ve ülke çapında faaliyete geçirilmeli. Dilimizi, bilim dili ve üniversitelerde kulllanılan dil derecesine kadar yükseltmezsek iyi niyetler de, kararlar da bir işe yaramaz. Yeniden kurulan “Ana Tili” basımevinin kısa zaman içerisinde tarihî hizmetler yapacağına inanıyoruz.
c) Halkımızın büyük bir kısmının kendi ana dilini bilmemesi en büyük trajedidir. Başka halklara “Kazakça konuşun” diyebilmemiz için Kazak dilini kabul etmeyen bazı Kazakları öğretmemiz lazım. Günümüzde Kazak basını, önemli sosyal meseleleri gündeme getirmektedir. Maalesef, bu yazıları kazakların yarısı okumuyor. Bu yüzden de istemeden mankurt olan bu topluma, dili öğretme ve ana dilinin lazım olduğunu hissettirme konusunda çalışmalar yapılmalı. Bunun için kaliteli sözlükler, kılavuzlar, kazak dilini öğreten kitaplar çok sayıda basılmalıdır. Kazakça-Rusça-Arapça, Kazakça-Rusçaİnglizce, Kazakça-Rusça-Türkçe, Kazakça-Rusça-Çince kaliteli sözlükler lazım. Hatta Kazakça-Özbekçe-Azerice lugatlara da ihtiyaç duyulmakta.
d) Kazakça kitapların konusunu genişletme söz konusu ol-dunca ilk önce Çin ve Moğolistan’da yaşayan Kazak yazarlarının eserleri aklımıza geliyor. Doğu Türkistan’da Kazak yazarlarının çeşitli eserleri çok sayıda yayınlandığını biliyoruz. Yabancı memleketlerde basılan seçili eserleri biz de yayınlamalıyız. Dünyaya dağılan halkımızın tarihî kaderini takip etmenin en güzel yolu budur. Sırada Türk dilli halkların asırlarca yarattığı edebi yadigarları var. Biz gerçekten tarihi, kaderi, geleneği, dili ortak kardeş halkların edebiyatı ve kültürüne çok uzak kaldık.
e) Halklar kültürü, zaman sürecinde sıkı bir irtibat içerisinde gelişmiştir. Tercüme işinin bu konuda rolü çok büyüktür. Uluslararası dereceye çıkan Rus, İngliz, Çin, Fransız, Arap dillerinin gücü, onların dünyadaki en güzel ilmi ve sanat eserlerini kendi dillerine tercüme etme yoluyla halkın doğal mülkü haline getirmekle gerçekleştirmiştir. Kazak dili de bu yolu takip ederek kendi imkanlarını ve gücünü arttırabilir. Bu yüzden dünyanın en güzel ilmî ve edebî eserlerini Kazakça’ya çevirmek, çok faydalı olacaktır. Ülkemizde Kazakça dünya edebiytı kütüphanesi mevcut değildir. Bizim dilimiz Eski Çin, Japon, Hindistan, Yunanistan, Batı Avrupa, Roma memleketlerinde yazılan edebi nüshaları da ilmi eserleri de çevirme gücüne sahiptir. Sadece devlet ve halk tarafından destek gerekir. Uzun zaman dilimiz ikinci sırada olduğu için tercümen uzmanlar kadrosu da hazırlanmadığını üzülerek dile getiriyoruz. Bu eksiğin yerini doldurmamız lazım. Dünya halklarına ortak olan ilmî ve edebiyat konuları Kazakistan basımevleri için de yabancı kalmamalı.
Kazakça kitapların tanıtımı çok zayıftır: zaten az kitabımızı gerektiği yere yetiştiremiyoruz, reklamını yapımıyoruz. Asıl amacımız, Kazakça kitapları sadece ülke çapında değil, Rusya’nın birkaç eyaleti ve Orta Asya’nın ayrı bölgelerinde yaşayan kardeşlerimize ulaştırmaktır. Bu amaca ulaşmak için radyo, televizyon, basınlar, sosyal kurumlar ve kültür merkezlerinden yararlanmak gerekir. Kazakça kitapların satışını destekleyecek Kazakça konuşan memurlar da çok önemlidir. Kitap dükkanlarında çalışanlar, kendi işini sadece ekmek parasını kazanmak için değil, kendini milli kültürün bir parçası, tanıtıcısı olarak hissetmesi çok önemlidir. Kitap ticaretini ülkede bir kurum tarafından kontröl edilirse Kazakça kitaplara olan boşvermişliğin önüne geçilebilirdi.
Kitab nasihatına aydın zirvesi aktif bir şekilde katılmalı. Biz de bu iş için elimizden gelen hizmeti vermekteyiz.
“Kitap jarşısı” eskiden basılan kitapların listesini ve kısaca özetini yayımlıyordu. Son zamanlarda bu yayın çalışma tarzına yenilikler getirdi. Bundan sonra bu yayından eleştiri yazıları, repörtajlar, edebi tanıtımlar da yayınlanacak. Bu gidişle “Kitap jarşısı” halk arasında aranan ve sevilen basın olur, inşallah. 1990

Yaşam Demirkazık’ı
(“Almatı Akşamı” gazetesine verilen repörtaj)
– Rahmankul ağa, ilk önce sizi ana dilimizin devlet dili satüsü ile kutlamak istiyorum. Mukagali şairimiz: “İkinci bir bahtım dilim benim
Taş yüreği dilimle dilimledim
Bazen ben dünyadan vazgeçsem de
Kutsal varlık dilimden vazgeçmedim.”
– dediği gibi siz de dil için çok emek verdiniz, şimdi bu konuda söyleyecek birikiminiz vardır.
– Ben de halkımı Dil Yasası’nın kabulünden dolayı tüm kalbimle kutluyorum. Bu yasa, halkımızın manevi hayatında gerçekleşen önemli vaakalardan biridir. Bu ilk önce yeniden yapılanma, demokrasi ve egemenlik döneminin ilk meyvesidir. Yoksa bu mesele, eskiden de bir kaç defa gündeme getirilmişti. Ben 1956 yılında Kazakça okulların azalması, Kazakça gazetelerin kapatılması, terimler eksikliği konusunda “Kazak edebiyatı” gazetesine bir yazı yazmıştım. “En büyük kültür hazinemiz” adlı makalem 22 nisan günü yayınlanmıştı. Bu halk tarafından coşkuyla karşılandı ve gazeteye mektuplar kar gibi yağdı. Çünkü, bu çok Kazak’ı düşündüren bir meseleydi. Ama o zamanlar ülkedeki sosyal, siyasi durum çok farklıydı. Stalin siyasetinden dolayı bu fikrimizi milliyetçilik olarak değerlendirenler ve takibe alanlar da oldu. Partinin meşhur XX kurul toplantısının demokratik ruhu olmasaydı, biz de sürgün olurduk. Bir şahısa tapınmanı sınama çok işimize yaradı. Makale toplum tarafında çok iltifat gördü ve bu bana ve bu meseleyi destekleyen topluma manevi güç verdi. Aydınlarımız da bu fikrini destekleyerek, toplum düşüncesini canlandırdı. Ama ne yazık ki bu hareket devlet adamları tarafından iltifat görmedi. O zamandan bu yana tam tamına 33 sene geçmiş. O zaman da devlet bu meseleyi ciddiye alsaydı, şuan 800 okulumuz faaliyetini sürdürmüş olacaktı. O kadar basın-yayınımız olurdu. “Akşam” gazetesi de çoktan faaliyet gösterirdi.
Çok yakında “Mağjan haftalığı” için Kuzey Kazakistan’a gittik. Bu bayram yerli Kazaklar tarafından çok beğeni topladı. Şairin dönüşü, hakikat ve adeletin dönüşüydu onlar için. Bu bölgede bir tek Kazakça basın yokmuş. Kazak okulları çoktan faaliyetine son vermiş. Tabii toplumsal düşünce olmadan, devlet desteğinsiz dil gelişir mi? Bu meseleyi biz eyalet akimine aktardık. Bu bölgede milli kültürü geliştirme konusunda çalışmaların olmadığını bildirdik. Bazen düşünüyorum da, neden böyle açıkça göze vuran meseleyi birileri söylemeli? Böyle bir durumda bulunmanın ne kadar korkunç olduğunu kendileri de bilmeleri gerekirdi.
Dil Yasası – geleceğe giden yolu belirleyen gerçektir.
Ama bu önümüzde yapılacak işlerin başlangıcıdır. “Veren değil, alan cömerttir” bundan sonra sorumluluk bizim üzerimizde. Eskiden devlet dili desteklemediği için dil, bu duruma düşmüştü. Oysa bugün devlet ana dilimizi geliştirmeyi, toplumda kullanım alanını genişletmeyi kendi koruma altına aldı. Damarı derinlere dayanan dilimiz tarihte ilk defa devlet, Yasa ile koruyacak!
Dil Yasası önce .... halk kendi fikrini bildirdi. Bu Yasa, bu fikirleri temel edindi. Desek te bazı teklifler göz ardı edilmiştir. Mesela Kazak dilini “etnik gruplar arasında iletişim dili” ilan etmek gerekirdi. Çünkü ülkemizde Tatar, Özbek, Uygur, Azeri gibi Türk dilli halklar yaşıyor. Bir milyondan fazla halk Kazakça biliyor. Yani Kazak dili bir derecede etnik grupların iletişim dili statüsüne sahiptir. Bu gelecekte daha da büyüyecek.
Bence göz ardı edilen ikinci bir mesele daha var. Dil Yasası’nın 30. maddesinde “Ülke dışına yollanan (uluslararsı mektuplar dışında) mektuplar ve yazılar Rusça yazılsın” olarak geçmekte. Bu, “Kazak ve Rus dillerinde” olmalıydı. Kazakça yazılan mektupları Orta Asya halkları anlamaz mı? Bunların dışında Yasa’nın bu şekli de ince çalışmalar üzerine yapılan bir belgedir. Geçen sene baharın ve yeni yıl bayramı olan Nevruz’u dirilttik. Bu halkımızın kültür zenginliğini biriktiren, başka halkların hürmetini uyandıran bayramdır. Halkımızın milli bayramının dönüşüne destek olan Özbekali Janibekov’a şükranlarımız sonsuzdur.
Yukarıda dile getirilen tekliflerimiz Kazak SSR Bakanlar Kurulu “Kazak SSR’nde Kazak Dili ve Etnik Gruplar Dillerini Geliştirme 2000” devlet stratejisinde yerine getirilecek diye düşünüyoruz. Ana dilimize ilgili bir teklifim daha olacak. “Kazak dili bayramı” gününü belirlememiz gerek. Bu bayram Dil Yasası kabul edilen 22 eylül günü kutlanmalı. Bu bayramda her yıl, ülke çapında ana dilimizi geliştirme uğruna yapılan işlerin yoklaması gibi olur. Kaç çocuk yuvası, kaç tane okul açıldı sayılmalı, gazete ve dergilerin, kitapların baskı sayısı konusunda bugün hesap verilsin. Özellikle de bu bayram günü dilin tüm imkanlarını gösteren şiir ve şarkının, atışmalar ve başka da kültür etkinlikleri bir araya getiren büyük bir kutlama olmalı. Yurt dışında yaşayan Kazaklar, diğer kardeş halkların etkili kişileri davet edilmeli. Bu günün hürmetine türlü etkinlikler düzenlenmeli. Mesela, kitap fuarları, Kazakça bilen etnik gruplar üyeleri arasında yarışmalar organize edilmeli. O zaman bu bayram, iletişim ve dostluk bayramı olur.
– Bu teklifiniz yerinde bir tekliftir. Şöyle bir sorumuz daha var. Dil Yasası önümüzdeki yılın temmuz ayında, onun bazı maddeleri 5-10 senelik bir süreç içerisinde yürürliğe girecek. Ama bu o zamana kadar hiçbir şey yapmadan beklemek anlamına gelmez, değil mi?
– Az önce de belirttiğim gibi, şu anda her şey kendi elimizde. Burada söylenenleri bir an önce gerçekleştirmeye çalışmak lazımdır. İlk önce Kazaklar’ın kendi ana diline olan hürmetini uyandırmak gerekir. Biz saygı duymazsak kim saygı duyar dilimize. Kendimiz yarım yamalak konuşurken başkalarına nasıl dersin “sen bizim dilimizi öğren”, diye. Yeni kuşağa dil öğretme, çocuk yuvalarından başlamalı. Bunun için güçlü bir öğretmen kadrosu hazırlamak lazım. Ünüversitelerde Kazakça bölümleri cesurca açmalı. Ana dilimizin tüm bilim alanlarında kullanılabilecek bilim dili konumuna oturtmamız şarttır. Bilim, ana dilimizde yapılırsa ebeveyinler çocuklarının geleceği için hangi okula ihtiyaçlarının olduğunu anlarlar. Bu söylenenleri gerçekleştirmek için Kazak dili ve edebiyatı öğretmenleri hazırlamamız lazım. 50 yıllarda dil ve edebiyat bölümlerine talebin az olmsından dolayı fakülteler kapatıldı, bu yüzden de kadro sayısı azaldı. Petropavl şehrinde Eğitim Enstitüsü, fakültelerinde Kazakça bölümler açmak istemiş, ama Kazakça okutabilecek öğretmenler bulamamış. Zamanın ana diline çok uzak kalmış bir kuşağı yarattığını ispatlıyor bu örnek.
İkinci olarak dilimizi geliştirmek için ders kitapları ve çok kaliteli sözlükler lazım. Bugüne kadar Kazakça- Rusça sözlükler basılmamış, küçük bir sözlük yeni basıldı. Orta Asya halkları bu konuda bizden bir hayli ileride, onlardan örnek alabiliriz. Mesela, Kırgızça-Rusça, Özbekçe –Rusça sözlükleri yüz bin kelime içermekte. Ortadaki sözlük açığını kapatmalıyız. Dili öğreten kılavuzlar ve çeşitli sözlükler için masraflardan kaçınmamalı. Hatta Dil Enstitüsü’nün sözlük bölümünü büyütmek lazım.
Okullarda Kazak dili ve edebiyatı okutma durumu da talepleri karşılayamıyor. Bunu da bıkmadan söylemekteyiz. Ama hala önemli adımlar atılmadı. Yakında Almatı’da 2.NO okul Kazak dili ve edebiyatını yoğun bir şekilde okutmaya başladı, bunun gibi okulları çoğaltmalıyız. Rus okullarında da Kazak dili ve edebiyatı dersleri açılmalı.
Okulda kullanılan Kazakça ders kitaplarının meselesi ayrı bir meseledir. Öğrencilerin kaliteli eğitim almasını sağlamak lazımdır. Buna bağlı olarak “Joğarı mektep” adlı basımevi kurmayı teklif ediyorum. “Mektep” basımevi, ülkedeki tüm okullarının ihtiyaçlarını istese de karşılayamayacak, çünkü bu kapasiteye sahip değildir. Eğer dilimizi öğretmeyi çocuk yuvasından, okullardan başlatmak istiyorsak ilk önce bütün ders kitaplarını ana dilimizde hazırlamalıyız ve üniversitelerde okutulan klasik ders kitaplarını Kazakça’ya tercüme etmek zorundayız. Tercüme terminolojisini yaratmalıyız. Çünkü orta okul ders kitaplarının dili çok ağır ve zor anlaşılıyor. Bu kitaplar okumak için yazılmamış sanki, sadece, bizde Kazakça kitaplar var, demeye yarıyor. Genç kuşağa dil öğretmek için düzenli bir plana, yeni basımevlerine ihtiyacımız vardır. Ders kitaplarını hazırlayanlara devlet tarafından destek sağlanmalı. Ana okullarda ve okullarda Kazakça okutmak için Eğitim Bakanlığı ve başka da devlet kurumlarının sadece maaddi deüil de, manevi desteği de çok önemlidir.
– Basın ve tercüme meseleleri konusunda çok güzel söylediniz. Bizim “Akşam” gazetesi de türlü olumsuzluklarla yüz yüzedir. Mesela haftada altı defa yayınlanan bu gazete küçücük kadrosu ile dört saat içerisinde hazırlanıyor. Metinler Rusçadan Kazakçaya tercüme ediliyor. Metini daktilografa anında tercüme etmek zorunda. Üstelik gazete akşam yayını olduğu için öğleye kadar dört saat içerisinde hazırlanması gerekiyor. Bu acele içerisinde meydana gelen önemsiz hatalara takılan bazı emekli büyüklerimiz gazeteye telefon açarak “orada böyle hata var, bu kelimenin anlamı buraya uymuyor” gibisi tenkitlerde bulunuyoır ve çalışanların çok vaktini alıyorlar. Bu fikirlerin bazıları doğru oluyor, bazen yerinde olmayan tenkitler de duyuyoruz. Basının halinden siz anlarsınız.
– Haklısınız, “Akşam” gazetesinin tercüme gazete olması başından doğru bir karar değildi. Kardeş ülkeler Baku, Taşkent “Akşamları” bağımsız bir gazetedir. Bu kadar zengin ükede yaşayıp ta akşamları çıkan biricik gazeteyi kendi başımıza çıkaramama, “deve kesip te kavurdağa et bulamama” gibi oluyor. Okurlarımız başkent haberlerini ana dilinde okumalı. Aslında “Akşam” gazetesinin dağılımını ülke çapında sağlamak lazımdır. Almatı’da Kazakça bilen okurlar çok azdır. “Sosyalist Kazakistan” gazetesinin dağılımını yapan uçak “Akşam”ı da yetiştirir. Bu gazetenin beş eyalet dışına çıkamamasının sebebi katalogtaki “akşam gazeteleri sadece o şehir içinde dağıtılır” maddesine bağlıdır. Bence her şey zamanın akışına ve ihtiyaçlarına göre şekillenmeli. Taşkent ve Kazan’ın akşam gazetelerini tüm ülke okuyor.
Evet, “Akşam” gazetesi zor durumda, bunu anlıyorum. “Kazakistan Muğalimi”, Kazakistan Komunistı” basınları da aynı zorlukları yaşamıştı. Bence tercüme gazete, dili hor görmekle eşittir.
Gazetede görülen hatalara gelirsek, bu sadece zaman darlığından kaynaklanmıyor, terminoloji sözlüğün yetersizliğinden kaynaklanan meseledir. Terminoloji sözlüğü uzman tercüman kadrosundan oluşan özel bir heyetin kontrölünde, sürekli yenilenerek geliştirilmeli ve sık sık basılmalı. Bu ders kitaplarını hazırlamada da, günlük hayatta da ihtiyaç duyduğumuz vazgeçilmez öğedir. Terimler sözlüğü yıllar önce basıldı, o zamandan bu yana da o kadar olay gerçekleşti. Bu yüzden de tercümedeki ağırlık gazeteciler üzerine yığıldı.
Son zamanlarda cumhuriyette çift dilli siyaset olduğu için bu konuda bir takım çalışmalar yapıldı. Kazakistan Yazarlar Birliği yanından Tercüme Kurulu açıldı. Kazakistan Pedogoji Enstitüsünde bu sene tercüme bölümleri açıldı. Uzmanlara kaliteli tercümanlar hazırlamada destek olmalı. “Akşam” gazetesinin başaracağına inanıyorum. Çünkü bu gazete tercüme ile sınırlı kalmıyor, kendi makaleleri de yayımlıyor. Bence bu da meyvesini vermeye başladı.
–Evet halkımız çok zar zamanları başından geçirdi. Sadece alfabemizin bir kaç defa değiştirilmesi de eğitimi derinden etkiledi.
– Bağımsızlığımıza kavuştuktan sonra karanlık köşelerde, tozlar içinde yatan bir çok hazinemizi geri kazandık. Uzun zamana yayılan staline tapınma, onun arkasından gelen buhranlı yıllar, acı gerçeğin ortaya çıkmasına engel oldu. Şair Jumeken’in sözüyle “Tepelerin gönülü için asırlarca dağların yüksekliğini sakladık”. Şimdi pluralizm fermanı “gerçeği söyle” diyor. Abılay Han döneminde yaşayan Şal şair:
Söyle dilim söyle sahibin burada
Önüne söyleyecek zaman keldi
Söyle dilim, kızıl dilim
Kısaldı uzun dunya küçük geldi
diye yırlamış. Toplumun geçmişinden, tarihinden, kültüründen uzak kalmasının sebebi de, ata babalarımızın asırlarca kullandığı, eserler verdiği arap alfabesinden ayrı kalmasıydı. 1929 yılında latin alfabesine geçen Kazak halkı bir gün içerisinde cahil olup çıktı. Devrimden önce Kazan basımevlerinden 3 milliyon baskı sayısıyla binlerce kitap bastıran halk, büyük bir bunalım içine girdi. Tarihimize ve medeniyetimize ilgili önemli malumatlar gelecek kuşağa kapalı kaldı. Latini on sene okuduk, sonra da kirile göçtük ve cahileştirmenin yeni bir karanlık dönemine rast geldik. Tarihimizin onlarca yılı sislere karıştı. Bunca hazineden ayrılmak manevi çöküntüye neden oldu. Az yıl içerisinde alfabenin üç defa değişmesinden dolayı kültürümüz de kan kaybetmeye başladı. Bundan sonra bin yıllık medeniyetimiz bir yana, dünümüzü bile zar zor hatırladık.
– Sizin de çalıştığınız Kazakistan Devlet Üniversitesinde arap dili yabancı dil olarak okutuluyordu.
– Üniversitede Arap dili olarak açılan bu bölüm, sonra büyüyerek şarkiyat fakültesi oldu. Bundan sonra onlarca okullarda Arapça dersler okutulmaya başladı. “Mektep” basımevi tarafından arapça kitaplar yayınlanmaya başladı. Bunların hepsi tabi ki sevinç verici bir durumdur. Arap dili uzmanı Absattar Derbisalin, bu dilin önemini, halkımıza tanıtma yolunda çok emekler verdi.
Gelecekte Arapça dersler yüzlerce okullarda özel ders olarak okutulmasını teklif ediyoruz. Bunun için kadro sayısı elverişlidir. Bundan amaç, alimler yetiştirmek değil, öğrencilerin arap alfabesini öğrenmesidir. Bu öğrencilerimizin eski mirasımızı orijinal nüshadan okup öğrenmesine giden en doğru yoldur.
Bir çok üniversitenin filoloji fakültelerinde runik alfabeleri okutulmaya başlamıştır. Bu çok iyi bir başlangıçtır. Bir kaç yıl önce Frunze şehrinde organize edilen Turkologlar Konferansında yazar Şıngıs Aytmatov, “Eski Türk edebiyatı okullarda okutulmalı” fikrini ortaya atmıştı. Bu da düşünülmesi gereken bir meseledir.
Ermenistan’a yaptığım bir gezide Ermeni alfabesinin 1.5 bin yıl kullanılmakta olduğunu öğrendim. Hayat boyunca sadece bir harfı değişmiş. Bu demek oluyor ki, ilk sınıf öğrencisi bile 1.5 bin yıl önce yazılan yazıları okuyabiliyor. Anlamayabilir, ama okuyor ya. Ya biz? Ama Dil Yasasının 25 maddesinde geleneksel Kazak alfabelerini okup öğrenmeye özen gösterilmesi sevindiriyor, ümit veriyor. Şimdiki bilim adamları V-XV asırlarda teşekkül eden edebi mirasların tüm Türk dilli halklara ortak olduğu kanaati taşıyor. Onların hepsi eski Türk ve Arap harfleriyle yazılmıştır. Biz, Kazak edebiyatının eski devri derken bu dönemi kastediyoruz. Mesela, Orhun abideleri, “Oğuzname”, “Kutadgu Bilig”, “Mahabbatnama”, “Kissas-ul Enbiye”, “Husrau Şirin”, “Jum Juma”, “Kitabı Dede Korkut”, “Kodeks Kumaniks”, “Divan-ı Hikmet”, gibi onlarca eser var. Kazak edebiyatını bu dönemlerden başlatmayı ilk öne süren Beysembay Kenjebayev oldu. Bu meseleyi o, 50 yılların başında gündeme getirmişti. Onun H. Suyinişaliyev, M. Joldasbekov, M. Magauin, A. Kıraubayeva, K. Ömiraliyev, N. Kelimbetov gibi şakirtleri ve hemfikir meslektaşları bu fikri geliştirdi. Nemat, “Kazak edebiyatının eski dönemi” adlı ders kitabı yazdı. Şu anda eski edebiyat konusunda yapılan araştırmalar vardır ama bu yetersizdir. Bunun gibi dev edebiyatı incelemek için eski Türk dili ve Orta Asya Türk dillerini bilen uzmanlar yetiştirmek lazım. Biz, “Arapça, Çince, Farsça uzmanlar lazım” diyoruz. Bu doğru da, ama eski Türk dilinde yazılan eserlerin ne kadar çok olduğuna önem vermiyoruz. Yukarıda adı geçen ve başka da eserlerimiz, ilmi açıklamaları ve Kazakça tercümesi ile tekrar basılmalı. İnsanlar, orijinal metin yanında transkripsiyonunu da görmeli. Büyük şairimiz Şakerim “Elveda” şiirinde şöyle diyor:
“Ben acılar çektim,
Üzüntülü hayat sürdüm,
Kazak’ım iyi düşün
Sen de insanoğlusun.
Orta kuşağın elinden kaçıranları, yeni kuşak yakalamalı.
– Edebiyat, halklar arasında dostluğun güçlenmesinde çok önemli rol oynar. Uluslararası ilişkinin karmaşık bir sıfat aldığı bu dönemde, edebi eserler, elçi hizmetini yapar. Biz Türk halkları kültüründen bahsettiğimizde, kökümüzün aynı olduğuna bir daha ikna oluyoruz. Ama o eski bağı, ortak mirası tanıyıp öğrenmeye gelince çok eksiğimizin olduğunu görüyoruz.
– Ulus birliği örnekleri sözlü edebiyatın her satırında geçiyor. Mesela “Alpamıs batır” destanının nüshaları karakalpakta da, özbekte de vardır. Hatta bunun efsaneleri Tatar ve Başkıurtlarda da rastlanmakta. Oğuz boyuna mensup halkların ortak mirası “Kitab-ı Dede Korkut” un bir bölümü bu Kazak destanının aynısıdır. Bir destan üzerinden ne kadar çok kültürel bağlar söyleyebiliriz. “Köroğlu” sadece Türkmenler ve Azerilerin değildir. Kozı Korpeş – Bayan Sulu destanını Altaylılardan taa Romanistan Nogaylarına kadar ezbere söylüyor. Üzücü olan şu ki, bir halk öbür halkın da aynı destanı olduğundan habersizdir. Başka halkların kültürünü tanımanın en iyi yolu tercümedir. Kazakçaya başka halklar edebiyatından çok şey çevrilmiştir. Ama tercüme sayısı ne kadar çok olsa bile biz, kardeş halkların en muazzam edebi nüshalarını tanımıyoruz. Mesela Özbek klasik edebiyatın temsilcisi Nevai’nin şiiri Kazakça’ya aktarılmamış. Bu eserler XV asırdaki tüm Türk halkları edebiyatının gültacı değil mi? Dünya tanıyan, Abay seven şairi bugünkü eğitimli Kazak toplumunun bilmemesi çok ilginçtir. Bu sene “Jazuşı” basımevi N. Aytov’un çevirip, yayına hazırladığı Nevai’nin “Eskendir Korganı” adlı eserini yayınlayacak. Bunun devamını getirmek lazım. Türk dilli edebiyatın zirvesi olan Fuzulî şaheserlerini de çok insan bilmez. Türk dilli sözlü edebiyatın paha biçilmez yadigarlarını da Kazakça söyletelim. Uygur edebiyatı temsilcisi Bilal Nazım’ın eserlerinin Kazakça yayınlanması iyi bir adımdır.
Son zamanlarda Tatar folkloru 12, Başkurt folkloru 18, Karakalpak 18, Altay 10 cilt olarak yayınlandı. Bu kitaplar her halkın bilgelik derecesi olan çok değerli yapıtlara doludur. Halka bunu göstermeliyiz. Manevi görkem hazinemizi tanımadan halklar bir birini tanıyamaz. Mesela Kuzey Kafkaslarda yaşayan Kumık, Karaçay, Nogay gibi kardeş halkların edebiyatından haberimiz var mı? Bu sene Nogay folklorı “Karaydar ve Kızılgül” adıyla ilk defa Kazakça yayınlandı. Bunun gibi Saha, Altay, Tuva, Hakas, Başkurt v.b halkların sözlü edebiyatından örnekleri Kazakçaya neden tercüme etmiyoruz?
– Türk halklarının birkaçını saydınız, ama Kırım Tatarlarını duyamadık.
– Kırım Tatarları, zamanında çok zülme uğradılar. Onların sürgünü, ta Çarlık Rusya döneminden başlıyor. Türlü baskı sebebiyle XVIII-XIX asırlarda Kırım Tatarları ve Nogaylar, ata yurtlarını arkaya bırakıp başka ülkelere Türkiye, Romanya’ya göç etme zorunda kaldılar. Ama Çarlık Rusya’nın zülmü, 1944 yılında yapılan haksızlık yanında hiç kalır. Bundan 45 sene önce Kırım Tatarları, öz topraklarından zorla Orta Asya Cumhuriyetleri’ne göç edildi. Onların yarısından çoğu Özbekistan’a yerleştiler. Stalinizm döneminde haksızlığa uğrayan halkları, yani Kırım Tatarları, Meshetli Türkleri, Edil boyunda yaşayan Almanları kendi tarihi yurduna geri gönderme ve onlara egemenlik verme konusu, KPSS Merkez Komitesi “Etnik Gruplar meselesi” kararlarında öngörülmüştür. Geç te olsa adaletin yerini bulacağına inanmak istiyoruz. Kırım Tatarları edebiyatı, zengin tarihe sahiptir, kendine ait usulu olan, muhteşem bir alemdir. Sözlü edebiyatı, Kazak folkloruna çok yakındır. Şora Batır, Kozı Körpeş-Bayan Sulu, Edige Batır, Köroğlu, Kırım Tatarları arasında çok yaygın bir destandır. Bunun sebebi de Kırım Tatarları ile kaynaşan Nogayların Kazaklar’la akrabalık bağıdır. Kırım Nogayları arasında Kazak boylarına rastlamak mümkündür. Kırım Tatar edebiyatı temsilcileri Aşık Omar ve Janmuhamed’in özgeçmiş bilgilerine bakıldığında Omar’ın kıpçak, Janmuhamed’in de nayman boylarından çıktığını görüyoruz. Bu arada biz onları sahiplenme arzusunda değiliz. Bir zamanlar Altın Orda İmparatorluğunun yönetimi altında olan büyük kabilelerin sonradan Türk halklarıyla kaynaştığı bir gerçektir. Kırım tatarları, Noğaylar, komşu Karakalpak, Özbek sözlü edebiyatının bir birlerine benzemesinin asıl sebebi de, o folkloru yaradan ve günümüze getiren uluslar ve kabilelerin kökü bir kardeş olduğunu bildirmek boynumuzun borcudur. Türk halklarının tarihi hala yazılmakta. O halkların folkloru ve yazılı edebiyatlarındaki malumatlar, tarihiteki eksiklikleri tamamlayabilir. Bu, halkların bir birlerini daha iyi anlamasını sağlardı ve aralarındaki manevi bağı güçlendirirdi.
– Stalin siyaseti döneminde yapılan haksızlıkları bugünlerde çok iyi görmeye başladık ve bu haksızlıkların sonuçları düzeltmeye çalışıyoruz. Halkımızın büyük bir kısmı, 30’lı yıllarda yaşanan açlık ve salgından yok oldu. Bunun bir “soykırım” olduğunu resmi ilan etmeliyiz . Bugüne kadar bu konuyu göz ardı ettik. “Naurız” atışmasında bir şairin “Stalin hiddetine dayanamayan halkım, Altayları aştı gitti” dediği gibi, halkımız Çin’den ülkemizin doğusundaki Kamçatka’ya kadar, hatta Arhangelsk, Murmanski’e kadar göç etti. Onları öz topraklarına geri getirmek lazım. Bu onların doğal hakkıdır. Devlet onlara maddi destek sağlamalı. Kazak SSR Devlet Çalışma komitesinin görevi başka ülkelerden Kazakistan’a gelip çalışacak işçi kaynağı sağlamaktır. Bu işçi kaynağı neden diş ülkede yaşayan Kazaklar olmasın? Açlıktan göç eden kardeşlerimize yönelik ciddi bir çalışma yapılmadı. Komite, bu işe ciddiyet vermeli. Çünkü onların ana dilinde okuyacak ne okulu var, nede basın yayını. RSFSR’ın çeşitli bölgelerinde yaşayan 600 bin Kazak arasından çıkan devlet adamı tanıyormusunuz? Bu mesele konusunda milletvekillerinin de yapması gereken işler çoktur. Ülkemizin işçilere ve 11 bin çobana ihtiyacı var. Dışarıda yaşayan kardeşlerimizin çoğu bu işin ustasıdır. Onların vatanına dönme hakkını devlet korumalı ve onlara tazminat ödemeli. Ancak o zaman adalet yerini bulacaktır.
Gurbette yaşayan vatandaşlarımızın manevi gelişmesine yardım etme bizim borcumuzdur. Mesela 1 milyon Kazak yaşayan Özbekistan’da bir tane Kazakça gazete bile yok. Etnik grupların hakkları konusunda Kazakistan herkese önderlik edebilir. Ülkemizde basın, radyo ve televizyon 5 dilde hizmet vermekte. Bu halkları bir birlerine yakınlaştırır. Kardeş Uygur halkının bir kısmı yüz yıl önce doğu Türkistan’dan Jetisu’a gelip yerleştiler ve bugünlerde kültürlerini geliştirmekte. Dil Yasasında da etnik grupların hakları korunmuştur. Ülkemizde Uygur dilinde üç ayrı gazete yayınlanmakta, “Parvaz” seri yazılar antalojisi basılmakta, Jazuşılar Odağında uygur edebiyatı bölümü, “Mektep” basımevinde özel bir bölüm faaliyet göstermekte, Kazak Pedogoji Enstitüsünde uygur dili ve edebiyatı fakültesi, Bilim Akademisi yanından da Uygur Enstitüsü açılmıştır. Uygurların ülkemizdeki yaşam şartları, Özbekistan’da yaşayan Kazakların yaşam şartlarıyla kıyaslanamaz. Ama Kazak kültürünün Uygurlar arasında tanıtımı ve uygur kültürünün Kazaklar arasında tanıtımı hiç yapılmamakta. Uygur klasik yazarlarından sadece Bilal Kazakçaya çevirildi. Kazakların meşhur destanları uygur diline aktarılmadı. Yeni Hayat gazetesinin şubat ayı sayısında M. Obulkasımov’un “Bir Kitap Hakkında Söz” adlı makalesi yayımlanmıştır. Arap harfiyle basılan bu gazete sadece ülke sınırlarında değil, yabancı ülkelere de dağıtılır. Bu makalede profesör Suyunişaliyev’ın “Asırlar Poeziyası” adlı kitabı eleştirilmiştir ve makalede siyasi ve ilmi hatalara yol verilmiştir.H. Suyinişaliyev’in kitabında eksiklikler olabilir. Ama M. Obılkasımov, kendi makalesinde kitabı bir kenara bırakmış ve Kazak halkı hakkında kaba ifadelerde bulunmuştur. O, “Kazaklar eski kültürü olmayan, yazılı edebiyatı da olmayan, şehirler kurmayan, ekin ekmeyen bir halktır” diyor. Bununla da durmuyor, Kazakların “jer jannatı” dediği Jetisu bölgesini, Uygurların olduğunu iddia ediyor. Bir de, “XVI asırlarda Uygurlar, bu toprağı işgal etti” diye keşiflerde bulunuyor. Bu makale sahibinin ilmi bilgilerden de, ahlaktan da habersiz olduğu belli, ama bunun gibi yazıları gazete neden yayınlıyor? Söz konusu makalede Kazaklara hitaben söylenen bu kuruntuları gazete kurulu gözden mi kaçırmış? Aynı topraklarda yaşayan, bir havayı soluyan, aynı kaynaktan su içen Kazak halkına hitaben söylenen bu ağır sözler için, bir Uygur aydını basına çıkıp ta adaleti, objektif fikrini söyleyemedi. Oyundan yangın çıkabilir. “Yeni Hayat” gazetesi basın kurulu, Kazakistan topraklarında yaşayıp ta Kazaklara karşı nefret dolu nutuklarda bulunan şahısın hatasını ortaya çıkarıp, aldığı pozisyon için icap eden uyarılarda bulunacağını ümit ediyoruz.
– Rahmankul ağa, şimdi de şu anda meşgul olduğunuz ve geleceğe doğru planlarınızı dinlemek istiyoruz…
– Son çalışmalarım folklor sahasında uzun zamandan beri yasaklı olan konular, Kazak-Nogay jırları. “Orak –Ma-may”, “Karasay-Kazi”, “Kırım’ın Kırk Batırı” destanlarının bazı bölümleri üzerinde çalışıyorum. Bu destanların gelişme sürecini, şekil özellikleri, edebi derecesi ve Kazak folklorundaki yeri konusunda monografi hazırlıyorum. Kazakistan Yazarlar Kurumu, folklor kolu sorumlusu olarak, sözlü edebiyat ürünlerinin derlenmesi, araştırılması ve yayını işlerine katılıyorum. “Sovettik Turkologya”, “Juldız” dergilerinde yayın kurulu uyesiyim ve başka da sosyal kurumların üyesi olarak bir çok faaliyette bulunuyorum.
– Sizi halk daha çok Almatı Kazak Edebiyatı ve Sanatı Halk Üniversitesi rektörü olarak tanıyor. Üniversitenin yeni yıl için hazırlıkları nasıl? Özellikleri nelerdir?
– Bu ay halk üniversitesinin 26. yıldönümü. Bu çeyrek asır içerisinde Kazak edebiyatı, kültürü ve folklorunun 1.5 bin yıllık tarihi ile ilgili 378 ders verildi. Bununla birlikte tarihi, dili ve kaderi yakın halkların edebiyatı ve kültürünü de tanıtmayı kendi görevimiz biliriz. Halk üniversitesinde Rus, Özbek, Uygur, Ermeni, Kırgız, Alman edebiyatı özel dersleri verildi. Önümüzdeki sene Tatar ve Kore kültürü günleri organize etmeyi planlıyoruz. Halk üniversitesinin amacı, Baykaldan Balkan’a kadar yaşayan Türk-Moğol halklarının manevi abidelerini nasihat emektir.
Halk üniversitesinin bir görevi de, atışma geleneğini, jırşılık ve kuyşilik mekteplerini desteklemektir. Bu senenin özelliği şudur, bu sene kültür miraslarımız ve kardeş halklar arasındaki manevi bağa yönelik çalışmalarımız olacak.
– Sohbetiniz için çok teşekkür ederiz. Hayırlı çalışmalar dileriz.

    Kayrat Alimbekov. Almatı Akşamı muhabiri
    05.10.1989

Verdiği Söz Yeminden Sağlam Olan Halk
(“Örken” gazetesi muhabirinin sorularına verilen cevaplar)
– Son yıllarda çıktığı kökünü, soyunu unutanlara mangurt denilmekte. Bu terim, Şıngıs Aytmatov’un “Borandı Beket” romanından sonra mı kullanılmaya başladı, yoksa eskiden de kullanılan bir terim miydi. Mangurt ne anlama geliyor, o ne zaman ve hangi sebeplerden dolayı ortaya çıktı. Onun tarihi içtimai sebepleri ve eğitici tarafı hakkında bilgi verebilir misiniz?
– “Mankurtluk” kavramı halk arasında eskiden biliniyor. Konuşma dilinde “mankurt muşsun ya” tavrını çok duyuyoruz. Bu söz destanlarda ve masallarda da sık rastlanan bir kelimedir. Son zamanlarda arhaizme dönüşen bu kelime, Kırgızların zirve yazarı Şıngıs Aytmatov’un “Borandı Beket” romanından sonra çok kullanılmaya başladı. Zamanında bu kelime için meşhur yazara küsenler de oldu. Mankurt kelimesinin anlamı çok ağırdır. Mankurt demek tarihî bilincini yitirmektir, ait olduğu ailesine değer vermemektir, kendi öz kültüründen haberi olmamaktır, hiç tereddüt etmeden kötülük yapmak demektir ve de kendisi cahil de olsa kendisini bir şey saymaktır, bir sözle özetleyecek olursak, kendi annesini düşünmeden vuran yaratıktır. Bu ve başka da kötü nitelikler, niyetler bir arada bulununca mankurtluk ortaya çıkar. Kazaklar arasında bunun gibi mankurtler ve yarı mankurtlerin çok olmasının sebebi ortadadır. Bu ilk önce kendi halkının zengin tarihinden habersiz olmaktır. Çok eskileri demiyoruz ama son 1.5 bin yıllık tarihimizi, öğrenmek isteyenlere imkanlar vardır günümüzde. Çok eskilerdeki Hunlar, Saklar, Uysin-Kanlı devrini demiyoruz, bizim çağımızın V-VII asırlarında yaşayan Türk Kağanlığı devrinden bugüne kadar türlü tarihi olaylar yaşandı. Şu anda okullarda 1.5 bin yıllık tarihimiz okutulmaktadır. Maalesef bizim Rusça konuşan aydınlarımızın bir çoğu, bu malumatlardan habersiz yaşıyorlar. Bilmediği için de halkının tarihi ile gurur duyamıyor. Bir taraftan onları da suçlayamıyoruz. Çünki, tarihimiz hakkında okunacak kitaplar, araştırma yazıları ve eserler çok az. Türk Kaanatı, Oğız-Kıpçak Birliği, Karahanlılar Devleti, Altın Orda dönemi, Kazak hanlığının teşekkülü, v.s konular hakkında köklü monografiler var mı? Bunun gibi nice köklü araştırmalara konu olabilecek meseleler el değmeden bir kenarda hala bekletiliyor. Bugünlerde belgesel yazılardan “Kazaklar XV asırda fayda oldu” ifadesini sık sık okuyoruz. Bu düşünce cahillik göstergesidir. Oysa bu kadar büyük ve kutsal toprakları yurt edinen bu halkın bir kökü, soyu olmaması mümkün mü? XV asırda havadan, gayıptan mı fayda oldu? İşte bu görüş, tarihimizi araştırmamıza engel oluyor. XV asırda KAZAK adını alan Kazak halkının (bu hanlığı kuran boyların) en az 1.5-2000 yıllık tarihi vardır. Yani bu demek oluyor ki, Kazak halkının temelini oluşturan boylar ve kabileler, ta eski zamanlardan beri bu topraklarda yaşaya gelmişlerdir. Tarihimizi etraflı bir şekilde anlatamadığımız için, bazıları, eski Türk dilli abidelerin Kazaklarla bir ilgisinin olup olmadığını sorup duruyorlar. Eski şecerelerimizin durumu buysa, “yakın tarihimizi de iyi biliyoruz” diyebilir miyiz. Bunun için söylemesi zor olsa da itiraf etmek gerekiyor: BİZ TARİHİMİZİ BİLMEYEN BİR HALKIZ.
Bunun sebebi kişiye tapınma dönemindeki dogmatik kuruntuların yönettiği dünyada Kazak halkının devrimden önceki tarihini hiçe saymaktır. Tarihteki tüm yenilikler ve iyilikler sovyet döneminde yaşandı, bilindi. Sovyetler Birliğinde yaşadığımız 70 yıl boyunca, ülkede Kazak tarihini araştıracak uzmanlar hiç hazırlanmadı.. Bizim tarihî araştırmalar kabul ettiğimiz şey, sovyet dönemi düzenini inceleyen makalelerden ibarettir. Demek ki tarihimizin büyük büyük meselelrini ve karanlık dönemlerini inceleyen yazılar ve monografiler lazım.
Aslında bugüne kadar yayınlanan eserlerin tanıtımını da doğru düzgün yapamadık. Biz Arapça, Farsça kaynaklar bir yana, Türkçe ve Rusça kaynakları bile faydalanamıyoruz. Raşideddin, Dulatî, Jalairî, Abılğazı gibi ulemaların şecerelerini hala yayınlayamadık. Rus alimleri Aristov’un, Velyaminov-Zernov’un Kazak tarihi, kültürü hakkında yazdıkları eserleri bile yeniden basılmadı. Onları şimdiki okurların bulması çok zordur. Hatta XIX asırda, Kazak topraklarında yaşanan Kenesarı Kasımov’un mücadelesi, tarih sayfalarından hak ettiği yeri alamadı. Bu milli mücadele konusunda etraflı araştırma hala yapılmadı. Bir sözle özetleyecek olursak, el değmeyen meseleler ve konuları sayıp bitirmek mümkün değildir.
Kazakistan Rusya idaresi altına girdiğinden bu yana kaydedilen resmi belgelerde “Kazak” kelimesine hiç rastlanmıyor. Çünki, Rusya bir halkın adını bilinçli olarak yok etmeyi amaçlamıştır. Kazakları resmi belgelerde Kırgız, Kırgız-Kaysak olarak göstermiştir.
Adı değil varlığı bile değişen ulusun geçmişi hakkında düzenli ve gerçek malumatı, yeni nesil nereden bulup okuyabilir? Tarihi malumatlar, tek taraflı yarım bilgilerden ibaretti. Mesela halkın Ekim devriminden önceki eğitim derecesi değerlendirildiğinde sadece Rusça bilen, Rus kültürünü tanıtmaya çalışanlar hesaba alınmıştır. Geçmiş çağlarda onlarca şehri olan halkımız, şehrin ne olduğunu bilmeyen, ekin ekmeyi bilmeyen, okuma yazması olmayan cahil sayıldı. Rus Çarlığı, Kazakistan’ı kendi idaresi altına aldıktan sonra halka adını unutturarak eritmeyi amaçlamıştır. Bununla da kalmamış yerlerin, suların illerin adlarını da değiştirmeyi hedef almıştır. Kazakistan’ın Kuzey ve merkez eyaletlerinde başlayan bu yer adı değiştirme siyaseti, Güney Kazakistan’da XIX asır sonu ve XX asrın başlarına kadar sürdü. Yüzlerce yer adı değiştirildi. Elbette, Ruslar arasında ezilen halka merhametle bakan Rus aydınları da oldu. Onlar ellerinden geldikleri kadar halkımızın iyi tarafını methetmiştir. Ama böyle şahıslar çok azdı. Uzaktan aramayalım, XX asrın başlarındaki kültürümüzün gelişmesine kasten yapılan engeller çoktur. Daha dün aklanan Şakereim, Jusipbek, Mağjan, Mirjakup, Ahmetler’i sovyet döneminde yaşayan Kazaklar tanıyamadı. Okul, üniversite programlarında onların adı bile geçmedi. Bunun gibi şahısları yok sayarak, yazılı edebiyatı anlatabilir miyiz? Sadece bunlar değil, bunlar gibi çok kahramanlarımız suçsuz günahkar oldular.
– İnsan isminden, sokak ve yerlere ad verme bir kültür meselesidir. Bu durum sizi düşündürüyor mu?
– Tarihî şahısları anma konusuna gelirsek, Avrupa ve Asya halkı, kendi şehirlerine, illerine ve sokaklarına o topraklarda doğmayan ve ülkeye hizmet etmeyen insanların adını vermiyorlar. Bizim ülkede tam tersi. Kazakların her hangi bir şehrine bakalım, insanın hayal edemeyeceği sokak adları var bizde. Demosfen gibi ta yunan filozofundan tut, eski dünya tarihinde kim varsa onların hepsinin adları sokaklara verilmiştir. Bazıları bunu internasionalizm olarak yorumluyor. Ama şehir ve sokaklara ad vermedeki yolsuzluklar bunun internasiyonalizmle bir alakası olmadığını gösteriyor. Dünyanın dört köşesinde yaşayan şahısların hepsinin adı verilmiş, ama halkımız tarihinde çok önemli yere sahip kahramanlarımıza gelince bir sokak bile bulamayız.
Eksiğimiz, dediğim gibi saymakla bitmiyor. Mesela meşhur halk bestecisi Dauletkerey, Ikılas’ın, Kazangap, Tokan, Sugir, Abıl, Dayrabaylar’ın adları, iltifata layık değil mi? Halkımıza gerçekten hizmet eden, başka halk temsilcileri de unut kalmakta. Kazak nazım eserlerini, ilk defa, 1870 yılında ayrı kitap olarak bastıran akademik V.V. Radloff, Şokan’ın arkadaşı olan insancıl, adil bir alim, folklor derleyicisi G.N.Potanin, Kazaklar hakkında türlü malumatlar derleyen, özellikle de şarirler mirasını inceleyen Polyak eğiticileri G. Zelinskiy, A. Yanuşkeviç, Kazak operasının temelini atan besteci Brusilovskiy gibi devlet adamlarının isimleri her hürmete layiktir. Kazakistan şehirlerinde özellikle de Almatı’da heykel çok azdır. Bizim ülkemize gelen misafirler sadece topraklarımızın büyüklüğüne, yer altı hazinelerimizi görmek için gelmiyorlar. Onlara bir kaç Rus devrimci heykeli mi göstereceğiz?
Büyük savaşçı, şair Mahambet, benzeri olmayan kuyşıler Kurmangazı ve Tattimbet’in heykelleri yapılmadı. Stalin tasfiyesinin kurbanları olan S. Seyfullin, B. Mailin, İ. Jansugirov gibi büyüklerimize anıt yapmanın zamanı geldi de geçti bile. Yukarıda anlatılanların özeti şudur ki, tarihimizin derinliğini inkar etme veya farkına varmama, tarihî vakaların çarpıtılması, değiştirilmesi, yazılı kaynakların arşivte toz olması, sanatın tüm sahasında genç kuşağı milliyetçi ve vatanseverlik ruhta terbiye edememe ve başka da türlü sebeplerden dolayı tarihi bilinci hiç yok bir kuşak yarattık.
– Hiç bir şey yoktan var olmaz. Herşeyin bir kökü, temeli olur. Bizim bugünkü varlığımızın, kültürümüzün damarları tarihe dayanır. Bilim-ahlak bağı ve halkın ahlak geleneği ve devamı konusunda fikrinizi alabilir miyiz? Milli terbiyenin içtimâi önemi hakkında ne dersiniz?
– Halkımız, ahlak, terbiyeye yönelik asırlarca kalıplaşmış, denenmiş, güvenilir, zengin bir geleneğe sahiptir. Asırlarca halkı parçalanmaktan koruyan, bir arada tutan örf adetlerimiz, geleneklerimiz, muhteşem insancıl kaidelerimiz hürmete ve takdire layıktır. Biz onları yitirmeye başladık. Kazak halkı mal ve mülkten vicdanını üstün tutmuştur. Eskilerde çok fakir kişi bile en güzel yemeğini misafirler için saklarmış. Ben türlü halkın edebiyatını okudum. Ama onların hiçbirinin en güzel aşı, misafirler için ikram olarak sakladığını duymadım. Yolculuğa gidenler kapılarını kilitlemezmiş. Kazakların bir birlerine verdiği söz bile Allah adına yapılan yeminden bile kuvvetlidir. Ben burda kendi halkımı boş boş övmüyorum. Bu bir hakikattir.
Büyüklere hürmet, hiçbir zaman yanıltmayan harika gelenektir. Anne babaya ve büyüklere saygı, küçüklere şevkat, merhamet, hayır işleri halk arasında yaygın bir adettir. Kazak halkında hiçbir evlat sırf kendi çıkarları için anne babasını bakımsız bırakmazdı. Maalesef şimdi bu durum bizde moda oldu. Şimdi “Kara şal” gibi şarkılar çıkmaya başladı. Bu şarkılar toplumda ahlak çöküntüsü başladığını gösterir.
Kendileri sağ salim iken ana babasını huzurevlerinde yaşatanlar haysiyetsiz, toplumdan kovulması gereken insanlardır. Bunun gibi olaylara baktığımda manevi çökmenin en son derecesinde bulunduğumuzu farkediyorum. Sadece insanlara verilen o en kutsal duygu anne ve evlet arasındaki doğal sevgiyi ayak altı edenlerin, anne babasını huzurevine verenlerin listesi yapılmalı ve resimleri sokaklara asılmalıdır. Bu Kazak kültürünün en asil geleneğine düşen kurttur. Onlar, sadece yiyip içmeyi bilen, düşünmeyen, beyinsiz insanlardır.
Bir başka ciddi mesele, şehirlerde yaşları gelip te evlenmeyen gençler sayısının artmasıdır. Şehir yetimhanelerinde bırakılan çocukların büyük bir kısmının Kazak olması, bizim namusumuzu zedelemiyor mu? Nüfüs istatiğine göre yaşları 25-35 arasında evlenmeyen kızların sayısı 80 bini aşıyormuş. Bunlar, kısmetleri olup, evlenirse 80 bin ev olur, onların çocukları olur. Bu nüfusumuzu arttırma şansı demek oluyor. Bu problem üzerinde araştırma yapan sosiyologlar var mı? Köyden şehire gelen kızlar üniversite kazanamayınca utanır, köye dönmez ve fabrikalarda çalışmaya başlar. Yurtlarda kalan gençlerin evlenme imkanları yoktur. Çünkü, Almatı’dan ev almak çok zordur. Almatı’da her yıl inşa edilen konutlar, sırada bekleyenler ve başka ülkelerden gelenlerden artılmıyor. Evsiz barksız gençler, kiralık evlere sığınıyorlar. İdarenin bu meseleyi çözmesi lazım. Ama bunu kimse umursamıyor. En azından yeni evlenenler için bir artı bir daireler çoğaltılmalı. Halkımızın nüfüsünü arttıracak genç nesilin, yıllarca yalnız başına yaşayanların meselesini çözmek lazımdır. Bu konuya yakından alakalı bir olay anlatmak istiyorum. Bir zamanlar Karakalpak nüfüsü çok az olduğu için güçlü komşularından her zaman baskı alıyormuş. Buna çok kızan Maman biy adında bir dânâ şahıs, “Karakalpakta evlenmeyen kadın erkek kalmasın, halkımız çoğalsın”, fermanını çıkartmış. Bu efsane olsa da anlamı derin hikayedir.
Kazak halkı başka da çok güzel törelere sahiptir. Halkımız yetimini, öksüzünü her zaman korumuş. Öksüz kalanı, çocuğu az veya hiç olmayan aileler alır, bakar, büyütür, sonra evlendirip ayrı ev kurar. Bu gelenek özbeklerde de vardır. Şamuhamedovlar ailesi, savaş zamanında farklı uyruklara ait 16 tane çocuğu evlat edinmişti. Kazaklar arasında önemini yitirmeye başlayan bu güzel geleneği canlandırmak lazımdır. Yerli sosyal kurullar, neden bu günahsız çocukların gamsız ve mutlu büyümeleri için imkan sağlamıyor?
Çok çocuklu ailelere saygı, hürmet kalmadı. Sosyal Güvenlik Kurumları tarafından verilen yardım çok çocuklu ailelerin ihtiyaçlarını karşılayamıyor. Onlar için özel projeyle ev inşa etmek, yardım miktarını arttırma, her türlü kolaylıklar sağlama konusunda ciddi adımlar atılmalı. Çocuksuz veya bir çocukla yetinen başka bir milletin yaşam tarzı bize göre değildir. Kazaklar “Balalı ev bazar”, der, yani çocuğu olan evin neşesi de yerindedir. Şu anda bazıları sosyal ekonomik sorunları bahene ederek, çok sayıda çocuk sahibi olmanın büyük bir problem olduğunu öne sürmekte. Kazakistan’ın eski başkanı G. Kolbin, yüzü kızarmadan, “Kazakistan Cumhuriyeti’nde yer alan ekonomik sorunların sebebi, ÇOK ÇOCUKLU AİLELERDİR.” demişti.
Elbette, ülkemizde bir çok ekonomik sıkıntı mevcuttur. Ama bu sıkıntıların çocuklarla bir alakası yoktur. Bunun sorumlusu varsa o da eski sistem, ülke hazinesinin yabancılara yem olması, insanları çalışmaya teşvik etmenin olmaması, çalışma pilanının yetersizliğidir.
Çok çocuklu geniş ailere karşı bazen açık, bazen gizli yürütülen propoganda, insanlık dışı bir harekettir. Gerçeği söylersek, bunun bir ucu “ırkçılık” teorisine kadar ulaşır.
– Çok yakında Kazak dili devlet dili statüsünü aldı, Yasa imzalandı. Bu yasa sıradan bir karar gibi kağıt üzerinde kalmaması için neler yapılmalı? Bu yasanın gerçekleşmesi için ilk yapılan şey ne olmalı? Siz bir konuşmanızda “kökü bir kardeş halkların millyondan fazlası Kazakça biliyor. Bu yüzden Kazak dili ülkemizde etnik grupların arasında konuşulan resmi dil olsun.” gibi ifade kullanmıştınız. Bu fikrinizi biraz açar mısınız.
– Ben bu konu üzerinde düşüncelerimi “Almatı akşamı” gazetesinin 5 ekimde çıkan sayısına verdiğim repörtajda dile getirmiştim.
İlk önce Kazak dilinin devlet statüsünü alması en büyük başarılarımızdan biri olduğunu bildirmek istiyorum. Bu gün, halkımız için en mutlu günlerden biridir. Bu gün sayesinde Kazak dilini etraflı bir şekilde geliştirmenin temelleri atılmakta.
Bu konuda benim teklifim şunlardır: 1) Dil Yasası kabul edilen 22 eylül günü Dil Bayramı kutlansın. 2) Kazak dilinin üniversitelerde “bilim dili” yapmak en önemli adımdır. Üniversitelerde Kazakça bölümler, hala bir düzene getirilmedi. Geçmişte 70 yıl boyunca sıra bekleyen işleri, en kısa sürede gerçekleştirmek boynumuzun borcudur. Kazakça ders kitapları hazırlanmalı, programlar yapılmalı. Klasik eserleri Kazakçaya aktarmak lazım. Yeni basımevileri açılmalı, umarım Kazak dilini kendi kanatları altına alan devlet, basımevi masraflarından da kaçınmaz. Üniversiteleri Kazakça ders kitaplarıyla donatmak için devlet desteğine ihtiyaç vardır. Dil Yasası’nda çok güzel maddeler mevcuttur. Onlardan birinde “Yerli ahaliyle her gün temasta olan devlet işlerinde çalışan etnik grup temsilcileri, özellikle de idareciler Kazakça öğrenmeli.” denilmekte. Bu doğal bir taleptir. Bu tezi hayata geçirmek için zemin hazırlanmalı. Mesela büyük toplantı salonları, farklı dillerde anlık olarak çeviri yapan cihazlarla donatılmalı. Bu cihazlar, şu anda Almatı’da sadece M. Auezov Tiyatrosu ve Galimdar Üyü’nde mevcuttur. Bu demek oluyor ki, şehrimizde sık sık olan toplantılarda Kazakça konuşmak çok zor olacak.
Kazak gazetelerinde ülkedeki halkın çeşitli sıkıntıları ve türlü meselelerı yazılıyor. Maalesef onları Kazakça bilmeyen, ideredeki başka etnik grup üyeleri okuyamaz ve anlamaz. Bu yüzden de problemler çözümsüz kalıyor, halkın sıkıntısı gazete sayfalarında unutulup gidiyor. Çalışanların talebini karşılıksız bırakmak, suçtur. Bu yüzden de ülkemizde idari mevkide oturan, halkla ilişki sahasında çalışan şahıslar, Kazakça bilmek zorundadır. En azından onların yardımcıları Kazakça bilsin ki, tercüme etsin. Kazakça bilmeyen Kazak idareciler için Kazakça öğrenmek mecburi olsun.
Sıradaki önemli mesele, yazı daktilösü meselesidir. Sovyet döneminde Kazak dilinde hiç yazı makinesi üretilmemiş. Kazakça yazı makinesi ilçelerde hiç yok. Şehirlerde sadece Kazakça gazetelerde bulunmaktadır. İşte bu sorunlardan dolayı bazı Kazakça basılan kitap, gazetelerde imlâ hataları çoktur. Rusça yazı makinelerine Kazakça harf ve işaretleri eklendiğinde, Kazakça harfler sığmıyor. Kazakistan Tüketiciler Kurumuna 41 harfli Kazakça yazı makinesi üretimi konusunda dilekçe de yolladık. Ama bir sonuç alamıyoruz. “Kazak yazı makineleri satılmıyor.” diyorlar, Kazak daktilolarında Rus alfabesinin 32 harfinin hepsi olacak neden satılmasın ki?. Demek ki Kazakça yazı makineleri, Almatı’da da, Moskova’da da, Vladivostok’ta da kullanılabilir. Bunun gibi makineler çok uluslu bir ülke için vazgeçilmez bir ihtiyaçtır.
Kazak dilini öğrenmeye istekli etnik grup temsilcilerine destek gösterilmeli ve onlar teşvik edilmeli. Bizim için Rus dilinden başka dili kabul etmeyenlere göre, iki dilliler daha yakındır. Çünkü bir dili bilmek o halkın canını, ruhunu anlamak demektir. Mesela Kazakça şarkılar söyleyip, şiirler yazan N. Luşnikova ve üç Tatyana’nı hangi Kazak kendi evladından hor görüyor ki. Kazakçayı öğrenmeye teşvik etmek var, bir de ona imkan sağlamak vardır. Bunun için iki dilde sözlükler hazırlamak ve Kazak dilini kendileri öğrenmek isteyenler için ders programları ve metotları geliştirmek, başka da ekipmanlar hazırlamak lazımdır.
Kazak dilinin tüm güzelliğini halka aktarmada televizyon ve radyo çok önemli rol oynar. Biz hatta Kazakça okulu bile olmayan köylerde çocukların radyo ve televizyondan Kazakça şarkılar öğrenip, söylediklerine tanık olduk. Ancak Kazak televizyon ve radyolarında Kazakça programlar çok azdır. Kazak televizyonunda sadece Kazak dilinde konuşan bir kanal açılması talep eden halkın bu talebi cevapsız kaldı. Radyoda eskiden sadece Kazakça yayın yapan “Şalkar” programı vardı. Şu anda o da düzensiz yayınlanmaya başladı. Bu konulara hepimiz çözüm bulmalıyız.
Ana dili halkın hazinesidir. Bu yüzden de en önemli görevimiz, öz ana dilinden mahrum kalan vatandaşlarımıza ana dilini öğrenmeye yardım etmektir. Ailede öğretilmeyen ana dili büyüdükten sonra bilince ve kalbe hitap etmiyor. Şu anda en asil görevimiz çocuklarımızı ve torunlarımızı öz ana dilinde büyütmektir.
Ülkemizde yaşayan Türk halkları, Kazakçayı çok ileri derecede bilmeyebilir ama çok iyi anlayanlar sayısı umduğumuzdan da fazladır. Millyondan fazla farklı millet Kazak dili konuşuyor. İşte bu yüzden de Kazak dili devletin resmi dili olup, her sahada, türlü alanlarda kullanılırsa ve etnik gruplar arasında resmi iletişim dili olursa başka halklar da Kazakçayı çok çabuk öğrenirdi.

    1989

Kevser Kaynak
Kazak dilinde gazete ve dergiyi okuyan ve radyo dinleyen, televizyon seyreden millet, Almatı Kazak Edebiyatı ve Sanatı Halk Üniversitesinin adını duymuştur. Çünkü bu bilim ocağının dersleri, basın yayında yıllar boyunca dillere destan olmuştur.
Otuz sene bir kuşağın yetiştiği bir süredir. Halk üniversitesi akşam derslerinde nice insanların uyuyan şuurlarına aydınlık getirdi, nice insanlar manevi yükselişe erişti. Vatansever, milliyetçi ruhları yükseldi. İnsanlar arasında milli ruha sevgi yarattı.
Halk üniversitesi, kültür miraslarını ilmi incelemelerle tekrar halka tanıştırma vazifesini yüklenmişti. 60’lı yıllarda milletin halk tarihi ve medeniyetini öğrenme isteği artınca bilim sahasında bir yeniliğe ihtiyaç duyuldu. Bu göreve toplum temelinde kurulan üniversiteler layik görüldü. O zamanki okul programları, Kazak tarihini, edebiyatını, folklorunu, sanatını derinlere inmeden, sadece tanıtmakla kalıyordu. Bu konularda okutucunun da, okuyucunun da bilim seviyesi çok düşüktü. Geçmişteki tarihi olayları sınıfsal açıdan değerlendirme, baskı altında olan halkların tarihine avrupamerkezli görüşle bakmak, gerçeği tersinden anlatmak demektir. Bu yüzden de biz, derslerimizde kapalı konuları ele aldık ve her dersi özel, standart dışı bir şekilde düzenledik. Her ders yılı için planlanan 16 ders, türlü yeni konu üzerine yapılıyordu. Kazak halkının son 1.5 bin yıllık tarihinde el değmemiş, yasaklı konular çoktur. Üstelik Kazak tarihi ve kültürüne ilgili her şey Baykal’dan Balkan’a kadar yaşayan Türk halklarına ortak olduğu için, derslerde her konu, genel Türkçülük temelinde incelendi, bu konum da konuya yeni bir renk ve bakış sundu.
Her dersin amacı, toplum tarafından bilinmeyen, yeni konuları sunmaktı. Bu yüzden de ilgili konu üzerinde yoğunlaşan bilim adamlarını araştırdık. Bu derslerin akademisi-yenlerden öğrencilere kadar herkesin ilgisini çekme sebebi de buydu. Halk üniversitesinin her dersine toplumu çeken gizli güç, dersin konusunun seçkin, özel olması ve anlatıcının bu konuda uzman olmasıydı. Ben bir kaç konu ğzerine örnek vermek istiyorum. Dünya medeniyetinde çok önemli yere sahip, hala sırları tam açılmayan Orhun abideleri konusunda yaptığımız dersler, öğrenme arzusuyla yanıp tutuşan herkesin istediği bir konu olduğunu ispat etmeye gerek var mı? Bu dünyadan erken göçen yetenekli alim Kulmat Ömiraliyev’ın hazırladığı, Kultegin ve Bilge Kaan abidelerinin 1200. yıldönümü için yapılan özel dersler, eski Sovyet ülkelerinde görülmeyen bir yenilikti. Meşhur bilim adamı, Kazakistan Bilim Akademisi üyesi Akjan Maşanov’un Al-Farabi hakkında yaptığı sohbet dersleri toplum tarafından ne kadar beğeni kazandığını sözle ifade etmek mümkün değildir. O zamanlar “Al Farabi” ismini Kazakistan’a tekrar kazandıran, ulemanın dünya arşivlerinde bulunan miraslarının fotokopisini alıp, usanmadan derleyen, matamatikçi A. Kobesov gibi şakirtiyle beraber ülkede Farabi’yi Araştırma merkezinin temelini atan Maşanov’un vatandaşlık vazifesi ve ilmî hareketleri bir kahramanlıktır. Kazakistan’ın şehir kültürü hakkında harika dersler veren ve Otırar’ın kazı işlerinde muhteşem keşiflerde bulunan arheolog Kemel Akışev’ın dersleri harikaydı.
Oğız-kıpçak devrinin abidesi “Korkıt Ata Kitabi” hakkındaki Alkey Marğulan tarafından yapılan dersleri okuyucular nasıl unutsun! Kazak alimi Kadırğali Jalayri’nin “gümüş sandıklarda” gizli yatan mirasının kaderi hakkında Aleken’nin anlattıkları, aydınlarımızı yeni ufuklara sürüklemişti. Kazak destanlarının kökeni, tarihî oluşu, destan anlatıcıları, derleyenleri, nüshaları, araştırıcıları hakkında okuduğu dersleri yayınlarsak bir kitap olurdu. Aleken’nin Şokan hakkındaki bir dersini, Kazak televizyonu bir zamanlar kayda almıştı, şu anda bu kayıt, paha biçilmez hazinedir. Alkey Margulan’ın her dersi ayrı bir ilmi zirveydi. Kazak müzik aletlerinin unutulmuş nüshalarını bularak, onları ilmi tetkikten geçiren ve günümüze tekrar kazandıran Bolat Sarıbayev’in her araştırması, halk üniversitesi okuyucularının gözü önünde tarih sayfalarına yazıldı. Eskiden herkese malum olan dombıra ve kopuzun yanına şankobız, sıbızğı, şerter, jetigen, asatayak, ıskırık, sazsırnay ve davulun sihirli sesini katan işte bu vatandaştı. B. Sarıbayev’ın halka tekrar kazandırdığı bu müzik aletleri, Kazak orkestrasında layik olduğu yerlerini buldular. Hayatta resimleri kalmamış şahısları, kafa taslarına bakarak şekillendiren antropolog Nai Şayahmetov’un nadir yeteneğini halka tanıtan da, halk üniversitesidir. N. Şayahmetov’un yaptığı Mahambet şairin heykelinin tarihi hakkındaki dersler, okurlara yeni bir bilim alanını tanıtmıştı. Esik kalesinde bulunan “altın giysili şehzade” hakkında ilk ders, halk üniversitesinde yapılmıştı. Bu da dünya çapında bir yenilikti. Hatta bizim zamanımızdan önce eski devirde yaşayan Gun padişahı Atilla konusunda yapılan dersler, Kazak okurlarına karanlık geçmişte kalan gerçeklerden haber veriyordu. Bu dersi veren o zamanlar bir genç araştırıcı, şimdi ise ünlü tarihçi olan Samat Öteniyazov idi. Lektör seçiminde biz onun ünvanına değil, bilimi ve yeteneğine ağırlık veriyorduk. Atilla hakkındaki derslerimizin, bazı insanların hoşuna gitmediğini de biliyoruz. Moğolların gizli şeceresi, Cengiz Han Tarihi ile ilgili derslerimiz, dinleyicilerin ilgisini çekmesi şaşırtacak bir olay değildir.
Derslerimizin kronolojisine göz atarsak, Türk Kaanatı, Oğız-Kıpçak devri, Karahanlılar, Altın Orda devri, Kazak Hanlığı devri yazılı ve sözlü edebiyat, XX asır yeni edebiyatımız ve onun temsilcileri hakkında seri derslerimiz saymakla bitmez.
Bundan dokuz yüz yıl önce yaşayan Kaşkarî, Balasagunî, Yesevî mirası hakkında ilk dersi, halk üniversitesi yaptı desek hata olmaz. XV-XVIII asırlarda yaşayan jıraular eserlerini araştıran Muhtar Magauin’in dersleri, üniversite tarihinin altın sayfalarından biridir. Yeni edebiyatımızın temelini atan Abay, Ibıray’a bağışlanan dersler dinleyicilerin hatırındadır. Kazak edebiyatının ta Buhar Jırau, Şortanbay, Dulat, Mahambet’ten bu yana her bir ünlü temsilcileri hakkındaki dersler, XX asrın düşünce üreticileri A. Baytursınov, Ş. Kudayberdiyev, M. Jumabayev, M. Dulatov, J. Aymauıtov, M. Auezov, S. Seyfullin, B. Maylin, İ. Jansugirov, S. Mukanov, G. Musrepov, G. Mustafin, S. Begalin, İ. Bayzakov, İ. Esenberlin üzerine yapılan derslerin toplumun en ihtiyaç duyduğu zamanda yeni görüşlerle sunulması ayrı bir hikayedir. Zamanımız Kazak edebiyatının büyüklerinden olan A. Tajibayev ve de başka yetenekli yazar, şairlerimizin hemen hemen hepsi halk üniversitesinde halkla buluşmuştur. Bu derslerin özelliği, sanatçının halkla yüz yüze gelmesi, kendi dünyasını halka açmasıdır. Bunun gibi özel buluşmalar, edebiyatı halk arasında yaymanın en güzel yolu olduğunu tecrübemiz gösterdi. Biz, Kazak edebiyatının başta S. Mukanov, Ğ. Mustafin, Ğ. Musirepov gibi büyük yazarlar olmak üzere, A. Margulan, A. Maşanov gibi bilim adamlarının, A. Jubanov, Ş. Aymanov gibi sanat adamlarının, S. Kojamgulov, J. Elebekov gibi sanatçıların seslerini, sohbetlerini kayda aldık, bunu en büyük başarımız sayıyoruz. M. Auezov adındaki Sanat ve Edebiyat Enstitüsü kayıt kütüphanesinde tarafımızdan yapılan yüzlerce kayıt mevcuttur.
Sözlü edebiyatın, özellikle de destan geleneğinin zenginliğini gözler önüne sererek, onu yeni araştırma metotlarıyla anlattığımız dersler ayrı bir başarımızdır. Sovyet döneminde çok adaletsizliğe uğrayan destanların halktan gizli tutulan nüshalarını halka tekrar kazandırmada halk üniversitesi tarafından verilen emekler takdirlere şayandır. Özellikle de Kazak-Nogay destanlarının tarihini ve özelliklerini tanıtmak, onu folklora tekrar kazandırmada çok başarılar elde edildi. Uzun yıllar boyunca yasaklı olan “Edige Batır, “Şora Batır”, “Orak-Mamay” “Karasay-Kaziy” gibi onlarca destan okuyucularla kavuştu. Şu meşhur Murın Jırau’ın söylediği “Kırım’ın Kırk Batırı” hakkında da kapsamlı, özel dersler verildi. Destanların tarihî sıfatını ilim sahasında kullanılan yeni araştırma metotlarıyla inceleme konusunda Halk Üniversitesi kendi görevini titizlikle yerine getirmiştir.
Halk üniversitesi, ders sonunda konu ile ilgili belgeseller veya filmler seyrettirerek derslerini daha da vazgeçilmez kılıyordu. Hatta jırşı, şarkıcı, kuyşilerin konseriyle bitiriyordu dersleri. Çoktan unutulan, sadece Kazakistan’ın bazı bölgelerinde muhafaza edilen jırşılık, jırayulık, termeşilik geleneğini tekrar dinleyicilere kavuşturan önce Allah, sonra da Halk Üniversitesi’dir. Günümüzde ülke çapında çok popüler olan termecilik sanatı 70 yıllardan bu yana hızla gelişmeye başladı. Sözlü edebiyatın inci ve mercanlarını koruya gelen jırşılar ve termeciler gerçekten tarihî ve manevi hazinemizi icra edenler ve onun koruyucularının yüzünü güldüren bir zaman başlamıştı. Onlar ilk zamanlar Sır bölgesinden davet edildi ve sonra da bu gelenek ülkenin bütün bölgelerine yayıldı ve her bölgenin kendi makamları canlanmaya başladı. Jırşılık sanatının benzeri olmayan güzel makamlarını bize duyuran Köşeney Rustembekov, Şamşat Tolepovalar ardından çok şakirt yetiştirdiler. Onları halk severek dinliyorlar. Almas gibi yetenekli gençler yabancı ülkelerde gerçekleşen etnik konserlere katılarak jırşılık sanatın dünyaya tanıtmakta. Jırşılık ve termeşilik sanatının tekrar ele alınması, kültürümüzü bir basamak yukarı çıkardı.
Halk üniversitesinin tekrar can verdiği bir saha da atışma sanatıdır. Şairler atışma geleneğinin edebî ve kültürel önemini yitirmediğini son yirmi sene içerisinde ilçe, eyalet ve ülke çapında organize edilen atışma şölenlerine olan halkın ilgisi delildir. Atışmanın eskiden üç özelliği vardı. Bunlar ilk önce onun bir hazırcevap ve irtica mektebi olması, ikinci olarak toplumdaki ciddi meseleleri cesurca söylemek gibi demokratik sıfatı ve toplumu eğlendiren sıfatıdır. Klasik şairler atışmasının güzel geleneği sadece devamını bulmadı, hızlı bir şekilde gelişme göstermektedir. Bugünlerde Aselhan Kalıbekova, Konısbay Abilov, Asiya Berkenova, Manap Kokenov, Tauşen Abuova gibi güçlü şairlerin adı ve sözleri halkın beüenisini topladı. Bunlardan sonra da yeteneğiyle, ustalığıyla halk tarafından takdir edilen şairler çoğalmaya başladı. Ama toplumda ezber, klişe sözleri tekraralayan adı şair olan şahıslar da yeterlidir. Yazılı edebiyat şairleri gibi irticalen söyleyen şairler arasında da sahte şairlerin bulunması doğal bir şeydir. Onların arasından gerçek irtical yeteneğe sahip olan şairleri zaman gösterecekdir. Bunun gibi adı şair şahısların yüzünden atışma geleneğini tenkit edenleri de göz ardı edemeyiz. “Şiirin değerini koruyalım.” diyerek, atışma geleneğini kurban edemeyiz. Kazakistan hükümetinin bir çok atışma şairine “Kazakistan’ın halk akını” ödülünü vermesi çok yerinde bir harekettir.
Halk üniversitesi, dombıra geleneğinin özel bir akımı olan, kendine ait özel bir stile sahip şertpe kuy geleneğinin de tekrardan hayat bulmasına yardım etmiştir. Eski araştırmalarda şertpe kuy klasiklerinden Tattimbet gibi bir iki temsilci adı geçiyordu, son otuz sene içerisinde ondan fazla ünlü kuyşi yetişti. Otuzdan fazla kuy besteleyen Bayjigit, herbiri çok içten, mükemmel kuylerin sahibi olan Razdık, Baubek, Kızdarbek, Abdi, Akkız, Alşekey, Akbala, Toka, Sugir besteleri ilk defa halk üniversitesi derslerinde topluma sunulmuştur. Şertpe kuyun ustası, kırktan fazla bir birinden güzel besteler yapan Tolegen Mombekov’un yolunu açan da Halk Üniversitesi’dir. Tolegen Mombekov halk arasında besteleriyle meşhurdur. Tolegen, ünlü besteci Sugir Aliyev’in kayda alınmayan bir çok eserini tanıtarak, müzik tarihinden hak ettiği yerini almasını sağladı. Tolegen kendi atası Bapış’ın da bir kaç eserini kayda geçirdi. Yüzlerce şertpe küyün yeniden yazılması, onların gramplastiğe kaydedilmesi de Halk Üniversitesi tarafından desteklenmiştir. Bugünlerde şertpe kuyler konservatuarın, müzik okullarının, kollejlerin okul programlarında yer alması da Halk Üniversitesi sayesinde olduğunu vurgulamak isteriz. Uzun zaman boyunca emeklerine önem verilmeyen ünlü kuyşi Abiken Kasenov’un çaldığı Tattimbet’in küylerini gramplağa kaydetmek te Halk Üniversitesi teklifi üzerine gerçekleşmiştir. Şertpe küyleri derleme ve yayma konusunda Uvali Bekenov ve Jarkın Şakerim gibi gönüllü araştırmacılarımız da büyük katkılarda bulundu.
Bu yukarıda söylediklerimizden Halk Üniversitesi’nin edebiyat, folklor, tarih, etnoğrafi, arkeoloji, dil konularıya ilgili kapsamlı ve özel dersler vermekle kalmadığını, göz ardı edilen müzik geleneğimizi tekrar diriltmeye ve halk mirasını derleme ve tanıtmaya, halk arasından yetenekli sanatçıları keşfetmeye ayrıca özen gösterdiğini görüyoruz. Halk Üniversitesi, kültür miraslarını halka ilmi yaklaşımla tanıtmayı başarmıştır.
Kazak edebiyatını, tarihini ve kültürünü başka da bir çok kardeş Türk halklarının mirasıyla kıyaslayarak incelemek, halk üniversitesinin işlerine geniş ufuklar açan, onu özel bir manaya büründüren, gerçek bir ilmi sıfat veren hayatî bir gelenek oldu. Üniversitemiz, sözlü edebiyat derslerini ta kuzeyde yaşayan Sahalar’ın, Altaylı’ların İdil ve Oral yakasında yaşayan –Başkurların, Amuderya kenarında hayat sürdüren Karakalpakların folklor eserlerine de layık olduğu ilgiyi gösterebildi. Yazılı edebiyat derslerinde ise Tatarların, Özbeklerin, Azerilerin, zengin edebî dünyası halkı hayran etti. Kazak edebiyatı ve kültürünün Avrupa halkıyla ilişkisi, üniversite derslerinde anlatıldı. Mesela Rus edebiyatı ve Alman edebiyatındaki önemli meseleler konusunda özel dersler yapıldı.
Egemenliğimizi aldıktan sonra istediğimiz konu üzerinde araştırma yapmabilme, dersler verebilme imkanlarına sahip olduk. Bu yüzden de Kazak Edebiyatı ve Sanatı Halk Üniversitesi tarihî ve edebî mirasımızı halka yayma, tanıtma, araştırma misyonunu başarıyla tamamlamıştır. Ama erişemediğimiz dağlar ve tepeler de vardır.
Kazak Edebiyatı ve Sanatı Halk Üniversitesi için desteklerini esirgemeyen, tüm kalbiyle yardım eden Leyla Muhtarkızı Auezova hanıma minnettarız. M. Auezov anıt müze çalışanlarına da gösterdiği yardımlardan dolayı teşekkür ediyoruz. Özellikle de eleştirmen Balaemer Sahariyev, araştırmacılar Kerimbek Sızdıkov, Mekemtas Mırzahmetov, İvan Bolşokov gibi bilim adamlarına şükranlarımızı sunmak istiyoruz. Halk Üniversitesi ilmi sekreteri Talğat Akimov’a verdiği emekleri ayrıca belirtmek istiyorum. Halk Üniversitesine destek çıkanlar saymakla bitmez ve onlara minnettar olduğumuzu belirtmek isteriz.
Arap halkının zekası Bin bir gece maslını doğurdu. Almatı halk üniversitesi 500 tane akşam dersleri gerçekleştirdi. Biz başladığımız işi devam ettirme kanaatindeyiz. M. Auezov müzesinin meclis salonunda dersler sayısını bine kadar arttırabileceğimize inanıyoruz. Bu işi biz olmazsak da şakirtlerimiz devam ettirecektir. Bunun gibi derslerde söylenen sözler ve yapılan hizmetler Kazak zekasının ulu abidesi olacak diye ümit ediyoruz.

Sönmeyen Namus, Bitmeyen Kahramanlık İzleri
(Abdiğappar Janbosınulu’nın edebyattaki)
Eski tarihimizin aydınlığa kavuşmamış sayfaları bir yana da, bu asrın başında yaşananları bile tam olarak tanıyamamız milli ve medeni bilincimizin geride kalmasının göstergesidir. XX asırda yaşanan, Kazak halkı için büyük bir tarihî olay olan Alaş hareketi hakkında da gerçeklerin saptırılması seksen yıl boyunca beynimizi zehirlemiştir. Halkımızın yaşam tarzına ve bağımsızlığına yapılan haksızlıkların hesabını yapmak için bize zaman lazım. 30’lı yılların başlarında açlıktan halkımızın yarısını kaybettiğimizi gizledik, toplumu “Gelişiyoruz, uygarlığa doğru gidiyoruz.” gibi sözlerle oyaladık. Sayısı açısındanTürk halkları arasında ikinci olan ulusumuz, ekim devriminden sonra onlarca yıl yürütülen sömürücü siyaset yüzünden iki kat azaldı. Sonunda Kazaklar, kendi yurdunda kendi milletinin adını bile doğru söyleyemez hale geldi. Kazakistan’da gerçekleşen tarihî olaylardan hiç biri milli bakış açısından bakılmadı, sadece Rusya’nın sömürücü siyasetine nasıl uygunsa öyle anlatıldı. Uydurulmuş bir tarih, yanlış fikirlerin ortaya çıkmasına sebep oldu. Bu yüzden de sosyal bilimler sahasında kök salan bu yanlış fikirleri, bir bir düzeltmek boynumuzun borcudur.
Yazımızda dünkü sovyet ideolojisine zıt düştüğü için yanlış kabul edilip, tarihin derinlerine gömülen gerçeklerden sadece bir tanesini anlatacağız. Yani Kazak halkının 1916 yılında gerçekleşen milli mücadelesi başkanı, halk tarafından Han seçilen Abdiğappar Janbosınulı (1870-1919) hakkında söz edeceğiz. Mücadele tarihi, onun sebepleri ve kurucuları, kahramanları, milli mücadeleyi değerlendirmede tek taraflı görüşler ve adaletsizlikler hakkında tarihi uzmanlar tarafından bir sürü yazı yazılmıştır. Biz bu konulara girmeyeceğiz sadece Abdiğappar’ın edebiyattaki kişiliği üzerinde duracağız. Çünkü tarihi şahıslar ve olayların resmi beyanıyla birlikte edebiyattaki yansıması de çok önemlidir.
Çok soylu ve şöhretli sülale mensubu olan Abdiğappar Janbosınulı, kendi boyu arasında itibar sahibi bir ağa olduğu için 1916 yılında Torğay halkı tarafından han seçilir. Halkın onu, Rusya Çarı’nın Kazakları savaşa işçi olarak alma fermanına karşı düzenlenen mücadeleye baş olarak seçtiğini ve yanına da askerlere baş komutan olarak Amangeldi’ni tayin ettiğini tarihten biliyoruz. 1916 yılının yazından 1917 yılın şubat ayındaki devrime kadar Torgay topraklarında Rusya askerlerine karşı mücadeleye Abdiğappar ve Amangeldi başkanlık yapmıştır.
Çarın bu haksız fermanına ve yerli idarenin hesapsız zülmüne dayanamayan halkın eline silah alıp savaşa çıkması, sönmeyen namusun ve bitmeyen kahramanlığın gerçek bir görüntüsüdür. Baskı altında ezilen ulusa istediğini yaptırmaya alışık olan sömürücü emperya, Torgay mücadelesini bastıracağından, mücadeleye katılanları ağır cezaya çarptırarak, savaş cephesine Kazak yiğitlerini zorla alacaklarından emindi. Torgay ayaklanmasını bastırmak için yüzlerce değil de, orgeneral başkanlığında binlerce asker göndermesi halk ayaklanmasının ciddi bir boyut kazandığını gösteriyor. Kazakistan’ın başka bölgelerindeki ayaklanmaları başlamadan bastırmaya alışık askerler Torgay ayaklanması için aylarca ter döker. Böyle olmasının iki sebebi vardır, birincisi halkın namusnun uyanması, bağımsızlık arzusuyla yanıp tutuşması, kölelik hayata kahramanlık ölümü seçmeye kararlı olmasıdır. İkinci bir sebebi ise ayaklanmaya akıllı ve cesur, halkın inandığı liderlerin önderlik etmesidir.
Maalesef Torğay ayaklanmasının liderlerini araştırmada bir takım haksızlıklar yer aldı. Onlarca yıl halk kaharmanları olarak Amangeldi ve Alibi isimleri medhedildi, halkın han seçtiği Abdiğapar’ın ismi tarihte geçmedi. Bazı eserlerde Abdiğappar’ı hakkında olumsuz fikirler de bulunmakta. Bunu sebebini halk biliyor. Yıllar boyunca siyasette üstünlük eden sınıfsal ideoloji Kazakların milli hakkını hayal edenlerin hepsini halk düşmanı olarak göstermeyi amaç edinmiştir. Bunun gibi tek taraflı fikirler, bilinçli olarak hendi hayatını halkı için tehlikeye atan Abdiğappar’ın gerçek kişiliğini tanıtmaya fırsat bırakmadı. Onun 1919 yılında soruşturmadan, yargısız vurulmasının sebebi de, katili de aranmadı. Tarihi belgeler Abdiğappar’ın halk bağımsızlığı için mücadele eden, halk tarafından saygı duyulan bir şahıs olduğunu kanıtlıyor. Onun gerçek kişiliği, özellikle de onun vefatından sonra meydana gelen ağıtlar ve şiir, destanlarda ortaya çıkarıyor. Demek ki 1916 yılında Torğay Kazaklarının bağımsızlık mücadelesine başkanlık eden, bu bölge Kazaklarını bir araya getirerek arkasına alabilen, yüksek zeka sahibi Abdiğappar Janbosınulı’nun edebiyattaki kişiliğini araştırmak yerinde bir hareket olur. Bazen edebi eser, bir olay hakkında tarihi belgelerden daha çok bilgi verebilir. Bu bakımdan Abdiğappar Han hakkındaki halkın görüşünü, gerçek fikrini bildiren edebi eserleri incelemek bazı gerçekleri anlamamıza ışık tutar.
Ayaklanmanın hemen ardından Abdiğappar’n vefatı için çıkarılan ağıt şiirleri çok önemli bir belge sıfatındadır. Bu ağıt, ilk defa A. Baytursınov’un “23 Joktau” adlı kitabında yer almıştır. Abdiğappar’ın çocukları bu ağıdı, “Baytursınov’un kendisi yazdı veya düzeltmiş olabilir.” diyor. Ne olursa olsun, acı kayıp üstünde çıkarılan ağıdın ilk nüshası zamanla geliştirilmiş ve halk mirası değerini kazanmış. Bu eserin çok güçlü bir tarzda yazılması onun son zamanlarda güçlü bir şairin elinden geçtiğini kanıtlıyor. Şu anda herkesin bildiği nüsha, 1926 yılında basılan nüshadır. Bu baskının yeni versiyonunda bazı dörtlükler kısaltılmıştır. Ama ne kadar kısaltıldı ve sebebi açıklanmamıştır. Ağıdın türlü sebeplerden dolayı kısaltılan veya düzeltilen yerlerini göz önünde bulundurursak, asil nüshanı geri kazanmanın ne kadar önemli olduğunu anlarız.
Ağıdın metnine bu kadar özen göstermemizin doğal sebebi vardır. Genellikle, dünyadan göçen insanın hayatta yaptığı iyilikler, boyundaki haysiyetler, hayatındaki tartışmalar, savaştığı düşmanlar, uğradığı haksızlıklar, pişmanlıkları, hayalleri ağıtta dizililerek dile getirilir. Ne kadar tasvir edilse de gerçeği çekirdek olarak alır. Ağıt, halkın önünde söylenir ve vefat eden adamın yakınlarının sırrı da, üzüntüsü de burda anlatılır. Ağıt söyleyenler, acı içinde kaybettiği insanın ölümüne sebep olanları da söyler. Onları halk tarafından hükm ediyor. Çünkü hayat mücadelelerin, büyük işlerin, adalet ve zülmün farkını gösteren, keskin acı ifadeler kullanmak ağıdın tarzıdır. Söylenen üzüntü, nala ne kadar gerçek olursa, ağıt o kadar tesirli olur. Onu sonradan ezbere söyleyenler asil nüshanın çekirdeğini korur, onu gelştirir. Özellikle de vefat eden kişi itibarlı birisi ise ağıt halkın ortak eserine dönüşür. Bazı araştırıcılar, Kazak destanlarının bazılarının temelini oluşturan işte bu ağıtlar olduğunu öne sürüyor.
Abdiğappar hakkında söylenen ağıt üzüntü, bu dünyanın fani olduğunu kabul etme, burdaki kaderin önemsiz olduğunu ifade eden geleneksel sözlerle başlar.
Toplanmış burada cemaat jıyılıp kelgen aleumet
Başıma geldi bir akıbet
Sultnımdan ayrıldım
Başkanı idi vilayet
Keder düştü başıma
İçime doldu hasret
Başımdan bahtım düştü
Kalmadı bizde haysiyet
Halkın kendi isteğiyle han seçtiği Abdiğappar’ın boyundaki iyilikleri tasfir eden satırlar hakikat sır olarak duyulur.
Argımak tulpar aldıran
Bir biz değil orta juz
Ortaya koyup han kılan
Rus, kazak herkes te
Yaptığı işe hayran kalan
Bundan sonra da bugünkü topluma sır olan, ama ağıt söyleyenlere malum olan bir sırrın ucu görünür. Abdiğappar’ın yolunu şaşırtan birisinin olduğu, onun yüzünden kahraman ecele duçar olduğu söylenir. O insanın kim olduğu ağıdın eski nüshalarında yer aldığına inanıyoruz, sonraki baskılarda bu ismin yerine nokta işareti konulmuş. Metindeki:
Gözle görmeden günahını
Başından ne ayıp buldu ki
Gözle gören biri yok
Bunun gibi aslanı
Nasıl kıydı da vurdu
Bu satırlar Abdiğappar’ı vurup öldürenin uzaktan değil, kendi yakınından birisi olduğunu ima ediyor. Ağıdın bir çok gerçeği aydınlatacak özelliği de burda belli olur. (Gitti inandı düşmana, sırrını bilmeden kafirin, kendisi gibi adil saydı, sınamadı düşmanı, dostuyla bir safa koydu.)
Merhumun halk için yaptığı hayırlı işleri, aşağıdaki satırlarda açıkça görülür:
Berrak gölün içinde,
Bir ulus sığan gemiydi.
Zalalı yok insana,
Gök ve yer gibi genişti.
İdaresi hakka malûm,
İyiliği çok idi.
Hakim oldu halkına,
Sözleri merhem idi.
Rus, Kazak iyileri,
Kendi bakan ulusa,
Sevap hayırı çok idi.
Deniz kaynar taşırsa,
Su çıkamaz kaya idi.
Yoksullara göl derya,
Zülümlere dar idi.
Ulustaki zalime,
Göğe uçsa ağ idi,
Yerde ise hendekti.
Asil kahramanı böyle tasvir ediyor. “Dağ uçmuş gitmiş sanki yerinden, öyle bom boş etrafımız.” deniliyor. “Başkan oldu önü geniş, sineksiz bir yaz geldi”, “Sultanımı sorarsan aklı derya göl idi, siyasetini sorarsan padişahla bir idi”, Kaburgamla eşit kederim, omurtkamla bir üzüntüm.” ifadeleri destanlardaki mübalağa anlatım yoluyla verilmiştir.
Ağıtın en önemli yeri de halkın zor günlerinde Abdiğappar’ın halkı için asker toplayarak, düşmana karşı çıkmasını anlattığı yerdir.
Halkını korkup vermedin,
Korkaklarla gitmedin.
Karşı çıktın kafire,
Yapmadın işini başkanın,
Ağzından ateş saçan
Nikolay’dan kaçmadın.
Altmış bin askerinle,
Şehirlere yürüdün.
Bu ifadelerin gerçek olduğunu tarihî belgeler de kanıtlıyor.
Bu ifadeler hayatın gerçekleri olduğunu belgelerle kanıtlayabiliriz.
Söz konusu ağıtta tarihi gerçekler öyle çok yansımış ki bu gerçekler bir destan veya roman olur. Halkın başına ansızın gelen acı, Çar fermanı, şiddetten kurtulmak için yol arayan halkın buhranı, bu durumda Abdiğapar’ın kendini düşünmeden halkına sahip çıkması, güçlü ve hileli düşmana karşı gitmesi, son nefesine kadar aldığı kararın arkasında durması, vaz geçmemesi, Kazaklar arasına giren düşmanın ihaneti, yakınından saydığı birilerinin sırtından bıçaklaması, başbuğundan ayrılan ulusun kederli anı, acı günleri, Abdiğapar’ın insancıl, adaletli ve cesur lider olması, “vicdanımın uğrunda canım feda olsun” diye düşmana karşı çıkan cesur kişiliği, hepsi ağıtta çok güzel tasvir edilmiştir. Bu ağıt tarihî şiir derecesindedir.
Konumuzla ilgili bir başka eser de şair Fayzolla Satıpaldıulı’nın “Abdiğappar Han” adlı poemidir. Burada resmi belgelerde bulunmayan bazı bilgiler rastlanmaktadır. Bu eserin yazarı bu olayın yaşandığı bölgede doğmuş büyümüş, Abdiğappar ve Amangeldi’ye akrabalık yakınlığı da vardır. Şair, Abdiğappar gibi halk kahramanını değerlendirmede tek taraflı fikirleri öne sürmenin çok yanlış olduğunu dile getiriyor. 1916 yılında gerçekleşen ayaklanma ve onun liderleri için yanlış ifadelerde bulunanlar sorguluyor.
Kulıkpen kelgen baylık bilsen arzan
Al şındıq su tübinde jatkan marjan
Körsetti köp tarihti boyamalap
Karamay obalına Ibıray Aljan
Keşer me kos arıstın aruagı
Biliner o düniyede kımnin ağı
Ündemey ötirik sözdi qoştap ketti
Jan küyer tuısınız Alidağı
Hileyle kazanılan varlık kıymetsizdir,
Hakikat su dibinde yatan mercandır.
Tarihi yanlış anlattı
Acımadan Ibıray ve Aljan
İki yiğidin ruhu affeder mi?
Öbür dünyada belli olacaktır
Sesini çıkarmadan yalanı doğruladı
En yakın akrabanız Ali de var
Bu satırlar adeta Amangeldi ve Abdiğappar ölümünün gizli sırlarından haber veriyor. Abdiğappar’ın kişiliği satırlarda
Eske alsam eljireydi jürek bauır,
Her aklıma geldiğinde yüreğim ezilir
Düniyeye siyrek keler munday tauir
Dünyaya bunun gibi kişiler az gelir
Sabırlı akıl iyesi bilimge bay,
Sabırlıdır, akıllıdır, eğitimli,
Erekşe belgisi de minezi auır,
şeklinde tasvir ediyor. Bu poemde Amangeldi ve Abdiğapar yiğitlerinin çar askerleriyle savaşı gerçekçi verilmiştir.
Abdiğapar’ın Kazak halkının bağımsızlığını hayal ettiğini, ama toplumdaki anlaşmazlık yüzünden amacına ulaşamadığını üzülerek anlatıyor. Bu eserde hiç bir belgede adları geçmeyen ama bu ayaklanmada çok önemli rol oynayan Jağıpar ve Amen’in kahramanlıkları anlatılıyor. Burada böyle sonuca varıyoruz, biz bu ayaklanmanın başka da kahramanları hakkında hiç bir şey bilmiyoruz. Bu savaşta şehit olan kahramanlarımızın hiç biri unutulmamalı. Bu, araştırmacılarımızın ihtiytla ele alması gereken ilk iştir.
1916 yılında gerçekleşen tarihi olayların gizli hikayesi, bilinmeyen gerçekleri olduğundan haberdar şair Fayzolla Satıbaldıulı kendi eseri sayesinde bazı gerçekleri aydınlığa kavuşturdu. O, Abdiğapar’ın ölümüne sebep olanı da açıkça söylüyor. Bunun gerçekle ne kadar ilgisinin olduğunu araştırmacılar incelemeli. Bu eser 1916 yılındaki ayaklanma hakkında çok önemli malumatlar içermekte. Şairin bağımsızlık arzusunu bu satırlardan görebiliyoruz.
Bul jırım keleşekke jeter meken
Bu şiirrim geleceğe gider mi?
Jok alde bir okılmay keter meken
Yoksa hiç okunmadan kalır mı?
Kazağım ün şığarmay bodan bolıp
Halkım boynu bükük, sömürülüp
Bir küni abden kurıp biter meken
Sonunda yok olup gider mi?
Abdiğapar’ın edebiyattaki kişiliğini kapsamlı bir şekilde incelemek için halk hafızasında korunan efsaneler ve şiirleri derlemek gerekir. Maalesef bu konunun yasaklı olduğu zaman içerisinde bu gerçeği bilenlerin bir çoğu o dünyaya göç etmiştir. Halk arasında söylenen hikayelere tarihi olaylar ve kahramanlar hakkında halkın düşüncesi ve onların bu olay hakkındaki görüşleri yansımıştır. Ünlü yazar, Torğay bölgesinin evladı Tölen Abdikov bana böyle bir hikaye anlatmıştı. Rusya çarının fermanını duyan halk çok heyecanlanmış ve ayaklanan halka bir lider seçmek gerektiğinde Amangeldi ve Abdiğapar isimleri arasında seçim yapmak zorunda kalır. Sonra “Tutunacak eteği yani köklü sülalesi, malı mülkü var Abdığapar han olsun.” diye karar vermişler. Bu sözler, halkın gönlünden çıkan, halkın düşüncesinin yansımasıdır. Sözlü yayılan şiir, efsane, hikayeler temelini halkın özgür düşüncesi ve hayalleri oluşturur, öyleyse bu eserleri ilmi araştırmalarda faydalanarak doğrulara varmalıyız.
Bağımsızlığımızın sayesinde tarihimizin karanlık sayfalarını aydınlatmak, saptırılan gerçekleri düzeltmek, onlara layık olduğu değeri verme imkanlarına sahibiz. Son zamanlarda bu konuda çok başarı elde ettik. Bundan sonra da düzenli olarak ele alacağımız işler çoktur. Halkımızın kahramanı, halkın zor günlerinde yanında bulunan, halkın geleceği için bilinçli olarak yıllarca baskı altında tutan güce cesurca karşı çıkan Abdiğappar Janbosınulı’nın 125. yıldönümünü ülke çapında kutlama milli değerlerimize hurmet olur.

    1995

Üç Tehlike
İlk önce gönlümüzü ferahlatan ulusual düzeydeki başarılarımızı gözden geçirecek olursak bir sürü kazançlarımızı sıralayabilecek durumdayız. Elbette en büyük, eşsiz sevincimiz milletimizin bağımsızlığa kavuşmasıdır. Uzun zamandan beri bir kaç kuşağın, halk kahramanlarının uzak, erişilmez hayali, ümidi haline dönüşen bağımsızlığa kavuşmamız büyük bir nimettir. Buna ulusal bilinçten yoksun, garip, zavallı mankurtler ve kendi milletinin iyiliğini istemeyen, olaya yabancı gözüyle bakan, kötü niyetli hainler dışında tüm halkın mutlu olduğu şüphesizdir. Bugün elde edilen başarıların hepsi bağımsızlığımızın meyvesidir. İnsanların fikirlerinin serbestçe açıklayabilmeleri, basın özgürlüğü, geçmişteki manevi miraslarımızı layık olduğu gibi değerlendirme iradesi göstermemiz, dış memleketlerle ekonomik ve kültürel ilişki kurmamız, yabancı devletlerde elçilikler açmamız. Birleşmiş Devletler Örgütü, İslam Konferansı gibi saygın örgütlere üye olmamız, ulusal simge ve milli marşımızı bağımsızlık ruhu ile doldurmamız özgürlüğümüzün simgeleri ile eşdeğerdir. Kendi Cumhurbaşkanımızı da ilk defa seçmiş olmamız önemli gurur kaynağımızdır. Sıralamaya devam edersek gururla sunacağımız başarılarımız bitmez. Fakat herkese belli olan bu gerçeklerin gölgesinde gizli kalan üzücü bilgileri hatırladığın zaman o heyecan yerini keder değişir. Kazakistan’ın bugünü ve geleceği için tehlike ve tehdit kaynağı olan felaketleri düşündüğünde başın ve gözün döner. Bunların çoğunu toplum hissediyor ancak onların üzüntü ve efkarını hesaba alan, bozulanı tamir edeyim diyecek niyet görülmüyor. Böylece bu tür ihtiyaçlar muazzam ağırlığıyla gündemde kalmaya devam ediyor.
I
İlk sırada kazak toprağına gelen ekolojik afetin hızla geliştiği korkunç yüzü geliyor. Ebedi kutsal varlığımız olan toprağımız perişan olmuş, keyfi hareket ve vıcdansızlığın kurbanı olalı yarım asır oldu. Bu dönemi topraklarımızın gövdesinde yerleşen ölüm ocağı Semey üssünde 40’lı yılların başlarında başlayan nükleer denemelerinden başlıyoruz. Sovyet hükümeti, tüm zülmleri haince gizli yapmaya alışık olduğu için nükleer deneyimlerinin ülkenin hangi köşesinde kaç kere yapıldığına dair bilgiler, sayılı özel uzmanlar dışında topluma açık değildir. Halkımızın başına bela olan Semey üssü bir kaç yıl önce kapatıldı. Toprağımızda bulunan bir canavarın azaldığını bundan biliyoruz. Kalan canavarlar hala topluma meçhuldur.
Genellikle bu tür korkunç olayları araştırdığımızda dünkü sovyet yönetim sisteminin üstünlüğü sırasında meydana gelen yolsuzluklardan söz eder, yerel halkın çıkarlarını hiçe sayan kızıl emperyanın politikasını ayıplıyoruz. Yeryüzünde binlerce yüzyıl dalgalanan Aral denizinin 25 sene içerisinde yok olmasının sorumlusu kimdir. “Bu tür suçları işleyen zorbakiler kim?” sorusuna kesin cevap bulamayız. Koskoca denizin yok olmasına yol verenlerin hiç biri belirlenemedi. Sırderya çekilmedi. Aral’a asırlarca dökülen iki ulu derya Amuderya ve Sırderya’nın suyunu yukarıdan bağlayan ve çöllere akıtan insanların da kim olduğunu bulamadık. Ürgenç ve Karakalpak yakınlarından dolu dolu akan Amuderya suyunu Türkmen’in çölüne çevirip, Aral’a bir damla su bırakmayan zalimler de cezasız kaldı. Bir zamanlar Sırderya o kadar dolu akardı ki, o taşıdığında bölgede bir kaç derya fayda olurdu. Sırderya’nın baharda suyu kabarınca köprüler ve feribot kayıkları harab olurdu, sonbaharda Sırderyanın suyu azaldıktan sonra köprü ve feribotların tamir edildiğini 50’li yıllarda kendi gözümüzle görüyorduk. Özbekistan, “Sovyet Birliğinde pamuk üretimini hızlandırma” pilanını kullanarak Sırderya’nın suyunu pamuk üretimi için her taraftan kullanmaya başladı ve Kazakistan’a derya suyunun artılanı geliyordu. Pamuk üretimini 100 kat arttırmanın nedeni, sovyet ülkelerinin emperyalistlere karşı güçlü olduğunu kanıtlamaktı. İnsanı ürperten gerçek bu ki, Moskova idarecileri pamuk ve pirinç üretimini arttırma talimatını verirken halkın sağlığı ve geleceği hiç hesaba katılmadı. Pamuk alanlarına uykarıdan uçaklarla zehirli ilaçlar saçıldığında onun kokusu tüm eyalete dağılırdı. Sıcak güneş altında, zehirli koku arasında özbek, kazak, karakalpak, tacik kadınları pamuk topluyordu. 60’lı yıllarda Kazak Hükümeti Kazak Sovyet Ansiklopedisi’ni yayınlama kararı aldığında, basın yönetimi tarafından yapılan araştırmalarda ülkemizde büyük, küçük kırk bin göl ve seksen bin nehrin kaydedildiğini hala hatırlıyorum. Onlardan en büyükleri hakkında Ansiklopedi’nin 12 cildinde bilgi verildi. Şu anda o binlerce göl ve nehirlerin hangileri var hangileri kuruyup gitti anlamak çok zordur. Aral, Sırderya bir yana, Kazak toprağının tam ortasında bulunan Balkaş gölünün de yok olma tehlikesinin eşiğinden döndüğünü biliyoruz. Halk tam vaktinde hareket etti ve gölü kurtarabildi. Adı efsanelerle anılan, bütün Kazak şairleri aşık olan Kökşe’nin seksen gölünden geriye kaç tanesinin kaldığını hesaplamak için matamatik olmaya gerek yoktur. Bizim bildiğimiz ülke Karatau dağının güneyi ve batısındaki o güzelim derelerin bir çoğu izsiz kayboldu. Bunları kurutan yaratığın adını sorarsan, dağ altından uran, gaz ve sayri madenleri arayan, yüzlerce metre derinliklere su barajları inşa ederek, kaynak sularını yerin yedi katındaki barajlara akıtan jeologlardır. Aral denizindeki “Barsa Kelmes” adasında insanlığı yok eden bakteriolojik silah deneyiminin yapıldığı son zamanlarda belli oldu. Kazak topraklarındaki deneme üslerininin çoğu gizli kaldı. Bu nükler denemeleri yapılan, askeri hazırlıklar alanı sıfatında yıpranan millyonlarca hektar yeri radyason ve başka zararlardan arındaırmak için yüzlerce yıl lazım. İşte Sovyetler Birliğinden beklenilen denklik, uygarlık hayallerimizin sonucu bu oldu. Daha düne kadar uzaya uçan gemiler Jezkazgan ve Torgay eyaletlerine geri döndüğünde halkımız davullu çanaklı törenle karşılıyordu. Uzay gemileri, askeri teknik konusunda Rusya’nın önemli malumatlar almasını sağlamış olabilir, ama Kazak toprakları bunun uğruna bir o kadar zarar gördü. Bu gizli siyasetin ve her kötülüğü halka iyilik gibi göstermenin neticesidir.
Bağımsızlığa kavuştuktan sonra halk, totaliter sistem sürecinde yer alan zülümler ve yolsuzluklar durdurulur, yıpranmış onca şeyi tamir etme planları yapılır, toprağımız radyason yetkisinden temizlenir, askeri deneme üsleri kapatılır, milyonlarca hektar yer tekrar halkın niymetine dönüşür diye düşünmüştük. Cumhurbaşkanı Semey üssünü kapattığında toplum böyle faaliyetlerin gerçekleşmeye başladığına inanmıştı. Maalesef, bu sevincimiz uzak olmadı, toprağı alt üst eden askeri oyunlar, füze ateşlemeleri hala devam etmekte. Kazakistan Hükümeti Rusya’nın emirlerine uyarak çeşitli sözleşmeler imzalamış görünüyor. Bu meselenin korkunç tarafı şudur ki, o sözleşmeler Rusya için ne kadar faydalı ise Kazakistan için o kadar zararlı olduğunu çok iyi bilen başkanlarımızın “halka, ülkemize barış lazım, nükler denemelerine karşıyız.” diyemedi. Rusya’nın “karşılığını vereceğiz” sözü için ulus geleceğine tehlike saçan hareketlere yol verildi. Bunun neticelerini son zamanlarda basında yer alan çeşitli haberlerden görüyoruz.
Sovyet döneminde Kazakistan’ın uğradığı haksızlıklar ve gördüğü zararları yazarsak cilt cilt kitap olur. Bunlardan bazıları tüm ülkeyi etkileyecek derecede önem taşıyor. Kazakistan Halk (ekoloji) Akademisi Başkanı, İhtisat Bilimleri doktoru, Devlet Üstün Hizmet Madalya sahibi Smentay Tileubergenov “Egemen Kazakistan” gazetesinin 1995 29 Kasım ayı sayısında yayımlanan makalesinde Kazakistan’ın bugünü ve geleceğini tehdit eden tehlike sebeplerini açıkça bildiriyor. “Kazakistan’da 165 milyon hektarlık arazi önceden de bakım isteyen susuz yerlerdi. Arazinin durumu 40 seneleik nükleer denemelerinden sonra berbat hale geldi. Dünyada hiç bir ülke, hiç bir halk, insanoğlunu yok eden çeşitli silahların denemelerinden bizim halkımız kadar zarar görmemiştir. Kazakistan’ın güzelim bozkırları, sadece deneme üssü değil, nükleer teknolojinin zararlı atıklarının, nükleer bombaların mezarına döndü. Bu bombalar bir ülkenin biosferi ve noosferini tamamen yok edebilecek kadar zararlıdır ve zararı ülke dışına kadar yayılabilecek kapasitededir.” diye yazıyor alim. Böyle ilmî delillere bakıldığında çevre ekolojisinin aciz durumunun ciddiyetini anlayabiliriz. S. Tileubergenov şöyle devam ediyor: “Kazakistan uranyum üretiminde dünyada ikinci geliyor. Ülkemizde 116 uranyum madeni mevcuttur. 1946 yılından başlayarak biolojik ve kimyasal bomba icadı için gizli askeri kurumları birleşmeye başladı. Onların deneme noktası, aral denizinde “Vozrajdeniye” adası oldu. Tam burda ülser, tulasremi, burtsellez, veba ve çiçek hastalığı yol açan bakteriler denemesi yapıldı. 1950’li yıllardan 1990’lı yıllara kadar sadece Aral bölgesi ahalisine değil, başka bölgelere kadar yayılan tehlikeli deneme üssü faaliyetine rahatça devam etti. “Ekoloji tarafından zararsız” olarak kabul edilen zararlı maddelerin 200 kilosü yarım milyon insanı yok edebilir kapasiteye sahiptir. Stepnagorski’de “Progres” fabrikasında bunun gibi ölümcül maddelerin stratejik muhafazası için özel kapalı depo çalıştı.”
Bu Kazak topraklarında yapılan kötülüklerin ne kadar hacimli olduğunu gösteriyor. Sovtyet idarecilerinden hiçbirinin, “Bu bölge ahalisi, onların geleceği nasıl olur.” diye düşünmemesi çok korkunç bir şey. İnsanoğlunu yok edecek böyle silahlar denemelerinin yapıldığını bildiği halde Kazakistan’ın D. Konaev baş olan eski resmi makamlarından hiçbirinin “nasıl olur” demeye bile gücü etmemesi, onların yukarıdakilerin emirlerini yerine getirmekten başka bir yetkisi olmadığının delilidir.
Yukarıda adı geçen makalede S. Tileubergenov, “Bakir ve nadas arazileri geliştirme projesinin Kazak toprağını büyük felakete duçar etti.” diye yazıyor. “Cumhuriyetimiz’in sosyal ekonomik durumunu inceleyen ilmi araştırmaların ortaya çıkarttığı gibi, radyasyon yüzünden şu anda toprağın üçte biri kullanılmaz bir durumdadır. Yirmi beş bin hektar bakir ve nadas arazi verimliliğini yitirmiş, 63,3 milyon hektar alan çırıl çıplak olmuştur.” Bunlara şahid olan herkes Kazak yerinin geleceğini düşünmeden edemez. Bu felaketi hissetmemek mangurt olmak demektir, bilmezlikten gelmek, susmak ise ihanet ve sabotaj demektir.
S. Tileubergenov’un “Ekologiya Çeloveka” (1993) ve başka da monografilerinde uzun süren araştırmalar neticesinde varılan çok önemli sonuçlar vardır. Bu eserden Kazakistan’da her yıl yarım milyon yer kumlu bir alana dönüştüğünü öğrendik. Yıl mı çok yer mi çok, böyle giderse 50 sene içerisinde 25 milyon hektar alan çöl olacak. Gereken önlemler alınmazsa devletin ekolojik siyaseti doğru temellere oturtulmazsa, gelecek asırda Kazakistan yaşam için elverişsiz çöl ve kumlu bir yere dönüşebilir. Bunları düşünürsekbiz ekolojik durumumuzu halka anlatmanın zamanı gelip geçtiğini görüyoruz. Ekolojik felaketin eşiğinde olduğumuzu, buna karşı tedbirleri planlamak, onu halka bildirmek, sıra beklemeyen acik bir durumdur. Bu malumatları her köy, kasaba, şehir
Bu konunun ciddiyetini, söylenmesi gereken yolsuzluklar yüzünden Kazak yerine düşen belanın çokluğu yalın dille aktarmak mümkün değil. Bu yüzden de basında yer alan ilmi makaleler temelinde konuşmak istiyoruz. Kazakistan’ın batı bölgelerinde nükleer silahları, yeni teknolojiler denemesinin durmadan yapılageldiğinden son zamanlara kadar halkın haberi olmadı. Bu “sırları” açığa çıkaran malumatları “Tolkındı Kaspiy” bağımsız sosyal-siyasi gazete sayfalarından bulabiliriz. Onların içinden “Narın” toplumsal hareket başkanı Kaken Köbeysinov’un “Atayurt ve onun kederi” adlı makalesinde Kazak yurduna durmadan yapılan hücümleri bulabiliriz. “Atayurdumuz çok felaketlere maruz kaldı. Yeri füze ve nükleer silahı deneme üssüne dönüştü. Halk göç etti, kalanları ekolojik afet kurbanı oldu. Hala devam etmekte. Askeri kurumlar yerli ahalinin rızası olmadan Orda ve Jana-kala ilçelerinin bir milyon 555 bin 692 hektar arazisini zorla ellerinden almıştır. Böylece Orda ve Janakala yerinde iki deneme üssü inşa edildi. Birincisi Kapustin Yar üssü, burada 46 sene füze denemeleri yapılmakta. Son yıllarda burada yapılan füzeleri lağvetme işleri de yürütülmekte. Bu deneme üssünde havada iki defa nükleer patlaması gerçekleştirildi. İkincisi ise Azğırdaki nükleer deneme üssü. Bu deneme üssünde 17 defa nükleer silahı denemesi yapılmıştır. İlk patlama, Azğır köyünden bir kilometre uzaklıkta, 165 metre derinlikte gerçekleştirildi. Patlama sırasında yüz bin CI radioaktiv parçalar yer yüzüne yayıldı. Azğırdaki nükleer patlamaların hepsi şimdiki “Balkudık” köyünün sınırlarında, ekimlik ve hayvan otlakları arasında, Kazakların sık yaşadığı yerlerde gerçekleşti. Bazı patlamalar sırasında nükleer radyasyonu on bir ay boyunca havaya yayılmıştır.”
Rusya emperyasının gücüne güç katmak için, başkalara baskısını altına almak için yaptığı hareketlerin sonucunun ne olduğunu görmek ister misiniz? Öyleyse bu alıntıyı dikkatlice okuyunuz “nükleer ve füze denemeleri yüzünde Narın bölgesi doğal güzelliğini yitirdi. Yer yüzü delik deşik oldu, hava durumu değişti, yer yer suni göller meydana geldi, toprak düşen füze ve uçak atıklarına, bozuk tanklere dolu. Toprak verimi azaldı, iklim değişti, arazi verimliliğini yitirdi. En kötüsü de tabiat denkliği bozuldu. İnsan ölümü arttı. Uzmanların ispatladığı gibi Azgır ahalisinin sağlık durumu Çernobil ahalisinin durumundan da kötü.”
Kazakistan’ın batısında ölüm saçan denemeler tarihi ve onun korkunç yüzünü anlatan hüzünlü hikayeyi belli bir derecede özetleyen, gerçek delillere dayalı sonuçları, Kazakistan milletvekili Engels Gabbasov’un “Egemendi Kazakistan” gazetesinde (16.01.1997) gazetesinde yayımlanan “Nükleer ejderinin zehiri”, “Kazahstanskaya Pravda” (11.12.1996) gazetesinde yayımlanan “Askeri Üsler, Kazakistan’ın kanayan yarası. Kapatmanın zamanı geldi.” Makalelerinden okuyabiliriz. Bu makelelerde Engels, askeri üsleri tamamen kapatma meselesi ele alınmıştır. Bu fikre başka milletvekilleri de destek çıktı ve Cumhurbaşkanı N. Nazarbayev’a resmi mektup yollayarak, Kazakistan yerinde nükleer denemelerine izin vermemesini talep ettiler.
Kazak halkı ve yurduna yapılan zülmü ne kadar anlatırsan anlat bitmez. Semey ve Aral bölgesinin felaketi hakkında yazılan kitaplar ve makalelerine göz atamadık. Onlar hakkında ne kadar anlatırsak az olur. Geçmişten sovyet devrinden kalma derdimiz olan, halkın kaderini “yukarıdakilerin” kendi çıkarlarına göre yazdığına dur diyecek zamanın geleceğine inanıyoruz.
Tehlike sadece askeri üslerden gelmiyor. Uzmanların anlattıklarına göre Kazakistan’ı tehdit eden başka da korkunç tehlikeler vardır. Bundan biraz yıl önce askeri üslerin nükleer atıklarını Sarıözek’e gömdüğünü biliyoruz. Bunu da resmi yetkililer halka hiz zararı olmayan masum hareket gibi anlattı. Dünyanın parasını verse de, yerimize ölüm saçan atıkları gömdirmeyecek metin harekter lazım bize. Bunu unutmak isterdik ama, Kazakistan yerine nükleer atıklarını getirip gömme olasılığı hala da yüksek olduğunu söyleyen vatensever canların, yetkilileri tövbeye, yerli halkın haklarıyla oynamalarına son vermeye çağıran sesini çok duyuyoruz. Mesela, “Novoye pokolenya” gazetesinin 1995 yılının aralık sayısında yayımlanan “Kazakistan’a karşı sinsi nükleer savaş” adlı makalesinde R. İbrayev bazı yetkililerin Kazakistan’ı nükleer atıkları mezarlığına dönüşmesine dünden razı olduğunu ve böyle zalimce plan gerçekleşirse Kazak yurdu ve ulusunun geleceği karanlık olduğunu açıkça yazdı ve bunu destekleyen delliller sundu.
Baykonur uzay alanının Rusya’ya uzun süreli kiraya vermenin, iklime, tabiata, insan sağlığına olan zararını yazmayan basın kalmadı. Füzeleri uzaya uçuran Rusya kazanırken, Kazak yurdunun neler kaybedeceğini bugünlerde büyüklerin yanı sıra çocuklar da biliyor. Yurdumuzu bize zarardan başka bir şey kazandırmayan askeri üsleri de, Bay-konur uzay alanını tamamen kapatma, onların sonuçlarında arınma sadece Kazakların değil, bu ğlkede yaşayan tüm halkın dileği olduğu bir gerçektir. Bu tehlikeden kurtulmadan, halın geleceğinden bahsetmek suçtur. Halkın güvenini kazanan Cumhurbaşkanımız ekolojik felaket kaynağını kapatarak halkın rızasını alır diye ümit ediyoruz.
II
Bir yıl önce bir sosyal kuruluş toplantısında Kazakistan Adalet Bakanlığında çalışan bir güzel hanım söz söyledi. Onun sosyal faaliyetler konusunda biraz tecrübesi varmış. Rus okulunda eğitim aldığı, Kazakça sadece konuşma dilini bildiği konuşmalarından anlaşılıyordu. O, Kazakistan’da inanç özgürlüğü meselesinin tamamen çözüm bulduğunu, buna misal olarak da Adalet Bakanlığı’nda dünya çapında geçerli olan dinî akımları içeren 37 konfesyonun resmi olarak kayıtlı olduğunu söyledi. Bu konuda başka ülkeleri arkada bıraktığımızı ve devletimizin önder ülke olduğunu coşkuyla anlattı. Hatta bazı ünlü Kazakların çocuklarının din değiştirdiğini, sanki bir güzel haber veriyormuş gibi gülümseyerek anlattı. Bu arada ben dayanamadım “Bu çok az değil mi, Kazakistan’ı dinler gezegenine dönüştürmek için 370 konfesyon kayıt etseydiniz.” dedim. Bakanlık görevlisi, bana şaşırarak baktı. Ben, “ne olursa olsun başladığım sözü bitireyim.” diye düşündüm ve şöyle devam ettim: “Kazakistan dünyada bulunan her dinî akıma kapısını böyle açarsa ülkemiz kozmopolit ülke olur, milli gelenek, milli görev, vicdan, örf adet gibi kavramlar yok olur, silahsız, füzesiz halkımız yok olur, bir ananın doğurduğu çocuklar türlü inanca sahip olursa dinler arasındaki farklılıklar yüzünden bir birlerine düşman olur, bu manevi çöküntüye giden en kısa yol, siz ve bakanınız da inanılmaz bir işe imza atmışsınız, Kazakistan’ı çökertmek, milli hüvviyetini param parça etmek için bundan güzel ne olabilir ki.” dedim. Bunu söyledşğşm için pişman da olmadım. Çünkü Kazakistan’da gerçekleşen din genişlemesi hakkında gördüklerim ve hissettiklerim o anda bunları söylememi gerektirdi.
Kazakistan’da sovyet sisteminin çöküşü ve dış ülkelere sınırların açılması ülkemizin başka ülkelerle ilişkisini arttırmıştır. Yabancı ülkelerden gelip Kazakistan’da çalışanlar kendine uygun yaşam şartları kurmaya çalıştı. Büyük şehirlerimiz ve kasabalarımızda çeşitli dinî akımlar yerleşmeye başladı. Almatı’nın merkezinde bulunan müzeler, kültür merkezlerinde salonlar kiralayarak, her pazar günü kendi dinî merasimlerini gerçekleştirdiklerini herkes biliyor. Mesela, devlet müzesinin büyük salonunda baptist mezhebinin kendi planlarına uygun misyonerlik faaliyetlerini rahatça sürdürdüklerini, propaganda yaptıklarını, yerli gençleri kendilrerine katılmaları için teşvik ettiklerini kendim gidip, kendi gözlerimle gördüm. Almatı’da Hıristiyan dinî mezhepleri ve Krişnaitlerden ayak koyacak yer bulamazsın. Bazen sokaklarda küçücük çocuklar Krişna toplantılarına davetler dağıtıyor. Çeşitli konfesyon takipçileri sadece ayinlerini yapmakla kalmıyor, onlar kendi takipçilerini arttırmak ve Kazak gençlerini kendi aralarına çekmek gibi gizli amaçlar güdüyorlar. Onlar propaganda için hiçbir masraftan kaçınmıyorlar. Toplanan cemaati coşkuyla karşılamak, hediyeler dağıtmak, rahatlatıcı müzik dinletmek, bedava inglizce öğretmek gibi faaliyetleri meyvesini vereceğinden emin vaptizciler, hızla çoğalıyor. Bu faaliyetlerini gizlemiyorlar da, açık açık kaç tane Kazak gencine kendilerini kabul ettirdiklerini, kendi dinlerinin “üstünlüğünü” metheden yazılar yayımlıyorlar. “Veçernıy Almatı” gazetesi bir sayısında tıp bilimler doktoru bir Kazak kadının krişnaçı olduğunu müjdelemiş, hatta resmini bile basmış. Bilim adamı olacak o kadının yeni ismi Surattama Dasi Devi olmuş. Kapımıza gelip, Hıristiyan dini ile ilgili kaynakları dağıtan bakımlı, Kazakçayı çok iyi konuşan Kazakları her gördüğümde kendimi tutamadan “dininizi satmışsınız, şimdi de başkalarını da mı kendinize benzetmek istiyorsunuz.” diyerek kovduğum günler de oldu. “Türkistan” gazetesinde yayımlanan bir makaleden başka dini kabul eden Kazaklar sayısının binin yüzerinde olduğu acı gerçekleri öğrendim. Bunun sonu nasıl bir felakete yol açacağını Allah’tan başka kimse bilemez. “Veçernıy Almatı” gazetesinin 1996 yılındaki 24 nisan sayısında krişnaçıların başkanı Sergey Han’n gazete muhabirine verdiği repörtaj yayımlanmış. Missiyoner bu dinin beş bin yıllık tarihi var kutsal bir din olduğunu söyledi. Hepimizin merak ettiğimiz “Krişnaçıların arasında en çok hangi halk var?” sorusunun cevabı “Kazak gençleri.” oldu. Dün ata babaları İslam dinini kabul eden, bugünkü ateistlerin çocukları, kendi yurdunda çaresiz serçe gibi çeşitli mezheplerin ağına düşüyorlar.
Yabancı ülkelerden gelen misyonerler yurdumuzda gece gündüz sokak sokak gezerek, her evin kapısına kadar giderek, gençler arasında kendi dinlerini aktif bir şekilde propaganda ederken, müftilerimiz ve imamlarımız bizim geleneksel dinimiz olan İslam dininin gelişmesi için parmaklarını bile kıpırdatmamaları beni hayretlere düşürüyor. Bunlar ölüme gidip cenaze çıkarma ve camide sadaka toplama işinden başka iş yokmuş dibi davranıyorlar. Uzun zaman göz ardı edilen, yasaklanan İslam dinimizin kalkınması için bu hareket az eder. İslam dini propagandasının çok zayıf olduğunu gören misyonerler, “bundan iyi şans mı olur” diye işlerine eki elleriyle sarılmış durumda. Gerçi son zamanlarda camiler inşa ediliyor, medreseler açılıyor, dinî geleneklerimiz canlanıyor, ama İslam hizmetçilerinin çalışma hızı, eğitim düzeyi çok düşük olduğu ortadadır. Üstelik Kazakça bilen imamların sayısı da çok azdır.
Tabi ki demokratik toplum kurmayı amaçlayan ülkede herkesin inanç özgürlüğü olması dünyada kabul edilen bir kaidedir. Ama her güçlü devlet için asırlarca devam eden geleneksel dinini muhafaza etme ve geliştirme kutsal bir görevdir. Kendi dininin üstünlüğünü vurgulama affedilir bir davranıştır, ama ikinci bir dini küçümsemek, hatta açıkça kötülemek yanlış bir harekettir. Yabancı ülkelerde güzel kağıtlara basılan hristiyan v.s. dinleri propaganda amaçlı kılavuzlarda İslam dinine yönelik olumsuz fikirleri görüyoruz. Bu zoraki bir davranıştır ve tüm müslüman halkına olan hakarettir.
Kazakistan’da yaşayan halklar ve etnik grupların yüzde altmışı müslümandır. Buna rağmen bir müslüman ülkemizi “İslam Cumhuriyeti” olarak adlandıralım talebinde bulunmadı. İslam, barış dini olduğu için başkalarına zorla veya hileyle İslamı kabul ettirme gibi hareketlere karşı, inanç özgürlüğüne saygı duyan bir dindir. Ama “insan hakları” adı altında müslümanları karalamaya çalışanlara “kimse engel olamaz” diye düşünmek hata olur. Başka dinler gibi İslam dininin de geleneksel değerlerini korumaya ve geliştirmeye, genişletmeye hakkı vardır. Bu konuda düşünülmesi gereken çok mesele vardır.
Rusya Duma’sı Ortodoks Klisesinin gelişmesi için büyük adımlar attığı bellidir. Daha düne kadar dünyadaki en büyük güç olan ve bir kaç ülkeyi yok edebilecek çeşitli silahlar sahibi, nüfusu da çok olan Rusya’nın bile kendi dinini korumaya çalışması bizim için bir örnek davranış olmalı. Sovyetler döneminde yasaklanan, yok olma eşiğinden dönen İslam dininin tekrar kalkınması için devlet desteği lazım.
Kazakistan’da dinî akımlar ve mezheplerin çoğalması yasamızdaki açıklık yüzünden oluyor. Geçen sene kabul edilen Ana Yasamız’da bir çok beşeri değerlerin öngörüldüğü konuşulmakta. Ama bu Yasa’nın zamanla .. mesela 22. Maddede “Herkesin inanç özgürlük hakkı var” denilmekte. Ama bu madde azmış gibi Ana Yasa’nın bir yerlerinde “yabancı Dinî Topluluklarının cumhuriyet sınırındaki hizmeti, Cumhuriyet sınırlarında faaliyet gösteren dinî toplulukların başkanlarını tayin etme Cumhuriyetin ilgili makamlarının anlaşması üzerine gerçekleşir” gibi açıklamayı da eklemiş. Bunun gibi açıklamalar Ana Yasa temelinde yazılan ek rehberliklerde yer alabilirdi.
Bir zamanlar Kazakistan’ı yüz dilli gezegen olarak göstermek adet olmuştu, ama etnik gruplar sadece Rusça konuşmak zorundaydı. Hatta devlet dili olan Kazakçanın da kullanım alanı o kadar daralmıştı ki, artık Kazaklar bile unutmuştu. Şimdi de Kazakistan yüz din gezegeni oluyormuş. Bu hareketin asıl amacı, dinler özgürlüğü adını kullanarak İslamı uzaklaştırmak, Kazakların Rusça okuyan gençlerini hristiyanlığa ve başka dinlere teşvik ederek Kazaklar birliğini paramparça etmektir.
Şimdi dünyanın her tarfında yer alan tartışmalar ve savaşların en önemli sebebi ülke ve ülkeler arasındaki dinî farklılıklarla ilgili olması gizli saklı bir haber değildir. Daha dün hristiyan Sırpların müslüman Boşnakları katletmesine dünya şahit oldu. Amerika Birleşik Devletleri araya girmeseydi, şovenizm siyasetiyle gözleri dönen Sırbıstan yöneticileri eskiden komşu olan bir halkı yer yüzünden silecekti. Dinî tutuculuğun böyle vahşi bir zülme sebep olduğunu eski tarih sayfalarından da görebiliriz. Bu dehşet sadece Yugoslavya yerinde değil, dünyanın her tarafında yer almaktadır. Dini hristiyan olduğu için Rusya Ermenistan’a destek çıktı ve onu Azerbaycana karşı kışkırttı. Bunun neticesinde Ermenistan, komşusu olan Azerbaycan’a ait toprağın beşte birini işgal etti, milyondan fazla insan mülteci oldu. Bu da azmış gibi Rusya ve Ermenistan Askeri Birlik Sözleşmesi imzaladı. Böylece I Petr zamanında başlatılan müslüman ülkelerini işgal planı, yeni zamanda da sürdürüldü. Eğer Azerbaycan Ermenistan topraklarını işgal etseydi, hristiyan Avrupa ülkeleri bir gün bile dayanamaz, “işgal durdurulsun” diye yaygara koparırdı. Bu iki memleketin arasındaki meseleyi başka türlü yorumlamak isteyenler, konuyu tersine çevirmek isteyenlerdir. Müslüman devletlere karşı ayni dine mensup başka bir halkı kullanmak Rusya emperyasının eski siyasetidir, şimdiki idareciler de bunu takip ediyorlar. Bağımsız Devletler Topluluğu (BDT) kurumu, Ermenistan’ın agresif hareketine karşı gelmedi, bir devletin başkasına baskı uygulamasına izin verdi. Adaleti ayak altına alan, bir birine destek olamayan dostluğun ne önemi var.
Küçücük İsrail, kaç milyon halkı var Arap devletlerine aklına gelen kötülükleri yapmasının sebebi bunların arasındaki dinî fark değil de nedir? Arapların birine destek vererek, ikincisini köstek olup, bir olmaya fırsat vermeyen, eziyet eden İsrail’i dini bir Batı Avrupa devletleri kollamasalardı, Flistinlilerin eziyeti bu kadar uzun sürer miydi? Müslümanların Kudus’taki kutsal camisinin dibinden Yahudiler için konut inşa etme kararı zülümlerin en büğüdür. Yahudiler ve hristiyanların bir birlerine yakın olması, onların müslüman devletlerin çökertme siyasetinde bir olduklarını gösterir.
Yerdeki cennet olan Livan’ın da trajedisi yerli halkın hristiyan ve müslüman olarak bölünmesinden kaynaklanmaktadır. Hepsi ayni dili konuşan Arapların dinî farklılığını dış güçler faydalanarak bir halkı ikiye ayırdı. Sonunda gül bahçesi gibi olan bir memleket harabeye dönüştü. Dünya meselelerinde son kararı veren güçlü devletler, bu dehşeti durdurma gücüne sahip olduklarına rağmen, onları barıştıramadı.
Son zamanlarda tartışmalar ve savaşların dinî sıfatta gelişmesi dünya için ders olmalıdır. Farklı dinlere sahip halkları bir birlerine karşı kışkırtmak, hiçbir zaman barışmayacak bir hale sokmak yayılmaktadır. Rusya’nın Güney Kıbrıs Cumhuriyeti’ndeki dini bir Yunan halkına silah satma kararını alması da Türkiye’ye gözdağı vermek için yapılan harekettir.
Rusya’nın bağımsızlığını isteyen Çeçenistan’a karşı açtığı savaş ta dinî sıfat içermektedir. Tabii burada Rusya’nın Çeçenistan’ın petrolünden ayrılmak istemediğini de göz ardı edemeyiz. Yine de Çeçenlere olan kör düşmanlığının kökü, dini farklı halkı hasım sayan eski emperyalist görüşe bağlı olduğunu da hesaba katmalıyız.
Allaha şükürler olsun ki, Jonğar savaşının dışında bugüne kadar Kazakların başına gelen felaketler arasında dinî çatışma olmadı. Bizim Rusya’ya bağımlılığımız üstün halk ve yenik düşen halkın arasındaki kalıplaşmış ilişkidir. Bağımsızlığını yeni kazanan Cumhuriyetimiz çok dinliliği kabul ederse, bu kaçınılmaz kader olur. Tarihte olanlar da, günümüzde olup biten savaşlar da bunun delilidir. Öyleyse demokrasi kelimesini kullanarak, Kazakistan’ın asırlar önce kabul ettiği geleneksel İslam dini üzerine onlarca mezhebi eklemenin ne gereği var sorusu yerinde olur. Adalet Bakanlığı tarafından kaydedilen 37 mezhep ve dinî akımlar kendi kliselerini inşa ederek, herbiri kendi topluluğuna tesir etmeye başlarsa, halkı biraraya getirme yolunda yeni adım atan devletimizin yeni yetişen genç kuşağı arasında ateş yakarsa, gerçek felaket o zaman başlar. Çeşitli dinî akımlar tatlı dilleriyle çocuklarımızın beynine girerse, hiç savaşsız, gürültüsüz milli geleneğimizi de, geleceğimizi de kaybederiz. Şimdi İslama karşı manevi hücüm dünya çapında etkili olduğunu sadece mankurtler hissettmeyebilir. Amerika’nın direkt desteğiyle organize edilen “Svoboda” radyosunu veya “Amerika dauvısı” radyosunu dinlerseniz hep olumsuz haberler veriliyor. Çeşitli ülkelerde olan yolsuzluklar, mülteciler meselesinden İslam dinini sorumlu tutmak alışkanlık haline geldi. Avrupa, Amerika ve Afrika’da gerçekleşen aşırıcılık, terör olayları için açıkça İs-lamı suçlamak vicdansızlıktır. Dünyada olup biten irili ufaklı cinayetin aslını bildirmeden, İslam kelimesine ekleyenler, barış düşmanlarıdır. “İslam Fundamentalizmi” kavramının aslını bilmeden, canavar olarak gösterenler de onlardır. Bağımsızlık bayrağını yeniden dalgalandırdığımız bu günlerde çok dikkatli olmamız gerekiyor. Dışarıda olsun, içeride olsun devletimize kuyu kazanların sayısı az değildir. Onların ince düşünülen planı, Kazakistan’da İslam dininin gelişmesini engellemek, çeşitli mezhepleri propaganda ederek Kazakları öz dininden ayırmaktır. Evin dışına yerleştirilen bomba gibi bu tehlikeyi durdurma önlemleri alınmazsa, korkunç sonuçlara katlanmak zorunda kalırız.
III
Dünyadaki en asil varlığımız, ebedi hazinemiz ana dilimiz resmi devlet dili derecesini aldı ama, kıymet bilmez zalim düşmanlar ve kendi aramızdan çıkan dışı Kazak, içi yabancı kimselerin, namussuz koltuk severlerin yüzünden yıllarca hakettiği hürmeti göremiyor. Çeşitli kurum idaresinde oturan bazı başkanlarımız şovinistler ve aşırı görüşlü birileri tarafından söylenen “Kazak dili Rus dilini sıkıştırıyor.” gibisi lafların gerçek olmadığını bile bile korkudan o lafı atanlara destek çıktı. Kazak dilinin yoluna taş koymaya devam ediyor ve bu hareket doğal bir hale dönüştü son zamanlar. Dilimize hürmet göstermeyen, yüksek mevkilerde oturan Kazaklar laftan anlamıyorlar. Milletvekillerinin büyük bir kısmı Kazaktır, ama ana dilimizi kürsüden duymak mümkün değildir. Çünkü pasaportlarında Kazak yazılmış ama Kazakça konuşma dili biliyor olsa bile edebi dili konuşamayanlardır bunlar. Onlardan çoğu Kazak dilinde gazete, kitap, dergi sayfasını hiç açmamış Kazaklardır. Onlar, Kazak dilinin acılı haline için için sevinenlerdir. Çünkü Rusça konuşan Kazaklar’ın ana dilini öğrenme gibi bir amaçları yoktur, eğer Kazakça’nın kaderi gizli oylamayla çözülseydi, bu közkamanların hepsi olmazsa da yarısı kesin “devlet dili” statüsünden “Kazakça” kelimesini düşünmeden çizerdi. Şu anki hakikat bundan ibarettir, bu yüzden de gizlemeyeceğiz, acı gerçeği yüze vuracağız. Oysa Meclis Kazakça konuşmaları çevirecek tercüman bulamamış diyene kim inanır ki. Bir defasında Meclis Evi’ne Kazak dili hakkında konuşmaya gittiğimizde halkın çok iyi tanıdığı bir senatör bilim adamının “Kazakça ve Rusça’yı çok iyi bilen, anında çeviri yapabilen adamlar var mı bizde” sorusu beni çok şaşırtmıştı. O adamın halktan, hayattan ne kadar uzak olduğunu ve sadece kendi çıkarları dışında hiçbirşeyi önemsemediğini anlamıştım ve bu durum beni çok korkutmuştu. Bazı milletvekillerinin Kazakça konuşmasını, ülkemizde onlarca sene yaşamasına rağmen Kazakça bir tek kelime bile öğrenemeyen kalın kafalı zatlar için çevirecek tercüman bulamayan Meclis’ten hayır beklenir mi?
Böylece tepelerden başlayan ve yıllarca değişmeyen “örnek davranışın”, toplumu nasıl etkilediğini hepimiz anlıyoruz. Bundan bir kaç sene önce açılan Kazak okulları ve kreşlerin tekrar kapatılması, Kazak diline desteğin olmamasından kaynaklanıyor. Tabi ki piyasa ekonomisine alışmak zordur. Ama mesele bu değildir, mesele milli kültürümüzün devlet tarafından iltifat görmemesidir.
Bu durumda ne yapılmalı? Sadece bir gerçek vardır. O Kazak dilini Kazakların kendileri öğrenmezse başkalara ne diye küselim ki. Bu yüzden Kazakları Kazak yapmakla başlamak lazım bu işe.
Amerika Birleşik Devletleri’nde o ülkenin vatandaşlığını almak için Amerikan tarihi ve İngliz dili sınavlarına girmek şarttır. Bunu gibi bir şart koşmaktan ne zamana kadar korkabiliriz. Bu şartı duyanın kalbi patlamaz, tam tersine nerede ve hangi memlekette yaşadığını bilmeye, düşünmeye mecbur olur, zaman geçtikçe de yaşadığı ülkenin değerini de bilmeye başlar.
İran İslam Cumhuriyeti halkının yarısının Farsi, üçte birinin Türk dilli halklar, kalanı ise başka etnik gruplara mensup olduğunu duyduğumda hayran kalmıştım. Oradaki milletin hiçbiri Farsça ile beraber kendi öz dilimizde okul istiyoruz, basın yayın istiyoruz gibi taleplerde bulunamıyorlar. Devlet dili Farsça, buna kimse şüphe getiremez. Çünkü oradaki türlü halk diyasporası, kendilerinin İran topraklarında yaşadığını idrak ediyorlar ve Farsça bilmek onlar için bir borç olduğunu kabul ediyorlar. Hepsi ulu İran devletini geliştirme uğruna çalışıyorlar. Hükümet te, meclis de her etnik grubun gönlünü almaya çalışmıyor. Bu sözümüze şüphe edenler İran tecrübesiyle tanışabilir. Biz Kazakistan’da da İran tertibi olmalı demiyoruz. Ama çok milletli bir ülkenin barış içinde böyle yaşaması medeniyetin güzel bir örneğidir.
Kazak dilinin tam anlamıyla gelişmesi için aynı dili konuşan milli bir ortam yaratma ihtiyacı gündeme getiriyor. Kazak az yerde dilin gelişim göstereme şansı yoktur. Başka milletin de Kazakçayı öğreneceğini ummuyoruz. Aslında kararın gücüyle veya milliyetçi ruhtaki davetlerle ülkemizde yaşayan çeşitli millet diasporasının Kazak dili hakkındaki fikrini değiştirmek bir hayal olur. Kazakça’nın kullanım alanını genişletmek için kaderin fermanıyla dünyanın her ucuna dağılan Kazakları ata yurtlarına geri getirmek lazım. Onlara geri dönmek için imkan sağlamak en güvenilir yol olur. Bu meseleyi çözmek Cumhurbaşkanı ve bu işle ilgili tüm devlet makamlarının görevidir. Bir zamanlar öz vatanından sürgün edilen, açlık döneminde göç eden Kazaklara özel statü verilerek, onların geri dönüş yolundaki suni engelleri kaldırmadan iş gerçekleşmez. Milli bilincimizi o kadar yitirmişiz ki “Yabancı ülkede yaşayan Kazaklar kendi vatanına hiç bir engelsiz geri dönmeli.” demeye bile dilimiz varmıyor. Artık korkuyu atmanın zamanı gelmiştir. Rusya yabancı ülkelerde yaşayan vatandaşlarını hiç bir zaman unutmaz. Onlar, “Dış ülkelerde yaşayan Rusların hakkını korumaya hazırız.” diye sık sık tekrarlar. Madem Ruslara imreniyoruz o zaman onların kendi vatandaşlarına olan desteğini de örnek alalım. Son yıllarda yabancı memleketlerde yaşayan Kazakların vatana dönmeleri için Cumhurbaşkanımız’ın fermanı ile kontenjan sağlandı. Böyle bir destek sayesinde dışarıda yaşayan kardeşlerimiz az da olsa dönmeye başladı. Ama bu gidişle kardeşlerimizin ata yurtlarına kesin dönüş meseleleri yakın zamanda çözülemez. Bu konu cesur değişimler ister. Ancak başka memleketlerde yaşayan dört milyon Kazak vatanına döndüğünde ana dilimizde konuşan ortam yaratabiliriz.
Kazakların büyük bir kısmı Rusya, Çin ve Özbekistan’da yaşıyorlar. Bunlar uzun zamandan beri yabancı dil ortamında yaşayanşardır. Mesela Rusya’da yaşayan 1 milyon Kazak, milli dil ve kültürümüzden ırak yaşam sürdürmekte. Oradaki vaytandaşlarımızın bugüne kadar ana dilinde ne okulu ne de basın yayını oldu, bundan sonra olacağını hiç zannetmiyorum. Rusya’daki kardeşlerimiz kendi dillerini çoktan unuttular. Onları vatana döndürmek zordur, ama milli geleneklerinden tamamen ayrı kalmamaları için Kazakistan ve Rusya bir anlaşma yapmalı. Kazakistan’daki milyonlarca Rusun ağzından çıkan isteği anında yerine getirmeye çalışan hükümetimize Rusya’daki Kazakların durumunu düşünmenin zamanı geldi diyoruz. İran İslam Cumhuriyeti başkenti Tegeran’da Kazak dilinde haberler sunulacakmış. İran memleketi, topraklarında yaşayan az Kazaklar için böyle bir iltifatta bulunurken, Rusya, idaresi altında yaşayan yüz binlerce Kazakların hakkını göz ardı edemez. Sadece bu işi Kazakistan’ın ilgili makamları organize etmeli. Özbekistan’da yaşayan iki milyon Kazak kardeşlerimizin durumunu da ciddi bir şekilde ele almalı. Onların hemen hemen hepsi Kazakistan’a dönmek istiyor. Özellikle de Karakalpakistan’da yaşayan vatandaşlarımız yardıma muhtaçtırlar. Özbekistan Kazaklarının yarısından fazlası kendi ata yurdunda yaşıyor. Onlar doğup büyüdüğü yerlerden kopabilecekler mi acaba? Çin’de yaşayan Kazakların hepsi mi Kazakistan’a dönmek istiyor. Biz onların hepsi Kazakistan’a dönecek gibi bir beklenti içerisinde değiliz. Onların büyük bir kısmı yaşadığı yeri de seçebilir. İşte bunun gibi karışık durumları araştıran, göç meselesini devlet seviyesinde çözümleyen, yabancı ülkede yaşayan Kazaklar meselesiyle ilgilenen özel bakanlık veya ona benzer resmi kurum, araştırma merkezi kurmak şarttır. Eğer bu ciddi mesele göz ardı edilirse diş ülkede yaşayan Kazaklar ana dillerinden mahrum kalırlar. Dil ebedi yaşaması için desteğe ihtiyacı vardır. Bu destek dediğimiz, ana dilinde okullar, basın yayın, çeşitli manevi ve kültürel merasimlerdir. Hükümet, Rusya, Çin, Özbekistan Cumhuriyetleri ile özel bir anlaşmaya varmayınca, bu iş çözülmez. Bugüne kadar Özbekistan’da 600 Kazak okulu var diye övündük. Bu okulların halini düşünenler var mı? Kendi memleketinde milli demokratik devlet olmayı amaçlayan Özbekistan’ın, topraklarında yaşayan Kazakların ihtiyaçlarını karşılamaya imkanı ve isteği var mıdır? Özbekistan’daki Kazak okullarında ana dilinde ders kitapları yeterli derecede midir? Kazakça basın yayının hali nasıl? Kazak gençleri üniversite kazanabiliyor mu? Bunun gibi çok soru var. Kazakların yoğun yaşadığı ülkelerle bunun gibi ve de başka sorular üzerine devletlerarası bir sözleşme imzalanması gerekmiyor mu?
Kazakistan’da Kazakçanın durumu, tüm engellere rağmen düzeleceğine inanmalıyız. Kısa sürede Kazak halkının sayısının artmasında bir takım ilerlemeler elde ettik. Buna bir de dili, dini, geleneği ve kaderi yakın Özbek, Kırgız, Başkır, Türk, Tatar, Uygur, Azeri, Nogay, Kumıkları eklersek Türk dilliler sayısı artacaktır. Kazakların milli şuuru kemale erdikçe Türk dilli kardeşlerle olan irtibatının da genişleyeceğine inanıyoruz.
Ülke içinde Kazakları “Kazaklaştırmak” ne kadar önemli ise, başka ülkede yaşayan kardeşlerimizin milli dil, kültür ve geleneğini unutmaması için zemin hazırlamak ta bekletilmesi zor bir iştir. Devlet tüm ilgisini piyasa ekonomisine geçme sürecine yönlendirirken milli gelişme problemlerini unut bırakırsa bu büyük bir trajediyle sonuçlanır. Bu yüzden de ben bu meseleyi üçüncü felaket olarak görüyorum. Ekonomik durumları düzeltmeye çalışırken, dillerini kaybeden uluslar vardır. Allah bizi böylesinden korusun. Zülümlerin sayısız baskısına dayanan, eski cesur kişiliğini yitiren, ama eğer gerçekten arzu ederse istediğini almadan durmayan yetenekli halkım, kendi bağımsızlığı için yüzlerce sene mücadele etti. bağımsızlık bayrağını elimize aldıktan sonra kulluk

    1997

İyi Niyet Büyük Düşünce
Şu anda eski sömürgecilik, totolitar sistemin zorla verdiği ülke adlarından arınma, gündemdeki önemli meselelerden biridir. Bir çok su, köy, ilçe, kolhoz ve sovhoz adları değiştirildi, eski isimleri tekrar verildi. Bu halkın şuurunun uyandığını, öz toprağının ve yerinin tarihini, geleneği koruma arzusunu gösterir. Yer, mekan adlarını değiştirmenin altında derin ve zalimce bir amacın olduğunu halk yeni anlamaya başladı. Bir halkı eritmek için tarihini unutturmak, sömürücü siyasetin eskiden kullanıla gelen denenmiş bir metodudur. Başka halkı sömürmeyi ata babasından kalan miras gibi görenler, önce yer su adlarını değiştirir, sonra da tarihi kendi işlerine göre yeniden yazar ve coğrafi haritaları istediği gibi çizerler. “Elli yılda memleket yeni, yüz yılda tamam.” bir asır sonra geçmişten habersiz bir nesil fayda olur, onlar tarihi nerden baksın, gördüğü ve duyduklarına inanır, eskilere yapıln haksızlıklardan habersiz yaşar gider. Mesela Simferopol’un eski adının Akmeşit olduğunu tarihçilerden başka bilen yok. Odessa’nın da eskiden Türkçe adı vardı. Şimdiki Sevastopol şehrinin eski adının Tatarca Akjar olduğunu “Literaturnaya Gazeta” gazetesinde Rus yazarı V. Mojaev ispatlamıştı. Tarih kitaplarına dikkatlice bakarsak bugünkü Rusya topraklarındaki bir çok yer adlarının(toponymy), su adları (hydronym), dağ adlarının (oronymy) eskiden Tatarca, Noğayca, Başkurca, Kazakça olduğunu çok kolay görebiliriz. Ama biz bağımsız, egemen Rusya’nın iç meselelerine karışmıyalım. Kendi ülkemizdeki yer-su adlarını yerine koyalım da, o da bize yeter.
Bu çalışmada karşılaşacağımız zorluklardan bir tanesi bir kaç kuşağın kulağına sinen mekanların eski adını aramaktır. Kazakistan’daki yer-suyun eski adlarını ancak arşiv belgeleri ve kitaplardan bulabiliriz. Cumhuriyetimiz’in kuzey bölgelerinin Kazakça adları S. Mukanov’un “Ömir mektebi” adlı romanında çok güzel dizilmiş.
Eski yer adlarını değiştirme meselesi çok ciddi yaklaşım talep eder. Acele kararlarla yola çıkılmamalı, bunun maddi tarafını da düşünmeliyiz. Çünkü yer adı değiştirmek masraf demektir. Yanlışlıklar şu anda sık sık yer almaya başladı. Bu yüzden bu konuda fikir bildirmek istiyorum.
Bizim kanaatimizce yer adlarını değiştirme sırasında iki türlü yanlışlık yapılmakta. Bunlardan ilki, bir zamanlar zorla verilen mekan adlarını değiştirirken bu mekanın eski tarihî adını değil de, kişi adlarını vermeye çalışmaktır. İkincisi ise aynı kişi adının her eyalette, ilçede tekrarlanmasıdır. Bu acele iş böyle devam ederse Kazakistan toponomisi tamamen değişir ve tarihe yeni bir haksızlık yapılır. Bu yüzden kişi adlarını vermeyi olduğu kadar azaltmamız icap eder. O yerlerin eski, tarihî adları vardır, onlarin geri verilmesi doğru olur. İlla da yeni ad vermek istiyorsak o bölgenin tabiyatına uygun isimler verilmeli.
Her hangi bir köye veya şehire ulusal tarihte özel önemi olan kişilerin isimlerini verme konusunda çok dikkatli davranlamıyız. Kazakistan’ın Onomastik kurumunun şartları ve kaidelerini göz ardı ederek, büyük ilçelere kişi adını vermeye çalışanların çok olduğunu “Egemen Kazakistan” gazetesinde yayınlanan listenin uzunluğunu gördüğümde anlamış oldum. Eğer ünlü şahısların ismini ilçelere vermek istiyorsak o zaman bütün ilçe ismini değiştirmek lazım olur. Çünkü Kazaklarda ne kadar boy varsa, boyların bir o kadar da liderleri olmuştur. Tabii ki onların vatan önündeki emeklerini unutmamak borcumuzdur, ama toprak kutsaldır. Her kahramanın anısı için yer adını değiştirmenin bir anlamı yoktur. Ama illa ki geçmişteki ünlü kişilerin adını koymak istersek, o kişilerin doğduğu, büyüdüğü, sülalesinin yaşadığı köylere verelim.
Yine de at verme boy ve soy büyükleri değil de Kazak halkına emek geçen, ulusal tarihte özel önemi olan meşhur kişileri anma prenseplerine dayalı olmalı. Bizim zamanınımızda ilçelerin coğrafik konumunun sık sık değiştiğini hesaba alırsak, onlara kişi adını vermenin iyi fikir olmadığını anlarız. Bunun ikinci bir tarafı var. Çeşitli boyların yaşadığı bölgeye, belli bir boya ait şecere zincirinin başı sayılan şahısın ismini verme hala unutulmayan “ruşıldık” (boy üstünlüğü) tartışmasının tekrar tutuşmasına sebep olabilir. “Mahallenin delisi” her yerde bulunur, “Bizim atamızın adıyla anılan topraklarda başkaların ne işi var” diyebilir. Bu düşünce sadece köy delisinin değil, yüksek lisanslı okumuş insanlar arasında ruşıldık duygusuna kapılanların da aklına gelebilir. Halk arasında böyle bir sorunun olduğunu unutmamalıyız. Bizim amacımız, tamam ata-baba ruhuna değer verelim, ama onların isminin ruşıldık ve toprak meselesini tutuşturmaya sebep olmasına önceden engel olmaktır.
Tarihimizin bütün devirleri ve dönemleri, tarihteki ayaklanmalar ve mücadeleler, sömürü hayatın gerçekleri ğzerinde hala doğru düzgün araştırmalar yapılmadığını herkes biliyor. Bunun sebebi, 70 sene boyunca halk şuurunu dogmatik fikirlerle uyuşturan totalitar sistemdir. Bununla beraber, maalesef tarihçilerimiz tarafından kapsamlı araştırmalar çok az yapıldı. Bu eksiklikler, bizim zamanımıza kadarki Kazak tarihinin gerçeklerini açıkça söylememize engel oldu.
Son zamanlarda bilim adamları ve alimlerin işi olan şecere derleme ve tetkiki, halk arasından çıkan gönüllü kişilerin büyük bir arzuyla yaptığına tanık oluyoruz. Bunların arasında ilçe okur-yazarlarının yanısıra ülke çapında tanılan yazarlar, gazeteciler de vardır. Onlar kendilerinin mensup olduğu soyların şeceresini, ata-babalarnın tarihini tanıtmak istiyorlar. Şecere derleme ve tanıtma konusunda “Ana Tili” gazetesi çok faydalı hizmetlerde bulunmakta.
Halk ağzından veya bugüne kadar bilinmeyen kaynaklardan derlenen şecerelerin, sorunlu ve şüpheli yanlarının da olacağını unutmayalım. Bu çalışmalar, ilmi dergilerde veya özel basınlarda ilmi açıklamaları ve gerekli notlarla birlikte yayınlanmalı. Eğer isteyen herkese çeşitli gazetelerde şecereleri yayınlamaya izin verirsek, bilim ve hayalin bir birine karışmasına sebep olur. En tehlikeli yanı da bu, şecereler tarihin inceliğinden habersiz sıradan okurların kafasını karıştırabilir. Şecere derleme işleri hızla ilerlediği bu sıralarda metodolojik kılavuzlara ihtiyaç vardır. Bu kılavuzlar, Kazakistan Bilim Akademisi Tarih Enstitüsü tarafından hazırlanmalı. Gazetede yayınlanan şecereler uzmanların ilmi açıklamalarıyla beraber basılması lazım. O zaman okurlar verilen bilgileri daha kolay anlar. Hatta şecere meselesi üzerine ilmi toplantı veya konferans düzenlenebilir. Şecereler tarihi, bugünkü durumu, gelecekteki vazifeleri üzerine ilmi monografilerin yayınlanması şarttır. Ama şecere kaderini amatör ellere bırakmak doğru değildir. Şecerelerin en kutsal görevi, her bir insanın soyunu unutturmamaktan ibarettir. Ama boylar ve kabilelerin olağanüstü efsanelerini tarihin son gerçeği gibi göstermek, bilim prenseplerine karşıdır. Şecereleri kullanarak bir boy ve soyun geçmişini medhetme, onu başkalarından üstün gösterme hiç hoş olmayan şeylerdir. Öyle sonuçlara derin araştırmalar ve karşılaştırmlar neticesinde varılır. 70 yıl boyunca hiç el sürülmemiş karışık şecereleri bir kaç yazarın çözemeyeceği bellidir. Şecere derleme ve yayınlama işini kendi çıkarları için faydalanmak çok yanlıştır. Bu iş Kazak tarihini sistemleştirmede önemli rol oynar. Hatta ilmi denetimden geçmeyen şecereleri basında yayınlama çok hata olur. Bu mesele hakkında uzmanlar da kendi fikirlerini bildireceğini umuyoruz.
Bu konuda kafamıza takılan başka fikirleri de söylemek istiyoruz. Halkın tarihi şuur devamlılığını muhafaza etme, ölenlere saygı gibi iyi niyetini hayırlı işlere yönlendirmek lazımdır. Ata baba ruhuna saygıyı, özel maksat için değil, geleceği parlak, eğitici özelliğe sahip görevlerle birlikte bakma ihtiyacı duyulur. Toplum onlarca yıl iman eğitiminden ırak kaldı, gelenek, örf-adetlerimiz yıprandı. Ahlaki değerleri geri döndürmek, etik terbiyeyi düzenli yürütme, iyi kalpli yeni kuşak büyütmekten önemli bir maksat yoktur diye düşünüyoruz. Bu terbiyenin güvenilir ocağı camiler ve medreselerdir. Öyleyse babalar adına türbeler inşa etmekle yarışan kişiler, böyle faydalı işlere para harcasa çok iyi olurdu. Camilerde kuranlar okutulup, atalar ruhu anılsa bundan daha önemli sevap olur mu? Medrese inşa ederek, şakirtler okutmanın sevabı büyüktür. O şakirtler, halkımıza müslümanlık şartlarını öğreten, ahlak öğreticileri olur. Cami ve medreseler sadece namaz okunan veya dersler verilen değil de yoksullara, yetimlere, çaresiz özürlü insanlara yardım edecek bir kuruluşa dönüşürdü.
Kazakistan’da anne babasız büyüyen öksüzler sayısı arttı. Onlar devlet tarafından açılan yetimhanelerde terbiye almakta. Devlet desteği azaldığında bu yükün birazını dini merkezler ve camiler de bölüşürse çok iyi olurdu. Kazakların yetim büyüyen çocuklarını, Rus poplarının vaftiz ettikleri de gerçektir. Genç kuşağı böyle halde bırakmamız namussuzluk olur. Camiler ve medreseler bütün insanoğlu terbiyesinin güvenilir merkezine dönüştüğünde işimiz yağver gider. Şehirdeki yetimhaneleri Kazakların çok yaşadığı ilçelere taşımak dilimizi, örf adetimizi bilen kuşak yetiştirmemiz için önemlidir.
Ataları hatırlamaya başlayan boylar ve soylar temsilcileri güçlerini biriktirirse, toplum için hayırlı işlere el atsa iyi olur. Her köy, her boy ayrı değil, beraber hareket ederse başarı da büyük olur. Camilerin bir odası kütüphane olur, bu bir gelenektir. Yeniden inşa edilecek camilerde de bu geleneği devam ettirmek lazım. İşte o kütüphanelerde sadece dini değil de o köyün, bölgenin halkın şeceresi, saygın şahısların hayatını anlatan belgeler toplanırsa, orası bir tarihî – kültürel merkeze dönüşür. Camiye tüm müslüman gelir namazını kılar, duasını eder. Böyle merkezler halkın birliğini sağlar. Küçük işletmeler ve ekonomik kurumlar medreseler ve camilere maddi destek sağlayabilirler. Kazakistan’da müslüman dininin gelişmesini destekleyen islam memleketleri de vardır. Türkiye binlerce çocuğu ücretsiz okutmaya hazır bulunmakta. Gençlerin birazi din okullarında bilim alırdı. İmkanlardan yararlanmak lazımdır. Yerli devlet kurumları, yeniden kurulan başkanlıklar halkın dini eğitime olan ilgisini destekleyeceğine inanıyoruz. Cami ve medreseler bir boyun veya köyün adına yapıldı demek, kötü bir şey değildir. Bunun adı bir boya ait olsa bile insanlığa yapılan hizmettir.

    1992

Biyler Kurulu Hakkında Birer Söz
Eskiden kaya gibi güçlü geleneklerimiz ve tertiplerimiz bugünlerde yıpranmış, onun yerine ise yeni kuralların hükmettiği bir dönemin eşiğindeyiz. Parti ve sovyet kurumlarının kararıyla hareket etme eziyetinden kurtulduk, ama şimdi hangi yönde hareket edeceğimizi şaşırmış bir haldeyiz. “Eskiyi köküyle kazıp atmaya” alışık eski bolşevik kafayla sovhozlar ve kolhozları dağıtıverdik, şimdi özel çıftikler onların yerini dolduramıyor. Tabi ki halkımız sağ olsun, kendi alın teriyle ailesini doyuran, devlete de hizmet eden çiftçilerimiz çoğalacaktır, ekin ve hayvancılık da gelişecektir. Toplum hayatında yer alan bu karışık durumların sebebi ve sonuçlarını araştıran sosyal bilim uzmanlarının tetkikleri ve tekliflerine ihtiyacımız vardır.
Şu anda toplumda cinayet, hırsızlık, yolsuzluk, rüşvet gibi insan ahlakini çökerten felaketler yaygınlaştı, özellikle de gençler arasında ahlaki çöküntü yaşanmakta, alkol düşkünlüğü tehlike yaratmaktadır. Gazete sayfasını bir açarsan hep hırsızlık yapanlar, birisinin malına mülküne hücmedenler, sarhoş olup kavga edenler, rüşvet alıp mahkemelik olanlar, kendini öldürenler, yaşlı ebeveyinlerini bırakıp gidenler, yeni döğmuş bebeğini sokakta bırakanlar hakkında sıkıntılı haberler listesine karşılaşırsın. Kötülüğü açığa çıkarmak çok iyi ama bunu durdurmak için çözüm yolu bulunmalı. Her gün bunca hırsız tutuklndı, bunca katil yakalandı gibisi haberlere alışmaya da başladık. Bu durumda şu halimize bakıp oturmamız mı gerekiyor, yoksa ahlaki çöküntünün önünü kesecek sert tedbirler almanın yolunu mu araştıracağız. Bunu düşünmeden de edemiyoruz.
Eskiden tertip bozanlara her türlü ceza kullanılagelmiştir. Tertip işini piyoner, komsomol, sendika kurumlarından parti, sovyet organlarına kadar sıkı kontrol altında tutuyordu. Şu anda o kurumlardan hiç biri kalmadı, eyaletten ilçeye, köye kadar idare, akimler ve valilik çalışanları huzurundadır. Ülkede çiftlik ve üretimin gelişmesi veya tam tersi geri gitmesi onların kabiliyeti ve çalışma tarzına bağlıdır. Her bölgenin tarih ve kültür geleneğini, üretim imkanlarını çok iyi bilen, ona göre hareket eden, bölge ahalisi ile birlikte her iş üzerinde derin incelemeler yapabilen akimlerin idaresindeki bölgeler, çok güzel başarılar elde ettiklerine şahid oluyoruz. Maalesef çiftlik işlerinden habersiz, organize etme metotlarını kullanamayan, hala yukarıdan emir ve yardım bekleyen akimlerimiz de az değil. Böyle durumlarda halkın maddi ve manevi açıdan kalkınması yolunda yapılan en küçük adımları bile topluma tanıtarak, güzel geleneğin kalıplaşmasına yardım etmek boynumuzun borcudur.
Ben son zamanlarda kendisini duyurmaya başlayan terbiye açısından çok önem taşıyan bir sosyal kuruluşa cemaatın dikkati çekmek istiyorum. O, bazı yerlerde halkın eski demokratik geleneği temelinde kurulan Biyler Heyeti’dir. (“Biy” kelimesi yargıç, kadı, hakim anlamına gelir. Sosyal düzen içerisindeki fonksyonu toplumda adaleti sağlamaktır.) Bu şimdilik ülke çapında değil, sadece bazı il ve köylerde kurulmuştur. “Bazı ilçelerde Biyler Heyeti kurulmuş, onlar yerli ahalinin gelenek ve örf adetlerini koruma için çalışmaya başlamış.” gibisi haberleri önceden de duymuştuk. Güney Kazakistan’ın Sozak iline gittiğimizde kendimiz de buna şahid olduk. Tek başına bir devletin toprağı kadar geniş toprağa sahip, ekoloji felaket adına ne varsa bir bir yaşayan Sozak ilinde dünyaya gelen yeni kurumun durumunu ilçe Valiliği iç siyaset bölümü başkanı T. A. Şaymerdenov böyle izah etti: “Sozak ilçesi 11 köy ve 2 kasabadan oluşmaktadır. 1994 yılının şubat ayında tayin edilen ilçe valisi Kuanış Aytahanov Beyin başkanlığıyla yukarıda belirttiğimiz 13 valilik içerisinde Biyler Heyeti kuruldu. Bu heyet gençlerin terbiyesinden sorumludur ve köydeki tüm hırsızlıkları, yolsuzlukları yargılama ve gereken önlemleri almakla görevlendirilmiştir. Biyler heyeti köyde hayvancılık ve ekin işlerinde çok etkili faaliyetlerde bulunmaktadırlar. Bu kurumun en büyük görevi, kamu düzenini sağlama alma, yolsuzluğa karşı mücadele eden askerler grubu toplama ve onlara komutan seçme, onların yerli polis merkeziyle işbirliğini kontrol etme, desteklemektir.”
Bu görüşmeden sonra Biyler Heyeti’nin sosyal düzen içerisindeki önemini anlayabiliriz. Güney Kazakistan ilinde ismi halk arasında hürmetle anılan valilerden biri olan Kuanış Aytahanov Biyler Heyeti’ni ilk önce Arıs ilçesinde organize etmiş, sonra Sozak ilçesinde de devamını getirmiş. “Biyler Heyeti” kulağa alışık olmayan bir kelimedir ama halkımızın asırlarca kamu yönetim sistemini hatırlatan, büyük bir anlam taşıyan, ciddi bir şekilde düşünülmesi gereken bir kavramdır. Bir zamanlar Ş. Valihanov, toplumdaki ihtilafları çözen, sosyal düzeni koruyan, her hükmünde insanî değerleri esas alan biyler mahkemesini tekrardan hayata geçirmeyi teklif etmişti. O, halk arasından seçilen, kıvrak zekası, adaleti ve dürüstlüğü ile halkın beğenisini toplayan, halkın güvendiği, otorite sahibi biylerin kararı, ulus ve devletin temelini pekiştireceğini bildirmişti. Halkın hafızasında yankılanan “Ulus için zengin değil, biy berekettir.” atasözünün derin mana taşıdığını anlamak zor değildir. Bu konuda yönetim gücünün halkın eskiden kalıplaşmış örf-adetine, geleneğine bağlı olduğunu, ulus birliği ve barış için ancak böyle yönetimin üstünlüğünü kabul etmektir. Suçluları oturtacak cezaevleri olmayan, tutuklatacak askeri olmayan biyler hükmünün kurşundan beter olmasının sırrı, onların halk geleneğini esas almasıdır. Biyler hükümeti o kadar kusursuz olmuş ki boylara bölünen ulusu bir arada tutabilmiş, düşmanlığın önünü almış. Biyler hükümetinin derin demokratik sıfatı işte böyleydi. Adalete ihanet eden biyleri halk kudretli sözle cezalandırmış: “Dürüst biyde kardeş yok, sahte biyde iman yok.” atasözü de bunu bildiriyor. “Biy” kelimesi feraset ve iman kelimesinin eş anlamlısıdır.
Bugünkü Biyler Heyeti (bazı yerlerde Aksakaldar Heyeti olarak geçer) eski zaman biylerinin hakkına sahip değildir ve görevini taşımamaktadır. Eskiden biylerin hüküm çıkarma hakkına sahipti, bu onların devlet yetkilisi olduğunu bildirir. Şimdiki Biyler heyeti tabii ki mahkeme hizmetini yapmıyor. Ama köylerde yolsuzlukları önleme ve tedbirler alma konusunda yardımcı olacakları kesin.
Söz konusu Sozak ilçesindeki yerel yönetim tarafından kurulmuş olan Biyler Heyeti’nin görevi böyle sıralanmaktadır:

1. Kazakistan Cumhuriyeti Yerel Yönetim Yasası ve Kazakistan Cumhurbaşkanı ve Hükümetinin kararı ve il, ilçe valisinin ekonomi, sosyal meseleleri ile birlikte hukuki görgü, milli kültürü geliştirme kararlarını ve emirlerinden yola çıkarak, bu meselelerin çözülmesi ve düzenlenmesine katkılarda bulunmaları için kurulmuştur.
2. Biyler Heyeti köyde bulunan başka sosyal kurumlar ve sokak, ev komiteleri, kadınlar ve emektar kolları gibi sosyal kuruluşlarla beraber çalışır, onlara öncülük eder, faaliyetlerini organize eder.
Biyler Heyeti Tüzüğünün Cumhuriyet Yasasına uygun bir şekilde düzenlendiği belli oluyor. Bir kaç sayfadan ibaret Tüzüğün sonraki bölümleri “Köylerde Biyler Heyeti’ni kurmanın temel prensepleri ve düzeni”, “Köydeki Biyler Heyeti’nin görevi ve hakları”, “Köy genelinde hukuki düzeni koruma önlemleri”, “Köydeki Biyler Heyeti faaliyetlerini düzenleme” olarak adlandırılımıştır. Bunların herbiri bir çok maddelerden oluşmaktadır. Bu maddelerden bazılarını sunmak istiyoruz. “Köy ahalisine ortak meselelere çözüm bulmada yardımcı olan “Biyler Heyeti seçimle kurulan sosyal düzeydir. Yerli sokak komiteleri üyeleri arasından, gazi ve emektar kişiler ve il ahalisi üzerinde itibar sahibi, saygın vatandaşlar iki yıl süresine seçilir. Biy ve Biyler Heyeti köyde genel toplantı sırasında açık oylama yoluyla seçilir. Biyler Heyeti 5-11 kişiden oluşur.”
Bu sosyal kuruma yüklenen vazifelerin herbiri yaşam şartları doğuran ihtiyçlardır. Onlardan birini güçlü, birini zayıf diye bölemeyiz, çünkü bunların hepsi halk için hizmettir. Tüzüğün bi başka maddesinde “Biyler Heyeti köydeki sağlık kurumları, kamu hizmetleri ve de halka hizmet eden başka organiasyon ve kuruluşların faaliyetlerini denetliyor ve gereken kararları veriyor, sosyal yardıma muhtaç az gelirli, çok çocuklu aileleri, engelliler ve gazi emektarlarını belirler, indirim ve yardım etme konusunda il idaresine teklifte bulunur ve yerine getirilmesini kontrol eder.” denilmekte. Bu kadar büyük görevler üstlenen bir sosyal kuruma çok ihtiyacımızın olduğu ortadadır. Bunun gibi kurumlar şehirlerde ve kasabalarda da kurulursa çok münasip olurdu.
Bugün köy ahalisi bam başka yeni düzenle karşı kaşıyadır. Bu yenilikler dolayısıyla bir sürü problemleri de beraberinde getirmiştir. Ama bu problemleri çözmeye yönelik kesin faaliyetler ve köy yaşam tarzına uygun programlar hala yapılmadı. Öyleyse köydeki iç meseleleri düzene sokan, sosyal adaleti sağlayan Biyler Heyeti gibi kurumlara çok ihtiyaç duyulduğu ortadadır ve toplum bu kurumu desteklemeli. Cumhurbaşkanı ve Yüksek Heyet, Biyler Heyeti’nin imkanlarını gözden geçirerek, onun resmi statüsünü belirlemeli.

    1997

Milli Bayram Lazım
Halkı yeni umutlara yönlendirmede, kutsal geleneklerimizi sağlamlaştırmada milli bayram çok önemli bir rol oynar. Çeşitli mesleki bayramların kutlanması da güzeldir. Bunun gibi dinî bayramların da manevi yönünü görmezlikten gelmek doğru değildir. Uygar ülkelerde böyle kutsal bayramların hiçbiri ayak altı edilmiyor, belli bir toplum için manevi önem taşıyan değerin bir başka toplum tarafından küçük düşürülmesine izin verilmiyor.
“Halık” gazetesinin ilk sayısında yayımlanan bir teklif benim ilgimi çekmişti. Bu, örf adetimizi, birlik ve barışı yeniden canlandırıp, geliştirmeye yönelik, Üç Jüz’ü (Kazak boylarının hem siyasi hem coğrafi etkenlerin yönlendirmesiyle Ulu Jüz, Orta Jüz, Küçük Jüz olarak üç gruba ayrılır.) bir araya getirip Kut bayramını kutlama teklifi idi. Bu halkın kalbinin bir köşesine özlemle sakladığı meseledir.
“Kut bayramını kutlasak” adlı makalede Kazak halkının yaşamında en önemli mesele olan ruşıldık ve jüzşildik problemlerini çözecek sosyal etkinlik hakkında çok önemli fikirleri dile getiriyor. Bizim halkın birliğini sağlamlaştıran bayramlara çok ihtiyacımızın olduğu ortadadır.
Manevi temelini ve geleneklerini unutan ulusta bereket olmaz. Damarı kurumuş bir ağaç yaprak açar mı, meyve verir mi? Bunun gibi asırlarca kalıplaşan örf adetten vazgeçen halkın geleceği de yoktur. İşte böyle durumda özel anlam taşıyan, bütün halka ortak bayramları tekrar canlandırmak veya yenilerini düşünmek faydalı olur.
Nevruz bayramının 60 yıl sonra tekrar aramıza gelmesini halk coşkuyla karşıladı. Son zamanlarda tekrar hayat bulan bu gelenek milli şuurumuza aydınlık getirmişti. Bu bir taraftan milli bayramların ne kadar önemli olduğunu kavramamızı sağlayacak, bu güzel, ihtişamlı bayram, Kazakların dünyagörüşünü, gelenek, örf adetlerini tüm güzelliğiyle gözler önüne sererek başkalarının bizim geleneğimize saygı duymasını sağlayacak. Nevruz bayramı sayesinde unut kalan başka da örf adetlerimiz ortaya çıkıyor.
Kazakistan’da geleneksel bayramları tekrar canlandırmanın yanısıra yenilerinin de temelini atmaya ihtiyaç da, imkan da vardır. Bu arada eski bir meseleyi dile getirmek istiyorum. Stalin döneminde, sonra sovyet döneminde ülkemizde konuşulan diller dışlandı, sadece Rusçayı yayma siyaseti açıkça yürütüldü. Bunun sonucu olarak Kazakçaya kendi öz yurdunda öksüz muamelesi yapıldı. Şehirde ana dilini bilmeyen iki kuşak yetişti. Kazakça bilenler bile sadece konuşma dilinden ileri gidemeyen, edebi dilden habersiz insanlardı. Bu duruma karşı baş kaldıranları, yönetim makamlarında oturan kendi aramızdan çıkan nihilistler “bölücü milliyetçi” olarak suçladı. Son otuz sene içerisinde sekiz yüz Kazak okulu, Kazak bakanlar tarafından kapatıldı. Öz anasını tanımayan, gözünü kırpmadan vuran efsanedeki mankurtların ikizleri aramızda rahat rahat yaşamakta.
Dilimizin tahrip, milli namusumuzun ayak altı olduğu zamanda egemenliğin şifalı rüzgarı estiği için çok mutluyuz. Hemen korkunç hareketler belli oldu, millet siyasetini yanlış yürütme sebepleri açıkça söylendi. Haksızlıklar sırasında meydana gelen zararları yok etmeye yönelik dev adımlar atıldı. Kazak SSC Yüksek Heyeti’nin Dil Yasasını onayladığı gün, 22 eylülü halkımız hiçbir zaman unutmayacak. İşte bu günü Dil bayramı olarak kutlamak için teklifte bulunmuştuk. Bu teklifimiz toplum tarafından çok olumlu karşılandı. Ama idari makamlar bu hakkında resmi bir açıklama yapmadı. Başka ülkelerde böyle bir bayram olmayabilir, ama bizim, Kazaklar’ın böyle bayrama ihtiyacı var. Her sene 22 eylülde Kazak dilini geliştirmeye yönelik neler yapıldığı yönünde bir nevi hesap verme günü olurdu.
Şimdi de “Halık Keñesi” gazetesinde yer alan teklife dönelim. Makale yazarı, Kazak halkının eski başkenti Türkistan şehrine, dünyaca meşhur Hazreti Sultan Türbesinde bulunan Taykazan başına Üç Jüz’ün aksakallarını toplayıp, parti ve sovyet kurumlarının da katılımıyla KUT bayramını kutlamayı teklif ediyor. Biz bu görüşü destekliyoruz, bu fikri biraz açarak, anlamını genişletmek istiyoruz. İlk önce bu bayram, toplumda dert olan, kalkınmamıza engel olan boy ve jüzlere bölünme meselesini, üç Jüzü bir araya getirerek olumlu etkilerdi. Boylara bölünme meselesi, halkımızın medeniyeti geliştikçe, ulus geleceğini düşünme ihtiyacı arttıkça zayıflar ve şuurumuzdan tamamen silinecektir.
Halkın değer verdiği, hakikaten milli sıfat taşıyan bayramlar lazım. Ama ulusal bayramı belirlemeyi sadece iyi niyete değil de, tarihi temellere dayamak doğru olur.
Kazak tarihinde unutulmaz ağır iz bırakan olay, XVIII asrın 20’li yıllarında Jongar Kalmakları tarafından yapılan saldırı idi. O zaman Kazakları idare eden Sultan, Töreler kendi aralarında taht için savaşıyordu ve halkı düşmana kendi elleriyle vermişti. Jongarlarla savaşın geçtığı yer, izdırap çeken halkın çaresiz bırakıp gittiği toprak, işte bu Türkistan, Karatauv bölgeleri olmuştu. Buna tarihimiz ve şecerelerimiz şahittir. “Karatau’ın başından göç geliyor” diye başlayan hüzün dolu türküde bu gerçeği görüyoruz. Kazak Hanlığı’nın başkentinin düşman ellerine geçmesi acı kaybımız oldu, düşmana karşı savaşın zaferle sonuçlandığı topraklar da bu bölgedir. Üç Jüz bir olup, ortadan serdar seçilip, bütün halk gücünü birleştirerek düşmanı alt eden kutsal yer, Ordabasıdır. Bunun hakkında çok kitap yazıldı, bu yüzden de burada anlatmak fazla olur kanaatindeyiz. İşte Kazak halkının büyükleri birlik olmanın zamanı geldiğini anlar ve bir olup, halkın ortak menfaatını her şeyden üstün koydu ve birliğin sayesinde tarihi zafere kavuştu. Bu mühteşem zafer Millet Birliği bayramına tarihî temel oluşturabilir.
Jonğarlara karşı Kazakların üstün çıktığı Añırakay, Oyrantöbe savaşlarını da unutmadık. Añırakay savaşının tarihte çok önemli yeri vardır, o günlerin anısına bir anıt yapılmalı. Kazakistan’ın her tarafında Jongarlara karşı savaşan kahramanların anısına anıtlar yaptırmak boynumuzun borcudur. Ordabası bölgesine layık olduğu gibi ihtişamlı anıt yaptırmak, onu halkın bir araya geldiği ve tarihı hatırladığı bir yadigare dönüştürme fikri önceden de ortaya atılmıştı. Bu fikirleri, KUT bayramı teklifi hatırlattı. Eğer böyle bir bayram onaylanırsa onun ismi KUT, Milli Dayanışma, Birlik te olabilir. Ordabası ve Türkistan arası uzak değildir, insanların gidip gelmesi için çok uygundur. Bu bölgede dünyaya bilim nuru saçan Abu Nasr Al-Farabî’nin doğduğu yer Otırar da bulunmaktadır. Eski Ak Orda’nın astanası Sauran, Sığanak da bu bölgededir.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/rahmankul-berdibay/ulus-olmak-istersek-69499540/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
Ulus Olmak İstersek Rahmankul Berdibay
Ulus Olmak İstersek

Rahmankul Berdibay

Тип: электронная книга

Жанр: Историческая литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 16.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Ulus Olmak İstersek, электронная книга автора Rahmankul Berdibay на турецком языке, в жанре историческая литература

  • Добавить отзыв