Aşağılananlar
Zeyneb Biişeva
Zeyneb Biişeva
Aşağılananlar
Zeyneb Biişeva (1908-1996)
ZEYNEB BİİŞEVA’NIN HAYATI ve EDEBÎ KİŞİLİĞİ
(1908-1996)
Ağlayarak doğduysam da yır söyleyerek büyüdüm,
Yır söyleyerek yaşıyorum bugün bile.
Saçlarımı kırağı tutsa da,
Gönlümü kırağı tutmaz.
Z. Biişeva
Hayatı
Yazar ve aynı zamanda gazeteci kimliği de bulunan Zeyneb Biişeva, 2 Aralık 1908 yılında, Başkurdistan’ın Kügersin bölgesindeki Töyömbet köyünde doğmuştur. Yoksul bir ailede doğan Biişeva ailenin altıncı çocuğudur.[1 - Ğ. Hösäyenov, R. Şäkür, M. Ğimalova, Başqort Äžäbiäte 10, Kitap, Öfö, 2004, s. 227.] Z. Biişeva, ancak 12 yaşında okula başlayabilmiştir. Çünkü üç yaşında annesini, on bir yaşında babasını kaybeden ve yetim kalan bu yoksul köylü çocuğu için zamanında okula gitme imkânı doğmamıştır.
1921 yılında Orenburg Lisesini bitirmiştir. 1924 yılında henüz dördüncü sınıf bilgisine sahip olan küçük Zeyneb, iki aylık bir kurstan sonra Orenburg şehrindeki Kervansaray’a, Başkurt çocukları için açılmış ilk özel okul olan İNO’ya (Milli Pedagoji Enstitüsü) gönderilir. Z. Biişeva İNO’yu tamamladıktan sonra 1929-1930 yılları arasında, Temäs’te çocuklara dersler verir ve 1931 yılında, Ufa’da aynı yıl çıkan, Başkurt ve Tatar dillerinde yayınlar yapan “Pioner” dergisine baş editör olur. Daha sonra ailevi sebeplerden dolayı Ufa’dan ayrılıp MTS (Makine Traktör İstasyonu) ve bölge gazetelerinde çalışır. 1938’de yeniden Ufa’ya döner ve 1951 yılına kadar radyo komitesinde editör, Başkurt Kitap Neşriyatı’nın çocuk edebiyatı bölümünde müdür olarak çalışır.[2 - R. Baimov, G. Gareeva, R. Mustafina, Z. Şaripova, Yegermense Bıvat Başqort Äžäbiäte, Federatsiyahınıñ Mäġarif Ministrlıġı Başqort Dävlät Üniversitetı, Öfö, 2003, s. 378-379.]
Zeyneb Biişeva, Başkurt kadınları arasında ilk şiir kitabını çıkaran, ilk drama eserini yazan, geniş ölçekli ve derin muhtevalı romanlarıyla ilk kez Başkurt edebiyatına üçleme türünü kazandıran büyük bir sanatkârdır.[3 - İ. Kinyäbulatov, Ğ. Xisamov, Xalıq Yažıwsıhı Zäynäb Biişeva (Zäynäb Biişeva Turahında Xätirälär), Kitap, Öfö, 2008, s. 4.] Başkurt edibesinin romanları Rusça’ya çevrilerek Moskova’da defalarca basılmış, büyük tirajlar elde ederek tüm ülkeye yayılmıştır.[4 - Kinyäbulatov ve Xisamov, age., s. 9.]
Nesir ustası, şair, tiyatro yazarı, sosyo-politik yazar ve tercüman olan Zeyneb Biişeva’nın eserlerini hem çocuklar ve gençler hem de yetişkinler okumuş, edibenin kitapları onların ömürlük yol arkadaşları olmuştur.[5 - Kinyäbulatov ve Xisamov, age., s. 6.]
Zeyneb Biişeva edebî çalışmalarıyla “Salavat Yulayev” adlı ödülün sahibi olmuş ve ona “Başkurdistan Halk Yazarı” onur unvanı verilmiştir.[6 - Kinyäbulatov ve Xisamov, age., s. 10.] Sovyet döneminde üne kavuşan Başkurt edibesi üç kez “Poçem Bildehe” nişanına layık görülmüştür.[7 - İ. Velitov, Zäynäb Biişeva Tormoşo häm İjadı, Xalqıbıžžıñ Aržaqlı Qıžı, Zäynäb Biişeva İsemendäge Başqortostan Kitap Neşriäte, Öfö, 2009, s. 31.]
Kalp rahatsızlığından dolayı 24 Ağustos 1996 tarihinde, Ufa’da, vefat eden yazarın mezarı da burada bulunmaktadır.[8 - https://24smi.org/celebrity/119407-zainab-biisheva.html (Erişim tarihi: 08.12.2021).]
1998 yılında, doğduğu köy olan Töyömbet’te onun anısına bir müze kurulmuştur. Burası edibenin hayatı ve eserleri ile ilgili materyallerle bezenmiş; şahsi eşyaları, videoları ve ses kasetleri müzeye koyulmuştur.[9 - Kinyäbulatov ve Xisamov, age., s. 19.]
Edebî Kişiliği
1929 yılında, teknik liseyi bitirdikten sonra Z. Biişeva, Äbyälil şehrindeki Bilal köyünde işe başlar. Bilal ve Temäs köylerinde öğretmen olarak çalıştıktan sonra 1931 yılında, enstitüde okumak için Ufa’ya gider. Aynı yıl Başkurdistan Kitabevi’nde işe başlar. Önce “Piyoner” dergisinde, daha sonra da kitabevinde editörlük yapar.
Z. Biişeva’nın eserlerini kaleme almaya başladığı dönem, Orenburg Pedagoji Enstitüsünde okuduğu yıllara temas eder.[10 - Hösäyenov vd., age., s. 230.] Biişeva’nın yazarlık serüveninde çocukluğundan itibaren hayatın acı ve zor yönlerini tadarak büyümesinin etkisi de olmuştur.
Z. Biişeva öykü, efsane, piyes, şiir, masal, ulusal makale ve deneme gibi birçok türde yazılar yazmıştır.[11 - Baimov vd., age., s. 378.] Halk şairi R. Bikbay, yazar hakkındaki düşüncelerini şu şekilde ifade eder: “Zeyneb Biişeva, Başkurt kadınları arasında şiir kitapları ve drama eserleri yazan ilk kişidir ve kapsamlı, derin konulu romanlardan oluşan Başkurt üçleme eserlerini icra etmiş büyük bir yazardır.”[12 - Hösäyenov vd., age., s. 226.]
Z. Biişeva, yayımladığı ilk öyküsüyle yazarlık yoluna adım atmıştır. Bunun ardından da ahenkli ve epik mizaca sahip bir yazar olarak tanınmıştır. Bununla birlikte, Z. Biişeva’nın icra ettiği eserleri belli bir edebî türün kalıplarına sığdırmak mümkün değildir. Aslında yazar, ilk başta çocuk edebiyatına kazandırdığı eseriyle tanınmış, onlar için duygusal hikâyeler, masallar, şiirler ve öğretici öyküler yazmıştır. Daha sonra “Duš Bulayıq”, “Könhılıv”, “Gölyamal”, “Säyer Keşe”, “Uyžar, uyžar…” (1961) gibi keskin polemik dilli uzun öykülerini kaleme almıştır. Z. Biişeva’nın “Möhäbbät häm Näfrät”, Näžer”, “Tılsımlı Quray” (1957) gibi drama eserleri üslup ve biçim yönünden Başkurt edebiyatının en nitelikli eserlerindendir. Çünkü bu eserlerin temelini folklor şiirleri oluşturmuş ve folklor metotlarından büyük ölçüde faydalanılarak yazılmıştır.[13 - Baimov vd., age., s. 379.]
Yazar, her ne kadar tarafsız olsa da çeşitli türlerde eserler verse de bu eserlerden biri, belli dönemde daha ön plana çıkmış ve yazarın nadide eserleri hâline gelmiştir. Z. Biişeva’nın bu denli önemli eseri “Yaktığa” adlı üçlemesidir. Üçlemenin birinci romanı “Kämhetelgändär” 1958 yılında basılmıştır. “Olo Eyek Buyında” (1966) ve “Yemeş” (1969) üçlemenin diğer iki eserleridir. Bu üçleme romanlar, tüm Sovyet okuyucusunun saygısını ve sevgisini kazanmıştır. Geniş bir epik planda, Başkurt halkının sosyalist devrime gidişini tasvir eden bu üçleme eser, çağdaş Başkurt edebiyatının klasikleri hâline gelmiştir. Ardından “Uyanıw” romanı çıkmış ve Rusça’ya tercüme edilerek Moskova’da basılmıştır.[14 - Baimov vd., age., s. 381.]
Yazarın, üçleme türünde kaleme aldığı “Kämhetelgändär”, “Olo Eyek Buyında” ve “Yemeş” romanları günümüze kadar Moskova kitabevlerinde basılarak binlerce tiraj yapmış, çok uluslu Sovyet devrinin ortak bir manevî birikimi hâline gelmiştir.[15 - Baimov vd., age., s. 378.] Z. Biişeva, üçleme türündeki eserlerinde yeni bir üslup oluşturarak önemli konu ve kompozisyon sorunlarını gidermeye çalışmıştır. Üçleme eserleri sadece biçim yönünden değil aynı zamanda geleneksel teması, tarih ve devrim konularına yaklaşımı yönüyle de önemlidir.[16 - Baimov vd., age., s. 382.]
Biişeva, 1927 yılında “Görläwektär Arahında” isimli ilk eserini kaleme almıştır. Bu eser, 1930 yılında “Oktyabr” dergisinde basılmıştır. Yazarın ikinci eseri olan “Ös Kis” isimli eser 1941 yılında “Oktyabr” dergisinde çıkmıştır. 1941 yılındaki “Dalala Tañ” isimli öyküsü ve “Partizan Malay” isimli uzun öyküsü, yazarın kaleme aldığı eserlerin ileri dönemlerdeki gelişimini görmek açısından oldukça önemlidir.[17 - Hösäyenov vd., age., s. 229.] Z. Biişeva, Büyük Vatan Savaşından sonraki dönemde çocuklar için yazdığı “Yaržamsı” (1946), “Başak” (1947) ve “Qoyaş Nimä Tine?” (1947) öykülerinde çocukların çeşitli yönlerini tasavvur etmiştir. “Duš Bulayıq” (1952-1954) uzun öyküsünde çocukların yaşamını ve arkadaşlık ilişkilerini, “Yulda” (1946) öyküsünde ve “Könhılıw” uzun öyküsünde işçi sınıfının savaş ve savaş sonrası dönemde verdikleri cesur mücadeleyi anlatmıştır. 1947 yılında hazırladığı “Yänle Xäreftär” adındaki şiir ve resimli alfabe, çocuklara okuma yazma öğretmesi ve güzel anlatımıyla dikkat çekmektedir. Yazarın, 1960 yılında kaleme aldığı “Säyer Keşe” adlı uzun öyküsü, “Hönärse menän Öyränsek” ile “Möhäbbät häm Näfrät” hikâyeleri, bu dönem hakkında verdiği bilgiler yönünden önemli eserlerdendir.[18 - Hösäyenov vd., age., s. 230.]
Başkurt okuyucuları, Z. Biişeva’nın tercümeleri sayesinde L. N. Tolstoy, M. Gorkiy, A. P. Çehov, N. V. Gogol, İ. S. Turgenyev, A. Gaydar ve L. Kassil gibi yazarların eserleriyle tanışmıştır.[19 - Hösäyenov vd., age., s. 231.]
Edebiyatın şiir, nesir ve drama gibi bütün türlerinde büyük bir azimle çalışmıştır. Yazarın, sanatında lirik şiir, balad[20 - Fransız edebiyatında bir nazım şekli [Konusunu halk masallarından veya bir gelenekten alan ve bentler hâlinde yazılan baladlar ilk zamanlarda müzik eşliğinde söylenirdi].], uzun şiir, nesir, öykü, drama, trajedi, roman gibi türleri kullanması eserlerinin sadece edebî zenginliğini değil üslup çeşitliliğini de ortaya koymaktadır.[21 - Hösäyenov vd., age., s. 227.] Z. Biişeva’nın 1956 yılından başlayarak ömrünün son günlerine kadar devam eden görkemli sanat serüveni 20. yüzyıl Başkurt edebiyatı tarihinde kendine çok özel bir yer edinmiştir.[22 - Hösäyenov vd., age., s. 230.]
Yazarın Diğer Eserleri:
Kiräy Märgän (1947) “Kirey Mergen”, Bäxet Qıžı Xaqında Äkiät (1949) “Baht Kızı Hakkında Hikâye”, Ütkändärgä Ber Äylänep (1974) “Geçmişe Bir Dönüp”, Yel, Yel Arbam (1956) “Yel, Yel Arabam”,[23 - Kinyäbulatov ve Xisamov, age., s. 53, 66, 114.] Başaq “Başak” (1947), Möxäbbät (1954) “Aşk”, Qayža Hin, Göl-nisa? (1961)[24 - Velitov, age., s. 24.] “Neredesin, Gülnisa?”, Zölxizä (1981) “Zölhize”,[25 - Velitov, age., s. 25.] Dušlıq (1950) “Dostluk”[26 - Kinyäbulatov ve Xisamov, age., s. 53.], Yelqa (1948) “Noel Ağacı”, Ütep Baram (1981) “Geçip Gidiyorum”,[27 - Kinyäbulatov ve Xisamov, age., s. 53, 113.] Qoyaş Kölä (1957) “Güneş Gülüyor”, Yırlayım “Türkü Söylüyorum” (1958), Qırıš Buldı (1958) “Zor Oldu”, Tuğan Telem (1960) “Ana Dilim”, Yažğı Yır (1960) “Bahardaki Yır”, Yıldar, Yıldar “Yıllar Yıllar” (1964), Keşesä (1967) “Kişiye Göre”, Hıžlanma, Duš (1968) “Sızlanma Dost”, Şişmä (1978) “Çeşme”, Yıldar Yögö (1978) “Yılların Yükü”, Minuttarım (1978) “Dakikalarım”, Ğümer Yulım (1978) “Ömür Yolum”, Böyöklök (1981) “Büyüklük”, Ütep Baram (1981) “Geçip Gidiyorum”, Xäyerle Kön (1981) “Hayırlı Gün”, Salavattıñ Huñğı Monologı (1984) “Salavat'ın Son Monoloğu”, Aşqınma la, Diñgež “Coşma Deniz”, Maqtav Yırla, Şağir!, “Överek Yırla, Şair!”[28 - Zäynäb Biişevanıñ Şiğıržarı, Zäynäb Biişeva Tormoşo häm İjadı, Zäynäb Biişeva İsemendäge Başqortostan Kitap Neşriäte, Öfö, 2009, s. 35-53.] Yäşäv-Bäxet “Yaşam ve Baht”, Yäşäv-Xežmät “Yaşam ve Hizmet”, Bäxet Öläşem “Baht Payım”, Hıžlanma, Küñěl “Sızlanma Gönül”, Yıržarım “Türkülerim”, Nindey Ön Bıl? “Nasıl Ses Bu?”, Xalıq Küñele “Halkın Kalbi”, Teläk “Dilek”, Atayım Vasıyatı “Babamın Vasiyeti”[29 - Hösäyenov vd., age., s. 232.] , Ütkän Yuldar, Užğan Yıldar “Geçmiş Yollar, Geçmiş Yıllar”[30 - Baimov vd., age., s. 378.].
ROMANIN TANITIMI
Zeyneb Biişeva’nın, üçleme türünde kaleme aldığı eserin birinci kitabı olan Kämhetelgändär “Aşağılananlar”[31 - Zäynäb Biişeva, Kämhetelgändär, Başqortoston Kitap Näşriäte, Öfö, 1990.] adlı roman, 1958 yılında Başkurt Türkçesiyle kaleme alınmıştır. Eser 276 sayfadan ve iki ana bölümden oluşmaktadır.
“Aşağılananlar” adlı roman hem sosyal hem siyasî hem de dönemsel şartları kapsamlı bir şekilde ele alması bakımından çok önemlidir. Çünkü yazar, romanında, sadece o dönemde, Başkurt köylerinde yaşayan halkın durumunu anlatmakla kalmamış, bunun nedenlerine de geniş yer vererek açıklamıştır. Tarihî olaylara da değinen yazar, eserinde emperyalist savaşı, Ekim devrimini, işçi ve köylü sınıfının rejime karşı isyan çıkarmasını da ele almıştır. Sovyet rejiminin halka uyguladığı baskı ve zulüm, suçsuz yere insanların Sibirya’ya sürgün edilmesi, halkın Sovyet rejimine ve Ruslara karşı duyduğu nefret romanda gözler önüne serilir.
Ayrıca yazar, yoksul Başkurt halkının hayatını ve verdikleri mücadeleyi betimleyerek dönemin derin tarihî özelliklerini, ezilenlerin uyanışını, özgürlük için mücadele edişlerini ve umutlarını asla kaybetmeyişlerini epik bir dille ifade etmiştir. Eserde, halk için savaşan ve onları kurtarmaya çalışan kahramanların tasviri için de büyük bir yer ayrılmıştır. Elbette, bunların haricinde; Başkurt halkının kültürel özellikleri, gündelik yaşamı, sosyal ilişkileri, inançları, gelenekleri, örf ve âdetleri, hastalıklara karşı uyguladıkları tedavi yöntemleri, efsane ve mitleri roman içerisinde geniş bir yer tutmaktadır.
Yazar, bütün bu olayları romanda bahsi geçen ailenin en küçük çocuğu Yemeş’in gözünden okuyucuya aktarmaktadır. Çünkü sıradan bir Başkurt ailesinin ve bu ailenin fertlerinin yaşamı üzerinden anlatılan olaylar, okuyucuya dönemi halkın gözünden görebilme ve onların duygularına ortak olabilme fırsatı sunmaktadır.
AŞAĞILANANLAR
Birinci Bölüm
“Dünyanın genişliği ne fayda,
Ayağına giydiğin dar olunca…”
D. Yultıy
I
Gece. Başkurt kızının pullu elbisesi gibi göz kamaştırarak, gülümseyip duran bulutsuz gökyüzünde altın çanak gibi olmuş ay yüzmekte. Çalılıkta bülbüller cıvıldaşmakta. Ağaç tepesinde guguk kuşu ötmekte. Su birikintisindeki yeşil kurbağalar vak vak etmekte. Ulu Eyek nehri sonsuz mutlu, cezbedici türkülerini bülbül nağmelerine daldırarak, güle oynaya aralıksız şırıl şırıl ederek akıyor da akıyor. Ağaçlar, çiçekler, hayvanlar hatta kuşlar bile yumuşak, soğuk rüzgârdan hoşlanıp, gündüz vaktindeki sıcağın azalmaya başlamasına sevinerek bayram ediyor. Dışarıda hayranlık veren huzur, güzel yaz gecesi. Ama evde, Yemeşlerin evinde tamamen başka bir durum var. Peki, tabiata noluyor? İnsanın kaderine mi kaygılanıyor? Güzellik, sevgi, mutluluk olursa ona yeter.
Evin içi karanlık. Küçücük pencereler. Onun da yarısı karın zarı ile kaplanmış. Şimdi, camı düşmemiş pencerenin dar gözeneklerini aşarak kurşun şerit olup uzanan ay ışıkları elbette evin içini aydınlatmıyor. Buraya aydınlık da gerekmez. Aile uyumuyor, divanın üst tarafında en dipte kabarık ekmek gibi yere yayılmış bir erkek çocuk yatıyor. Onun adı İştuğan. On iki yaşında. Ama o bundan sonra ailenin ümidi, inancı. Büyür, babası gibi olur, ona yardım eder. Babası Baygilde de öyle düşünüyor. Onun için ismini İştuğan koymuş ya. Üç kız arasında tek erkek çocuğu, tek ona benzeyeni.
“– Ne zaman büyüyüp de ele gelecek?”
İştuğan’dan daha beride, eski bir yama yorgan altında üç kız uyuyor. Onların adı Bibeş, Yeneş, Yemeş. Kızlar da büyüyor. Bibeş ailedeki en büyük çocuk. On dört yaşında. Artık evdeki tüm işleri hemen hemen o yapıyor. Ama Yeneş ile Yemeş’in yüreği daha minicik. Birisi yedi diğeri dört yaşında.
Evet, küçücük onlar. Nasıl bir kader bekliyor onları gelecekte? Neler gösterecek, neler yaşatacak onlara gelecek? Onlar henüz bu konuda düşünmüyor. Evin karanlık oluşunu, darlığını, yorganın üç kişi için küçük olduğunu da hissetmeden kedi yavruları gibi tatlı, mışıl mışıl uyuyorlar. Ama Baygilde ağabey ile Seğüre yenge önemli bir şey düşünüyor. Bu yüzden gece yarısı olsa da uyuyamıyorlar. Seğüre yenge kızlarından mümkün mertebe uzak olmak için gayret ederek, mutfak tarafında en köşeye sıkıştırılmış iki kişilik yatakta yağ ve mum misali eriyip, sessizce nefes alarak yatıyor. Ama Baygilde ağabey gezinip, birbirine girmiş kürek sakalını çimdikleyerek divanın kenarında deminden beri sessizce oturuyor. Mavimsi ay ışıkları onu hem kardan yapılmış hem kurşundan dökülmüş bir heykele benzetiyor. Seğüre yengenin yüreği ne zamandır kocasının bozkır kartalına benzeyen keskin bakışları ile tir tir titriyordu, onun endişeli şekilde duran sürmeli kara gözlerine nasır bağlayıp, sertleşmiş büyük güçlü kollarına kederlenerek bakıp:
“Ey, mutluluk dediğin güzellik, çalışkanlık değilmiş meğer… Baygilde ile biz güzel, çalışkan olmadık mı? Çilek gibi büyüdük, cin gibi çalıştık. Olmayınca olmuyormuş…” diye düşündü. Ama Baygilde ağabey hiç ses çıkarmıyordu. Seğüre yenge ondan gözünü almadan devam etti:
“Dünyada, Baygilde senin yapmadığın kaç tane iş kaldı? Sürü de güttün. Çizme de diktin. Fırın da çıkardın. Ağaç sevk işini kovalayıp, Eyek, Hakmar, Yayık’ı dolaşarak ne kadar yer geçtin. Karamış zenginden başlayarak Taşlı’nın Timaş boyarına kadar ikimiz tüm zenginlerin az mı orağını vurduk.
“– Orak vururken Baygilde’nin elinin hızına göz yetişmez, bir tutamına güç yetmez. Orakta önüne insan değil, şeytan bile çıkamaz” diye nam saldın. Ama bahtın olmadı. Nerede o baht denen şey? Tek atımıza kadar malımızın hepsi öldü. Atsız erkek kanatsız kuştur…”
Baygilde… Belli ki merhum kaynanam oğlu zengin olsun diye böyle bir isim koymuş, zavallı. Ey Allah’ım, fakirden zengin doğduğunu kim görmüş?
Düşüncesinin bu kısmına gelince bir sıkıntı hissetti. Bu kederli sessizliğe artık dayanacak hâli kalmadı.
“– Kocacığım” dedi narin ve yumuşak bir ses ile. “Evet, anlat artık gidip konuştun mu?”
Baygilde ağabey biraz daha oturduktan sonra ümitsiz şekilde elini sallayarak:
“– Sadece konuşmadım, işe de girdim” dedi. “Yarın onlarda çalışmaya başlıyorum” diye ekledi.
“– Öyleyse” dedi Seğüre yenge kendine gelerek. “Niye üzülüyorsun, niye böyle endişelisin kocacığım?”
“– Endişelenmiyorum. Ama endişelenecek yeri, endişelenecek tarafı var bu işin karıcığım… Dört çocuk babası olunca ırgatlığa gitmek kolay değilmiş karıcığım. Kolay değil. Üstelik kime! Karamış Zengin'e! Halk onun Karamış adını boşuna Kormoş ile değiştirmemiş! Biliyorsun açgözlülük, gözü doymazlık, cimrilik ile Kormoş’a dönüşmüş ya! İşte o Kormoş’a gidip işe kiralanma vakti bile geldi şimdi. Sonu nasıl bitecekse…”
“Bir yıl boyunca iyi çalışırsan bir tay veririm. Tayın at olması uzun mu sürer? İşte, kısmetinde varsa atın da olur” demiş.
Seğüre yenge çocuklar gibi sevindi.
“– Doğru söyle kocacığım. Ey, Allah’ın izniyle atlı eyerli olsak biz de insan gibi yaşar mıyız acaba? Ben acaba hüsrana uğrar mısın diye endişelenmiştim. Öyleyse Allah’a şükür…”
Baygilde ağabey sabırsızca elini sallayarak hanımının sözünü kesti.
“– Evet, sürüyle yılkısı olan Zengin Kormoş bir tayının at olduğu bilmez bile. Ama bizim bunun için bir yıl öküz gibi sabana koşulup çalışmamız sonra tekrar bir yıl tayın aygır olmasını beklememiz gerek. Aygır değil kısrak olunca da sabana koşulacak bir at olmuyor.”
“Bekleriz kocacığım bekleriz, Allah’ın izniyle sadece bir tayımız olsun” diye söyleyesi geldi Seğüre yengenin. Lakin az önce kocasının tartışmadan hoşlanmadığını ve yersiz bir laf ederse konuşmasını tümüyle kesip, kendi kendine düşünceye daldığını hatırlayarak sessiz kaldı.
“– En azından, sen eskisi gibi sağlıklı olsaydın her şey bambaşka olurdu. Birine kilim dokuyup keçe basar, gündeliğinle çocuklarına bakardın. Tayın büyümesini bekleyerek bir yıl yemeden içmeden yaşanılmaz. Üstelik sıcaklık ve kuraklık gelecek. Kıtlık da olursa…”
“– Yağar kocacığım yağmur da yağar, böyle ümitsiz olunmaz” dedi Seğüre yenge. Daha ümitli olmaya çalıştı. Yoksa bu gece ona daha da kötü gelmeye başlıyordu.
Baygilde ağabey derin bir of çekti.
“– Yağar da… Ne zaman yağar? Bak, Haziran geldi daha doğru düzgün bir çiğ tanesi düştüğü yok. Eğer yine on, on beş gün böyle olursa ekin güvesi başlayacak. O zaman da…”
Seğüre yenge güçsüz, hâlsiz kollarını kocasının geniş, güçlü göğsüne koyarak yumuşakça sıvazladı.
“– Kocacığım, dinlen. Az uyu. Sabah işe gideceksin.”
Baygilde ağabey sessizleşti. Ama Seğüre yengenin onu teselli edesi azıcık da olsa ümitlendiresi geldi. Kendinin de çocuklarının da dünyada en dürüst gördüğü, en güvendiği ve tek dayanakları olan bu çocuk gibi güleç, iyi, kocaman adamın ümitsizliğe kapılması ona durmaksızın yüreğine düşen elinin ve ayağının sızlamasından daha ağır geliyordu. Bu yüzden o her zamanki gibi yumuşak, hoş şekilde:
“– Kocacığım” dedi. “Ey, kocacığım bugün Sıvakay yengem gelmişti.” “Seğüre gelin senin elin ayağın kötü kandan sızlıyor. Kanı aldırmak lazım. Kan aldırırsan sapasağlam olursun” dedi.
Baygilde ağabey onun sözünü bıçak gibi kesip:
“– Boş konuşmasın. Elimden gelse, ben sana kan verirdim ben! Anlıyor musun, ne kan aldırması!”
Seğüre yenge hiç konuşmadı. Eve daha da ağır, kaygı dolu bir sessizlik çöktü. Uzun süre sadece çocukların ardı ardına mırıldanmaları, fırın arasına yuvalanmış çekirgelerin bıkkınlık veren cır cır etmeleri duyuldu. Sonra Baygilde ağabey derin bir of çekerek:
“– Hey, Seğüre, Seğüre bizim gördüğümüzü Zengin Kormoş’un köpeği görmedi” dedi ve çizmesini, kazağını kahırla çıkarıp fırlatarak karısının yanına yığıldı. Dar, ince tahtalardan dizilerek yapılmış divan onun büyük, ağır gövdesine dayanamayıp birazcık sallandı. Kulaklı şapka gibi duran mindere yüzünü tümüyle gömüp örtünen Baygilde ağabey belki ağlıyor belki de gözü yaşsız inliyordu. Üzüntüden çökmüş kaygılı gözlerini şimdi ay ışığına kaldırıp, karamsı gözeneklerine bakarak daha kötü düşüncelere dalan Seğüre yenge kocasıyla konuşmadı, onu teselli etmedi.
Gece. Ev bunlu, karanlık. Ama yarınları daha da karanlık. Asıl şimdi teselli olacak sözleri bulmak mümkün mü?
II
Köyde herkes onu sevip komik bulduğundan Sıvakay nine diye çağırıyordu. Sonbahardaki güneş ışığı gibi parlak ve güler yüzlü, yumuşak, hoş sözlü, insanlara iyilik gösteren bu iyi nineye Sıvakay ismi tuhaf şekilde çok uygundu. Bu yüzden ismini, sonuna mollanın ekleme yaptığı şekliyle Sıvakbike diyerek söyleyesi gelmiyordu.
Sıvakay nine köyde hem usta ebe hem kocakarı ilaççısı hem de her ev için kıymetli bir misafirdi. İstediği bir eve istediği zaman gidip, kocakarı ilacını yapıp, konuşup, çay içip, ne verirseler onu da alarak çıkar giderdi. Sinirlerden oluşan küçük zayıf bir gövdesi olan ufak, güleç, kırışıklıklar basmış ince yüzüyle bu nine, ayağına yün çorabını geçirip, üstüne belinden kıvrımlı dikilen dokuma entari giyip, kış günlerinde başına yırtık bir şal örterek sokağın bir ucundan diğer ucuna yürüyordu. Üstünden bir dakika düşmeyen sıkıntı, açlık, çıplaklık hissi değil de her şeyi bilmeye, duymaya, anlamaya acele eden huzursuz gönlü onu böyle kovalıyordu. Kendince herkesin hayatını, üzüntüsünü, mutluluğunu bilmeyi, gerektiğinde herkese elinden geldiğince yardım etmeyi istiyor ve bu yüzden kaderinin ona kolaylıklar sunmasını diliyordu. Ama hayatına çok kanaatkârdı.
Sıvakay nine kocasından gözü yaşlı dul kalınca Sehiulla adındaki oğlunu tek başına büyütmüştü. Artık Sehiulla büyüyünce, eşi ve çoluk çocuğu ile kendi hayatını kurmuştu. Oğlu ona ‘anneciğim’, gelini ‘kaynanam’, torunları ‘babaanne’ diyordu. Ellerinden geldiğince hürmet ediyorlardı. Ondan da işlerinden de sıkılmıyorlardı. Sıvakay nine özgür biriydi. Bu şekilde kendini daha da mutlu hissediyordu. İnsanlara istediği zaman istediği gibi yardım ederek yaşayabilmesi için ona hepsinden önce özgürlük lazımdı.
Sıvakay nine için insanı mutlu, sağlıklı yapan şey kocakarı ilacı, üfürük tükürük işiydi. Bunlar olmadan insanın perişan olacağına inanırdı. Halk arasında buna inanılmadığını görürse içten içe endişelenirdi. Böyle insanlara Ezmezulla Molla gibi ‘imansız, dinden çıkmış’ diyordu. Günaha girmemek için onlardan uzak olmaya çalışıyordu. Ona göre, Baygilde ağabey işte bu dinden çıkmışlardan birisiydi. Onun hakkında Sıvakay nine her yeri geldiğinde:
“– Tümden dinden çıkmış bu zavallı! Camiye gitmiyor, kocakarı ilacına inanmıyor. Ömür baki Rus arasında yabancı yerde dolaşıp dinden çıkmış. Ezmezulla Molla şunu doğru söylemiş: “Dini din, mollayı molla diye bilmeyen fayda görüp, rahata ulaşamaz. Irgatlıktan kurtulamaz.” Artık daha soğukkanlı olan ve daha az konuşan Seğüre yengeyi:
“– Sabret zavallı sabret. Yoksulluğa da hastalığa da ağlama sızlama, şikâyet edip söylenme sabret, Allah kulu” diye övüyordu. Onun sağlıklı zamanını hatırlayıp:
“– Nasıl da çalışıyordun… Elinden gelmeyen iş yoktu. Evet, şu an köyde çarşafı, peştamalı, havluyu onun gibi ustaca dokuyan başka biri var mı? Yok!” dedi. Sonra üzülerek:
“– Elleri kuruyor biçarenin elleri kuruyor. Bir şey de yapamaz şimdi bu. Niye kuruyor? Bilemezsin. Birisi kendinden büyük birine vurursa onun bedduası değmiştir denir ama Seğüre böyle bir kul değil. Birine vurmayı bırak, su tavuğunun kalbini kırdığı bile yoktur onun. Çok iyi biridir o” diye şaşırıyordu. Sonra:
“– Yok, ellerine nazar değmiştir nazar! Bu kadar çalışmaya nasıl nazar değmesin?” diyerek sağlam bir sonuç çıkardı.
Baygilde ağabey sabahtan akşama kadar Zengin Kormoşlarda çalıştığından, Sıvakay nine rahatça eve yerleşip Seğüre yengeye kocakarı ilaçları hazırlamaya başladı. Sıvakay nine bugün de çayın yanında ilk olarak dünyanın, konu komşunun durumu hakkında biraz konuştuktan sonra sözü, coşkuyla türlü türlü hastalıklar ve onları nasıl iyileştirdiğine geçirdi. Bazı cin çarpmış, yaşlı cadı büyüsü yapılmış, içine bisura[32 - Parlak sarı saçlı ve korkunç bir kadın şeklinde olduğuna inanılan mitik varlık.] girmiş kişiler hakkında birbirinden korkunç şeyler anlattı. Sözünün sonunu:
“– Uzun sözün kısası şu Seğüre gelin, ben seni Ezmezulla Molla'ya göstermeyi düşünüyorum” diyerek getirdi. Seğüre yenge şaşırarak:
“– Niye yenge?” diye sordu.
“– Ne demek niye? Ne zamana kadar böyle acı çekeceksin?” dedi Sıvakay nine sert bir şekilde. Sonra tekrar yumuşak, nağmeli sesiyle konuştu: “– Senin elin, ayağın da bu hastalıktan sızlıyor. Cin çarptığından kötü kanın çoğalmış. Kötü kan eklemlerine oturmuş. İşte bu kötü kanı aldırmak lazım Seğüre!”
Seğüre yenge çekinerek karşı çıktı.
“– Kocam: – “Seğüre senin eklemlerin soğuk değdiği için ağrıyor. Soğuk senin ilik yağlarına kadar geçmiş dedi.”
“– Bırak, Baygilde gibi günah sözler söyleme” diyerek tersledi Sıvakay nine. “– Erkek ne bilir? İşte bu üfürükle tedaviden, kocakarı ilacından kaçtığın için iyileşemiyorsun sen!”
“– Kocamın söylediğini söyledim…”
“– Söyleme. Ben dün Ezmezulla Molla'yı gördüm konuştum.”
“– Baygilde’ye, o dinden çıkmışa, razı olmasam da Seğüre gelin için gelirim dedi. Belki şimdi gelir. Sen Baygilde’ye bakarak benim gibi yaşlı birinin sözünü çiğnemezsin ya? Biliyorsun o başka mollalar gibi sadece üfürük tükürükle kalmıyor, kan alıp, kocakarı ilaçları yaparak da iyileştiriyor!”
Sıvakay nine bu sözleri söyleyerek sözünü bitirdi. Dışarıda, kapı dibinde incecik uzayıp giden sesi yankılandı.
“– Aleykümselam! Ev sahibi evde mi?”
Sıvakay nine bu ince nağmeli sesi tanıyıp, divandan yere yumak gibi yuvarlanarak indi, uzun süre bükülüp oturmaktan hamlamış eklemlerini açamayıp, ağır ağır basarak kapıya doğru yürüdü.
“– Buyur molla buyur, buyur başköşeye geç. Geldin mi? Vay, rahmet yağmuru!”
Âdemelması yumruk kadar olmuş zayıf, uzun boyunlu, şaşı gözlü Ezmezulla Molla kapı dibinde durunca, yeşil bastonunu kaldırdı sarığını ve cübbesini çıkardıktan sonra başköşeye geçip minderin üstüne oturdu. Ağzının içinden bir şeyler mırıldanarak, demir yabanın çatalları gibi sivri, eğri parmaklarını kaldırarak:
“– Evet, Allahȗ Ekber!” diyerek yüzünü yarım yamalak sıvazladı. Şaşı gözlerini açgözlü şekilde oynatarak Seğüre yengeye ve korkudan köşeye sıvışmış çocuklara baktı.
Sıvakay nine sevinerek:
“– İşte Seğüre gelin, ben demiştim. Ezmezulla Molla bizim gibi yoksul halkı kenara itmez. Gördün mü söylediği saatte geldi. Böyle Allah kulu biri bizim mollamız, rahmet yağmuru!” diyerek söylendi.
Övgüden eriyen molla mütevazı bir şekilde:
“– Bizim görevimiz bu yenge. Kullara elden geldiğince yardım etmek, iyileştirmek!” diye cevapladı. Seğüre yenge ona dün gece Baygilde ağabeyin pazardan alıp getirdiği esmühe[33 - Librenin sekizde birlik kısmı.] çayın hepsini koyup demli bir çay yaptı. Henüz küle gömüp pişirdiği mayasız bir ekmeği de alıp önüne koydu. Yeneş ile Yemeş yatak döşek koyulan sandığın arkasına kaçıp çiçek bozuğundan yarılmış kıpkırmızı zayıf yüzlü, çengel gibi eğri uzun parmaklı, ala doğan gagası gibi eğri burunlu bu mollayı şaşkınlıkla karışık bir ilgiyle gözlemeye başladı. Onu hiç bu kadar yakından görmemişlerdi.
Molla ile Sıvakay nine konuşa konuşa samimi bir şekilde çay içmeye başladı. Söz türlü türlü hastalıklar ve Ezmezulla Molla'nın hayranlık veren iyileştirme güçlerine geldi. Sözünün sonunu sadece sıradan haberler ile değil kocakarı ilacını ve üfürük tükürük tedavisini getirmekle, tedaviciyi razı etmek için hayır sadakayı verme gerekliliğini anlatmakla tamamladı.
Semaveri bir iki kere yenileyip, ısrar ede ede uzun süre birlikte çay içtikten sonra Ezmezulla Molla bir kat çizgili pantolon giymiş zayıf, eğri ayaklarını büküp, cübbesinin kollarını dirseğine kadar sıvayarak divanın kenarına oturdu. Kendini mukaddes hatta Allah’ın bütün gizemli işlerine nail olmuş, akıl sahibi biri gibi göstermeye çalışıp, bastonsuz şekilde içeri girerek ciddi bir ses ile:
“– Güzel, evet gelin hayırlı bir saatte başlayalım” dedi. Sonra sertçe boğazını temizleyerek: “– Bir leğen ılık su getirin!” diye buyurdu.
Sıvakay nine tereddüt eden Seğüre yengenin önüne gelip parlatılıp beyazlatılan pirinç madeni leğene ılık su koyarak onu mollanın önüne oturttu.
Molla iyice doğrularak:
“– Evet, güzel” dedi. Sonra sesini gırtlak dibinden daha kalın çıkarmaya çalışarak:
“– Gelin, senin eklemlerine kötü kan oturmuş. Allah’ın izniyle şimdi kanı alınca iyileşirsin. Ya Allah, aziz, merhametli Allah’ım kullarına şifa ver… Bana, zayıf elçine, kullarına yardım edecek güç, kuvvet nasip et… Ya Allah, âmin…” diyerek, mırıldana mırıldana gözlerini göğe dikip sürekli dua etti. Korkusundan rengi tümden kaçan Seğüre yenge, ne söyleyeceğini bilemeden şaşıp kaldı. Ama mollanın bu kadar iyi niyetli olmasına sevinen Sıvakay nine gözüne dolan yaşları kıyafetinin kolları ile silerek:
“– Sağ ol molla, öyle olsun. Allah nasip etsin. Karşılığını veririz. Seğüre gelin bunun altında kalmaz. İşte şu yeni yavrulamış büyük keçisini verecek. Baş sağlıklı olursa mal bulunmaz mı? Değil mi gelin?” diye söylendi.
Seğüre yenge birden irkilip uyanır gibi oldu. “– Ah keçiyi mi dedin Sıvakay yenge?”
“– Evet. Öyle dedim gelin. Soyunun devamı için bir oğlağı kalsa yeter.”
Mollanın şaşı gözleri açgözlülük ile parladı, bu şekilde almaya hiç de şaşırmamış bir ses ile:
“– Peki, lüzumu yoktu. Bir şey beklemiyorum. Ben sadece şu çocuklar için… Allah için…” diye mırıldandı. Sıvakay nine ondan duyduğu sesle onu bölerek: “– Bırak, öyle deme molla. Gereken karşılığı vermeden şifacı, Allah’ın elçisini memnun etmeden kocakarı ilacı fayda eder mi?” Molla mütevazı ve sabırlı olmaya çalışarak:
“– Peki, öyleyse” dedi. “– Kabul edelim.”
“– Keçi de güzel. Çok güzel. Allah versin… Allah kabul etsin, iyileşmeyi nasip etsin.”
Seğüre yenge telaşlanarak karşı çıktı.
“– Bırak, yenge keçiyi vermiyorum. Kocam da buna razı olmaz. Bizim sığırımız, atımız tüm malımız tek bu. Nasıl çocukların ağzından sütlü yiyeceklerini çekip alayım?”
Ardından ağrılı ellerini sabırsızca ovarak Sıvakay nineye, mollaya, çocuklarına sonra da tüm evin içine göz gezdirip suçlu bir ses ile:
“– Razı olursanız işte şu keçe kilimi veririm” diye ekledi. “– Keçe kilimi mi? Hangisini?”
Sıvakay nine sandığın üstünde güzelce kat kat toplanmış yatak döşeğin arasında göz kamaştırarak duran yepyeni keçe kilimi dürterek gösterdi.
“– İşte şu çiçekli olanı mı gelin?”
Seğüre yenge evet der gibi başını kaldırdı. Sıvakay nine keçe kilimi yataktan çıkarıp mollanın ayağına serdi.
“– Molla keçe kilime de razı olur. Gücenmez. Keçe kilim keçiye denk değil mi? Ne kadar güzel. Süslerini desem nasıl da göz alıcı! Vay vay! Teşekkür etmek için kendi dokuduğun keçe kilimi mi veriyorsun gelin?”
Seğüre yenge de keçe kilimi ilk kez görmüş gibi hayranlıkla bakıp pişman olmuş bir ses ile:
“– Güzel” dedi. “– Kız zamanımda ben bunun gibilerini insanlara çok dokudum. O zamanlarda işim için insanların verdiği yünlerden eğirip, boyayıp kendime bu keçe kilimi dokumuştum. Bunu kirletmeyip Bibeş’im için saklamıştım. Hayırlısı olsun, ona kısmet değilmiş…”
Molla da Sıvakay nine de onun bu son sözünü duymamış gibi davrandı. Fakat yatak döşeğin arasına sığınan Yeneş ile Yemeş keçe kilimin arkasından gidip molanın önüne geldi. Hem annelerine hem de keçe kilime üzülmekten korkularını unuttular.
Gökkuşağı ışıkları gibi çeşit çeşit, göz alıcı süsler işlenmiş bu keçe kilimi onlar çok seviyordu. Her gün sabah yatağı toplayıp damgalanarak işlenmiş sandığın yanına çömelip oturuyorlar ve bu keçe kilimin çizgilerini, süslerini kendi aralarında paylaşarak oyun oynuyorlardı.
“– Yemyeşil olan benim!” “– Vişne kırmızısı benim!”
“– Kırmızı çiçekli benim! Senin değil! İşte mavi çiçekli de benim!”
Artık yatağın arasında bir tek güzel şey kalmadı. Bir kara keçe, iki yama yorgan, bir yastık, beş minder. Onların da dışları yok. Yünleri eski. Nasıl da çirkin oldu bu yatak!
Kızlar bu kaybın ağırlığıyla ezilip sessizce durdu. Fakat molla eğri parmaklarını kaldırıp yüzünü bir iki kere sıvazladı.
“– Âmin, Allah kabul etsin.”
Sonra Seğüre yengenin bileğini sıkıp, kolunu dirseğinden yukarıya büktü ve cebinin ucunu üste doğru kaldırarak tuhaf bir ustura çıkarıp, bileyerek avcuna aldı.
Seğüre yengeye oldukça kötü gelen bir ses ile:
“– Evet, güzel, tevekkül edelim” dedi.
“– Tevekkül edelim. Allah şifasını versin” dedi Sıvakay nine de.
Seğüre yenge sessiz sedasız başını eğdi. Her ekleminden kabarıp, şişerek çıkan sapsarı zayıf elleri ve korkudan kanı daha çok kaçan beyazımsı sarı yüzüyle dökülen sonbahar yapraklarını hatırlattı.
Yeneş ile Yemeş de ormandan odun alıp gelen Bibeş ile İştuğan da annesinin yanına çöktü. Çocukların ağlamaya başlamasından korkan Sıvakay nine:
“– Allah’a sığındık molla, fazla uzun sürdürme” dedi. Seğüre yenge güçsüz elini geriye attı. “– Bırak. İstemiyorum…”
Molla bunu duymamaya çalıştı. Kurbanının elinden daha sert tuttu ve bileğinin arkasındaki damara ustura ile hızlıca vurdu. Seğüre yenge belki takati kalmadığından belki de korktuğundan gözlerini kapatıp sağa sola savruldu. Çocuklar ağlayıp, söyleyecek bir söz bulamadan öylece kaldı. Ustura ile kesilen yer ilk başta bembeyaz oldu sonra rengi azalan kan ayağına doğru simsiyah indi. Molla, Seğüre yengenin elini dirseğine kadar tastaki ılık suya batırdı.
Su kan ile her birleştiğinde Seğüre yengenin yüzü beyazlıyor, rengi atıyordu. Küçücük evin içini korkunç bir sessizlik sardı. Çocuklar yüreklerinin ne zamandır duvara çekiç ile vurulur gibi güm güm ettiğini duymamıştı. Hatta bu işi büyük bir gayretle ayarlayan Sıvakay ninenin de sesi kısılmaya başladı. Kan alıcı hızlanarak:
“– İşte, gördünüz mü nasıl da kötü kan toplanmış. İyi, artık ağrı çekmezsin. İnşallah bundan sonra sağlığını toplayıp iyileşirsin gelin. Kötü kanın artık çıktı” dedi. Lakin bu sözler kimseyi ne sevindirdi ne rahatlattı. Seğüre yengenin gücü tükenmiş, evde geriye sadece korku kalmıştı. Sonra bu korkunç görüntü ilk önce küçük Yemeş’i çileden çıkardı. Yürek parçalayan bir ses ile:
“– Git buradan ihtiyar! Anneme dokunma!” diye ağlayarak bağırdı, göz açıp kapayıncaya kadar annesinin elini tastan alıp göğsüne bastırdı.
“– Yeter, annemin elini vermiyorum. Annem benim, sana vermiyorum!”
Bilekten atılan kara kan Yemeş’in mavi, burçak bezeli beyaz elbisesinin göğsünden eteğine doğru akıp gitti. Bunu gören Yeneş ile İştuğan hatta sabırlı, büyük biri gibi davranmayı öğrenmiş Bibeş bile ağlamaya başladı. Seğüre yenge kâğıt gibi bembeyaz olup divana yığıldı.
Sıvakay nine:
“– Aman Allah’ım! Ey, ne oldu şimdi molla?” diye eli ayağına dolanıp, ne yapacağını bilmeden bir kapıya bir divana doğru yürüdü. Fakat kan alıcı bir şeyler mırıldana mırıldana yırtık keçe parçasını mumda yakarak yaraya kapattı, çabuk çabuk bağlayıp sararak baştan savma bir dua etti ve keçe kilimi koltuğuna kıstırarak çıkıp gitti. Çocuklar da gürültü patırtıyla ağlaşmaya başladı. Seğüre yenge uzun süre hareketsiz yattıktan sonra kendine geldi. Gözünü açtı. Oturmak istedi. Çocuklarının başını okşayıp severek sakinleştirecek oldu. Lakin hareket edemedi. Ellerini de ayaklarını da kımıldatamadı. Bütün vücudu taş gibi ağırlaştı ve hareketsizleşti.
III
Ertesi gün ailesinin durumunu öğrenince geri dönen Baygilde ağabey, kapıdan girmesiyle ne olduğunu anladı. Seğüre yengenin gözlerine bakıp, uzun süre konuşmadan durduktan sonra derin bir of çekerek:
“– Peki, hanım benim sözümü tutmadın şimdi kendine öfkelen. Böyle yaparak çocukları yetim bıraktın” dedi.
Üzüntüsünden yüreğine kan toplanan Seğüre yenge kocasına cevap vermedi. Çökmüş, şaşkın, kaygılı gözlerinden iri iri yaş kabarcıkları dönerek çıktı, bal mumu gibi sarı yanakları boyunca kulağına, kalın kara saç tutamlarının dibine doğru akıp gitti. Ağlamamaya, gözyaşlarını tutmaya çalışarak gözlerini sımsıkı yumdu.
Baygilde ağabey onun ayak ucuna gidip oturdu. Hem annesine hem kendisine sızlanarak bakan küçük kızlarına kabanından simsiyah iki dilim ekmek çıkarıp verdi. Zengin Kormoşlar elek altından artan buğdaydan hizmetçileri için böyle ekmek pişirirdi. Kızlar birazcık keyiflenince dışarıya çıktı. Annesine endişelenip divanda oturan kızı Bibeş’e de babası ekmek uzattı.
“– Git kızım sende oyna, suya inin. Çok sıcak. Annenin yanında ben otururum” dedi.
Bibeş gecekonduya çıktı, sırığı omzuna asıp suya gitti. Fakat Yeneş ile Yemeş evin gölge tarafına çıkıp inşaat temelinin kenarına oturdu. Güneş nefes aldırmayacak kadar bunaltıcıydı. Yeneş nazik ayaklarını kabarık ekmek gibi büküp topuklarına elbisesinin eteğini örttü.
“– Sende böyle otur olur mu kardeşim? Yerken ekmek kırıntıların kenara düşmesin” diye öğretti. Ardından: “Yerse hepsi biter” diye hüzünlenerek ekmeğe döndüre dolandıra uzun süre bakarak oturduktan sonra:
“– Evet, kardeşim azıcık yiyelim olur mu?” diye önerdi.
“– Olur” dedi. Yemeş de gözlerini kısarak ekmeğine bakıp. “– Ben her zaman küçük küçük yiyorum.”
Ekmeği ufak parçalara bölüp dil uçlarıyla almaya, bu tatlı dakikayı daha da uzatmaya çalıştılar. Lakin hepsi çabucak yenildi. Sonra Yeneş tekrar bir umut buldu:
“– Ekmek iğne ucu kadar olsa da insandan büyüktür. Yere düşürüp ezersen çok günah olur. Hatta bin yıl cehennemde yanarsın. Evet, kardeşim, eteğimizdeki kırıntıları toplayıp yiyelim.”
Kızlar eteklerinde iğne ucu kadar ufak bırakmadı. Onlardan azıcık kırıntı kalır mı diye çoktandır kuyruğunu sallayan, kaşını oynatan ve arsızlık ederek karşılarında duran kocaman, iri, sivri burunlu av köpeği Kaşkar’a da sıcaklığa dayanamayarak ağızlarını açıp “kıt kıt” diye türkü söyleyen, yamuk yumuk bakarak bekleyen alaca tavuk ile sarı horoza da bir şey kalmadı. Ümitsizlikle kendi yerlerine çekildiler. Kaşkar takatten düşüp, yassı kızıl dilini çıkarıp, akıllı gri gözlerini bir noktaya dikerek çardağın altına yattı. Tavuklar çite geri dönüp kurt aramaya başladı. Fakat güneş çite toplanmış gibi daha çok yakmaya başladı. Gölgede de sıcaklığa dayanacak güç yoktu. Kızlar temelin kenarından indi.
“– Haydi, suya inelim kardeşim olur mu?” dedi Yeneş. “– Boş ver. Gitmeyelim. Ben korkuyorum” dedi Yemeş.
Onun annesinden başka biriyle evden uzağa gitmişliği yoktu. Çok geçmeden komşuları ihtiyar Şehit’in torunları olan Bibekey ile Gölkey de koşuşarak geldi.
“– Yeneş haydi suya inelim!” Yeneş, Yemeş’in eteğini çekti.
“– Haydi kardeşim. Bak senin gibi küçücük Gölkey bile gidiyor.”
Yemeş pes etti. Onlar da Bibekey ile Gölkey’in arkasından gitti. Yeneşlerin de Bibekeylerin de evleri köyün tam ortasında, Ulu Eyek nehrine doğru uzanıp giden geniş uçurumun kenarındaki “Yarsık” sokağına tümüyle tersti. Bibekey ile Gölkey “Yarsık” sokağını geçer geçmez her zamanki gibi elbiselerinin ipini çözdü.
“– Yarış, yarış!” diye ellerini yukarıya kaldırıp sallaya sallaya çıplak hâlde uçurum boyundan aşağıdaki nehre doğru yürüdüler. Yeneş de başka zaman böyle yapıyordu. Bu şekilde yürürken elbisesini çakıllığa atıp azıcık akan suya inmek çok komik oluyordu. Lakin bugün hem bakması gereken küçük kız kardeşi vardı hem de keyfi yoktu. El ele tutuşup, toz basmış büyük yol boyunca annesini kaybetmiş kaz yavruları gibi dalgın dalgın yürüyüp gittiler. Yeneşler vardığında, Bibekey ile Gölkey çoktan kendileri gibi küçücük bir sürü çocukla birlikte gürültü patırtı ederek suya giriyordu. Bibekey Yeneş’i görünce sudan çıkıp övünmeye başladı:
“– Vah, zar zor geldiler. Biz şu an beş kez suya girip çıktık!” Yeneş belli etmek istemedi.
“– Biz sabah on kez indik değil mi kardeşim?” diye cevap verdi. “– Biz bugün yirmi kez indik!” diye arttırdı Bibekey.
Bu köyün çocukları ve gençleri arasında suya çok inmek, yüzmek, dik kenarlardan ve uçurumlardan atlamak, su dibine dalarak beyaz taş çıkarmak gibi şeylerle yarışma geleneği vardı. Bibekey ile Yeneş arasında sürüp giden tartışma da bu geleneğin bir yansımasıydı. Bu yüzden Yeneş hiç tereddüt etmemek ve yarıştan geride kalmamak istedi. Bugün su kenarına ilk kez gelmesine bakmadan:
“– Fakat biz bugün yüz kez indik değil mi kardeşim?” diye Bibekey’den de fazla arttırdı:
Yeneş her sözünü Yemeş’e doğrulatmak için “değil mi kardeşim?” diyerek bitirdi, bundan bir şey anlamayan Yemeş ona sadece şaşırarak baktı. Sonunda yüzden büyük bir sayı bilemeyen Bibekey pes etti. Ona:
“– Hey, kendini öven, kendini öven! Kendini övenin sırtı açıktır” diye koşma söyleyerek, açık sırtını parıldata parıldata suya gömülmekten başka çare bırakmadı. Yeneş gururlu bir şekilde arkadaşının arkasından gitti. Onlar yüzmeye çalışmaya, suya gömülmeye başladı.
Yeneşlerin yüzdüğü yer nehrin en sığ yeriydi. Burada nehir güneşin altında parlayarak çeşit çeşit, akik gibi güzel, pürüzsüz çakıl taşları arasından cıva gibi beyaz, berrak şekilde şırıl şırıl akıyordu. Bu yere “Geçit” diyorlardı. Demek ki bu yerden nehir geçiyormuş. Buradaki su kenarı çakıllık, ufak, koyu kıvrımlı dallar, geniş yassı yapraklı ağaçlarla kaplanmıştı. Lakin ağaç gölgesinde de dayanılmaz bir sıcak vardı bugün. Kızmış çakıl taşları zemini köz gibi yakıyordu. Yemeş suya inmeye korkup o derin gölgeli yerde gücü tükenene kadar durdu. Ama nehrin kazandaymış gibi kaynayan sığ yerinde Gölkey tek başına yüzüyordu.
“– Gel Yemeş çok güzel” diyerek Yemeş’i yanına çağırdı. “– Hey korkak, gel yakmıyor!” diyerek yere dokundu. Sonra Yemeş de soyunup onun yanına indi. Suyun dibine yaslanıp dip dibe uzandılar, ayaklarını var güçleriyle şap şap ettirmeye başladılar. Güya yüzdüler. Ilık suda toplanıp bir araya gelen balık yavruları ve iğne ucu kadar küçük balıklar nereye kaçacağını bilemeden ileri geri yüzdüler. Gölkey onların bir ikisini su ile birlikte avuçladı.
“– Bibekey ablam balık yavrularını yutarsan balık gibi bir yüzücü olursun, dedi. Yemeş sen de yut. Tutayım mı?”
“– Gerek yok” dedi Yemeş. “– Balık içimde büyür.” Gölkey sonra:
“– Hey, korkak, pişmemiş börek!” diye güldü. Kahramanlığını bir kez daha doğrulamak için bir iki kere küçük balık yuttu. Yemeş onun bu kahramanlığına gerçekten hayran kaldı. Yine de kendi yutmadı.
Bibekey ile Yeneş yeşerip, dişleri dişlerine değip, takırdayıncaya kadar yüzdü.
Yemeş yalvararak:
“– Dönelim acıktım” diyerek, ağlamaya başlayınca elbiselerini giydiler. Ayak bileklerinde olan suda yüzmekten sırtına su değmemiş, tozla karışık ter akmış çamurlu yüzünü bile yıkamayan Yemeş oflaya puflaya elbisesini giydi. Yeneş, onun elbisesinin önünü arkasına giydiğini fark etmeden yürüdü. Bibekeyler Kızılyar sokağı tarafına döndü. Yeneş de onları izledi. Kızılyar’a çıkınca mavimsi yeşil kıvrılarak akıp giden, derin, rüzgârsız yerde hiç korkmadan yüzen büyüklere hayranlıkla baktılar. Buraya gelen kızlar, yengeler dalga üstünde duran kuğular gibi yüksele yüksele Ulu Eyek ortasında yüzdü. Beri uçurumdan karşı uçuruma kim geçecek diye yarıştılar. Yüzen kızların kalkarken güzel, beyaz gerdanları göründü. Bunun için midir burada kızlar, gelinler arasında gerdan kaldırarak, ayakları sudayken koşma söyleyerek suya vurmak en güzel yüzme şekli sayılırdı. Kızlardan daha fazla Kızılyar altındaki “dipsiz” uçurumda çocuklar ve yiğitler yüzüyordu. Üç dört metrelik dik uçurumdan suya atlıyorlar, uzun süre suyun altında kayboluyorlardı. Sonra başka bir yerden, uzaktan çıkıp kulaç atarak karşıya yüzüyorlardı. Çıktıktan sonra yumuşak, sarı kum üstünde yatıp mola veriyorlardı. Bazıları sırt üstü yüzmek için yarışıyordu. Kısacası her biri kendince yüzüp, yarışıp ördek yavruları gibi suyun içinde oynuyordu. Burada kızı, çocuğu ayırıp birbirlerine el değdirmek, korkutmak, utandırmak ya da kötü bir söz söylemek gibi ahlaka sığmayan herhangi bir şey yoktu. Suda onların hepsi aynı, doğanın çocuklarıydı. Burada büyük su boyunda, çok eskiden beri bu gelenek yaşatılmıştı. Hâlâ öyle de devam ediyordu. İlkbahardaki suyun taşma zamanından, sonbahardaki suyun donmaya başlamasına kadar nehirden her gün ama daha çok sabah ve akşam böyle yüzme, oynama, gülme, su sıçratma sesleri gelirdi. İnsanlar sıcakta ya ot, orak üstündeyken ya da ekinin bittiği sırada suya girip çıkmak için vakit bulmaya çalışıyordu.
Gençler yüzülen yere gelince Bibekey ile Yeneş geri dönmeyi hepten unuttu. Ama öğlen olunca tam tepeden vurmaya başlayan güneş durumu daha da zorlaştırmaya başladı.
“– Yeneş haydi geri dönelim! Yine geliriz” diye önerdi Bibekey. “– Haydi” dedi Yeneş de. “– Gidelim!”
Her gün böyle geri dönmek için ayrıldıklarında yine birkaç kez geri gittiler. Böylelikle gün boyunca nehirden çıkamıyorlardı. Lakin bugün Yeneş’in bu isteği gerçekleşmedi.
“– Gidelim, anneme gidelim!” diye ağladı Yemeş. Saçları arasından yağmur gibi ter akıyor, iki yanağı da vişne gibi kızarıyordu.
“– Haydi, Yeneş çabuk ol!” diye acele ettirdi Bibekey. O da Gölkey’i izleyerek tozlu patika boyunca kenardan yürüdü.
“– Yemeş ağlıyor” dedi Yeneş tereddüt ederek.
“– Kardeşim Gölkey nasılda akıllı. Hiç ağlamaz!” diye onu övdü Bibekey. Gerçekten de Gölkey sürekli ablasını takip ederek yürüdüğünden çok dayanıklıydı. Nereye gidelim dese oraya gitmeye hazırdı. Ama Yemeş bugüne kadar annesinin sağlıksız olmasına üzüldüğünden ona çok ilgi gösteriyor, değer veriyor kendinden ayrı bir yere de göndermiyordu. Gerektiğinde onu banyo lifi ile leğende güzelce yıkıyordu.
Su kenarından düşünce Bibekey arkasına dönüp bir kere daha bağırdı. “– Evet, haydi Yeneş! Hey, cilveli!”
Yemeş:
“– Dönelim!” deyip Yeneş’in eteğine yapıştı.
Yeneş sinirlenip, Yemeş’in kolunu çekiştire çekiştire köy tarafına doğru yürüdü. “– Sulu göz! Bundan sonra bir daha gidelim dersin sen.”
Yemeş hıçkıra hıçkıra ablasının arkasından gitti. Başı ağrımaya, midesi bulanmaya, ayakları bitap düşmeye başladı.
“– Daha çabuk yürü!” diye çekiştirdi Yeneş. “– Sen böyle yürürsen biz ne zaman varacağız?”
Yemeş ne kadar uğraşsa da hızlı yürüyemedi. Biraz sonra ayakları hamurdan yapılmış gibi eğilmeye başladı. Ama az sonra gücü tamamen tükenerek tozlu yol üstüne oturdu.
“– Yeneş dur, beni yukarıya kaldır!”
“– Aptal! Seni niye kaldırayım!” diye azarladı Yeneş.
“– Haydi, oturma gidelim.”
Yemeş kalkmadı. Hatta uykusu gelmiş gibi yapmaya başladı. Yeneş küçücük yumruklarını sıkarak başını yumruklamaya başladı.
“– Ay, seni! Görürsün bir daha seni bir yere götürmeyeceğim” dedi kendi de ağlamaklı olarak. “– Dur, yürü dedim!”
Yemeş zar zor nefes alıyordu, daha çok sinirlendiği için yüzü kızardı ve yere oturdu. Sonunda Yeneş de onun önüne çömeldi.
“– Haydi, kardeşim seni sırtıma alayım” dedi yumuşayarak. “– Atla!”
Yemeş güçlükle ablasının sırtına atladı. Yeneş başı yere değecek gibi oldu, beli büküldü ve öne doğru eğilerek yürüdü.
Lakin çok gidemeden gücü tükenip kendisi de yere oturdu. Eli ayağı ip gibi kopmaya başlayan küçük, zayıf, yedi yaşındaki Yeneş’e boyuna göre büyük denilebilecek iri, yumru gövdeli dört yaşındaki Yemeş’i kaldırıp kıyıdan yukarı çıkarmak çok zordu. Yine de kardeşini bırakıp gitmedi. Bir sırtına alıp bir düşürüp, sallana döne götürdü.
Baygilde ağabey bu sıralar Zengin Kormoş’a işe gidiyordu. Sıcaktan durulmayan evde Seğüre yenge tek başına kalıyordu. Çünkü Bibeş akşama yemek pişirmek için gecekonduya darı dövmeye, İştuğan da yakacak çalı çırpı toplamak için aşağı sazlığa gitmişti.
Eve girince Yemeş bir kepçe soğuk suyu dibine kadar içine çekerek içti ve annesinin yanına çöktü. Seğüre yenge ondan tarafa güçlükle başını çevirip:
“– Kızcağızım, yavrum hastalandın mı yoksa?” diye sordu. Ağır ve sık sık nefes alan çocuk gözlerini açamadan:
“– Uykum geldi anne” dedi. Seğüre yenge kızına bakmayı, sırtından sevip şefkat göstermeyi istedi. Lakin elleri önceki gibi hareket etmedi. Şikâyet etmeden ona bakarak ayak ucunda duran Yeneş’e gözyaşlarını göstermemek için başını köşeye doğru çevirdi. Yeneş üzüntüsünden başını aşağı eğip dışarıya ablası Bibeş’in yanına çıktı.
IV
O günden sonra Yemeş iki hafta boyunca ağır ateş içinde yattı. Geceleri sayıklayıp bağırdı. Rüyasında, annesinin kanını alan molla gibi şaşı gözlü, gövdesiz başlar sarıklarının kuyruklarını sürükleyerek onun etrafında yılan gibi kıvrılıyordu. Dişlerini gösterip, insan başı sığacak kadar korkunç, büyük ağızlarını şap şup ettirerek onu yutmaya ya da annesini parçalayıp yemeye çalışıyorlardı. Annesinin bilekleri ve elbisesi boyunca etrafa kanlar saçılıyordu.
“– Sarıklar! Başlar! Kan! Kan! Anneciğim! Dokunmayın! Dokunmayın anneme!” diye ağlayıp sayıklamaya başladı. En son ne zaman böyle bağıra bağıra uyanmıştı. Baygilde ağabey gece boyu uyumadan kızına baktı. Artık Zengin Kormoş’ta çalışmıyordu. Zengin onu: “Sen şimdi evinde uzun kalırsın. Bana öyle ırgat gerekmez” diye işten kovmuştu.
Yemeş’in bu hâli her akşam tekrar etti. Seğüre yengenin hâlini görmeye gelen yaşlılar Yemeş’in hastalığı ve nasıl iyileştirilmesi gerektiği hakkında düşünmeye başladı. Birisi su cini çarpmış, başkası yer cini çarpmış diye fikir yürüttü. Ama çoğu zaman Seğüre yenge ile Yemeş’i çekip çeviren, geçindiren Sıvakay ninenin “nazar değmiş” fikri kuvvetli bulundu. Hâlini görmeye gelen konu komşuya Yemeş’in basit bir çocuk olmadığını, farklı ve nazar değecek bir çocuk olduğunu ispatladı.
“– Ben onun göbek ebesiyim. Biliyorum. Doğduğunda nasıl bir çocuktu o…” diye bu konuda gizemli tonda mırıldandı. “– Bir keresinde, ben size söyleyeyim kışın en soğuk zamanıydı, hiç unutmam ocak ayındaki gibi gece yarısında Baygilde kayın geldi. “– Yenge. Çabuk ol. Gelinin doğum yapıyor. Sonra ben kara bata gömüle geldiğimde suphanallah, çocuk doğmuş feryat ediyor, bağıra bağıra ağlıyor: ‘Niye beni güzelce karşılayan biri yok?’ dedi herhâlde biçare. Sonra ben çabucak göbeğini kestim, çamaşır leğenine ılık su döküp yıkamaya başladım. Baktım kızcağız iki üç aylık çocuk gibi kocaman, tombul tombul. Bilekleri kat kat. Saçları da upuzun, kapkara. Hatta kirpikleri, kaşları uzamış. Feryat ediyor, bağıra bağıra ağlıyordu. Sonra, ben size söyleyeyim, yıkayıp ılık kundak bezine sardığımda kızcağız pat diye nefes alıvermesin mi? Sadece bu da değil ağlamayı da kesti, başını etrafa çevirip, gözünü kısarak çatının tahtasına bakmaya başladı. Suphanallah ben anlattım, anlatmadığımı da düşündüm, bu neye alamet şimdi? Tüh, tüh! Nazar değdirmeyeyim diye çabucak annesinin yanına götürdüm. Sonra ne mi oldu dediniz? Çocuk başucundaki fırında duran yapış yapış, kör lambaya donup kalmış gibi bakmaya başlamadı mı? Estağfurullah! Ey, ben diyeyim, kesin zavallı çocuk ‘bu güzel dünya dedikleri Allah korusun bu muymuş?’ diye düşündü herhâlde dedim. Yine nazar değdirmeyeyim diye üstüne şap şup tükürdüm. Tüh tüh! dedim. Yirmi otuz yıl boyunca kaç yüz çocuğun göbek annesi olmama rağmen onun gibisini görmemiştim.
“– Hatırlıyor musun bu anlattığımı gelin?”
Seğüre yenge dalgın gözlerini uzak geçmişine dikip hâlsizce gülümsedi. “– Evet öyle. Öyle demiştin yenge. Çok tombul, çok güzel doğdu kızcağızım. Hatta ben sonra ikiz olur diye korkmuştum ama böyle güzel bir kız doğunca çok sevinmiştim. Babası da sevinmişti.”
Onun bu sözünden sonra Sıvakay nine daha da coşup geçmişini hatırlatmaya çalıştı.
“– Sonra nasıl çabuk büyüdüğüne bakın. Üç ay sonra ablası elinden tutup oynatmaya başladı. Dört ay sonra oturdu. Seğüre gelin onu eskilerin dediği gibi altı ay sonra kucağından bıraktı, yedi ay sonra elinden tuttu. Yaşı dolduğunda kızcağızı konuşmaya başladı. Böyle oldu değil mi gelin?”
Seğüre yenge derin bir of çekerek:
“– Evet, yenge öyle, öyle olmuştu…”
Uzun koyu kirpiklerinin arasından cıva gibi yuvarlak, parlak yaş damlaları çıktı, bir deri bir kemik çenesinin kenarından mindere doğru düştü.
“– Evet, böyleyken ona nasıl nazar değmesin?” deyip sözüne devam etti Sıvakay nine.
“– İşte, şimdi dört çocuk. Ama boy da akıl da yedi yaşındaki Yeneş’te daha yerinde!”
“– Öyle. Doğru. Nazar değdirirler” dedi nineler.
Böylece nazar değmesinin doğruluğu şüphesiz ispat edilince söz kimin gözü değdiği konusuna geçti. Sıvakay nine bunda da başkalarından akıllılığını gösterdi.
“– Herkesin değil ihtiyar Şehit’in gözü değmiştir” dedi sözü kesip. Sonra kendine de ninelere de bir kez daha sıcak çay yapıp ispatlarıyla onun gözünün değdiğini doğrulatmaya çalıştı.
Bibekey ile Gölkey’in büyükbabası olan ufak tefek, zayıf, çelimsiz, çevik, ustalık yapan ve nükteli konuşan ihtiyar Şehit’e “Serçe Şehit” diyorlardı. Hatta bu lakap onun bütün soyuna yayılmıştı. Şehit soyundan olan bütün kişilere “Serçeler” derlerdi. Bu lakap Şehit dede neslinin ufak tefek, çelimsiz, ama becerikli oluşlarından ve ellerinden her iş gelişinden sevgi belirterek eklenmişti, bu yüzden kimse sinirlenmezdi. İşte bu Serçe Şehit dede şimdi seksen altı yaşında olduğuna bakmaksızın sabah şafaktan gecenin karanlığına kadar hiç durmazdı. Balta ustasıydı. Kapının önünde, bir köşede duran tezgâhında gün boyunca kesip biçerek bir şeyler yapardı. Yanında her zaman yeni yapılmış bir elek, kap, kürek, ağaç, fıçı dururdu. İhtiyar Şehit’in oğlu ve Gölkeylerin babası olan Şahimurat ağabey de ona ormandan ihtiyacı olan ağaçları getiriyordu. Pazar gelince de hafta boyu yaptığı bu kürekleri, hamutları dar, uzun göğüslü orman arabasına yükleyip, pazarda satarak her hafta un, çay, şeker ve diğer levazımları alıp gelirdi. İhtiyar Şehit pazara gitmezdi. Hatta oğluna:
“– Çok mu sattın, neler aldın?” diye de sormazdı. Onun ilgisini işin kendisi, budayıp keserek ihtiyaç gereçleri yapmak çekiyordu. Ama küçük Yemeş her zaman gidip, ihtiyar Şehit’in usul usul türkü söyleyerek iş yapışını ilgiyle izlerdi. Şehit dede de Yemeş’i yaşından büyük davrandığı ve çok bilgili olduğu için seviyordu. Anneleri hasta, hayatları zor olduğu için ona acıyordu. Her geldiğinde fıkra anlatıp, oyun oynayarak onu avutmaya çalışıyordu.
“– Hey, kızım, senin bu elbisen dokuma. Zengin Kormoş’un çirkin kızı Ğilmekey hep satenden, ipekten giyiniyor. Niye öyle? Sana da lazım o güzel elbiselerden kızım” dedi.
Yemeş belli etmek istemeden:
“– Benim elbisem dokuma değil, ipek” diye ısrar etti.
Annesinin bekârken çeşitli iplerden işleyip nakışlayarak Baygilde ağabeye hediye ettiği, bugün bile sandığın dibinde duran ipek keseyi gördüğünden beri gönlünde en güzel şeyin o ipek olduğu kalmıştı. Bu onun dilinde en büyük övgü sözcüğüydü.
“– Dokuma işte, bıraksana kızım” diye ısrar etti Şehit dede.
“– Değil. İpek ipek! Benim elbisem, eşarbım, kazağım, annemin diktiği gacır gucur eden çizmem bile ipek!” dedi Yemeş. Daha da cesurca ihtiyar Şehit’in cübbesinin kollarından ve kara bağcığından tutup çekti:
“– Dede senin cübben kendir dokumadan. Kendir dokuma cübbene bıçkı küçüğü iliştirerek kirletiyorsun. Hanımınla kavga edersiniz” dedi.
İhtiyar Şehit Yemeş’in cevaba şaşırmamasına sevinip kıs kıs diye güldü.
Bazen işten yorulup mola verdiği zaman Yemeş’e hikâyeler anlatıyordu. Yemeş daha çok “Keçi ile Kurt”
hikâyesini dinlemeyi seviyordu. O hikâyenin melodiyle söylenen kısmı daha bir güzel geliyordu.
“Nine ile dede,
Horul horul uyuyor,
Yanlarında bir çocuk.
Ahırdaki beş keçi,
Hırt hırt çiğniyor,
Saraydaki alacalı tay,
Bağıra bağıra kişniyor.
Girişteki kudurmuş enik,
Ilgıt ılgıt uluyor,
Beş keçinin beşini de,
Yemeye çalıştı beni de!
deyip ahenkli ahenkli, aç kurt diye uzatarak koşma söylüyordu Şehit dede. Yemeş de ses çıkarmadan dinleyerek onun yanında oturuyordu…
Sıvakay nine onları bu hâlde pek çok kez görmüştü. İhtiyarın hayranlıkla:
“– Vah vah, kurnaz bir çocuk olacak bu Yemeş. Erkek olsaydın bir yiğit çıkardı senden. Kız olarak ziyan olmuşsun” diye söylediğini de duymuşluğu vardı. Şimdi bunları hatırlayıp korkarak:
“– Onun gözü değmiştir” diye tekrarladı.
“– Öyledir, öyledir. Onun gözü çok keskin. İnsanı geçerken görür, dümdüz deler gibi bakar o” dedi diğer nineler de. Sonra hiç vakit kaybetmeden ihtiyardan bir yama alıp yakarak Yemeş’e koklatmaya karar verdiler. Ertesi gün sabah erkenden Sıvakay nine Şehit dedelere geldi. İhtiyar bu sırada her zamanki gibi gamsız gamsız terennüm ederek, sıcaktan kuruyup çatlamış fıçısına yeniden halka vurmaya çalışıyordu. Sıvakay nine hâl hatır sorup, fıçının nasıl birleştiğine bakarak ihtiyarın etrafında döndü, pantolonundan bir yırtık aldı. Halk ağzında “kırk yama” denen, gömlek ya da pantolondan kopan bu parçalar ihtiyar Şehit’te çok olduğundan Sıvakay nineye bu işi yapmak hiç zor olmadı. İhtiyar Şehit hiç fark etmeden işine devam etti.
Aynı gün bu yırtığı ısıtıp Yemeş’e koklattılar. Lakin bu da ona huzur getirmedi. Yemeş sürekli eskisi gibi ateşler içinde yanarak daha da hastalandı. Sıvakay nine başka çareler aramaya başladı. Şu an hiç olmazsa bu çocuğu iyileştirip Baygilde’nin ailesine huzur getirmeyi istiyordu. Bu hastalığın sebepleri hakkında sürekli düşünüyordu:
“– Nazar değmemiş. Ama çok korkmuş. Tedavi etmek gerek” dedi. Baygilde ağabey Yemeş’e sıcak çarptığını ya da terliyken suya indiğinde ciğerinin şiştiğini düşünse de şimdi tüm ailesine bakıp yardım eden Sıvakay ninenin hatırına tedaviye karşı çıkmadı. “Haydi, yapsın. Faydası olmayacağı gibi zararı da olmaz” diye düşündü. Hatta tedavi edilirken kızını kendisi getirdi. Sıvakay nine “dinden çıkmış kişi” olan Baygilde’nin böyle iyi olup, sakinleşmesine sevinerek:
“– İşte görüyorsun Baygilde kayın, iki defa oldu. Allah’ın izniyle hastalığı bedeninden ovarak alacağım” diye ara vermeksizin konuşarak tedavi etmeye başladı. İlk önce kaşık başı gibi olan ak kurşunu kepçeye atıp eritti. Sonra (bir dua bilmese de) ağzının içinden bir şeyler okuya okuya soğuk suyu Yemeş’in tepesinde döndürerek erimiş kurşunu cos! diye suyun içine döktü. Yemeş bu sesten korkup, elini ayağını sallayarak ağlamaya başladı. Baygilde ağabey kızını çabucak annesinin yanına götürüp sakinleştirmek istediyse de Sıvakay nine izin vermedi.
“– Dur. Bak, kayın. Neyden korktuğunu öğrenelim. Korktuğu şey belli olmazsa tekrar dökeceğiz” dedi. Sonra soğuk suyun içinde etrafa sıçrayarak, anlamsız bir şekilde katılaşan kurşuna dikkatle döndüre döndüre bakmaya başladı. Sonra:
“– Örümceğe benzemiş. Örümcekten korkmuş” sonucuna vardı. “– Öyleyse test etmek için bir daha bakalım” dedi. Sonra kurşunu tekrar eritip, yine cos ettirerek Yemeş’in başucundaki suya döktü. Yemeş yine korktu, yine ağladı. Bu sefer de kurşun horoza benzemiş, Yemeş horozdan korkmuş oldu.
“– Sağlığı geri gelirse yürek sureti düşmesi lazım” diye doğruladı Sıvakay nine. Baygilde ağabey de karşı çıkmadı. Sıvakay nine Yemeş’i sürekli böyle korkutup ağlatarak hevesli bir şekilde tedaviye devam etti. Sonra kurşun dökülerek ısınan suya düşen şeyler çok sıçramayınca, daha yuvarlak bir şekilde katılaşan kurşunu kâseden alarak:
“– İşte sağlığı geldi. Yürek sureti düştü. Şimdi iyileşir inşallah” dedi ve kurşunun daha sivri bir yerini delip, ip geçirerek Yemeş’in boynuna taktı. Korkup ağlayarak hâlsizleşen çocuk babasının elinde uyuyakaldı. Sıvakay nine Baygilde ağabeye gururlu bir bakış atarak:
“– Gördün mü kayın, sağlığı gelince çocuk nasıl da sakinleşti! Söyledim, şifasını bulur dedim!”
Kendinden çok çocuğu için endişelenen anne sadece sessiz sessiz ağladı.
Bu koca karı ilaçlarından sonra Yemeş sadece geceleri değil gündüzleri de uykusunda sayıklayarak, korkusundan tekrar hastalandı. İki hafta sonra bir gün neredeyse ölecek hâle geldi ve hastalığı çok ağırlaştı. O zaman Şehit dede yeni kesilmiş bir koyunun derisini alıp Yemeş’i ona sardı. Yemeş ılık deri içinde baştan ayağa terleyerek hastalık başladığından beri ilk kez rahatça uyudu. Şehit dede yaptığı işten memnun olup:
“– Ben size çok önce söyledim. Çocuğa ter hastalığı gelmiş. Terletmek lazım dedim ama siz dinlemediniz. Şimdi de ekin zamanında yeriz diye büyüttüğüm koyunumu kestim, derisini de sıcak sıcak getirdim. Kızıma çorbasını da annesi içirir. İyileşir” diye söylendi. Baygilde ağabey ile Seğüre yenge ona nasıl teşekkür edeceklerini bilmeyip sessiz sedasız kaldı. Şehit dede onları bu durumdan kurtarmak için:
“– Tamam, tamam koyununuz olmayınca nereden deri bulacaktınız? Ne yaparsın, durum yok. Zenginlik akıl karıştırmaz, yoksulluk akıl buldurmaz demişler. Sizdeki de aynısı” dedi üstüne ve takatsiz şekilde yürüyerek çıkıp gitti.
O günden sonra gerçekten de ılık deri içinde terleyince hastalığının buhranı geçti, Yemeş’in ateşi düştü, sağlığı düzeldi. Yerinden kalkıp, onun da annesinin de gözüne, ağzına yapışıp onlara eziyet eden sinek sürüsünü kovmaya başladı. Sadece dışarıya oynamaya çıkacak hâli yoktu. Seğüre yengenin hâlini görmeye, ailenin üzüntüsünü paylaşmaya konu komşu ve yaşlı kadınlar sürekli gelip gidiyordu. Gençlerin bazısı kızların saçlarını tarayıp, üst başlarını yıkayıp ekmek pişirdi, daha büyük olanları ülkedeki, köydeki olayları anlattı. Bu olayların çoğu kuraklık, kıtlık gelmesi ile ilgiliydi. Derin of çeke çeke, kötü ses tonuyla bahardan beri yere bir damla yağmur yağmaması, gökte bir tane bulut görünmemesi, küçük çocukların mide bozulmasından ölmesi, açlık, otun kuruyup bitmesi hakkında konuştular. Ne zamandır devam eden bu kıtlıkta insanların köpek, kedi hatta insan eti yedikleri ve köy köy öldükleri hakkında birbirinden korkunç olayları hatırladılar. Bir keresinde Sıvakay nine gün boyu o korkunç olaylar hakkında konuştu.
“– Japon savaşından önce oldu bu açlık” diye başladı hikâyesine. “Ey, gün gibi aklımda. Allah’ım o günü tekrar göstermesin. Tövbe estağfurullah, o yıl yol kenarına direklerin yerine cesetler dizilmişti! Açlık korkusuyla sokağa dağılan zavallılar, köy aralarındaki yol boyuna doluşup ileri geri yürüyor, nereye varsalar orada ölüp kalıyordu. Sonra bir merhametsiz onları direk gibi yol kenarına dikti. Böyle bastıkları şekilde taş gibi kalmışlardı… Sonra aç kurtlar gelip çekiştirince çeşit çeşit surette dimdik kaldı zavallılar. Toplanacak külleri de yoktu. Ne hâle getirdiler… Canlı olanlarda yarı ölü olduğundan umursamaz hâle gelmişlerdi sanki… Kimse de bu direklere şaşırmıyordu. Kendileri de bir gün böyle yığılıp kalıncaya kadar onların yolundan yürüyordu zavallılar… Ey Allah’ım… Vah, felaket!”
“Bu nine Seğüre’yi öldürmeden susmaz” diye endişeyle düşündü Baygilde ağabey. Kapı dibindeki yükselti üzerinde İştuğan’ın çizmesine kapanmış hâlde oturuyordu. Bugün gece İştuğan ile birlikte Ural’a, eskisi gibi Zengin Kormoş’a günlük ekinde çalışmaya gitmeyi istiyorlardı.
Sıvakay nine melodili şekilde bir türkü söyleyip biraz sessizleşti, Seğüre yengeye aniden eğilerek:
“– Biliyor musun gelin, Allah niye ülkeye kıtlık veriyor?” sorusuyla söze başladı.
“– Ezmezulla Molla söyledi, dünyada günahı çok olan kullar çoğalmış. İnsanlar zengini zengin, çarı çar, mollayı molla diye bilmemeye başladı. İşte Petersburg’da fabrikadakiler çara karşı el kaldırmış. Tövbe estağfurullah çar gibi çara karşı çıkmışlar. Her yerde köy halkı da azaldı. Çarın boyarla savaşa girmesine karşı çıkmaya başladılar. Evet, böyle iş olur mu? Allah bu işe razı gelmez. Allah’ın kimini zengin kimini yoksul yaptığını kendileri de bilir. En sevdiği insanı yoksul, hasta yapabilir. İşte sen de Seğüre gelin Allah’ın en sevdiği kullarından olduğun için böyle eziyet çekiyorsun. Bu ağır eziyete ağlayıp sızlamadan sabrettiğin için Allahȗ Teâlâ seni cennetin başköşesine oturtacak. Bu dünya fani değil mi? Hepimiz burada misafiriz. Burası nasılsa geçici, ilk evimizde o dünyada Allah cennetten mahrum etmesin. Ama birçok insan Allah’ın razı olmadığı işleri çoğaltıp onlarla meşgul oluyor. Evet, böyle iş olur mu? Ezmezulla Molla, böyle olunca Allah niye dünyaya felaket vermesin dedi.”
Baygilde ağabey iyice katlanamaz hâle gelip:
“– Yenge” diyerek onun sözünü böldü. “– Petersburg’da o beşinci yıl olmuştu. Ama şimdi on bir sene geçti. Allah niye cezasını bu kadar geciktirsin? Eskiler: “Bir yıl sıkıntı verirse bir yıl vermez demişler değil mi? Üstelik çarlar ve zenginler bunun için intikam almadılar mı? Silah da iktidar da onların elinde… Allah’ın yardımına mı muhtaç onlar!”
Sıvakay nine böyle imansız bir soruya nasıl cevap vereceğini bilemeyip gözlerini sonuna kadar açtığı anda Baygilde ağabey yeniden öfkesiz, iyi niyetli bir ses ile:
“– Sonra yenge Allahȗ Teâlâ niye sürekli o çarları, zenginleri himaye etsin? Yoksa kendisi de mi zengin soyundan?” dedi üstüne.
Sıvakay nine korkusundan aklını yitirecek gibi olup:
“– Git imansız! Tövbe estağfurullah, dinden çıkmış!” diye bağırdı.
“– Sonra yenge, Ezmezulla Molla niye yoksul, hasta olup Allah’ın en sevdiği kulu olmamış? Oradan buradan çekip çalarak sürekli zenginleşmeye, çok yiyip güçlenmeye çalışıyor!”
Sıvakay nine döne dolana kapıya fırladı:
“– Sende benimle konuşacak iman yok, tüh dinden çıkmış!”
“– Niye yaşlı birine öfkeleniyorsun!” diye fısıldadı Seğüre yenge. “Gücendirirsen sonra bana kim bakar? Sen de gidiyorsun…”
“– Dayanılmıyor. Nasıl hiç konuşmadan sabredeceksin?” dedi Baygilde ağabey üzülerek. Sonra elini sallayarak yamalı çizmesini annesinin yanında oturan İştuğan’ın ayağına fırlattı.
“– Al, giy oğlum. Gidelim, bugün biraz çalışmamız lazım.”
İştuğan çizmesini giyince annesine bakıp, közün kenarında biraz daha büzüşüp, yavaşça yürüyerek dışarıya çıktı.
“– Orağa kırpılma oğlum” dedi Seğüre yenge. “–Ural’da yılan çok oluyormuş… Sakın kendini!”
Baygilde ağabey gözlerini kocaman açıp sessiz sedasız oturan Yemeş’in sırtından dürttü.
“– Annene bak olur mu kızım?”
Seğüre yengenin balmumu gibi sarı, hareketsiz ellerini hafifçe okşadı. “– Pes etme karıcığım güçlü ol…”
Sonra birden aceleyle dışarıya fırladı. Evin içi daha karanlık, daha endişe dolu hâla geldi. Seğüre yenge donuk gözlerini uzağa dikip, sessiz sedasız nefes alarak öylece yattı. Sinekler de aç gözlülükle onu bitap düşürmeye çalışıyordu. Yemeş’in hâlsiz kolları peştamal çırpıp onları kovalamaktan çabucak yoruldu. Çok geçmeden kendisi de annesinin yanına çöküp uykuya daldı. Bu ıstıraplı hastalıktan ve üzüntüsünden günden güne daha da solan, bitap düşen Seğüre yenge yalnız başına kaldı.
V
Birbirinden daha neşesiz daha kederli günlerle bir hafta daha geçti. Yemeş tamamen iyileşip Yeneş ile birlikte dışarıda dolaşmaya başladı. Ama günler hızla geçti. Orak zamanı geldi. Çabuk vurana açlık yoktu. Yumuşak olan eski toprakları sürüp tohum eken yoksul halkın tarlasındaki bitkiler kökünden kurumuş, toprakta kara tozlar uçuşuyordu. Sadece zengin tarlasında boyu kısa olsa da iri başaklı, kızıl boynuzsuz buğday yetişiyordu. Bunu gören halk şaşırıyordu. Onları tanımayanlar: “Allah sürekli yoksulun ağzından alıp zengine veriyor” diye söyleniyordu. Ama tanıyanlar:
“– Onlar gibi sonbahardan toprağı aktarırsan… Yazın erken ekersin. Üstelik kurak yere alışan, dayanıklı olan kızıl boynuzsuz ya da ak boynuzsuz ekersen bizim de ekinimiz etek boyu olur. Bizim zayıf atlarla toprağı aktararak zamanında ekim yapmak olmuyor” dediler.
Birçoğu ağlayıp yalvararak Allah’tan yağmur diliyordu. Zengin fakir malını kurban edip o Ezmezulla Mollaya yediriyordu. Sonra yetmiş tane kara taşı üfleyip Ulu Eyek’e atıyorlardı. Böyle de olmayınca “bulutları ürkütüp yağmuru yağdırmayan tavuklar varmış. O tavukların kanatlarının altı çıplak olurmuş. Bu tavukları tutup mollaya vermek lazım. Molla onları üfleyip, boyunlarını vurup gece suya batırırsa yağmur yağarmış” diye bir söz yayıldı. İşte bir gün köy tavuk sesleriyle doldu. Gençler, çocuklar, kadınlar bağıra bağıra tavuk tutmaya başladı. Hangi tavuğu tutup baksalar hepsinin de kanatlarının altı elbette zayıflıktan çırılçıplak hâle gelmişti. Böylece “yağmur yağdıracak” çıplak kanatlı tavuklar tutulup molla kazanına atıldı ama hiç yağmur yağmadı. Güneş hep önceki gibi kavurmaya, yakmaya devam etti. Hatta geceleri de sıcak olmaya başladı. Köyde birbirinden korkunç ve kötü sözler yayıldı. Halk tümden ümitsizliğe kapıldı. Merhametsiz açlık haberi, acımasız pençesinin boyunlarına batmaya başladığını hissettirince birçoğu iş, yiyecek arayarak bir öte bir beri gitti. Herkes endişeye kapıldı. Nineler, konu komşular Yemeşlere gelip uzun uzun konuşmamaya başladı. Dudakları kuruyup, renkleri kararıp sessiz karaltılara dönen anneler âdetince:
“– İyi misin gelin? Nasılsın? Hastalanmadın ya?” diye hâlini sorup kimsenin inanmadığı bir sesle:
“– Allah yardım ederse meleğin âmin demesiyle sağlığına kavuşursun gelin endişelenme” gibi teselli sözlerini söyleyerek çıkıp gidiyordu. Hatta bugüne kadar onlara hiç gitmemezlik etmeyen Sıvakay nine de bir gün hiç akla gelmeyecek bir şekilde Baygilde ağabey ile konuştuktan sonra onlara daha seyrek gelmeye başladı. Geldiğinde de Baygilde ağabey ile karşılaşmamaya, konuşmamaya çalışıyordu.
Böyle keyifsiz günlerden birinde Baygilde ağabey Ural’a, Zengin Kormoş’a günlük ekin işinde çalışmaya gitmedi. İştuğan da evde kaldı. Onlar ne içindir, Seğüre’nin yanında oturdu. Bibeş de evden çıkmadı. Seğüre yenge yavaşça ara sıra konuşuyor, her zamankinden de sessiz duruyordu, küçücük olmuş, eriyip biten yağ ve mum misali yok olmuştu. Yeneş ile Yemeş de evde annesinin yanındaydı, Baygilde ağabey onlara:
“– Kızcağızlarım gidin dışarıda oynayın annenizin yanında ben otururum” dedi. Kızlar kaz yavruları gibi iki taraftan biri yürüyerek sessiz sedasız Gölkeylere gitti. Onlar vardığında Şehit dede kapının yanındaki çardağın altında çalışıyordu. Bazıları yepyeni olan, araba tekerlekleri yapmakla uğraşıyordu. Yeneş ile Yemeş de onun yanına, kütüğün üstüne gidip oturdu.
“– Geldiniz mi kızlarım?” dedi Şehit dede. Onlara bakmaya çalışır gibi oldu.
“– Geldik” dedi kızlar. Bununla birlikte konuşma da bitti. Şehit dede bugün eskisi gibi türlü komik sözler söyleyip Yemeş’i neşelendirmeye çalışmadı. Sadece ara sıra işten kalkıp, etrafa yabancı bir bakış atıp, başını sallayarak:
“– Hey gidi yıllar! Sizin kuşağa da geldi yıllar ha Yemeş kızım? Geldi!” diye neşesizce gerindi.
Yemeş elbette bu sözlerin hiçbirini anlamadı. Bu yüzden dedeye fark ettirmeden ablasının kolunu çekti:
“– Gidelim! Gidelim dedim Yeneş!”
Yeneş kıpırdamadı. Çok geçmeden uzaktan ağzı yüzü yoğurda bulanmış Bibekey ile Gölkey de geldi. Bibekey Yeneş’i görür görmez her zamanki gibi:
“– Hadi ahretlik suya gidelim!” diye bağırdı. “– Gitmeyelim. Burada oynayalım” dedi Yeneş.
Çocuklar sokağa çıktı. Sokak boş, güneş bunaltıcı ve sıcaktı. Çocukların hiç birinin canı oynamak, suya inmek istemedi. Büyükler gibi dalgın şekilde kapının dibinde durdular. Sonra Bibekey tekrar söze başladı.
“– Öyleyse haydi. Kızılyar başına gidip çöplükten kolye arayalım. Ben oradan akşama kadar kolye aradım! Bakın kaç çeşit!”
Sözünü doğrulatmak için Yeneş’in önüne gelip boynundaki bir dizi yeşilli mavili kolyeyi dürterek gösterdi.
“– İşte, gördünüz mü?”
“– Gerek yok” diye karşı çıktı Yemeş. “– Gitmeyelim, orada artık kolye yok.”
“– Var” diye ısrar etti Bibekey. “– Büyükbabamın söylediğine göre eskiden orada büyük, zengin bir köy varmış. Kahraman Salavat ile kahraman Yemelke zamanında o köyde yaşlı çar askerleri yangın çıkarıp külünü gökyüzüne savurmuş. O zaman yanan tüllerin ve başlıkların mercanları, kolyeleri o çöplüğün arasına saçılmış anladın mı?”
“– Biliyorum…” dedi Yeneş. “– Sıvakay ninem anlatmıştı…”
Evet, Yeneş de bunu biliyordu. O da zamanla toprak rengine dönüşen bu kızıl çöplükten mercanlar, kolyeler, yaşlı çar sureti düşmüş gümüş süsler bulmuştu. Yine de Yeneş’in bugün oraya gidesi gelmedi.
“– Boş ver gitmeyelim. Sıcak. Haydi, Kormoş ihtiyarların çöplüğüne inelim. Orada çeşit çeşit güzellikte porselen parçaları çok olur. Onları toplayıp gölgeli porselen oynarız olur mu Bibekey ahiretlik?” dedi.
Bibekey buna razı oldu. Kız kardeşlerinin ellerinden tutup yokuş yukarıya yeşil demir tepeli evleri olan, maviye boyanmış, nakışlı kapılarıyla tüm sokağı güzelleştiren Zengin Kormoş’un evine doğru yürüdüler. Elbette onların bu kapılardan içeriye girmişliği, zengin kapısının tuhaf cazibeli hayatı ile tanışmışlığı yoktu. Zenginin duvarını aşıp ara sokağa atılan çöplüğe vardılar.
Çöplükte gerçekten de porselen parçaları, çay fincanları, boş kibrit kapları çoktu. Lakin çocuklar şimdi bunlara değil tümden başka bir şeye heves ediyordu. Çöplüğün üstünde Yemeş’in yumruğu kadar tombul ve iri kara meyveler parlıyordu. Ne tuhaf? Kızlar böyle meyveleri ne görmüştü ne de yemişti!
Çocuklar ne söyleyeceğini ne yapacağını bilemeden, gözlerini meyvelerden alamayıp ona doğru baktı. Sonunda Bibekey dayanamadı:
“– Dur. Birisinin tadına bakayım. Güzel miymiş?” dedi. Sonra tadına bakmak yerine alıp ısırdı.
“– Anneciğim, nasıl da tatlı!” dedi gözlerini sıkıca kapatarak. “– Dilini ısıracaksın!”
Gölkey de ablasını izleyerek bir tane meyve yedi. “–Çok tatlı!”
Kızlar geçerken bu meyveleri ziyan etmemek için durdukları sırada, şanslarına Zengin Kormoş’un arabacısı gelip onları kovdu.
“– Gidin işe yaramaz çocuklar! Niye onları yiyorsunuz! Zengin Kormoş’un frengi hastası oğlunun yediğinden kalan meyveler bunlar! Size de frengi geçirir!” diye üzüntüyle bağırdı.
Kızlar korkarak çöplükten kenara çıktı. Zengin Kormoş’un boynu ve yanakları delinmiş en küçük oğlunu biliyorlardı. Büyüklerin:
“– Oğlu frengi olmuş. Babasının günahları ve kötülüğü yüzünden oğlu eziyet çekiyor!” diyerek kötü düşünceler uyandıran o konuşmalarını anlamasalar da çok kez duymuşlardı. Kızların o an korku ve tiksinmelerinin bir sonu olmadı. Daha çok da meyveyi yutmaya çalışan Bibekey ile Gölkey’in durumu zordu. Tükürünce dilleri, damakları kurudu, sesleri kısıldı. Yerinde duramayan Bibekey bundan da kurtulmanın bir yolunu buldu.
“– Biliyor musunuz?” dedi gizemli şekilde. “– Büyük babamın söylediğine göre eğer birisi haram bir şeyi yanlışlıkla yerse bismillah diyerek kırk kere tükürmeliymiş. Böylece günah da olmazmış can da çıkmazmış. Biz kardeşimle şimdi böyle yaparız bize frengi hastalığı bulaşmaz!”
Bibekey hata yapa yapa da olsa sayarak bismillah deyip kırk kere tükürdü. Gölkey de ablası gibi yapmaya çalıştı. Sonra kızlar içleri biraz rahatlayarak evlerine gitti. Çoktandır hasta olmayan Yemeş’in midesi tekrar bulanıp başı ağrımaya başladı. Yeneş onun elinden tutup çeke sürükleye güçlükle evlerine götürdü. Sonra Yemeş’i çabucak annesinin yanına götürüp ondan kurtulmak için acele etti. Lakin evin önünde her zamankine benzemeyen bir manzarayla karşılaşınca kapının dibinde durdu.
İnsanların içinde kadın ve kızlardan ziyade her zamankinden daha çok yaşlı kadınlar ve ihtiyar erkekler de vardı. Oğlu Sehiulla ile Sıvakay nine de Bibekeylerin babası Şahimurat ağabey ile Şehit dede de buradaydı. Az önceden beri üzüntülü ve endişeli bir şekilde sık sık eve girip çıkıyorlardı. Sessiz sessiz bir şeyler konuşuyorlardı. Evden birilerinin bağırarak Kuran okuma sesi geldi.
“– Müezzin ikinci kez Yasin okuyor. İmanıyla gitsin zavallı” diye fısıldadı Sıvakay nine.
“– Allah mekânını cennet etsin zavallının. Bu dünyada rahatlık görmedi. Öbür dünyada görsün hiç olmazsa” diye dilek diledi Bibekey’in babaannesi Zelife nine.
Giriş kapısının kenarında sopaya dayanmış hâlde kamburlaşarak oturan Şehit dede birilerine öfkesini bildirir gibi:
“– Genç gitti genç… Otuz iki yaşındaydı. Tam yaşayacak zamanıydı. Cefa çekti cefa! Yokluk helak etti!” diye söyledi.
Yeneş ile Yemeş bu yabancı manzaraya bakarak kapının dibinde biraz durduktan sonra birden akıllarına bir şey gelmiş gibi eve doğru yürüdü.
Onlar geldiğinde Baygilde ağabey, İştuğan ve Bibeş sabahki gibi Seğüre yengenin ayak ucunda oturuyordu. Bibeş ile İştuğan’ın gözleri ağlamaktan kızarmıştı. Seğüre yengenin baş ucunda ayaklarını bükmüş hâlde minderin üstünde oturan müezzin, çocuklar geldiğinde yüksek sesle:
“– Âmin!” diyerek okumayı bitirdi. Anlaşılan bir Yasin daha bitmişti. Yeneş ile Yemeş gidip divana oturdu ve ikisi aynı anda:
“– Anne!”
“– Anneciğim!” diye bağırıp ağladı… Seğüre yenge cam gibi bulanıklaşmış gözlerini kocaman açıp kızlarına dolu dolu baktı ve tekrar yumdu. Sararmış yüzünden ağlamaya benzer ıstıraplı bir yansıma geçti. Lakin gözlerinden yaş akmadı. Biraz sonra gözlerini tekrar açıp duyulur duyulmaz bir ses ile parça parça:
“– Yavrularım gidin dışarıda oynayın… Olur mu?” dedi.
Onun son eziyet çekişini göstererek çocuklarının yüreklerini yaralamak istemediğini iyice anlayan Baygilde ağabey telaşlanarak:
“– Yeneş kızım. Git kardeşini ihtiyar Şehit’e götür, çabuk ol” dedi.
Lakin gönüllerinde kaçması mümkün olmayan bir mutsuzluk hisseden çocuklar annelerine dimdik bakarak, oldukları yerden kımıldayamadı. Baygilde ağabey onları bir bir kaldırdı, ellerinden tutup kapıdan çıkardı.
“– Gidin, Bibekey ile Gölkey orada sizi bekliyor!”
Yeneş ile Yemeş kapının dibine gidip orada biraz durduktan sonra tekrar eve geldi.
Divana çıkıp annelerinin yanına gittiler.
“– Anne!”
“– Anneciğim!”
Anneleri onlara bu kez ses vermedi. Gözlerini açıp bakamadı. Çocuklarınki gibi küçük, zayıf göğsünü ve çenesini kaldırmış, balmumundan yapılan bir heykel gibi donuk, sessiz biçimde yatıyordu şimdi. İki tarafından ayak ucuna kadar uzanan saç örgüleri, kıvrılmış yay kaşları, çocuklarınki gibi küçücük kabarık dudakları bu heykelin tuhaf şekilde çok güzel biri olduğunu apaçık anlatıyordu.
“– Anne, anne!” diye tekrarladı Yeneş ızdırap içinde.
İştuğan ile Bibeş hıçkıra hıçkıra ağlayarak dışarıya çıktı. Baygilde ağabey gözyaşlarını göstermemek için kızlarına sırtını döndü.
“– Anneniz uyuyor, gidin kızlarım dışarıda durun” dedi Sıvakay nine. Yeneş ses çıkarmadı. Ama Yemeş gözlerini kocaman açıp kirpikleri bile hareket etmeyen annesine uzun uzun ağlamadan bakarak tuhaf ve sakin bir ses ile:
“– Evet uyuyor! Annem ölmüş. Annem yok artık benim” dedi.
Cesedi yıkamak, mezar kazmak için toplanan insanlar şaşkınca birbirine bakışarak aşlarını salladı. Kimse tek söz etmedi. Sadece Sıvakay nine endişelenerek:
“– Git! Dört yaşındaki çocuğun bileceği iş mi şimdi bu? Vah, ahir zaman çocuğu” diye söylendi. Ona cevap veren olmadı. Evin içindeki herkes tabiatın bu acımasız, dehşet verici kanunu karşısında ezilerek sessizce durdu. O an etraf birden karardı. Gökyüzünü çaprazlamasına alevli bir şimşek yarıp geçti. Bu sessizliği bozarak hiç beklenmeyen bir anda gök gürledi, yer titredi, pencereler zangırdadı. Güneşli bahardan beri ilk kez kara bulut kapladı ve Seğüre yengenin son gözyaşları gibi sıcak, ağır yağmur damlaları pıt pıt ederek birbiri ardına pencerelere, kuruyup çatlamış tozlu toprağa vurmaya başladı.
Kederden neredeyse dilsiz kalmış insanlar birden canlanıp dışarıya dağıldı, börklerini alıp yağmur altına çıktı. Herkes kendince sevindi, ümitlendi, dilek diledi.
“– Bakın, bu bulut ne ara çıkmış? Hiç görmedik.”
“– Seğüre safmış. Onun ölüm saatinde Allahȗ Teâlâ sağ kalanlar için yağmur gönderdi!”
“– Ya Allah, rahmetinle ver.” “– Hayırlı, şifalı yağmur olsun.”
“– Toprağı doyuracak kadar yağsa ekilen tohumlar nefes alıp çıkardı…” Evlerinden sokağa çıkan çocuklar bağrışarak gelip yağmur dilemeye başladı. Kimileri:
“Yağmur yağ, yağ!
Açlık geç, geç!
Ülkeye ver, ülkeye ver!
Ülkeden daha çok bize ver!”
diye diledi. Diğerleri de:
“Yağmurum yağ, yağ, Fıçı ile taş,
Kova ile koy, Ekinleri büyütüp,
Ülkeye ekmek ver!”
diye koşma söyledi.
Yağmur büyükler isteyince toprağı doyurmadı. Çocuklar isteyince kova kova taşmadı. Öylesine çıkmış gibi birden gelip geçti. Toprağın tozunu bile ıslatmadı. Ara sıra düşen iri damlalar da bulutun altından daha çok parlayarak, ışıldayarak çıkan güneşin sıcak ışığı altında sise dönüşerek uçup gitti. Hava öncekine göre daha sıcak, daha bunaltıcı oldu. Pencere camlarına düşen damlalar, beyaz lekeler bırakarak buharlaştı. İnsanlar daha çok korkuya kapıldı.
“– Tuzlu yağmur yağdı görüyor musunuz? Şifalı yağmur yağmadı!”
Sıvakay nine fazlasıyla kederlenip, karakterine özgü olmayan bir şekilde yakınarak:
“– Ey Allah’ım, aylardır sıkıntıyla bekliyoruz, yalvarıp yakararak dilediğimize verdiğin yağmurun bu mu? Allah korusun! Bir damla suyuna kıymıyorsun!” Sonra Şehit dedenin yanında sessiz sessiz sızlanan Yeneş ile Yemeş’e bakarak:
“– Hiç olmazsa şu yetimler için toprağı doyuracak yağmur verseydin. Duymuyorsun bizim üzüntümüzü, duymuyorsun merhametli Allah!” dedi üstüne. Bu son sözlerini kendi de anlamayarak sanki Allah’ın merhametine karşı bir alaymış gibi hissetti. Kolunu ümitsizce sallayarak eve gitti.
“– Haydi, nineler cesedi yıkayalım. Bugün defnetmek gerek.” Nineler onun arkasından gitti.
Baygilde ağabey başka zaman olsa:
“– Sıvakay yenge vay vay sana ne oldu? Sonunda sen de Allah’a öfkeli sözler etmeye başladın değil mi?” diye şaka yapmaktan geri kalmazdı elbette. Lakin şimdi şakalaşıp iğneli söz söyleyecek zaman mıydı? Sessiz sedasız ensesine küreği alıp, hiçbir zaman şikâyet etmeden kaderine razı olan, her daim mutlu ve neşeli Sıvakay nineyi böyle ümitsizleştirip çileden çıkaran ve onun küçücük çocuklarını yetim bırakan acımasız hayata içinden lanet ede ede mezarlığa doğru gitti. Mezar kazmak için gelen diğer erkekler de onun ardından çoğaldı. Şehit dede kefen satın almak için Zengin Kormoş’un dükkânına yöneldi. Bibeş ile İştuğan ağlayarak annelerinin cesedinin yanından ayrılmadı. Kapının önünde sadece Yeneş ile Yemeş kaldı.
“Yetimler…Yetimler… Yetimler…”
Kendilerine ilk kez söylenen bu sözün çocuklara ne kadar ağır bir tesiri olduğunu kelimelerle anlatmak mümkün değildi.
Yemeş kapının önünde yalnız kalınca bu sözün bütün anlamını fark etmiş gibi birden korkup, ızdırap içinde kalarak:
“– Vah, anneciğim, annem!” diye bağırarak ağlamaya başladı. Yeneş onu zayıf, küçük elleriyle kucaklayıp, şefkat göstererek sakinleştirmeye çalıştı.
“– Şşş! Ağlama kardeşim tamam mı?”
Sonra o da ona katılıp ağlamaya başladı. İnşaat temelinin kenarında oturan Kaşkar da yürek parçalayan bir ses ile uluyarak onlara katıldı. Sanki o da bu eşsiz kayıp için çocuklarla birlikte üzülüyor, ağlıyordu.
VI
Seğüre yengenin kırkını okutunca, Baygilde ağabey sonra günlükte çalışıp ödemek şartı ile Zengin Kormoş’tan bir günlüğüne at isteyip İlseğol köyüne gitti. Ona o köyden Serbiyamal isimli bir dul kadını tavsiye etmişlerdi.
“– Hem zeki hem de kuvvetli. Dilinden de elinden de her iş gelir. Üstelik yeri yurdu, hayvanları da var. En iyisi de çocuğu yok. Senin çocukların yeter” dediler. Baygilde ağabey onun kısır bir kadın olduğunu düşündü. “Kendi çocukları olmayınca benim çocuklarımı itmez, öz çocuğu gibi davranır” diye düşündü.
Şehit dede:
“– Evet, sana otuz beş yaşında birine, işte böyle bir kız gelir. Eskiler: “Dolambaçlı olsa da yol güzel, kör olsa da kız güzel” diye boşuna dememiş. Kız alırsan sana alışır. Çocuklarına kötü davranmaz. Dul kadın alırsan hilekârlığı çok olur” diye öğüt verse de faydası olmadı.
Böylece Baygilde çocuklarına üvey anne alıp getirmeye gitti. Ama Serbiyamal’ın kendinden önce haberi geldi. Kimileri:
“– Babasının tek kızıymış. Çok nazlı, öz sözlü yetişmiş. Babası, kızını biriyle insan gibi hayat kursun diye çok güzel yerlerde sekiz kez evlendirmiş. Ama o sekizinden de kaçıp geri gelmiş. Sonunda kimse onu istemez olmuş” diye anlatmış. Başkaları:
“– Öyledir, öyle olmasa cesaret edip, isteyerek üç dört çocuk üstüne gelmezdi” diye doğrulamış. Hatta bazıları:
“– Kendi gücüne güvenip, çocukları oraya buraya dağıtacağına inanarak gelmiştir. Boşu boşuna değildir” diye korkuya kapıldı. Lakin bu haberlerden hiçbiri “koca sevmez” Serbiyamal’ın birden aklına gelerek dört çocuklu yoksul bir kocaya varmaya nasıl razı olduğunun asıl sebebini açıklamıyordu. Doğrusu bu söylentilerin temelinde hakikatler de yatıyordu. Serbiyamal’ın sekiz kez olmasa da üç dört kez kocadan kaçıp geldiği hiç şüphesiz doğruydu. Bununla birlikte “kaçak Serbiyamal” lakabını almıştı. Yine de çocuk sahibi olamadığı doğruydu.
Serbiyamal’ın annesiyle babası zengin olmasa da gücü kuvveti yerindeydi. Tek kız olan Serbiyamal özgür, dediğim dedik biri olarak yetişmişti. Genç kız olur olmaz, köyde yaramazlığı ve kurnazlığı ile nam salmış Ehmetşa denen bir yiğit ile yakın ilişki kurmuştu. Ehmetşa’yı hem Kestane Şımbay’ın oğlu olduğu için hem de gençken “at hırsızı” diye adı çıktığından Serbiyamal’ın anne babası sevmezdi. Bu yüzden kızlarını bu ilişkiden kurtarmak niyetiyle komşu köyden iyi, uslu bir yiğitle evlendirdiler. Lakin Serbiyamal oraya vardığında bir ay geçmeden Ehmetşa’nın: “Geri dön, seni kendime alayım” demesine inanıp, kışın en soğuk gününde on kilometre yeri yürüyerek geri geldi. Ehmetşa ile önceki gibi ilişkisine başladı. Lakin Ehmetşa onu ileride alırım dese de bir kez bile istemeye gitmedi.
Bundan sonra babasıyla annesi Serbiyamal’ı birkaç kez daha evlendirdi. En son Serbiyamal yine Ehmetşa’nın sürekli seni “alacağım” demesine aldanıp, elli atmış kilometre yerden, bozkır tarafından kaçıp geri geldi. Bu onun dördüncü kez kocadan kaçışıydı. Tek kızlarıyla bir araya gelmeye utanan anne babası hastalığa yakalandı. İnsan içine çıkacak hâlleri kalmadı. Sonra Ehmetşa evlenince, Serbiyamal buna dayanamayıp, evlerinden kaçarak büyük pazarlı komşu Yakup köyünde yaşayan tüccar bir kadına aşçılık yapmaya gitti. Bu olaydan sonra anne babası yatağa düştü.
Serbiyamal’ın işe gittiği Batıyma abla (Başkurtlar Tatar kadınlarına böyle “abla” diyorlardı) kapıya sığmayacak kadar iri yapılı, dul bir kadındı; arşınlı kumaş, çay, şeker gibi şeylerle çok iyi ticaret yapmasının yanı sıra pazar günleri misafir edecek birilerini bulma, içki ziyafetleri verme, güzel kadın ve kızları kocalarla bir araya getirip yoldan çıkarmak gibi bozuk işleriyle de nam salmış biriydi. Bu yüzden sadece kadın ve kızların değil hatta erkeklerin bile insanların gözünden düşmesi için Batıyma ablanın evine gelip bir gece misafir olması yetiyordu. Serbiyamal bundan korkmadı. Çünkü Ehmetşa ile karşılaşmak için buradan daha uygun bir yer yoktu. Ehmetşa buraya en sık gelen misafirlerden biriydi.
Serbiyamal, Batıyma abla için çok çalıştı. Onu destekleyip “ablasına” faydalı olmak için uğraştı. Halkın söylemiyle akıllı bir köpek misali sahibin gözüne bakıyordu. Bu sırada yedi, sekiz yıl çalıştığı süre içinde çok iyi bir usta olup yemek pişirmeyi, dikiş dikmeyi sadece Başkurtça değil hem Tatar hem de Rus dillerinde güzel konuşmayı öğrendi. Çünkü Batıyma ablaya her milletten “misafirler” geliyordu. En önemlisi de o burada zenginliğin, paranın nasıl bir gücü olduğunu anladı. Hilenin, aldatmanın sırrını öğrendi. Bir kuruş için insanın gözünü oyacak kadar cimri olmayı öğrendi. Git gide kendi de o “Batıyma abla” gibi zengin bir hanım olup “pat diye” hayat kurma konusunda sık sık hayal kurmaya başladı. Bu yüzden geçen kış birbiri ardına ölen anne babası için hiç üzülmeden, endişelenmeden geri dönüp evin sahibi oldu. Ona göre bu Serbiyamal’ın “Batıyma ablaya” dönüşmesinin ilk adımıydı. Lakin hayat bildiği gibi yaptı. Ticaretçi olduğu için çok para, babadan kalan hayvanlara bakma ve çekip çevirme için de ona bir koca lazımdı. Bunları nereden almalıydı? Etrafta sadece çok parasıyla değil kötülüğüyle de tanınan Serbiyamal’a artık koca bulmak da kolay değildi. Arada bir uğrayıp, saklana saklana misafirliğe gelen Ehmetşa’dan ona bir kuruş yardım yoktu.
Böyle tuhaf günlerden birinde Serbiyamal’ın eline Baygilde ağabey düştü. Serbiyamal evleneceği bu son fırsatı elinden kaçıracak kadar aptal değildi elbette. Baygilde ağabeye yeni tavsiye edilmesine memnun olup yerini yurdunu, hayvanlarını vakitlice yakını olan bir ihtiyara bırakarak Baygilde’nin arabasına binip gitti.
“Gitmeli, görmeli eğer yeri yurdu, hayvanları benimkinden eksikse buraya taşımak lazım. Oğlu, kızı da çok değil. Ufak tefek işlere faydalı olurlar…” diye düşündü. Baygilde ağabeye bakıp tatlı tatlı gülümseyerek:
“– Benim malımı sonra getiririz. Şimdi ben kızım, oğlum olacak çocukları görmek istiyorum haydi çabucak size gidelim” dedi. Hatta sonra:
“– Ben çocukları çok seviyorum. Sokakta gördüğüm bir çocuğu sevmeden, şeker vermeden geçemiyorum. Yine de Allahȗ Teâlâ benden intikam alarak çocuk vermedi” diye ağlayacak oldu. Baygilde ağabeyin gönlü tümüyle yumuşadı ve kadını:
“– Evet, güzelim ağlama. Benim çocuklarım senin çocukların olur. Sana kendi anneleri gibi hürmet ederler. Ben onlara böyle buyurdum” diye teselli etti.
VII
Baygilde ağabey eş aradığı bu günlerde Sıvakay nine sabah erkenden gelip Bibeş’e evi toplattırdı. Çocukların üst başlarını yıkadı, giydirdi, saçlarını taradı, ördü, her şeyi düzenledi. Sık sık of çekerek:
“– Ey, doğum acısını da annelik duygusunu da tatmayan biri çocuklara acır mı, bakar mı? Olmaz, imkânı yok” diye söylendi. Çocuklara gizemli şekilde fısıldayarak:
“– Üvey, üvey olur çocuklar. Öz anneniz olmaz. Ona “anne” demeyin. “Abla” diye hitap edin” diye tembih etti.
İşini bitirince:
“– Şimdi çocuklar babanızı kendiniz karşılayın. Seğüre gelinin evine yedi kat yabancı bir kadının geldiğini görüp buna dayanmaya benim gücüm yetmez” diye ağlamaklı şekilde dönüp gitti. Çocukların dördü birden:
“– Nine gitme dur!” diyerek kapıya kadar yürüdü. Anneleri öldüğünden beri eve de girseler dışarıya da çıksalar, yetim yavrular gibi bir yere birikip sürekli birlikte yürüyorlardı. Şimdi Sıvakay nine de gidince, daha da efkârlanıp kapının dibinde sessizce durdular. Sokak da onların evinin içinden neşeli değildi. Köy boş, sessizdi. Erkeklerin çoğu yiyecek ve iş için Ruslara gitmişti. Karaltı gibi sessiz, düşünceli olan kadınların, kızların, çocuk çoluğun çoğu kazayağı, tohumlu bitki başları toplayıp tomurcuklarını alarak dağdaki vadiye gidiyordu. Köydeki dedeler ve ağabeyler Yemeşler gibi küçük, yetim görünüyordu.
Ağustos’un ortası olmasına bakılmaksızın ağaçların, ekinlerin sararıp kuruması köye ayrı bir keyifsizlik ve keder katıyordu. Üstelik güneyden aralıksız esen sıcak, kuru yel dağın sırtından ot yığını büyüklüğündeki siyah kuru deve elmalarını getirip sokak boyunca döndürerek dolaşıyordu. Bu tuhaf şekilde büyük, örümcek gibi iri kabarık deve elmaları, zayıf kuru dalları ile yere gelişi güzel vurup, bir şeylere sevinmiş gibi zıplayıp, sokağa dolarak dans ediyordu. İşte onların en büyüğü ve korkunç olanı kuru dallarını kaldırıp, Yemeşlerin yanına geldi, ufak ufak hareketlerle dir dir edip durdu, sonra birden sağa sola uçup zıplayarak daha ileriye döndü. Sanki kuraklığın ardından gelecek olan korkunç açlığın kurbanlarını gördüğünden sevinerek zıpladı, yüksek sesle güldü.
Kuru deve elmalarının danslarına gözünü dikip, uzun süre sessiz kalan İştuğan, büyükler gibi derin bir of çekerek:
“– Bu kadar iri deve dikenlerini de sokağı böyle doldurup, dönerek dolaştıklarını da hiç görmemiştim” dedi.
Bu çirkin, yabancı manzara çocukları daha da keyifsiz hâle getirdi, onların içine nedeni bilinmez, anlamsız bir korku, sıkıntı kattı. Onlar nehir ortasında küreksiz kalan gemi gibi nereye gideceğini ne yapacağını bilmeden sallanıp, bir tümsekten diğerine geçip, damakları kuruyuncaya ve güçleri tükeninceye kadar böyle kapının dibinde, sıcak güneşin altında ezilerek durdu. Sonra Bibeş sevinmek yerine korkmuşa benzeyen bir ses ile:
“– Geliyorlar!” diye bağırdı.
“– Geldiler!” diye tekrarladı İştuğan. Ağaç destekli kapının kanadını sürükleyip daire şeklinde açtı. Gerçekten de bu sırada Zengin Kormoş’un bal rengi atı gibi dörtnala koşan bir atta, çiğ sarı renkte Keşmir kumaştan ince bir şal örtünmüş kadını sol yanına oturtan Baygilde ağabey yukarı uçtan sokağa indi. Kızlar kurttan ürkmüş taylar gibi birbiri ardına eve inerek kayboldu. Kapının dibinde sadece İştuğan kaldı. O anda tüm düşüncesini ve hislerini çeken; at koşumlarını çıkarma, atı sulama, sonra Zengin Kormoş’a kadar dörtnala koşup gitme mutluluğu onun babasının gelmesini sabırsızlıkla beklemesine ve orada durmasına mecbur etti. Atları seviyordu. Hatta atları olsa onlara nasıl kıymet verip eğiteceğini, bindiğinde nasıl hissedeceğini düşünerek gecelerce uyuyamadığı zamanlar çoktu. Babası bu yıl baharda Zengin Kormoş’a bir tay için yıllık işe kiralanınca buna çok sevinmişti. Kendi atları olması konusundaki hayali şimdi bütünüyle hayata geçmiş gibi hissetmişti. Lakin onun bu ümidi annesinin ölüp babasının zenginin işinden çıkarılmasıyla paramparça oldu. İştuğan bu konuyu şimdi hatırlamaya bile korkuyordu. Bu düşünce annesi hakkındakiler kadar ağır, özlemli, kederliydi. Ona şu an böyle birinin atına binip hızlı hızlı gitmenin sevinciyle kanatlanma isteği geldi.
Bal rengi at coşup, kişneyerek dört nala kapının önüne geldi. İştuğan sevincinden ne yapacağını bilmeyerek atın başına yapıştı.
“– Tırrr! Sarı at!”
“– İşte, size anne getirdim oğlum” dedi Baygilde ağabey tuhaf bir ses ile. “– Selamlaş oğlum.”
Tüm dikkatini bal rengi ata veren İştuğan bunu duymadı hatta yeni anneyi de fark etmedi. Kızlar korkup farklı farklı köşelere kaçıştı. Hatta Yemeş eskisi gibi yatak, döşek yığılan sandığın arkasına geçip ses çıkarmadan durdu.
Serbiyamal erkeklerin beğeneceği kadar cilveli, tombul vücutlu, iki yanağının kızarmasından sağlıklı olduğu belli olan becerikli, cesur, yaklaşık yirmi beş otuz yaşlarında bir kadındı. Üstünde Orenburg’daki tüccar eşlerinin elbiselerine benzetmeye çalıştığı önü etekli, kuyruklu, omuz başları kabartmalı, kol uçlarını dirseğine kadar daraltılıp parmak ucuyla tutulmuş gibi zarif düğümler dikilmiş pembe bez bir elbise, ayağında yüksek topuklu yepyeni siyah çizme, başında tamamı süslü sarı Keşmir kumaşından şalı ile- buradaki genç kadın ve kızların severek örtündüğü bir şal- Serbiyamal, kılık kıyafeti de kendi de göz kamaştırıyordu. Yürüyüşünden ve duruşundan engel tanımayan, dediğim dedik, cesurluk, kadın ve kızlara has mağrur bir güzellik saçıyordu. Evet, erkeklerin beğendiği kadınmış bu Serbiyamal! Baygilde ağabey de onu ilk bakışta beğendi. Daha çok onun enerji dolu sağlıklı rengini, gür çıkan emir verici sesini, becerikli oluşunu, güçlü duruşunu beğendi.
“Merhum Seğüre ile biz çok saftık… Saf insana hayat kurmak… Bolluk içinde gamsız yaşamak zordur…” diye düşündü Baygilde ağabey. “Sadece çocuklara sert davranmasın…” diye diledi.
Serbiyamal evin sahibi gibi mağrur şekilde yürüyerek eve girdi. Baygilde ağabey de tam aksine her zamankinden daha mağrur görünüyordu.
“– Kızlarım” dedi sesini güçlükle çıkarıp. “– Kızlarım neredesiniz? Çıkın, annenizle tanışın…”
Fırının arkasına kaçtığı yerden ilk önce Bibeş çıktı. Yeneş de onun arkasından geldi.
“– Aman, bunlar mı benim kızlarım? Baksana nasıl da küçücük, zayıflar…”
Serbiyamal yüksek sesle gülüp çocuklara birbiri ardına kolunu uzattı. “– Elbette tanışacağız. İsimleriniz ne?”
Korkup şaşıran kızlar bir şey söyleyemedi. Onların yerine Baygilde ağabey cevap verdi.
“– Büyüğü Bibiğeyşe, ortanca Yenbike, şu sandığın arkasından bakıp duran da en küçüğü Gölyemeş. Onlara kısaca Bibeş, Yeneş, Yemeş diyoruz.”
Serbiyamal ne içindir tüm dikkatini, kendisine aklını kaybetmiş gibi bir korku ve şaşkınlıkla dimdik bakıp duran Yemeş’e yöneltti.
“– İşte, orada birisi mi varmış! Ne diye saklanıyorsun aptal! Çık, gel tanış!” Seğüre yengenin kadife kumaş gibi yumuşak, usul sesine alışılan evde Serbiyamal’ın güçlü, sert sesi çok kaba ve çirkin bir şekilde yankılandı. Yemeş iyice sandığın arkasına saklandı, Serbiyamal parmağıyla korkutarak:
“– Aman! Nasıl da vahşi. Vay, dağ keçisi!” Baygilde ağabey kızı için özür dileyen bir ses ile:
“– Olur, küçük o. Öğrenir, alışır” dedi. Yavaş yavaş öğretiriz…”
“– Öğrenir. Öğretirim. Görülüyor ki bu çocuklar terbiye almamış” dedi Serbiyamal.
İnce şalını silkeleyip döşeme kalasına astıktan sonra divana geçip oturdu. Samimi şekilde gülümsemeye çalışıp bir kez daha kızlara birbiri ardına baktı. Lakin onun ağzı gülse de burun delikleri birbirine çok yaklaşıyor, sonuna kadar açılan küçük, yuvarlak gözleri son derece soğuk ve merhametsiz bakıyordu. Çocuklar sadece bu bakışı gördü, sadece bu kaba, korkunç sesi duydu. Kızlara bu çok kötü ve çirkin geldi.
Yemeş’e her gece Sıvakay ninesinin söylediği hikâyedeki yaşlı cadıyı hatırlattı. Sıvakay nine dün gece boyunca onlara kederli bir ses ile ahenkli ahenkli Yemeşlerin şimdiki hayatına benzeterek yetim çocuklar ve üvey anneler hakkında hikâyeler anlattı.
“Çok eskiden bir anne ile bir baba varmış. Onların çok güzel bir kızı ile bir oğlu olmuş. Günlerden bir gün anne çok hastalanmış ve ölmüş. Baba da komşu köye gidip bir üvey anne getirmiş. Ama o… cadı anneymiş. Gelir gelmez babanın çocuklarını yemek için hileler yapıp kendini hasta etmiş. Baba ona ne kadar üfleyip tükürse de iyileşmemiş. Günlerden bir gün baba yeni bir deva aramak için yolda gidiyormuş ki o cadı anne Hızır İlyas olup babanın karşısına çıkmış:
“– Aleykümselam! Niye böyle dalgınsın insanoğlu?” diye sormuş. Baba üzüntüsünü anlatınca o:
“– Karın iyileşsin istiyorsan oğlunu kesip ona kalbini yedir” diye söylemiş. “Bu Allah’ın emri. Başka çare yok” demiş kaybolurken de.
Böylece baba zavallı hâlde ağlaya yakına geldiğinde o cadı anne çoktan dönüp, babaya kendini acındırarak sızlanıp:
“– Evet, ölümüme deva buldun mu?” diye bakmış. “– Hayır. Bir deva bulmadım” diye cevap vermiş baba. “– Kutsal biriyle karşılaşmadın mı?” diye ısrar etmiş anne. Baba da:
“– Hayır” diye cevap vermiş tekrardan.
“– Yalan söylüyorsun. Gözünden anladım. Sana kutsal biri devayı söylemiş. Sen beni iyileştirmek istemiyorsun!” diyen anne bu kez daha da hastalanmış. Sonra baba çaresiz kalarak, karısına oğlunu kesip yedirmiş. Çocuğun ablası üvey annesinin yediği abisinin kemiklerini ağlaya ağlaya toplayıp beyaz bir beze sararak kayın ağacının dibine gömmüş. Sonra bu kemiklerden çocuk boz bir serçe olup, uçup gitmiş. Şimdiki o gri serçelerin hepsi işte ondan yayılmış.
Onlar bu yüzden böyle yürek parçalayan kederli bir sesle ötüyor… İşte bir vakit o çocuk- boz serçe- onların penceresine konmuş ve ötmeye başlamış.
Bronz kazan kaynıyor,
Baba bıçak biliyor,
Üvey anne “kes!” diyor,
Öz annem “bırak!” diyor.
diye ötmüş zavallı. Sonra evlerine uçup babasının omzuna konmuş:
“– Baba, baba ağzını aç!” diye söylemiş. Babası ağzını açınca ona bir kaşık yağ yedirmiş.
Ondan sonra ablasının omzuna konup:
“– Abla, abla ağzını aç!” diye söylemiş. Ablası kardeşinin sesini tanıyıp, sevinerek ağzını açmış. Sonra serçe ona bir kaşık bal yedirmiş. Sonra üvey annesine gidip:
“– Anne, anne ağzını aç!” diye söylemiş. Üvey annesi onu yutayım diye ağzını kocaman açmış, boz serçe de ona bir kap iğne yedirip, uçup gitmiş. Cadı anne oracıkta ölmüş…”
Bu korkunç hikâye sadece diğer çocukların değil, küçük Yemeş’in de yüreğine taş gibi oturmuştu. Bu yüzden üvey annesi ona şimdi daha korkunç gelmeye başladı. Onu görmemeye, ona görünmemeye çalışıp tekrar sandığın arkasına saklandı. Börkünü asmayı unutup, elini ovalayarak yabancı biri gibi kapının dibinde duran Baygilde ağabey her zamanki gibi yumuşak bir şekilde: “– Bibeş kızım semaveri koy” dedi. “– Semaver kaynamış” diye cevap verdi Bibeş.
“– Öyleyse çay içelim. Biz yoldan geldik, susadık” dedi babası.
Bibeş divana yamanmış olsa da bembeyaz, temiz kendir sofra bezini getirip serdi. Tepside çaydanlık, porselen fincan, ekmek, süt getirdi. O sırada at ile işini bitiren İştuğan da çardaktaki büyük pirinç madeninden yapılma semaveri kaldırıp getirdi. Şimdi herkes her zamanki yerine oturup çay içmeye başladı. Onların evinde de başka evlerdeki gibi herkesin yemek yerken oturduğu belli yeri vardı: Sağ taraftan en yüksekte, evin başköşesindeki yorganla, çaprazındaki yorganın kesiştiği yerde, küçük minderin üstünde baba oturuyordu. Onun sağ tarafı, divanın kenarı, semaverin yanı annenin yeriydi. Burası çay yapmak için en uygun yerdi.
Sol tarafta babasına karşı İştuğan, divanın kenarında annesine karşı Bibeş oturuyordu. Yemeş babasıyla ağabeyi arasında oturuyor, Yeneş ağabeyi ile ablası arasında sol tarafta oturuyordu. İşte herkes önceki gibi kendi yerine geçip oturdu. Sadece Seğüre yengenin yeri boştu. Oraya şimdi elini yıkayarak dışardan gelen Serbiyamal’ın oturması gerekiyordu. Lakin o an Yemeş bütün korkusunu unutup, sandığın arkasından fırlayarak annesinin yerine oturdu. Yabancı, sert bir sesle:
“– Git kara kadın. Benim annemin yerine oturma. Orada ben oturacağım” dedi.
Ama gözleri yaş ile dolup her an ağlamaya hazır duruyordu.
Baygilde ağabey de hatta mağrur Serbiyamal da ne söyleyeceğini ne yapacağını bilemeden şaşıp kaldı. Eve üvey anne alıp getirdiği gün bu küçük çocuğu dövüp ağlatmak da onun bu hâlini cezasız bırakmak da zordu. Sonra Baygilde ağabey sol tarafa geçti.
“– Serbiyamal biz bu tarafta oturalım. Annesinin yeri Yemeş’e kalsın.”
“– Sol taraftan bana çay yapmak zor olacak” diye Serbiyamal karşı çıktığında Baygilde ağabey:
“– Tamam, alışırsın” diye sözü bitirdi.
Serbiyamal Yemeş’e deler gibi bakıp sol tarafa oturdu. İştuğan, Yeneş, Bibeş sağ tarafa geçti. Evin içinde her zaman devam eden düzen böylece ilk kez bozuldu.
Çaydan sonra Serbiyamal bu küçük, kötü kızı kendine alıştırma ya da gönül yarasını daha da derinleştirme niyetiyle Yemeş ile uğraşmaya başladı.
“– Gel kızım, seveyim seni. Ben senin annenim” diyerek yaklaştı. Yemeş’in eli ayağına dolanarak, var gücüyle kaçtığını görünce yapmacık, yüksek bir sesle güle güle onu kovalamaya başladı. Ömründe kucağına çocuk almayan biri olarak tüm hareketleri kaba ve sertti. Baygilde ağabey yersiz gülümseyip, içinden endişelenerek bu eğlenceyi izlemeye başladı.
Yemeş kaçarak az önceki sandığın arkasına saklandı. Serbiyamal onu bileğinden tutup sandığın arkasından çıkardı, zorla eteğine oturttu:
“– Evet, yakalandın mı seni vahşi! Niye kaçıyorsun? Evet, anne de. Ben senin annenim ya? Anne de!” diye yakınlaştı.
Yemeş var gücüyle mücadele edip, sağa sola sıçrayarak onun elinden kurtulmaya çalıştı. Lakin küçük bir çocuğun bu kanca gibi sert, yapışkan ellerden kurtulması mümkün mü? Serbiyamal hafifçe gülerek Yemeş’in ağzına emziğini vermeye çalıştı.
“– Em dedim! Emzik veriyorum em. Sen benim çocuğum olacaksın!”
Yemeş dişlerini kısıp ağzını açmamaya çalıştı. Olmadı. Serbiyamal büyük, soğuk emziğini Yemeş’in ağzına zorla tıktı, burnunu göğsüne batırıp sıkıştırdı. Sanki emzikle kapattığı çocuğun nefessiz kalmasının mümkün olacağını bilmiyordu.
“– Ha ha ha! Em, yavrum em!”
Yemeş boşa tutulmuş balık gibi elini ayağını sallayıp durdu. Kurtulamadı, kurtulmak için başka çare kalmayınca emziğini sertçe ısırdı.
Serbiyamal:
“– Abo! Kahretsin! Dişin kopsun!” diye acıyla beddua ederek Yemeş’i yere fırlattı. Sonra kalkıp, vurayım dediği sırada Bibeş araya girip kardeşi Yemeş’in üstüne kapandı. Serbiyamal’ın yüksek topuklu kara çizmesi onun tam beline geldi. Lakin bu kaba, vahşi harekete yüreği sızlayan Bibeş ağrıyı hissetmedi. Yemeş’i kaldırıp, seve sakinleştire dışarıya çıktı. Yeneş ile İştuğan da onun arkasından gitti. Onlara şimdi sadece bu çirkin üvey anne değil küçük serçelerin böyle eziyet çekmesine neden olan babaları da birden yabancı biri gibi geldi. Çardağa gidip bu yeni ve ağır duyguyla uzun süre konuşmadan oturdular. Ama genç kadın evden bir şey savurdu.
“– Aman aman, bu yetişmiş kızını niye evlendirmiyorsun? Çocukları ona arka çıkıp bana boyun eğmeyecekler” diye bağırdı Baygilde ağabeye. “– O kızını benim gözümün önüne getirme!”
“– Ne demek yetişmiş? Daha on dört yaşında” diye çekinerek karşı çıktı Baygilde ağabey. Serbiyamal gözyaşına boğulup:
“– Aman, on dört yaş az mı? Büyümüş, büyümüş. Bibeş’ini bugün yarın evlendirmezsen seninle durmam. Duyuyor musun, durmam!” diye tekrarladı.
Ailede kavga dövüş, ağlama bağrışma görmeyen Baygilde ağabey ne söyleyeceğini ne yapacağını bilemeden şaşıp kaldı.
VIII
Bu olaydan sonra on hafta geçince Baygilde ağabeylere, çok güzel bir at koşulmuş yepyeni yük arabasında yedi kat yabancı biri geldi. Uzun boylu, kızıl yüzlü, bal rengi sakallı bu kişi ayağına giydiği plastik çizmesi, yağlanmış kara kadife başlığı, çizgili ipek kıyafetiyle Yemeş’e annesinin kanını alan Ezmezulla Molla'yı hatırlattı. Bu kişi yük arabasından inip:
“– Aleykümselam!” diye Baygilde ağabeye doğru gelmeye başlayınca, korkup çardağa saklandı. Bibeş ile Yeneş: “Bu kimmiş?” diye şaşırıp dimdik ona baktı. Bir şeylere sevinip ağzı kulağına varan Serbiyamal yabancı, mırıldanan bir sesle:
“– Bibeş kızım gel, sende çardağa in. Yetişmiş kıza yabancı birine böyle bakmak yakışmaz!” dedi. Oldukça mütevazı davranıp, kıs kıs gülerek bu yabancı kişiye doğru geldi.
“– Buyurun, buyurun Hisbulla sofu rahat edin, eve girin başköşeye geçin!”
Bundan bir şey anlamadan şaşıp kalan Baygilde ağabeyin ayağından sertçe çimdikledi.
“– Kocacığım misafiri karşıla. Aman aman, niye şaşırıyorsun! Buyurun, buyurun haydi evde rahat edersin sofu! İştuğan oğlum misafirin atını tut!” diye emirler vere vere Hisbulla’yı eve doğru alıp gitti. Ne söyleyeceğini ne düşüneceğini bilemeyen Baygilde ağabey, başını tutarak onların arkasından gitti. Serbiyamal misafiri başköşeye geçirip, minderin üstüne oturtunca:
“– Kocacığım konuşup tanışın. Ben çay hazırlayacağım” deyip ördek gibi yalpalayarak çardağa gitti. Lakin Baygilde ağabeyin bu davet edilmemiş misafir ile konuşmaya da tanışmaya da niyeti yoktu. O siğil olmuş parmaklarını kıvırcık sakalına batırıp, koyu kara kaşlarını çatıp, uzun kirpikli, dalgın, büyük gözlerini hem misafirin tilki kuyruğu gibi uzun bal rengi sakalına hem de başlığı altından parlayarak görünen kızıl kellesine dikerek: “Minderin üstüne yayılarak oturuyor bu ihtiyar. Medresede çok kaldığından herhâlde” diye öfkeyle düşündü. Hisbulla daha otuzuna gelmemiş olsa da giyimi, dış görünüşü, davranışıyla yaşlı, kırkına gelmiş biri gibi göründü ona. Çünkü annesi Taiba ninenin öğrettiği gibi mağrur, zengin, okumuş biri gibi görünmek için söze kendisi başlayıp yaşlılar gibi güzel konuşmaya çalışıyordu.
“– Evet, güzel!” dedi gerinerek. “– Nasılsınız? Hayvanlar, çoluk çocuk, konu komşu iyiler değil mi?” diye birkaç kez söze başladı. Lakin Baygilde ağabey:
“– İyi” diye sadece bir sözle konuşmayı bitirdi. Sonra ne konuşacağını ne söyleyeceğini bilemeyen Hisbulla:
“– Çok şükür, çok şükür” diye yerinde kalkarak boğazını temizledi. Aksi gibi, annesinin öğrettiği faydalı sözler de tükendi. Ama Baygilde ağabey hiç konuşmadı. O sırada Serbiyamal gelip çay yerini hazırladı. Çayın yanına oturunca durmadan konuştu ve en saf, en iyi anneymiş, kızlarının mutluluğu konusunda gece gündüz kaygılanan düşünceli biriymiş gibi davrandı. Koca kıymeti bilmeyen, yoldan çıkmış kadınları köpekten alıp köpeğe atarak hakaret etti, saf ve Allah kulu kocaları koruyarak yakındı. Hatta uygun zamanı bulunca, bir iki damla gözyaşını çayına damlatıp, hüp hüp ederek içti. Serbiyamal’ın bu davranışına Hisbulla önceki kötü görüntüsüyle sallanarak:
“– Çok şükür, çok şükür!” demekten başka bir cevap bulamadı. “Medreselerde bundan başka sözde öğretmemişler herhâlde. Evet, bu baykuş ne diye gelmiş? Ne var burada ona?” diye canından bezerek düşündü Baygilde ağabey.
“– Kocacığım tanıştırayım bu Hisbulla bizim İlseğol yiğidi” diye yüzü gülerek konuştu Serbiyamal. Sonra Hisbulla’nın olan olmayan tüm iyi tarafları hakkında konuştu.
Hisbulla, Taiba ninenin “şakirt” lakaplı oğluymuş. Selime adında çok güzel hanımı varmış. Bir gün aralarına şeytan vesvese vermeye başlamış. Hisbulla’nın ilk doğan ağabeyi ve güreşçi olan kahraman Hammat şeytan olup araya girmiş. Sonra Selime yerinde duramayıp Hammat ile evlenmiş. Hisbulla saf biri olduğundan onlara:
“– Haydi yaşayın. Allah size cezayı kendisi versin.” demiş elini sallayarak. Artık ona dürüst bir hanım olacak akıllı, iffetli bir kız lazımmış. Bu yüzden Bibeş’i kendine gelin edecekmiş…”
“Bak sen şuna, bu ihtiyara genç kız lazımmış! Utanmaz! Benimle yaşıt neredeyse…” diye sinirlenerek düşündü Baygilde ağabey. Hisbulla’nın birincisi geleneği bozup, dünür olmadan eve gelmesi ikincisi erkek hâliyle çocuğa heveslenmesi onu çok sinirlendirdi. Birden onu tutup evden atası geldi. Bu yüzden sözünü keserek:
“– Yaşlı adama verecek kızım yok benim” dedi.
“– Aman, aman yaşlı değil. Aralarında sadece on yaş var! Bu yaşlılık mı?” diye karşı çıktı Serbiyamal. “– Allah isterse denk olurlar, “ihtiyar koynunda ekmek var” diye eskiler boşuna dememiş. Aptal gibi davranma kocacığım. Kızının mutluluğunu geri çevirme!”
Ama Hisbulla kendine has kötü görüntüsüyle hafifçe gülümseyip, bir Baygilde’ye bir Serbiyamal’a çekingen şekilde bakarak sadece oturdu. Çünkü onun “çok şükür” demekten başka sözü yoktu. Ama söz buraya gelmedi. Üstelik ona fark etmezdi. Baygilde kızını verse de vermese de olurdu. O buraya annesi döverek gönderdiği için gelmişti.
Bu kulun az çalışıp, böyle mağrur şekilde dosdoğru ona gelmesini şimdi daha da iyi anlayan Baygilde ağabey acı acı gülümseyerek:
“– İhtiyar koynunda ekmek var. Ekmeğinden kan damlar. Genç koynunda kamçı var. Kamçısından bal damlar” demiş değil mi eskiler?” dedi ve sustu.
“– İhtiyar ağaca sığınan genç ağaç yüz yıl yaşar” diye söylemişler diye tartıştı Serbiyamal. Lakin ne kadar uğraşıp tüm hile ustalığını kullansa da Baygilde ağabeyden cevap alamadı. Ama Hisbulla keyfi hiç bozulmadan gidince evde bugüne kadar görülmemiş, duyulmamış bir fırtına koptu. Evin içinde yaşamanın, yemenin, çalışmanın, huzurla uyumanın da mümkün yanı kalmadı.
“– Bu yıl açlık yılı. Kırım askeri çocuklarınla kışı nasıl çıkaracaksın? Açlıktan kırılırız şimdi, ey Allah’ım! Niye ben böyle işe yaramaz bir kocayla kendime yazık ettim? Hisbulla sebebini anladı mı? Sen akıllı, uslu, okumuş birisin! Senin dengin mi? Senin işe yaramaz kızını insan yerine koyanın değerini bilmedin, anla! Eğer ki Bibeş’ini Hisbulla’ya vermezsen seninle bir gün bile durmayacağım! Duydun mu?” diye gece gündüz sıraladı. Baygilde ağabey başta bir iki sözle olsa da tartışıp, sonra elini sallayarak: “Haydi, ancak konuş sen!”
Lakin Serbiyamal konuşmakla kalmadı. Baygilde ağabeye fark ettirmeden Taiba nineye haber gönderdi:
“– Hisbulla’yı gönder beğenirse ve paradan kaçmazsa kız sizin olacak!” Ama Baygilde ağabeye:
“– Eğer Hisbulla sofu tekrar gelirse ters bir söz söyleme, işitsin kulağın. Evet, Bibeş, Bibeş’ini ona vermezsen ben geri giderim. Yetimlerinle ortada kalırsın!” diye tekrar tekrar uyardı.
Baygilde ağabey iki ateş ortasında kaldı: Bibeş’e acımanın da kadınsız kalmanın da çok çocuk üstüne kadın bulmayı ümit etmenin de mümkün olmadığı bir durumdu. Ne düşüneceğini ne yapacağını bilemeden bütünüyle şaşıp kaldı. Ama Serbiyamal onun bu tereddütlü hâlinden ustaca faydalandı. “Demiri sıcakken dövmek iyidir” deyip Baygilde ağabey bir karara varmadan önce işi çabucak bitirmeye çalıştı.
Çok geçmeden Taiba nine Hisbulla’yı hakaret ede ede İsenbet’e gönderdi: “– Bak, dinle, gelinsiz geri dönecek olma!”
Bu kez Serbiyamal onu tümden:
“– Haydi, rahatına bak damat!” diye kolunu açarak karşıladı. Sonra Baygilde ağabeye ağız açtırmadan Bibeş’i evlendirme hazırlığına başladı. Hisbulla, annesinin geline hediye et diye verdiği pulu, gümüş parayı, süslü iki bileziği yanlışlıkla ona verince, Serbiyamal tümüyle coşup acele etmeye başladı. Konu komşu şaşıp kaldı. Şehit dede gelip:
“– Ne yapıyorsunuz Baygilde? Niye gencecik çocuğuna yazık ediyorsun! Büyüsün. Olgunlaşsın. Bibeş güzel kız olacak. Sonra ona denk yiğitler bulunur” diye nasihat etti. Sıvakbike nine gelip:
“– Niye siz onu kadın gibi dul adama veriyorsunuz? Allah’tan korkmuyorsanız elden utanın hiç değilse! Ey Allah’ım eskiler: “Annen üvey olursa, babanın damadı olur” diye bildiklerinden söylemişler. Çocuklarını önemsemiyor musun imansız, dinden çıkmış!” diye hakaret etti. Olmadı. Baygilde ağabey su yutmuş gibi başını sıkarak oturdu. Bu yüzden hepsiyle Serbiyamal tartıştı.
“– Veriyoruz. İşte zengine veriyoruz! Burada iziniz kalmasın. Başkasının kızıyla sizin ne işiniz var?” diye bağırdı. Şehit dede de Sıvakbike nine de:
“– Kötü kadından dev peri bile kaçar” dedi. “Bu kötü kadın öğüt vererek yenilmez” diye önemsemeyip çıkıp gittiler, bir daha da gelmediler. Serbiyamal çardağın altına kaçıp, ağlayan Bibeş’i kolundan çekerek çabucak getirdi, çardağa indirdi:
“– Saçını tara albastı![34 - İnanca göre parlak sarı saçlı, büyük göğüslü kadın şeklinde tasvir edilen bir cin ya da peri.] Çabuk ol!”
Bibeş çardağın bir köşesine gidip, korkusundan ağlayınca Serbiyamal onu bileğinden çekip, sandalyeye oturttu, saçlarını kopara çeke taramaya başladı. Bibeş o kadar küçük, güçsüzdü ki! Divanda oturduğunda ayakları yere bile değmiyordu. Omuzları tığ gibi sivri, göğsü de tahta gibi dimdikti. Onun genç kız olduğunu, büyümeye başladığını gösteren bir tarafı yoktu. Saçları annesinin saçı gibi kalın, uzun olduğundan tarayıp, savurunca küçük gövdesini tamamen kapattı. Ama onun aklını yitirmiş gibi keder ve endişe fışkıran büyük, parlak mavimsi gözlerinden sürekli kaynar yaşlar akıyordu. Lakin Serbiyamal bunların hiç birini görmüyor, fark etmiyordu. Sanki önünde çocuk değil bebek oturuyordu.
Saçları taranıp örüldü. Sonra Serbiyamal Bibeş’in sürekli yalın ayak yürümekten yarılıp çatlamış ayaklarına damadın getirdiği büyük deri çizmeyi, üstüne de kat kat dikilmiş kızıl saten elbiseyi giydirdi. Sonra Bibeş’in dişi, tırnağı ile intikam almasına bakmadan başına zorla eşarp bağlayarak işlemeli, yeşil Keşmir kumaş şalı örttü. Bu, Bibeş’in genç kızlığa geçtiğinin, yeni gelin olduğunun ilk göstergesiydi.
Böylece Serbiyamal geleneklere göre yengelerin yapması gereken tüm işi kendisi yapıp, Bibeş’i gelin olmaya hazırladıktan sonra onu çardağa kilitleyip gitti. Bu sırada dışarıya alacakaranlık düşmüş, evde ateş yakmışlardı. Serbiyamal şimdi de ailenin geri kalanına girişti.
Sabahtan beri ağlayıp, yemeden içmeden çardağın başında duran İştuğan’a kulaklı şapka gibi bir minder fırlatarak:
“– Bugün burada uyu!” diye bağırdı.
Kapının önünde sessiz sedasız oturan Baygilde ağabeye bakarak:
“– Damatla kızın yerini yaptım. Yeneş ile Yemeş de evde uyuyor. Çocuk onlar ne bilecek!” diye söylendi. Sonra karşılık vermesine yer bırakmayan bir ses ile: “– Biz çardakta yatarız” diye ekledi.
Baygilde ağabey hiçbir şey söylemedi. Böylece kız verme işi sessiz sedasız yapılmış oldu. Sonra Serbiyamal akşam çayına müezzini çağırıp dua okuttu ve işi bitirdi. Ağlaya ağlaya yarı ölü hâle gelmiş Bibeş’i götürüp damada verdi ve kapıyı dışarıdan kilitledi.
Ertesi gün Hisbulla Bibeş’i alıp götürdü.
“– Annem orada yalnız. Ona çabucak gelin götürmem lazım” dedi hafifçe gülümseyerek.
Serbiyamal mosmor olmuş, ağlamaktan yüzü şişmiş Bibeş’i sürükleyerek yük arabasına oturttu, memnun bir sesle:
“– Güzel, sağlıcakla kalın damadım!” diye kısık sesle söylendi.
Baygilde ağabey hiçbir şey söylemedi. İştuğan da kapının önünde görünmedi.
Baygilde ağabeyin gencecik kızını dul bir adama satmasını kabullenemeyen konu komşunun hiçbiri kızı uğurlamaya gelmedi. Hisbulla da annesinin öğrettiği gibi mağrur, zengin görünüşlü olmaya çalışıp, boğazını temizleyerek:
“– Deh, küheylan!”
Boz yorga onu bekliyormuş gibi hareketlenip, kişneyerek kapıdan çıkıp gitti. Ne olduğunu hiç anlamadan şaşırıp kalarak, yük arabasının yanında dönen Yeneş ile Yemeş atın arkasından sokağa çıkıp ablalarının çubuk gibi bükülen küçük gövdesi tozlu yol içinde kayboluncaya kadar baktı. Ablasının aklını yitirmiş gibi endişeli ve acılı gözyaşıyla dolu son bakışı Yemeş’in gönlüne sonsuza dek silinmemek üzere yazıldı. İşinden çok memnun olup, ağzı kulaklarına varan Serbiyamal birden aklına bir şey gelmiş gibi yürüyüp çardağa gitti, sonra bir kova kül alıp Bibeşlerin gittiği tarafa serpti:
“– Arkasına kül! Dönüp gelmesin!”
Güneyden ters esen güçlü kuru yel külü üfürüp Serbiyamal’ı baştan aşağı kapladı.
“– Tüh, kahretsin gözüme kül doldu! Oy gözüm, gözlerim! Gitse de geri gelir, rahat vermez bu kötü kız!” diye beddua ve hakaret edip, yüzünü temizlemeye çalışarak çardağa gitti. Ama Baygilde ağabey sarhoş gibi takatsiz şekilde yürüye yürüye sokak boyunca Bibeşlerin gittiği ara sokağa döndü. Çok geçmeden çocuklar onu kanadı kırılmış kaz gibi kollarını serbestçe sallayıp, ayak ucuna basıp, büyük yol boyunca bir öne bir arkaya doğru giderken gördü. Ne yapıyor, nereye gidiyor? Çocuklar elbette bunu bilmiyordu.
Bir gün Baygilde ağabey eve gelmedi. Ama ertesi gün akşam geri döndüğünde ayakta duramayacak kadar sarhoştu. Babalarını ilk kez bu hâlde gören çocuklar şaşkınca ona bakıyordu. Lakin Baygilde ağabey onlara dikkat etmedi. Serbiyamal’ı kucaklayıp oyun oynamaya yabancı, vahşi bir sesle onunla çirkin şekilde konuşmaya başladı.
“– Evet, canım gönlün oldu mu şimdi? Başka ne isteğin var? Söyle onu da yapayım, yanıp tükeneyim! Çok iyi bir erkeğim, on dört yaşındaki kızını satan iyi bir babayım ya! Ha ha ha!”
Serbiyamal buna hiç şaşırmadı. Hatta sarhoş kocasına katılıp niyedir, sevinip güldü. Baygilde ağabeyin eteğine oturup, boynuna sarılıp etrafında döndü. Bu hareketi ilk kez gören çocukların gönlünde sonsuz tiksinme, nefret uyandı. Onlar sadece Serbiyamal’dan değil babalarından da usanıp hızlıca etrafa dağılıştı.
Ertesi gün sabah erkenden Baygilde ağabey yine kayboldu.
Gece yine sarhoş döndü. Bu uzun süre böyle tekrar etti. Çocuklar tümüyle sahipsiz kaldı. Sadece ara sıra Sıvakay nine çocuklara bakmaya gelip onları yıkayıp, saçlarını tarayıp örerek süt içiriyor, yoğurt yediriyordu. Bu sırada da oflana sızlana babalarının kötü yola düştüğü, bunun iyiye gitmeyeceği hakkında konuşuyordu. “– Üzüntüsünden böyle oldu zavallı” diye gerçekten kederlenerek söylüyordu. “– Birbiri ardına iki ağır üzüntü. Genç karısının sözünü çiğnememek için kızını sattı, şimdi de üzüntüsünden, utancından ne yapacağını bilemeyip içkiye düştü” dedi. Sonra çocukları teselli etmeyi, sakinleştirmeyi isteyerek:
“– Tamam, kızını satarak kazandığın parayı iç bitir. Nereye giderse gitsin dersen” dedi.
“– Sadece eski atalarının, soyunun yapmadığı bir şeyi yaptığı için üzüntümden söylüyorum. Evet, kim güpegündüz içip sarhoş olarak utanmadan insan içine çıkar? Hayır, Baygilde’den başka böyle kimse yok, olmasın da. Allah korusun” dedi.
Baygilde ağabey böyle içip, gerçekten de köyde kimsenin yapmadığını yapınca bir gün çok dayak yemiş, kafası yüzü dağılmış, üstü başı yırtılmış hâlde eve geldi. Sonra inleyerek, ara sıra da kan tükürerek kimseyle konuşmadan haftalarca evde yattı. Yeneş ile Yemeş eve girdiği sırada onun parça parça, sarhoş mu yoksa ayıkken mi söylediği: “– Ne yapıyorsun? Ne yapıyorsun?” Sözlerini duymuşlardı. Lakin elbette bir şey anlamamışlardı. Sadece babaları da böyle yatar yatar sonra anneleri gibi ölür diye korktular.
Bir gün onlar böyle korkuyla, endişeyle inşaat temelinde oturdukları sırada çanlar çaldı, uzaktan sokağa doğru üç atlı araba geldi. Yeneş ile Yemeş heveslenseler de nereye gittiğine bakmaya yetişemediler ama üç kara at koşumlu araba onların dengine gelip durdu. O sırada üç at koşumlu arabadan parlak düğmeli, siyah giyimli, kılıçlı, silahlı üç kişi indi. İkisi oradaki eve gitti. Ama birisi Kör Sapıy ile muhtarı bulup getirdi. “Tanık, arama” diye yabancı bir şeyler, anlamsız sözler söyleye söyleye aceleyle Yemeşlerin evine gittiler. Yeneş ile Yemeş korkudan, şaşkınlıktan ne söyleyeceğini ne yapacağını bilemeden oldukları yerde donup kaldı.
O sırada üç kişi Baygilde ağabeyi dürterek evden çıkardı, kanatlı yük arabasına aceleyle oturtup, ikisi arabanın yanındaki iki kanada, birisi yük arabasının arkasına çıkıp geldikleri gibi aniden kayboldu. Yeneş ile Yemeş üç at koşulu araba gözden kaybolunca, burada korkunç bir olay olduğunu hissedip, bağırarak ağlamaya başladı. Kocasının arkasından çıkıp hiç şaşırmadan kapının dibinde duran Serbiyamal onlara:
“– Sesinizi çıkarmayın! Başınıza gelenlere ulumayın! Üzülmeyi kesin!” diye bağırıp eve girdi. Kızlar da inşaat temelinin kenarında oturup, gözleri kızarıp şişinceye kadar ağladı. Evdeki durumlardan hiç haberi olmayan ve balık tutmaya giden İştuğan da geri dönmedi. Komşular da sanki iktidara karşı suçlu olan birinin çocuklarını sakinleştirip kendilerine şüphe düşürmekten korkmuş gibi onları kenardan izledi. Yemeş’in çok sevdiği dedesi ihtiyar Şehit evde olsa elbette korkmaz, çocukların yanına hemen gelir onları sakinleştirirdi. Ama o şu an ıhlamur kabuğu soymak, karaağaç kesmek için ormandaydı. Sıvakay nine de evde yoktu. O da her zamanki gibi meyve toplayarak ormanda dolaşıyordu.
Bu olaydan günler sonra Baygilde ağabey daha keyifsiz daha zayıflamış bir hâlde geri döndü. Bunun ardından bazı yabancı insanlar gelip Seğüre yengenin o zaman kan aldırmak için mollaya vermeyip sakladığı tek keçiyi, semaveri, yerdeki en güzel keçe kilimi, keçe parçalarını aldı. Çocukların anlamadığı yabancı bir dilde:
“– İşte sana toplatma! Bir iki ıvır zıvır!” diye gülüştüler.
Baygilde ağabey dilsiz gibi başını tutup kapının dibinde durdu. Çocuklar ağlayıp, korkudan ne yapacağını bilemedi hem bu yabancı ve kötü insanlara hem böyle uysallaşıp, zavallı hâle gelen babalarına şaşırarak bakıp divana, kuru tahta arasına saklandılar. Evin içi daha boş, daha mutsuz oldu. Gece çocuklar uyuyunca Baygilde ağabey ümitsiz bir sesle birkaç kez:
“– Şimdi ne yapacağım?” diye tekrarladı. “– Yirmi dört saat içinde sadece köyden değil ilçeden de gitme hükmü verdiler! Evet, ne için? Ne için?”
Serbiyamal onun sözünü keserek:
“– Niçin olduğunu düşünmek senin işin değil. Dilini tut. Gidecek yerimiz var. Haydi, bizim köye, benim evime dönelim” dedi. Sonra Baygilde ağabeye bir söz söyletmeden, kinaye etmeden devam etti:
“– Orada benim malım mülküm sahipsiz kaldı. Sana çoktandır dönelim diye söylüyordum ama ısrar etmiyordum. Şimdi kendin görüyorsun, başka çare yok. Allah’a şükret de benim gibi iyi bir kadına rastladın. Yoksa şimdi başını alıp nereye giderdin? İşte, artık tavuk kümesi gibi evinden başka bir şeyin kaldı mı? Benim orada her şeyim var. Atım, sığırım, keçim…”
“– Ya çocuklar?” dedi Baygilde ağabey şaşırarak. “–Çocuklarımı nereye bırakayım?”
“– Onları da bırakmazsın” dedi Serbiyamal hoş bir ses ile “– mal mülk sahibi olunca etrafımıza çocuk da lazım.”
Baygilde ağabey donuk bir ses ile:
“– Öyleyse…” dedi. “– Elli kilometre yeri onlar yürüyebilirler mi?”
“– Benim orada çok güzel, kahverengi bir tayım var. Git, onu sür gel” dedi Serbiyamal sözünü keserek. “– Git, hemen git! Çabuk ol…” Sesi tekrar gür, reddedilmez bir biçimde yankılandı.
Baygilde ağabey bu sözlerden sonra sakalını çimdikleyip, uzun süre düşünerek oturdu. Sonra yabancı, itaatkâr bir ses ile:
“– Evet, başka çare yok… Başka çare yok!” diye tekrarladı ve içinden: “– Bibeş de orada…” Üstüne: “– Tamam Serbiyamal öyle olsun…” dedi ve kalktı.
“– Sabah olunca gidersin. Akşam yemeğine yetişirsin!” diye devam etti Serbiyamal. Çocuklar ise uzunca süre uyuyamadı.
IX
Ertesi gün sabah Yeneş ile Yemeş erkenden Sıvakay ninelere gitti. Çocukların mutsuzluk içindeki küçük kalpleri birinden yardım, korunma ümit ederek kafesteki kuş gibi pır pır ediyordu. Lakin Sıvakay nine de onları üzüntülü bir yüz, yaşlı bir göz ile karşıladı.
“– Evet, çocuklar annesiz kaldığınız yetmemiş gibi köyünüzden, yakınlarınızdan da ayrılacaksınız. Ey Allah’ım, ey Allah’ım niye sabilerden böyle intikam alıyorsun bilmiyorum, bir şey de anlamıyorum” diye yakınıp Yeneş ile Yemeş’in önüne büyük bir kasede yoğurt koydu. İki avuç kuş üzümü verdi.
“– Yiyin çocuklar. Akşam toplayıp getirdim. Büyük bir kova topladım. Meyveler harap olmuş bu yıl. Kuraklık yılında hep böyle oluyor” diye keyifsizce söylendi.
Kızlar kuş üzümünden bir iki parça yedikten sonra arkalarından İştuğan da geldi.
“– Yeneş kardeşim, haydi gidiyoruz” dedi endişelenerek. “– Gidiyoruz!” “– Acele ettirme. Ulu Eyek’in meyvesini yesinler” dedi Sıvakay nine.
“– Haydi, İştuğan oğlum sen de ye.”
İştuğan divana gelip oturdu lakin kuş üzümüne elini sürmedi. Bu günlerde boğazına yemek girmiyordu.
Sıvakay nine onun bembeyaz, kurumuş dudaklarına bakarak: “– Acaba ayran mı içsen oğlum?” diye sordu.
“– Evet” der gibi başını salladı İştuğan. “– Boğazım kurudu nine.”
Sıvakay nine ona soğuk pınar suyuyla büyük bir kâse yoğurt sulandırıp verdi.
İştuğan onu dibine kadar içip bitirdi. Sıvakay nine derin bir of çekerek: “– Nasıl da susamışsın çocuğum. Ey, Allah’ım!”
Sonra üzülerek Zengin Kormoş ile Kör Sapıy’a hakaret etti.
“– Baygilde’yi o cahiller helak etti. Onlar! Kormoş mahkemeye vermiş ama görmediğine gördüm, duymadığına duydum diyerek imza atmış. O birinin başına acır mı, midesini düşünür. Midesini! Onun ömrü böyle geçti. Sürekli böyle yalan mektupları doğrulayıp mahkemeye şahit olarak gitti. Onun gözü boş yere değil yalan yemin ettiğinden kör olmuş. Böyle yalan yemin edip masum yoksulu, yetimi incittiğinden zenginler onu severmiş, tam kör usulü iki hanım alıp keyifle yaşamış! Haram olsun ona, haram olsun! Ey, Allah’ım niye senin böyle kötü kulların dünyada rahat yaşıyor? Niye iyi kulların sıkıntı çekiyor? Ey Rabb'im… Böyle küfürlü sözler söyleyip günah işledim şimdi ben. Söylememeye can dayanmıyor… Dayanılmıyor… Allah’ım sabır ver bize, günah işlemiş kullarına… Sabır ver…” Sıvakay nine kendine kızıp, çok söylendiğini fark ederek birden durdu, etrafa göz attıktan sonra keyifsiz, sönük bir sesle:
“– Baygilde’nin kendinden oldu” dedi. “Önceleri fabrikada işçilik yaparken duyduğu küfürlü sözleri hep söylüyordu. Şimdi Seğüre ile Bibeş’e endişesinden içkiye düşünce dili daha da edepsizleşti…”
Sıvakay nine susunca çocukların başlarını okşayıp sırtlarından sevdi.
“– Evet. Tamam, gidin çocuklar, nasıl olacaksa… Gidin. ‘Göreceğini görmeden mezara girilmez’ derler. Görecekleriniz varmış çocuklar. Yabancı yerde yiyecek rızkınız, içecek suyunuz varmış.”
Çocuklar istemeyerek yerlerinden kalktı. Sıvakay nine de onların ardından sokağa çıkıp sallana sallana topuk uçlarına basarak gitti:
“– Kör Sapıy’ın karısı doğum yapıyormuş. Oraya gideyim. Gidesim olmasa da gideyim. Sızlanarak bekliyordur. Gelinin de doğacak çocuğun da ne suçu var? Böyle işte çocuklar…”
Çocuklar onu gözleriyle sessizce uğurladı. Yürüdüğü sırada rüzgârdan kabarıp, baloncuk olarak yukarıya kalkan ince elbisesinin eteği ve yanlara salınan zayıf kolları ile Sıvakay nine dağın sırtındaki yabani otların arasından yuvarlanarak düşen ve sokakta dolaşan kuru deveelmalarına benziyordu. O da bu deveelmaları gibi ileri geri duraklayıp, sokaktan yuvarlanarak geçip gözden kaybolmuş ve çocuklara bu iyi kalpli, mutlu nineden hiçbir şey kalmamış gibi gelmişti. Onlar annesinden ayrılmış kaz yavruları gibi birbiri ardına dizilip geldikleri tarafa yöneldi.
Akşam alacakaranlık çökünce, Baygilde ağabey alıp geldiği kahverengi taya toplamadan kalan varını yoğunu yükleyip evin pencerelerine çapraz tahta kapattıktan sonra köyden ayrıldılar.
Yeneş ile Yemeş arabada eşyaların üstüne oturdu. İştuğan da atı tuttu. Baygilde ağabey ile Serbiyamal yürüyerek, arkadan takip etti.
Kapının dibinde sadece Kaşkar kaldı.
“– Kaşkar al, al!” diye çağırdı İştuğan. Baygilde ağabey de çağırdı. Köpek gelmedi. Ama İştuğan’ın onu hiç bırakası yoktu. Biraz gidince, atı köyün bir ucunda durdurup Baygilde ağabey ile İştuğan birlikte Kaşkar’ı arkalarından getirmek için eve geri geldi. Şefkat gösterseler, sinirlenseler, ekmek atıp kandırmaya çalışsalar da Kaşkar peşlerinden gelmedi. Her zaman Baygilde ağabey ya da İştuğan nereye gitse peşinden gelip onlardan geri kalmayan köpek bugün evi bırakıp gitmek istemedi. Sahipleri eve geldiğinde sevinip kuyruk sallıyor, gidiyoruz deyip arkalarından gelmesi için çağırdıklarında yavaşça inleyip çardağın altına kaçıyor, onlara öfkeli ve sitemli bir bakış atıp, hırlayarak yatıyordu. Ama tam gidecekleri sırada kapı dibine gelip ulumaya başladı. Sanki bu insanların nankörlüğüne, doğdukları yeri kolayca bırakıp gitmelerine kızıp acıyla uluyordu. Sahipleri daha da efkârlanarak geri döndü.
“– Olmadı. Haydi, oğlum atı sür!” dedi Baygilde ağabey. İştuğan istemeye istemeye arabaya oturdu. Onu at sahibi olmak da atı tutmak da mutlu etmiyor, sevindirmiyordu.
“– Köpek bile doğup büyüdüğü yeri bırakmak istemiyor! Ama biz bırakıyoruz” dedi Baygilde ağabey derin bir of çekerek.
Yürüyerek arabanın arkasından gelen Serbiyamal korkuyla: “– Evet, kötü kötü konuşma! Burada köyüm diyebileceğin bir yerin vardı sanki! Ne kendi toprağın, suyun ne de bir kardeşin, yakının var. Kimse korumadı seni! Dostun olsalardı haksız yere seni suçla itham edip kovdurmazlardı” dedi.
Baygilde ona cevap vermedi. Ağır olsa da bu sözlerde haklılık payı vardı.
Gerçekten de Baygilde ağabey meşe kovuğundan düşmüş gibi yapayalnızdı bu köyde. Atası da yakın bir dostu da yoktu burada. Anlatılanlara göre çok, çok eski zamanlarda Tolombet, Ekembet, Beyembet, İsenbet adında çok güçlü dört kardeş kahraman varmış. Onlar buradan çok uzakta, batıda geniş, engin bozkırlarda yaşamışlar. Zaman geçtikçe bu dört kahramandan dört boy yayılmış. Bu boylardan her biri bir grup olup doğanın en güzel yerlerini gezmiş. Ekembet, İsenbet, Beyembet yüz kilometre yer geçip, doğuya Ural’ın eteğine gelip görkemli Eyek kıyısında yaşamışlar. Ama en büyükleri Tolombet boyu ekin ekip, ev yapıp, çit çekip tek bir yerde yaşamayı yeterli görmüş. O bomboş çorak bozkırda köy kurmuş, bir yere gitmemişler. Bir vakit çar hükümeti Başkurtların yerlerini köy köy ayırıp onlara paylaştırmış. Bu yer paylaşımı sırasında Eyek kıyısında yazı geçirmekte olan Ekembet, Beyembet, İsenbet boyları oradan bir yer alıp yerleşmişler. Ama Tolombet boyu çorak tarafta, Orenburg’un ayağındaki bozkırda kalmış. Dilediğince gezmek için toprak azalınca, Eyek kıyısındaki boylarla birleşerek, köy olup ekicilik ile yaşamaya başlamışlar. Her bir köye boyunun başındaki kişinin adı verilmiş. Baygilde ağabeyin büyük babası ihtiyar Hayılmış o çorak tarafta kalan Tolombet boyundanmış. Lakin kardeşleri Ekembet, Beyembet, İsenbet’ten ayrı yaşamayı hiç sevmemiş. Böylece sadece yazları boyunu bırakıp, çoluk çocuğunu yükleyerek Ulu Eyek’in kıyısına çıkmış. Sonra kendine en yakın gördüğü İsenbet boyunun içine yerleşmiş. Ama boy kuralları gereği ona buradan toprak verilmemiş.
“– Senin toprağın kendi bozkırında, Tolombet’te” demiş kardeşleri. Hayılmış ihtiyar onlara:
“– Tamam, insana çok fazla toprak gerekmez. Ölsem mezar için bir yer verirdiniz herhâlde” demiş ve burada kalmış. İhtiyara, bomboş çorak yerden gelmiş birine bu görkemli Ulu Eyek kıyısı çok gelmiş. Topraksız ve susuz hâlde burada çok çaresiz kalmış. Hayvanları ölmüş. O ölünce oğlu, Baygilde’nin babası ihtiyar Mahmut ülkesine geri döneyim dese de gidememiş. Çocukları olunca yüz kilometre yeri geçecek hâli kalmamış. Sonra çok geçmeden veba hastalığı yayılınca ihtiyar Mahmut ile karısı aynı gün içinde ölmüş. Baş ucuna temizlenmemiş, parlatılmamış büyük, gri bir taş konulmuş ve bir şeylerle oyarak Arap harfiyle: “Tolombet soyundan Hayılmış oğlu Mahmut, Kazmaş oğlu Hayılmış, İrğele oğlu Kazmaş, Bayğele oğlu İrğele, Yenğele oğlu Bayğele, Tolombet oğlu Yenğele” diye eğri büğrü yedi soya kadar sırayla yazılmış ve Mahmut’ün hangi yılda, hangi yaşta vebadan öldüğünü de ekleyip “âmin!” demişler.
Baygilde ağabey artık yerle bir hizada toprak olmuş bu eski mezarın üstünde duran ve rüzgâr ile yağmurun toplayarak tümsek yaptığı o kuru taştan başka bir şeyi bilmiyordu. Anne babasının kalıp burada işçilik yaptığı sırada onun başka yakınları da ölmüştü. Artık uzak akrabaları olan ihtiyar Şehit ile Sıvakay nineden başka kimsesi kalmamıştı. Onlarla akrabalığının nereden ve nasıl olduğunu Baygilde ağabey de bilmiyordu.
Kimileri “onlar kahraman Beyeş’in soyundanmış, o yakalanınca soyundan olanlar kaçıp etrafa dağılmış ve böyle topraksız, susuz kalmışlar” diye anlatıyordu. Lakin Baygilde ağabey bunların hangisi doğru hangisi asılsız bilmiyordu. Uzakta toprağı, suyu, eşi dostu varmış diyenlere hiç inanmıyordu. O sadece Eyek kıyısındaki İsenbet köyünü biliyor canıyla, yüreğiyle seviyor, orayı kendi köyü sayıyordu. Bu yüzden bugün İsenbet’ten kalkıp gitmesini söylemeleri ona çok ağır ve keder verici geliyordu.
Bir şey ömründe ilk kez böyle yüreğini sızlattı onun. Her seferinde bir fırsat bulup geri dönmüştü. Ama şimdi bir gün buraya dönebilir miydi yoksa dönemez miydi? Yoksa onu böyle ömür boyu geri dönmekten mahrum ederler miydi? Ne kadar ağır! Ne kadar haksızlık!
Köyünü ilk kez bırakıp iş ve yiyecek bulmak için çıktığında Baygilde on iki yaşındaydı. Onun yalın ayak, yalın baş koşarak yanında yürüyen kendir dokuma elbiseli, iri parlak gözlü, mağrur, güler yüzlü çocuk da- onun tek kardeşi- on yaşındaydı. Babasıyla annesinin öldüğü yazdı bu. Onlar köyün ortasındaki küçük, çitli evde tek ablaları olan on beş yaşındaki Gölayşe'yi bırakıp mutluluk aramak için ilk kez ülkeyi gezmeye çıkmışlardı.
“– Baygilde mirza niye beni yalnız bırakıp gidiyorsun? Hiç olmazsa bir ihtiyarla evlendirip git!” diye ağladı Gölayşe onları uğurlarken. Ay gibi yuvarlak ve bembeyaz yüzlü, insana iyilik gösteren, yumuşak bakışlı, yapılı bir vücudu olan lakin küçük bir çocuk gibi riyasız Gölayşe Baygildelerin ailesinin en büyüğüydü. Lakin o Baygilde’yi evin en büyüğü ve hayatını yoluna koyması gereken biri gibi görüyordu.
Köyden çıkıp batıya doğru on on beş kilometre yer geçince çocuklar bir pınar yanında dinlenmek için durdu. Burada günün sıcaklığına bakmaksızın ayağına deri çizme, başına sırmalı börk, üstüne kara keçe giyip belini kırmızı kemerle bağlamış, zayıf, güvercin gibi ufak tefek, yuvarlak gözlü bir adam dinleniyor, mayasız ekmeğini pınar suyuyla yumuşatarak azar azar yiyordu. Baygilde onun çenesinin altındaki keçi halkası gibi sallanan kızıl siğiline, hürmetkâr, saf yüzüne uzunca bakıp, bir şeylere şaşırarak:
“– Ağabey sen neredensin?” diye sordu. “– Nereye gidiyorsun?”
“– Yelekli köyünden” dedi ağabey derin bir of çekerek. “– Karım ölünce üç çocuğum yetim kaldı beyim. Onlara iyi bir anne bulur muyum diye gidiyorum…”
Bu konuşmadan sonra Baygilde’nin aklına birden ablası Gölayşe’nin eskiden söylediği bir söz geldi:
“Baygilde mirza hiç olmazsa beni bir ihtiyara versen. Böyle yalnız başıma nasıl yaşarım!”
Baygilde anlamamazlıktan gelerek:
“– Benim ablamdan başka kimim kaldı bu evde” deyip söylediklerini duymamış gibi yaptı. Sonra bu söylediklerinden yüzü kızara kızara derdini anlatmaya çalıştı. Bu hürmetkâr bakışlı, ufak tefek kişiye Baygilde’nin sözleri iyi gelmiş olsa gerek. Biraz daha düşünüp, gözlerini uzağa dikerek susup oturunca dostça ve anlaşılır bir şekilde:
“– Haydi, karar verelim mirza” dedi.
“– Haydi” dedi Baygilde de. Çok geçmeden üç kişi birden köy tarafına geri döndü. Güneş battığında evde toplanmış, Baygildelerde çay içiyorlardı. Baygilde bir, iki fincan çay içip boğazını temizledikten sonra ciddi bir ses ile:
“– İşte abla, ben sana bir ihtiyar buldum” dedi.
Divanın kenarında çay yapan Gölayşe’nin rengi utancından karamsı kızıla dönüp, o zayıf kişiye hiç çekinmeden baştan ayağa baktı ve:
“– Ah, hoş. İsmin ne?” diye sordu. “– Kotlehmet” dedi o kişi de yere bakarak.
“– İsmin ne kadar güzel” dedi Gölayşe gamsız, yüksek bir sesle gülerek. Sonra çok dostça: “– Ben sana varırsam mirzama ne vereceksin?” diye sordu.
“– Benim hiçbir şeyim yok. Üç kızım, bir de evim var. İki de iş görür elim” dedi Kotlehmet. Biraz düşününce yol çuvalından bir esmühe çay alıp uygun şekilde Gölayşe’ye uzattı.
“– Bu çayı size versem…”
“– Tamam, ver” dedi Gölayşe çayı Kotlehmet’in elinden çekerek. Orada açıp çaydanlığa koydu. Kotlehmet’e tekrar demli bir fincan çay yaptı. Sonra safça gülerek:
“– İç, esmühe çaycı ihtiyar!” dedi.
Ertesi gün sabah Kotlehmet, Gölayşe’yi Yelekli köyüne alıp gitti. Yoksul olsalar da çok iyi anlaşıp güzel ve uzun bir ömür sürdüler. Merhametli, güler yüzlü, gamsız Gölayşe Kotlehmet’in çocuklarını itip kakmadan güzelce büyüttü. Kendi de yaşları onlara yakın oğlanlar, kızlar doğurdu. İhtiyara vardığı ilk günkü lakabını hiçbir zaman unutmadı.
“– Ye, esmühe çaycı ihtiyar!”
“– Al, temiz cübbeni giy esmühe çaycı ihtiyar!”
Lakin bu söz onda hiçbir zaman öfke uyandırmadı. Çünkü bu Gölayşe’nin ağzından Kotlehmet’e değil, acımasız kadere acı acı sitem etmek için çıkıyordu. Evet, yoksulluğu onlar getirmedi dünyaya!
Yine de Gölayşe bu sözü pişman olup dert yanmak için söylemiyordu elbette. Hayatından bütünüyle razı ve memnundu. Enselerine sonsuza dek çökmüş bu yoksulluk da yaşlanmaları da Gölayşe’nin sakinliğini, dalgınlığını bozamıyor hatta görünüşünü de değiştirmiyordu. Kırıntı ekmek yiyip süt, yoğurt görmeden yaşasa da hep o tombul vücudu ve ay gibi yuvarlak, parlak yüzüyle neşe içinde parlıyordu…
Ama onu ihtiyara verip yolcu ettikleri günden bu yana çok zaman geçti! O dönemden bu yana Baygilde’nin başından çok şey geçti. Nerelere gitmedi, nerelerde çalışmadı. İşçiyken kaybolan tek kardeşi için az mı endişelendi? Onunla karşılaşır mıyım diye Verxnevralsk, Orenburg, Zlatovst, Bızavlık şehirlerinde taşçı, balta ustası, yük taşıyıcısı olarak yıllarını geçirdi. Yine de köyünü unutmadı. Yiğit olunca oraya dönüp aile kurdu. Ama şimdi köyünden kovdular. Sevdiği köyünü zorla unutturmaya çalıştılar. Evet, bu mu adalet? Bu mu adil kanun? Evet, niçin ona hüküm giydirdiler? Niçin kovdular? Ne kadar kötü bir şey yaptı ki?
Bu haksızlık Baygilde ağabeyi ne yaptığını bilemeyecek kadar şaşkına çevirse de Zengin Kormoş, Ezmezulla Molla, Kör Sapıylar için hiç de şaşılacak bir iş değildi. Çünkü Baygilde ağabeyin bir yerlerde mollalara, zenginlere karşı iğneli sözler söylediğini, hiçbir şey yapmasa, böyle işlerde hünerli olmasa ve bunu açıkça bilseler bile anlattıklarının halktan çok gençlere tesir ettiğini görüp ondan kurtulmaya çalıştılar. Bunun için onu dine, çara, zenginlere, iktidara karşı tehlikeli biri olarak gösterip yalan bir ihbar mektubu yazdılar. Böylece her geçen yıl kâğıt üstüne kâğıt geldi. Üstüne bu son olay da eklenince terazinin ihbar mektuplu tarafı daha ağır geldi ve Baygilde ağabeyi ezip köyden kovdular.
Olayın büyüğü daha olmamıştı elbette. Pireyi deve yaparak insanı helak etmeye alışmış kullara yetecek kadar malzeme vardı elbette.
Pazar günü oldu bu olay. Sarhoş Baygilde ağabeyin, Bibeş’in üzüntüsüyle bir kuruş içip bin kuruş içirdiği bir zamandı. Pazar kurulan büyük Rus köyünde Baygilde ağabey öylesine çifte atan taylar gibi bir öte bir beri yürüyüp, sokak boyunca dolaşırken kilisenin arkasında duran büyük ve zengin görünümlü bir evin yanına çıktı. Bu Zengin Kormoş’un dostu Derici Çervyak'ın eviydi. Zengin Kormoş her pazar onlara misafirliğe giderdi. Çervyak'ın kapısının dibinde, sokak tarafında duran yük arabalı üç güzel at, sineklerin onları huzursuz etmesine tahammül edemiyor, ayaklarını sallıyordu. Baygilde ağabey bu atların renklerine, parlayan sırtlarına, gümüşlü hamut kayışlarına hayran kaldı.
“Zengin Kormoş, Ezmezulla Molla hatta Kör Sapıy da buradaymış. Ne diye erkenden toplanmış bu yaramazlar? Halktan gizli âlem yapıyorlar. Dur arkadaş, ben size bir şaka yapayım da görün…’
Baygilde ağabey onları daha çok da mollayı içki içerken yakalama, her yeri geldiğinde bunu insanların önünde anlatıp gülme ve onlardan intikam alma isteğine engel olamayıp hızla eve girdi. Masada neredeyse bozulmak üzere olan ikramlıklardan ve masanın altındaki ayaklarının arasında eğri biçimde duran boş rakı şişelerinin sıcaklığından oldukça keyif alan misafirler, boynuz vurmaya hazırlanan öküzler gibi ona baktı. Ezmezulla Molla saklamaya yetişemediği bardağını iki eliyle kapattı.
“– Hey sefil, kime baktın?” diyerek sessizliğini bozdu ev sahibi. Baygilde ağabey bu sözü işitmemiş gibi bağırarak gülmeye başladı.
“– Molla ağabey içki huri kızı değil ya! Niye onu bu kadar güzel kucaklıyorsun?”
“– Vay, dinden çıkmış!” diye mırıldandı molla “– İblis! İblisin ta kendisisin sen Baygilde…”
Zengin Kormoş iri göbeğini tutarak masanın arkasında durdu.
“– Ey miskin, tembel! İçip gezmeyi biliyorsun ama borcunu ödemiyorsun! Haydi, şimdi o on libre unun parasını çık!”
“– On libre un mu? Ne zaman aldım ben onu senden?” diye şaşırdı Baygilde ağabey.
“– Hanımın ölünce. Unuttun mu yoksa? Günlük orak vurarak çalışıp öderim diye yalvar yakar dilenerek aldın ya!”
“– Ha, o mu?” diye tekrar bağıra bağıra güldü Baygilde ağabey. “– Birincisi o on libre değil beş libreydi. Sonra, onu ben yemedim. Seğüre’nin yedi atası anılsın diye işte şu molla ağabey gözleme pişirtip millete yedirdi. Ha ha ha… Doğrusu ben o gözlemeyi yemedim de görmedim de. Ha ha ha! İşte bu molla ağabey benim Seğüremin kanını akıtıp öldürdü sonra gözleme yiye yiye onu anmaya başladı, ha ha ha!”
Zengin Kormoş hindi gibi kabararak Baygilde ağabeyin önüne geldi. “– Öde dedim, şimdi ödeyeceksin duydun mu sefil?”
Molla:
“– Vay dinsiz, vay iblis!” diyerek oturduğu yerde zıpladı. Kör Sapıy beyaz düğmeye benzeyen gözlerini çatı tahtasına dikip bir şey olmamış gibi sofulara has bir edeple oturmaya devam etti. Konuşma Başkurtça devam edince ev sahibi uzun süre söze katılamadı. Ama Zengin Kormoş o beş libre un için Baygilde’nin boğazını parçalayacak kadar hırslanmıştı.
“– Öde dedim, yoksa ne olur biliyor musun? Merhamet bekleme, işçi!”
Baygilde ağabey ayılmış gibi birden gülmeyi kesti. Sonra onu dolandıran bu kansız kişilere ayrı ayrı göz gezdirip nefretle:
“– Telaşlanma Zengin Kormoş” dedi. “– Gün gelir ben sana borcumu iki katı öderim. Hem de nasıl öderim… Sen zengin benim borcumu böyle aceleyle ödetmeye çalışma. Karnın yarılır…” Zengin Kormoş yaşlı hindiler gibi bir kızardı bir bozardı.
“– Ah, fitneci! Bu dediklerin için seni Sibirya’ya sürdürürüm biliyorsun değil mi?”
“– Biliyorum” dedi Baygilde ağabey çok sakin bir şekilde. “– İstediğini yap. Ben hiçbir şeyden hatta çardan bile korkmuyorum. Bana fark etmez. Ama gün gelecek senin karnın yarılacak! Duydun mu, nasıl olsa bir gün çatlayacaksın!”
Baygilde ağabey bu sözleri söyledi ve çıkıp gitmeyi isteyerek sırtını döndü. Lakin Zengin Kormoş vaşak hızıyla oturduğu yerden kalkıp onun arkasından başına vurdu. Baygilde ağabey sersemleyip, sallanarak pat diye yere yığıldı.
Bunu bekleyen Ezmezulla Molla ile Derici Çervyak da Kormoş’a yardıma geldi… Daha sonra Baygilde ağabey inleyerek kendine geldiğinde yanında parlak mavi gözlü, altın saçlı yabancı bir kadınla iri sarı çilli, yaz ayındaki gökyüzü gibi parlak, neşeyle bakan gözleri olan küçük bir çocuk duruyordu. Çocuk kendir dokuma havluyu kovadaki vücudu titretecek kadar soğuk pınar suyunda ıslatıp sıkarak altın saçlı kadına verdi. Kadın onları Baygilde ağabeyin başına ve göğsüne örttü. “Neredeyim ben? Kimsiniz? Ne oldu bana?” diye düşündü Baygilde ağabey.
Lakin sorusunu sesli söyleyemedi. Değirmen taşı altında ezilmiş gibi hissediyordu.
“– Anne, uyandı! Gözünü açtı!” diyerek sevinçle fısıldadı çocuk. “– Ölmemiş.”
“– Süt getir oğlum.” “– Şimdi getiriyorum anne.”
“– Hey, kardeş nasılsın?” diyerek endişeli şekilde gülümsedi altın saçlı kadın.
“– Seni nasıl da dövmüşler… Morarmayan yerin kalmamış. İyi ki Nikita gelmiş yoksa seni bu dünyadan yolcu ederdik… Al, iç hadi. Güç verir…”
Kadın oğlunun getirdiği bir bardak sütü Baygilde ağabeyin ağzına götürdü. Ama o bir yudumda sütü dibine kadar içip bitirdi. Çocuk bir iki bardak daha süt alıp geldi. Ancak bundan sonra Baygilde ağabey tamamen gücünü toplayabildi ve kendine geldi.
“– Sağ ol. İçimdeki ateşi söndürmüş gibi oldu vallahi!” dedi. Artık niye Nikita’nın evinde yattığını da niye yanında Nikita’nın karısı ile oğlunun durduğunu da anladı.
“– Evet kardeş anlat. Bana ne oldu? Nikita nerede? Ben size nasıl geldim?”
“– Nikita seni arabaya koyup getirdi, bize de sana bakmamızı söyleyip aceleyle gitti” diyerek cevapladı kadın. “Aleşa ile saatlerdir seni kendine getirmeye çalışıyoruz.”
“– Çervyaklarda seni dövmüşler ağabey. Çok dövmüşler” deyip mavi gözlerini kocaman açarak telaşla söze katıldı küçük Aleşa. “– Babam bize oraya vardığında senin dövülmekten kendinden geçtiğini söyledi.”
“– Evet, Nikita oraya iş için gitmişti” dedi kadın. “–Senin yerde, onların ayağının altında yattığını görünce:
‘– Siz ne yapıyorsunuz? Güpegündüz insan mı öldürüyorsunuz!’ diye farkında olmadan bağırmış. Onlar da öfkeyle ona bağırarak:
‘– Sesini çıkarma’ demiş ama Nikita onlara:
‘– İnsan öldürmeye hakkınız yok’ diye bağırmış. Sonra seni gelişigüzel tutarak dışarıya çıkarmışlar ve arabanın dibine fırlatmışlar:
‘– Git, pazar meydanına götür at bunu. Pazar günü içip içirenler orada çoktur. Ha ha ha, Baygilde de onlar gibi değil mi? Haydi o da orada dursun’ diye gülmüşler.
Sonra Nikita atını hızlıca sürüp seni buraya getirdi. Geri gitmezdi ama zenginin öfkesinden korktu. En ufak bir şey olsa işten kovarım diye korkutuyor merhametsiz. İşsiz kalırsak bizim gibi topraksız kişiler açlıktan ölür. Sen de biliyorsun…”
Baygilde ağabey Derici Çervyak’a yük taşıyıcısı olarak çalışan yakın dostu Nikitalarda iki üç gün yatınca ayağa kalkıp geri gitti. Göğsü nefes verirken daralıyor, başı çok ağrıyor ve dönüyordu.
“– Ciğerini ezmişler ciğerini!” diyerek bir of çekti Nikita’nın hanımı. Büyüklerin sızlanmasını dikkatle dinleyen küçük Aleşa şaşırarak:
“– Anne niye zenginler hep kötü oluyor?” diye sordu. Annesi oğluna endişeli şekilde bakıp üzüntüyle gülümsedi:
“– Çok bilirsen çabuk yaşlanırsın” dedi sadece.
Baygilde’nin dövüldüğü günün gecesinde Zengin Kormoş ihtiyar Çervyak’ın jimnastik öğrencisi oğluna onu dövmelerinin tüm gerekçelerini dilekçe olarak yazdırdı. Burada Baygilde dinsizlikle, Allah’a ve çara karşı çıkmakla, gençleri yoldan çıkarmakla, onları iktidara karşı ayaklandırmakla ve daha birçok felaket getiren işlerle suçlandı. Dini, milleti korumak için onun hiç vakit kaybetmeden köyden kovulmasını istedi. Dilekçe böyle zengin, şöhretli biri tarafından yazılıp, Ezmezulla Molla ile Kör Sapıylar tarafından doğrulanıp, üstüne Zengin Kormoş yargıçlara bir koyunla gidince işi uzatmadan hallettiler. Baygilde’nin tüm eşyasına el koyup kendini de yirmi dört saat içinde sadece köyden değil, ilçedeki toprağından da çıkmaya mahkûm ettiler. Bugün işte bu hükmü hayata geçirdiler.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/zeyneb-biiseva/asagilananlar-69499465/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
notes
1
Ğ. Hösäyenov, R. Şäkür, M. Ğimalova, Başqort Äžäbiäte 10, Kitap, Öfö, 2004, s. 227.
2
R. Baimov, G. Gareeva, R. Mustafina, Z. Şaripova, Yegermense Bıvat Başqort Äžäbiäte, Federatsiyahınıñ Mäġarif Ministrlıġı Başqort Dävlät Üniversitetı, Öfö, 2003, s. 378-379.
3
İ. Kinyäbulatov, Ğ. Xisamov, Xalıq Yažıwsıhı Zäynäb Biişeva (Zäynäb Biişeva Turahında Xätirälär), Kitap, Öfö, 2008, s. 4.
4
Kinyäbulatov ve Xisamov, age., s. 9.
5
Kinyäbulatov ve Xisamov, age., s. 6.
6
Kinyäbulatov ve Xisamov, age., s. 10.
7
İ. Velitov, Zäynäb Biişeva Tormoşo häm İjadı, Xalqıbıžžıñ Aržaqlı Qıžı, Zäynäb Biişeva İsemendäge Başqortostan Kitap Neşriäte, Öfö, 2009, s. 31.
8
https://24smi.org/celebrity/119407-zainab-biisheva.html (Erişim tarihi: 08.12.2021).
9
Kinyäbulatov ve Xisamov, age., s. 19.
10
Hösäyenov vd., age., s. 230.
11
Baimov vd., age., s. 378.
12
Hösäyenov vd., age., s. 226.
13
Baimov vd., age., s. 379.
14
Baimov vd., age., s. 381.
15
Baimov vd., age., s. 378.
16
Baimov vd., age., s. 382.
17
Hösäyenov vd., age., s. 229.
18
Hösäyenov vd., age., s. 230.
19
Hösäyenov vd., age., s. 231.
20
Fransız edebiyatında bir nazım şekli [Konusunu halk masallarından veya bir gelenekten alan ve bentler hâlinde yazılan baladlar ilk zamanlarda müzik eşliğinde söylenirdi].
21
Hösäyenov vd., age., s. 227.
22
Hösäyenov vd., age., s. 230.
23
Kinyäbulatov ve Xisamov, age., s. 53, 66, 114.
24
Velitov, age., s. 24.
25
Velitov, age., s. 25.
26
Kinyäbulatov ve Xisamov, age., s. 53.
27
Kinyäbulatov ve Xisamov, age., s. 53, 113.
28
Zäynäb Biişevanıñ Şiğıržarı, Zäynäb Biişeva Tormoşo häm İjadı, Zäynäb Biişeva İsemendäge Başqortostan Kitap Neşriäte, Öfö, 2009, s. 35-53.
29
Hösäyenov vd., age., s. 232.
30
Baimov vd., age., s. 378.
31
Zäynäb Biişeva, Kämhetelgändär, Başqortoston Kitap Näşriäte, Öfö, 1990.
32
Parlak sarı saçlı ve korkunç bir kadın şeklinde olduğuna inanılan mitik varlık.
33
Librenin sekizde birlik kısmı.
34
İnanca göre parlak sarı saçlı, büyük göğüslü kadın şeklinde tasvir edilen bir cin ya da peri.