Kars′tan Konya′ya Masallar

Kars'tan Konya'ya Masallar
Seyit Emiroğlu
Ülkü Taşlıova

Ülkü Taşlıova, Seyit Emiroğlu
Kars’tan Konya’ya Masallar

SUNUŞ
Türk sözlü kültürünün, zengin ve yaygın örneklerini gördüğümüz türlerden biri de masallardır. Çocukluk yıllarında duymaya başladığımız bu kısa anlatılar, hayatımızın her aşamasında ilgi çekici olayların ve ibretlik hikâyelerin bulunduğu metinler olmuştur. Bir yandan anlatanın kişiliği ve anlatımın ortamı, diğer yandan da tahkiyedeki akıcılık, hem dinlemenin hem de hayal kurmanın yolunu açmıştır.
Eğlendirerek düşünmeyi sağlayan, bilgilendiren ve özellikle ibretlik olaylarla kişiliğin oluşmasını ve doğru davranış kalıplarını aktarmayı amaçlayan masallar daha kalıcı ve dilden dile taşınır olmuştur. Özellikle çocukluk yıllarında dinlediğimizde yaşanmış ve gerçek olduğuna inandığımız masallar, annemizin ve anneannemizin dilinde daha etkileyici hâl alarak bir sonraki anlatıma kadar zihnimizi kurcalayan ve bir o kadar da şekillendiren özellik göstermiştir.
Türk dünyasında ve hususen Anadolu sahasında çeşitlenmelerini görebileceğimiz masallar, kendisine mahsus bütünlük içinde oluştuğu gibi bazen müstakil bir halk hikâyesinin masala dönüşmesi ile şekillenmiştir. Sözlü geleneğin bu yönü, kültürü taşımak için her anlatım türünün kullanıldığını ve esasen Türk insanının değerlerini ve kabullerini aktarmak için dilin bütün imkânlarını kullandığını göstermesi bakımından önem taşımaktadır.
Bu kitapta yer alan masallar, Kars’tan ve Konya’dan farklı tarihlerde derlenmiş metinlerden oluşmaktadır. Derlemeler farklı kişilerle yapılan görüşmelerde gerçekleşmiştir. Sözlü kaynak kişilerin anlatımları sesli ve yazılı olarak kaydedilmiş olup, metinler yazıya aktarılırken değiştirme-düzeltme boyutunda bir müdahalede bulunulmamıştır.
Ninni’den sonra, çocukların duygu ve düşünce dünyasını şekillendiren masallar, yazıya aktarıldığı durumda da bu iki temel özelliğini korumaktadır. Dinleyici olmaktan, okuyuculuğa geçişte esas olan, yine masal dünyasına girebilmek ve yine masal ülkesinde masal kahramanları ile konuşmak ve düşünmektir. Bunun için de elbette ki okuduğumuz metnin sözlü kültür yapısı içinde oluştuğunu, aktarıldığını, çeşitlendiğini ve bu süreçte tükenmeyen bir değişimi yaşadığı gerçeğini unutmamak gereklidir.
Millî olması yanında milletlerarası değere ulaşması, masalı hem iletişimin hem de kültür aktarımının taşıyıcısı yapmaktadır. Biz de bu kitapta bir araya getirdiğimiz metinlerle, kuşaklar arasında taşınacağını ümit ederek, masal ülkesinden gerçek dünyanın geleceğine mütevazı bir katkı yapmayı amaçladık. Okunduğunda “ben bunu bir yerden hatırlıyorum, ben bunu duymuştum” gibi çağrışımlar, amacımızın da karşılığıdır.

MELEK FATMA[1 - Anlatıcı : Selmi GÖKDEMİRDerleme : Ülkü TAŞLIOVAYöre : Kars/ Arpaçay/ Bözyiğit köyü.]
Bir varmış bir yokmuş, develerin tellal, pirelerin berber, bülbüllerin seyyah olduğu zamanların birinde, zengin, akıllı, cömert bir bey yaşarmış. Karakaşlı, kara gözlü, kara saçlı, uzun boylu, beyaz tenli bu beyin adı da Yusuf’muş. Yusuf Bey güzel yüzlü olduğu kadar güzel huyluymuş da, açları doyurur, çıplakları giydirirmiş. Hastalara şifa, dertlilere deva olurmuş. Kapısına kim gelse boş çevirmezmiş.
Büyük ülkenin, büyük şehrinin, büyük köyünde yaşayan Yusuf Bey’in büyük bir çiftliği varmış. Çiftliğinde ipek yeleli uzun kuyruklu atları, tatlı tatlı meleyen kıvırcık kuzuları, “üüürrüü üüü!” diye öten al renkli horozları, “ gulu gulu!..” yapan hindileri, bol sütlü sarı inekleri varmış. İki dağın arasından köpük köpük akan çayın kenarına kurulan çiftlik evi, saray gibiymiş. Mavi boyalı pencereleri gökyüzü güzelliğindeymiş. Bacasından tüten duman nazlı nazlı salınır sonra da bulutlara karışırmış.
Bu güzel evi yuva yapan, Yusuf Bey’in güzeller güzeli hanımı ve dünya tatlısı kızı Fatma imiş. Pembe yanaklı, al dudaklı, sırma saçlı Fatma, annesinin, babasının göz bebeğiymiş. Kocaman çiftliklerinde gönlünce koşup oynarmış. Ata binermiş, tavuklara yem verir, ineklerden süt sağarmış. Kümesten her gün yumurtaları toplayarak büyüklerine yardım edermiş. Annesi de babası da onun üzerine titrer, bir dediğini iki etmezmiş. Fatma çiftlikte en çok kuzularla oynarmış. Kucağına alır onları okşar severmiş.
Annesi ve babası gibi Fatma da çok iyiliksevermiş. Oyuncaklarını arkadaşlarıyla paylaşır, gücü yettiğince herkese yardıma koşarmış. Arkadaşları ona iyi kalpli olduğu için “Melek Fatma” derlermiş.
Her biri bin güzellikte olan günler gelip geçiyormuş. Yaz bitmiş güz gelmiş. Hazan mevsiminin hüzünlü güzelliği çiftliğe de yansımış. Kızıl ve sarı yapraklar yerlere halı gibi serilmiş. Dalından düşen her yaprak Fatma’nın içinde tuhaf hisler oluşturmuş.
Sonbaharın yağmurlu bir sabahında Fatma’nın güzeller güzeli annesi hastalanmış. Günlerce yatakta yatmış. Yemeden içmeden kesilmiş. Gül yüzü solmuş, feri, takati kesilmiş yerinden kalkamaz olmuş. Yusuf Bey ülkede ne kadar hekim varsa hepsini getirmiş ama kimse çare bulamamış. Bir sabah yürekleri yakan acı haber çiftlikten şehre yayılmış. “Yusuf Bey’in güzel eşi vefat etmiş.” diye insanlar birbirine haber vermiş.
Yusuf Bey ve Melek Fatma çok üzülmüşler. Günlerce ağlamışlar. Evleri insanlarla dolup taşmış. Herkes teselli etmek için ellerinden geleni yapmışlar.
Aradan aylar geçmiş güz gitmiş, kara kış gelmiş. Kar yağmış her yer beyaza bürünmüş; fakat çiftlikteki keder bir türlü bitmemiş. Yusuf Bey’in gözyaşını hiç kimse dindirememiş. Çiftlikte eski huzur, mutluluk ve neşe kalmamış. Yusuf Bey odasından çıkmaz olmuş. İşler birikmiş. Hayvanlar telef olmaya başlamış.
Fatma annesinin ölümünden sonra babasının hâline çok üzülmüş. Her sabah babasının odasına gidip ona sarılmış; ama babasına teselli olamamış. Elinden gelen bir şey olmayınca da iki gözü, iki billur çeşme gibi ağlamış durmuş.
Bir gün komşu çiftlik sahipleri bir araya toplanmışlar: “Yusuf Bey’e bir çare bulmalıyız!” demişler. Günlerce düşünmüşler, konuşmuşlar sonunda karar vermişler. Sonra da Fatma’ya da soralım demişler. Bir akşam Yusuf Bey’in çiftlik evinin salonunda toplanmışlar önce Fatma’ya: “Melek Fatma biz babanın evlenmesini istiyoruz. Belki yalnızlığı biter eskisi gibi olur. Yoksa o da annen gibi hastalanır sonra da Allah korusun.” demişler. Fatma biraz düşündükten sonra: “Siz büyüklerim böyle karar verdikten sonra ben ne diyeyim ki. Evlendirin.” demiş. Fatma’dan sonra fikirlerini Yusuf Bey’e de açmışlar. Gözleri yaşla dolan bey başını hafifçe “evet” manasında sallamış.
Ertesi gün hemen işe koyulmuşlar. Aramışlar, taramışlar. Köyleri şehirleri dolaşmış, on at, kırk nal eskitmişler. Kimisi, “Beye varmak kolay ama kürkünü taşımak zor ben varmam.” Kimisi, “Ben padişah isterim varmam.” Kimisi de, “Ben çiftlikte hayvanlarla yaşamam.” demiş. Sonunda uzak mı uzak bir köyde bir hanım bulmuşlar. Güzel değilmiş ama çaresizlikten bu olsun demişler. Hanımın Ayşe adında bir de kızı varmış. “Hem kızı da Fatma’ya arkadaş olur.” diye düşünmüşler.
Hemen Yusuf Bey’e haber salmışlar. Az da olsa yüzü gülen Yusuf Bey düğün hazırlıklarına başlamış. Büyük ocaklar kurulmuş. Kırk büyük kazanda yemekler kaynamaya başlamış. Fakir fukaraya sofralar donatılmış. Yetimler giydirilmiş. Açlar doyurulmuş. Yusuf Bey çiftlikte heyecanla bekleye dursun biz yeni gelinin düğün alayına bakalım hele.
Gelini allamışlar pullamışlar, güzel mi güzel bir ata bindirmişler. Geldikleri yol tozlu, uzun olsa da, öndeki davul zurnanın ezgisi, arkada da düğüne katılanların şen sesleri her yere mutluluk saçıyormuş. Yol boyunca çalıp oynamışlar, gülmüş eğlenmişler. Biraz yorulmuşlar; ama sonunda çiftliğe varmışlar.
Yeni gelin yüksek tepeye geldiklerinde kırmızı duvağının altından çiftliğe bakmış sonrada İçinden “Pek güzelmiş. Sultanlar gibi yaşayacağım. Bir de şu kızı olmasa!” diye geçirmiş.
Düğün alayını uzaktan görenler karşılamak için önüne koşmuş, çiftliğe kadar eşlik etmişler. O gece sabaha kadar yemekler yemiş, bol bol eğlenmişler.
Gel zaman git zaman, aradan aylar, yıllar geçmiş. Üvey anne ve kızı Ayşe, Fatma’ya ilk günlerdeki gibi iyi davranmamaya başlamışlar. Kötü ve zor işlerin hepsini Fatma’ya yaptırmışlar. Üvey anne kendi kızına da kolay işler veriyormuş. Fatma hiç sesini çıkarmıyor, babasının mutsuz olacağından korkuyormuş. Fatma sustukça üvey annesi daha çok kötülük ediyormuş. Sırtında un torbası taşıtıyormuş. Tandırda ekmeği Fatma’ya pişirtiyormuş. Bütün inekleri ona sağdırıyormuş. Ayşe’ye de bahçeden gül toplattırıp vazoya koyuyormuş sonra da: “Bak benim kızım senden çok çalışıyor gül koparırken eline diken batmış kanamış.” diyormuş.
Günler günleri kovalamış. Geçen zaman, gelen zamana yenik düşmüş. Yusuf Bey’in yeni eşinin müsrifliği ve tembelliğinden dolayı aile gün geçtikçe fakirleşmeye başlamış. Ne çiftliğinde koşuşan hayvanları ne de mavi pencereli güzel evi kalmış. Mutsuz olduğu da cabasıymış. Hastalanarak yatağa düştüğünde kızı Fatma’yı yanına çağırmış, “Bak kızım beni iyi dinle. Ben anneni kaybettikten sonra çok zor günler geçirdim. En sonunda senden başka her şeyimi kaybettim. Şimdi buraların fakiri benim. Üstelik fazla bir ömrüm de kalmadı. Yakın zamanda annene kavuşacağım. Sen hep iyi insan oldun. Benden sonra da iyi insan ol. Herkese adil davran. Hiçbir iyiliğin karşılıksız kalmayacaktır. Seni çok sevdiğimi hep hatırla ve bil ki insanoğlu asla bir kararda kalmaz. En güzel zenginlik iyilik, doğruluk, hakka inanmak, adaletli olmak, insaflı olmak, var olanla yetinmeyi bilmektir.” diye öğütler vermiş. Birkaç gün sonra da hayata gözlerini yummuş.
Önce annesini, sonra da babasını kaybeden Fatma, üvey annesinin yanında küçük bir evde birkaç ineğe bakarak yaşamak zorunda kalmış. Her sabah erkenden kalkar tandırı yakar, kovalarla su taşır, tandırda ısıtırmış. Leğende üvey annesinin ve üvey kardeşinin elbiselerini yıkarmış. Hamur yoğurur ekmek pişirir, evi temizlermiş. İneklerden süt sağar sonra da onları dağ başına otlatmaya götürürmüş. İnsanlara, çiçeklere iyi davrandığı gibi hayvanlara da çok merhametli davranırmış. İneklere hiç kızmazmış hep severek süt sağarmış. İnekler de Fatma’nın bu iyiliği karşısında ona bol bol süt verirlermiş.
Üvey annesi ise her gün biraz daha kötülük yapmaya başlamış. Önce yerde ince minderin üzerinde yatırmış Fatma’yı. Sonra da ekmek ve süt vermemeye başlamış. “Kurumuş ve küflü ekmekler sana yeter.” diyormuş. Fatma da boyun büküp denileni yapıyormuş. Bir gün üvey anne Fatma’ya demiş ki: “Sen artık gündüzleri hiç eve gelme şu yünleri de al, dağda inekleri otlat. Yünleri bir güzel iplik yap gel, o zaman sana ekmek ve süt veririm.” demiş. Zavallı Fatma da üvey annesinin dediğine karşı koysa da sözünü dinletememiş. Yünleri bir torbaya doldurmuş sırtına atmış. Eline de bir sopa alarak inekleri önüne katıp dağa doğru yol almış.
Az gitmiş uz gitmiş dere tepe düz gitmiş, dönmüş arkasına bakmış ki bir arpa boyu yol gitmiş. Biraz dinlendikten sonra yola devam etmiş, yorgunluktan dizleri tutmaz olmuş. Nerde var nerde yok, tam yamaçta yoluna bir kaya çıkmış. Yanına oturmuş başını yaslamış, oracıkta uykuya dalmış. Fatma’nın uyuduğunu gören kaya hemen kuş tüyünden bir yastık oluvermiş. Güzelce uyuyan Fatma’nın yorgunluğu gitmiş. Yaslandığı kayayı öperek teşekkür etmiş.
Kuru ekmekten birkaç lokma yiyerek tekrar yola koyulmuş. Nice yokuşlar tırmanmış, nice ormanlar aşmış sonunda Fatma inekleri otlatacağı yere gelmiş. İnekleri otlamaya başlayınca Fatma torbasından yünleri çıkarmış, “hemen eğirmeye başlayayım, yoksa üvey annem bana kızar.” demiş. Başlamış eğirmeye; bir yumak bitirmiş, iki yumak bitirmiş üçüncüye gelince bir rüzgâr esmiş. Hem de öyle bir rüzgâr ki her şeyi birbirine katmış. Ne ağaçta yaprak kalmış ne de dalında bir çiçek. Biraz sonra rüzgâr dinmiş. Fatma bir de bakmış ki rüzgâr yünlerini de alıp götürmüş. Gözleri yaşla dolmuş üzülmüş ağlamış. Fatma’nın ağlamasına dayanamayan rüzgâr dile gelmiş, “İyi kalpli Melek Fatma senin yününü biraz ileride yaşayan ninenin bacasından içeri saldım git ondan al.” demiş. Fatma çok sevinmiş hemen koşarak ninenin kulübesine varmış, yavaşça kapıyı tıklatmış. İçeriden “Kapı açık, buyur gir.” diye bir ses gelmiş. Fatma yavaşça kapıyı aralamış; tek odalı kulübenin tek bir yatağı varmış, Nine de o yatakta yatıyormuş. Hemen koşmuş Fatma: “Nineciğim sana ne oldu? Hemen sana sıcak bir çorba yapayım, belki iyi gelir demiş.” Nine Fatma’nın yaptığı çorbayı içince iyileşmiş. Dualar etmiş. Fatma “Nineciğim, rüzgâr yünümü senin bacandan içeri salmış, almama izin verir misin?” demiş. Nine de, “Olmaz kızım. Önce evimi süpür, bulaşıklarımı yıka, sobama odun doldur, çamaşırlarımı yıka, tırnaklarımı kes sonra yününü vereyim.” demiş. Fatma, “Tamam Nineciğim her işini yaparım. Zaten senin her şeyin pırıl pırıl, hemen bitiririm.” demiş. Hemen işe koyulmuş. Her yeri tertemiz etmiş, tencereler dolusu yemekler yapmış. Nine Fatma’nın bu yaptıklarından çok memnun kalmış.
Fatma, yününü alıp tam kapıdan çıkmak üzereyken Nine, “Dur güzeller güzeli Melek Fatma, sana üç anahtar vereceğim. Ne zaman başın sıkışırsa, bir taşın dibine anahtarları dokundur. Ortaya üç kapı çıkacak. Kapıları tek tek aç. O an neye ihtiyacın varsa orada bulacaksın. ” demiş. Fatma, Nineye teşekkür etmiş. Sonra da koşarak ineklerinin yanına gelmiş. Bakmış ki inekleri bir güzel karınlarını doyurup uykuya dalmışlar. Gökyüzünde altın gibi parlayan güneş yavaş yavaş dağların arkasına saklanmaya başlamış. Akşamın alaca karanlığı çökünce Fatma’nın yüreğini korku sarmaya başlamış: “Ben şimdi bu dağ başında gece vakti ne yaparım? Kurt, kuş bile yuvasına gitmiş, bir ben kaldım yapayalnız.” diye kendi kendine konuşurken aklına Nine’nin verdiği üç anahtar gelmiş. Hemen yere eğilerek bir taş bulmuş anahtarla dokunur dokunmaz üç altın kapı açılmış. Fatma kapılara bakınca ışıltıdan gözleri kamaşmış. Kapıların parıltısı ortalığı da aydınlatmış.
Gözlerini ovuşturduktan sonra en baştaki kapıyı açmış bir de ne görsün? Duvarları kırmızı kadifeyle kaplı kocaman bir misafir odası. Odanın tavanından sarkan elmas avizenin altında uzunca bir masa… Beyaz ipekle örtülü masanın üzerine buram buram kokan binbir türlü yiyecek… Masanın baş kısmında Peri Padişahı oturuyormuş. Fatma’nın güzelliğini gören Peri Padişahı büyülenmiş gibi olmuş. Hemen sofraya buyur etmiş. Karşılıklı muhabbet ederek yemeklerini yemişler.
Lezzetli yemekler yenirken güzel sohbet etmişler. Fatma, birden fark etmiş ki vakit gece yarısını aşmış. Hemen Padişaha teşekkür ederek misafir odasının kapısından çıkmış. Karanlık gecede sadece uluyan kurtların sesi duyuluyormuş. Fatma’nın içi ürpermiş. “Ne yaparım bu karanlıkta?” diye iç geçirirken ortadaki kapıyı açmak aklına gelmiş. Hemen açmış. Birde ne görsün! Duvarları yeşil kadifeyle kaplı, kocaman bir oda. Ortada yakut işlemeli gümüş bir karyola, karyolanın üzerinde kuş tüyü yatak ve atlas yastıklar diziliymiş. Yatağa doğru yaklaşmış tüllerle süslü bir de gecelik duruyormuş. Fatma hemen geceliğini giyinerek kuş tüyü yatağa uzanıvermiş. Hemencecik uykuya dalmış.
Fatma kulağına fısıltı gibi gelen nağmeli kuş sesleriyle gözlerini açtığında güneş epeyce yükselerek kuşluk vaktine ulaşmışmış. Bir müddet yerinden kalkmak istememiş. Sonra aklına inekleri gelmiş. Hemen dışarı fırlamış, bakmış ki inekleri yayılmış otluyor. Çok sevinmiş. İnekleri otlarken Fatma da yününü eğirmeye devam etmiş.
Bir yumak iki yumak derken birden yanında beliren gölgeyle irkilmiş. Başını kaldırıp bakmış ki at üstünde askerler. Fatma: “Ne istiyorsunuz asker kardeşler? ”demiş. Askerler de “güzeller güzeli Melek Kız, biz Peri Padişahı’nın askerleriyiz. Sizi huzuruna davet ediyor. Kabul ediyor musunuz?” demişler. Fatma, askerleri biraz uzağa göndererek ne yapacağını düşünmüş. İçinden “etmesine ederim de bu yamalı elbiseyle, bu yırtık çorapla, bu kirli ve dağınık saçlarla nasıl padişahın huzuruna çıkabilirim! ” diye düşünmüş. Birden aklına diğer anahtar gelmiş. Hemen anahtarı taşın dibine dokundurmuş üçüncü altın kapı yeniden açılmış.
Kapıyı açıp içeri girdiğinde bir de ne görsün! Üç altın çeşme akmıyor muymuş! Fatma en baştaki çeşmeden akan suyla bir güzel yıkanmış. Ortadaki çeşmeden akan suyu saçlarına dökmüş. Simsiyah, uzun, güzel saçları olmuş. Kaşlarına, kirpiklerine sürmüş, yay gibi kaşları, ok gibi kirpikleri olmuş. Üçüncü çeşmeden akan suyla da yanaklarını dudaklarını yıkamış. Elma gibi al yanakları, kiraz gibi kırmızı dudakları olmuş. Askıda duran giysileri giyinerek dışarı çıkmış. Fatma dışarı çıkınca çiçekler, ağaçlar dile gelerek: “Güzelliğiniz karşısında boyun eğiyoruz Melek Fatma.” demişler. Askerlerin ise gözleri kamaşmış atlarından düşerek yere yuvarlanmışlar.
Askerler yerden kalkarak tekrar atlarına binmişler. Fatma’yı da yanlarında getirdikleri arabaya bindirmişler. Onlar yollarına devam ededursun. Biz bakalım kötü kalpli üvey anne ve kızı Ayşe neler yapıyor.
Fatma’yı dağa gönderince üvey anne: “Oohh! Sonunda kurtulduk Fatma’dan. O artık dönemez. Dağ başlarında açlıktan ölür, sonrada kurtlara kuşlara yem olur” diye bir sevinmiş bir sevinmiş. Ayşe de: “Anne artık ondan kurtulduğumuza çok sevindim. Herkes onu çok seviyor. Buralarda ne kadar yakışıklı zengin delikanlı varsa hepsi Fatma’yla evlenmek istiyor; oysa ben daha güzelim ama kimse benimle ilgilenmiyor” diye annesine dert yanmış. Aslında ikisinin de Fatma’nın iyi insan olduğundan haberleri yokmuş, daha doğrusu iyilikten haberleri yokmuş. En büyük zenginliğin iyilik olduğunu bilmiyorlarmış. Üvey anneyle kızı oralarda sevinedursun biz bakalım Fatma nereye kadar gitti.
İki atın çektiği güzel araba ve askerler dağ tepe aşmışlar, sık ağaçlı ormanlardan geçmişler, sonunda Peri Padişahı’nın sarayının kapısına varmışlar. Fatma arabadan inince bir de bakmış ki yürüyeceği yollara güller dökülmüş, inciler serpilmiş. Fatma’yı görmeye gelenlere altınlar saçılmış. Fatma mahcup olmuş. Al yanakları iyice allanmış. Kapının iki basamak yukarısında da Peri Padişahı bütün görkemiyle ayakta durarak Fatma’yı bekliyormuş. Fatma’nın güzelliğini görünce dili tutulmuş. Kısa bir süre hiçbir şey konuşamamış.
Fatma ve Peri Padişahı akşama kadar yemiş, içmiş, binbir çiçekle bezeli sarayın bahçesinde gezmişler. Güneş yavaş yavaş dağların ardına saklanmaya koyulduğunda, Peri Padişahı: “Fatma ben seni çok seviyorum. Benimle evlenip sarayımın sultanı olur musun?” demiş. Fatma utanmış yüzü pespembe olmuş, sessizce, “Evet olurum, ama üvey de olsa benim bir annem var, beni ondan istemeniz gerekir” demiş. Peri Padişahı Fatma’nın cevabına çok sevinmiş. İçinden “Melek Fatma, seni çok mutlu edip perilere sultan edeceğim” demiş.
Gitme vakti gelip çattığında Fatma Peri Padişahı’ndan izin isteyerek yola koyulmuş. Atların çektiği işlemeli güzel araba Fatma’nın otlağına vardığında sabah olmak üzereymiş. Fatma hemen ineklerini saymış bakmış ki eksik olan yok. Üstelik inekler öyle güzel beslenmişler ki, memelerinden sütler fışkırıyormuş. “Üvey annemin verdiği yünü de eğirip iplik yaptım. İnekler de iyi beslendi. Artık dönme zamanı geldi ” diyerek yumak torbasını sırtına atmış. İnekleri de önüne katarak dönüş yoluna çıkmış.
Az gitmiş uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş. Sonunda bir kayanın üstüne çıkmış bakmış. Bir de ne görsün! Gökteki yıldızlar fener olmuş yolunu aydınlatıyormuş. Yolun kenarında da bir tavşan uzanıp yatıyormuş. Hemen kayadan inmiş tavşanın yanına koşmuş. Bir de bakmış ki tavşanın ön ayağına diken batmış kanıyor. Tavşanın ak tüyleri al kana bulanmış. Dikeni çıkarmak için o yana çevirmiş olmamış, bu yana çevirmiş olmamış. Bir türlü dikenin yerini görememiş. “Ne yapsam ne etsem” diye düşünürken gökteki Ülker Yıldızı dile gelmiş, “güzeller güzeli Melek Fatma, ışıklarımı iyice yakıyorum şimdi çıkar dikeni” demiş. Fatma, Yıldız’a teşekkür ettikten sonra tavşanın ayağındaki dikeni çıkarmış. Dikeni çıkarınca bir de ne görsün! Diken kocaman değil miymiş? “Aman tavşan kardeş, bu sihirli, koca bir diken, nerede yürüdün de ayağına battı? Senin iyileşmen için bir damla gözyaşı lazım. Sen kımıldamadan dur, ben şimdi gözyaşımı senin ayağına damlatacağım”, demiş. Eğilmiş inci gibi gözyaşını tavşanın ayağına damlatmış. Tavşan hemen iyileşmiş. Fatma’ya teşekkür ederek koşa koşa dağa tırmanıp gözden kaybolmuş.
Tavşan iyileşip gidince Fatma da yola koyulmuş. Gitmiş gitmiş, sonunda evine varmış. İnekleri ağıla doldurduktan sonra evin kapısını çalmış. İçeriden, “Bu saatte kim kapıyı çalıp beni rahatsız ediyor”, diye üvey annesinin öfkeli sesini duymuş. Önce korkmuş, kısa bir müddet susmuş. Sonra ses tekrarlanınca: “Benim, Fatma. İnekleri doyurdum, yünleri eğirdim, eve döndüm anne kapıyı açar mısın?”, demiş. Üvey anne çok şaşırmış “Nasıl gelebilir? Onu kurtlar kuşlar yemiş olmalıydı. Açıp bakayım bir, belki de Fatma değildir”, demiş. Kapıyı açmış gecenin karanlığında ay gibi parlayan, güneş gibi gülen, gözleri kara elmas gibi ışıldayan, saçları sırma gibi savrulan, yanakları elma gibi al, dudakları kiraz gibi kırmızı, nazenin, güzeller güzeli Fatma’yı görmüş. Üzerinde tüllerle süslü elbisesi, gerdanında ay rengi incisi, kulaklarında yıldız gibi sallanan küpesi, Belinde altın kemeri varmış. İnanamamış üvey annesi, “Sen yamalı elbiselerle gittin tüllü kıyafetle geldin. Nasırlı ellerle, çatlamış yanaklarla, keçeleşmiş saçlarla gittin peri kızı gibi geldin. Nasıl oldu bu hele bir anlat”, demiş. İyi yürekli Fatma başlamış başından geçenleri anlatmaya. O anlattıkça üvey anne kızı Ayşe’yi göndermediğine pişman olup, üzülüyormuş. Saatlerce olanları dinlemiş sonra da “Bundan sonra inekleri otlatmaya kızım Ayşe gidecek. Sen evde kalıp ev işlerini yapacaksın”, demiş. Fatma da, “Peki anneciğim. İstersen ineklere de bir bak, hem sütünü de sağayım gözlerinle gör”, demiş.
Kovaları alıp ağıla gitmişler. Onlar sağdıkça ineklerin sütleri çoğalmış. Kovalar dolmuş taşmış. Bir türlü süt bitmiyormuş. Üvey anne çok sevinmiş “Sütleri satar yeniden zengin olurum”, diye hayaller kurmuş. Ertesi gün sütleri satmış, çok para kazanmışlar. Evlerine yiyecek, kendine ve kızına yeni elbiseler almış. Fatma’ya da hiçbir şey almamış. Fatma hiç şikâyet etmeden işlerine koyulmuş.
Ertesi gün üvey anne erkenden kalkmış önce birkaç parça yünü torbaya koymuş. Ardından ocağı yakmış, kızı Ayşe’ye börekler yapmış. Büyükçe bir yiyecek bocası hazırlamış. Bohçanın içinde bal, yağ, yumurta, börekler varmış. Kızına en güzel elbiselerini giydirmiş, saçlarını taramış. İçinden, “Peri Padişahı benim kızımı görüp beğensin. Kızımla evlensin. Ben de onlarla beraber bir güzel saraya yerleşir sultanlar gibi bir elim yağda bir elim balda yaşarım”, diye düşünüyormuş.
Hazırlıklar tamamlanınca annesi Ayşe’nin önüne inekleri katmış. Sonra da kızını öpe koklaya yolcu etmiş. Ayşe bir elinde yiyecek bohçası, diğer elinde yün torbasıyla ineklerin arkasından yürümüş yürümüş. Az gitmiş, uz gitmiş dere tepe düz gitmiş. Bir de bakmış ki bir arpa boyu yol gitmiş. Tekrar yola koyulmuş. Bir taraftan da kötü sözler söyleyip, küfürler ediyormuş. İneklere bağırıp arada bir de tekmeliyormuş. Canı yanan inekler böğürerek ağlıyormuş.
Güneş parladıkça terliyor, terledikçe güneşe kızıyormuş. Güneş de en kavurucu sıcağını Ayşe’nin üzerine yayıyormuş. Sonunda bitkin düşen Ayşe bir kaya görmüş “Ayy ne kadar çirkinsin. Yaralı yüz gibi çatlak çatlaksın”, demiş. Başını yaslayıp uykuya dalmış. Kaya Ayşe’nin dediklerine çok üzülmüş. Sertleştikçe sertleşmiş. Sivrildikçe sivrilmiş. Ayşe başını koyduğu kayada da bir o tarafa dönmüş, bir bu tarafa. Bir türlü uyuyamamış. Dinlenemeyince gözleri küçülmüş, gözlerinin altı mosmor olmuş. En iyisi kalkayım yün eğireyim demiş. Başlamış yünleri eğirmeye. Bir yumak bitmek üzereyken bir rüzgâr çıkmış ki, ne dalda yaprak, ne yerde toprak bırakmış. Estikçe coşmuş, coştukça esmiş. Ayşe’nin yününü almış kaçmış. Bunu gören Ayşe, rüzgâra da bağırmış çağırmış, küfürler etmiş. Yününün peşinden koşmuş koşmuş. Tam yetişecekken rüzgâr yünü Nine’nin bacasından içeri salıvermiş. “Esen hallerin esmez olsun rüzgâr. Kötüsün sen, kötü rüzgâr”, diyerek ninenin kapısını yumruklamış. Nine içeriden, “Kapı açık buyurun gelin”, deyince; Ayşe: “Bana ‘buyur gel’ diyeceğine kalkıp kapıyı açsaydın ya ihtiyar. Rüzgâr yünümü senin bacandan içeri düşürdü alıp gideceğim” demiş. Nine, “Hele bir içeri gel kızım. Bak çok hastayım bana bir çorba pişir. Bir de şu ortalığı bir toplayıver. Sonra da yününü alır gidersin”, demiş. Ayşe hemen suratını asmış sinirli ve kaba bir sesle “Ben çorba pişiremem kalk kendin pişir bana ne. Ortalığı da toplayamam ben, senin hizmetçin miyim? Hem çok pis ve kirlisin sana ve evine el sürmeye iğrenirim. Hemen yünümü ver gideyim evin çok pis kokuyor dayanamıyorum. Üstelik çok susadım ve acıktım gidip karnımı doyuracağım”, diyerek Nine’yi bir güzel azarlamış.
Nine, Ayşe’nin yününü vermiş. Tam kapıdan çıkacakken, “Dur kızım, acıktım, susadım dedin ya, al sana üç anahtar vereyim bunları taşın dibine sür üç kapı açılacak, birinden su akacak onunla yüzünü yıka, birinde sofralar kurulacak, yemeğini ye, birinden de kıyafetler çıkacak onları bir güzel üzerine giy”, demiş. Ayşe’nin aklına hemen Fatma gelmiş. Kendi kendine “Hımm!.. Demek ki o da bu çirkin ihtiyarla karşılaşmış. Dediklerini yapmış olmalı ki dünya güzeli olmuş. Ben de hepsini yapacağım ve ondan daha güzel olacağım”, demiş.
Ayşe ineklerin yanına döndüğünde bir de ne görsün? Yerdeki otların yerini toz toprak kaplamış. İnekler de açlıktan orada burada ot arıyormuş. “Bana ne, arasın bulsunlar. İneklere otları ben bulacak değilim ya!” , demiş. İnekler Ayşe’nin bu sözüne çok üzülmüşler.
Ayşe ineklere kızarken aklına anahtarlar gelmiş. Oracıkta bir taş bulmuş, anahtarı taşa sürmüş. Eski püskü, kırık dökük üç kapı açılmış. Ayşe hiç düşünmeden içeri girmiş. Paslı bir musluktan su akıyormuş. Nine’nin dediğini yapmış elini yüzünü yıkamaya başlamış. İçinden de “Ben Fatma’dan daha güzel olacağım”, diyerek defalarca elini yüzünü yıkamış. Yıkadıkça çirkinleşmiş. Kapkara siğillerle kaplanmış yüzü. Elleri ise çatlak çatlak, tırnakları kapkara olmuş. Gözlerinin içi ise kan gibi kıpkırmızı olmuş.
Ayşe, eline yüzüne bakmadan ikinci kapıya geçmiş. Bir de ne görsün? Duvarları kirli ve dökük bir oda, ortasında eski ve küçük bir masa, masanın üstünde kırık birkaç tabak ve içinde yemek. Hemen ağzına bir iki lokma almış. Almasıyla dilinin, boğazının yanması bir olmuş. Bağırmış, ağlamış ama sesini duyan olmamış. Ağladıkça zayıflamış. Zayıfladıkça sırtında kambur çıkmış. Üzerindeki elbiseleri o kadar bol gelmiş ki eteği belinden yere düşmüş. Hemen yandaki kapıya koşmuş. İçeri girer girmez bir de ne görsün! Ortada kırık bir askı ve askıya asılı kirli, eski ve yamalı birkaç elbise asılı değil miymiş? Bakmış bakmış beğenmemiş. Düşünmüş düşünmüş sonunda: “Çıplak kaldım mecburen bu kötü şeyleri giymem gerekiyor”, demiş. Tam elbiseleri giyinip dışarı çıkacakken odada biri belirmiş. Çirkin mi çirkinmiş. Yavaşça Ayşe’ye yaklaşmış. Ayşe karşısında adamı görünce çok korkmuş bir çığlık atmış. Adam: “Korkma Ayşe, ben kötülükler ülkesinin padişahıyım. Eğer sen ve annen kötü olmaktan vazgeçmezseniz sizi ülkeme götürür orada kendime sultan yaparım”, demiş. Ayşe koşarak üçüncü kapıdan dışarı çıkmış ve gördüğüne şaşırmış. İnekler açlıktan öyle zayıflamışlar ki kemikleri görünüyormuş.
İnekler de kapıdan çıkan Ayşe’yi görünce dehşete düşmüşler. Çirkinliğinden korkup sağa sola koşuşmaya başlamışlar. Ayşe kendini göremediği için hayvanların yaptıklarına bir anlam verememiş. Başlamış bağırıp çağırıp küfretmeye.
Eline aldığı değnekle ineklere vurmaya başlamış. “Dayanacak gücüm kalmadı, ben artık eve dönmek istiyorum”, diyerek ağlamaya başlamış. Bir taraftan da inekleri önüne katıp dönüş yoluna doğru yürümeye başlamış. Çalılıkların arasından geçerken bir de bakmış ki kanlar içinde bir tavşan yerde yatıyor. Yanına yanaşmış. “Yardım et Ayşe, ayağıma diken battı, onu çıkarmadan yürüyemem”
deyince Ayşe de “oh olsun, daha beter ol!” diyerek tavşana bir tekme vurmuş, sonra da orada bırakarak yoluna devam etmiş.
Ayşe ineklerle eve dönüş yolunda yürüye dursun. Bakalım Fatma neler yapıyor.
Annesi Ayşe’yi dağa gönderdikten sonra bütün işleri Fatma’ya yaptırmış. Evin her yerini pırıl pırıl yapan Fatma en güzel yemekleri de yapmış. Bütün gün çalışmasına rağmen ne elbiseleri kirlenmiş, ne de yorulmuş. Üstelik elini neye atsa bereketleniyor ve orası mis gibi oluyormuş. Üvey annesi de bütün kötülükleri yapıyormuş. Fatma’nın temizlediklerini kirletiyor, pişirdiklerini sokağa döküyormuş. Fatma da hiç bıkmadan yeniden işe koyuluyormuş. İşin en çok olduğu anda kapıya bir fakir gelmiş. Fatma hemen onu içeri davet etmiş. Tam pişirdiği yemeklerden yedirecekmiş ki, birden mutfak kapısından içeriye üvey annesi girmesin mi! Masanın başındaki fakiri görünce kıyametleri koparmış. Bağırmış çağırmış. Fatma, “Anne lütfen kızma. Çok acıkmış. Tencereler dolusu yemeğimiz var. Bir tabak da o yese ne olur, sevaptır”, diye yalvarsa da, Üvey Anne, fakiri kolundan tutarak dışarı attığı yetmiyormuş gibi, Fatma’yı da bir güzel azarlamış.
Üvey annesinin haksız yere azarlaması Fatma’yı üzmemiş. Ancak, kapılarına gelen fakirin aç gitmesi Fatma’yı çok üzmüş. Bir köşeye çekilmiş sessiz sessiz ağlamaya başlamış. Birden fark etmiş ki gözlerinden akan yaşlar inci olup yere dökülüyor. Hemen eğilmiş incileri avuçlarına toplamış. Sonra da fakirin arkasından koşmuş yetişmiş. “Sizin karnınızı doyuramadım. Şu incileri alın lütfen. Bunlar benim gözyaşlarımdan oluştu. Helâldir kimseler de size bir şey diyemez. Bunları kuyumcuya verin parasını alın karnınızı doyurun lütfen” demiş. Fakir, hiç sesini çıkarmadan incileri almış yola koyulmuş. Fatma, arkasından bakınca mutlu olmuş.
Fatma fakiri yolcu ederek eve döndüğünde bir de bakmış ki uzaktan bir karartı evlerine doğru yaklaşıyor. Bakmış bakmış tanıyamamış. Kemikleri görünen ineklerin arkasında çirkin mi çirkin, kamburlu bir kız. Üstü başı kirli ve yamalı. Saçları da keçe gibi birbirine geçmiş. İçinden “Sesi ve küfürleri üvey kardeşim Ayşe’ye benziyor ama o bu kadar çirkin değil ki. Üstelik dağa gittiğinde her şeyi tastamamdı. Bu kim olabilir acaba? Hemen yardımına gideyim”, diyerek o tarafa doğru koşmuş.
Gelenleri görünce çok şaşırmış. Üvey kardeşine bakınca biraz da korkmuş. Ama yine de belli etmemiş. Elindeki yün torbasını taşımak için almış. Ayşe sinirlenerek “Çekil git yanımdan. Kendi işimi kendim yaparım. Bugün de bütün işleri kendim yaptım. Bak bana ne kadar güzelim”, demiş. Fatma da “Tabii ki kardeşim, sen kendi işini kendin yapabilirsin. Ben sana yardım etmek istedim. Yorulmuşsundur, diye düşündüm. Üstelik bütün insanlar güzeldir yeter ki niyetleri doğru ve halis olsun. Biliyor musun Ayşe kardeşim iyi niyetli olanlara Allah hep yardım eder ve sinirli de olmazlar”, diye cevap vermiş. Ayşe içinden, “bana akıl verene bak. Yetim öksüz ve fakir” diyerek Fatma’yı küçümsemiş.
Ayşe eve girince annesi çok şaşırmış. Düşünmüş düşünmüş sonra da “Fatma dağa gidince güzel geldi. Ayşe ise çirkin… O halde bundan sonra ikisini de göndermeyeceğim. Bütün işleri Fatma yapar, Kızım da bir güzel dinlenir eski haline gelir”, diye karar vermiş. Dediğini de yapmış. Fatma bütün işleri yaparken Ayşe de yan gelip yatıyormuş. Ama çalıştıkça Fatma güzelleşiyormuş. Ayşe ise iyice çirkinleşiyormuş.
Aradan günler haftalar geçmiş. Üvey anne ve kızı, günlerden bir gün Fatma’nın hazırladığı kahvaltı sofrasındayken, at kişnemeleri ve insan sesleri duymuşlar. Evin kapısını tıklatmışlar. Üvey anne hemen “Fatma kapıyı aç, bakalım kimler geldi”, diye çirkin sesiyle bağırmış. Fatma işini bırakmış kapıyı açmış. Bir de bakmış ki karşısında Peri Padişahı. Gözlerine inanamamış. İçeri buyur etmiş. Peri Padişahı “Güzeller güzeli Melek Fatma, seni buradan almak için yeni yaptırdığım sarayın bitmesini bekledim. İçini ipeklerle, kadifelerle döşettim. Kırk hizmetçi kapıda senin gelmeni bekliyor. Tut elimden gidelim”, demiş. Fatma, hüzünlü gözlerle “Üvey annem ve üvey kardeşim…“ diyerek başını yere eğmiş. Peri padişahı Fatma’nın gözyaşlarını silerek: “Üzülme Melek Fatma. Onların ihtiyaçlarını ben karşılayacağım ama sana kötülük ederler korkusuyla sarayıma almayacağım. Bir gün iyi insan olurlarsa o zaman onları da senin yanına getireceğim”, demiş. Sonra da kırmızı kadifeden yapılmış kesenin içinden çıkardığı inciden Taç’ı Fatma’nın saçlarına takmış. “Biliyor musun, bu tacın incileri senin gözyaşların. Seni görmek için dilenci kılığına girerek sizin eve geldiğimde bana vermiştin”, demiş. Sonra da Fatma’nın elinden tutarak dışarı çıkarmış. “Şu senin arabanı çekecek olan kanatlı at da, yolda bulup ayağını iyileştirdiğin yaralı tavşandır. Senin iyi yürekli oluşun hiçbir zaman karşılıksız kalmayacaktır”, demiş.
Olanları izleyen üvey anne ve üvey kardeş Ayşe hemen söze karışmış ”Peri Padişahı ben de yolda tavşana rastladım. Bana da uçan at ver” demiş. “Doğru sen de tavşana rastladın ama ona yardım etmedin. Tavşanın ayağı topal oldu. Onun için şu arkada duran zayıf ve topal at, işte o tavşandı. Onu bu hale sen getirdin. Bundan sonra ona sen bakacaksın”, demiş.
Üvey anneye dönerek, “Senin gözünü para bürümüş. Merhametini kaybetmişsin. İnsanlığın yok olmuş. Dilenci kılığında buraya geldiğimde beni kovmuş, eli boş göndermiştin. Ben de sana hiçbir şey vermiyorum. Verdiğin neyse onu alırsın”, demiş.
Fatma’nın elinden tutarak uçan atın çektiği altın arabaya binmişler. Bulutlara karışmış periler ülkesine gitmişler.
Üvey anne ve Kızı Ayşe de yaptıklarından çok utanmışlar ama yine de içlerindeki kötülükten bir türlü kurtulamamışlar.
Bu masal burada biterken gökten üç elma düşmüş. Birisi iyilerin başına, birisi sabır edenlerin başına, birisi de dinleyenlerin başına.

BU CİCİM AYAĞI HANİ BACIM AYAĞI[2 - Anlatıcı : Selmi GÖKDEMİRDerleme : Ülkü TAŞLIOVAYöre : Kars/ Arpaçay/ Bözyiğit köyü]
Bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde kalbur saman içinde, develer tellal iken. Pireler berber iken ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken, ülkelerden bir ülke varmış. Bu ülkenin dört tarafı da yücelerden yüce dağlarla çevriliymiş. Üstelik bu dağlar, binbir türlü ağaç ve çiçeklilerin örttüğü uçsuz bucaksız ormanla kaplıymış.
Ormanla kaplı dağların tam ortasındaki ülkede insanlar bolluk içinde yaşarmış. Billur gibi akan nehirleri, salkım salkım meyveleri, misk kokusu gibi kokan kırmızı gülleri varmış. Oradaki kuşlar nağmeli ötermiş. Bülbüller misk kokulu kırmızı güllerle sarmaş dolaşmış. Yamaçlardan süzülen beyaz köpüklü şelaleler bir tatlı akarmış ki görenlerin gönlünü huzur kaplarmış.
İrem şehri gibi olan bu ülkenin adil, temiz kalpli, mütevazı, bilge, yakışıklı bir hükümdarı varmış. Hükümdarlık sarayı da ülkenin yamaç tarafındaymış. Dışı beyaz mermer sütunlarla süslü, kapıları altınmış. Gümüş merdivenlerden çıkılırmış yamaçtaki saraya. İpek halılar, atlas perdeler ve kristal aynalarla döşeli olan sarayın yetmiş odası varmış.
Eşi benzeri olmayan bu sarayın içinde yaşayan hükümdarın sultan eşi, Ahmet adında beş yaşında oğlu, bir de peri gibi güzeller güzeli kızı varmış. Beyaz yüzlü, pembe yanaklı, kırmızı dudaklı, siyah uzun saçlı kızın adı da Fatma’ymış. Hükümdar babası, sultan annesi gözlerinden bile esirgedikleri evlatları Ahmet ile Fatma’yı öyle nazlı öyle kibar yetiştirmiş ki güneş yüzlerine değse sararır, rüzgâr tenlerine değse kararırlarmış. Halk tarafından çok sevilen hükümdar ve ailesi saadet içinde yaşarlarmış.
Günlerden bir gün Sultanın hizmetkârı koşarak Hünkârın yanına varmış. “Sultanımız çok hasta aman bir çare”, demiş. Ülkenin bütün hekimleri toplanmış ne kadar uğraşmışsa da Sultana çare olamamışlar. Günden güne dalından koparılan gül gibi solan Sultan, ecel vakti geldiğinde dünyadan göçüp gitmiş. Kuşlar susmuş, gülen yüzler gülmez olmuş. Ülkede yaşayanlar uzun zaman yas tutup ağlamışlar.
Günler birbirini kovalamış aradan aylar geçmiş Hünkârın acısı dinmek bilmemiş. Ülkedeki işler aksadığı gibi insanlar da kederliymiş. Bir gün ülkenin ileri gelenleri meclis kurmuş ne yapacaklarını düşünmüşler. Toplantıları günlerce sürmüş ve en sonunda hünkârın evlenmesi gerektiğine karar vermişler.
Saraya haber yollayıp, huzura kabul edilmişler. Kederli hükümdara fikirlerini söylemişler. Gözleri yaşla dolan hükümdar meclis kararına boyun eğmiş.
Ahali hükümdarın yeniden evlenmeyi kabul etmesine sevinerek yeni sultan aramaya koyulmuşlar. Dağ tepe aşmışlar, aramışlar taramışlar uzak ülkelerin birinde birini bulmuşlar. Buldukları yeni sultanı allamışlar pullamışlar üç gün üç gece düğün yapmışlar.
Yeni sultan güzelmiş güzel olmasına ama zaman geçtikçe kötülükleri ortaya çıkmış. Kötülükleri ortaya çıktıkça yüzü de çirkinleşiyormuş. Hünkârın iki çocuğuna kötü davranmaya başlamış. Her gün dövdüğü yetmezmiş gibi aç da bırakıyormuş. Akşam oldu mu erken uyutuyormuş ki babaları görüp yaptıklarını anlamasın.
Bir gün yeni sultan, “Bu iki yetimden kurtulursam Hünkâr beni daha çok sever”, diye düşünürken aklına bir fikir gelmiş. Hemen hizmetkârları çağırarak başlamış hazırlık yapmaya.
Eski bir bez torbaya biraz kuru ekmek, biraz küflü peynir, birkaç parça da eski elbise koyarak iki atın çektiği arabaya bindirmiş. Kendisi de yanlarına oturmuş. Akrabası olan arabacıya “Öyle yerlerden git ki bizi kimseler görmesin”, demiş. Kamçının sesi havada şaklarken atlar şahlanarak dörtnala yola koyulmuş.
Gide gide ovalar dağlar aşmışlar. Sabahı akşam etmişler. Karanlık bir ormana gelmişler. Arabacı atları durdurmuş üvey sultan çocukları iterek aşağıya indirmiş. Torbayı da ayağıyla teperek yere atmış. Sonra da “Saraya dönüyoruz. Sür arabacı arabayı”, demiş.
Yeni Sultan saraya dönedursun. Bakalım çocukların başına neler gelmiş.
Fatma, kardeşi Ahmet’in elinden tutarak başlamış yürümeğe. Sık ağaçların olduğu ormanda ne yol varmış ne iz. Yerler otlarla, çalılarla kaplıymış. Uzun ağaçların öyle büyük öyle çok yaprakları varmış ki gökyüzü görünmüyormuş. Gece mi gündüz mü anlaşılmıyormuş. Binbir türlü seslerin yankılandığı ormanda bazen güzel kokular geliyormuş burunlarına, derin derin içlerine çekiyorlarmış.
İki kardeş ellerinde torbalarıyla yürümüşler, yorulup acıkınca buldukları bir ağacın kovuğuna girerek küflü ekmeklerinden biraz yiyerek karınlarını az da olsun duyurur gibi olmuşlar. Sonra da oracıkta birbirlerine sarılıp uyumuşlar.
Uykuya doyup uyandıklarında tekrar yola koyulmuşlar. Böylece ne kadar zaman geçmiş kendileri de bilmiyormuş. Ekmekleri, peynirleri, suları tükenmiş. Buldukları meyveleri otları yiyerek yol almışlar.
Az gitmişler uz gitmişler, dere tepe düz gitmişler. Bir başka ormana gelmişler. Bu orman daha güzelmiş, ağaçların arasından gökyüzünü görüp kuşların cıvıltısını duyan İki kardeş çok sevinmişler. Ülkelerinin yolunu bulduk sanmışlar. Hoplamışlar zıplamışlar. Hünkâr babalarına kavuşunca olanları anlatacaklarına karar vermişler. Fakat yürüdükleri yolları bir türlü bitmemiş. Üstelik yaz bitmiş güz gelmiş.
İki kardeş sonbahar yağmuru altında yol alırken Ahmet, ”Abla çok susadım bir yudum su istiyorum”, demiş. Fatma kardeşine içirecek bir yudum su bulamayınca paniğe düşmüş. Ağaçların yapraklarındaki sudan almak isteyince ağaç dile gelmiş, “dur adil hünkârın peri kızı Fatma, bu orman sihirlidir. Eğer yaprağını suyunu içirirsen kardeşin ağaç olur. Çeşme suyu içirirsen kardeşin çeşme olur, kısacası neyin suyunu içirirsen kardeşin o olur. Hızlıca buradan yürüyün gidin” demiş. Fatma kardeşinin elinden tutarak ormanda koşmaya başlamışlar. Koşmuşlar koşmuşlar. Ahmet, ”Abla ben artık susuzluğa dayanamıyorum.” diyerek ceylanın ayak izine biriken suyu kana kana içmiş. Başını sudan kaldıran Ahmet hemen orada beyaz benekli güzel bir ceylan olmuş. Fatma ceylan olan kardeşine sarılmış ağlamış ağlamış. Çok üzülmüş. Kardeşini kaybetmemek için hırkasını sökerek uzunca bir ip yapmış kardeşini boynundan bağlayarak yanında gezdirmeye başlamış.
Fatma, ceylan kardeşiyle yol alırken, gözyaşı inci olup yerlere saçılarak iz yapıyormuş. O sırada yiğit mi yiğit bir delikanlı ormanda askerleriyle at üstünde ava çıkmış. Tam oradan geçerken yerdeki emsalsiz incileri görmüş. Hemen atını durdurup incileri toplamaya başlamış. Avucundaki incilere baktığında hayret içinde kalmış. Askerlerine dönerek, ”Derhal bu incilerin sahibini bulun.” emrini vermiş. Askerler yere saçılan incileri takip ederek atlarını sürmüşler. Çok geçmeden bir ağacın gölgesinde uykuya dalan ceylan ve Fatma’yı bulmuşlar. Hemen geri dönerek efendilerine haber vermişler.
Atların kişneme ve ayak sesleriyle kendine gelen Fatma, kardeşi ceylana sarılarak, ”Ne olur bize dokunmayın. Kimseye zararımız yok bizim. Ülkemize gitmek için yol arıyoruz.” demiş. Arkasından da olup biteni at sırtındaki yiğide anlatmış.
“Ben huzur ülkesinin padişahıyım. Sana âşık oldum. Seni kendime eş seçiyorum.” demiş. Fatma, ” Padişahım sağ olsun ben kardeşimden ayrılamam onunla uyur onunla gezerim.“ deyince, Padişah,“ Tamam kabul ediyorum, biz evlenince ceylan kardeşinde bizim ayak ucumuzda uyur.” diyerek Fatma’yı atının terkisine almış. Ceylan kardeşini de askerlerin kucağına yerleştirerek ülkesine doğru yol almışlar. Huzur ülkesine vardıklarında kırk gün kırk gece düğün yapmışlar.
Fatma huzur ülkesinde mutluluk içinde yaşıyormuş. İpekler ve renkli tüllerle bezeli kuş tüyü yatağına yatığında ceylan kardeşi de ayak ucuna girermiş. Uyumadan önce ön ayağını uzatır ,”Bu bacımın ayağı, bu cicimin ayağı.” diyerek Ablasının ve padişah eniştesinin yan yana olduğunu kontrol ederek mutlu bir şekilde kıvrılarak uykuya dalarmış.
Gel zaman git zaman Fatma ile huzur ülkesinin padişahının mutluluğu dilden dile dolaşmış. Söz kuşkanadından da hızlı olurmuş. Dönmüş dolaşmış baba ocağındaki üvey ananında kulağına ulaşmış. Fatma’nın haberini hünkâr babası da duymuş. Çok sevinmiş adaklarını yerine getirmiş kurbanlar kesmiş. Biricik oğlu Ahmet’in durumunu ise söylememişler.
Ruhu ve kalbi kötü olanın ihanetleri, hainlikleri biter mi hiç? Üvey anne haberi alır almaz başlamış planlar yapmaya. Günlerce düşünmüş düşünmüş.
Ve bir gün Hünkârın huzuruna çıkarak, “Hünkârım olanlar olmuş geri dönüşü yok. Arayı düzeltmek ve kızımızı oğlumuzu görmek için huzur ülkesine gitmek için müsaadenizi istiyorum.” demiş. Kızının ve oğlunun evi terk ettiğini sanan hünkâr karısının onların yanına gitmesine izin vermiş.
Üvey anne kırk katır yükleyerek, kırk atlıyla yola koyulmuş. Az gitmiş uz gitmiş dere tepe düz gitmiş dönüp arkasına bakmış ki bir arpa boyu yol gitmiş. Sinirlenmiş kızıp bağırmış. Her sinirlendikçe çirkinleşiyormuş. Sihirli ormana geldiğinde konuşan ağaçlar onun ne kadar çirkin olduğunu söylemiş. Hiçbir kötülüğün karşılıksız kalmayacağını söylemiş. O da ağaçlara bağırmış hakaret etmiş. Hakaret için ağzını açtığında dili yılan olup boynuna dolanıyormuş, dudaklarından da kurtlar böcekler saçılıyormuş.
Huzur ülkesini uzaktan gördüğünde gözlerine inanamamış. Evlerin çatıları sarı altınla kaplıymış. Ağaç dallarından yeşil zümrütler sarkıyormuş. İçinden “Burası daha zengin ve güzel, Fatma’yı öldürür padişahla ben evlenirsem bütün bunların sahibi olurum.” diye geçirmiş.
Kırk atlıyla, kırk katırla huzur ülkesine varan üvey anne padişah tarafından güzel karşılanmış. Günlerce mutluluk içinde yemişler, içmişler, gezmişler, eğlenmişler. Fatma üvey annesini affetmiş etmesine ama kardeşi Ceylan Ahmet buna hiç razı gelmemiş. Köşe bucak kaçmış. Ablasına küser olmuş.
Bir gün üvey anne demiş ki “Güzeller güzeli Fatma, adil hünkâr kızı Fatma, yakışıklı cömert padişah karısı Fatma, mademki büyüklük gösterdin beni affettin. Bende seni derya kenarında sefa yapmaya davet ediyorum. Kırk katır yükü sana hediye getirdim. Lütuf et bunları ve teklifimi kabul buyur. ” İyi kalpli Fatma düşünmüş düşünmüş “ Artık kötülük yapmaz.” diyerek dediğini kabul etmiş.
Ertesi gün üvey anne erkenden kalkmış hazırlık yapmış. Fatma’yı da alarak yola koyulmuş. Denizin kenarında yemeklerini yemişler. Ortalık kalabalıklaşmadan “ Hadi gel denizde biraz yüzelim.” demiş. Fatma da “Ben yüzmek bilmem ki.” demiş. Fatma’yı dinlememiş kolundan tutup, sürükleyerek denize götürmüş. İyice ilerlemiş sonrada Fatma’yı orada bırakarak geri dönmüş. Fatma denizin ortasında çırpınmış çırpınmış sonrada gözden kaybolmuş. Üvey anne sevinerek kenara çıkmış Fatma’nın elbiselerini giyinmiş saçlarını onun gibi tarayarak yüzünü de nikapla kapatmış. Hiç kimseye gözükmeden gizlice saraya gitmiş.
Gece olmuş Fatma’nın geceliğini giyerek ışıkları kapatmış. Karanlıkta padişahın yatağına girmiş, sessizce ona sarılmış. Padişah, “Sana ne oldu Fatma tenin soğuk ve kösele gibi sert Üstelik kokunda değişmiş. Işığı yakayım sana bakayım.” deyince üvey anne, “Bu gün güneşte çok kaldım ondan böyle oldu bir kaç ay sonra geçer.” diyerek padişahı kandırmış. Ama ayakuçlarında uyuyan ceylan, üvey anneye inanmamış. Her gece yorganın altından ayağını uzatarak, ”Bu cicimin ayağı, hani bacımın ayağı?” diyerek söylenip duruyormuş. Üvey annede bir tekme vurarak ceylanı yere düşürüyormuş.
Bir gün böyle beş gün böyle derken aylar gelip geçmiş. Padişah ceylanın her gece yatmadan önce dediği “Bu cicim ayağı hani bacım ayağı.” sözünden bıkmış usanmış. Hızlıca yatağından kalkıp lambaları yakmış. Bir de ne görsün? Yatağında Fatma değil çirkin üvey anne yatmıyor muymuş?
Hemen askerleri çağırmış mahkeme kurmuş. Üvey anneyi sorguladıktan sonra, dört atın kuyruğuna bağlayıp dört tarafa sürme cezası vermiş. Ceza hemen yerine getirilmiş.
Tam üvey anneden kurtuldukları sırada denizin kenarından bir balıkçı koşarak gelmiş “Padişahım hemen balıkçıların yanına gidelim. Orada size bir müjde var.” demiş. Padişah atına atladığı gibi balıkçıların olduğu sahile dörtnala atını sürmüş.
Sahile vardığında gördükleri karşısında mutluluktan dilini yutacak gibi olmuş. Kumların üstüne boylu boyuna uzanan kocaman yunus balığının yüzgeçleri arasında Fatma ve kucağında bir erkek çocuk duruyormuş. Padişah hemen atından inmiş dünya güzeli karısının yanına koşmuş. Yunus balığının karnında doğum yapan Fatma oğlunu padişah babasının kollarına uzatmış. Oracıkta sarmaş dolaş olmuş hasret gidermişler.
Ülkede kırk gün kırk gece şenlikler yapılmış. Onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine. Gökten üç elma düşmüş biri yazanın başına biri okuyanın başına biride dinleyenlerin başına.

HOROZUN SESİ[3 - Masal Anlatıcı: Ülkü TAŞLIOVA]
Bir varmış bir yokmuş evvel zaman içinde kalbur saman içinde, develer tellal iken pireler berber iken, ben babamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken, bacadan bir atlı geçti kanadını çırptı geçti. Toz ile duman bir birine karıştı. Ben gözümü ovarken babam düştü beşikten, anam atladı eşikten. Eline aldı küreği, bir oyana salladı bir buyana salladı. Kürek uçtu elinden, gökte bir yıldıza kuyruk oldu. Anam, “Vay bana vaylar bana. Ben ne ettim? Yıldıza kuyruk taktım”, dedi. İki gözü iki çeşme, düştü dağa taşa. Az gitti uz gitti altı ay bir güz gitti. Gide gide bir kayaya rast geldi, çıktı oturdu üstüne. Başladı ovayı seyretmeye. Bakalım neler görmüş.
Etrafı çeperle çevrili büyük bahçenin içinde büyük bir ev varmış. Evin yanında ineklerin, koyunların, atların yaşadıkları ahır, tavukların, horozların yaşadıkları kümes, bir de ekmek pişirdikleri tandır evi varmış. Bu kocaman evde, mutlu mu mutlu bir aile yaşarmış. Ailenin tek çocuğu olan Fatma akıllı, terbiyeli güzel bir kızmış.
Günlerden bir gün Fatma’nın annesi amansız bir hastalığa yakalanmış… Doktorların biri gelmiş biri gitmiş. Ama bir türlü çare bulamamışlar. Bir gün annesi hasta yatağında yatarken kızına; “Güzel kızım, İyi kalpli Fatmam sen artık büyüdün. Hakikat şu ki ben bir gün bu dünyadan ayrılacağım. Sana söyleyeceklerimi iyi dinle, hepsini aklında tut. Benden sonra baban mutlak evlenecektir. Onlara asla saygısızlık yapma. Başın ne zaman dara düşse hemen ahıra git sarı ineğin yattığı yerdeki direğin dibini eş oradan bir bohça çıkacak. O bohçayı aç içindeki boncuk kolyeyi yakana tak sonrada gözlerini kapa istediğini dile”, demiş. Günden güne sararıp solan anne sonunda hakkın rahmetine kavuşmuş. Fatma günlerce ağlamış üzülmüş ama yapacak hiçbir şey yokmuş.
Gündüzler gece, geceler gündüz olmuş. Aradan aylar geçmiş. Bir gün babası Fatma’ya komşu köyden bulduğu bir hanımla evleneceğini söylemiş. Fatma da babasının sözünü düşünmüş sonunda da kabul etmiş. Üvey annesinin bir de kızı varmış. Birkaç gün sonra Anne kız gelmiş evlerine yerleşmiş.
Başlarda gül gibi geçinmişler lakin aradan zaman geçtikçe üvey annenin gerçek yüzü ortaya çıkmış. Fatma’ya kötü davranmaya başlamış. Evdeki bütün işleri yaptırdığı yetmiyormuş gibi bir de azarlayıp duruyormuş. Günlerden bir gün ovada;
“Güm! Güm! Güm! De Güm! güm!..”, diye inleyen davula tellalın;
“Ey ahali duyduk duymadık demeyin, acı soğan yemeyin, yalan söz söylemeyin. Üç gün sonra padişahımız bir eğlence tertip edecek. Hepiniz davetlisiniz. Gelen gelsin yesin, içsin, eğlensin, gelmeyenin canı sağ olsun”, diyen sesi eşlik etmiş.
Üvey anneyle kızı, kendilerine davette giymek için allı pullu yeni elbiseler, pırıl pırıl yeni ayakkabılar, rengârenk yeni kurdeleler almışlar. Üç gün dediğin nedir ki? Bu hazırlıklar yapılırken, göz açıp kapayıncaya kadar geçip gitmiş.
Davet akşamı evde hazırlıklar telaşla sürüyormuş. Üvey anne ve kızı giyinmişler, kuşanmışlar. Süslenmişler püslenmişler. Al ipekten elbiseleri göz kamaştırıyormuş. Saçlarına taktıkları kurdeleyle salına salına aynaya doğru yürümüşler. Kendilerine bakmış bakmış sonra da;
“Düğündeki en güzel hanımlar biz olacağız”, diyerek ardından da kahkaha atmışlar.
Kapı aralığından üvey annesine ve kızına bakan Fatma boynunu bükerek;
“Beni düğüne götürmeyecek misiniz?”, deyince üvey anne çok hiddetlenmiş;
“Kendini bilmez yetim Fatma, sen kim oluyorsun da padişahın davetine gitmek istiyorsun? Üstelik evde bir sürü iş güç var.” diye bağırmış. Fatma çok üzülmüş, ağlamaklı olmuş. Bu halini gören üvey anne, Fatma’nın kolundan çekiştirerek yiyecekleri sakladıkları kilere götürmüş. İnsan boyunda ki büyük küpü göstererek; “Biz düğünden gelinceye kadar, sen bu küpü gözyaşınla dolduracaksın”, demiş. Sonra da köşede duran darı çuvalındaki darıları kilerin toprak zeminine döküp dağıtmış. Duvarda asılı duran eleği de alarak Fatma’ya;
“Bu yerdeki darıları yek tek toplayacaksın. Tozlarını alacaksın. Sonrada bir güzel çuvala dolduracaksın. Bu elekle de dereden su taşıyarak ocağın üzerindeki kazanlara dolduracaksın. Bütün bunları yapıp bitirirsen ancak düğüne gelebilirsin“, demiş. Kızını da yanına alarak kapıdan çıkıp gitmiş.
Fatma boynunu büküp, olduğu yerde kalakalmış. Sonra da başlamış darıları toplamaya. Eline aldığı tasa da akan gözyaşlarını dolduruyormuş. Fakat ne çare, ne kadar uğraşsa da ne gözyaşı küpü doldurmaya yetiyormuş, ne de darılar toplamakla bitiyormuş. Daha elekle dereden taşıyacağı suya sıra bile gelmemiş. Yerde darı toplamak için uğraşırken;
“Offf!..” diye derin bir iç çekmiş. Birdenbire karşısında bir ihtiyar nine belirmiş. Fatma korkmuş. Saklanmak isteyince nine;
“Benden korkma güzel Fatma. Ben darda kalana yardım eden peri nineyim. Senin durumunu gördüm. “Offf!..” çekerek çağırmanı bekledim. Şimdi dile benden ne dilersen”, demiş.
Fatma başlamış olanları anlatmaya. Peri nine hemen işe koyulmuş. Küpe tuzlu su doldurarak gözyaşı yapmış. Yerdeki darıları kümesteki tavuk ve horozlara toplatmış. Eşek ve atlara da dereden su getirtmiş. Fatma çok sevinmiş. Koşmuş ninenin tonton yanaklarından öpmüş. Ninenin çok hoşuna gitmiş;
“Başka isteğin var mı?”, demiş. Fatma da;
“Ben de düğüne gitmek istiyorum ama ne giyecek elbisem, ne ayakkabım ne de saçıma takacak kurdelem var” demiş. Nine de Fatma’ya;
“Güzel Fatma annenin sana dediğini hatırla. Unutmadan giyeceğin elbisenin bir cebine kül, bir cebine de kuru üzüm doldur. Kötülerin yüzüne külü, iyilerin yüzüne de kuru üzümü serpersin. Hiç korkma kimse seni tanıyamayacak ”, demiş. Ve o anda ortadan kaybolmuş.
Annesinin dediklerini hatırlayan Fatma koşarak ahıra gitmiş. Sarı ineğin yattığı yerdeki direği bulmuş. Dibini eşmiş. Bulduğu bohçayı açmış. İçindeki boncuk kolyeyi boynuna takmış. Sonra da gözlerini kapatmış dileğini dilemiş. Gözlerini açtığında, kendisini evin büyük odasındaki boy aynasının karşısında buluvermiş. Bir süre şaşkın gözlerle aynadaki güzele bakmış bakmış. Birden aklı başına gelmiş;
“Bu güzel kız benim. Hemen düğüne gitmeliyim”, diyerek gözlerini kapamış. Gözlerini açtığında bir de ne görsün? Padişahın sarayında değil miymiş? Önce biraz şaşırmış. Sonra etrafa göz gezdirmiş. Altınlarla, gümüşlerle süslü sarayda herkes gülüp eğleniyormuş. Birden bütün davetliler hayranlıkla Fatma’ya bakmışlar;
“Bu peri kızı kim acaba? İncili beyaz tül elbisesiyle kuğu gibi süzülüyor”, diye fısıltılar kulaktan kulağa yayılıyormuş.
Altın tahtında oturan padişah uzaktan uzağa genç kızları seyrediyormuş. Birden güzeller güzeli Fatma’yı görmüş. Çok heyecanlanmış, sanki kalbi yerinden fırlayacak gibi olmuş. Yanında oturan sultan eşinin kulağına;
“Sultanım oğlumuza aradığım hanım kızı buldum. Bak şu karşıdaki incili tül elbiseli olan“, demiş. Padişahın karısı hemen o yana bakmış;
“Padişahım sağ olsun ben de o kızı çok beğendim. Oğlumuzla birbirlerine çok yakışırlar”, demiş. Padişah oğlunu yanına çağırmış;
“Ey gözümün nuru oğlum, şu kızı sana eş olsun diye uygun bulduk. Sen ne dersin. Eğer senin de gönlün ona kaynadıysa git tanış sonra da düşünceni bana söyle”, demiş. Padişahın yakışıklı oğlu hemen Fatma’yı beğenmiş yanına gitmiş. Olanları anlatmaya başlamış. Bu ikisini gören herkes çok kıskanmış. Başlamışlar fısır fısır konuşmaya. Konuşanlar arasında üvey anne ve kızı da varmış. Onlar da saklı saklı Fatma’yı kıskanarak laflar ediyorlarmış. Kimisi ipek saçlarını çekiştiriyormuş, Kimisi yırtılsın diye elbisesinin eteğine basıyormuş. Kimisi de yere düşüp rezil olsun diye çelme takmaya çalışıyormuş. İyilik perisi Fatma’yı koruduğu için, yapılan kötülüklerin hiçbiri etkilemiyormuş.
Padişahın oğlu Fatma’nın elinden tutarak babasına doğru götürürken birden iyilik perisi Fatma’nın kulağına;
“Gitme zamanı geldi. Birazdan sihir bozulacak. Hemen buradan ayrıl”, demiş. Fatma padişahın oğlunun elini bırakarak koşmaya başlamış. Tam da o sırada sihir bitmiş. Fatma daha önce ceplerine doldurduğu külü kötü düşünenlerin, kuru üzümleri de iyi düşünenlerin üzerine serperek koşmuş koşmuş. Kötüler gözlerini ovuştururken, iyiler de yerdeki üzümlere bakarken, Fatma sarayın dışına çıkmış. Tam merdivenlerden inerken altın ayakkabısı ayağından fırlamış. Eğilip almaya vakti olmamış. Tam sarayın bahçesinde gözünü kapatmış. Gözlerini açtığında evinin içinde eski haline dönmüş haldeymiş.
Biraz sonra da üvey anneyle kızı gelmiş. Başlamışlar olanları konuşmaya;
“O kız olmasaydı padişahın oğlu kesinlikle seninle evlenirdi. O çirkin nereden geldi nereye gitti kimse görmedi”, diye dedikodu etmişler. Sonra da Fatma’ya dönerek;
“Dediğim işleri yaptın mı?”, diye sormuş. Fatma da “hepsini yaptım bitirdim”, deyince üvey anne çok şaşırmış.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/seyit-emiroglu/kars-tan-konya-ya-masallar-69499483/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Anlatıcı : Selmi GÖKDEMİR
Derleme : Ülkü TAŞLIOVA
Yöre : Kars/ Arpaçay/ Bözyiğit köyü.

2
Anlatıcı : Selmi GÖKDEMİR
Derleme : Ülkü TAŞLIOVA
Yöre : Kars/ Arpaçay/ Bözyiğit köyü

3
Masal Anlatıcı: Ülkü TAŞLIOVA
Kars′tan Konya′ya Masallar Seyit Emiroğlu и Ülkü Taşlıova
Kars′tan Konya′ya Masallar

Seyit Emiroğlu и Ülkü Taşlıova

Тип: электронная книга

Жанр: Сказки

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 16.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Kars′tan Konya′ya Masallar, электронная книга авторов Seyit Emiroğlu и Ülkü Taşlıova на турецком языке, в жанре сказки

  • Добавить отзыв