Şakarim
Yerlan Sıdıkov
Yerlan Sıdıkov
Kazak Edebiyatının Abidevî Şairi. ŞAKARİM
ŞAKARİM
ÖNSÖZ
Dünya değişti. Biz bugün gerekmedikçe dışına çıkmadığımız şehirlerde yaşıyoruz. Şehir dışındaki bozkırsa yaşamaya elverişli olmayan bir yermiş gibi geliyor bize. Daha yüz yıl öncesinde Kazakların, çoğunluk itibarıyla sonsuzluğu uzayla kıyaslanabilecek, şu uçsuz bucaksız alanlarda yaşadığını düşünmek bile zor geliyor.
Kazak bozkırı, kendi içinde kavranması güç bir muamma gizlemektedir. Issız genişliğe bakınca, burada büyük kültürel varlıkların olabileceğinden ümitlenemiyor insan. XIX. asrın ortasında bozkırın tam kalbinde “vicdan bilimi” denen “hayırlı yaşam” felsefesini “aşılamak” için insanı, toplumu ve kendisini, etraftaki gerçeklerle alakalı sorular sormaya en samimi bir şekilde imrendiren geleceğin şairi, çevirmeni, müzisyeni, tarihçisi, filozofu Şakarim Kudayberdi yaşadı (1858–1931).
Gençliğinde o nahiye müdürlüğü yaptı, daha sonra kendisini tamamen aile işine verdi. Şiir yazıyor ve onları besteliyordu. Ahlaklı ve dindar, iyi bir zanaatkâr ve avcı olarak tanınıyordu.
Fakat bir süre sonra hayatının “dönüm noktası” denilebilecek bir olay yaşandı.
Şakarim, 1904 yılında vefat eden amcası ve hocası, Kazak halkının büyük şairi ve düşünürü Abay’ın talimatı doğrultusunda, İstanbul ve Mekke gibi Doğu’nun tarih ve kültür merkezlerini ziyaret ederek kendilerini hikmete ve bilimsel hizmete adamış insanlarla tanışıp görüşme mutluluğuna nail oldu.
Şakarim’in yurtdışı gezisinden sonra kaleme almış olduğu ahlakî-felsefî bilimsel eserleri, muhtevasındaki derin düşünce ve bilgilerle insanı hayretlere düşürmekte, eşi benzeri olmayan “Han Sülaleleriyle Türk, Kırgız ve Kazakların Şeceresi” adlı tarihî çalışmasıysa, günümüzde de bilim adamları tarafından olduğu kadar geniş bir okuyucu kitlesince de ilgi görmeye devam etmektedir.
O yıllarda çıkardığı şiir kitabı da sosyal ve siyasî değişim beklentisiyle, hayatı düzene sokacak hakikat ve güzellik idealleriyle diğerlerinden ayrılıyor. O artık, XIX.-XX. asır Kazak edebiyatı şairleri gibi bir keder şairi olamıyordu. Küçük burjuva övünmeleri ve düzensizlikle dolu zamane bozkır ortamı Şakarim’e dar gelmeye başlamıştı. Kendisinden hoşnut olamadığından o, elli dört yaşında insanlardan ve onun düşüncesine göre, felaket tohumları ekmekten başka bir iş yapmayan yönetimden uzaklaşarak, mükemmeliyete ulaşmak ve eserler meydana getirmek için ıssız bozkırın ortasındaki uzak bir köye yerleşmeye karar verdi.
Determinist görüşe göre insanlık tarihi kitleseldir; münferit kader önemsiz, kendini feda etmekse beyhudedir. Şakarim’in yaşam biçimi ve hayat hikâyesi bu teoriyi çürütmektedir.
Şakarim, öncelikle kendisini değiştirmek suretiyle dünyayı değiştirmeye karar verdi. O, dünyayı mükemmelleştirmeye niyetlendi kendisi mükemmelleşti. Kendisini disipline sokma gücü onu, eski yerel ortamdan evrensele doğru götürdü. Çok inançlı bir Müslüman olan Şakarim’in ruhunu kuvvetlendiren bir ideali vardı. Onun Yaratanı vardı. Şakarim, insanları kendisine benzer şekilde yaratan Allah tarafından ona en azından doğuştan verileni yeniden canlandırmak istiyordu. Ruhu canlandırma çabası şeklinde beliren stoacı görüşü, insanın ve insanlığın mahvedici hırsı hakkındaki fikirleriyle tanınan Şakarim, bu dünyadaki yaşam, onun rolü ve ebediyetle ilişkisi konusunda kendi kavrayışını belirlediği “Unutulmuşun Hayatı” adlı eserini kaleme aldı.
Ömrünün sonuna doğru o, kendi iç dünyasının Dede Korkut’un iç dünyasıyla yakınlığının farkına vararak “Korkut’un Ezgileri” adlı şiirini yazdı. Şakarim, onun lirik ve felsefî yanını telli müzik çalgısı kopuzu icat edip âşıkları koruyan ölümsüz Tanrı hakkındaki Kazak efsanesinden tanıma imkânı bulmuştu.
Çağdaşları için bir bilmece olan, sonraki nesiller tarafındansa unutulan Şakarim’in eserleri, XXI. asır okuyucuları için bir keşif, bir esin kaynağı haline gelmiştir. Neden biz bugün Şakarim’i büyük bir ilgiyle okumaktayız? Bu durum onun sadece trajik hayatından veya eserlerinin öğüt dolu olmasından kaynaklanmamaktadır. Bu durum, onun eserlerini yaşamının etik kavrayışına çevirdiği samimi bir düşünce, ihlâslı bir duygu ve gerçek hayırseverlikle ürettiğinden ileri gelmektedir.
Fevkalade bir insandı Şakarim. O, aslında her birimizin olması gerektiği gibi fazilet sahibi bir insandı.
Bu üstün niteliklerden onda ağır basan hangisiydi? Oğlu Ahat bu konuda şunları söylüyor: “Şakarim’den daha dürüst kimse yoktu. O hayatı boyunca yakışıksız sözler kullanmamıştı. Hiç kimse onun yanından dargın ayrılmamıştı. Onun hırsızlara kefil olup onları hırsızlık alışkanlığından vazgeçirmeye çalıştığını kendi gözlerimle gördüm.”
Üstün yetenekli bir şahsiyet olan Şakarim, canlı bir ahlak timsaliydi. Onun geriye bıraktıklarıyla hayat felsefesi bunun delilidir. Sovyet rejiminin onun adını anmayı yasakladığı dönem bitip “itibarının iade” edilmesinden sonra Şakarim’in hayatı ve eserleri hakkında birçok Kazakça makale ve kitap yazılmıştır. Zor günlerin geride kalmasına ve Şakarim’in, başlıca tarihî, felsefî, otobiyografik eserlerinin artık ulaşılabilir hale gelmiş olmasına rağmen şairin, bir bütün olarak hayat hikâyesinin anlatıldığı, özellikle Türk dilinde yazılmış bir eser henüz mevcut değildir.
Onun hakkındaki bilgilerin bir kısmını akrabalarının anlattıkları oluşturmaktadır. Şakarim’in yaşadığı ve eserlerini yazdığı ortam hakkında Abay’ın hayat hikâyesinden hareketle bir fikre varılabilir.
Bu mükemmel insanın kökeni, onun Kazak hayatındaki, Kazak edebiyatı, tarihi ve felsefesindeki bireysel çehresi hakkında düşünüldüğünde tüm bunlar birer değerli kaynak haline geliyor.
BİRİNCİ BÖLÜM
ŞINGIZTAV: KAYNAKLAR VE DORUKLAR
BOZKIR GÜZELLİĞİYLE DÜNYAYA GELEN
Şakarim Kudayberdiyev, 11 Temmuz 1858’de (eski takvime göre) Şıngıstav (Cengiz Dağı) bölgesinin Baykoşkar Nehri yanındaki Kenbulak köyünde dünyaya gözlerini açtı. Günümüzde söz konusu bölge, Kazakistan Cumhuriyeti Doğu Kazakistan vilayetinin Abay ilçesi bünyesindedir. Baykoşkar Nehri boyunda artık yerleşim yerleri mevcut değildir, ilçe merkezi nehrin elli kilometre kuzey-doğusunda yer almaktadır. Baykoşkar, Şıngıstav’ın kalbidir ve Kazak bozkırlarının en ilgi çekici yörelerinden biridir.
Coğrafi haritada Şıngıstav, Kazak dağlık bölgesinin doğusunda bulunan, kuzeyden güneye doğru iki yüz elli kilometrelik alana yayılan bir dağ kütlesidir. Buraya hiçbir turistik gezinin düzenlenmediği gibi Şıngıstav’ın üzerinden geçen modern bir yol da yoktur. Belki de böylesi daha iyi; Şıngıstav tepeleri, uygarlığın yıkıcı gücünün mağlup edemediği şahane doğallığıyla kendisini koruyor.
Burası tıpkı bir zaman tekkesi gibidir. Tarihî açıdan büyük bir öneme sahip olan Şıngıstav, eski zamanların kalesi, Kazakların millî mizacının odak noktasıdır. Buradan bozkır, bir okyanus kadar geniş görünür. Bulutlar, dört bir yana buradan dağılır. Yer ile gök büyüleyici ışık ve gölge oyunları oluşturarak burada birleşir. Buradan, Şıngıstav’dan bakınca uçsuz bucaksız bozkır, yaratıldığı ilk haliyle bir tablo gibi seyredilir.
Bugün oraya gidebilmek için önce Semey’in[1 - Semipalatinsk’in yeni adı] yüz doksan beş kilometre güney-batısındaki Karaul’a ulaşmak gerekiyor.
Abay ilçe merkezinin sağ tarafında, pek yüksek olmasa bile kendini fark ettiren Karaul-töbe dağı bulunmaktadır. Eskiden burası, gözetme tepesi olarak kullanılırmış. Konumu bakımından Karaul, gerçekten Şıngıstav’ın karakolu gibidir. O, görenlere, eski mukaddesatın huzurunu bozmaya müsaade etmeyen kutsal dağların koruyucusunu hatırlatıyor. Belki de bu yüzden adı Karaul’dur, çünkü karaul Türkçede bekçi anlamına gelir ve karakol sözünün kökü de aynı kelimedir.
Karaul’un beş kilometre ötesinde, Şıngıstav eteklerinde Tobıktı Uruğunun[2 - Uruk, birkaçı birleşerek boyları oluşturan alt birlikler.] meşhur idarecisi, Şakarim’in büyük dedesi Kengirbay’ın onuruna “Biy-Ata” adı verilmiş olan küçük bir kasaba yer alır. Orada, içinde etkileyici bir müzesi olan Şakarim Okulu vardır. Biy-Ata’dan sonra Şıngıstav başlıyor. Şıngıstav dağlarına giden birkaç yol uzanır. Bu yolların birinden, bir zamanlar eteklerinde Şakarim’in atalarının onlarca yıl yaşadığı, daha sonraysa anne-babasının kış mevsimini geçirdiği köylerin yerleştiği Karaşokı dağ kütlesini dolaşıp güneye gidilebileceği gibi diğer yoldan Şıngıstav kütlesi üzerinden geniş Şakpak vadisine çıkmak için batıya da gidilebilir.
Baykoşkar’a giden yol ise hemen fark edilmeyen ufak nehirlerin bataklık haline gelmiş subasarlarını dolaşarak sıradağlarla vadilerden, tepelerden geçiyor. Burası ufak sıradağlarla ayrılmış birkaç düzlükten meydana gelmektedir. Onların arasında bir yerde Baykoşkar nehrinin kendisi de gizlenmektedir. En son tepenin ötesinde ise büyük şairin beşiği olan Kenbulak vadisi bulunmaktadır.
Kenbulak vadisi, eni beş kilometreden fazla olmayan huzur dolu bir ovadır. Tepelerle çevrili olan bu vadi, alan şu an ıssızdır. Eski köy yerlerinin izine bile rastlamak mümkün değil; o hatıraları yağmurlar, rüzgârlar ve zaman yok etmiştir. Dolayısıyla burada, Şakarim’in dünyaya geldiği çadırın yerini bulmak, hiç de kolay görünmüyor. Gerçi hayal gücü aklımıza çok kolay bir şekilde şunları fısıldayabilir: İşte ta oradaki yamaçların yanında at ve koyun sürüleri otluyordu, aşağıda ise Şakarim’in babası Kudayberdi’nin köy halkı, yaz mevsimini geçiriyordu. O çadırların birindeyse, serin bir Temmuz akşamında, mutlu ebeveynin çok güzel isim verdiği bir bebek dünyaya geldi…
Bu ıssız düzlüğe bakarak eskiden milyonlarca Kazak’ın şu an olduğu gibi şehirlerle köylerde değil de hayvanlarıyla birlikte kışlaklardan [3 - Kışlak: Kış mevsiminin geçirmek için çadırların kurulduğu alan] yaylalara, sonbahardaysa yaylalardan kışlaklara göç ederek bozkırda yaşadıklarına inanmak zordur. Şıngıstav, binlerce ailenin barınağı, kalesi, evi, evrendeki durağıydı. Orada bugün sonsuz sükûnet ve huzur hüküm sürmektedir. Bozkır, sessizce kendisinin yok olmuş sakinlerini bekliyor gibi. Vadide, tıpkı okyanusun soluğu gibi dalgalarla akın eden bitkilerin kokusunu etrafa yayarak rüzgâr gezinmekte. Yüksekteki çayır kuşunun ötüşü, sayısız tepelerin herhangi birinden zevkle dinlenebilen Şıngıstav’ın ebedî melodisi olan rüzgâr esintisinden dolayı çok az duyuluyor. Kendiliğinden yerinden kopmuş step otları, sağa sola savrulurken tüm bozkırla, geçmişle ve bugünle yakınlaştırmakta. Otların arasında saklanmış sarıçiçek, Şakarim’in heyecan verici, acı dolu, trajik kaderini içine sığdırmış gibi.
Şakarim, dünyaya geldiği o vadiyi, memleketini çok seviyor ve en gizli duygularını onunla paylaşıyordu. Ömrünün son günlerinde o şu satırları yazmıştır:
Sıkılırsam Baykoşkar’a giderim aniden
Kalbim üzülürse eski avluya dönerim,
Birden düşünmek istersem.
Orası hayatımın meydana geldiği yer.
Şakarim sezgilere ihtimam göstererek memleketini âdeta bir cennete dönüştürüyor. “Hayatın cennet gibi” olduğu “eski avluya” dönüş tablosuna, şairin kalbiyle düşünceleri, şarkılarının tesellisiyle yalnızlığının mutluluğu, tefekkürleriyle yaşamın sonunu bekleyiş bilgeliği yansımıştır. O, doğduğu yeri göklere çıkarmak için tüm dayanaklara sahipti:
Ben şarkı yazarım,
Onlarda teselli ararım.
Yalnızlık içinde yaşarım
Birçok mutlu günü.
Burada yaşam cennet gibi.
Burada acı nedir bilmem.
Ve ölüm beni almaya gelene dek
Zihnimden sözleri toplarım meyve gibi.
Kazaklar için Şıngıstav, tepelerin şairane yamaçlarıyla, sayısız ufak nehir boyundaki dere ve çayırlıklarla paha biçilmez bir yerdir. Coğrafyanın eski adları, buradaki yaşam biçimini ve gerçeği yansıtmaktadır: Şet (kenar), Karaul (bekçi, ileri karakol), Kos (oba), Buzav (buzağı), Kundızdı (Kunduzlu) v.s. Yüzyıllar geçmiş olmasına rağmen halkın hafızası, buraların adlarını korumakla birlikte, geçen asırlarda meydana gelmiş olayların hatıralarını da taşımaktadır. Örneğin, Kazak halkı, vatanlarını seferleri esnasında adı geçen diyarlarda mola veren Cengiz Hanla özdeşleştirir. Cengiz Hanın bu dağlarda konaklaması, gelecekte kâinatı sarsacak olan bu cihangirin Otrar’ı yeryüzünden silip Sırıderya’daki diğer şehirleri istila ettikten sonra yolunun üzerindeki Buhara, Semerkand şehirlerini yıkarak Ürgenç, Belh, Bamian ve Nişabur’u küle çevirdiği 1219’da olmuş olabilir.
Cengiz Han’ın Kazak bozkırlarında altı yıl süren seferi sonrasında verdiği ikinci molasının süresi daha uzundu. O, 1224 yılının ilkbaharla yaz mevsimlerini Kazak ellerinde geçirmişti. Cengiz Han, karargâhının Balkaş’la Alaköl arasından geçerek uygun buldukları yere kök saldığı kesin olarak bilinmektedir. Öyleyse neden o yer tepeleri arasında bolca bulunan av hayvanlarıyla, otlaklarıyla, gölgeli vadileriyle Şıngıstav olmasın ki? Şıngıstav’ın kuzey-doğusundaki dağın Orda adını taşıması belki de orada bir zamanlar han karargâhının bulunduğuna işaret etmektedir.
Yerli halkın sıkça anlattığı efsaneye göre, Cengiz Han’ı beyaz keçe üzerinde kaldırarak han ilan ettikleri yer burada bulunan günümüzde Han-biyik adını taşıyan dağ zirvesidir. Efsaneyi XIX. asrın sonunda Kunanbay’ın oğlu, yani Şakarim’in amcası Haliolla (Halel) yazılı hale getirmiştir:
“Çingiztav dağları Orda, Dogalan ve Çunay dağlarından bir vadiyle ayrılmaktadır. Çingiztav’ın ortalarında “Han” adlı ayrı bir dağ vardır. Buralarla ilgili olarak Kaysaklar arasında şu efsane yaygındır. Seferlerinin birinde, Kürhan’ı (Kidanlar’ı) fethettikten sonra Temuçin, Çingiz-tav dağlarının yanında mola vermiştir. Kaysaklar onun tabiiyetine geçmeye karar vermiş. Bu amaçla onlar saygıdeğer Maykı Kadı idaresinde bir elçi heyeti oluşturmuşlar. O yanındakilerle birlikte Temuçin’i karargâhına varıp ona hediyeler sunmuş. Kaysaklar, o güne kadar kendi iradesiyle Temuçin’e tabi olan tek kavimdi. O zaman baksı(şaman-kâhin), onun birçok halkı kendisine tabi kılacağını, bu yüzden de “büyük han”, “dünya hükümdarı” anlamına gelen “Cengiz Han” adını alması gerektiği yönünde kehanette bulunmuş. Temuçin hemen burada (bu dağda) adını değiştirmeye karar vermiş. Cengiz Han’a tabi olan on iki kabilenin temsilcileri Han dağına birer direk çakıp üstünü kapladıkları tahta döşemelerin üzerine beyaz Otağ dikmişler. Maykı idaresindeki tüm kadılar, Temuçin’i beyaz işlemeli keçe üzerinde kaldırarak Otağ’ın içine oturmuşlar. Bu büyük tören esnasında halk ve kadılar “Cengiz Han”, “Cengiz Han” diye bağırmış. O zamandan beri dağın adı “Çingiz (Şıngıs)-tav”dır.” [4 - Haliulla. Kırgız efsanesi. “Moskova İllüstratif Gazetesi”, No:274, 1892]
Tobıktı Uruğunun idarecisi Kunanbay’ın da Cengiz Han’ın kalın çam kütüklerinden yapılmış karargâh kulesiyle ilgili hikâyesi Haliolla versiyonunu teyit eder mahiyettedir. Bu kuleleri Kunanbay’ın dedeleri kendi gözleriyle görmüş gibi. Kunanbay’ın rivayetini, Kazak bozkırlarını görevi dolayısıyla sık sık ziyaret eden Polonya asıllı sürgün Adolf Yanuşkeviç (1803-1857) kayda geçirmiştir.
1911 yılında “Türk, Kırgız, Kazak ve Han Sülaleleri Şeceresi” adlı eserinde Şakarim de Cengiz Han’ın gerçek adının “büyük”, “güçlü” anlamına gelen Temuçin olduğunu yazdı. Buna benzer kaynaklara dayanarak Sovyet döneminde bilim adamları (özellikle Konstantin Yudahin) Cengiz Han’ın adını Türkçe bir kelime olan ve “hakiki”, “gerçek” anlamına gelen “şın” (şin-çin) sözcüğüyle bağdaştırarak “hakiki han” şeklinde açıklıyorlardı.
Zaman geçtikçe efsanelere olan ilginin arttığı bir gerçektir. Günümüzde atalarımızın kutsal bilgilerinin yankıları daha cesur cümlelerin ortaya çıkmasına sebep olmaktadır. Meselâ, Cengiz Han’ın mezarı belki de Çingiztav’dadır. Bu, ancak inanılmaz rivayet teyit edilmediği sürece boş bir söylentidir. Resmî tarih bilimine göre, 1227 yılının Ağustos ayında Tsinn-Şuy bölgesindeki Doğu Gansu dağlarında yaşamını yitiren Çingizhan’ın kendisi, mezar yeri olarak Doğu Moğolistan’da bulunan Burhan-Haldun kütlesini oluşturan tepelerden birinin yamacını seçmiştir. Cengiz Han’ın kabri, hâlâ bulunamadığından dolayı, bu rivayet Kazak “Çingiztav” toponimi geleceğin araştırmacılarına cezp edici bir telkin gibi gelmektedir.
“Ortak içgüdü”nün canlı timsali olan bu sembolik görünüş ve motiflere “Adil ve Mariya” adlı trajik romanında lirik-felsefi düşüncelere kapılan Şakarim de yönelmiştir:
“Hey, kadim Çingiztav! Buraya insanoğlu yerleşeli sen neler görmedin ki! Sen Çingizhan’ı da, Tamerlan’ı da, birçok başka fatihi de gördün. Sen kalpleri yanıp tutuştuktan sonra sönen, göğüsleri sevinçle dolduktan sonra üzülen birçok insanın yükselişini ve düşüşünü, ortaya çıkışını ve yok oluşunu gördün, amaçları doğrultusunda ilerleyip onlara ulaşan çok sayıda genç gördün. Önce güneş gibi parlayan ümidin talihsizleri terk ettiğini de gördün. Av avlayıp hayvan yetiştirerek burada yaşamış kim bilir ne kadar çok insan vardı. Sen kanın nehir gibi aktığını da gördün, ama güneşle ay kadar güzel kızlara da, yeni yetişen gençlere de, korkusuz, sitemsiz aslan kalpli kahramanlara da, dünyayı kandırmış dolandırıcılara da, güzel sözlü hatiplere de, kadılara da, yani herkese sadece bir karış toprak verdin, hepsini göğsünde gömdün. Şimdiyse hiçbir şey görmemiş ve duymamışçasına kayıtsız bir halde duruyorsun! Bu yetmiyormuşçasına kucağını, tıpkı çadırın etraf duvarı gibi, güneşin hızla doğduğu doğudan, yavaşça battığı batıya kadar genişçe açmış durumdasın. Senin sessizce: “Gelin, bana gelin! Sevinç ve sıkıntıları kucağımda tanıyın, hey kısacık ömürlerini nafile mücadele içinde geçirenler!” dediğini duymadığımı mı sanıyorsun? Bu sessiz davetlerini işittiğimde ben ne yapmalıyım?”
Şakarim’i endişelendiren belirsiz hüzün, sadece insanoğluna has telaşlardan kaynaklanmıyordu. Çingiztav, açlıkla yüz yüze gelmiş, dağlara da kışlık elbiseler giydirerek etrafı kar altında bırakan kış fırtınasının acımasızlığını bizzat görmüş olan göçebe insanların hafızasında ürkütücü bir semboldü.
Çingiztav, eski efsaneler haznesi olarak günümüzde de varlığını sürdürmeseydi göçebelerin mütevazı nesilleri olan bizlere öyle bir geçmiş dayanılmaz gelebilirdi. Onun varlığını hissetmek çok kolay, çünkü hepimiz Abay, Şakarim, Muhtar Avezov gibi dâhi öncellerimizin büyümüş olduğu doğal ve manevî ortamdan, bozkırın büyülü kucağından çıktık. Şakarim’in idrak etmek istediği şey ise çekici bir güce, büyük bir gizeme sahip olan “Çingiztav” adlı bu göçebe yuvasının efsanevi topolojisinin ümit verici yanıdır. Onun mevcudiyeti gizli olduğu kadar inkâr edilemez, çünkü biz kahramanımızın Kengirbay, Irgızbay, Kunanbay gibi atalarının zamanında dünyaya gelip yaşadıkları sebeplerle bu dünyada bulunuyoruz. Onların Şakarim’le amcası Abay’ın şeceresindeki rolü M.Lermontov’un şeceresinde İskoç malikânesinden çıkan Georg Lermont’un rolü kadar objektiftir.
BÜYÜK ATALARIN IŞIKLARIYLA GÖLGELERİ
Ecdatları hakkında daha derin bilgiyi Şakarim, “Han Sülaleleriyle Türk, Kırgız ve Kazakların Şeceresi” adlı meşhur eserinde vermektedir.
Şakarim, Argın boyuna giren Tobıktı Uruğunun tarihini özellikle Büyük Felaket zamanından itibaren detaylı bir biçimde izah etmektedir.[5 - Bundan böyle yanlış anlamayı önlemek için “boy” kelimesiyle birkaç uruktan meydana gelen birlik kastedilecektir. Boylar, Kazaklarda uruklara bölünür.] XVII. asrın ikinci yarısından itibaren Kazak Hanlığı sürekli olarak Cungar (Kazaklar onlara “Kalmuk” diyorlardı) saldırılarına maruz kaldı. Saldırgan komşulara karşı koymak yıllar geçtikçe zorlaşıyordu. Cungarlar, Kazak bozkırlarını her şeyden önce Mançur imparatorlarının mahvedici baskılarından kurtulmak için elde etmeye çalışıyorlardı. XVIII. asrın başında Cungarlar’ın etkisi Altay, Doğu Türkistan, İrtiş’in orta ve üst akıntısı, Tobol’la İşim’in orta akıntısı için söz konusuydu. 1722’de Cungariya bir süreliğine Tsin imparatorluğu baskısından kurtularak Çin’le barış anlaşması imzaladı.
1723 yılının ilkbaharında Cungar askeri Kazak bozkırını işgal etti. İstila batı cephesinden oldu. Kısa bir süre içinde istilacılar dağınık haldeki Kazak gönüllü milis kuvvetlerini yok ederek Yedisu’nun tamamıyla, Taşkent, Sayram, Türkistan ve diğer şehirleri de ele geçirdiler. Cungarlar halkı öldürüyor, hayvanları önüne katıp götürüyor, Kazak köylerini ise bozkır boyunca dağıtılıyordu. Geleneksel uğraşları ellerinden alınan halk kışın açlığa maruz kaldı. “1723’te Kazaklarla Kalmuklar çarpıştığında Kalmukların komutanı Tsevan Rabdan birçok Kazak’ı yok etti, geri kalanınıysa kaçmak zorunda bıraktı, diye yazıyordu Şakarim. Aç ve üstü başı lime lime insanlar yaya olarak göle ulaştılar ve bedenleriyle kıyıyı kapladılar. İşte bu sırada içlerinden bir Aksakal şöyle dedi: “Evlatlarım; insanın hayatının en mutlu anlarını unutmadığı gibi biz de başımıza gelen bu büyük ıstırabı unutmamalıyız. Çektiğimiz azaba “Ak taban şubırındı” [6 - Ayak tabanı parçalanana kadar halkın kaçması anlamındadır.] adını vermeliyiz.”
İşte bu sene Kazakların hafızasında “büyük felaket yılı” olarak kaldı.
Bu felaket vakayinamesi, sözlü halk edebiyatı aracılığıyla hiçbir anlam değişikliğine uğramadan nesilden nesle aktarılırdı. Şakarim tarafından kaydedilen bilgiler, başka kaynaklardan alınmış sözlü hikâyelerdeki verilerle aynıdır.
“1723’teki Büyük Felaket Yılı’nda Orta Cüz [7 - Kazak toplum yapısında, birkaç boyun birleşerek oluşturduğu üst birlik adı olarak kullanılır. Kazak halkı, bugün de kendisini Küçük, Orta ve Ulu Cüzlerden oluşmuş olarak tanımlamaktadır.] üyeleri Esil, Nura, Sarısu’ya ulaşınca bizim Tobıktı Uruğumuz, Orınbor tarafındaki Orsk civarında bulunan ormanlara doğru ilerledi, diye devam ediyordu Şakarim. Küçük Cüz’ün daha ileriye giderek Rus tabiiyetine geçmekte olduğunu duyunca korkuya kapılan Tobıktı Uruğu mensupları yönlerini Irgız ve Torgay’a doğru değiştirdiler. Dördüncü kuşaktan Irgızbay ve Torgay adlı dedelerimize isimleri söz konusu nehirlerden esinlenerek verilmiştir. Oradan Tobıktı Uruğu Mamay adlı kahramanın idaresinde şu an ikamet ettikleri Koken Orda ve Dogalan dağlarına ulaşmışlardır.
Onlar, adı geçen bölgelere ulaştıklarında oraya daha önce gelerek Kalmakları kovan Nayman boyunun Matay Uruğu mensupları Çingiztav eteklerinde göçebeliğe devam etmekteydi. Uvaklar da İrtış’ın kıyısında yaşıyorlardı. Mataylar, Tobıktı Uruğunun uzak bir göç mesafesinden dolayı zayıf düştüklerini sanarak onlara saldırıp hayvanlarını zorla ellerinden almaya başladı, fakat Tobıktı Uruğu, Argınların ezeli toprakları olan Çingiztav’ı geri almaya karar vererek Matayları kovup Çingiztav’a yerleştiler. Onlar Mataylarla mücadele ederken Uvak Uruğu mensupları Koken’deki otlakları ele geçirdiler, fakat Kengirbay Kadı adamlarıyla söz konusu bölgeyi Uvakların ellerinden alarak obalarıyla birlikte Tas Üygen adlı yere yerleşti. Koken’i Tobıktı Uruğundan geri alamayan Uvaklar ise Kengirbay’ın obalarına saldırı düzenlemek için Rus Kazaklarından yardım istedi. O zaman Kengirbay onlara Argın’ın soylu kişilerine ulak gönderdiğini iletti: “Argınlar ve Uvaklar ihtilaflara son vererek bir anlaşmaya varsınlar.” Böylece o saldırıyı önlemiş oldu. Gece vakti olunca da Kengirbay değişik yerlere insan şeklinde taşlar yerleştirerek o bölgeden göç etti. Sabahleyin Uvaklar tepede insanları görünce Tobıktı Uruğunun onları kandırdığını düşünüp asker topladılar. Bölgeye gönderdikleri keşifçiyse orada taşlardan başka bir şey olmadığını söyledi. Sonunda Tobıktı Uruğu Çingiztav’ın sahibi olarak kaldı.”
İşte bu şekilde, yeri gelince kurnazlıkla, yeri gelince de güç kullanarak Şakarim’in ataları daimî olarak Çingiztav’a yerleşmiş oldular. Çingiztav dağlarının da içinde bulunduğu bu bölgeden, Cungarların kovulması konusunda Nayman boyuna mensup Kazakların katkısı büyüktü. Bu yüzden onların söz konusu topraklarda hak iddia etmek için nedenleri vardı. Ancak o yıllarda onların Çingiztav’ın doğusundan Tarbagatay ve Zaysan’a kadar olan bölgede de yeterince toprakları vardı.
Çingiztav’ın Tobıktı Uruğuna iade edilmesi, görüldüğü gibi, Kengirbay’ın (1735–1825) sayesinde olmuştur. Kazaklarda “biy”, yani “kadı” belirli idarî yetkilere sahip bir hâkimdir. Uruğun başkanı olarak, genellikle en çok itibara sahip şahıslar, yani biyler (kadılar) seçilirdi. Böylece uruk başkanı yasama, yargı ve icra fonksiyonlarını birleştirebiliyordu. Bozkırda mevcut olan sosyal yapı içinse böyle bir yönetim şekli makbuldü. Bu yüzden Tobıktı Uruğunun başkanı olarak ün salan Kengirbay’a sonraki nesiller saygıdan ötürü Biy-ata adını takmıştır.
Şakarim’in yazdığına göre onun dördüncü kuşaktan dedesi olan Irgızbay, “Kengirbay’ın yeğeni ve Abılay Han’ın mücadele arkadaşıydı. Irgızbay’ın dört oğlu vardı. Büyük oğlu Oskenbay, Kengirbay’dan sonra kadı olarak seçildi. Oskenbay’ın ilk eşinden olan tek erkek evlat rahmetli dedemiz Kunanbay-Hacı idi. Kunanbay’ın ilk eşinden de tek erkek evlat rahmetli babam Kudayberdı idi.”
Uruk başkanı olarak Şakarim’in büyük dedesi Oskenbay (1778–1850) zamanının çoğunu halkın içinde geçirerek çeşitli toplantılar ve kongreler düzenlerdi. O mutlak bir otoriteye sahipti. Komşu uruklar da onu bağımsız hâkim sıfatıyla toprak ve mülkle ilgili çeşitli anlaşmazlıkları çözmek için sıkça davet ederlerdi. Anlatılanlara göre, bir gün hemşeriler bir sorunun çözümü için Oskenbay’a gelmişler. Evde Oskenbay olmadığı için onların sorununu Oskenbay’ın genç oğlu Kunanbay dinlemiş ve gerçek bir kadı gibi makul bir çözüm önermiş. Tartışan taraflar delikanlının önerdiği çözümü beğenip kabul etmişler. O günden itibaren halk, Kunanbay’ı da kadı olarak kabul etmeye başlamışlar.
Büyük Kazak yazar ve düşünürü Abay’ın babası Kunanbay (1804–1885), Şakarim’in dedeleri içinde en seçkin olanıydı. O dedesi Irgızbay’a çekmiş; aynı onun gibi uzun boylu ve güçlüydü. On beş yaşından itibaren güreş yapmış ve tıpkı dedesi gibi en iyi pehlivanları yenmişti. Tobıktı Uruğu içinde Kunanbay’ın on sekiz yaşındayken Sengirbay adlı ünlü pehlivanla güreşmeyi aklına koyduğuyla ilgili hikâye meşhurdur. O, kendisinden yaşça büyük olan Sengirbay’a şöyle bir teklifte bulunmuş: “Kimin yenip kimin yenildiğini kimseye söylemeyelim. Netice ne olursa olsun ödülün sizin olmasını kabul ediyorum. Benim istediğimse sadece güreşmek.” Onlar buluşup güreşmişler. Ödül olarak belirlenen at ve kaftanı Sengirbay almış. Kunanbay ise hayatının sonuna kadar söz konusu güreşte kimin galip geldiğini kimseye söylememiş, merak edenlereyse: “Sengirbay’ın vefat etmiş olması verdiğim sözü bozmam gerektiği anlamına gelmiyor,” diye cevap vermiş.
Kunanbay’ın dört eşi vardı: baybişesinin, yani ilk eşinin adı Künke (Şakarim’in ninesi), Abay’ın annesi olan ikinci hanımının adı Uljan (onun Abay’dan başka üç oğlu ve bir kızı daha vardı), sonraki iki eşinin isimleriyse Aygız ve Nurganım’dı.
Modern toplum Kunanbay’ı, Muhtar Avezov’un (1897–1961) “Abay Yolu” adlı romanından yola çıkarak tanımıştır. Ancak gerçek yaşamda o hiç de söz konusu eserde anlatıldığı gibi adaletsiz, sert, yoksul akrabalarına hep zulmeden biri değildi. Örneğin Muhtar Avezov, Kunanbay’ı şu şekilde nitelendirmektedir:
“Kunanbay, babasının ilk eşi Zere’nin tek oğludur. Büyük çadır kendisine ait olmakla beraber o, çok zengin ve sınırsız yetki sahibidir. Akrabalar içinde yaşça da en büyüğüdür. Bu yüzden dedesi Irgızbay’ın neslinden olan hiç kimse ona sesini dahi yükseltemiyor, yirmi obanın içinde hiç kimse ona hoşnutsuzluğunu belirtemiyordu. Kunanbay’ın yardıma ihtiyacı olduğundaysa herkes hazır bulunuyor; onun amirane sesi ve sınırsız iradesi herkesi onu takip etmek zorunda bırakıyordu. Aksakallar, Kunanbay’ın göz kapaklarının belirli belirsiz hareketinden, yabancı toprakları mı ele geçirilecek yoksa itaatsizlik gösteren boyların haddi mi bildirilecek hemen anlıyorlardı.”
Romanda, Kunanbay’ın anlatıldığı başka satırlar şu şekildedir: “Sabahtan Kunanbay’ın sergilediği dindara ne tevazu sanki hiç olmamış gibiydi. O öfke dolu ve düşmanca tavırlar içindeydi. Yüzü kızgınlıktan morarmış, kaşları çatılmış bir halde o, avını parçalamak için atlayışa hazır yırtıcı hayvanlar âleminden gelmiş birine benziyordu.”
Tüm roman boyunca Kunanbay karşımıza merhametsiz, gaddar biri olarak çıkmaktadır. Böyle bir insanın kalabalık Tobıktı Uruğunu nasıl yönettiğini romandan anlamak mümkün değildir. Yazar eserinde, halkı düşünmekten uzak, aç gözlü ve kötü kalpli bir sembolik, biraz karikatürize edilmiş bozkır derebeyi tipi yaratmıştır. Halkın yanında olmak gibi asil fonksiyonu ise bütünüyle kendi ortamıyla bağları koparıp yoksul kalabalığın koruyucusu haline gelen Abay’a yüklemiştir; ancak romanda çizilmiş portrenin, yumuşak bir ifadeyle, gerçeğe tam olarak uymadığını gösteren malumatlar vardır. Kunanbay’ın çağdaşı Polonya asıllı Adolf Yanuşkeviç’in hatıraları bunlardan yalnızca bir tanesidir. [8 - “Adolf Yanuşkeviç’in Hayatı ve Onun Kırgız Bozkırlarından Yazdığı Mektuplar” adı altında 1861’de Paris’te yayınlanmıştır. Rus dilinde bu eser “Kazak Bozkır Gezisinden Günlükler ve Mektuplar” adı altında yüz yıl sonra basılmıştır.]
Polonya’nın kurtuluşunun asi idealisti, Adam Mitskeviç’in “Dzyadlar” adlı dramının kahramanı prototipi Adolf Yanuşkeviç, polis gözetiminden serbest kaldıktan sonra, “Sibirya Kırgızları Vilayeti” idaresinde kâtip olarak işe girdi. İdarenin verdiği görev doğrultusunda nüfus ve hayvan sayımı yapmak için o, Kazak bozkırlarını gezerdi. Gezileri esnasında notlar alır, günlük tutardı. Onun gözlemleri, göçebe yaşam tarzı süren toplumun parlak ve orijinal konuları şeklinde yansıdı yazılarına. Kunanbay’la tanışmanın Yanuşkeviç’i derinden etkilediği kitabında yer alan şu satırlardan anlaşılmaktadır:
“Kunanbay, bozkırda çok meşhurdur. Sıradan bir Kazak’ın oğlu, doğuştan sağduyu, hayrete şayan hafıza ve konuşma yeteneğiyle dikkat çeken, ciddi, kandaşlarının iyiliğini düşünen, Kuran’ı, bozkır hukukunu ve Kazaklarla alakalı tüm Rus yasalarını çok iyi bilen, son derece dürüst ve örnek bir Müslüman. Kazak halkının en kalabalık ve aşağı tabakasının bir ferdi olan Kunanbay, en uzak obalar buna dâhil olmak üzere, ister genç olsun, ister yaşlı, ister fakir olsun, ister zengin herkesin nasihat almak istediği biri olarak ün kazanmıştır. Nahiye müdürlüğü görevini ender bir ustalıkla ve enerjiyle yürütmüştür. Onun talimatlarıyla istekleri anında yerine getirilirmiş. Bir zamanlar o yakışıklıymış, şimdiyse yüzünde çiçek hastalığının izleri var. Kunanbay nerdeyse ölümden dönmüş. Coşkulu konuşması esnasında o, dinleyenlere kendisinin korkunç yüzünü unutturuyor. Hastalığın bıraktığı bu izler ona hep hemşerilerinin zor günlerindeki desteğini hatırlatıyor. Onun halka verdiği hizmetle halkın ona verdiği önem bundan yola çıkarak anlaşılabilir. Zenginlerse Kunanbay’ın eline su bile dökemez.”
Eski Roma’da ilk başlarda “avam” anlamında kullanılan “plebey”, yani “aşağı tabakadan kimse” ifadesini kenara bırakalım. Bu, uruk başkanı için uygun bir ifade değildir. A.Yanuşkeviç tabii ki Kunanbay’ın doğuştan asilzade olmadığını biliyordu. Rus memurlar da ona “avamdan çıkan han” derken onun bir asilzade olmadığının altını çizmek istemişlerdir. Rusya hükümeti daha 1822’de hanlık yönetimini lağveden “Sibirya Kırgızları Tüzüğü”nü yürürlüğe sokmuştur. Daha sonra da nüfuzlu uruk başkanlarını onlar han sülalesinden geldiğini söylemedikçe desteklemeye devam ettiler. Özellikle eskiden hanlığın başında olan Çingiz Han neslinden gelenlerin bozkırdaki Rusya idaresine tehdit oluşturduğu sanılıyordu.
Her nasılsa A.Yanuşkeviç’in Kunanbay’a verdiği fevkalade referans, hassas Avrupalı romantiğin uruk başkanının olumlu yönlerini abartmış olabileceği farzedilse bile, Kunanbay’la ilgili olarak romanda anlatılan vasıflandırmayı çürütüyor.
Peki, o zaman Muhtar Avezov, Abay’ın babasını neden kötü biri olarak gösterme gereği duymuş olabilir? Çünkü soylu uruk başkanının anlatıldığı roman da, onun yazarı da riske girerdi. Sovyet yönetimi romanın yazıldığı tarih öncesinde tüm urukların soylu başkanlarını işçi halkın düşmanı olan “feodal zenginler” olarak ilan etmişti. Halkın çıkarını düşünen olumlu uruk kahramanını ideolojilerine bağlı çalışanlar okuyucuyla buluşturulamazdı. Gerçeğe uygun yazsa, o dönemde romanı yayınlatmazlardı.
1936’da Muhtar Avezov romanının ilk bölümünü kalabalığa okuduğunda Kunanbay orada adaletli ve akıllı bir başkan olarak tanıtılıyordu, fakat bu versiyon Kazak edebiyatçılarıyla parti ideologları tarafından şiddetli eleştiriye maruz kaldı. Halk düşmanı olan zenginleri övdüğü için Avezov’u yok etmeye hazırdılar. Böylece yazar kötü bir Kunanbay karakteri oluşturarak metni değiştirmeye mecbur oldu.
Kunanbay romanda, dört karısının olması da dâhil olmak üzere eserin olumlu kahramanlarının saygı duymadığı uzlaşılamaz bir sınıf düşmanı olarak karşımıza çıkmaktadır. Kunanbay’ın yaşlı annesi Zerre bile onun merhametten yoksun olduğunu söylüyor.
Avezov, romanın yazıldığı sırada yasaklı olması nedeniyle, Şakarim’in gerçek adını da kullanamazdı. “Abay Yolu” romanında son derece kötü nitelendirilen Şakarim’in adı Şubar olarak değiştirilmiştir. Maalesef öyle olması gerekiyordu. Kibirli, sinsi ve ikbalperest Şubar açgözlü, kurnaz ve “tilki kadar yalancı” diye söz ediyorlar ondan eserin diğer kahramanları. Romanda Şubar delicesine Abay’ı kıskanıyor. Oysa bu, Şakarim’in tarihî kişiliğiyle hiç uyuşmuyor.
Bu tür totaliter rejim yararına yapılmış tasvirler dolayısıyla “Abay Yolu” romanı gerçeklere dayanan kaynak sanılmamalıdır. Bu bir edebi eserdir, üstelik Kazak dilinin fevkalade üslubuyla yazılmış harika bir eserdir. Edebi eserdeyse, yukarıda da belirtildiği gibi ideolojiye dayanan olaylarla gerçekler özgürce yorumlanabilir.
Kunanbay büyük bir zekâya sahip olmakla birlikte göçebe halkın asırlara dayanan tecrübesi sonucunda birikmiş pratik bilgileri de çok iyi biliyordu. Aksi takdirde o geleneksel millî kabile düzeni hiyerarşisinde nüfuzlu bir lider olamazdı. Mükemmel bir hafızayla kusursuz bilgeliliğin yanı sıra ikna etme, öngörü ve güzel konuşma yeteneğine sahipti. Bununla ilgili A. Yanuşkeviç işin içine biraz mizah da katarak şunları yazıyor:
“Kunanbay bir konuşma makinesi, çalıştırıldığı sürece hep çalışan bir saattir. Uyanır uyanmaz konuşmaya başlıyor ve uyuyana kadar yorulmadan konuşuyor. Dakika başı ona tavsiye almak için Kırgızlar geliyor, o da tıpkı kâhin gibi konuşuyordu… Her üç kelimeye karşı şeriattan ibareler getiriyordu, hafızasıysa o kadar olağanüstüydü ki, hükümetin tüm kararlarıyla fermanlarını sanki kitaptan okuyormuşçasına söylüyordu.”
Acımasızlığa yakın sert yapısını Kunanbay, geleneksel düzene kasıt gördüğü durumlarda sergiliyordu. Eski kanunları ihlal edenlere karşı o, bir uruk başkanının olması gerektiği gibi, gaddardı. Bozkırda Rusya yönetimi tarafından yürürlüğe konulan yeni nizam kök salarken Kunanbay’dan zarar gören bozkır kodamanları şikâyetleriyle Rus idaresine koştular. Böylece Karkaralı bölgesinin Ağa Sultanı Kunanbay Oskenbayev’e karşı davalar açıldı. Soruşturmalar birkaç yıla uzasa da neticede hepsi beratla sonuçlandı.
Dedesinin meziyetlerini Şakarim:
“…Şeceresi”nde Kunanbay’a “Hacı” diyerek anlatmıştır. Kazaklar Mekke’de Hac görevini yerine getirenlere böyle diyorlar. “Kunanbay-Hacı halkın cahil olduğu dönemde dünyaya gelmiştir, diye yazıyor Şakarim. Harfleri çok iyi tanımasa da babası Oskenbay’a çeşitli yerlerden gelen mektupları gizlice alıyormuş. Aynısını yazmaya çalışarak okuyormuş. Türkçe kitapları okumayı bu şekilde öğrenmiş. Daha sonraları Nogay mollalarını işe alarak Kazak çocuklarının okuma yazma öğrenebileceği bir okul açmış. Gözümüzü dünyaya açan okul Eskitam adlı yerde bulunmaktadır. Namaz kılmayan insanlar Kunanbay Hacı’nın yanına gelince kılmaya başlıyorlarmış. Molla sigaranın haram olduğunu söyleyince Hacı, sigara içecekleri burun deliklerine zaç dökmekle tehdit etmiş. Daha önce hiç zekât vermeyen Kazaklara bu hayırlı ameli öğreten de odur. Bu adam tarafından Karkaralinsk’te inşa edilen cami hakikaten Allah’a şükrandır. Ağa Sultan yardımcılığı bile yapan Kunanbay-Hacı evrensel şöhretin peşinde değildi. O halkın saygınlığını kazanarak tehditle veya şefkatle Kazakları din yoluna getirmeyi ümit ediyordu.”
Şakarim’in verdiği bilgilere şu malumatlar eklenebilir. Kunanbay, Ağa Sultanın yardımcısı olmakla kalmayarak 1849’da Karkaralinsk bölgesinin Ağa Sultanı seçilerek bu görevini 1859’a kadar yürütmüştür. Yerel idarenin başkanı sayılan Ağa Sultan makam açısından Rusya’nın binbaşısına denkti. On yıllık hizmeti için Ağa Sultan soyluluk unvanı almıştır. Bundan dolayı Kazaklar başkanlarına, asilzadelere uygun bir şekilde hitap ediyorlardı: Kunanbay Mırza, yani Kunanbay bey.
Karkaralinsk’teki camiye gelince o Çarlık hükümeti temsilcileriyle yapılan karmaşık görüşmeler sonucunda 1851’de inşa edilmiştir. Memurlar o zaman Rus Kazaklarının yoğunlukta olduğu Karkaralinsk’te caminin inşa edilmesine hemen izin vermediler. İç savaş esnasında beyaz subaylar camiyi asker kışlasına çevirmek istemiş fakat rivayete göre sabaha karşı askerler yapıyı hızla terk etmişler, çünkü kendilerini huzursuz hissetmişler, üstelik gece vaktinde biri onların çizmelerini toplayıp caminin etrafına yarım daire şeklinde dizmiş. Sovyet döneminde parti ilçe komitesi caminin içinde kütüphanenin yer almasına dair ferman yayınlar, fakat bundan da bir şey çıkmadı. Kazakistan’ın egemenliği kazandığı 1991’de bir zamanlar Şakarim’in dedesi tarafından inşa edilen Karkaralinsk Camisi eski haline getirilmiştir.
Okulun dışında Kunanbay evinde yaşayan mollayla öğretmenin de geçimini sağlıyor, sürekli olarak çocukların eğitimiyle ilgileniyordu.
Arşivde onun bozkırlıları çiçek hastalığından aşılanmaya ikna ettiğine dair belgeler mevcuttur.
Son derece inançlı bir Müslüman olan Kunanbay evdekiler bir yana hemşerilerini de İslam’a yakınlaştırıyordu. O dinî bilgilerden ziyade tecrübesine dayanıyordu. Onun dinî düşünceleri hakkında herhangi bir malumat yok, ancak 1873’te Mekke’ye gidip Hac görevini yerine getirerek orada Kazak Hacıları için bir misafirhane satın aldığına dair bilgiler Tobıktı Uruğu mensupları tarafından kaydedilmiştir. Hemşerileri Kuran’la tespit edilmiş dinî, ahlaki, hukuki ve günlük yaşamla alakalı talimatlar anlamına gelen şeriat kurallarına uymak konusunda Kunanbay Hacı’nın tüm dediklerini itiraz etmeden yerine getiriyorlardı.
SÜKÛNET VE MUTLULUK İÇİNDE
Kunanbay’ın ailesi, bilgili insanlara eskiden beri saygı duyulan Kazak bozkırının en aydınlarındandı. Kunanbay’ın ilk eşi Kunke oldukça soylu bir aileden geliyordu. Onun babası Aganas kadı zeki ve adaletli biri olarak tanınıyordu. Bozkır anlayışlarına göre Kunanbay ile Kunke’nin evliliği feodal soyluların kurallarıyla öngörülmüş asilzadeler birliğiydi.
Kudayberdi, Kunanbay’la Kunke’nin diğer çocukları gibi üstün yetenekliydi. O, 1829’da doğdu, okuma yazmayı ve aile işini idare etmeyi çok kolay öğrendi. Mevsim değişimlerine göre gerçekleşen göç esnasında ataların bilgilerini canlandırarak göçleri yönetiyordu. Bu süreç kervanların yaylaya doğru yola çıktığı ilkbaharda başlıyor ve Ekim veya Kasım ayında karın çadırların üstünü örterek göçleri bir sonraki ilkbahara kadar saman kerpiçten veya kütükten yapılmış evlerinin durduğu kışlaklara gitmek zorunda bıraktığı sonbaharın son günlerine kadar devam ediyordu.
Kudayberdi, müzmin bir avcıydı ve avcılık ormanları, çukurları ve çayırlığı avla dolu Şıngıztav’da çok önemli bir uğraştı. Bu tutkusunun ona, her zaman mutluluk ve şansın eşlik ettiği söylenebilir. Babası artık yeterince büyüdüğünü karar verince Kudayberdi’yi evlendirmeye karar verdi. Basiretli uruk başkanının kafasında birkaç gelin adayı vardı. Neticede o adamlarından birini göndererek Aldabergen adlı zengin olmasa da dürüst ve o döneme göre çocuklarına iyi bir eğitim verebilen bir adamın kızını istetti. Aldebergen’in kızı Tölebike okuma yazma biliyordu ve çok genç yaşına rağmen çok marifetli bir ev hanımı sayılıyordu.
Böylece 1843’te Kunanbay, oğlu Kudayberdi için Tölebike’yi, yani Şakarim’in annesini istedi. Genç yaştan itibaren o Arapça ve Türkçe kitaplar okuyordu. El işi konusunda çok marifetli olan Tölebike nakış işliyor, kumaş ve halılara Kazak milli desenleri işliyor, kıyafet biçiyor ve dikiyor, hatta demirci körüğünü kullanarak bıçak hazırlıyordu.
Kudayberdi’yle evlendikten sonra Tölebike nakış, dikiş ve desen hazırlamanın dışında bütün uğraşlarını bırakmıştır. Daha az kitap okuyordu, ama bir İslam hukuku tefsiri olan “İbadet-i İslamiye” ve İslam yasasının anlatıldığı “Muhtasar-ul-Vikaya” adlı iki Arapça kitabı Tölebike tüm hayatı boyunca elinin altında tutmuştur. Demirciliği bırakmak zorundaydı, çünkü baba evinden giderken akrabalarının demircilikle uğraşmanın bir bayana yakışmadığı yönündeki uyarılarını hatırlıyordu. Buna rağmen Tölebike kocası Kudayberdi’nin bir arkadaşına demir desenler dövmeyi öğretmiştir. Daha sonra bu kişi, kendisine demirciliği Tölebike’nin öğrettiğini sıkça dile getirmiştir. Şiir yazma konusunda da çok yetenekli olan Tölebike’nin eserleri, sayı bakımından bozkırda çok olan irticalen şair ve şarkı söyleyen diğer yeteneklilerin eserleri gibi kayda geçirilmediğinden günümüze kadar ulaşamamıştır.
Göçebeler açık alanlarda yaşayan insanları muhakkak bir şekilde saran özel bir düşünce şeklinden dolayı her zaman şiir ve şarkılar söylemiştir. İşlenen deriyle atın ter kokusunun hissedildiği hiçbir ağır iş tıpkı deniz gibi sadece gökle sınırlandırılmış bozkır enginliğinde zapt edilemez bir biçimde oluşan romantik özgürlük ruhunu yok edemez.
Şakarim, yazın Kudayberdi’nin köyü Baykoşkar’daki yaylaya göç ettikten sonra dünyaya gelmiştir. Birkaç gün sonra mutlu baba oğlunun onuruna at keserek bir şenlik düzenlemiştir. Kutlamaya uruk başkanı olan bebeğin dedesi Kunanbay da gelmiştir. Çocuğa Şakarim ismini inançlı ailelerde olduğu gibi Kuran’dan bularak veren de odur. İlk başlarda Şahkerim şeklinde olan bu isim İslam’a saygının bir göstergesidir. Kuran’la birlikte de kullanılan Arapça kökenli “Kerim” kelimesi “cömert”, “eli açık” anlamına geliyor, fakat küçük yaştan itibaren ismini Kazakçalaştırarak çocuğa Şakarim dediklerinden, müstakbel şairin adı bu şekilde kalmış oldu.
O, baba evinin himayesinde belirli bir süreye kadar sıkıntılarla gölgelenmemiş sükûnet ve mutluluk içinde bir çocukluk dönemi geçirmiştir.
Kunanbay’ın geleneklere sadık oğlu Kudayberdi sülaleye has bir kurala uyarak çeşitli konularda bilgi ediniyor, böylece doğmakta olan aydınlanma geleneğine katkıda bulunmuş oluyordu. O belirli bir eğitim sisteminin olmamasına rağmen çocukların okuma yazma öğrenmesi için her şeyi yapıyordu. Kazak bozkırında eskiden sadece soylu aile çocukları okuma yazma öğrenebiliyorlardı. Han Jangir ve Çingiz Valihanov (Çokan Valihanov’un babası)’la Kunanbay Oskenbayev adlı sultanlar kendi evlatlarının yanı sıra halkın çocuklarının da okuyabileceği köy okulları açmadan önce bozkırda okul eğitimi yoktu.
Yine de XIX. asırda bu tür okulların sayısı yok denecek kadar azdı, bu yüzden okul eğitimi ancak Sovyet eğitim sisteminin yürürlüğe konmasından sonra milli norm haline gelmiştir.
Gayretli bir Müslüman olan sultan Kunanbay 1853’te Eskitam (eski ev) adlı yerde mollanın hem kendi çocuklarına, hem yakın köylerdeki genç kuşağa okuma yazma öğreteceği özel bir ev inşa etmiştir. Genellikle 20 öğrenci toplanıyordu. Öğretmen ve çocuklar yaylaya göç etme zamanı gelinceye kadar gündüzlerini ve gecelerini bu evde geçiriyorlardı.
Eğitim süreci iki temel derse dayanıyordu. Birincisi, Arapçanın öğretilmesi ve Arapça Kur`an’la diğer dinî kitaplarının okutulması. “Türk grameri” denilen ikinci dersteyse Arap alfabesiyle yazılan Kazak dilinde okuma yazma öğretiliyordu. Gerçi Türk kitaplarının sayısı azdı bu yüzden eğitimin tamamı dinî konulara ayrılıyordu.
Küçük Şakarim, ağabeylerine her zaman yetişemiyordu. Sıkça o tek başına oynamak için kalıyordu. Babasının onun için kâğıttan kestiği yabani kuzu, kurt, tilki, atmaca, kaz, ördek, elinde av kuşu olan avcı şekilleriyle oynuyordu. Desenleri kesen veya kumaşın üzerine diken annesini izleyerek o da desenler çiziyor ve kesiyordu. Annesinin yaptığını yapmaya çalışarak demirin üzerine vuruyordu, bazen boya karıştırıyor veya ağaç oyuyordu. Başka bir ifadeyle Şakarim küçük yaştan itibaren sanat öğreniyordu. Çocukluk yılları Şakarim’e büyük bir mutluluk hissi hediye etmiştir. Başka ailelerin çocuklarıyla oynadığı dönemlerde o tabii ki sınıf farklarının sebepleri üzerine düşünmüyordu.
“Bir keresinde ben yetişkin çocukların büyük bir tutkuyla aşık attıklarını, koşu yarışı yaptıklarını ve ay ışığı altında “Beyaz kemik” oyununu oynadıklarını gördüm.” diye yazıyordu o daha sonraları “Gerçek Mutluluk Aynası”nda. Onların oyunları bizim kuyu kazmak, taşlardan saray inşa etmek gibi oyunlardan çok daha ilginçti. Kısa bir süre sonra ben onlara katıldım ve onların oyunlarını oynamaya başladım. Bu herhalde benim körü körüne sadece mutluluğu arzuladığım ilk andı. Erkek çocuklar arasında kavga dövüşsüz bir şeyin olması çok enderdir. Şu an utanıyorum, fakat anne babası fakir olan çocukları: “Her şeyi babama anlatırım.” sözleriyle korkuttuğum oluyordu. Babamla ağabeylerim kimdi? Zengin, nüfuzlu insanlardı ve tüm bölge hayatının yöneticileriydi. Onlardan kim çekinmez ki?”
Bir keresinde ağabeyi Amir, Şakarim’e müzik eğitimi vermek istedi. Çadırın yanındaki çimlerin üzerine oturarak o kardeşine dombıra çalmayı öğretmeye başladı ve Şakarim bir şeyler öğrenene kadar bırakmadı. Dombıra çalmayı da, okuma yazma öğrenmeyi de, kâğıttan şekiller kesmeyi de küçük Şakarim çocuk oyun çeşitleri olarak algıladı. O her şeyde eğlence arıyordu, yeni eğlencelerin peşine düşüyor ve onlarda uzun süre devam eden zevk bulamayınca üzülüyordu. Okul hemen cazip bir uğraş haline gelmedi, fakat ders almak için mollaya gitmek zorunda olması onu yavaş yavaş disipline alıştırdı. Çocuk kendisini bile şaşırtacak şekilde gittikçe eğitime daha çok ilgi duyarak yeni bilgilere ulaşmak için çabalamaya başladı. Şakarim’in hayatına, onu zeki küçük yeğen olarak gören kendisinden 13 yaş büyük amcası Abay tam bu sırada girmişti.
Kunanbay’ın ikinci eşi Uljan’dan olan Abay 29 Temmuz[9 - Eski takvime göre.] 1845’te Şıngıztav’daki Uruk köyünde, Kaskabulak adlı yerde dünyaya gelmiştir. İnançlı biri olan Kunanbay, oğluna İbrahim, adını vermiştir. Çocuk öğrenmeye meraklı olduğu kadar çok hareketliydi. O tehlikeli yerlere çıktığı her sefer büyük annesi Zere ona durmadan: “Abay bol! Abayla!” (dikkatli ol) diyordu. Böylece çocuğun adı “dikkatli”, “düşünceli” anlamına gelen Abay olarak kaldı. Abay, seçkin ve yetenekli insanlar olan annesi Uljan’la ninesi Zere’nin ilgisi ve sevgisiyle büyüdü. Kelime ve kitap dünyasıyla ilgili ilk düşünceleri onların yanında oluşmuş, Kazak diline, halk şarkılarına, destanlarına, efsanelerine sevgiyi onlar aşıladılar. Babası onu Semipalatinsk’teki Ahmet Rıza Molla medresesine verince de o doğuştan gelen yetenekleri sayesinde kısa bir sürede başarılı neticelere ulaştı, Arapçayı öğrendi. Onun zekâsı yeni izlenimler arzuluyordu, o bilgi peşinde koşmaktan hiç yorulmuyordu. Medresedeki ders programı ona yetersiz geliyordu. Farsça ve diğer Doğu dillerini öğrenerek Nevai, Nizami, Sadi, Firdevsi gibi büyük şairlerin eserlerini okumaya başlamıştı. Onun medrese kurallarını ihlal ederek, öğretmenlerinden gizli bir şekilde Semipalatinsk’teki Rus ruhani okuluna gidip Rusça öğrendiğine dair bir rivayet olsa da Abay, Rusçayı daha sonraları, yetişkin yaşlarda öğrenmiştir.
14 yaşından itibaren Abay babasının isteği üzerine toplumsal işlere katılmaya başladı. Kunanbay onu Tobıktı Uruğunun boylarına toprak, mülk ve çitlik sorunlarını çözmek için gönderiyordu. Uruk başkanının genç yardımcısı bu görevleri başarıyla yerine getiriyordu. Köylerin hangi topraklara göç etmesi gerektiğini, bu veya şu anlaşmazlıkta hemşerilerinden hangisinin haklı olduğunu yerinde belirliyordu. Köylüler onun kararlarına uyuyor, onu tüm haklara sahip bir kadı olarak kabul ediyorlardı. Gerçi Abay kendisine gösterilen saygının büyük bir kısmının Tobıktıların çok hürmet ettiği babası Kunanbay’a ait olduğunun bilincindeydi. Bu yüzden kendisini saf kan attan ziyade bir beygire benzetmeyi tercih ettiği gibi seçilmiş biri olarak da görmüyordu. Çok sevdiği “zekâsıyla övünen aşağı tabaka insanı, soyluluğuyla övünen çarlardan daha üstündür” sözünü Abay 1897’de meşhur felsefi düşüncelerine dâhil etmiştir. Toplumu tanıdıkça genç Abay’ın ailesine duyduğu hasret de artıyordu. O, göçebe toplumda temel yapı biriminin aile olduğunu ve halk birliğinin aile sağlamlığına bağlı olduğunu görüyordu. Aile üyeleri birbirine yardım etmeli, küçükleri eğitmeli ve onlara yol göstermeli. Bu gerçeği o içgüdüsel bir şekilde keşfettikten sonra tüm kalbiyle kabul etti ve uyguladı. Abay’ı çok bağlı olduğu ağabeyi Kudayberdi’nin çocukları çok seviyorlardı. O köye geldiğinde çocuklar onu bir an için bile bırakmıyorlardı. Yetenekli ve hassas Abay onlara doğulu şairlerin şiirlerini ezbere okuyan, okumuş olduğu hikâyeleri anlatan ilk kişidir. Daha sonraları “Bin Bir Gece” masallarını anlatmaya başladı. Çocuklar denizci Sinbat, Alaattin, Ali Baba ve kırk haramilerle ilgili hikâyeleri hayal ve sihir dünyasına dalmış bir vaziyette nefeslerini tutarak dinliyorlar, sonra da rüyalarında olağanüstü mucizelerle dolu belirsiz denizlerle bahçeleri görüyorlardı.
“Bin Bir Gece” masalları Şakarim’in baştan sona okuduğu ilk kitaptı. Masallardan bazılarını o evdekilere anlatmayı seviyordu. İranlı şairlerin eserlerini ezbere biliyordu, onun doğu şiirine olan sevgisi tüm hayatı boyunca devam etmiştir. Küçük yaştan itibaren Şakarim kendisiyle Kazak destan kahramanları arasında koparılamaz bir bağ hissediyordu. “Er Torgın”, “Alpamıs”, “Kobılandı”, “Kız Jibek” adlı Arap harflerle Kazak dilinde yazılmış destanlar onun ruhsal gelişmesine doğal olarak etki ediyordu. Kız Jibek destanını okuduğu her sefer küçük Şakarim Tölegen’in altı kuğuyla hüzünlü bir şekilde veda ettiği yere geldiğinde gözyaşlarına hâkim olamıyordu. Alpamıs destanında Jadıger’in acı dolu feryatlarıyla ilgili kısmı okuduğu her sefer endişeleniyordu. Duygusallık açıkça sergilenmese de en sert kahramana kadar tüm Kazaklara has özel bir haldir. Her Kazak iyilik yapmayı ve kâinatı idrak etmeyi arzulayan kalpten bir insan, duygusal bir kişilik, samimi bir ruhtur.
Şakarim’in tüm hayatı boyunca unutamadığı ve göklerin hediyesi olarak gördüğü çocukluk yılları, aile içindeki sıcak atmosfer sıkça aklına geliyordu.
“İlk kelimelerimi söyleyip ilk adımlarımı attığım hayatımın başlangıcında, diye yazıyordu o “Gerçek Mutluluk Aynasında.” beraber oynadığım ve öz kardeşlerim gibi içtenlikle sevdiğim akranlarıma bağlılığımı hissediyordum, onlarla oynarken ben yemek yemeyi, hızla akıp giden zamanı unutuyordum. Benim sükûnet dolu mutluluğum! Masum eğlenceler, arkadaş sevgisi, her eve döndüğümde hissettiğim anne baba şefkati! Tüm bunlar nereye kayboldu? Şu an onlar neredeler?”
ALTIN KARTALIN BAKIR PENÇESİ
Okuma ve çeşitli zanaatların yanı sıra Şakarim’in gençliğindeki temel uğraşlarından biri de avcılıktı. O avcılığa on bir yaşındayken, yani Abay’ın kendisine tüfekle ateş etmeyi öğretmesinden sonra başladı. O andan itibaren de babasına ait barutu fitille ateşlenen eski av tüfeğini hiç elinden bırakmadı. Şakarim tüfeğini düzenli olarak temizliyor, şehre giden akrabalarına sürekli olarak barutla av saçması sipariş ediyordu.
On dört yaşından itibaren Şakarim, özellikle kartalla avlanmak için koşu atı besliyordu. Avcı kuşları ehlileştirmeye tecrübeli avcıların yardımıyla başladı. O, kanat uçları arasındaki mesafe bir buçuk metre olan güzel bir kartal besleyip büyütmeyi başarmıştı. Avcılar onu henüz daha civcivken yuvadan alıp Şakarim’e getirmişlerdi. Delikanlı onu, büyüyüp insan talimatlarını uygulayacak hale gelinceye dek besledi. Daha sonra üç ay boyu kartala avlanmayı öğretti. Yazın ve ilkbaharda kaz, kışınsa tilkiyle tavşan avlıyordu.
Bir keresinde Şakarim kartalı genç dağ keçisini avlaması için salar. Bu bir hataydı, çünkü kartal, kendisini hiç zorlanmadan üzerinden atan hızlı hayvanı pençesinde tutamadı. Şakarim kartalın yanına gelerek onu koluna oturttu ve gözlerini kapatmak için başlık giydirdi. Kuşu inceledikten sonra onun uzun pençelerinden birinin kırıldığını gördü; büyük bir ihtimalle keçinin kalın derisine takılmıştır.
Bu durumda ne yapılabilir? Halk menkıbelerinden şu cümle geldi aklına: “Abılay-han demir pençeleriyle düşmana yapıştı.” “Gerçekten de kartala demir tırnak yapılsa, olmaz mı?” diye düşündü delikanlı.
Köye dönünce kuşu ahıra götürüp kendisi atölyeye gitti. Demirci körüğünün altına ateş yaktı ve demir bir levhayı çekiçle dövmeye başladı, fakat demir pençenin uygun olmayacağını hemen anladı ve bakır çubuğu eline alarak ince bir pençe yaptı. Düzelttikten sonra pençeyi kuşun ayağına yerleştirdi.
O günden itibaren Şakarim kartalına “Bakır Tırnak” adını verdi.
“Bakır Tırnak”ı duyan civar köylerin meraklı avcıları, Şakarim’i ziyaret etmeye başladı. Hayvan yetiştiricileri kuşu inceliyor, aslında bir masal kahramanı olan demir pençeli yırtıcı kuşu gerçeğe dönüştüren avcının ustalığına hayret ediyordu. Delikanlı: “Ne var ki bunda; altı üstü bakır tırnak. Daha zor şeyler yaptığım da olmuştu,” diyerek övgüleri pek de dikkate almıyordu.
On beş yaşına girdiğinde o boyu bosu bakımından tıpkı babası Kudayberdı’ydı. Sağlam vücut yapısı, düzgün giyim tarzı, dümdüz bir çizgiyle sımsıkı kapanan dudakları dayanıklılığının ve kendine hâkimiyetinin göstergesiydi, ama zekânın fışkırdığı gözleri öyle güçlü bir iç ışık saçıyordu ki, onun muhatapları tıpkı gerçek bir yetenek sahibinden her zaman beklenen ilhamı bekler gibi ona riyasız bir ilgiyle müracaat ediyordu. O, çocukken geçirmiş olduğu çiçek hastalığına rağmen mevzun ve güçlü bir yapıya sahipti. Doğadaki yaşam onun bedenini sağlamlaştırmıştı. Göçebelik koşullarında ve avcılıkta o, gerektiğinde, soğuğa da, yakıcı sıcağa da, şiddetli ayaza da sebatla dayanıyordu. Cesareti had safhadaydı; o, vurmayı ümit ettiği yaban domuzunun peşinden ormanın en sık yerlerine cesurca giriyordu.
Şakarim, fiziksel gücünü insanlara karşı kullanmayı kesinlikle reddediyordu. Gençler arasındaki hiçbir kavgaya katılmamayı prensip edinmişti. Eğer kavga kaçınılmazsa Şakarim, muhakkak arabulucu rolünü üstlenirdi. Sağlam bir karakter sahibi delikanlı, şiddete karşıydı ve bu durum çocukluktan itibaren kendilerine ait başta hayvanlar olmak üzere her türlü mal ve mülkü güç kullanarak korumak gerektiğini bilen gençlerde büyük şaşkınlık uyandırırdı. Şakarim akrabalarına arka çıkmaya daima hazırdı, ancak doğuştan gelen insanlığa has duyguya uygun olarak tartışmaların barış çerçevesinde çözülmesini arzulardı.
Yaşamının sonuna kadar bu prensibe ihanet etmedi. Halkı, tüm Kazakları yürekten severdi. İnsanların komşu oba sakinlerini düşman gibi görmelerini doğru bulmuyordu. Şiddet ona göre değildi. Küfre de karşıydı. Münasebetsiz ifadeler onunla bağdaşmıyordu.
On altı yaşında o “Şıngıstav’ın en iyi avcısı” unvanına sahipti. Şakarim ava çıkarken yanına kitap, defter ve kalem alırdı. Gündüz güneş çok yakmaya başladığı sıralarda gölge bir yere geçip kafasında beliren fikirleri kafiyeli mısralarda toplamaya çalışırdı. Bunu başardığında ise şiirlerini daha sonra Abay’a göstermek için yazıya geçiriyordu.
Bazen ona gerçek şiirde olması gereken fikir, duygu dokunaklı-lığı ve kelime sırasının ender uyumunu bulmuş gibi geliyordu. Öyle anlarda iç dünyasında bir yükseliş sezerek hayale koyulurdu. Gençliğinde o, gerçekten de fevkalade şiirler yazdığını ve meydana gelmiş satırların onun kendisinden daha uzun süre yaşayacağını hayal etmeye başlamıştı.
Ömrünün son döneminde nedense, gençliğinde avda geçirdiği günlerini eğlence için harcanmış zaman olarak nitelendirerek bundan dolayı hayıflanıyor:
Av; yüreğime mutluluktur,
Fakat ondan aklıma fayda var mıdır?
Bu soruya şair nasihat dolu şu sözleri ilave ediyor:
İlk başlarda öyle tatlı ki av tutkusu
Kim istemez avarelik, özgürlük doyasıya.
Ama kaptırmayın kendinizi hepten tutkuya,
En iyisi düşünmek çalışmanın faydası hakkında.
Hiç kimse hiçbir zaman onu avcılığa gönül verdiği için kınamamıştı. O, sadece kendisi gençlik hevesi için kendisini azarlamayı akıl edebilirdi. Doğada bir avcı olarak yaşarken onun temin ettiği her şey defalarca gözlem, alışkanlık, fikir, şiir ve anılara dönüşmüştür. Şakarim yaşlanana kadar avcılığa devam etti. Bu uğraş onu ve ailesini geçindiriyordu.
Peki, neden o zaman Şakarim ileri yaşlarda birden bu konuda müsamahasız olmaya başladı? Genel bir gözleme dayanarak, tabii ki, anıların sıkça vicdan azabına dönüştüğünü söylemek mümkündür. Örneğin, merhametsiz bir hafızaya sahip olan Lev Tolstoy anılarında hırs, disiplinsizlik ve aile servetini arttırma konusundaki bencilce düşüncelerinden dolayı pişmanlık duymuştur. Bu büyük yazar, Puşkin’in “Anı” adlı şiirini seviyordu:
Tiksintiyle okuyarak hayatımı
Ben titriyor ve lanet ediyorum,
Acıyla yakınıyor, acıyla gözyaşı döküyorum,
Ama üzüntülü mısraları silmiyorum.
Tolstoy: “Bu şiirin son dizesinde ben “üzüntülü mısraları” ifadesi yerine “utanç verici mısraları silmiyorum” ifadesini kullanırdım,” diye yazıyordu.
Şakarim’in de Tolstoy gibi samimi ve gerçek anlamda pişman olduğu şüphesizdir. Ancak insanın bazen kendisini herhangi bir konuda ayıplaması ne kadar zordur. Gençliğinde avlanmaya harcadığı zamanla ilgili pişmanlık Şakarim’de ancak olgun yaşta ve tüm zamanını sanata harcamaya başladığında ortaya çıkmıştır. Ona şiir yazmak için gündüzler ve geceler artık yetmiyordu. O zamanla yarışıyordu ve sanki pişmanlığını dile getirerek şiir yazmak için Ebediyet’ten süre koparabilecekmişçesine gençlik hevesi olan avcılığı bile karalamaya hazırdı, fakat gençliğinde avlanırken o, doğayla gerçek bir uyum içindeydi ve Şıngıstav’ın her yerini çok iyi biliyordu. Bozkır hakkında şiirler yazıyor, kartalını besliyor, bazen av, bazen de yeni izlenimler peşinde en uzak dere yataklarına kadar gidiyordu. Şakarim’in tutkusu ara sıra ava çıkan Abay’a da geçiyordu. 1874 yılının yaz mevsiminde Abay yanına tüfeğini almasını da tembih ederek Şakarim’i Akşokı’ya davet etmişti. Şakarim yola çıkmak için çok kısa sürede hazırlanmıştı.
Yaklaşık bir ay süren o unutulmaz av sezonu Şakarim için sadece Semipalatinsk şehrinden gelen Aleksey adlı yetenekli Rus avcısından aldığı avcılık ustalığıyla ilgili eğitimle sınırlı değildi. Bu, aynı zamanda Abay’ın emsalsiz şahsi dünyasını, onun iyilik ve kötülük, çalışmak ve avarelik, iç dünyası zenginliği ve yetersizliği, insan gücü ve onun faaliyetsizliği gibi yaşama has başlıca konularla ilgili düşüncelerini keşfetmek anlamına geliyordu.
Edebiyatı hayat estetiğinin başı sayan Abay, delikanlıyı doğu şiirini ne derece bildiği konusunda sınadı. Onun dikkatini Nevai’nin eserlerindeki eğitimle ilgili konulara çekerek meşhur şairin “Müminlerin Perişanlığı”nı yazmasından itibaren birkaç asrın geçmiş olmasına rağmen akraba Türk halklarının eğitim işlerinde hiçbir şeyin değişmediği üzerinde duruyordu. Abay’ı endişelendiren halkın bin yıllık uykusu Şakarim’i ilgisiz bırakması imkânsızdı.
– Abay ağabey, nahiye müdürü olmak zor mudur? Diye sordu Şakarim.
– Eğer kalbin taş gibi katıysa kolay, fakat kendini hep başkalarının yerine koyarsan zor.
– Neden bizde nahiye müdürü olmak isteyen çok?
– Aslında hep öyle değildi, dedi Abay. Eskiden halkın menfaatini savunamayan hiç kimse kadı, sultan veya han olamıyordu. Şimdiyse nahiye müdürleri, varlıklı insanların çıkarlarını gözeterek zengin olabileceklerini anladılar. Makam mücadelesi bundan dolayıdır. Bu, Kazakların gelenek ve göreneklerine aykırıdır, fakat bugün eski vasiyetlere kim bakıyor ki?
Abay, çadırın en üst yuvarlak noktası olan “şanırak”tan görünen mavi gökyüzü parçasına bakarak derinden iç çekti. O, bir zamanlar hür olan göçebelerin kaybolmakta olan iradesinin gelecekte yeniden kazanılıp kazanılmayacağı konusunda düşünüyordu.
Şakarim de yüz yıl sonra onları kimlerin, ne tür insanların değerlendireceklerini anlamaya çalışarak ilerisini görme çabası içerisindeydi. Göz önüne Abay’ın, belki de kendisinin de şiirlerini sesli okuyan güzel şahsiyetler geliyordu. O, özel bir güç hissiyle coşarak içinden kendine ait eseri okumaya başladı. Bu coşku gittikçe tüm varlığını sardı:
Durun yiğitler! Geldi düşünme saati
Bilgiler, gelenekler; her şeyi kapışalım abartısız.
Yeter dolaşmak işsiz tuhaf cehalet içinde,
Yoksa zaman acımasızca cezalandırır bizi.
Esirgeme, hediye et insana seve seve,
Zeki, makul fikri mevcut olan sende.
Bize, örnek olamaz birinin kurnazlık, şerefsizlik, hilesi.
Yeter ki put edinmeyelim kendimize.
İdarecilerin iradesi yok ki taklit edelim.
Onların tüm işi; çalmak ve korkudan titremek,
Kirli fikirlerini iyi bir şey gibi sunmak.
Yok, sonunda dehşet acı onlar için kaçınılmaz…
Bu mısralar daha sonra “Gençliğe” adlı büyük manzum nutkunun içine dâhil edilmiştir.
GERİ GELMEZ KAYIPLARIN VERDİĞİ ISTIRAP
Göçebelerin yaşamı bazı hususlarda Şakarim’in en sevdiği eser olan “Bin bir Gece”nin kahramanlarının hayatlarına benzer; fakir aniden zengin, zenginse fakir oluyor, mutsuzlar birden mutluluk buluyor, hükümdarlarsa beklenmedik bir anda haklarından yoksun kişiler olarak karşımıza çıkıyor.
Şakarim’in babası Kudayberdi, henüz gençken vereme yakalanmış ve 1865 yılının güzünü yatakta geçirmek zorunda kalmıştı. Babasını çok seven Şakarim, hafızasında net bir biçimde yer edinen babasının hastalık halini sonraları defalarca yakınlarına anlatmıştır. Oğlu Ahat, Şakarim’in anlattığı şu hikâyeyi aktarıyor:
“Hayatının son senesinde babam çok nadiren ava çıkardı, zamanının büyük bir kısmını evde geçirirdi. Türkçe hikâyeler okumaya devam ediyordu. Sonbahardan itibaren zayıflamaya başladı, öksürükleri arttı. Daha önceleri babam uzun boylu, geniş omuzlu, heybetli, keskin bakışlı, beyaz tenli, siyah bıyıklı, siyah sakallı hareketli ve dinç biriydi. Son zamanlardaysa konuşması azalmadıysa da çok zayıflamıştı.”
Abay o sırada şehirdeydi. Ağabeysinin hastalığının şiddetlendiğini duyunca ilaç alıp köye doğru yola çıkmıştı.
Şakarim, Abay’ın eve girip hastaya sarıldığı anı çok iyi hatırlıyordu. Kudayberdi, kardeşini gördüğüne çok sevinmiş, hastalığını unutarak canlı canlı konuşmaya başlamıştı. Abay, hastaya beyaz toz ve kırmızı renkli damlalar içiriyordu. Daha sonraysa onu acil olarak şehirdeki doktorlara götürmek gerektiğini söylemişti.
– Doğru söylüyorsun, demişti Kudayberdi, fakat şimdi kış mevsimi, yazın muhakkak götürürsün.
Havanın ısındığı ve bitkilerin yeşerdiği Nisan’ın ortalarında Kudayberdi hastalığının ilerlemesi nedeniyle artık yataktan kalkamaz hale gelmişti.
“Evde çocukların oyun ve gürültüsü son bulmuştu. Eskiden yüksek sesle konuşanlar, şakalaşanlar, gülüşenler, gürültü edenler artık fısıltıyla konuşur olmuşlardı. Bana sanki etraftaki her şey sessizlik içinde donmuş gibi geliyordu. Bedenimi ümitsizlik sarıyordu ve kalbimde aşırı sık atmasına neden olan bir yük vardı.” diye anlatmaya devam ediyordu Şakarim.
Şakarim babasının ölümünü çok zor kabullenmişti. Babasının yüzü, onunla geçirdiği mutlu anlar hayatının son günlerine kadar onun hep aklındaydı.
Kudayberdi’nin ölümü Tobıktı Uruğu için büyük bir acıydı, çünkü o, yaşamının en parlak döneminde, cömertlik ve iyilikle dolu kalbinin yeni anlamlar kazanarak sonuna kadar insanlara açılmaya başladığı sırada vefat etmişti. Halk, fazla söze gereksinim duymadan bu tür faziletli şahsiyetlere her zaman değer vermiş, onları iyilikleriyle anıp onlar hakkında efsaneler oluşturmuştur. Kudayberdi vefat ettiğinde insanlar, akrabalık ilişkileri gerektirdiği için değil, kalpleri emrettiği için ona veda etmeye geldiler.
“Babamın ölümü, bastonlara dayanan erkeklerin monoton sesleri, kadınların evdeki ağıtları, kalpte ağırlık yapıyor, canımı yakıyordu. Yaratan’ın yarattığı her şey İlkbahara uygun olarak çiçek açıyordu, benim düşüncelerimiyse sanki biri çok ağır bir şeyle ezmiş gibiydi. Kadınların olduğu evin yanından geçerken onların ağlamalarını duyuyordum. Onların tüm ağıtlarını ezberlemiş gibiydim. Kadınların yürek parçalayan hıçkırıklarını duyunca ben de ağlamaya başlıyordum. Kendimi Alpamıs-Batır’ın oğlu Jadıger’e benzeterek uzun bir süre yalnızken ağladım. Babamın beni şımarttığı anları, bana söylediği sözleri hatırlayarak gözyaşlarımı durduramadığım anlar da oldu. Tölegen’in kazlarla veda anı geliyordu gözlerimin önüne ve onun acıklı şarkısını hatırlarken sanki ben de kendi efkârlı şarkımı söylüyor gibiydim, “ sözleriyle hatırlıyordu o anı Şakarim.
Kudayberdi 1866 yılının Nisan ayında, 37 yaşındayken, ardında beş erkek evlat bırakarak hayatına veda etti. Amir 14, Murtaza 11, Şahmardan 9, Şakarim 8 yaşlarında olup Irzıkbay ise henüz kırkından bile çıkarılmamıştı. İlk eşi Tölebike 36, ikinci eşi Botantay da 33 yaşında dul kaldı.
Abay, ölmek üzere olan Kudayberdi’nin başucunda onun tüm babalık vazifelerini kendi üzerine aldı. O, sevgili ağabeysine çocuklara bakacağını, onlara iyi bir gelecek hazırlayacağına dair söz verdi.
Kudayberdi’nin ailesiyle ilgili tüm sorumluluğu Kunanbay sessizce üstlendi. Bu yüzden nüfuzlu sülalenin ilgisi sayesinde Kudayberdi’nin eşleriyle çocukları, herkesin telaşının artmış olmasına rağmen, onun vefatından sonra da maddi anlamda kayda değer hiçbir zorluk çekmediler.
Şakarim’i babasının ölümü öyle derinden etkilemişti ki onu büyükler, özellikle de annesi sürekli teselli etmek zorunda kalıyordu. Hassas çocuğun bilinci sevdiği kişinin yokluğuna uzun bir süre alışamıyordu. Büyüklerin sözleriyse babasının artık geri gelmeyeceğine dair hissi daha da güçlendiriyordu. O hep yalnız kalmak istiyordu ve bunun bir çocuk için alışılagelmişin dışında bir durum olmasına rağmen büyükler, onun söz konusu davranışını yaşamış olduğu acıya bağlayarak tuhaf karşılamıyorlardı.
Çayır kuşunun ötüşü, ocak çekirgesinin çıtırtısı, bitkilerin hışırtısı, geceleriyse ayın dostane sessizliğiyle yıldızların esrarengiz parıltısı eşliğinde bozkırda sıkça kayıplara karışan Şakarim yalnızlığın hikmetlerini öğrenme konusunda aile içinde daha o zamanlarda emsalsizdi, fakat insanlarla iletişim konusunda biraz daha özgüven kazanmalıydı.
Şakarim zamanla, Kudayberdi’nin çocuklarıyla ilgilenmeyi kendisine borç bilen dedesi Kunanabay’ın kendisine tıpkı babası gibi ilgili olmaya başladığının farkına vardı. Dede, torunlarını kendi obasında misafir etmeyi severdi. Bazen kendisinin de gelinlerine uğradığı olurdu. Şakarim’i yanına oturtarak onun bilgisini ölçmek amacıyla okuduğu kitaplar, aklında kalmış şiirler hakkında sorular sorardı. Yanında büyük çocukların da olduğu zamanlarda Kunanbay onlara ibret olacak bir şekilde faziletli olmayı öğretmeye koyulurdu. Bu onun en sevdiği konuydu.
– Eğer dürüst bir şekilde çalışırsanız ve dürüst olursanız muhakkak itibar sahibi insanlar haline gelirsiniz, diyordu o çocuklara. Başkalarına karşı saygılı olun ki onlar da size saygılı olsunlar. İnsan ancak halkıyla birlikte güzelleşir, gelişir. İnsanların hoşuna gitmeye çalışın, işte o zaman Allah’ın da hoşuna gidersiniz.
– Dede, sen Allah’ı gördün mü? Diye Kunanbay’ın sesini kesiyordu çocukların büyüğü olan Amir.
– Vay, afacan! Diyordu Kunanbay. Bu tür sorular hiç sorulur mu?
– Onun Karabatır obasındaki Jumır’a benzediğini söylüyorlar.
– Bunu sana kim söyledi, yaramaz? Allah korkusu yok onların. Çocuklara neler öğrettiklerine bakar mısınız?
Dedesini en hassas yerinden yaralamayı başardığına sevinen afacan işine bakmaya giderdi.
Kunanbay kendi bildiğini okuyan torununa fazla öfkelenmez, tüm ilgisini hemen duyarlı ve hassas olan Şakarim’e çevirirdi. Kunanbay onun özellikle akşamları çok üzgün olduğunu fark etmiş olmalı ki sıkça beraberinde kendi obasına götürmeye başladı. Torun, acısını hafifletmek için her yolu deneyen dedesinde aylarca kalırdı.
Torununu aşırı derecede şımartan güçlü Kunanbay’ın himayesini Şakarim çocukça bir içtenlikle kullanırdı. Daha sonraları o “Şecere…” kitabında şöyle diyecekti:
“Babamın vefatından sonra yetim kalınca Hacı dedemin himayesinde büyüdüm, fakat eskiden obamız ve kışlağımız ayrı durduğundan ve Hacı, öksüz olmam sebebiyle acıdığı için okuma konusunda beni zorlamak istemediğinden eğitimden uzak kaldım.
Öksüz oluşumu da kullanarak aklıma gelen her şeyi yaptım, bilgisizce büyüdüm, fakat Türkçe okuma yazmayı ve Rus alfabesini öğrendim.”
Şakarim kendisini “Şecere”yi yazdığı ileri yaşlarda eleştirmiştir. Aslında ilk gençlik çağını dünyayı tanımaya adamakla Şakarim’in çok şey kaybettiği söylenemez. Neler yapıyordu o yıllarda? Büyürken ecdatların ve başta Kunanbay olmak üzere Uruğun hayatta olan ileri gelenlerinin bilgeliğini, onların Kazakça bilgisini, çok anlamlı kelime labirentlerinde doğru sözü kullanma kabiliyetini, Kazakların sözlü sanata olan büyük tutkusunu ve ebediyet dilinde konuşma arzusunu yavaş yavaş benimsiyordu. Manevi güç seviyesine yükselen, atasözleriyle deyimlerle dolu, en iyi hatiplerce kafiyeler oluşturulan ahenkli, canlı ve renkli Kazak konuşma dilini can kulağıyla dinliyordu.
Bilge bir dede olan Kunanbay’ın nüfuzu, zeki ve dikkatli Abay’dan aldığı dersler, romantik destanlar ve ayın değişken çehresinin ışığı şiir yazmaya başlayan yeni yetme çocuğun iç dünyasının oluşmasına tesir eden değerlerdir. Şakarim, ilk şiirini Kudayberdi’nin cenaze töreni esnasında obayı dolduran kalabalıktan ve koşum atlarından uzaklaşarak evin önündeki tepenin üstünde otururken babasının anısına yazdı. Şakarim, taşın üzerinde giden tırtılı ayağıyla ezmiş ve birden ona acıyarak kendi öksüzlüğünü de hatırlayıp ağlamıştı. Düşünce karışıklığı içinde hassas çocuğun ağzından tırtılın adından yazmış olduğu şu mısralar dökülmüştü:
Öldürerek beni sen ne elde ettin?
Kendi halimde yaşıyordum yazın derede.
Oysa ölümün ne olduğunu gördün kendin;
Baban, sönen bir ışığa dönüştü.
Benim de çocuklarım öksüz kaldı,
Onlar da bu taşlara bakınıp ağlayacak,
Sen yetimsin, ama yetimlere acımıyorsun;
Bilinçten mahrum kafan ve dünya.
Akşam Şakarim, çocukların yazamayacağı bir ciddiyette olan bu şiiri okuduğunda kadınlar ağlamaya ve onun artık bu kadar efkârlı şiirler yazmaması gerektiğini söylemeye başladılar. Ertesi gün Tölebike, oğlunun şiirini Abay’a göstererek ondan Şakarim’e artık şiir yazmamayı tavsiye etmesini istedi. Abay ise onu sakinleştirip yeğenine şiir yazma sanatını kendisinin öğreteceğini söyledi.
O andan itibaren Abay yeğenine gerçekten de şiir yazma sanatını öğretmeye başladı. Bu on yıllarca süren ve her iki şaire çok şey kazandıran bir eğitim süreciydi. Abay çocuğa birden şiir yazmayı öğretmeye başlamadı. Hemen teorik bilgi vermek yerine o, Şakarim’in de ilk kitaplarını okurken hayran kaldığı güzel şiirleri okumak suretiyle acemi şairi kelimeler dünyasına götürerek işe başladı. Abay ona edebî eserin güzelliğini bütünüyle hissetmesine, sembol ve metaforların gücünü kavramasına, şiir kanunlarının estetiğini algılamasına yardımcı olmaya çalışıyordu. Ancak ondan sonra, kısmetse, şiirler, tıpkı ilkbaharda bozkırda çıkan bitkiler gibi, kendiliğinden ortaya çıkmaya başlayacaktı.
Şakarim’in ergenlik çağı, Abay’ın yanında Şıngıstav’ın gölgeliğinde geçti. Önceleri Abay’ın himayesini bir tür sanat okulu şeklinde kabul etme eğiliminde değildi. Onunla görüşmeler hayatın ta kendisiydi.
Diğer çocuklardan çok daha hassas olan genç Şakarim’de bir ışık fark eden Abay, şefkatini yeğeninden hiçbir zaman esirgememiştir. Abay onda şiire ve söze gönül veren, pratik bilgileri kolaylıkla kavrayan zeki bir çocuğun yanı sıra kendi yansımasını da görüyordu. Dünyayı tanımaya çalışırken kendisinin gençliğinde ulaştığı bulgulara Şakarim’in de ulaştığına, kendisinin aşmış olduğu engellerin aynısını onun da aşmak zorunda kaldığına şaşkınlık içinde şahit oluyordu.
Bir sonbaharda, Şakarim on bir yaşındayken, Abay onların obasına gelmiş ve yeğeninin kablolar aracılığıyla giden telgraflarla ilgili hikâyelerden etkilenip eviyle ek yapı arasında tel çektiğini ve uçlarına dipsiz, topraktan yapılmış fincanları tutturup onları birer rezonatör şeklinde kullanarak telin diğer ucunda toplanmış olan ağabeyleriyle konuşmaya çalıştığını öğrenmiş. Şakarim’in bu deneyi başarısızlıkla sonuçlanmış, alaylı yorumlarınsa ardı arkası kesilmemiş.
Bugünse Şakarim sabah girdiği odunluktan hâlâ dışarı çıkmadı. O demirciliği öğrenmeyi aklına koymuş, üstelik bunu kendi başına, annesinin yardımı olmadan yapacakmış. İlk önce körüğün altındaki tezekleri ateşe verdi. Daha sonra bıçak yapmak için eski orağı hazırladı. Orağı ahşap sapından ayırdı, demiri kıpkırmızı oluncaya kadar ateşte kızarttıktan sonra maşa yardımıyla dürdü. Her şey yetişkin ustanınki kadar iyi gidiyordu. Çekiçle vurarak malzemeyi yassı hale getirdi. Ancak tav verme için ürünü suya indirdiğinde hazırlamakta olduğu bıçağın keskin ağzı çatlayıverdi. Böyle bir şey annesinde olmuyordu. Biraz düşündükten sonra çocuk dökme külçesini yeniden hazırladı, onu kızarttı ve bıçağın keskin ağzını yaptı, fakat suya indirdiğinde o yine çatladı. Şakarim bu işlemi odunluğa Abay girene kadar birkaç defa tekrar etti. Abay onun üzgün halini fark etti.
– Gayretine diyecek yok, dedi. Sadece kendisi için emek sarf eden karnını dolduran hayvana benzer. Saygıdeğer insan toplum için çalışır. İşler yolunda gitmiyor mu? Ümidini yitirme. Sadece zayıf insan zorluklara yenik düşer. Nasıl soğutulduğunu neden annene sormuyorsun?
– Her şeyi kendim anlamak istiyorum, dedi Şakarim.
– Bunu görüyorum, dedi Abay gülümseyerek, azimlilikten terlemişsin bile. Hadi anneni çağıralım.
Tolebike bıçağın keskin ağzının aşırı ısıtma işleminden hemen sonra soğutulduğundan dolayı çatladığını açıkladı. Önce biraz bekletilmesi gerektiğini söyleyip Tolebike oğluna malzemenin nasıl soğutulduğunu gösterdi.
Şakarim daha uzun süre atölyede kalarak büyüklerin bile zorlanacağı bu işle uğraşmaya devam etti.
Kış akşamları ise Abay’la Şakarim, köşedeki odada baş başa kalmayı severlerdi. Keçenin üzerine oturup ellerine birer dombıra alırlardı. Hacı Kunanbay’ın yirmi beş yaşındaki oğlu, günümüze daha çok 1886’dan sonra kaleme aldığı şiirlerinin ulaşmış olmasına, eserlerininse ilk defa ancak 1889’da yayınlanmasına rağmen daha o zamanlarda Uruğun meşhur şairi olarak tanınırdı.
Bir bozkır asilzadesi için şiir yazmak takdire şayan bir uğraş olarak görülmüyordu fakat Abay şiire olan tutkusundan onun fikrine göre artık eskimiş olan normlar uğruna vazgeçmek niyetinde değildi. Bir sanat olarak ele alındığında şiirin hiç de basit bir iş olmadığını o çoktan anlamıştı.
Abay on iki yaşından itibaren şiir yazmaya başladı; birine ithafen yazılmış şarkılar, methiyeler, alaylı portrelerin çizildiği şiirler. Kendi aralarında konuşurken bile kafiyeli mısralar oluşturan nerdeyse tüm bozkır sakinlerinin müzik eşliğinde irticalen şarkı söylemesinden dolayı, Abay ilk başta şiire fazla önem vermiyordu. Gençler “Yüzüğü Bul” oyununu oynarken de yenilen genç anında müzik eşliğinde irticalen bir şiir söylemek zorundaydı. Yani bozkırda şiir alelade bir uğraş sayılıyordu.
Uzun süre Abay şiirlerinin sözlü olarak yaşamasıyla yetiniyordu. Şiirlerinin çoğu bu yüzden günümüze kadar ulaşamadı, fakat daha sonraki dönemde yazdığı şiirler, her göçebe toplumda olduğu gibi, ağızdan ağza dolaşarak tüm bozkıra yayıldı.
İnsan hafızası seçicidir. Sayısız sözlü edebiyat ürünlerinden şiirin sadece şimşek gibi asırları delip geçen en iyi örnekleri halk içinde yaşatmaya devam etmiştir. Abay’ın olgun yaşında yazdığı edebî eserlerinin, 1909 yılında oğulları ve talebeleri tarafından toplanıp ayrı bir kitap şeklinde yayınlana dek halkın hafızasında yaşamış olması onun şiirlerinin gerçek gücünün, güzelliğinin ve derinliğinin göstergesidir.
Dindar ortamda büyüyen Abay, aslında, büyük Doğu şairlerinin talebesiydi. O kendisini bozkır geleneğini temsil eden bir şairden ziyade İslam felsefesini çok iyi bilen bir şair olarak değerlendiriyordu, fakat genç Şakarim’e tasavvufi yapıyı tanıtmak için henüz erken olduğunu düşünüyordu.
Abay, günlük yaşam tasviri içinde kaybolan Kazak şiirinin saf, taze, canlı bir fikrin sağlayabileceği derinliğe ihtiyacı olduğunu anlamaya daha genç yaşlarında başlamıştı. Toplumla arasında fikir ayrılığının ortaya çıkmasından itibaren şiirin estetik ilkeleri hakkında daha çok düşünmeye başladı.
Şakarim de tam bu dönemde Abay’a, sıkça uğramaya ve onunla şiir sanatı hakkındaki karmaşık fikirlerini paylaşmaya başlamıştı. Billur kadar açık kalpli delikanlı onun için tertemiz su pınarı gibiydi. Abay’ı toplumla karşı karşıya getiren şiirle ilgili arayışları ve manevî ilkeleri konusunda bir tek Şakarim haklı buluyordu.
Şakarim’in son derece zeki ve bilgili olarak büyümesine, şüphesiz, Abay’ın katkısı büyüktü. Onun sayesinde Şakarim yeni yetme çağında Tolstoy’un “yalnızlık çölü” dediği dönemi kolaylıkla atlatmıştı. Delikanlı, amcasının getirdiği tüm kitapları adeta yutuyor gibiydi.
Doğduğu ortamda hayatın acıklı yanının şuuruna varan Abay ise Şakarim’i kendisine yakın görüyor, onunla Doğu halklarının edebiyatı ve Rusçadan istifade ederek geliştirdiği kendi kendini yetiştirme programını paylaşıyordu.
KIŞ AKŞAMLARININ MELODİLERİ VE ŞEHİR RİTİMLERİ
Av döneminin bitmesiyle seyahatler çok sık yapılmaya başladı.
Kışın Şakarim, ağabeyleri Murtaza ve Şahmardan’la düğüne katılmak için annesinin akrabalarına gitti.
Şakarim’in yeteneklerini bilen, akrabaları onun gelmesine çok sevindiler. Onların da hepsi sanatçı sayılırdı. Zaten tüm oba özellikle şarkı, şiir ve ozanların monologuyla dolu akşamlarda ortaya çıkan kendine özgü sanat ortamının yanı sıra hayat sevgisi ve ulvi hisler aşılayan atmosferiyle ünlüydü.
Konserler, tabii ki, her akşam yapılamıyordu; çünkü hayvan yetiştiricilerinin işleri çok olur, fakat yoğun işlerin ardından genelde geç yenilen akşam yemeği beklenirken biri eline dombırasını alarak kışlaktaki tüm çadır sakinlerinin kalplerine işleyen şarkılar söylemeye başlıyordu. Bir melodinin yerini başka bir melodi alıyor, işin içine armonika giriyor, ardından kopuzun koyu cezp edici sesi duyuluyordu. Bu tatlı sanat dünyası Şakarim’in tüm bedenini sardı. Yeni şarkılar dinliyor, onları aklında tutmaya çalışıyordu. Kendisi de dombıra nağmeleri çaldı, bozkırın meşhur şarkılarını söyledi. Daha sonraysa kendisine ait olup Abay’a göstermekten çekindiği eserleriyle izleyicileri hayran bıraktı. Burada onun şiirleri çok beğenildi.
O kendisini bir yıldız gibi hissetti. Dayılar ve teyzeler, onu iltifatlara boğdular. Kuzenleri birbiriyle yarışırcasına Şakarim’i kızlarla tanıştırıyor, onu geleceğin büyük ozanı olarak takdim ediyorlardı. Misafir olan Şakarim için özel olarak düzenlenmiş parti sayısı çoktu ve bu durum çekingen delikanlıyı oldukça rahatsız ediyordu. Onun şerefine koyun kesildi, akrabaları misafire övgü dolu sözler söyleyerek iyi dileklerini dile getirdiler. O kendisine gösterilen saygı ve hürmetin dedesi Kunanbay, amcası Abay ve rahmetli babası Kudayberdi’ye duyulan büyük saygıdan kaynaklandığını düşünerek kendisini sakinleştirmeye çalışıyordu.
Bir ziyafet esnasında müzisyenlerden biri keman çaldı. Kemanın sesi Şakarim’e kopuzun iliklere işleyen mistik sesinden çok daha fazla tesir etti. O kemanın ince melodisinden derinden etkilendi. Ertesi gün kendisi keman çalmayı denedi fakat bunun için özel bir dersin alınması gerektiğini anladı. Keman çalabildiği ortaya çıkan kuzeni Kerimkan ona söz konusu aleti çalmayı öğretmeye başladı, fakat bu iş zaman alacaktı.
1870’lerin ortası Şakarim’in yetenekli insanlarla tanışma zamanı olarak tarihe geçti. Avcı Aleksey’den başka yaklaşık iki ay misafir kalarak kendilerinden müzik ve şarkı söyleme dersi aldığı anne tarafından akrabaları da kabiliyetli çıktı. Keman sesini ilk defa burada duyan Şakarim bu aletin çalınmasıyla ilgili ilk incelikleri de burada öğrendi.
Bu ziyaretin kendisinde bıraktığı izlenimleri ailesine durmadan anlatıyordu. Yetenekli akrabalarının kendi elleriyle yaparak hediye olarak gönderdikleri takıları ve geleneksel dombıradan başlayarak ağız armonikasıyla eski dönemlere ait nefesli çalgılara kadar çeşitli müzik aletlerini dağıtıyordu. Onların içinde topraktan yapılan ve “saz sırnay” denilen özel bir kaval, flüt anlamına gelip düdük adıyla da bilinen sıbızgı da vardı. Şakarim, şaman-baksıların en sevdiği enstrümanı “şankopuz”u büyük bir hayranlıkla anlatıyordu. Görünüşte o uzunlamasına gelen ve gittikçe daralan basit, ufak metalik bir çemberdir. Çembere ince madeni bir çubuk tutturulmuştur. Şankopuz dudaklara yerleştirilir ve ağız boşluğu bir nevi rezonatör görevi görmeye başlar. Parmakların çubuğa dokunmasıyla da bozkırın uçsuz bucaksız enginliğinde insanın tüm bedenini sıkça saran efkârı tam olarak anlatabilen çok değişik ince bir ses meydana gelir.
Kazaklarda o dönemde bu tür hediyelerin verilmesi hoş karşılanmıyordu. Genel olarak koyun ve at hediye ediliyordu, bazen bunlar sürüsüyle veriliyordu, fakat Tölebike’nin akrabaları hayatı bir bayram olarak algılama alışkanlığından vazgeçmeyerek kendi sevinçlerini etraftakilerle söz ve müzik sanatı, el işçiliği aracılığıyla paylaşmaya çalışıyordu. Kunanbay için özel olarak onlar hançer kını olan kakmalarla süslü deri bir kemer hazırlamışlardı. Şakarim hediyeyi Aksakalın obasına bizzat kendisi getirdi. Kunanbay o sırada torununa Semipalatinsk’e gitmesi gerektiğini söyledi. Akrabalar tarafından çok eskiden belirlenmiş olan plana göre delikanlının alış veriş için şehre gidip gelmek böylece, yavaş yavaş mali işlerin içine dâhil olması gerekiyordu. On yedi yaşına gelmiş olmasına rağmen Şakarim Semipalatinsk’i hiç görmemişti, bu yüzden yolculuk için büyük bir heyecanla hazırlanmaya başladı.
Göçebe halkların hayatlarında sahip olduklarıyla yetindikleri bilinen bir şeydir, fakat zaman onların yaşamında daima gerekli gördüğü değişiklikleri yapmıştır. XIX. asırda şehir medeniyetinin nimetleri bozkır sakinleri için artık bir bilmece veya sır olmaktan çıkmıştı. Ticaret, değiş tokuş, idari ilişkiler göçebeliğin izole edilmiş şeklini yavaş yavaş değiştiriyordu. Kazakların yaşamına şehirden getirilmiş ürünler girmeye başladı. Zamanla hayvanları şehre götürerek satıp kazanılan paraya un, çay, şeker, bal, tuz ve bozkır koşullarında aşırı ihtiyaç duyulan kumaş, kışlık ve yazlık kıyafetler, mobilya, madeni eşyalar, takılar, iğne ve ipliklerle başka da ufak tefek şeyleri satın almanın bunları köyde hazırlamaktan daha kârlı olduğu anlaşılmıştı. Bu yüzden bozkır insanları alış veriş yapmak üzere şehre gitmek için yazın at arabalarını, kışın da kızaklarını hazırlardı.
Şakarim için de sorumluluk isteyen bu işin üstesinden gelme zamanı gelmişti.
Onun üzerine başka işleri de yüklediler. O tüccarlardan mal satın almanın yanı sıra bölge kalem müdürlüğüne uğrayıp Abay’la ilgili şikâyet dilekçelerini de almalıydı. Şakarim kiminle ne hakkında konuşacağı konusunda detaylı talimatlar aldı. Ayrıca elinde Tobıktı Uruğu büyüğünün saygı ifadelerinden sonra esas olarak 1872’nin sonundan 1874’e kadar yaklaşık bir buçuk yıl süren Mekke’ye yaptığı Hac ziyaretiyle ilgili raporun yer aldığı Kunanbay’ın askeri vali Poltoratskiy’e yazmış olduğu mektup da vardı.
Kunanbay mektupta Küçük Cüz’ün temsilcileriyle birlikte Mekke’de Kazak Hacılarının kalabileceği bir misafirhane satın alarak orada kurban kesip evi de Kanatbay adlı kişiye emanet ettiğini bildiriyordu. Bunun yanı sıra askerî valiye Mekke’den henüz geçen yıl dönmesi dolayısıyla oğlu Abay’ın yönettiği bölgeyle ilgili işleri henüz tam olarak anlayamadığını fakat ilçe idaresine şikâyet dilekçelerini karşı partiye mensup kişilerin yazdığını, daha kendisi ağa-sultan görevini yürütürken aynı kişilerin başkalarının hayvanlarını çalmaktan ve otlaklarını ellerinden almaktan kaçınmadıklarını belirtiyordu. Kunanbay, genel validen sahte dilekçelere göre başlatılan incelemenin durdurulmasını istiyordu.
Abay’ın kendisiyse şikâyetçileri Allah’a havale ederek sorumlu tutmak istememiş ve genel valiye mektubun yazılmasına karşı çıkmış, fakat Kunanbay, mektubu kalem müdürlüğüne götürmesi konusunda Şakarim’i sımsıkı tembihledi. Delikanlı 1875 yılının yaz mevsiminde Semipalatinsk’e doğru yola çıktı.
Bu yolculukta gıcırtılı dört tekerlekli arabalar eşliğinde at üstünde bozkırda üç gün süren yolculuk çok güzeldi. İrtış Nehri üzerinden feribotla geçiş de, coşkun akıntısıyla bol sulu İrtış’ın kendisi de ve tabii ki, nehrin her iki kıyısında yer alan ahşap evleriyle Yedi Konak anlamına gelen Semipalatinsk şehri de, yani her şey fevkaladeydi.
Şakarim, Yeni Semey’e, yani sol kıyıya girer girmez yolunu şaşırdı. O, fethedilemez kale şeklindeki bu evlerin neden gerektiğini, bu duvarların ardında kimlerin hayatlarının, korkularının, acılarının saklandığını anlamaya çalışarak yüksek duvarlara bakıyordu.
Şakarim, Semipalatinsk’in tanınmış tüccarlarından Tinıbay Kaukenov adlı Aksakalın sol kıyıdaki iki katlı evine yerleşti. Tinıbay’ın Menlibay adlı oğlu Abay’ın ablasıyla, yani Kunanbay’ın Makiş adlı kızıyla evliydi. Tünıbay’ın kalabalık ailesi şehirde yaşıyordu ve onun tüm evlatlarıyla torunlarının kendilerine ait evleri vardı. Şakarim’e şehre varır varmaz doğrudan Tinıbay dünüre gitmesi yönünde sımsıkı tembihlenmişti. Onun evini herkes tarafından bilinen Tinıbay Camisinden yola çıkarak bulmak çok kolaydı. Kunanbay’ın kendisi de Semipalatinsk’e her geldiğinde dünüründe kalıyordu. Hacca giderken de o, Tinıbay’ın evinde kalmış, onun camisinde namaz kılmıştı. Daha sonra Şakarim de Hacca giderken namazını aynı camide kılacaktı. Tinıbay’ın kendisiyse Hac ziyaretini çok daha önce, Semipalatinsk diyarı Kazakları içinde ilklerin arasında gerçekleştirmişti.
Nüfuzlu ve itibarlı tüccar servetini pek de uğraşmadığı ufak çaplı ticaretten toplamadı. Yaşamının en parlak döneminde o büyük çaplı işler yapmıştı; kuzeye, yani Kazak bozkırıyla sınır komşusu olan Rus şehirlerine ve güneye, yani Çin’e sayısı binlerce olan koyun, at, deve sürüsü götürüyordu. Rusya’dan manifatura, Çin’den de çay, şeker, baharat getiriyordu. Bu piyasada Tinıbay, Rus ve Tatar tüccarlarının sert rekabetine karşı koyabilmişti. Paralar eve, deyim yerindeyse, su gibi akıyordu. Baba işini devam ettiren varislerin de serveti artıyordu. Halk arasında gerçek midir, uydurma mıdır bilinmez, ama Tinıbay’ın oğlu Menlibay’ın Rus bir tüccarla kâğıt paralarla semaveri kimin daha çabuk ateşleyebileceği üzerine bahse vardığı ve bu bahsi Kazak’ın gönlünün zenginliği sayesinde kazandığı anlatılıyordu.
Şakarim, Tinıbay’ın evine ilk geldiğinde o, 86 yaşındaydı ve artık Çin ve Rusya’ya hayvan sürüsü götürmüyordu. O işlerle artık çocuklarıyla torunları uğraşıyordu. Aksakal nerdeyse tüm zamanını eviyle bitişik olan camide geçiriyordu. Tinıbay kendisini hayır işlerine adayarak maddi desteğe ihtiyacı olan Müslümanlara yardımcı oluyor, cami çalışanlarının giderlerini karşılıyordu.
Şehrin, seyahat eden genci hayretlere düşüren görünüşü, tüccar sülalenin dindar kurucusuyla yapılan sohbetler esnasındaki talebelik saatleri, Şakarim’i kendi içindeki bir sese kulak vermeye zorluyordu. Şakarim’in zihninde Tinıbay’ın Uruğun her bireyinin hayat hikâyesi üzerinde durmak suretiyle atalarının adlarını saygıyla sıralayarak şeceresini nasıl oluşturduğunu anlatırken aslında onun olaylara derinleşerek akrabalarını sadece titiz bir biçimde sıralamakla kalmayıp göçebeliğin ezeli yapısını çok iyi idrak etmiş biri olarak tüm Kazakların tarihini dokuduğu yönünde bir fikir oluştu.
Genç adam hemen çantasından kâğıt kalem çıkarıp ilgisini çeken bazı bilgileri kayda geçirmek istedi, fakat bilgilerin geleneksel, yani sözlü bir şekilde korunmasına alışık olan ihtiyarın onun bu fikrini hoş karşılamayacağını düşünüp muhatabının sözünü kesmeye cesaret edemedi. Ancak akşamleyin kendisine ayrılan odaya geçince aklında kalan bilgileri kaydetmeye başladı. Semipalatinskli Aksakalın anlattığı Kazak uruklarının tarihi yazıya geçirilmiş oldu.
Bu halkın genel tarihinin sadece bir kısmıydı fakat Şakarim bilgisizliğin karanlığında gizli asırların meçhul yükünü hissediyordu. O aşırı derecede esrarengiz sis perdesini kaldırmayı, geniş bozkırda sabırlı ve cesur bir şekilde asırlarca yaşayan halkın sırrını saklayan örtüyü bakışıyla delip geçmeyi arzuluyordu. Gerçeklerin hangi şekilde sunulması gerektiğini Şakarim henüz bilmiyordu fakat ileride de halkın tarihiyle ilgili bilgileri toplayacağına ve kayda geçireceğine dair bir karar aldı çünkü geri dönüşü olmayan değişimlerin kaçınılmaz olduğu göçebe dünyasında yazılı metnin sözlü bilgiden daha sağlam olacağı kesindi. Delikanlı obasına dönünce bu düşüncelerini Abay’la paylaşmaya karar verdi.
Ertesi gün ilk iş olarak Tinıbay’ın hakkında çok şey duyduğu camisine girdi. Evin tam yanında bulunan taş bir temel üzerine inşa edilmiş caminin duvarlarından minare ve kubbesine kadar her şey ahşaptan yapılmıştı. Kubbeyle dış duvarlarının bir kısmı oymalarla süslüydü. Alçak alımsız ahşap evlerin yanında 1834 yılında Tinıbay Kaukenov’un şahsi birikimiyle inşa ettirdiği cami çok gösterişli duruyordu.
Binanın dışını hayranlıkla seyrettikten sonra Şakarim içeri girdi. Üst taraftan çatıyla ayrılan geniş oda erkekler için ayrılmış bölümdü. Ön duvarın arkasında da odalar vardı, onların üstündeyse, Şakarim’in tahminine göre, ufak bir bayanlar odası yer alıyordu. Bu kadar sıra dışı mimari yapıyı daha önce hiç görmediğinden o, odaların güzel dekorunu uzun süre hayretle izledi.
Gündüz Şakarim İrtış’ın sağ kıyısına gitmek üzere yola çıktı. Sallanan feribota korka korka bindi. Büyük nehrin suları belirsiz tecrübeler vaat ediyordu fakat seyahatin ortasında Şakarim korkusunu tamamen yendi. Serin rüzgâr başını döndürüyordu ve delikanlı, zapt edilemez akıntıdan gözlerini ayıramıyordu. Akıntının gücü bir duvar gibi yaklaşarak hafif bir çağıltıyla ahşap salın gövdesine çarpan su kütlesinin yaman ilerleyişi aracılığıyla anlaşılıyordu. Feribotu varış noktasına ulaştırmak ümidiyle birkaç kişi ipi elleriyle çekiyordu. Başka biri de elindeki uzun sırığı nehrin mümkün olduğu kadar dibine dayama çalışıyordu, fakat karşı kıyı yaklaşmayı hiç düşünmüyor gibiydi.
Şakarim şiddetli akıntıyı hayranlıkla izliyordu. Acaba bu nehir yüz yıllar, bin yıllar önce de, yani ağabeyleri, ablaları, babası, dedesi ve ataları daha dünyaya gelmeden önce de akmaya devam ediyor muydu? Bu devasa seli devamlı hayata döndüren güç nedir? Onun hiç azalmadan kasvetli, zapt olunmaz ve ciddi bir şekilde kuzeye yönelmesinin sebebi nedir? Doğanın bu fevkalade yaratığının sürekli yaşamıyla kıyaslandığında çok kısa olan insan yaşamı hakkında düşünmemek mümkün müdür böyle anlarda?
Şakarim birden Şıngıstav’ı, doğduğu köyü ve evini çok özlediğini fark etti. O birden nehrin onda bıraktığı izlenimleri, hayatın hızlı akışı hakkındaki düşüncelerini ve Aksakal Tinıbay’ın verdiği bilgilere ilave etmek üzere kendi Tobıktı Uruğu konusunda büyüklerden, bilhassa da dedesi Kunanbay’dan duyduğu hikâyeyi yazıya geçirmek için çadırındaki alçak masanın başında olmak istedi. Neden bilinmez ama Şakarim’e atalarıyla ilgili anıları hemen o an yazarak ebedîleştirmek gerektiği çok önemli gibi geldi. Tükenmek bilmeyen su kitlesine bakarken o, bu akıntının belirli bir kısmında kendi hayatının da aktığını ve nehrin milyonlarca hayatın timsali olduğunu düşünüyordu. Onu nehirle birleştiren ne olabilir? İnsanoğlu hakkındaki anılardan başka bir şey olamaz. Gerçi onların da doğruluğuna her zaman şüpheyle bakılmalıdır.
Sağ kıyıdaki şehir Şakarim’i büyüledi. Delikanlı nehir üzerinden başka bir dünyaya adım atmış gibiydi. O, bu kadar farklı insanı bir arada daha önce hiç görmemişti. O, yanından geçen Ruslara dönüp dönüp bakıyor, medrese talebelerini ilgiyle izliyordu. Köyden geldiklerinden bozkırlıya has biçimde giyinmiş insanlara ise akrabalarını görmüş gibi gülümsüyordu. Sokaklarda çok sayıda Rusça konuşanın olması onu şaşırttı. Bu dilde tüccarlar, Rus Kazakları, Rus görevlileri, Tatarların dışında bazı Kazaklar da konuşuyorlardı.
Yüksek duvarlar arkasındaki ahşap binalar artık ilgisini çekmiyor, tüccarların müstakil evleriniyse Şakarim hayranlıkla izliyordu. O özellikle tüccar Stepanov’un evini çok uzun süre inceledi, bu saray yavrusunda kimin yaşadığınıysa yoldan geçenlere sordu. En fazla hoşuna giden askerî valinin evi oldu. Tuğla duvarın üzerinde binanın inşa edildiği yıl olan 1856 yazıyordu.
Şakarim askerî valinin daha sade binada bulunan ofisine geçti. Memur onu nazik bir şekilde karşıladı ve aslen Tatar olan tercümanını çağırdı. Şakarim ilk defa bir Rus memuruyla konuştuğundan pek heyecanlıydı fakat iş çabuk halledildi. Genel valinin sekreteri Kunanbay’ın mektubunu alarak bir ay içinde cevabı hazırlayacağına dair söz verdi.
İlçe idare ofisine ziyaret pekiyi geçmemişti. Şakarim mahkeme görevlisini üçgen çatılı binada buldu. Orada ilçe idare ofisleri buna dâhil olmak üzere, Semipalatinsk bölgesinin çeşitli resmi kurumlar yer alıyordu. Mahkeme görevlisi orta yaşlı, zayıf, kel bir Rus’tu. O, işin bir an önce çözülmesi gerektiğinden İbrahim (Abay) Kunanbayev efendinin tetkik için bizzat kendisinin gelmesi gerektiğini Şakarim’e sert bir şekilde anlattı. Memur, tercüman aracılığıyla Kunanbayev’e karşı bugüne kadar yazılan tüm şikâyet dilekçelerinin devlete ihanet de dâhil olmak üzere onu birçok konuda suçlayan Uzukbay Boribayev adlı mollanın yazdığı dilekçenin yanında bir hiç olduğunu söyledi. Bu yüzden Kunanbayev efendinin güze kadar kendisinin gelmesi gerekiyordu aksi takdirde onu tutuklayarak hapse atacaklardı. Memur bunu söyledikten sonra Abay’la ilgili kararı delikanlıya uzatarak onunla vedalaştı. Şakarim, Abay’ın hapse atılabileceği haberiyle öyle sarsılmıştı ki şehrin sokaklarında kaybolup Makiş teyzenin evini uzun bir süre bulamadı.
Sonraki birkaç gün o dükkânları dolaşarak evin ihtiyacını temin etmeye çalıştı. Dükkânların birinde piyano, armonika, davul, trompet, çeşitli laternaların yanı sıra dombıranın da aralarında bulunduğu müzik aletlerini gördü. Laternayı büyük bir ilgiyle eline aldı, tüm dombıraları eleştirel bir bakışla inceledi ve Rus tüccara dükkânda kemanın mevcut olup olmadığını sordu. Şaşırmış olan satıcı, Kazak asıllı tercüman aracılığıyla Şakarim’in keman çalıp çalamadığını merak etti. Delikanlı keman çalmayı hayal ettiğini söyledi. Satıcı kendisinin müzisyen olduğunu, piyano ve keman çaldığını, genç adama da keman bulabileceğini belirttikten sonra söz konusu çalgının iki ay sonra dükkânda olacağına dair söz verdi. Şakarim sevincinden oldukça iyi çalabildiği armonikayla nasıl çalındığını pek bilmediği laternayı satın aldı.
O, Arapça kitaplarla Türkçe elyazmalarını satın aldığı kitapçıda bir süre oyalandı, fakat bu kitapların sayısı azdı. Daha çok Rus dilinde yayınlar vardı. Şakarim, tanımadığı Kiril harfleriyle yazılmış kitaplarla dergilerin sayfalarını çevirirken o sessiz metin yığınında engin bilgilerin gizlendiğini hissediyordu. Ona sanki matbaa harfleriyle yazılı sayfaların ardında onu hakikate götürmesi gereken parlak ebedi değerler dünyası saklı gibi geliyordu. Duyduğu heyecanın etkisiyle rastgele Rus dilinde yazılmış iki kitap satın aldı. Daha sonra onlardan birinin çavdar yetiştirme kılavuzu, diğerininse meçhul Hıristiyan havarilerinin gerçekliği kuşkulu hayat hikâyelerinin anlatıldığı bir kitap olduğunu öğrendi, fakat onları hatıra olarak saklamaya devam etti.
RUS DİLİ DERSLERİ VE HAYIR DUANIN BÜYÜSÜ
Eve dönüş yolunda, Şıngıstau’dan geçerken Şakarim, büyük bir ihtimalle kendi bilgisini arttırma ihtiyacı hissederek, Abay’ın Rusça öğrenmek gerektiğiyle ilgili sözlerini hatırladı. Bu yüzden Semipalatinsk’ten dönüşte Akşokı’ya uğrayarak Abay’a Rus dili konusunda kendisinde oluşmuş düşünceleri anlattı.
– Doğru söylüyorsun, Rusça öğrenmek lazım, dedi Abay. Onda hem ikimizin, hem tüm halkın gereksinim duyduğu bilgiler gizlidir. Bu arada, ben Nurpeyis adlı birini eve davet ettim bile. Sen onu tanımazsın. O çok güzel Rusça konuşuyor, kendisi bir nevi öğretmendir. İşte o sana Rusça öğretmeye başlayacak.
Minnettarlık ve sevinçten başka Şakarim’in içinde huzursuzluk duygusu belirdi; acaba amcasının iyiliğinden istifade edip ona aşırı yükleniyor olabilir mi?
– Akrabamız Tinıbay Hacı nasıl karşıladı seni şehirde? diye sordu Abay.
Şakarim detaylı bir biçimde anlattığı çok sevdiği Aksakalla arasındaki sohbetin yanı sıra millî tarihi oluşturabilmek için bundan böyle Kazak uruklarının soy ağacını yazıya geçirme kararı aldığını da söyledi.
Abay, onun neyi kastettiğini hemen anladı ve bu düşünceye hayran kaldı.
– Harika bir fikir! Kazakların ortaya çıkma tarihini hep yazmak istemişimdir, fakat bunun için çok gayretli bir araştırmacı olmak lazım. Bana, tezler meydana getirerek kâğıt üzerinde not tutmaktan şiir yazmak daha kolay geliyor, dedi Abay. Sense tüm gerekli özelliklere sahipsin. İşin esasını hemen anlıyorsun, üstelik sabırlısın da. Önemli olan ilk atayı belirleme çabası içerisinde tüm Kazak uruklarının soy ağacını oluşturmak değildir. Halkın tarihini meydana getirmek önemlidir. “Kazak” kelimesi ne zaman ortaya çıktı? Neden bizde üç Cüz vardır. Halkın mutluluğunu en çok düşünen hangi atamızdır?
Mahkeme işleriniyse Abay sohbetin ancak sonunda sordu. Şakarim ona ilçe idaresine gidişini ve mahkeme görevlisiyle arasında geçen sohbeti detaylı bir şekilde aktardı. Abay emri sessizce okuduktan sonra yeğeninin kederli yüzüne bakıp güldü.
– Dert etme. Üzüldüğün şeye bak. Böyle her atılan iftira yüzünden üzüleceksen nahiye müdürü olamazsın.
O, bu kâğıdın davalar silsilesinin başlangıcı olduğunu ve hayatının tam on yılının aralıksız dava işleriyle gölgelenmiş olacağını aklının ucundan bile geçirmeden mahkeme celbini özensizce masaya bıraktı.
Böylece Semipalatinsk’e ilk gidiş çok önemli bir olay haline dönüşmüş oldu. Ataerkil kabile yaşantısında meydana gelebilecek tarihî kriz durumları ve idarî görevler, sayısız hayvanlarla uygun otlaklar için mücadele esnasında insanlar arasında oluşabilecek ilişkilerin iç yüzü Şakarim için henüz sırlarla örtülü bilgiler arasındaydı; çünkü onun yanında Kunanbay dedesi, Abay amcası, bilge annesi vardı. Onun şuurlu bir şekilde belirlenmiş amaçları da vardı: yabancı dil öğrenmek, müzik aletleri çalabilmek, halkın tarihini yazmak.
Abay’ın kendisi Rus dilinde yazılmış kitaplar aracılığıyla tüm hayatı boyunca aradığı hazineyi bulacağına içten inanıyordu. “Sözler Kitabı”nın Yirmi Beşinci Söz’ünde o şöyle diyor:
“Rusça okumayı ve yazmayı öğrenmek lazımdır. Rus dili kendi içinde manevi zenginlikler, bilim, sanat ve başka da haddi hesabı olmayan sırlar saklamaktadır. Ruslarda mevcut kusurların bizde olmaması için, onların ulaştığı başarılara ulaşmak için onların dilini öğrenmeliyiz, bilimini kavramalıyız; çünkü Ruslar, yabancı dil öğrenerek dünya kültürüne iştirak ettiler ve bugünkü hale geldiler. Rusça gözümüzü dünyaya açar. Başka hakların diliyle kültürünü öğrenen insan onlarla eşit konuma geçiyor, onların karşısında işe yaramaz ricalarla aşağılanmak zorunda kalmıyor. Eğitim, din için de yararlıdır.
Rus bilimiyle kültürü dünya hazinelerinin anahtarıdır. Bu anahtara sahip olanlar istedikleri her şeye fazla çaba sarf etmeden ulaşacaklar.
Çocuklarını Rus okullarına gönderen Kazaklar, onların bilgisini akrabalarıyla arasında çıkan tartışmalarda bir avantaj şeklinde kullanmaya çalışmaktadırlar. Bu tür niyetlerden uzak durun. Çocuklarınıza ekmeklerini emek vererek, alın teriyle kazanmayı öğretin, başkaları sizden örnek alsın. İşte o zaman biz, ne oldum delisi Rusların keyfi hareketlerini çekmek zorunda kalmayacağız, çünkü onların herkese ortak bir kanunu yoktur. Biz, başkalarının bildiğini öğrenmek için, onlarla eşit olmak için, halkımızın koruyucusu ve destekçisi olmak için okumalıyız. Rus dilinde eğitim alan gençlerden henüz hiç meşhur şahsiyet çıkmamıştır; çünkü ebeveynleri onları bozuyorlar, onlara yanlış yaptırıyorlar. Buna rağmen onlar hiç eğitim almamış insanlardan daha iyidir, fakat ne yazık ki onların bilgileri başkalarının sözlerini yorumlamaktan başka bir işe yaramamaktadır. Varlıklı insanlar kendi çocuklarını nadiren okula verirler. Onlar daha çok fakirlerin çocuklarını Rus öğretmenlere hakaret edilmek ve aşağılamak üzere verirler. Onlar, o zavallılar ne öğrenebilir?
Tavsiyem; oğlunu evlendirmeyebilirsin, miras bırakmayabilirsin, ama tüm kazandıklarını kaybetmek pahasına olsa bile ona Rus dilinde eğitim ver. Bu yol her şeye değer.
Allah’a ibadet et, insanlardan utan! Oğlunun insan olmasını istiyorsan onu okut! Servetini esirgeme!”
Yirmi beş yaşından itibaren Abay aralıksız olarak önce zorlanarak, zaman geçtikçeyse daha hızlı, daha emin bir biçimde Rusça yazılmış kitaplar okuyordu. Kitapları şehirden tomarla alıyor, onları gece gündüz elinden bırakmıyordu. Bazen kitabın son sayfasına gelince bu sefer en kapsamlı bilgilerin yer aldığı kitabı seçemediğinin farkına varıyordu, fakat çoğunlukla okudukları onu konu yeniliğiyle, orijinal fikirlerle, günler geçtikçe daha anlaşılır hale gelen dilin güzelliğiyle derinlemesine etkiliyordu. Nihayet Rusça eserleri ana dilinde yazılmışçasına kolayca okuduğu gün de geldi. Bu şekilde ilk okuduğu eser Puşkin’in “Dubrovskiy” adlı hikâyesiydi. Söz konusu kitabı Abay daha sonra ciddi ve vakur bir şekilde Şakarim’e takdim etti.
– Yakınlarda Nurpeyis öğretmen sizin Karaşokı’ya gelecek. Biz onunla her konuda anlaştık, dedi Abay. O sana Rusça okumayı, yazmayı ve konuşmayı öğretecek. Evet, kolay olmayacak, fakat bir de bana bak. Ben Rusçayı öğretmensiz öğrendim. Uzun yıllar boyu kitaplar benimle anlaşılır bir dilde konuşamıyordu, fakat sonunda işte şu kitabı ben hiç zorlanmadan okuyabildim. Bu yüzden senin de Rusçanın üstesinden gelmen ve önünde bilim dünyasına götüren kapıların sonuna kadar açılması için kitapların teveccühünü kazanman dileğiyle bunu sana hediye ediyorum. Kim bilir, belki de sen ileride “Dubrovskiy”yi Kazakçaya çevirecek uzman haline gelirsin.
Halkın refah düzeyini ancak bilimin yükseltebileceğine içten inanan Abay eğitimin rolünü o zamanlarda Kazak toplumunda kimsenin anlamadığı kadar anlıyordu.
Genel öğrenim neticesinde iyi insanlarla birlikte kötülerin de bilgili hale geleceğinden sosyal adaleti sağlamanın okuma yazma bilmeyen ortamda olduğu gibi okumuş toplumda da çok zor olacağı konusu onu şimdilik rahatsız etmiyordu. Şimdi onun için en önemlisi Kazak halkına ileri kültürü öğretmekti.
İşe önce kendine ait çevreden başlamalı. Abay’ın çevresiyse, doğal olarak başka ülkelerden, halklardan, dillerden ve geleneklerden kendisinden aldığı bilgiler dolayısıyla haberdar olan çocuklarıyla hiç usanmadan kendi entelektüel sorgulama dairesine çektiği Şakarim’di. Onun bir öğrencisi olan Şakarim’in, canın tek besini olan kitabı seçmesi anlaşılır bir durumdur.
Abay’ın yoğun ilgisi altında Şakarim kendisini hep bilgi armağan eden kutsal ağacın gölgesinde gibi hissediyordu. Okumak, yeni şeyler öğrenmek, kitaplarda bulunabilen bilgeliği idrak etmek onun hoşuna gidiyordu. Kendisini okumak için mollaya gönderirken ebeveynlerinin karşılaştıkları isteksizlik artık geride kalmıştı. Onun, göçebelerin çoğunluğunda olduğu gibi açık ve beyaz bir sayfa kadar temiz zihni anlaşılmayan kitaplarda yer aldığından daha önceleri ulaşılamaz olan yeni bilgileri hızla ve azimle kavrıyordu.
Şakarim, Nurpeyis’ten aldığı derslere büyük bir ciddiyetle yaklaşıyordu. O alfabeyi hemen öğrenip basit metinleri okumaya başladı. Öğretmen onun başarılarından memnundu, fakat “Dubrovskiy”yi okumaya başladıklarında işler yavaşladı. Zor metinlerin okunmasında Şakarim kelime dağarcığının yetersizliği nedeniyle zorlanıyordu. Nurpeyis ona şehirden birçok yeni kelime ezberleyebileceği Rusça-Kazakça sözlük satın almayı önerdi.
Şakarim, müzik aletleri satan dükkân sahibinden kemanın hazır olduğuna dair haberi daha güzün almıştı. Şimdi de şehre gitmek için bir sebep daha çıktı; Rusça öğrenmeye devam etmek için sözlüğe ihtiyaç vardı. Şakarim yola hazırlanmaya başladı.
Annesi Tolebike, kışın yola çıkmanın tehlikeli olduğunu ileri sürerek oğlunun kararına itiraz etti. En önemlisiyse yazın Şakarim’in düğünü olacaktı fakat damat bu konuyu pek de düşünmüyor gibiydi.
– Çocuk gibi davranıyorsun, olur olmaz şeyler için şehre gidiyorsun, diyordu annesi öfkeli bir sesle. Vakurlaşmanın, ev işlerini çevirmenin zamanı geldi. İlkbaharda göç idaresini ele alarak kendini efendi olarak göstermelisin.
Tölebike, ev idaresi konusunu boşuna açmamıştı. Çok eskiye dayanan geleneklere göre Kazaklarda tüm erkek evlatlar evlendikten sonra “Büyük Ev” dedikleri ebeveyn evinden ayrı eve çıkarlardı. Maddi imkânların elverdiği takdirde onlar ayrı obalar şeklinde göç ederlerdi, fakat ailenin küçük oğlu hep ebeveynlerle birlikte kalırdı ve aile reisliğinin yanı sıra Büyük Ev yani baba ocağı da, babadan ona geçerdi.
Şakarim eninde sonunda yaklaşık bir ay kaldığı Semipalatinsk şehrine gidebildi. İlk iş olarak dükkâna gidip onun için getirilen kemanı cüzdan olarak kullandığı kumaşa sarılı parayı dükkân sahibine uzatarak satın aldı. Yüzlerce elin dokunuşundan silik hale gelmiş, tıpkı birilerinin emeklerinin, üzüntülerinin, tutkularının, dramlarının vakayinameleri gibi çeşitli yazılarla kaplı karanlık, insanüstü bir güce sahip paralar Şakarim’i hep hayret ettirmiştir. O, keman için iki koyun parası olan 6 Ruble verdi. Mutluluktan pahalıya aldığının fakına varmadı. Satıcı, kemanın ne şekilde kullanılması gerektiği konusunda bilgi ve yayı cilalamak için kolofan verdikten sonra Şakarim’e iki tane nota albümü de sattı. O, nota anlamıyordu, fakat onlar için de parayı aynı ihtiramla ödedi.
Aynı zamanda müzisyen olan satıcı, delikanlının yoğun ilgisini görünce ona kemanda birkaç melodi çaldı ve parmakların yay üzerindeki yerleşim pozisyonlarını gösterdi. Böylece Şakarim yaklaşık yarım saatlik ders almış oldu ve daha sonra da kemanın çalınması konusunda aklında oluşmuş sorulara cevap bulmak için iki defa dükkâna uğradı.
Rusça-Kazakça sözlüğe gelince, onu bulmak hiç de kolay olmadı, çünkü anlaşıldığı üzere sözlüğün basılmış şekli mevcut değilmiş, sadece bölge idaresinin girişimiyle meydana getirilmiş el yazma nüshaları varmış. Sayısı çok az olan el yazma sözlüklerin elden ele dolaşmasından dolayı Şakarim onlardan birini çok zor satın alabildi. Bu, sağlam iplikle tutturulmuş ilk sütunda Rusça kelimelerin karşısındaysa Arap harfli Kazakça karşılıklarının mürekkeple yazılı olduğu birçok sayfadan oluşmuş bir albümdü. Farklı renkli mürekkeplerden sözlüğe sürekli olarak yeni kelimelerin ilave edildiği anlaşılmaktaydı. Semipalatinsk’e ikinci gidişinden sonra sözlükle kemanın sevinçli sahibi gençlik ve güzellik hakkında sözleriyle bestesi kendisine ait olan bir şarkı yazdı:
Değerli taşlar gibi gözleri,
Yüzü ay gibi, tabanına kadar örgüsü,–
O hayatından daha değerli, senin meleğin!
Sesiyse tıpkı bülbülün ötüşü.
Huyu yumuşak, nazik ipek gibi
Kim kıyaslanır onun canlı güzelliğiyle?
Nehir gibi engin ve gürültülü
O benim sevgilimdi.
Uyumluluğu onun cennet korosu gibi
Ben onu bozkırlar, dağlar arasında aradım,
Masum ve saf tıpkı nur gibi,
Mevzun endamlı tıpkı fidan gibi.
Beli de kıl gibi ince
Eşi benzeri yok bu dünyada.
Kim onu üzerse bir kere bile
O bizi bulacak karşısında.
Parlıyor şefkatle gözleri,
Çiy gibi akıyor sözleri.
Saçlarına tarağın dişleri dokunsa
Saç onun, ben yanıyorum ateş olmasa da.
Canım bedenimden çıkacak gibi oluyor hayranlıktan
O göz ucuyla bana baktığında.
Hey güzeller, biz hepinize aşığız,
Niyeti delikanlıların günah dolu olsa da.
Dünya, şiirlere yansımak için vardır. Yaşam kitabı tasarlandı, geriye onu içerikle doldurmak kalıyordu. Şakarim kendisini çok mutlu insanlardan sayıyordu, çünkü etrafını sevgi sarıyordu. Yakında evlenecekti. Şakarim için aile hayatı 1876 yılının yaz mevsiminde başlamış oldu. Sevgili yârinin adı Mauen’di.
1877 yılının ilkbaharında tepelerin kuzey yamaçlarında karlar henüz erimeden obalar yaylaya göç etmek üzere hazırlık yaparken Karaşokı’da bulunan Şakarim’e Abay geldi. Yanında arkadaşı Erbol Komekbayulı (1843–1884), vazgeçilmez yardımcısı Baymagambet ve Abay’ın o bölgenin haritasını çizen mühendis olarak tanıttığı Rus asıllı bir atlı vardı. Abay getirdiği Rus dilinde yazılmış kitaplarla dergilerin arasından sekiz yıl önce çıkmış “Rus Habercisi” adlı dergiyi seçerek sayfaların birinde yer alan “Savaş ve Barış, Lev Tolstoy” yazısına işaret etti ve:
– Biliyorum, sen Rusça öğrenmeyi bırakmadın. Bu, Rus yazarının meşhur romanının ilk bölümleri, kolay olmayacak, fakat “yolu ancak giden kat eder” demişler. Okumaya bu dergiden başla. Beğenirsen devamını ve Tolstoy’un başka eserlerini getiririm, dedi.
– Şehirden aldığım sözlükle okumak daha kolay, fakat yine de anlayamadığım ifadeler oluyor, dedi Şakarim.
– Dil öğrenmek için o dilin konuşulduğu ortamda yaşamak daha iyidir. Bizim öyle bir imkânımız yok, fakat vazgeçmek de yok; çünkü sadece Rus dili vasıtasıyla başka halkların biriktirmiş olduğu bilgilere ulaşabiliriz.
– Rusça konuşacak kimsenin olmamasından mı yakınıyorsun? Ya şu yanında gezdirdiğin yer ölçme memuru var ya. Eğer zavallı Şakarim’i Rus yapmak istiyorsan rehber olarak misafirin yanına ver işte, diye söze karıştı Erbol.
– Çok doğru! Seni mühendis arkadaşımızın, yani Semen İlyiç’in yanına kılavuz olarak verelim. Onun tüm Şıngıstav’ı dolaşarak dağların yüksekliğini ölçmesi gerekiyor bu sebeple bizden buraları çok iyi bilen bir yardımcı bulmamızı istemişti. O seni Rus yapmaz, fakat Rusçanı onunla iyileştirirsin, dedi Abay Şakarim’e.
Böylece 1877 yılının Nisan ayında Şakarim yaklaşık üç ay birlikte geçireceği mühendis Semen İvanoviç’le Şıngıstav civarını dolaşmak üzere yola çıktı. Semen İlyiç’in yardımıyla oldukça iyi konuşmaya başladığı Rus dilinin gramer yapısı Şakarim için artık bir bilmece olmaktan çıkmıştı. Üstelik yapıların arasındaki mesafelerle dağlık tepe yüksekliklerinin ölçülmesi konusunda yer ölçme memuruna yardım ederken Şakarim matematik bilgilerini de iyileştirmiş oldu. Kendisini Omsk şehrinde beklemekte olan eşiyle iki çocuğunu anlatmayı seven otuz beş yaşında ciddi ve ağırbaşlı Semen İlyiç, akşamları terk edilmiş barınaktaki fitilli lambanın ışığında yardımcısına geometrinin temel kurallarıyla cebir, gündüz ışığındaysa üçgenin açılarını ölçmeyi ve açı ölçme aletini kullanmayı öğretiyordu. Kısa bir süre sonra Şakarim mesafe ölçeri ve açı ölçme aleti yardımıyla dağlara kadar olan mesafeyi ve tepelerin yüksekliklerini kendi başına ölçerek verileri deftere geçirebilecek dereceye geldi.
Dağlarda dolaşırken jeolojik araştırma konusunda da bilgisi olan Semen İlyiç kayalara dikkatle bakıyordu. Kayaların olağan dışı rengini fark edince de çekicinin yardımıyla numune koparıp yol arkadaşına ayaklarının altında ne kadar çok değerli maden yataklarının saklı olabileceğini anlatıyordu. Mühendis numuneleri çuvala koyduktan sonra derin bir iç çekerek en iyisinin altın bulmak olacağını, fakat burada büyük bir ihtimalle altının olmadığını söylüyordu.
Birlikte çalışmak hoşlarına gidiyor ikisi de bozkırı seviyordu. Semen İlyiç yardımcısına gerçek doğa değerlerini anlatarak bozkıra olan hayranlığını sesli bir şekilde ifade ediyordu. Bununla birlikte gökteki çayır kuşunun ötüşüne, gizli göllerine doğru sürüyle uçan ördeklerin çıkardığı sese, geniş bozkır düzlüğünde yumuşak akşam ışığının yansıdığı lalelere hiç durmadan seviniyordu. Şakarim onun hayranlık dolu sözlerini, bozkırın bir yabancı için erişilemez olan sırrını biliyormuşçasına, gülümseyişini gizleyerek dinliyordu. Semen İlyiç ona sürekli tüfek taşımasına rağmen neden avlanmadığını sorunca da müzmin bir avcı olan Şakarim, Şıngıstav’ın kendisi yüzünden fakirleşmemesi için avlanmadığını söyledi.
Obada vedalaşırken Semen İlyiç ona açı ölçme aletiyle yetindiklerinden dolayı hiç kullanmadıkları usturlapla Şakarim’in yeni şiirler yazması için plançeten yanı sıra dürbün de hediye etti. Duygulanan Şakarim ise misafire önceden hazırladığı üç yaşındaki atı armağan etmek istedi, fakat Semen İlyiç kesinlikle bu kadar pahalı bir hediye kabul edemeyeceğini söyledi. Geleneklerin böyle olduğu yönündeki açıklamalar da onu hediyeyi alması için ikna edemedi. Misafir, kendisine Abay Kunanbayev’in armağan ettiği atın da yeterli olduğunu, onu bile Semipalatinsk’e ulaşınca bir ulak aracılığıyla göndereceğini ifade etti.
Şehirdeki memurların açgözlülüğü hakkında duymadığı kalmayan Şakarim’i misafirin tevazusu şaşırttı. O, misafiri yolcu ettikten sonra eşi Mauen’e Semen İlyiç’in bu davranışının ondan öğrendiği her şeyden daha çok ibret verici olduğunu söyledi. Aslında bu, fiziksel olarak dağların tepesinde bulunmaktan ziyade manevi bir yükseliş süreciydi.
Şakarim, kendisini nahiye müdürlüğüne aday göstermeye karar veren akrabalarının planlarından haberdardı. Bir süredir onun kendisi de akrabalarının mutluluğu için hayırlı işler yapmayı hayal ediyordu. Görev hakkında genel bilgilere de sahipti. Nahiye müdürünün otlak ve çayırları paylaştırmak ve obaların göç yerlerini belirlemek zorunda olduğunu biliyordu. O, otlak sınırlarını ihlal etme ve başkalarının malına el koyma girişimleriyle tanınmış bazı aile reisleriyle oba Aksakallarının keyfi hareketlerinden endişe ediyordu. Nahiye müdürü anlaşmazlıkları çözebilmeli ve gerektiğinde durumu ilçe mahkemesine nakletmek için evrak düzenleyebilmeliydi.
Şakarim, arazinin paylaştırılması ve idari yazışma konusunda kendisinden emindi. Sadece itibarlı insanlara emir vermek ona mahcubiyet veriyordu. Bu yüzden görevi reddetmek istedi ama Abay’dan azar işitti.
– Nahiye müdürü olmamam gerektiğini kendiniz de bana söylemiştiniz. Siz bu tür görevde bulunan kişinin partiler arasındaki anlaşmazlıklara karışmamasının, insan haklarını ihlal etmemesinin, kötülük yapmamasının imkânsız olduğunu söylemiştiniz. Böyle bir insanın zamanla vicdansızlaşacağını ve yeni bilgiler edinmek istemeyeceğini söylemiştiniz, diyerek Şakarim kendisini savunmaya çalıştı.
– Evet, söyledim, çünkü senin gibi kendisini bilime adamış birinin iç çatışmaların dışında kalması gerektiğini düşünüyordum, fakat kenarda kalman zor görünüyor. Senden başka aday yok, dedi Abay.
– Ama benim itibarım yok, sözleriyle görevi reddetmeyi bir daha denedi Şakarim.
– İtibar hayırlı işlerle kazanılır. Saçma kararlar alırsan itibar kazanamazsın, fakat adaletli olursan saygınlık kendiliğinden gelecektir. Üstelik senin Rusça bilmek gibi bir avantajın da var.
Abay, delikanlının Rusça konusundaki başarısını onu sakinleştirmek için abartmıştı. O, Şakarim’e nahiye müdürünün neler yapması gerektiğini bir daha anlattı.
– Mücadele kolay olmayacak. Bizim aileden başka iki parti daha kendi adamlarının seçilmesini isteyecek. Toprak işlerini idare ederek zenginleşmeyi ümit ediyorlar. Öyle insanlar yönetime sokulmamalı! Sen doğrudan seçimlere katılmak zorunda da kalmazsın, çünkü senin nahiye müdürü olmak için henüz genç olduğunu söyleyecekler. Bu iki parti kapışsın bakalım birbiriyle. Aksakallar oylama esnasında ortak fikre gelemediklerinde ise biz, atama yoluyla nahiye müdürü olarak seni tayin etmelerini önereceğiz. Ben ilçe idaresiyle konuştum. Obamızda büyük işler çevirenlerin hiçbiri neyin ne olduğunun farkına bile varmaz.
Şakarim, Abay’ın ilçe idaresinde sayıldığını ve seçimlerde zahmetsizce destek sağlayacağını biliyordu. Rus memurları okuma yazması az ve dürüstlükten uzak olan nahiye müdürleri arasında Abay’ı çoktan fark etmişlerdi. Gerçi Semipalatinsk memurlarının bir kısmı onun adalet ve halka doğru dürüst hizmet konusundaki konuşmalarından tedirgin oluyordu. Hümaniter görüşler Rusya’da da küçük burjuva arasında henüz yaygınlık kazanmamışken söz konusu fikirleri bir asilzade oğlu olsa bile dünyevi eğitim almamış ve Rusçayı daha yeni öğrenmiş olan bir bozkırlı izah ediyordu, fakat Abay’ın adil yönetim konusundaki düşüncelerinden hoşlanan memurlar da yok değildi. Rusya yönetimi bozkırda soygunsuz, yağ-masız ve isyansız bir düzen ve nizam görmek istediğinden ve Abay zahiren rejime bağlı bir insan olarak göründüğünden ilçe idaresi ondan ümitliydi. Onun Çarlık siyasetinin sadık yayıcısı olup olmayacağı henüz belirsizdi, fakat o, bozkır örf ve adetleriyle geleneksel hukuk uzmanıydı, göçebe halkın yanı sıra boyların itibarlı kişilerini çok iyi tanıyor, onların niyetlerini, entrikalarını, zeki hamlelerini kolaylıkla anlayabiliyordu. İşte bu yüzden ilçe memurları (onların tutumu, tabii ki askerî valinin bilgisi dâhilinde gerçekleşmekteydi), nahiye müdürleri seçimi de buna dâhil olmak üzere belirli etkinlikler konusunda Abay’ın fikrine göre hareket etmenin doğru olacağı kararına varmışlardı.
Şakarim aynı zamanda Abay’ın tüm kış ve ilkbahar boyunca soylu akrabalarını Akşokı’daki evinde kabul etmek daha sonra da boyun soylu temsilcilerinin obalarına gitmek suretiyle onlarla Rus yönetimiyle karşılıklı ilişkiler hususundaki detayları ve gelecekte şehir tüccarlarıyla yapılacak ticaret konusunu görüştüğünü biliyordu.
Bir Haziran günü Şakarim, dedesinin hayır duasını almak üzere Kunanabay’ın obasına gitti. Kazaklarda hiçbir ciddi işe “batasız” (hayır duasız) girişilmez. Kunanabay, zeki ve bilgili Şakarim’in aile geleneğini devam ettirerek bozkır hayatını yöneteceğine çok sevindi.
– Dinle diyeceklerimi. Sen ciddi bir göreve başlıyorsun, halkın işleriyle uğraşacaksın, fakat insanların saygısını kazanmadan hiçbir şey kazanamazsın. Saygıyı kazanmak içinse dürüst ve adaletli olmak gerekir.
İhtiyar avuçlarını yüzüyle sakalına sürdü ve:
– Gençliğimde ben Allah’a: “Bana mutluluk ver. Mutluluğu bulduğumda bana zenginlik ve iktidar ver. Halka hizmet ettiğim sürece günahlarımı bağışla, fakat eğer zenginliği ve iktidarı halkın iyiliği için kullanamazsam beni bu dünyadaki en mutsuz iki ayaklı yap.” şeklinde yalvarıyordum diye sözüne devam etti.
– Çok mutlu olmalısınız, dede. Birçok kişiye iyiliğiniz dokundu, dedi Şakarim.
İhtiyar iç çekerek gözlerini aşağı indirdi.
– Sen benim için özelsin. Sende rahmetli oğlum Kudayberdi’yi görüyorum. İşlerimi ona devretmeyi o kadar çok istiyordum ki. Ona o kadar çok ihtiyacım vardı ki! Uruk başkanı olunca ben insanlara yardım ettim, fakat darbeler aldım. Boğazıma yapışarak benimle çatışanlar akrabalarımdı. Saygınlığımı kıskananlar kim? Akrabalar. Düşman dışarıdan değil, içeridendi. O bendendi ve dışarıdaki düşmandan daha beterdi.
Torun, dede nasihatinin her kelimesini hafızasına yazdı. Bu kesindir, çünkü soylu Hacının vecizelerini aile mensuplarına, akrabalara tekrar tekrar anlatarak sonraki nesle aktarmış olan Şakarim’dir. Söz konusu özdeyişler Şakarim’in oğlu Ahat’la sülalenin başka genç temsilcilerinin yazılı açıklamalarında kayıtlıdır.
– Ben her zaman sırtımı halka dayıyordum. Zor anlarımda beni halk kurtarıyordu. Sen de iyi niyetli insanlara hep iyi davran, geçim sıkıntısı çeken insanlara, gerektiğinde iktidarı da kullanarak, yardım et. İnsanları, sana karşı çıkmış olsalar bile, hiçbir zaman kötü karşılama.
Kunanbay’ın verdiği hayır duanın genel niteliği göçebeliğin ruhuna uygundu. Belirli kuralları idrak etmek kolaydır. Bunun neresi zor ki? Fakat dünyanın bazen dayanılmaz olan kusurlarıyla gönlün saf bir şekilde arzuladığı mutluluğu uzlaştırmayı herkes başaramaz. Kazakların iç dünyası derin genel hükümlere ve çok derin anlamlara son derece duyarlıdır. Şakarim, söylenmek istenen her şeyi anladı ve akrabalarını mutlu etmeyi arzulayarak kendisine hayır dua ederken Kunanbay’ın şefkatini yüreğinde hissetti. Hayır dua aldıktan sonra delikanlı seçimlere gitti.
1878 yılında nahiye müdürleri kongresinin yapılacağı yer olarak Abay’la Şakarim’in obalarından yirmi mil uzaklığındaki Eralı vadisi civarı belirlendi. Yürürlükteki kanuna göre kongrenin yeri ve tarihi, Kazakların “oyaz” dedikleri ilçe başkanı tarafından belirlenirdi. Nahiye müdürüne ise Kazaklar “bolıs” derlerdi. Aslında kongre yerini nahiye müdürü önerirdi, ilçe başkanı ise bu öneriyi onaylardı.
Seçim gününde Şıngıs nahiyesine giren on iki oba, seçimin yapılacağı yerde birkaç çadır kurarak yemekler hazırladı, sofralar açtı. Üç yüzün üzerinde insan toplandı. Ancak öğleden sonra iki atlı eşliğinde faytonla gelebilen ilçe başkanını çok beklediler.
İlçe başkanı Kareyev’in yanında söz konusu dönemde askerî valinin evrak işlerine bakan Losevski adlı memur vardı. O, Abay’ı fark edip selamlaştı ve onu ilçe başkanının yanına getirdi. İlçe başkanı Abay’a teveccüh göstererek biraz sohbet etti. Sosyete selamlaşması kalabalığın gözünden kaçmadı.
Yöneticilerin yanında tercümanla biri memur, ikisi komiser olmak üzere toplam üç polis bulunuyordu. Hazırlık için fazla zaman harcamadan seçimlere geçildi. Çadırların yanına ufak bir masayla idarecilerin oturacağı birkaç bank koydular. Polis memuru komiserin yardımıyla masanın üzerine bir tarafı siyah renge boyalı iki kısımdan oluşan bir kutu yerleştirdi. Kazaklar güzel bir görüntü oluşturarak gruplar halinde etrafına oturdular.
Şıngıs nahiyesinde ellibaşı konumunda olan yedi kişi öne doğru çıktı. Onlardan her biri, mevcut duruma göre, elli çadırı temsil ediyordu. Uygulamada seçmenler çadırına büyük ailenin tüm üyelerinin yanı sıra onların işçileri de dâhil ediliyordu. Bu yüzden ellibaşı konumundaki kişinin bazen birkaç bin kişiyi temsil ettiği de oluyordu. Esasında birer seçmen olan bu ellibaşı konumundakiler oylarını demokratik çoğunluk sistemine göre kullanmak zorundaydılar.
Kolej kâtibi olan ilçe başkanı Pavel Kareyev bu tür seçimleri yönetme tecrübesine sahip olmadığı için seçimi idare etme hakkını Vladimir Losevskiy’ye devretti. Adaylar belirlenmeye başladı. Şakarim, Abay’ın görebileceği bir yerde bulunmaya çalışarak, süreci dikkatle izliyordu. Abay’ın dediği gibi mücadele adaylarını öneren iki parti arasında geçiyordu. Zeki ve kurnaz Losevskiy bir ilçe başkanına, bir olan biteni yorumlamakta olan izleyicilere bakarak önerilen adayların isimlerini kayda geçirdi. Kazaklar, adayları her açıdan müzakere ediyorlardı. Birisi yüksek sesle adayların hiçbirinin nahiye müdürü olmak için gerekli niteliklere sahip olmadığını söyledi. Yanında oturanlar ona itiraz ediyordu.
– Şu anki nahiye müdüründen hiç adalet yüzü göremedik. Vergilere boğdu bizi. Onun yüzünden o kadar harcama yaptık, diyordu biri!
Polis memuru ayağa kalkarak halkı nizama davet etti. Vladimir Losevskiy ortalığın sakinleşmesini büyük bir sabırla bekledi. Daha sonra ellibaşı konumundaki seçmenleri masaya davet etti ve onlara birer ahşap top vererek çok da karmaşık olmayan oylama sürecini anlattı. Sibirya Komitesi’nin yürürlükteki yasasına göre oylama toplarla yapılmalıydı. Seçmenler, oy verecekleri adaya göre topları kutunun ya siyah tarafına, ya da beyaz tarafına atmalıydı. Top sayısı fazla olan seçimi kazanıyordu, fakat sayı aynıysa son kararı ilçe başkanı verecekti. Losevskiy kutunun üzerine siyah bir kadife kumaş örttü. Ellibaşı konumundakiler sırayla masaya doğru gelip kimselerin görmemesi için ellerini kadife kumaşın altına sokarak topları kutuya atmaya başladılar.
Oylama sona erdi. İlçeden gelen komiserler balonları saydı ve Losevskiy ciddi ve vakur bir şekilde kalabalığa her iki aday için aynı sayıda seçmenin oy kullandığını duyurdu. Tesir edici bir duraklamadan sonra o sözlerine adayların topladıkları oy sayısının eşit olması sebebiyle seçimin geçerli sayılamayacağını ekledi. Tercümanın bu duyuruyu kalabalığa aktarmasından sonra sesler yükseldi.
Heyecanlı müzakereler başladı. Söze Abay karıştığında ise sesler kesildi. O ilçe başkanına bakarak Rus dilinde şöyle dedi:
– Ben nahiye müdürü olarak şu genci tayin etmenizi rica ediyorum. Onun adı Şakarim, kendisi Kudayberdi’nin oğludur.
Abay, Şakarim’i halkın görebileceği yere çıkardı ve kalabalığa seslenerek:
– Şakarim’i seçsinler. Hepiniz onu tanıyorsunuz. Ben burada Kudayberdi’nin birçok dostunu görüyorum. O nahiye müdürüyken siz zengindiniz, barış ve birlik içinde yaşıyordunuz. Şimdiyse parçalanmış durumdasınız. Sizleri parçalayan seçimdir. Ancak bir atama sizi barıştırabilir, fakat güvenilir, rüşvetçi olmayan, yani tıpkı Kudayberdi gibi birine ihtiyaç vardır. Onun oğlundan daha iyisini bulamayız.
Birden en coşkulu hatipler bile Şakarim’in adaylığını onayladılar. İnanılmaz gibi, ama Şakarim onlardan övgü dolu sözler işitti. Her şey rüya gibiydi. Şakarim fazla konuşmak durumunda kalmadı. Halkın yeni adaya sıcak baktığını gören ilçe başkanı, askerî valinin evrak işleri sorumlusuyla yaptığı kısa bir konuşmadan sonra Şıngıs nahiyesinin müdürü olarak Şakarim Kudayberdiyev’in tayin edildiğini ilan etti. Herkesten çok sevinen Abay’dı. Seçimler onun uruk içindeki gücünü ve tesirini göstermiş oldu.
“Unutulanın Hayatı” adlı şiirinde Şakarim bu süreci kısaca şöyle anlatmıştır:
Hatiptir o ve ustadır her işte;
Böyle biri, herhalde, bırakmaz dizginleri,
Diye iç çekerek karar verdi dedelerimiz
Boynuma nahiye müdürlüğünü yükleyerek.
Şakarim görevini henüz kongre bitmeden yapmaya başladı. Bazı sorunların anında çözülmesi gerekiyordu. Her şeyden önce ilçe başkanı nahiye müdürüyle onun yardımcısına ödenecek maaşın miktarını belirledi. Aylık tutarının düşük olması yeni nahiye müdürünü oldukça şaşırttı. Vergi miktarlarıysa yüksekti. Çadır başına ödenen vergi tutarı düşmek yerine artmıştı. İlçe başkanının sert ses tonundan itirazın kabul edilmeyeceği anlaşılıyordu. Vergiler parayla ödenmeliydi. Eğer ellibaşı konumundakilere halk vergileri hayvanla ödemişse nahiye müdürü hayvanları paraya çevirmek durumundaydı.
Şakarim halkın vergi borcunun olduğunu biliyordu. Bunun içinde, ellibaşı konumundakilerin güya nahiye müdürlüğü göreviyle alakalı olarak topladığı ve halkın “kara vergi” adını verdiği haraçlar da vardı. Bu aslında yerel vergiydi. Şakarim hızlıca düşünerek “kara vergilerin” halk için ne kadar büyük bir talihsizlik olduğunu anladı. Oracıkta bu verginin tamamen kaldırılmazsa bile makul bir miktara çekilmesi doğrultusunda kesin karar aldı. “Acaba görevimle ilgili masrafları kendi çiftliğimden karşılayamaz mıyım?” diye düşündü.
Asil düşüncelerinden başkanın nasihat niteliğindeki konuşması uzaklaştırdı. İlçe başkanı nahiye müdürünün çarın bozkırdaki gözü ve kulağı olduğunu söylüyordu. Bunun yanı sıra o, nahiyedeki işlerin hükümet siyasetine aykırı düşecek şekilde yürütülmemesi gerektiğini birkaç defa tekrarladı. Aksi takdirde nahiye müdürünün kafasını bizzat kendisi kesecekmiş.
Şakarim sert nasihatlerden hiç etkilenmedi. Aklı daha çok çiftlik sorunlarıyla meşguldü.
MERHAMET ŞİFRESİ
Nahiye müdürlüğü ofisini obasına taşıyan Şakarim, tüm sorunların evde oturarak çözülemeyeceğini hemen anladı. Oba sakinleri, özel olarak çağırıldıklarında bile, nahiye müdürüyle görüşmeye pek de acele etmiyorlardı. Ona sadece zulümlere maruz kalanlar geliyordu.
Genç nahiye müdürüne uzak obalara kadar gitmek zor gelmiyordu, çünkü doğduğu bozkırı dolaşmak onu hiç sıkmıyordu. Bozkır onun mahrem duygularını uyandırıyordu. Geniş alanda düşünmek Şakarim’e daha kolay geliyordu. Ufak tepe silsilelerinin bulunduğu tekdüze, uçsuz bucaksız düzlüğün neresi ilginç, diye düşünülebilir. Ender olarak ağaçlar çukurluklarda küçük ormanlar oluşturmuş durumda. Biraz ötedeki çalılara benzeyen boz benekler birden yamaç boyunca ilerlemeye başlıyor. Bu, akşama doğru çadırların bulunduğu yere dönen hayvan sürüleridir. Bir obadan başka obaya geçerken yol üzerinde bulunan mimarî yapılar sadece etrafı taşlarla çevrili mezarlardır. Gerisiyse şeffaf saflığıyla sonsuz mutluluk duygusu aşılayan sır dolu, ebedî doğadır, fakat mezarlar sadece öteki dünyaya dönüşü simgelemekle kalmaz aynı zamanda göçebelerin kalplerinin kapısını çalan tarihin ta kendisi oluverir. Her mezar taşı Uruğun münferit boyunun tarihidir. Mezar tepesinin ardında hasret dolu nazik bir bedenin yanı sıra tüm soyun bozkır sakinlerinin hafızalarında yaşayan tarihi gizlidir.
Tepe ve vadilerin yanından geçerken Şakarim halkın daha iyi yaşaması için nelerin yapılabileceğini, nahiyede ne tür reformlara ihtiyaç olabileceğini düşünüyordu. Kendisini çevreleyen alanın çapına uygun olarak genel konularda düşünmek istiyordu, fakat aklına bir şey gelmiyordu, gerçi gelmesi de belki imkânsızdı. Rus idaresinin tüzük ve yasaları oba hayatının sığması gereken çerçeveyi oldukça katı bir biçimde daraltıyordu.
Şakarim, kendisini en çok endişelendiren güncel sorunlara dönüyordu. Onun canını en çok sıkan şey, Abay’ın da dediği gibi Uruğun parçalanmasına neden olabilecek iki aile arasındaki düşmanlıktı. O bozkırda barış ve mutluluğun hüküm sürmesini içtenlikle diliyordu. Şakarim belagatini soydaşlarına iyi ilişkileri, müminliği, huzurlu emeği nasihat etmek için kullanıyordu.
– Kıskançlık, hırs, tembellik insan ruhuna aykırı şeylerdir. Bu yüzden Allah’ın verdiğiyle yetin ve dürüstçe çalış, diyordu o genellikle.
– Neden insanları düzeltmeye çalışıyorsun? Sen işlerinle uğraş, iç çatışmalarıysa görmezden gel, diyordu yaşlılar Şakarim’in yaptıklarına anlam veremeyip.
– Gözlerini kapatabilirsin, fakat kalp gözünü nasıl kapatırsın? Dilini tutabilirsin, fakat düşünceyi tutmak imkânsızdır. Niyetler temiz, işlerse hayırlı olmalıdır, – diye cevap veriyordu bozkır bilgelerine has çok süslü genç nahiye müdürü.
1879 yılının ilkbaharında ailede çok beklenen olay meydana geldi. Mauen, Şakarim’in hayatın anlamı hakkındaki düşüncelerini alt üst eden ilk çocuğunu, sağlıklı bir bebek dünyaya getirdi.
Kutlamak için tüm oba toplandı. Kıymetli konuk olarak sevgili Kunanbay dede de teşrif etti. O, çocuğa isim verebilmek için fısıltı eşliğinde uzun süre mısralar üzerinde parmağını gezdirerek Kuran inceledi. Bu tür durumlarda sıkça yaptığı ukalalığa bu sefer yer vermeden Kunanbay ismi kutsal kitapta arayıp buldu ve çocuğa Abusufyan (1879–1925) adını verdi.
Mutluluktan uçacak gibi olan Şakarim, görevini daha yüksek enerjiyle yapmaya başladı. O, oba sakinlerine iyimserlik ve şairlik için daha uygun olan özel bir ilham aşılayarak hiç usanmadan bir obadan diğerine gidiyordu. Aslında insanlarla iletişimde de ilhamın faydası büyüktü. Şakarim’i insanlar gülümseyerek karşılıyor, genç nahiye müdürünü gördüklerine seviniyorlardı, onun hür yaşam hakkındaki konuşmalarını dinleyip sanki önünde en az yüz yıl varmışçasına kurduğu planlarına hayret ediyorlardı.
Şaşırtıcı, ama Şakarim’in müdürlük yaptığı dönemde Şıngıs nahiyesinde gerçekten de refah hüküm sürdü. Nispeten tabii. Komşular otlaklar yüzünden daha az tartışır olmuşlardı. Zayıf çiftlikler güç kazanıp hayvan sayısını arttırma ümidi oluşmuştu. Hayvan hırsızlığı nedeniyle meydana gelen kanlı çatışmalarsa tamamen sona ermişti.
Genel olarak dönemin edebî tasvirlerinden yola çıkarak Tobıktı Uruğu mensuplarının nerdeyse her yıl otlaklar, yaylalar ve kışlaklar için birbiriyle şiddetli bir şekilde çatıştığı düşünülebilir. “Abay Yolu” adlı romanda nahiye müdürleriyle varlıklı hayvan sahipleri fakir boyların zayıf obalarına zarar veriyorlardı. Ancak gerçek hayatta da çatışmalar bu kadar sık yaşanmış olsaydı Tobıktı Uruğundan geriye sadece hatıralar kalmış olacaktı. Aralıksız çatışmalar nedeniyle içten parçalanmış göçebe toplumuysa çoktan dağılmıştı.
Aslında geleneksel Kazak toplumunun dokusu sağlamdır. Onu güçlendiren neydi? Tabii ki her şeyden önce geleneklerdir. İnsanlar tahmin edilenden daha çok yolculara kapılarını açıyor ve muhtaç soydaşlarının karnını doyuruyorlardı. Zenginlerin de sanki ejderhalar gibi fakirlerin elinden malını, hayvanını, otlaklarını almadığı kesindir. İyilik ve merhamet geleneksel toplumda sadece lafta değildi, çünkü nesilden nesile aktarılan göçebe yasaları büyük önem taşıyordu. Kazak halkının efsanevî sabrı ve zor dönemleri sebatkârlıkla atlatma imkânı veren sağlamlığı buradan geliyor.
Günümüz edebî eserlerinde de Kazaklar hakkında aralarında birlik olmayan insanlar şeklinde bir düşünce mevcuttur. Aslında genel olarak halk böyle değildir. Asırlarca Kazak halkı içinde karşılıklı yardımlaşma geleneği varlığını sürdürmektedir. Zengin uruk sahipleri Uruğun güvenliğini her zaman düşünmüş, muhtaçlara ilk olarak yardım eli uzatmışlardır. Esasında onlar kendi saadetleri için olduğu kadar tüm Uruğun refahı için zenginleşiyorlardı.
1879–1880 yıllarının kış mevsiminde göçebe halk yeni imtihanlardan geçmek zorunda kaldı. Aşırı soğuklarla buzlanma sebebiyle oluşan yem yokluğu ve hayvan ölümü kıtlığa neden oldu. Kazaklar genelde kış için yem stoklamaz adına “tebin” denilen kar altındaki kışlık otlağa güvenirlerdi. “Tebin”, tepmek anlamına gelen Kazakçadaki “tep” sözcüğünden türemiştir. Buzlanma olduğunda hayvanlar toynaklarıyla karın altındaki geçen yıldan kalan otlara ulaşamazlar.
Göçebe hayattaki kıtlık modern devletlerdeki ekonomik kriz gibidir. Rus idaresinin hesabına göre o yılda Kazak bozkırında 12,7 milyon hayvan ölmüştür. Bu toplam hayvan sayısının %80’idir. Akmola vilayetinde 820, Turgay vilayetindeyse 1,5 milyon hayvan ölmüştür. Semipalatinsk vilayetinde kayıp daha azdı, Şıngıstau’da ise soğuklar ancak bir hafta sürdü. Hayvanları da bu korudu.
Şakarim görevinin ilk yılında, Abay’ın tecrübesinden yola çıkarak, sanki kıtlığın olacağını hissetmişçesine nahiyedeki ot biçme işini düzene koymaya başladı. Bundan birkaç yıl önce Abay, Akşokı’daki çiftliğinde, bir Rus dergisinden okuyup öğrendiği yem ambarlama yöntemini denemişti. Otun biçilmesinden sonra Abay yemlik otu ufalama talimatı verdi. Ufalanmış otu bir çukura koyup sıklaştırdılar ve üstünü budaklarla, otlarla kapatıp tuz serptikten sonra toprakla örttüler. O sene Abay stokları unuttu. Kış sert olmadığından hayvanlar “tebin”le beslenebilmişlerdi. Bir sonraki kış ambarlama çukurunu açtıklarında aile mensuplarının şaşkınlığı görülmeye değerdi. Yem, sanki yeni biçilmişçesine tazeliğini korumuştu.
İlk fırsatta Şakarim de yem ambarlama işiyle uğraşmaya başladı. Biçilmiş otların bir kısmı kurutuldu. Geriye kalan kısmı Abay’ın yöntemine göre çukura kapattılar. Kışın ayazında her ikisi de işe yaradı. Soğuklar daha fazla devam etseydi felaket kaçınılmazdı. Yine de kıtlığı önceden tahmin edebilmesi, Şakarim’in saygınlığını önemli ölçüde arttırdı, ona kendisinin hiç aldırış etmediği geleceği görebilen adam unvanını kazandırdı. Kışın o, obaları dolaşmaya devam etti, çünkü çiftliklerin durumu endişe vericiydi. Hemşerileriyle ilginç sohbetler yapıyor, ihtiyarlara ailelerinin şecere detaylarını soruyordu. Hem en basit, hem gerçekten evrensel konularda bilgili olduğu açıkça görünüyordu. Abay hakkında, daha doğrusu onun derinliği, ifade gücü ve fikir doğruluğuyla her Şıngıstav sakinini etkileyen şiirleri hakkında konuşuyorlardı.
Soğukların gelmesiyle Şakarim, Karaşokı’daki kışlağına kapandı. Çiftlik işleri kışın da azalmıyordu. O, eşyaları tamir ediyor, hayvanlar için ek yapılar yapıyor, koşumların demir parçalarını çekiçliyordu. Akşamların birinde zamanı faydalı kullanmak için ufak bir kütüphane oluşturmaya karar verdi. Kitaplar uzun süreden beri sevgiyle ve özenle toplanmaktaydı. Kazaklarla diğer Türk halklarının tarihini yazma isteği kaybolmadı. Bu istek aksine daha da güçlendi ve gerçek boyutlar kazandı. Abay’ın da yardımıyla elinde gerçek bir araştırmacı gibi dikkatle incelediği Arap tarihçilerinin kitapları da vardı.
Abay ona; Abülgazi Bahadır Han’ın “Türklerin Soy Kütüğü”, Nacip Gasımbek’in “Türklerin Tarihi” ve Türklerin tarihiyle ilgili bilinen en eski eser (XI. asır Türk edebiyatı) olan Yusuf Balasaguni’nin “Kutadgu Bilig”, yani “Mutluluk Veren Bilgi” adlı şiir kitabı gibi konuyla alakalı birkaç kitap daha temin edecekti.
Vaat edilen tarihî eserleri beklerken Şakarim İslam tarihçisi ve halife döneminin ilahiyatçısı İbn et-Tebari’nin “Târihu’l-Ümem Ve’l-Mülûk”, yani “Peygamberler ve Hükümdarlar Tarihi” adlı meşhur kitabını tekrar tekrar okumayı severdi. İslam historiyografisinin babası kabul edilen İbn et-Tebari söz konusu eserini 914 yılında tamamlamıştır. Şakarim’de biri Arapça, diğeri Eski Türkçe (Çağatayca) olmak üzere kitabın iki nüshası vardı. Onların karşılaştırılmalı incelemesine o, birçok akşamını ayırmıştır.
Otobiyografi niteliğindeki “Unutulanın Hayatı”nda şu satırlar yer almaktadır:
Bilimin gücüne inandım ben cesurca,
Kolumu sıvayıp işe koyuldum
Ve kalbim serbestçe şarkı söylemeye başladı
Üzerimden kirli tozu temizleyince.
Şarkı ve söz yazarken döktüm ter
Yeni bir anlam kazanır söz diye
Özel bir özenle
Hür düşüncelerimi teyit ederim.
Hafız, Firdevsî, Sadî, Fuzulî, Nizamî gibi doğulu şairlerinin el yazması şiirlerinin kopyaları raftaki en güzel yerleri almışlardı. Onların yanında beyaz kâğıtla kaplı “Binbir Gece” kitapları vardı. Üst rafta Kuran bulunuyordu, sonrasında İslam hukukuna göre, tıpkı annesi Tölebike’de olduğu gibi “İslam İbadeti” ve “Muhtasarın” yer alıyordu.
El yazma kitapların arasında okumuş Kazakların kendilerince Kunfuzı (vurgu son hecede) dedikleri Konfüçyüs’ün özlü sözleri de vardı. Sıkı bir iplikle tutturulan kitabı Abay ona akılda kalan bir nahiye müdürleri kongresinden sonra hediye etmişti. Kış akşamları yağ lambası ışığında Çinli bilgenin hikmetli nasihatlerini okurken onların kendi hayat prensiplerine yakınlığı Şakarim’i hayrete düşürüyordu.
“Gerçek iyilik insanın yüreğinden çıkar. Tüm insanlar iyi olarak doğar,” cümlelerini okuduktan sonra o: “Hakikaten öyle!” diyordu yüksek sesle.
“İnsanların ne söylediğini bilmeden onları tanımak imkânsızdır. İyi bir insan gördüğünde ondan daha iyi olmaya çalış. Kötü birini gördüğünde kendi kalbini tanı.” diye nasihat ediyordu Konfüçyüs.
Nahiye müdürlüğü tecrübesi o kadar çok fikrin doğmasına neden oldu ki Konfüçyüs’ü okurken Şakarim bir anda, tıpkı sıtma sayıklaması gibi kafasında beliren sözleri hızla yazıya geçirmeye başladı. “Yalan konuşmayı kendisine yasaklamayan kötü niyetten kendisini alıkoyamaz.” diye yazmıştı o. Konfüçyüs’ün kitabını açınca cevabı anında bulmuştu: “Küçük bir mum yakmak karanlığı lanetlemekten daha iyidir.”
“Gerçekten de öyle. Karanlık halkı ne kadar tenkit etsen de onun eğitimine hiç olmazsa ufak bir katkıda bulunmadığın sürece hiçbir şey değişmeyecektir,” diye düşünüyordu Şakarim. O günden itibaren genç nahiye müdürü filozoflarla şairleri okurken kafasında oluşan fikirleri yazıya geçirmeye başladı ve onları yıldan yıla çoğaltarak hayatının sonuna doğru “Anlamlı Sözler” adı altında topladı.
Oluşturduğu kütüphaneyle Şakarim sonraki dönemlerde hep gurur duymuştur. Kitapların sayısı fazla olmasa bile onların her biri inciyle altından daha değerliydi. 1905’te yazdığı şiirlerinden birinde o, kitaplar dünyasına dalarak asırların bilgeliğini ne şekilde benimsediğini şöyle anlatmaktadır:
Türkçeyi çok iyi biliyorum gençliğimden,
Bilgi onda toplanmış epey.
Ben usanmadan okudum ve aydınlık
Aniden parladı sıra dışı ışıkla karanlığın içinden.
Şakarim’in manevi yükseliş basamaklarını bilimlerin çevrildiği Türkçenin yanı sıra kâinatın sırlarıyla ilgili şiirler ve temizlenme istiaresi olarak Rusça oluşturuyordu:
Doğunun şiirleriyle uyandım.
Dünya sırrı derin bir aynada gibi
Açıldı bana. Gayretle Rusça öğrendim,
Cahilliğin kirini onunla temizledim.
Şakarim, yine şiir yazmaya başladı ve bu uğraşını artık hiç bırakmadı. Şiirler hava kadar, düşüncenin aralıksız çalışmasını sonlandıran bir tür hal billurlaşması kadar, göğsü sıkıştıran sözlerden kurtulmak için ihtiyaç duyulan hacimli ve lakonik kalıp kadar gerekliydi. Bozkırdaki şiirsiz ve şarkısız yaşam çok alelade olurdu.
Şiir yazdıktan sonra o, mutlaka eline dombıra alıp mısraların ritmine uygun melodi oluşturmaya çalışırdı. Şiirlerini dombıra eşliğinde söylerken onları emsalsiz, sadece kendine özgü biçime sokuyordu. Şarkıları kolaylıkla akılda kalır nitelikteydi.
O yıllarda Şakarim henüz dramatik eserler yazmayı çok arzulamıyordu. Hayallerle yaşamıyor, bulutların üzerinde uçmuyor, uçsuz bucaksız ve gizemli bozkır sakinlerinin meyilli olduğu fantezilerle de beslenmiyordu. Hayal ürünleri onlar için sadece akıl oyunu değildir. Kazaklar yazdıkları hikâyelerde kendilerini her zaman ya yaratıcı kimse, ya kahraman şeklinde hayal edip mevcudiyetlerine bu şekilde bir açıklama getiriyorlardı, fakat Şakarim mit dünyasına dalma mizacından uzaktı. Onun şiirleri sanatsal gizemden ziyade felsefeyle doluydu. Hayat ona somut konuları düşünmeyi öğretmiş. Nahiye müdürlüğü görevi de bu yönde düşünmeye sevk ediyordu. Koca bir çiftliği yönetmek fanteziler için zaman bırakmıyordu. Canlı ve renkli düşünmek üslubun temelidir ve zapt edilemez. Ancak ilginç konulu iddialı, zahiri yenilikler ve masalsı dönüm noktaları şimdilik aklını meşgul etmiyordu.
Onun şiirleri kesin, kapsamlı ve somuttur. Obaları dolaşırken Şakarim onları cesurca okuyarak halkı müminliğe davet ediyordu. Onun politik hicivleri son derece tesirliydi. Şiirlerinde, Abay’ın geliştirdiği bir gelenek doğrultusunda, davranışları tarafgir dava konusuna hizmet eden hemşerilerine hiç acımadan beşeri kusurları açığa vurmasına rağmen onu dinliyorlardı, ona güveniyorlardı. 1879’da başlayıp sonraki yıllarda eklemeler yaptığı “Gençliğe” adlı uzun şiirinde o, bozkır ayazı kadar sert, yakıcı Temmuz güneşi kadar acımasız:
Kirli oyunlarına uygulama alanı buldular,
Yalan ve kurnazlık dolu dünyaya girdiniz.
Utanç, iyilik ve ölçülülüğe gem vurup
Bakın ne hallere geldiniz.
Şiddetle tartıştılar, kinleriyle halkı böldüler,
Boş bir konuyla herkesin ağzını kapatmaya çalıştılar.
Bugün sizin dostunuz olan yarın düşmanınız
Fakat sanki barışık gibi davranacak.
Şakarim’in bahsettiği kusurlar tüm zamanlar için söz konusudur. Onlar birbirine benzer ve temiz bir hayat içerisinde göze batarlar. Belirli ölçüde cesaret de varsa onları hicvetmek fazla bir çaba gerektirmiyor, fakat şiir karmaşık yaşam tarzı olan ve ağır hayvancılık işiyle uğraşan bozkır insanının gerçek hayatından çok farklı olgudur. Varoluş, onların düşüncesinde ebediyetin alelade iziyse şiir, sönük yaşamı sihirli bir ışıkla aydınlatan mucizenin berrak şeklidir. Bu yüzden Şakarim’in şiir biçimine bürünmüş sade, fakat maneviyat dolu cümlelerinin, tıpkı Abay’ın şiirleri gibi herkesçe sevilmesine şaşırmamak gerekir:
Onur, merhamet, nezaket nerede?
Dağınık gruplar halinde geziyoruz her yerde
Umursamaz davranıp “tüm bunları gördük” diye.
Cahiller, soydaşlara yararınız nerede?
Gerçi “Gençliğe” adlı sert ve acı nutukta nefretle karşılanması gereken ahlaksızlıkların yanı sıra akrabaların Abay’a davranışları da konu edilmektedir. Şakarim, ilk büyük eserlerinden birinde ona göre günlük yaşamdan uzak bilgelere de, yaşayarak tecrübe kazanmış çok temkinli ve bencil bozkır riyakârlarına da hiç benzemeyen, tamamen ayrı bir düşünür olan öğretmeninden başka kimden bahsedebilirdi ki?
Abay akıl satan adamdır,
Ne değerler uzun süredir bekliyor onda.
Şifreyi biliyorsan al, o her şeyi bedava verir,
Hiç kimse onu tüketemedi daha.
Şakarim, ona sonsuz hürmet ve hayranlık duyuyordu. Genç Şakarim’e göre göçebe yaşamı bu kadar zengin çeşitlilik içinde tasvir etmeyi, bu kadar şairane bir biçimde anlatmayı, Abay kadar henüz hiç kimse başaramamış, dünyanın karmaşasını hiç kimse, Abay kadar derinden anlayıp betimlememişti. Abay’ın zekâsı kıymetli fikirler hazinesiydi fakat ona ulaşmak için büyük çaba sarf edilmelidir. Bunun için insan, Abay’ın yolunu bilmeli ve sonuna kadar bu karmaşık yolda yürümeyi arzulamalı. Şakarim’in çağrısının anlamı işte bundan ibaretti.
Şakarim, akrabalarının şair-öğretmenin değerini anlamamalarına gerçekten hayret etmektedir. O, Abay’ın gelecekteki yalnızlığını önceden sezmiş gibidir.
İnsanlarda makul bir şey bulmak imkânsız
Onlar birbirine merhametle yardım edemez.
Kendi Abay’larından bile onlar hoşlanmaz.
Kara cahiller acaba onlardan nereye kaçsak?
Şakarim’in öğretmeni Abay’ı taklit ettiği ilk şiirleri, tabii ki, Abay’ın eserleri kadar şaşırtıcı derecede umulmadık değildir. Öğrencinin düşünceleri daha çok tahmin edilebilir nitelikteydi fakat şiir severler ondan da hakikaten dâhiyane şiirin keskin ve büyüleyici gücünü bekleme hakkına sahiptirler. Buna rağmen Şakarim insanın hayal gücünü şaşırtan iddialı ve zahirî yeniliklerle ruhu sarsan gizli düşüncelerin peşinde koşmuyordu. O, sözlerinin doğru algılanmasının peşindedir. Eserleri gelişigüzel okunduğunda Şakarim, didaktik eser veren bir şair şeklinde nitelendirilebilir, fakat bu hatalı bir vasıflandırmadır.
İKİNCİ BÖLÜM
ÜÇ DURUM YASASI VE MANEVÎ GEZİNTİ
HAYAL AKININDA VE HAYAT LABİRENTİNDE
Nahiye müdürlüğü görevinin üçüncü yılındaydı. Şakarim birden görevinden ayrılmanın üzücü olduğunu düşünmeye başladı.
İlk zamanlarda o nerdeyse her ciddi konuyu Abay’a veya diğer amcası olan İskak’a danışıyordu, fakat zamanla yükümlülüklerini benimsedi, mevsimlik göçleri son derece zekice planlamaya başladı. İdareden memnun olmayanların sayısı eskisi gibi azalmıştı ama bazı aile reisleri bildikleri gibi hareket etmeye çalışıyor, yandaşlarını hayvan hırsızlığına teşvik ediyorlardı, fakat Şakarim’in ağırbaşlılığı, özel belagati ve samimiyeti olumlu etki gösteriyor ve genellikle yaşlıları dediğini kabul etme konusunda ikna etmeyi başarıyordu.
Görevinin en zor yanı vergi toplamaktı. Bu işi o ısrarla oba başçavuşlarına yüklüyordu. Buna sebep sadece çadır vergisini ödemeyi reddedip onu toplamaya gelenleri ellerinde sopayla karşılayan bazı kızgın bozkır sakinlerinin davranışları değildi. Zaten çok az hayvanı olan fakir ailelerden bir de vergi talep etmek Şakarim’e dayanılmaz geliyordu, ancak ilçe başkanlığına tüm raporları kendisi veriyordu. Bazen ilçe başkanının nahiyeye gelerek polis komiserleri eşliğinde obaları dolaştığı oluyordu, fakat senede bir defa Şakarim, Semipalatinsk’teki ilçe ofisini ziyaret etmek zorundaydı.
Başkanlık karşısında o kendisini onurlu tutuyor, laf kalabalığı yapmadan Rusça anladığını da sergileyerek net raporlar veriyordu. Memurlar onun çevik zekâsını fark ediyor, vergi hesaplarıyla alakalı olmayan sorularını da cevaplayarak onunla dostane sohbetler yapıyorlardı. Bazen Şakarim onlara Rusya’da meydana gelip de yankıları bozkıra kadar ulaşan şehircililerin sohbet konusuna dönüşen bazı olaylarla ilgili de sorular sorabiliyordu.
Raporla ilgili işlemler her şeyden önce Şakarim’in sakin ve ılımlı mizacı sayesinde güzel geçiyordu. Halk içinde genç nahiye müdürü yönetiminin adaletli olduğu kabul ediliyor, herkes Şakarim’i zeki ve yetenekli idareci olarak görüyordu. İki yıl içinde o daha önce eksikliğini hissettiği saygınlığı da kazanabildi. Bir de onun aklıselim kişiliğine pek de uygun olmayan bir şey oldu. Şakarim âşık oldu.
Genelde o eve kapanır, ilkbaharda ise nahiyenin uzak çiftliklerini denetime çıkardı. Bir keresinde o geceyi bir Nogay obasında geçirmek zorunda kaldı. Tobıktı Uruğu mensupları Kazak bozkırlarına Kazan’dan gelen Tatar (Nogay) asıllı İskak tarafından temeli atılmış obayı bu şekilde adlandırıyorlardı. Kunanbay, Tatar göçmenden hoşlandı ve onu himayesi altına alarak ona otlak olarak kullanabileceği yerler verdi. İskak, küçük kardeşi Mahmut’u da bozkıra taşıdı. Onlar çok çabuk zenginleşti, obaları bile “zenginler obası” olarak tanınıyordu. Mahmut’un büyük ailesi Kazak ortamına uyum sağladı ve Şıngıstav’da artık “yerli” sayılmaya başladı. Aile reisi oluşmuş her türlü sorunu çözmeye yardımcı olduğu Kunanbay’la iyi ilişkiler sürdürüyordu.
Şakarim’i de hayat tecrübesi olan Mahmut, büyük hürmetle karşıladı. Onu başköşeye oturtarak onuruna koyun kesti. Nogay obasının kızları güzellikleriyle meşhurdu. Muhtar Avezov da “Abay Yolu adlı romanında 1892’de Abay’la Dilda’nın sevgili oğulları Abdrahman’ın (Abiş’in) evlendiği Mahmut’un torunu Magrifa’nın çekiciliğini anlatabilmek için birçok kayda değer sanat üslubu kullanmıştır.
Şakarim de bu güzellere kayıtsız kalamadı. Onu Mahmut’un oğlu Ibıray’ın büyük kızı, on yedi yaşındaki Ayganşa’nın güzelliği hayretler içinde bıraktı. Güzel, mevzun endamlı kız, annesine misafir karşılamaya yardım ediyordu. Şakarim gözlerini ondan alamıyor, bundan böyle sihirli rüyadan gelmiş gibi görünen bu kız olmadan yaşayamayacağını hissediyordu. Onunla konuşmayı çok arzuluyordu. Misafirin torununa olan ilgisi aile reisinin gözünden kaçmadı. Mahmut, evli erkeklerin sevdasını hoş karşılamadığını net bir şekilde belirtti. Nogay boyunda birkaç kadınla evlenen kimse yoktu, bu yüzden o, üçer eşe sahip olan Kazak zenginleriyle ilgili şakayı bile yersiz buluyordu.
Şakarim ertesi gün, Ayganşa’yla yüz yüze konuşma imkânı bulabildi. Sohbet Şakarim’in kıza olan hayranlığını daha da arttırdı. Genç adam kızın güzelliği karşısında büyülendi ve onun etrafa yayılan iyiliğini görüp ruhları arasındaki yakınlığın göklerde önceden belirlendiği düşüncesine kapıldı. Şakarim’e bu kızı daha görmeden seviyormuş gibi gelmeye başladı, fakat Ayganşa, annesiyle babasının karşı olması nedeniyle onunla görüşemeyeceğini açık açık söyledi.
Şakarim aynı gün içerisinde Nogay obasından ayrıldı ve daha yeni hissettiğini düşündüğü gerçek mutluluktan mahrum kalacağı düşüncesi bile onu üzmeye yetiyordu. Eşi Mauen’in sitem dolu bakışı geliyordu gözlerinin önüne. Ona ne demeli, bundan sonra nasıl yaşamalı? Çok eşlilik geleneğini uygulama imkânı var mıdır? Ataları dört eşe kadar alabiliyordu, fakat onların aile uyumunu ne şekilde sağladığı (veya ailede uyumun olup olmadığı) konusu onun için bir bilmeceydi. Gerçi ailedeki ilişkilerin yüzeysel tarafından Şakarim haberdardı.
Kendi akrabalarından hiç kimse onun ikinci defa evlenmesine herhalde karşı çıkmayacaktır, fakat bunu zeki ve samimi hayat arkadaşı Mauen’e nasıl söyleyecekti? O “tokal”a, yani “ikinci eş”e nasıl davranacaktı? Ayganşa’nın akrabaları nasıl ikna edilirdi? Onu tekrar görüp göremeyeceğini Şakarim bilmiyordu, fakat gerçek mutluluğa ancak onunla ulaşabileceğini hissediyordu. İnsanın gençliğinde sevdikleriyle birlikte olamaması en korkunç şeydi, ancak kısa bir süre sonra özgür bozkır rüzgârı, ruh dinçliğini alışılmış hale getirdi. Şakarim’in kafasındaki sis de dağıldı. Güneş, oklarını yakındaki tepelere çevirerek batmaya hazırlanıyordu. Şakarim başını kaldırıp doğduğu Şıngıstav’a baktı. Kayalar tıpkı pırlanta gibi parlıyordu. “Bu dünyada niçin yaşıyorum? Sadece doğduğum ve yaşamak zorunda olduğum için mi? Fakat sevmeden, sevdiğine ulaşamadan nasıl yaşanır?” diye soruyordu o etraftaki tepelere.
Çayır kuşunun gökteki ötüşü, kanat çırpan altın kartalın acı sesi doğada sürmekte olan yaşamı hatırlattı. Güneş, sevinçli bir şekilde dünyanın sonsuzluğunu anlatıyordu. Sağda kalan tepe kızılımsı sırtını onun ışınlarına dayamıştı. Öndeki derenin yanında rüzgâr eşliğinde kırmızı yapraklarıyla neşeyle hışırdayan ufak bir orman göründü. Onun coşkunluğu, kendisini artık mutsuz hissetmeyen Şakarim’e geçti. Sadece bir haftalık veya bir aylık bir zamana ihtiyaç vardı ve çözüm mutlaka bulunacaktı.
Kafasında ansızın karşısına çıkan Tatar güzeli ile ilgili mısralar oluşuyordu. Bu, siyah badem gözlerin büyülediği ve gönlünü çaldığı lirik kahramanın duyduğu heyecanı, güneşinse sevgilinin güzelliği karşısında mahcubiyet duyup gözden tamamen kaybolduğunu anlatan oldukça uzun bir şiirdir:
Sen zavallı yüreksin, ateş gibi yanıyorsun,
Fakat ümitlerim boş karanlıktaki dumandır
İrade de, sebatkârlık da, akıl da buharlaştı,
Kalbimde boşluk ve hüzün oluştu.
Neşeye sebep olmadı gözlerime görünmen
Ve büyülü ağlarda şaşırdım ben.
Sen baktın bana başımı döndürdün,
Artık hayatımı sana feda ederim ben.
Halkın nazarında, temiz ve dürüst olan Şakarim’i ikinci kez nahiye müdürü olarak seçtiler.
O dönemde Abay’dan hoşlanmayan bozkır kodamanlarının iftirasıyla açılmış mahkeme davası yüzünden şair dört yıl boyunca Semipalatinsk’e gidip gelmek zorunda kaldı. Şakarim, Semipalatinsk’te zamanının çoğunu daha önce bir okuma odası şeklinde olan ve ilçe idaresinin ek binasında yer alan şehir kütüphanesinde geçiriyordu. Kütüphanenin genişletilmesinde siyasi sürgünler önemli rol oynuyordu. Farklı zamanlarda ceza sürelerini Semipalatinsk’te geçiren Aleksandr Lvoviç Blek, Çernışevski’nin öğrencisi Yevgeniy Petroviç Mihaelis, geleceğin anarşizm düşüncesinin savunucusu ve kuramcısı Apollon Andreyeviç Karelin ve ihtilale meyilli demokrat Nifont İvanoviç Dolgopolov varlıklı insanları hayır işlemeye davet ediyorlardı. Kütüphanenin kurulmasına Semipalatinsk tüccarları Pleşeev’le Habarov, Pavlodar tüccarı Derov ve Krasnodar tüccarı Yudin maddi katkıda bulundular. Kütüphanenin oluşturulmasında siyasi sürgünlere Kolmogorov ve Zemlyanitsın gibi âlimler de yardım ediyordu. Zaten yeni şehir kütüphanesi de 20 Eylül 1883 tarihinde Zemlyanitsın’ın evinde açıldı.
1885 yılının yazında Semipalatinsk kütüphanesini Djordj Kennan adlı Amerikalı gazeteci ziyaret etti. “Sibirya ve Sürgün” adlı kitabında o şöyle yazıyordu:
“Şehrin ortasında içinde ufak antropoloji müzesiyle tüm Rus dergileriyle gazetelerinin yanı sıra oldukça iyi bir kitap koleksiyonunun bulunduğu okuma salonunun yer aldığı sade ahşap bir bina vardır. Böyle bir kitap koleksiyonu aydınları ve onu oluşturanlarla kullananları onurlandırıyor.”
Eski okuma salonunda sadece 274 kitap vardı. Kütüphanenin açıldığı daha ilk seneyse kitap sayısı 750’ye ulaştı. Bunlardan 94’ü felsefe ve sosyoloji, 75’i tarih, 120’si doğa bilimiyle ilgili kitaplar olup 410’u edebi eserdi. Kitaplar 130 kişi tarafından kullanılıyordu. En aktif okuyuculardan biri Abay’dı. Batı ve Rus edebî eserlerini okumak, tahlile dayalı bilimsel araştırma yapmak onun uğraşlarındandı. O, Dreper, Darvin, Bokl ve Spenser’in eserlerini inceliyor, ansiklopedik sözlüklerle danışma kitaplarını okuyordu, fakat en çok ilgisini Rus edebiyatı çekiyordu.
Şehir kütüphanesi sayesinde Abay’la Şakarim sürgün Ruslarla tanıştılar. Özellikle de yazları Şıngıstav’a gelip kendilerini ziyaret eden Mihaelis ve Dolgopolov’la arkadaş oldular.
Aralarındaki dostluk hem Kazak şairi Abay’ın, hem sürgün demokrat Mihaelis’in hayatlarında önemli rol oynadı. Onlar kütüphanenin daha ilçe idaresinin ek binasında bulunduğu 1874 yılında tanıştılar. Abay kütüphaneye uğrayıp görevliye sipariş ettiği Lev Tolstoy’un kitabının gelip gelmediğini sormuştu. Masa başında dergi okuyan Mihaelis bunu duyunca çok şaşırırdı ve Tolstoy’la ilgilenen bozkırlıyla tanışmak isterdi. Abay görüş genişliğiyle onu hayretler içinde bırakır. Sohbete dalmış bir şekilde onlar kütüphaneden birlikte çıkarlardı.
Mihaelis’in Semipalatinsk’te yaşadığı 1882 yılına kadar arkadaşlar kış mevsimlerinde nerdeyse her gün görüşüyorlardı. Daha sonra Mihaelis, Ust-Kamenogorsk’a taşınınca onlar mektuplaşmaya başladılar. 1893’te Abay, Ust-Kamenogorsk’a gidip birkaç gün Mihaelis’in misafiri oldu. Bu olay daha önceleri Semipalatinsk bölgesinin dışına çıkmamış şair için inanılmazdı.
Yazın Mihaelis Abay’ın yaylasına misafirliğe geliyordu. Onlar Şıngıstav’ın ferahlık ve enginliğinin tadını çıkartıyor, saatlerce sohbet ediyorlardı. Ozanlarla müzisyenleri dinliyorlardı. Akşamları yalnız kalarak kitap okuyorlar, sabahlarıysa okuduklarını tartışıyorlardı. 1881 yılının yazında, nahiye müdürü seçiminden hemen sonra Abay, Şakarim’i Mihaelis’le tanıştırmak üzere yanına çağırdı. Çok kültürlü, zeki ve bilgili Mihaelis genç adamı bilgilendirmek için hemen işe koyuldu. Ona coğrafya, tarih ve matematiğe olan ilgisini sorup okuması için kitaplar önerdi. Ayrıca şehre dönünce bazı kitaplar göndermeye söz verdi.
Ömrünün son günlerine kadar Abay ona çok şey öğreten Rus arkadaşından minnettarlıkla söz ediyordu. Mihaelis ona çok iyi bildiği Rusya’nın demokratik hareket tarihini, Rusya halklarının durum analizini, Belinskiy, Nekrasov, Dobrolyubov, Çernışevskiy, Turgenev ve Pisarev’in eğitimle ilgili fikirlerini öğretmişti. Bunun yanı sıra okunması gereken kitaplar konusunda tavsiyeler vermişti. Daha önceleri eline geçen her kitabı okuyan Abay artık arkadaşının önerisi sayesinde Puşkin, Lermontov, Goethe, Dostoyevski, Saltıkov-Şedrin ve Tolstoy’un eserlerini sistematik bir şekilde okumaya başlar. Birkaç yıl içinde okuduğu Spenser, Darvin ve tarihçi Dre-per’in çalışmalarını Abay öğrencilerine anlatıyor, 1881’den itibaren uğraşmaya başladığı çeviri işini sürdürmek için eserler seçiyordu.
Mihaelis’in göndermeye söz verdiği kitaplar Şakarim’in eline sonbaharda ulaştı. Ona basit gibi görünen bu bilimsel kitaplar ilk başlarda ilgisini çekmedi. Şakarim’in daha sonraları oğlu Ahat’a anlattığı şu olay dikkate değerdir:
“Dolgopolov, Mihaelis gibi arkadaşları gelince Abay beni hemen yanına çağırırdı. Ben onlardan çok yararlı bilgiler öğrendim, iyi öğütler aldım. Dolgopolov’la Mihaelis’in sosyoloji bilimiyle ilgili anlattıkları benim için büyük bir dersti ve hâlâ aklımda.”
Münferit grupların çıkar çatışması bir hayli yorucu olsa da Abay’ın da yönlendirmesiyle Şakarim nahiyeyi başarıyla yönetiyordu. O, bozkırdaki olayları dikkatle takip ediyordu, çünkü obalar arasında otlak konusundaki anlaşmazlıklar bazen durduk yere bile çıkabiliyordu. Hayvan hırsızlarıysa birilerinin sürüsünü çalmak için her an fırsat kolluyor gibiydi.
Zıtlıkların doğası hakkında Şakarim sohbet esnasında Abay’ın dile getirdiği fikirlerinden dolayı haberdardı. Söz konusu görüşler “Sözler Kitabı”nda yer almaktadır. Üçüncü Söz’de Abay şöyle diyor:
“Ebeveynler kendi sürülerini çoğalttıktan sonra sürülerle ilgilenme işini çobanlara devredip kendileri doya doya et yiyip, kımız içip, güzellere bakıp, hızlı atları izleyerek bayram havasında yaşamak için durmadan çocuklarının hayvan sürülerinin daha semiz olması için uğraşıyorlar. Bunun sonucunda onların kışlaklarıyla otlakları daralıyor ve onlar nüfuzlarıyla birlikte makamlarını kullanarak, komşularının topraklarını hileyle veya zorla satın alıyorlar. Toprağından olmuş kişiyse kendi komşusunu sıkıştırıyor veya doğduğu yerleri terk etmek zorunda kalıyor. Bu insanlar birbirine iyilik dileyebilir mi? Yoksulların sayısı ne kadar çoksa iş gücü de o kadar ucuzdur. Geçim sıkıntısı çekenlerin sayısı ne kadar çoksa boş kışlakların miktarı da o kadar çoktur. O benim iflas edeceğim zamanı bekliyor, ben onun fakirleşeceği anı bekliyorum. Yavaş yavaş bizim birbirimize olan üstü kapalı antipatimiz açık amansız bir düşmanlığa dönüşüyor ve biz hırslanıyoruz, birbirimizle mahkemelik oluyoruz, gruplara bölünüyoruz, düşmanlarımız karşısında üstünlük elde etmek için nüfuzlu kişileri rüşvet vererek kendi tarafımıza çekiyoruz, mevki için dövüşüyoruz.”
Tüm bunları Şakarim defalarca bilge amcasından duymuştu. Nahiyedeki sorunları çözerek kendisi de tecrübe kazanıyordu. Hizmetinin inceliklerini kavrayınca Şakarim, sınırlı yetkilere sahip nahiye müdürünün göçebe hayatta aslında fazla bir şey değiştiremeyeceğini anladı ve zaman geçtikçe bu görevin kendisine göre olmadığını düşünmeye başladı.
Gerçekten de o dönemde Çarlık idaresi tarafından önerilen yönetim şekli bozkır hayatını geleneksel hukuka göre sürdürmek isteyen çoğu Kazak’ı zorluyordu. İdare, sert bozkır koşullarında güvenli hayatın sağlanması için çok fazla seçenek bırakmıyordu. Üstelik nahiye müdürlüğü görevi vergilerin çileden çıkardığı ve mevsimlik göçlerin geleneksel güzergâha göre yapılmasını engelleyen kuralların öfkelendirdiği Kazak çoğunluğunun tepkisini kazanmaya da neden oluyordu.
Zeki, saygın şahsiyetler gizli lider şeklinde kalmayı tercih ediyorlardı. Nahiye müdürlüğü görevini ise vekiller yürütüyordu. Yönetim gücünün artık eskiden beri bozkırda olduğu gibi şahsi haysiyet ve niteliklerle belirlenmediğini açıkça gören Abay da böyle yapmaya başladı. Kazak kahramanları gibi halkın hoşlanmadığı hanları tahttan indirmek geçmişte kaldı, çünkü artık hanlar seçilmiyordu. Kendi idare yapısını ısrarla tatbik eden Rus yönetimine ise Kazaklarda karşı koyacak güç yoktu.
Bu yüzden de Abay “Sözler Kitabı”nın Kırk Birinci Sözünde şöyle diyordu:
“Kazak’ı eğitmeye, düzeltmeye niyetlenen kimse iki üstünlüğe sahip olmalıdır. Birincisi, büyükleri korkutarak ellerinden çocuklarını alıp farklı bilim alanlarına göre okutmak, ebeveynlerine ise bu eğitimin ücretini ödetmek için büyük mevkie ve nüfuza sahip olmalısınız. Böylece yaşlanan ebeveynlerin işlerini devralacak genç neslin doğru yolda yürüyeceğinden ümit edilebilir.
İkincisi, ebeveynlerden rüşvet karşılığında çocuklarını alarak yukarıda bahsedilen şekilde okutmak için çok zengin olmalısınız.
Fakat kimse günümüz insanlarını korkutacak nüfuza sahip değildir. Tüm ebeveynleri ikna etmeye yetecek kadar zenginlik de kimseye verilmemiştir. Korkutmazsan veya rüşvet vermezsen Kazak’ı herhangi bir konuda ikna etmek imkânsızdır. Babalardan kalarak anne sütüyle geçen cehalet, eti delip geçerek kemiklere kadar ulaşmış ve ondaki insanlığı öldürmüş.
Nasıl yaşanır? Bundan böyle ne yapmalıyız?”
Bozkır yaşamının bu “lanet olası” soruları Şakarim’i rahat bırakmıyordu ve son “Unutulanın Hayatı”nda o, göçebelik dünyası uyumunun neden kaybolduğunu anlamaya çalışarak defalarca nahiye müdürü olduğu döneme dönüş yapıyor. Genellikle Şakarim aile bireyleriyle yakın obalardan gelen misafirlerden oluşan dinleyiciler karşısında açıklıyor düşüncelerini:
Benim cahil halkım,
Sen yoksulları sevindirmezsin.
Söz akını, tıpkı sel gibi yükseklerden gelen
Dökülüyor, kaderleri değiştirmeden.
Benden daha günahsızlar az değildir
Kara cahiller de, okumuşlar da.
Fakat kaderlerin gizemini onlar
Bozkır azatlılarına açıklayamaz.
Yirmi ile kırk arasında
Hayat hep kolay gibi geliyor,
Fakat yıllar geçti boşa…
Cahil halk, talihsiz yoksullar ve şairin tutumunu belirten lirik kahraman kader üçgeninde bir araya gelmiş. O kendisini daha temiz, daha bilgililerle kıyaslamıyor, sadece kaderlerin gizemini açıklamak için bir arayış içerisinde bulunuyor. Boşa geçen yıllarsa boşa harcanmış güçler anlamında da kullanılmıştır.
1882 yazının ortasında Şakarim ıstırap verici endişeler içerisinde kendisinin ve yakınlarının hayatını değiştirecek bir karar aldı. Yalana tahammülü olmayan biri olması sebebiyle o, Mauen’den gerçeği daha fazla saklayamıyordu.
İlk önce o Ayganşa’yla görüştü ve anne babasının onu ikinci eş olarak kendisine vermek istemediklerinden dolayı onu kaçıracağını açıkça söyledi. Şaşırmış gözdesinin itirazlarını ise dinlemek bile istemiyordu. Onun sözleri çok tutkulu, çok kesindi. Eve Şakarim büyük bir heyecan içinde döndü. Artık en zor şeyi yapmalıydı, yani Mauen’le konuşmalıydı. Genç adam girdaba kapılmış gibiydi.
Mauen, Şakarim’i seviyordu, fakat onun içinde kocasının aile geleneğine göre ikinci defa evlenebileceği endişesi hep vardı. Artık bir rakibinin olduğunu anlayınca Mauen’in huzurlu hali yerini kalbine kalıcı bir şekilde yerleşen gönül acısına bıraktı. Mauen’in ikinci eşi kabul etmesinin sebebi geleneklerin baskı yaptığı çaresizlikten kaynaklanmıyordu. Kocasını çok iyi tanıdığı için o, itiraz edip kendi istekleri yönünde ısrarlı davrandığı takdirde eşinin kalbini kıracağını, onu mutsuzluğa iteceğini, kendisinin de mutsuz olacağını biliyordu. Bize ulaşan bilgilere göre Mauen, Ayganşa’yı çadırın eşiğinde karşılayıp öptü ve “Hoş geldin, canım!” sözleriyle içeri götürdü. Yani Mauen birlikte yaşamayı kabul etmiş gibiydi, fakat başta annesi olmak üzere kaçırılan kızın akrabaları çok çabuk gelip evi bastılar. Ayganşa’nın annesi feryat ediyor, bağırıyor, kızını geri istiyordu. Tam bu sırada Ayganşa kararlılığını göstererek kesinlikle dönmeyeceğini belirtti. Şakarim ne yapacağını bilmiyordu. Beklenmedik ziyaretçileri misafir çadırına almayı denedi fakat gürültü daha da arttı. Gelenler kavgaya girişiyor, sıkıştırıyordu. Şakarim’in akrabaları mukavemet göstermeye hazır duruyordu.
Obanın ortasındaki kargaşayı görüp dayanamadı Mauen. “Bu kadar rezaleti görmez olaydım!” dedi o ve eşyalarını toplayıp kaldığı çadırı terk etti. Mauen başka bir çadıra yerleşti ve o günden itibaren ayrı yaşadı. Daha uzak bir yere gidemezdi. Bilindiği üzere Kazak toplumunda boşanmak yasaktı.
Ayganşa’nın kararlılığını gören akrabaları bir süre sonra Şakarim’i kadılar mahkemesiyle tehdit ederek elleri boş gitti. Aile reisinin eşlerine iyi imkânlar sağlayabildiği takdirde geleneksel Kazak toplumunda çok eşliliğin psikolojik sorun yaratmadığını düşünmek mümkündür. Aslında sorunlar vardı ve her ailede farklı şekilde çözülüyordu.
Ayganşa’nın kaçırılması kargaşaya sebep oldu. Abay da üzgündü. Şakarim’in eve ikinci eş getirmesinden ötürü değil, bunu yapma şeklinden dolayı üzgündü. Ayganşa’nın dedesi, Şakarim’in Ayganşa’yı dünür düşmeden kaçırdığına öfkelenip sülalenin başı olması sebebiyle şikâyetle Abay’a gitmişti.
Abay hemen yanına Şakarim’i çağırarak ona daha önce Kazak ve Nogay obalarının arasından su sızmadığını, onların sıkı bir ilişki içinde olup birbirine karşı hep saygılı davrandıklarını hatırlattı. Abay’ın çıkardığı hükme göre Şakarim, Nogay Hacının kızını kaçırdığı için elli deveyle beş yaşındaki yirmi atı suç bedeli olarak ödemeliydi. Her şeyi hesaplayan Abay cezanın beş gün içinde ödenmesi gerektiğini belirtti. Kararı çok adaletsiz bulan ve bu duruma şaşıran Şakarim, annesine gitti. O makul düşünmeye çalışıyor, bunun atalardan kalan gelenek olduğunu ifade ederek adalet istediğini söylüyordu:
– Elli deve cinayet için ödenen bedeldir, fakat ben kimseyi öldürmedim. Bu kadar hayvanı niçin vermeliyim? Üstelik benim bu kadar hayvanım yok.
Abay kararından vazgeçmiyordu, çünkü kızın babası adalet talep ediyordu.
Şakarim’in yapabileceği bir şey kalmadı. Tölebike’nin tavsiyesiyle o, varlıklı amcalarından, yani Abay’ın ağabeylerinden at, inek, koyun topladı, onlara kendi hayvanlarından da ekledi ve dört gün sonra Nogay obasına elli deve bedelinde hayvan ve at sürüsü gönderdi.
Gönderilen sürülerin dışında hayat tecrübesi bol olan Abay bir süre sonra Kunanbay sülalesinden bir kızı Nogay obasından bir delikanlıya gelin verdi. Buna karşılık Nogaylar da kendi kızlarını Kazak obasına vermeyi kabul ettiler ve Kazakların ifadesiyle “bin yıllığına dünür oldular.”
Tobıktı toprağında barış sağlanmış oldu, fakat Şakarim’in ailesinde barış hemen hüküm sürmeye başlamadı. Suç bedelinin ödenmesiyle ilgili hikâye Şakarim’in maddi durumunun iyi olmadığını gösteriyor. O, borçlarını ödemek için hayvan sayısının arttırılması yönünde çabalamak zorunda kaldı. Yani Ayganşa’yla evlenme kararında duygulardan başka hiçbir etken yoktu. Şakarim’le Ayganşa aşklarını kaderin darbelerinden koruyabildiler ve Nogay obasındaki ilk görüşmede oluşan o heyecan duygusunu hayatları boyunca yitirmediler. Onların Gafur (Abdulgafur) (1883–1930), Cebrail (bebekken öldü), Kabış (Abdulla) (1887–1932), Ahat (Abdulahad) (1900–1984), Ziyat (1903–1937) adlı beş oğlu ve Külziya (Kampit, erken yaşlarda yaşamını yitirdi), Jakim ve Gülnar (Güllar) (1912–1970) adlı üç kızları oldu.
ŞAİRİN ENDİŞESİ
Şakarim av için iyi bir tüfeğinin olmasını hayal ediyordu ve bir yıl sonra Abay’ın çadırında yeni bir “vinçester” marka tüfeği görünce onun gözleri parladı.
Bu av tüfeğini Abay, oğlu Magaş için Semipalatinsk’te yaşayan tanıdık bir Rus tüccara sipariş etmişti ve nihayet kullanılması rahat olan “vinçesteri şehirden getirdiler. Tüccar ürünün Varşova’dan getirildiğini söylemişti.
– Abay ağabey, bu tüfeği gerçek bir avcı kullanmalı. Magaş ise henüz üç yaşında, ona sıradan bir çifte yeterli olur, dedi Şakarim.
– Ne kadar gerçek bir avcı olduğunu bilemiyoruz. Önce ustalığını bir göster.
Şakarim “vinçesteri alarak Dogalan Dağı’nın civarına gitti. Şansı yaver gidip karşısına dağ keçisi sürüsü çıktı. İkisini vurdu. Dağ keçilerinin derisiyle etini Şakarim, Abay’ın obasına götürdü.
– Öyle görünüyor ki, “vinçester” tam sana göre. Al, hediyem olsun, fakat avcılıktaki başarıların için değil. Oğlunun doğması onuruna armağanım olsun, dedi Abay gülümseyerek. Şakarim de gülümsedi. Evet, bir ay önce oğlu Gafur dünyaya gelmişti.
“Vinçesteri o nerdeyse hayatının sonuna kadar bırakmadı. 1930 yılında tutuklandığında tüfeğe de el koydular, fakat yaşamının son anları olan 1931’in Ekim ayında geri getirdiler.
Oğlu Gafur’un çocukluk ve gençlik çağlarıyla ilgili hiçbir bilgi bize ulaşmamıştır. Bu yüzden onun korkunç 1930 yılındaki acılara direnen sarsılmaz ruhunun ne şekilde oluştuğunu anlamak zordur. Akrabalarının anlattıklarına göre Gafur ölçülü ve sağlam karakteriyle babasına benzermiş. Babasının ona çok zaman ayırdığı, özel bir dünya görüşü geliştirerek eğitimi ve terbiyesiyle ilgilendiği bellidir. Gafur’un, babası Şakarim’in en sevgili oğlu olduğunu söylemek mümkündür. Zaten Şakarim’e iktidarla yüzleşme esnasında cesurca direnme ve 1931’deki ölüm tehlikesine karşı koyma gücü veren de Gafur’un şiddete boyun eğmezlik sembolü haline gelen ölümüdür.
Gafur’un doğumu, Şakarim’in hayatında belirli bir dönüm noktası anlamına geliyordu. Şahsi çiftliğiyle ciddi bir şekilde uğraşmaya başlamalıydı. Büyümekte olan aileyi geçindirmeliydi. Geleneksel üretim yöntemi koşullarında bu, hayvan sayısının mümkün olduğu kadar arttırılması gerektiği manasına geliyordu. Aileyi refaha götürecek başka bir yol yoktu, fakat sanat yolunun belirlenmesi gerektiği konusundaki sürekli düşünceler Şakarim için en büyük eziyetti. Her insanın hayatını planlarken yaşamını anlamlaştırmayı amaçladığı bir gerçektir. Şakarim hakikati idrak etme, mükemmelliğe ulaşma ve ideal arayışları konusunda usanmadan fakat şimdilik belli belirsiz tarzda düşünüyordu. Felsefesinin bu genel paradigmalarını somut davranış ve eserlerle doldurmalıydı. 1883 yılında biri eski zamanlardan gelen efsaneler, diğeri İslam kuralları olmak üzere iki istikamet onun aklını tamamen işgal etti. Tarihî bilgiler çoktandır, yani o, Kazak aile ve boylarının şeceresiyle ilgili malumatlar toplamaya başladığından beri kâğıda geçmek için can atıyordu. Ataları hakkında, büyük Kazak hanı Abılay hakkında Şakarim birçok unutulmaz hikâyeyi dedesi Kunanbay’dan dinlemişti. Dedesinin eski tarihle ilgili bildikleri açık ve her zaman eksiksiz değildi, çünkü bu malumatlar ona kadar ağızdan ağza aktarılarak ulaşmıştı. Buna rağmen onlar hakikaten canlı bilgilerdi. Şakarim tarafından toplanan şecere bilgileri gittikçe genişleyerek 1911 yılında “Han Sülaleleriyle Türk, Kırgız ve Kazakların Şeceresi” adlı ayrı bir kitap şeklinde yayınlandı.
Ondan önce ise Şakarim, Kazakların eski zamanlardan 1723 tarihindeki Cungar istilasına kadar olan tarihi, ataları, peygamberler, hanlar, hükümdarlar ve kahramanlar hakkında bilgiler verdiği “Kazakların Ataları” adlı uzun bir şiir yazdı.
Daha sonra Şakarim bunun zayıf bir çalışma olduğu yönündeki düşüncesini oğlu Ahat’la şu sözlerle paylaşıyor:
“Gençliğimde ben Kazakların şeceresini yazmaya karar verdim, bu yüzden çeşitli halkların şeceresini okudum ve onların “milli tarih” adı altında çar ve hanları anlattıklarını gördüm. Ben de onları taklit ederek Türk halklarının hanları hakkında şiir yazdım, fakat orada da bilimsel dil kullanılmadı.”
Olabilir, fakat şiirde bilimsel dile ne kadar ihtiyaç vardır?
Hem “Kazakların Ataları” adlı şiirde tarihî bilgiler çok ilgi çekici ve nerdeyse kusursuz görünüyor.
İlgi alanını oluşturan eski zamanlara ait efsaneleriyse Şakarim, Türkçe kitaplardan okuyor, ozanlardan dinliyor, yaşlılardan duyuyordu. Bu şekilde tarihî olaylar bir bütün haline gelince Şakarim, Nartalak’la Aysulu’nun aşkını anlatan uzun dramatik bir şiir yazmayı kararlaştırdı.
İslam’a olan ilgisinin artmasında hayatının son yıllarını akrabalara dinî görüşlerini yaymaya adayan Kunanbay dedesiyle yaptığı sohbetler tesirliydi, fakat o dönemde şiirlerine sufizm unsurlarını katarak tasavvuf şiiriyle ciddi biçimde ilgilenmeye başlayan Abay’la arasında geçen konuşmalar bu konuda daha etkili olmuştur. Akrabalarının manevi doğuşunu düşünen Abay, dinî-ahlakî doktrini Allah aşkı etrafında kuruyordu. Şiirlerinde o Allah’ı bir sevgili olarak görmekte ve bu, tasavvuf kültürünün temel unsurlarından biridir, fakat tüm bunlara rağmen Abay, çileciliği, dünya nimetlerine sırt çevirmeyi, dinsel tören ve ayinlere kesin uymayı gerektiren sufizmi kabul etmiyordu. Sadece bir ayin şeklinde din ona göre değildi. Onun fikrine göre din, insanların ulvi duygularını uyandırmalı, fakat gerçek hayattan uzaklaştırmamalıdır. Abay, sufizm kurallarını o kadar değiştiriyordu ki, şiirlerinde mistik boyut önemli ölçüde kayboluyordu.
Şakarim, Abay’ın şiirlerindeki tasavvufi unsurlar üzerinde derin derin düşünerek onları sevgili eşi Ayganşa’ya yazdığı “Gerçek sevgililer yok oldu.” adlı şiirinde kullanmıştır. Söz konusu şiirde sufizmin geleneksel şekli açıkça görülmektedir. [10 - Sevgili (Kaz. jar) – esasında Allah’tır, hakikat – Yaratan veya Allah’ın varlığını kabul ediş, hakikatin parlak ışığı Allah’ın nurudur.] Daha sonra şair bu şiirini “İmanım” adlı şiir kitabına dâhil etmiştir.
Dinî ifadeye rağmen bu şiiri bir aşk liriği olarak da kabul etmenin önünde hiçbir engel yoktur. Evet, Şakarim aşkın kıza yönelik olmadığını iddia ediyor. O, hakikat ışığına âşıktır, fakat satır arasında gizli bir dünya aşkını anlatma isteği beliriyor ve aşağıda tamamını verdiğimiz eserin esas güzelliği de bunda gizlidir:
Gerçek âşıklar yok oldu
Ölüm onları cesede dönüştürdü
Ve kader yasaları aynı saatte
Beni çıkardı onların yerine.
Bende toplanmış beklediğiniz her şey
Nur yansıması Yârin benimle.
Benim gibi kulu bulacaksınız nerede
Bu kadar sadık âşığı birine?
Ama hayır, kız değildir sevdiğim
Hakikatin en parlak nurudur.
Siz anlamazsınız bu tür aşkı
Sizler için onda bir gizem yok olağanüstü.
O görünmez, yanımızda olsa da.
Bakmak gerekmiyor ona.
Görün onu açık kalbin bakışıyla
Sadece ruhun en gizli mekânlarında.
Kendisinin ortaya çıktığını dünyaya duyuran kahramanda herkesçe beklenen her şey toplanmıştı, fakat herkesten farklı olarak o “açık kalp gözüyle” hakiki aşkı görmeyi başarmıştı ve artık sadakat kalkanına, tıpkı kadınına sadık bir şövalye gibi, hakikatin gerçek anlamının olağanüstü gizemde olduğunu kazımıştır.
Görmek aşkımı isteyerek
Temiz kalbinle git Ona
Ve her şeyini yakarak
Ölümü karşıla.
Sonuna kadar Onun ol emrinde,
Ve Onu bırakma kesinlikle
Nefsine, açık, gizli tutkulara
Yönetmeye seni izin verme.
Fakat mükemmeliyeti yakaladığında,
Bu dediklerimi hatırla
Onun hançeri benim için bal
Soksun zavallı kalbime.
Birçok âşık yaratılsın
Yârin akıttığı kanımdan,
Yeryüzüne dağılsın
Yüreği temiz akıllı insan.
Şeytan kaçıp âşıktan
İyi insan geride bırakıp kötüyü
Cennet olsun bu yalan dünya
Gövdeden çıkıp bozulmuş kan!
Şakarim’de mertliğin en üst noktasını dünyayı “bozulmuş kan”dan tamamen temizleyerek kurtarma fikri oluşturuyor. Şairin ilahi ve dünyevi aşk hakkındaki düşünceleri, öyle görünüyor ki, sadece sufizme has özellikler değildir. Söz konusu fikirler Avrupa Rönesans estetiğini de anımsatmaktadır. Buna benzer “tasavvuf” konulu şiirlerin sayısı Şakarim’de çoktur ve onun şiirlerindeki kritik başlangıçlar çok sık bir şekilde, tıpkı Abay’ın şiirleri gibi, Tanrı’dan ilham alan sufi-şairin dünya görüşüyle damgalanmaktadır.
Manevi arayışlar, sanki maddi dünyadan manevi dünyaya geçişi hazırlarmışçasına, Şakarim’in sanatında zaman geçtikçe daha çok yer işgal etmeye başlar, fakat “tasavvufi” şiirlerinde hâlâ gayet dünyevi duygular yer almaya devam eder. Bunu 1890 tarihli şiirinde de görmek mümkündür. Lirik kahraman göğe uçup da cennete ulaşmadan önce dünyevi aşk düzeyini aşmayı zor başarabiliyor. Cennette onu daha sonra Şakarim’in uğurlarına uzun bir şiir yazacağı Doğu şiirinin sevilen kahramanları Leyla ile Mecnun karşılıyor:
Ben ateş için bir avuç kömür alabilirdim,
Fakat kıvılcım bile kalbi yakamadı.
Ben canımı verdim aşkıma benim
Fakat O reddetti, almadı.
Bedenimi, inancımı o zaman ona verdim,
Hayatımda değerli olan her şeyi
Uzun yıllar boyu topladığım.
Ve tüm bunları o gerek görmedi.
…
Fakat onun ret cevabında başka anlam gizli
Ben bunu hemen anlayamadım.
“Ben sadece öldüğümüzde olurum senin.”
Hilelere aklım ermiyor benim.
Ve öldüm ben. Ve biz yine beraberiz.
Ayrılmaz olduk artık biz.
Leyla’yla Mecnun çıktı bizi karşılamaya
İkramlar hazırlayarak bizim için.
Hayattayken bir araya getirildiğin kişi
Gerçek aşk değil; o
Sevgili, ona aşk kanunu yabancı
Ve verilmemiş ona dindarlık yolu..
Sevgiliye “arkadaş” deme
Tutku sisi geçene kadar,
O şirindir, fakat onun aşkında
Sahtelik var, hile ve yalan.
…
“Gerçek âşıklar kayboldu” adlı bir önceki şiirde ilahî aşk konusu ağırlıktaysa, burada dünyevi aşk söz konusudur. “Beden”, “topladığım her şey”, “tutku sisi”, “sahtelik”, “hile ve yalan” kavramları bunun belirtisidir.
Şakarim yeni dönemde nahiye müdürü olarak seçilmek istemiyordu. Daha sonra o bunu sade bir şekilde ifade etmişti: “Bir sonraki seçimlerde ben adaylığımı koymayacağımı, nahiye müdürlüğü görevinin sadece üzüntü verdiğini, onun yüzünden eğitimime devam edemediğimi açıkladım.”
Müdürlük görevinin getirdiği yükümlülükleri omuzlarından atan Şakarim nihayet uzun süre önce yazmayı aklına koyduğu “Nartaylak ile Aysulu” adlı ilk büyük manzum eserini tamamlayabildi, fakat XVIII. asrın konusunu temel alarak yazılan aşk dramı başarılı olamadı.
Giriş kısmında şair esas konulardan söz ederek ailedeki anlaşmazlığa genelde kadın rakibin sebep olduğunu, ihanet etmenin doğru bir davranış olmadığını, kızı sevmediği birine başlık parası karşılığında vermenin bir ahlaksızlık olduğunu dile getiriyordu. Şair eserinde bu konuların çerçevesinden çıkamamış ve şiirdeki tüm olaylar iki obayla sınırlandırılmış mekânlarda geçmektedir.
Şakarim, sonraki şiirlerine has olan büyük felsefi hükümlere ulaşmayı başaramamış. Sanatsal açıdan da “Nartaylak ile Aysulu” daha sonra yazılmış eserlerle kıyaslandığında zayıftır, fakat birçok araştırmacıyı eserin tarihi şaşırtmaktadır. Tüm yeni baskılarda “Nartaylak ile Aysulu” şiirinin tarihi, Şakarim’in şairliğin zirvesinde olduğu 1929 olarak verilmiştir. Eleştirmenlerin fikrine göre usta biri zayıf bir eser yazmış olamaz. Söz konusu şiirin ilk versiyonunu 1885’te tamamlayan Şakarim onun mükemmeliyetten çok uzak olduğunun farkındaydı. Ahat, babasının şu sözlerini aktarmaktadır:
“Sanatsal açıdan “Nartaylak ile Aysulu” şiiri “Dubrovskiy” ve “Leyla ile Mecnun” şiirlerinden daha zayıftır. Bu, büyük bir ihtimalle, onun aceleyle yazılmış olmasından kaynaklanıyordur, fakat bu şiir piyese dönüştürülürse ilginç olacaktır.”
Kısacası Şakarim, eserinin yeterince iyi olmadığını kabul ediyordu, fakat onun başka bir edebî türe uyarlanabileceği yönündeki ümidini yitirmiyordu.
1929’da Karabulak tepesindeki Sayat-Kora adlı köyde Şakarim daha önce yazmış olduğu söz konusu şiiri mükemmelleştirmeye çalışıyordu, ancak insanın bilge olmasında gençlik hatalarının rolü büyüktür. Onları ortadan kaldırmak veya mükemmelleştirmek imkânsızdır. Yeni bir şiir yazmak daha kolaydır. Şakarim, şiirin mükemmeliyetten uzak biçimini biraz düzeltmeler yaptıktan sonra olduğu gibi bırakmaya karar verdi.
1885 yılının Ağustos ayında Şakarim’in Tobıktı Uruğunun son resmi başkanı olan dedesi Kunanbay seksen bir yaşındayken yaşamını yitirdi. O çoktandır işlerden elini çekmiş, hizmetlerine layık olmadığı düşüncesiyle nahiye müdürlüğü seçimlerine de katılmamayı prensip edinmişti. Son yıllarını dua etmeye, kendine has dinî fikirlerin ve dünya görüşünün anlamını kavramaya adamıştı. Son zamanlarda hastalanmış ve zamanla yataktan hiç kalkmaz olmuştu.
Kunanbay’la birlikte koca bir çağ da yok oldu. Büyük bozkır düzlüğünü etki alanlarına bölen uruk başkanlarının bozkırdaki hâkimiyeti de son buldu. Onun yerine Kazakların nahiye sınırları içerisindeki iyi otlaklarla çayırlar için birbirine düşman olmasına sebep olan yeni bir idari yapı geldi. Uruk başkanları için meçhul olan yetkilerle donatılmış nahiye müdürlüğü görevi için yapılan klan mücadelesi, yerel idarecilere ciddi ölçüde zenginleşme vaat ediyordu. Eski ataerkil kültürün normlarını tutunanlar yeni oyunun kurallarına artık uygun değillerdi. Bu yüzden hükümdarlığı kaybeden, fakat nahiye müdürlüğü görevi için yapılan kavgaya katılıp da onurunu yitirmeyen Kunanbay gibi bir şahsiyetin dünyaya veda etmesi Kazak tarihi devrinin tamamlandığı anlamına gelir.
Hacı Kunanbay’ı İslam geleneklerine göre toprağa verip, taziye yemeğine katıldıktan sonra misafirler seneyi devriye vesilesiyle verilecek anma yemeğine tekrar gelmek üzere dağıldı. Kazaklarda büyük insanların ölümlerinin yılında “as” (aş) adı verilen büyük çaplı anma yemeği düzenlemek âdettendi. Söz konusu aşa Kazak bozkırının çeşitli yerlerinden çok sayıda insan gelirdi. Misafirler için çadırlar kurulurdu. Oyunlar, güreşler, “bayga” adı verilen uzak mesafe at yarışları düzenlenirdi. Çok sayıda hayvan kesilirdi.
Bu geleneğe, yüklü miktardaki masrafları bazı ailelerin kaldıramaması sebebiyle, her zaman uyulmuyordu. Fakat Hacı Kunanbay sıradan biri değildi, onun oğulları da muhtaçlardan değildi. Bu yüzden bozkırda tüm sene boyunca verilmek üzere olan aşın büyük bir ihtimalle 1851’de Kunanbay’ın babası Oskenbay’ın ölüm yılı dolayısıyla verdiği meşhur yemeği geride bırakacağı konuşuluyordu. Bir yıl sonra 1886 yılının Ağustos ayında Kazaklar, babası Kunanbay’ın ölüm yılı dolayısıyla Abay’ın aş vermeme kararı aldığını duyduklarındaysa çok şaşırdılar.
Akrabalarına Abay bu kararı aşa gelecek birçok avare insanı ağırlamak için büyük masrafların yapılacağı, uruk obalarının telafisi imkânsız zararlara gireceği ve sıradan insanların geçim olanağından mahrum kalacağı sebebiyle aldığını açıkladı. “Farz edelim ki biz çok sayıda insana ikramda bulunduk, belki fakirleri de doyurmuş oluruz, fakat ondan sonra insanlar bir yıl boyu nasıl yaşayacaklar? Aştan vazgeçip bir yıl boyu yoksulları doyurmak daha iyi değil midir?” dedi Abay.
O, akrabaların aş için hazırladığı hediyelerle hayvanların Semipalatinsk’e götürülmesi yönünde talimat verdi. Aşı da Şakarim’le birlikte şehir camisinde ibadet edenlere verdi. İmam Kunanbay’ın ruhuna dua okudu. Eşyalarla erzaklar, olması gerektiği gibi, yoksullarla muhtaçlara dağıtıldı.
Abay bununla yetindi ve Kazak toplumunda dedikoduya maruz kaldı. Herkes onu Kunanbay’ın ölüm yılı vesilesiyle yemek vermeyerek asırlarca devam eden ve halkı birleştiren geleneği bozmakla suçluyordu. Fazla uzak olmayan Bayanavul’da yaşayan ve Şakarim’in akranı olan Maşhur Jusup Kopeyev (1858–1931) adlı ünlü şair, Abay’ın kötü bir mizaç sergilediği fikrindedir. Düşüncesini o, Abay’ın “Yaz” adlı şiirine cevaben kaleme aldığı ve 1 Aralık 1889 tarihli “Dala Uvalayatı” gazetesinde yayımladığı yazısında ifade etmiştir.
“Gazete okurlarına duyurulduğuna göre yayımlanmış şiirlerden biri Kunanbay’ın oğluna aitmiş. Şiirden şairin fakir olmadığı anlaşılıyor, fakat onun halk için faydalı işler yapmayı arzuladığı belli olmuyor… Biz Ibıray (İbrahim) efendinin sanatının Kunanbay’ın sanatından üstün olduğunu duyduk. Ve madem o zengin olduğunun altını çiziyor, bunu somut olarak teyit etmelidir… Biz bugün Kunanbay’ın hayatta olup olmadığını anlayamıyoruz. Kunanbay’ın yaşadığını söylemek için onda canlı insana has davranışları görmeliyiz, fakat göremiyoruz. Eğer o öldüyse bu durum duyurulmalıdır, ama o da yok.” diye yazıyor Maş-hur Jusup Köpeyev.
Maşhur Jusup böylece alaylı bir şekilde Abay tarafından yapılmış sözde hatayı ima ediyordu. Geleneğe göre saygın kişinin ölüm haberi komşular aşa davet edilerek duyurulur. Davet yoksa demek ki kimseye ölüm haberi verilmemiştir. Dolayısıyla kimse ölmemiştir veya ölen kişi tanınan biri değildir.
Kunanbay’ın evlatlarını cimrilikle, aş için harcama yapmak istememekle suçlayan başka insanlar da vardı. En çok da Abay’la Şakarim’in şiirlerinde bozguna uğrattığı kişiler öfkeleniyordu. Onların hoşnutsuzluğunu şiir daha çok arttırıyordu, çünkü Kunanbay’ın oğluyla torununun kaleme aldığı eserlerin gün geçtikçe artan şöhreti sayesinde söz konusu faaliyet adamlarının tarihte birer zalim olarak kalma olanağı zaman ilerledikçe fazlalaşıyordu. Daha sonra Abay tüm saldırılara “Kureku Sakinlerine Cevap” şeklinde tanınan hicivli bir şiirle karşılık verdi:
Parçalanmış alınların bahtsız sahipleri,
Öyle gideriz, zayıf düşünce de yaşamı sözsüz bırakırız.
Kâğıt kurşunlardansa kimse ölmüyor,
Yaşam boyunca biz övüngenler için hedefiz.
Tuhaf, ama Kunanbay’ın ölümüyle dul kalan Botantay-anne Abay’a hak verdi. Bilindiği üzere o sert ve açık yürekli biriydi. “Ben neler demedim ki kocamın akrabalarına. Yetim kaldığımızı, kimsenin bize yardım etmediğini söylüyordum. Onlarsa söylediğim tüm acı sözlere rağmen saygılarından ötürü susuyorlardı. Kunanbay hakkında da çok şey söyledim. Ben Amir’in ölümünden onu sorumlu tuttum, fakat Kunanbay’ın ölümünden sonra ervahlar beni cezalandırdı ve ben kör oldum. Sonra ben onun mezarına gidip, mezar taşına sarılıp af diledikten sonra toprakla gözlerimi ovaladım ve görmeye başladım, sadece bir gözümdeki leke iyi görmeme engel oluyor. Kunanbay Müslüman’dı, fakirlere yardım ederdi. O, tüm hayvanları aş için kesmektense onlarla yoksulları doyursanız daha çok sevinir.” Dedi.
Aş vermeyi reddeden Abay’ın bu davranışı Kazakların onunla ilgili “bilmece-insan” fikrini daha çok pekiştirdi. “Kunanbay’ın evlatları halkın ikiye bölünmesine sebep oluyorlar. Tüm yıl boyunca fakirleri doyurmak istiyorlar, fakat yoksullara yardım etmek uğruna aş vermekten vazgeçseler zenginlerin hoşuna gitmez bu durum. Bunları da, ötekileri de memnun etmek imkânsız.” diyordu sakinler.
Bu şekilde düşünen insanlar bir yandan haklılardı, çünkü göçebe düşünüşün özelliğidir bu. Kazaklar cenaze yemeğinin verilmemesine, kurbanlık atın kesilmemesine akıl erdiremiyorlardı, fakat Abay daha akıllıydı. O, bunun bir medeniyet çatışması olduğunun farkındaydı. Cenaze aşı verme geleneği Kazak halkının Türk kökenine uzanmaktadır. Bu, Türk atalarımızın Gök Tanrı’ya, ervahlara inandıkları asırlar öncesinden gelen eski Tengricilik geleneğidir. XIX. asırda yerleşik çiftçiliğin sıkıştırdığı göçebeliğe has idare yöntemindeki kriz koşullarında aşın verilmesiyse her göçebe aileyi iflasa sürükleyebilirdi. Abay ise eski çok masraflı anma törenlerinin yerine fakirlere Müslüman’ca bağış yapmayı tercih ederek külfetli geleneği en azından bu şekilde durdurabileceğini ümit ediyordu. Merhumu anma ayinleri buna dâhil olmak üzere tevazuu emreden İslam’a dayanarak o, eskiden beri devam eden Tengricilik’le İslam çatışmasını da açığa vurmuş oldu.
Kazak manevi sahasında bugüne kadar hem Türk, hem İslam unsurlarının bir arada yaşamasının özel bir anlamı vardır. Burada hem yeni, hem eski dini unutturmayan hafıza arketipi önemli rol oynamaktadır.
Aslında Abay aş vermek için gereken imkânlara sahipti, fakat o, kendi manevî arayışlar ateşinde tüm halkın dünya algılayışını temizlemeyi çoktan aklına koymuştu ve sanki XX. asrın ilk yarısında başlayan yeni medeniyetin keşfini önceden hissetmişçesine işe kendisinden başladı.
1887’den itibaren on iki yıl boyunca arka arkaya Şakarim kadı olarak seçildi ve çeşitli anlaşmazlıkların çözümünde işlerini nahiye müdürleriyle başçavuşlar düzeyinde yürüttü.
Bu durum onun Abay etrafında gelişmekte olan edebî sürece dâhil olmasına engel değildi. Turagul, babam Abay hakkında şöyle yazıyordu: “ Eğitim dönemi olarak adlandırılabilecek yıllar geldi. Artık sohbetler esnasında hayatın anlamıyla ilgili konuların dışında hiçbir konuya yer verilmiyordu. Aramızda en önemli olan Şakarim’di. Biz tıpkı çalışkan öğrenciler veya Müslüman medresesindeki talebeler gibi Abay’ı dinliyor, durmadan hakikat hakkında tartışıyorduk.”
Muhtar Avezov, Turagul’un sözlerine -Abay’ın akrabaları ve hayatıyla- şunları ilave ediyordu: “1889’dan itibaren Abay’ın bilgisi ve insani nitelikleri karşısında büyülenen meraklı gençlik için onun obası bir çeşit büyük eğitim medresesi haline geldi. Abay hocaydı, onu dinleyen girişimci ve enerjik gençlerse talebeydi. O akrabalar, yakınlar ve yeni nesil için önemli bir eğitmen haline geldi. Abay, kendisini dinleyen gençleri arzuladığı insan severliğin zirvesine yeni bir yoldan götürmek istedi. O hayatını idareciyken yaptığı tek bir hatayı bile gizlemeden, kendi mizacı içinde kapanmadan, sorumluluğu reddetmeden anlatıyordu ve gençleri onun hatalarını yapmamaya davet ediyordu. Bazı gerçekleri şiirle, bazılarınıysa sade sözle dile getiriyordu. Uzun sohbetlerinde o sadece temiz yoldan yürümeyi nasihat ediyordu. İnsanlara adalet, dürüstlük, sevgi, onur, mantık, özeleştiri gibi gerçek insan özelliklerini aşılıyordu.”
Abay’ın resmî bir şiir okulu yoktu. Zaten o da bu veya şu şairin kendini usta olarak görmesi konusunda ısrar etmiyordu, fakat genç şairlerin şiirlerini tahlil edip eleştirmenin yanı sıra onlara üslup, şekil ve yazı tekniğinin güzelleştirilmesi hususunda tavsiyeler verme fırsatını hiçbir zaman kaçırmıyordu. Artık özgün söz ustası olarak tanınıyor olmasına rağmen o, Şakarim’e bile şairlik hünerini öğretmeye devam ediyordu.
Abay’ın etrafında yavaş yavaş kendini şiir sanatına adamak isteyen yetenekli Kazak gençler toplanmaya başladı.
Sanat okulu sürekli faaliyet gösteren türden değildi. Gençler bazen tek tük, bazen de grup halinde geliyorlardı. Bazen talebeler onlarca kilometre ötedeki obaya doğru hocalarının orada misafirlikte olduğunu ve resmi olmayan şiir okulunun diğer üyelerinin de oraya gittiğini duyup yola çıkıyorlardı.
Onları Abay’ın şiirlerine duydukları hayranlık birleştiriyordu. Bazen onların mısraları da bu kadar güçlü estetik izlenim bırakıyordu insanlarda. Hayranlığın hiç kaybolmadan çevredeki dünyanın Abay’la birlikte oluşturulan şiirin izdüşümü olduğuna dair içgüdüsel duyguyu uyandırması kayda değerdi.
Edebî arayış yılları boyunca şiir okulunda Şakarim’den başka beş yetenekli talebe daha Abay’ın hep yanındaydı.
Abay, genç şairlerin eserlerini incelemekle yetinmeyerek 1889 yılının sonbaharında onlara uzun şiir yazmayı ödev olarak verdi. Aynı zamanda onlara Doğu şiirinin kanunlarına göre her gerçek şairin kendisinden sonra en az beş uzun şiir bırakması gerektiğini hatırlattı. Talebeler, konuları hocalarına danıştıktan sonra manzumelerini yazmak üzere ayrıldılar. Şakarim şiirinde Kalkaman’la Mamır hakkındaki tarihî dramı canlandırmak istedi. O hiç zorlanmıyordu. Sevdiği “Binbir Gece” masalının kahramanları gözlerinin önüne geliyordu. Yazdığı şiirde Şakarim kahramanların niteliklerini tasvir ederken onların arzularıyla yaşıyordu. 1890 yılının ilkbaharına doğru o “Kalkaman’la Mamır” adlı destanını tamamladı. Şiir severler arasında söz konusu manzume hemen meşhur oldu. “Unutulan” lakabıyla 1912’de yayımladığı destanının “Kazak Dilindeki Tarihî Hikâye” adlı önsözünde Şakarim şöyle diyor: “Bu hikâye, Orta Cüz Kazakları’nın “Yalın Ayak Kalabalık” şeklinde bilinen felaket yıllarında Kalmuklar’dan yenilmeden kısa bir süre önce Sırderya kıyısı boyunca göç ettiği sırada meydana gelmiş gerçek bir olaya dayanmaktadır.
Eskiden Kazaklar, Kalkaman’la Mamır’ın aşkını hoş karşılamasalar da, günümüzde ön yargısız insanlarımız onların suçsuz olduğunun bilincine varıp her ikisine dualarında yer vermektedirler.
Ölüleri diriltemeyiz, fakat sönmüş ateşi tekrar yakabiliriz. İşte bu düşünceden yola çıkarak karşınıza yüz doksan yıllık unutulmuş bir hikâyeyle çıkıyorum. Hikâye Aksakalların bile hafızasından silinmek üzere. Sevgililer şimdi hayatta değiller, hiç olmazsa izleri kalsın, diye düşündüm. Bizim izlerimizin de kaybolabileceğini akıldan çıkarmadan…”
“Kalkaman’la Mamır”, Kazak yazılı edebiyatında millî tarihten alınmış bir konuya dayanılarak yazılan ilk destandır. Üslubu iyi işlenmiş olan eser, konu ve fikir bakımından günümüzde de ilgi görmektedir. Manevi açıdan bir yandan Eski Türk inançlarına, diğer yandan İslam geleneklerine dayanan manzume, gerçeği yansıtmakla birlikte derin anlamlar da içermektedir.
Destanın konusu, Tobıktı Uruğunun iki genci arasındaki büyük aşkla ilgili halk efsanesinden alınmıştır. Mamır, erkek evlat hayal eden zengin ailenin tek kızıdır. Belki bu sebeple anne babası onun erkek gibi giyinmesine müsaade ediyorlar. Tüm hür bozkırlılar gibi küçüklüğünden beri at üstünde olan kız, çobanlık yapmaktan kaçmıyor, ailesinin ve sakin hayvan sürülerinin yaşam ritmine ayak uyduruyordu.
Kalkaman, Kazak toplumunun nüfuzlu şahsiyetlerinden biri olan Anet-Baba’nın yeğenidir. Gençler birbirine âşık oluyorlar, fakat kız, sevgilisini şu sözlerle uyarmaktadır:
Eskiden evlendirmezlerdi kan bağı olanları;
Verebilirler bize ölüm cezası.
Kendim için değil, korkuyorum sizin için.
Ben kurban olayım, yeter ki yaşayın siz.
Birbirini seven kızla erkek zor durumdalar, çünkü aynı Uruğa mensupturlar, oysa Kazaklarda çok eskilerden beri aynı Uruğa mensup kızla erkeğin evlenmesi yasaktır. Kazakların atalarından gelen ve akraba evliliğinin kötü neticelerinden kaçınmak amacıyla uyulan bu geleneğe “egzogami” adı verilir. Eşin mümkün olduğu kadar uzak çevreden, başka urukların içinden seçilmesini öngören söz konusu eski geleneğin bir nedeni daha vardı. Bu tür evlilikler, şüphesiz, Kazak Cüz ve uruklarını akrabalık bağlarıyla birleştirerek çok geniş alanda yaşamakta olan halkın birliğini pekiştirmektedir.
Fakat Kalkaman tüm duygularıyla eski ahlakî prensiplerin anlamsızlığını ispat etmeye ve sevgilisini şu sözlerle ikna etmeye çalışıyor:
– Eh, Mamır, yapma böyle… İşte sana kefalet –
Torunların evlenmesine müsaade ediyor şeriat.
Üzülme. Tüm bunlar batıl inanç.
Eğer seviyorsan gerçekten elini bana uzat.
Genç haklıdır; şeriat yasaları yakın akrabaların evlenmesine izin veriyor, fakat bozkırda her konuda İslâmiyet’in başrol oynadığı söylenemez. Ataların öğütleri İslamiyet’e uymadığı halde onun tesirinde kalmadan Kazak nesillerinin bilincinde yaşamaya devam etmektedir.
Bu yüzden Kalkaman sevdiği kızı gizlice kaçırınca Kadılar Mahkemesi onlara ahlakî prensipleri ihlal ettiklerinden dolayı ölüm cezası veriyor. Kızın özellikle Kokenay adlı itibarlı akrabası uzlaşmaya kesinlikle karşıydı.
Bir süre sonra Mamır doğduğu obaya geliyor ve Kokenay hiç tereddüt etmeden herkesin önünde elindeki yayı çekerek oku onun kalbine fırlatıyor. Mamır ölüyor. Şiir kahramanların duygularının lirik ifadesi olmakla birlikte kötülüğün hiç eksik olmadığı dünyanın halini de anlatıyor. Yasak evliliğin bu şekilde yıkıldığı ve artık delikanlının rahat bırakılması gerektiği düşünülebilirdi, fakat kızın akrabaları Anet Baba’ya şöyle bir ültimatom gönderiyorlar: “Biz suçluyu cezalandırdık, şimdi de itaatsizi cezalandırma sırası sizdedir.”
Bozkır savcılarının böyle bir şeyi başka gençlerin bu tür aşklardan kaçınması için talep ettikleri bellidir; Mamır’ın ölümü kesin bir ölüm değildi, çünkü insanın sevme arzusu onunla birlikte ölmedi.
Anet Baba iki tarafın da onayladığı kararı uygulamak zorundaydı. Bu karar doğrultusunda Kalkaman, öldürmek amacıyla ona ok fırlatacak olan Kokenay’ın yanından at üstünde hızla geçmek zorundaydı.
Buz kesildi Baba’nın ışık saçan kalbi.
Kadere karşı gelmek istemiyor kimse
Suçsuzu koruyarak. Aynı şekilde değil mi ?
Abay’a da karşısınız siz şimdi?
Bu eserinde Şakarim yaşadığı dönemin ruhani durumunu XVIII. asrın tarihî olayları içerisinde anlatıyor. Abay’ın hayatındaki gerçek durumlardan hareketle Şakarim onun adını ışık saçan kahramanlar olarak değerlendirdiği ataların arasına katıyor. Onlardan her biri insanın ruhani tecrübesinin büyüklüğünü gösteriyor ve cehalete karşı çıkıyor. “Siz” kitlesine söyledikleriyle Şakarim, kötülüğe ve cehalete göz yuman Kazakların tarihinin büyük acılarla dolu olduğunu gözler önüne sermektedir.
Bu arada Şakarim anlattığı olaylara karşı tavrını gizlemiyor. Bir taraftan aldığı terbiye ve sahip olduğu düşünceler açısından o, Müslüman’dır. Diğer taraftan kendisine ana sütüyle geçen Kazakların göçebelik dünyasının ahlakına göre o, Türk atalarının gelenek ve yasalarına hürmet etmektedir. Bu yüzden Şakarim, Kalkaman’la Mamır’ı ne ayıplıyor, ne de kayıtsız şartsız onların tarafını tutuyor. O, başka dinî koordinatlar sisteminde putperestlik şeklinde adlandırılmış eski yasaları tutunan Kokenay’ı da suçlamıyor. Şakarim sadece Kalkaman’la ilgili olarak çıkardıkları sert hükümden dolayı bunun büyük haksızlık olduğu düşüncesiyle Tobıktı Uruğu mensuplarının acımasızlığını tasvip etmiyor, fakat atı mı hızlı çıktı, yoksa sevgilisinin ölümünden sonra çektiği acılardan ötürü Tanrı’nın lütfunu mu kazandı bilinmez, ama Kokenay’ın oku Kalkaman’ı sadece yaralayabildi. Onun mucizevî kurtuluşuyla ilgili motiften yola çıkarak şu sonuca varmak mümkündür.
Akrabalar âşıkların sadece davranışını gördü, Allah’sa onların kalbini gördü. Kalkaman bir daha dönmemek üzere hemen güneye, başka diyarlara doğru yola çıkar. O hiç tereddüt etmeden sevgilisini ölüme mahkûm eden Tobıktıların arasında yaşamama kararı alır ve doğduğu yerden şu sözlerle ayrılır:
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/yerlan-sidikov/sakarim-69499471/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
notes
1
Semipalatinsk’in yeni adı
2
Uruk, birkaçı birleşerek boyları oluşturan alt birlikler.
3
Kışlak: Kış mevsiminin geçirmek için çadırların kurulduğu alan
4
Haliulla. Kırgız efsanesi. “Moskova İllüstratif Gazetesi”, No:274, 1892
5
Bundan böyle yanlış anlamayı önlemek için “boy” kelimesiyle birkaç uruktan meydana gelen birlik kastedilecektir. Boylar, Kazaklarda uruklara bölünür.
6
Ayak tabanı parçalanana kadar halkın kaçması anlamındadır.
7
Kazak toplum yapısında, birkaç boyun birleşerek oluşturduğu üst birlik adı olarak kullanılır. Kazak halkı, bugün de kendisini Küçük, Orta ve Ulu Cüzlerden oluşmuş olarak tanımlamaktadır.
8
“Adolf Yanuşkeviç’in Hayatı ve Onun Kırgız Bozkırlarından Yazdığı Mektuplar” adı altında 1861’de Paris’te yayınlanmıştır. Rus dilinde bu eser “Kazak Bozkır Gezisinden Günlükler ve Mektuplar” adı altında yüz yıl sonra basılmıştır.
9
Eski takvime göre.
10
Sevgili (Kaz. jar) – esasında Allah’tır, hakikat – Yaratan veya Allah’ın varlığını kabul ediş, hakikatin parlak ışığı Allah’ın nurudur.