Anayurt – I
Zordun Sabir
Zordun Sabir
Anayurt – I
“Hırsız var!”
Aydınlık bir geceydi. Yirmi dokuz hanenin bulunduğu bu küçücük köyde böyle bir ses hiçbir zaman duyulmamıştı. İnsanlar sadece ezan, şarkı, kişneyen atların, böğüren öküzlerin, uluyan köpeklerin, karanlık bahçelerde öten kuzgunların seslerini geceleyin evlerinde, avlularında ya da kapıları önünde bir yana yaslanarak duyagelmişti. Gece yarısı bu köy iyice sessizleşir, canlılar uykuya dalar fakat köyün ortasındaki ırmak, bitmek bilmeyen şarkısıyla doğayı överek şırıl şırıl akardı. Alçak evler bahçelerin kerpiçten yapılmış duvarlarıyla bütünleşmişti. Öyle tavanları bitişik evler buralarda yoktu. Bu köyün hayvanları, tavuk, kaz, ördekleri de kendi evlerinin önünden geçebiliyordu. Onları korkutan tehditkâr sesler, kaba davranışlar da buralarda yoktu. Her yer sükûnet içinde ve huzur doluydu.
“Hırsız var!”
Korkunç bir ses köyü adeta yerinden oynattı. Köyün köpekleri hırçın hırçın uluyarak sokağa doluştu. Horozlar ötmeye, öküzler böğürmeye, atlar kişnemeye başladı. Evlerde ışıklar yanıp, insanlar şaşkın bir halde ev giysileriyle sokağa döküldü.
Birbirlerine “Bağıran kim?” diye sormaya başladılar. Telaş içinde:
“Sanki deprem oldu yahu!”
“Şimşek çaktı desene!”
“Sel bastı galiba!” diyerek köyün öbür tarafına doğru koştular.
Köyün güney tarafında tek başına bulunan ev, ırmak kenarındaki bahçelerin içindeydi. Avlu duvarları yüksek, kapıları sağlamdı. Ev sahibi, insan içine pek karışmazdı. Kirli kırmızı başörtüsünü çenesinden bağlayan, gün batıncaya kadar yalın ayak yürüyen, az konuşan bu tuhaf kadın, köydeki komşularından asla ekmek, çay istemez; ekmek yaparsa diğer kadınlar gibi süt bulmak için çocuklarını kimsenin evine göndermez, düğünlere gitmeye mecbur kalırsa ayakkabı, başörtüsü veya gömlek ödünç almak için komşuların evine bir adım atmazdı.
Bugün, işte bu kadın konuşmaya başlamıştı:
“On metre Rus kumaşı, üç metre kadife, yeni ceket, deri çizme, ühü… ühü… ühü… Allah’ım… O hırsızın elinde çıban çıksın, ciğerleri çürüsün. Ühü… ühü… ühü!” Ulu Ahun isimli ev sahibi, koyu kaşları altındaki açık sarı, iri gözlerinden daima kuşku saçan, koyu sakallı, göğüs kılları kıvrımlı, yaz boyunca bez pantolonunu dizinden yukarı dürüp, koyun yününden yapılmış kuşağını dizinin aşağısına sarkıtıp durmadan çalışan bu iriyarı çiftçi, yere çömelerek feryat ediyordu:
“Oğlumu evlendireceğim diye dört seneden bu yana kazandıklarımın hepsini bu sandıkta biriktirmiştim. Bunu Allah’tan başkasına söylememiştim. Nereden bileyim bu hırsızlar çatı penceresinden ip sarkıtarak eve girsinler! Duymamışım bile! Farenin kıpırtılarını dahi duyunca uluyan dişi köpeğe ne olmuş ki, hırsızlar sandığı açıp servetimi çuvala sokup kaçıncaya kadar uyumuşlar, yazıklar olsun! Eşim aniden uyanarak beni dürttü, gözümü açınca birisi hemen saray evden çıkıp başıma tokmağını dayayarak:
“Kıpırdama, yoksa kelleni uçururum!” diye bağırdı. Dayandım. Canım kurtulsun da, malım mülküm elden giderse gitsin dedim. Ama eşim dayanamayarak “Bunlar çeyiz!” diye çığlık atınca az kalsın başına tokmak vurulacaktı. Ben hırsıza gövdemle engel olarak dışarı kaçtım ve ‘Hırsız var!’ diye tüm gücümle bağırdım.”
Ulu Ahun, hırsızların önce avluya, sonra bahçeye geçip ırmağı takip ederek yürüdüğünü, sonra ata binip kaçtığını, avluda eşi Hepizihan’ın bir hırsızın bacağını yakalayıp ısırdığını, eşini korurken tokmak yediğini, iki köpeğin hırsızları kovalayıp gittiğini, hırsızların bir kırbacı kaldığını, nefes nefese anlatıp duruyordu.
“Tamam!” dedi Haşim Palavracı isimli ince, iri gözlü bir genç, gözlerini oynatarak. “Uzun boylu, bıyıklı dedin değil mi? O zaman hırsız Ahmet’tir!”
“Hayır, Sefer’dir!”
“Hırsız Gani’dir! Kesinlikle odur! Uzun boylu diyorsun, o zaman Gani olmayacak da kim olacak? Ondan uzun boylu kim var bu köyde?”
“Hayır, Gani fakirlerin malını çalmaz.”
“Uzun zamandır Ulu Ahun’a Ulu Bay diyoruz, onun tarlası az olduğu halde malı çok, o da zengin!”
“Hey aptal! Hırsız Gani’dir. Hakide Bay, Murat Hacı, Sedir Beyler gibi ahırlarında sürü sürü at, dana, koyunları, depolarında tahıl, sandıklarında ise altın, gümüş olan zenginlere darbe vuran mert bir hırsız. Ulu Ahun’un çeyizini Ahmet, Sefer gibi alçak hırsızlar çalmazsa, Gani gibi yiğitler ona asla göz dikmez!”
“Bu kesinlikle serflerin işidir!”
“Hayır, bu Rusların işidir! Bugünlerde Çileklerden de büyük hırsızlar çıkıyor.”
“Bekçi koymak gerek, güvenlik için tedbir alalım! Her birimize otuz günde bir defa bekçilik görevi düşer. Korkma! Eşine ben bakarım.”
Mahallenin ileri gelenleri, imamı, müezzini ve kadılık görevinde bulunan Mira isimli fakir, hazırcevap, et yemeye düşkün, kısa boylu, göbekli bir adam, sabah namazından sonra Ulu Ahun’un avlusuna girdiğinde güneş doğmaya başlamıştı.
“Beye dava dilekçesi yazıp, bütün mahalle sakinlerince parmak basalım!” diye elini kılıç gibi salladı Mira Göbek. “Bu tabii ki serflerin işidir. Atlar hacımın otlağına girmiş. Savdan Bay, izciliği iyi bilen bir Kazak’tır. Tilkinin bıraktığı ize bakarak erkek mi dişi mi olduğunu bile anlar. Murat Hacı’nın otlağı hırsızların yuvasıdır. Dava dilekçesi yazalım!”
“Mira Kadı’nın dediğini yapalım!” dedi mahalle imamı, gözlerini kapatıp göğsüne düşen bembeyaz sakalını parmaklarıyla sıvazlayarak.
“Şeng Duben[1 - Şeng Duben—Şeng Şisey, Dönemin Şincan’daki Çinli yöneticisidir. Duben—Çince kelimedir, askeri ve idari yönetici demektir.] atamıza yazalım, başkan atamıza yazalım…”
“Kim yazacak? Kime yazacağız?” dedi mahallenin en zengin adamı, böbürlenerek ve kısa sakalını avuçlayarak:
“Siz yazın imam, Mira Kadı söylesin!”
“Öyle olsun, hadi yazın imam hazretleri!”
“Ben okumayı biliyorum ama yazmayı bilmiyorum!” dedi imam üzülerek:
“Üstelik kâğıt, kalem de yok.”
“Sizde hangi yetenek var? Ne yapabilirsiniz imam hazretleri! Dört ho[2 - Ho— Yüz ölçüsü birimidir. Bir ho altı buçuk ara denk gelir. Ayrıca ağırlık birimi olarak da kullanılır. Bir ho 64 kg’a denk gelir.] vehbi tarlanızı ekiyoruz, ekinleri biçip bağlıyoruz, hatta harmana getirip topluyoruz ama siz yine de tahılı karlara bulaştırıp zorlukla ayırıp alıyorsunuz. Eşiniz çalışmasa o da yok!”
Köyün en zengin adamı, yüz ho tarlanın, dört büyük bahçenin, bir ahır koyunun, on sekiz öküzün, altı atın ve çatısının üzerindeki ot saman, kaba yoncaları eskiyip kararmış, ağıl ve ahırların arkasındaki gübreler yükselip tavanla denkleşen bu büyük evin mutasarrıfı Muhtar Bay, mahalle imamını zaman zaman böyle azarlardı. Çünkü bu imam, Yenihisar’dan bu mahalleye ilk geldiğinde Muhtar Bay’ın babası, Osman Hacı’ya hizmet etmek için dört yıl kavun ekmiş, hayvan gütmüş, su taşıyarak ve odun keserek çok çalışmış ancak hiçbir işi bayı memnun edemediğinden hep kötülenmişti. Hacı da onun ismini bilmeden, ölünceye kadar “Kaşgarlı” diye çağırmıştı. Muhtar Bay babasının kötü sözlerine mirasçı olmadığı halde bu imamı nedense avlu hizmetkârı gibi görüyordu. Bugünlerde Muhtar Bay iflas etti, babası öldükten sonra kardeşleri evlerini ayırıp mirası bölüştü. Bu yüzden onun tarlası ve malvarlığı büyük oranda eksilip sadece aylık hizmetçi ve bir çobanı işe alabilecek bir duruma düştü. Mahallenin imamı ise kölelikten kurtuldu. Şimdi onun büyük bir evi, iki atı, altı öküzü, on beş koyunu, bir de yağ değirmeni var. Onun tarlasını cemaat ekiyor, buğdayını mahalledekiler biçiyor, hatta harmanı başkası savurup tahılı samandan ayırıp, ambarına taşıyordu. Onun için, imam ezik büzük gözükse de mahallenin orta halli zenginlerinden sayılırdı. Muhtar Bay bundan endişe duyuyordu. Eğer kendi tarancılarından[3 - Tarancı—çiftçi, özellikle Kuzey Şincan bölgesindeki çiftçiler.] Fatiha ile İhlâs surelerinden başka bir kaç sure bilen birisi çıksaydı, “Kaşgarlı ”yı buradan kovarlardı. Bu yüzden Muhtar Bay ona sert davranmaktaydı:
“Söyleyin, kim yazacak? Kime yazacağız bu dava dilekçesini?”
“Nuri yazsın!” dedi imam, bembeyaz sakalını uzunca sıvazladıktan sonra:
“O çocuk yazabilir.”
“Kim o? Bizim Ziyek’in çocuğu mu?”
“Evet, o çocuk Muhtar Bay.” dedi mütevelli birden heyecana kapılıp ve ekledi:
“Ziyek, çocuğunu şehirde okutuyor. Çocuğumu okutup Mesut Bey gibi, Rahimcan gibi bilgili adam yapacağım diyor. Bizim mahallenin okuma yazmayı bilen ilk adamı şu Ziyek’in çocuğu oldu, Muhtar Bay.”
“Sevaplı iş, çok sevaplı iş!” diye konuşmaya başladı imam:
“Beni de rahmetli babam elimden tutup Kaşgar Hanlık Medresesi’ne götürmeseydi Abdulkadir Damolla, Kutluk Şevki gibi büyük âlimleri görebilir miydim? Nuri eğitim gördüğü için Hakimbey Hoca, Muttali Halife, Zordun Müftü, Turdu Ahun bayları görmüş! Üç meslek şiarının Çincesi ve Uygurcasını da ezbere biliyormuş. Çok akıllı bir çocuk olmuş. Sevaplı iştir. Peygamberimiz, kendisi okuma yazmayı öğrenememiş, ama ona çok değer vermiş. Köpeklerinize bile ilim öğretin demiş.”
“Ne saçmalıyorsun Kaşgarlı!” dedi Muhtar Bay sinirlenerek:
“Peygamberimiz öyle mi demiş?”
“İşte bu küfürdür.” dedi imam sakalını sıvazlayıp:
“Buna inanmamak küfür sayılır.”
“Küfür mü dedin?” Muhtar Bay birden öfkelendi:
“Sen, Kaşgarlı ne biliyorsun? Bizim eve şehrin tüm zenginleri, büyük âlimleri gelmişti, kuzu eti yiyip kımız içip aylarca evimizde kalmıştı. Biz altı oğlan okulda eğitim görmediğimiz halde büyüklerin sözlerini, hatta Hakimbey Hoca’nın sözlerini de duymuştuk. Ama “Köpekler de okumayı bilsin.” sözünü hiç duymadık. Sana göre biz köpekten daha mı aşağıyız yani? Senin gibi işsiz güçsüz bir yabaniye çorba, kemik verdiğimize pişmanım.”
“Beyim, ben bu sözü size söylemedim, kendimce…”
İmam fena korktu. Görkemli sakalı öyle bir titredi ki bu köyde uzayıp bu köyde ağarmış bu ünlü sakalın böyle titrediğini şimdiye kadar kimse görmemişti.
“Boşver muhtar!” dedi onunla beraber büyümüş bir çiftçi. Ona laf dokundurarak ekledi:
“Öyle ya, Nuri’den başka kimse okuma yazmayı bilmiyor bu mahallede.”
“Bu taşra köyde desene, bir Mahmut Çucang[4 - Çince kelime, bölüm başkanı]’dan başka kimse okumayı bilmiyor.”
“Nuri’yi çağırın!” dedi Muhtar Bay, kendine gelerek:
“Çocuk yazsın, sen söyle imam, çenesi düşük, at yarışmasına katılabilecek kadar ağzı laf yapan bir Kaşgarlısın!” Muhtar Bay herhangi bir kavgayı şakaya, matemi düğüne dönüştürmeyi seviyordu.
“Ne diyeceğimi önceden düşündüm.” dedi Mira Kadı ağdalı konuşarak:
“Çocuk yazar, ben söylerim.”
“Kime yazacağız?”
Herkes sustu.
“Şeng Duben atamıza yazacağız elbette!” dedi biraz önce sakinleşip benzi kanlanmaya başlayan imam.
“Size kalırsa ahırdaki öküzüm kısır kaldı, ne yapacağım diye dava mektubu yazarsınız imam hazretleri!”
“Vehbi yere baştan su gelmedi diye beylere dava dilekçesi yazan adam bu!”
“Lavaşın yağı iyice arınmamış diye Kasım Tersi üzerinden beylere dava açan adam bu!”
“Pantolon ipliğini tutturamıyorsa mütevelliyi çağıran…”
“Sakalı kaşınsa, kaşıntı yaptı diye biti hükümete şikâyet eden adam bu.”
Hırsızın tehlikesi, Ulu Ahun’un, Hepizihan’ın feryadı bir anda unutuldu, köylüler sanki hiçbir şey olmamış gibi kahkaha atmaya başladılar. Böyle bir ortamda herkesi yönetmeye alışmış Muhtar Bay, simsiyah, kalın sakalı arasındaki bembeyaz dişlerini göstererek gülüp onları espriye boğuyordu:
“Rahim toygar, hadi öt!”
“Musa Karga, bir şey konuş!”
“Hemra Semer, niye susuyorsun?”
“Sultan Kilim, Nadir Köpek, Dursun Kancık…”
“Hay hay Muhtar Bay kardeşim, bugün matem günüdür, yarı matem günü! Ulu Ahun’un on senedir toplanan malı çalındı. Serfler bize zulüm ediyorken biz çiftçiler duyarsız kalarak gülmeye devam mı edeceğiz? Onlar üzerinden dava açalım. Bakın, Nuri de geldi. ” dedi, Mira Kadı tane tane konuşarak.
“Selamün Aleyküm!” Nuri elini göğsüne koyup biraz öne eğilerek selam verdi.
“Aleyküm Selam ve berekatuhu!” dedi, imam yerinden hafifçe kalkarak.
“Aleyküm selam, gel oğlum!” dedi Mira Kadı da kıpırdanıp:
“Allah’ıma şükürler olsun, bize yetiştin.”
“Geldin mi? Şu hasır üzerine geç!” dedi Muhtar Bay, ırmak kenarındaki yazlık çay evinin taraçasına serilen hasır üzerinde bağdaş kurarak oturan mahalle büyüklerinin yanındaki yeri işaret ederek:
“İyi eğitim görmüşsün, boynuz kulağı geçer dedikleri bu olsa gerek.”
Kısa kollu beyaz gömlek giymiş, deri kuşak bağlanmış mavi pantolonlu, mavi şapkalı, deriden yapılmış yeni terlik giyen zayıf, beyaz yüzlü, kara gözlü, karakaşlı, on dört, on beş yaşlarında olan bu yakışıklı çocuğa herkes imrendi. Böyle bir kıyafet de böyle bir yüz de bu mahalleye yabancıydı. Üstelik onun selam vermesine de bir bak!
“Sağ olun, ayakta dursam da olur.” dedi çocuk, biraz mahcubiyetle:
“Kalem kâğıt da getirdim.”
“Süt kâğıtmış yahu!” dedi imam, kâğıdı avucuna koyup:
“Bu kalem de Rus malıymış!”
İnsanlar kâğıt ve kalemi elden ele alıp sıvazladı, hatta kokladılar.
“Harika!” dedi Muhtar Bay, Nuri’nin omzuna elini koyarak:
“Bizim mahallenin ilk bilgini sensin, herkesten önce şehre gidip okudun, aferin sana! Kardeşlerim şunu bilin ki Ziyek[5 - Ziyavdun’un halk dilinde söylenişi] başkalarının evinde köle gibi çalışarak oğlunu şehirde okutmuştur!”
“Kaç sene oldu hey Ziyek?”
“Köpek yılı vermiştim okula…”
“Bırak köpek yılı falan laflarını, dört sene oldu mu?”
“Evet…”
“3 Eylül 1934’te ‘Ruşen Okulu’nun birinci sınıfına girdim.” dedi Nuri, çınlayan sesiyle.
“Şimdi hangi yıldayız?” dedi Muhtar Bay, şaşkına dönüp.
“Allah’ın izniyle 31 Haziran 1938.” dedi Mira Kadı övünerek.
“Hadi başlayalım, kâğıdı kirletmeyelim, kurşun kalemi kırmayalım kazara…”
Masa yerine kırmızılaşmış, düzgünleşmiş ekmek tahtası konuldu, Nuri’nin eline herkes bakakaldı. O, “Hemiçiski” kalemini ıslattıktan sonra kâğıdın başına “ Erz” (dava dilekçesi) başlığını yazdı. Bunu görünce herkes aynı sesle:
“Ayy, harika!” dediler.
* * *
Abduömer Bey’in evinin kapısı büyüktü. Odalarında tavan penceresi vardı. Avlusu üzüm telleriyle bürünmüş, kucak yetmez büyük direğe nefis ama yağlı lambalık kenetlenmişti. Sol tarafta at ağılı ve depo, sağ tarafta ise bahçe kapısı gözüküyordu. Karşı tarafa bakarsanız eve giren kapıyı görebilirdiniz. Çift kanatlı dış kapıdan içeri girdiğinizde, sağ tarafta kerpiçten yapılan büyük taraça, çam ağacından çatı omurgası, çatı direkleri, kare şeklindeki çatı penceresi, bahçeye bakan kare şeklindeki parmaklı iki pencere, misafir odasının taraçası üzerine serilen sade siyah kilimler, kilimler üzerinde minderler, dizilmiş yastıklar, üç basamaklı misafir odası kapısı, sol tarafta mutfak kapısı gözüküyordu. Misafir odasının tavan penceresi, süslü duvar ve tavanı, duvar oyuğu, evin içine serilen nar modeli, İran modeli görkemli Hoten halıları, ipek halılar bu köydeki başka evlerde bulunmuyordu. Nuri, misafir odasının içine girinceye kadar her şeye dikkatle baktı. Kâtip, onun yazdığı mektubu, beye okuyunca, bey hayret ederek:
“Kim yazmış bu mektubu?” diye sordu.
“Ziyavdun isimli bir fakirin oğlu olan Nuri yazmış.”
“O çocuğu bana getirin!” diye buyurdu bey, düşünceli bir şekilde çenesini sıvazlayarak:
“Şaşılacak bir şey değil mi bu? Lafına bak bu herifin! Hırsızların çoğalması yurdun iyi yönetilmemesinden kaynaklanır demiş!”
O, düşüncelere daldı. Hırsızlar gerçekten haddini aştı. Hırsız Gani, Abduömer Bey’in kafes gibi korunmuş avlusuna girerek kaplan gibi dört köpeğini zehirli etle uyuşturup şehirden yeni gelen Rusların torna arabasını çalarak tarla yoluyla kaçıp Kaş Nehri’nden geçirip Samiyüz’deki otlağına götürmüştü. Bey, onun izini takip ederek otlağına girdiğinde Hırsız Gani henüz terini siliyordu.
“Bak! İzimden geldiğine bak bu kel kartalın.” dedi beyi görüp:
“Bu iki çerisinin kılıcına ne diyeyim, erkek isen sen de arabayı çekerek götür evine, benim gibi!”
Bey “Kel kartal” lakabını duyunca çok sinirlendi ama hiçbir şey olmamış gibi oturan, dev gibi gövdeli, açık sarı, korku verici yüzünü çiçek izi sarmış bu adama ne yapabilirdi? Hırsız Gani’nin çıplak vücuduna çekinerek baktı. Hırsızın göğüs kasları nehirdeki balık gibi sıçrıyordu. Kazıtılmış başını sıvazlayan parmakları beşli çatal gibi kaba, bilekleri alaca öküzün budu gibi iri ve sağlamdı.
“Abdu Gani kardeşim, seni merak ederek geldim buraya. Sayarsam yirmi iki küçük ve altı büyük dere, üç ırmak, bir nehirden geçirmişsin arabayı. Herhangi bir at, öküz bile senin yaptığını yapamaz, on öküzün gücü varmış sende kardeşim!”
“Bu yüzden iki çeriyi beraber getirdim desene! Hey Car-kın, misafirlerin atını al!”
“Nuri’yi getirdim.” Kısa boylu, mavi gözlü, sarı bıyıklı, tıknaz bir adam beye yaltaklanarak seslendi:
“Kısrak ata bindirerek getirdim bu hocayı.”
“Gel!” Bey, eşiği önüne gelen on beş yaşlarındaki yakışıklı çocuğa bakarak zorla gülümsedi.
“Ziyek’in oğlu musun?”
“Evet, Ziyavdun’un oğluyum.” diye cevap verdi, mavi gömlek, mavi pantolon, başına şapka, ayağına deriden terlik giyen şehirli çocuk, beyin karşısında dimdik durarak.
“Nerede okuyorsun?”
“Şehirde.”
“Onu biliyorum, şehrin hangi yerinde?”
“Döngmahalle’deki Ruşen okulunu bitirdim. Şimdi Eksinir’in önündeki kolejde okuyacağım.”
“Anladım, Damolla Callap’ın evinin önünde, Novgort’a giden yolun sağ tarafında bulunan, tavanı tenekeden yapılmış okul mu?”
Nuri, beye şaşkınlıkla baktı. Siyah sakallı, bıyıkları kalın, göğüs tüyleri açıkça gözüken, çukurlaşmış ve biraz kırmızılaşmış iri gözleri geniş koyu kaşları altında parıldayan, burnu epey büyük bu adamın böbürlenip düzensiz cümle, yanlış kelime kullanarak konuşması, onun cahil, okuma yazmayı bilmeyen birisi olduğunu gösteriyordu. Bu adam nasıl olur da on iki yüz beylik büyük bir alandaki yirmi binden aşkın çiftçiyi yönetebilirdi ki? Nuri sürekli kitap, dergi okuyordu. Sovyetler Birliği, şimdiki Şeng Duben ve onun idaresi hakkında birçok şey öğrenmişti. Şehirde öğrenci arkadaşları ile Sovyet birliğinde eğitim görmüş öğretmenlerinin sözlerini duymuştu. Hakimbey Hoca’nın, Paşa Hoca isimli oğlunun, Tayyipzat Halife isimli büyük zatın tarih, toplum, siyaset, coğrafyayla ilgili konuşmalarına kulak vermişti. Haydarof isimli dil öğretmeni de onlara dilin fonksiyonu, kuralı, anlamı hakkında, doğru söylemek, doğru yazmak, güzel konuşmak, güzel yazmak hakkında çok bilgi vermişti. Ona göre, yanlış söylemek medeniyetsizlik, medeniyetsizlik ise barbarlıktı.
“Neye gülüyorsun?” dedi bey, kendinden emin olamayarak.
“Yanlış bir şey mi söyledim şehirli?”
“Hayır, doğru söylediniz beyim, kolej orada.”
“Sizi bizimkiler mi okutuyor, yoksa Ruslar mı?”
“Uygur, Tatar, Özbek, Kazak, Rus, Çinli öğretmenler var.”
“Peki, sen o kadar çok dil biliyor musun?”
“Onlar bizim dilimizle konuşabiliyor.”
“Anladım! Hırsızların çoğalması yurdun iyi yönetilmemesinden kaynaklanır diye yazmışsın, bunu sana kim öğretti?”
“Ben onu kitaplardan öğrenmiştim.”
“Kim yazmış o kitapları?”
“Sovyetler Birliği’nin kitaplarıdır.”
“Sen Rusça biliyor musun?”
“Hayır, onlar Tatarca, Özbekçe kitaplar.”
“Ne? Niye böyle garip konuşuyorsun çocuk? Tatar dediğin Nogay, Özbek dediğin Andicanlı mı?”
“Evet.”
“Onların yazısı bizimkiyle aynı mı?”
“Hayır, Latince.”
“Ne? Latince dediğin Rusça mı?”
“Ona benziyor, Avrupa’daki ortak yazı.”
“Daha da garip konuşuyorsun, ne dedin? Avrupa dediğin Moskova mı?”
“Moskova da Avrupa da altı kıtanın birisi…”
“Bırak bırak anlamak daha da zorlaştı. Yeter, şimdi kendi dilinde söylesene! O sözü, şu kıta yazdı desene!”
Nuri, kendini gülmekten zor alıkoydu. Önünde duran, korku verici bu adamı çok geride kalmış, bin bir gece öykülerindeki haydutlara benzetti. Bu adam nasıl olur da mahalle halkının meselelerini halledebilirdi? Mahalledeki çiftçilere acıdı. Bey esnedi, sonra geğirdi. Bu iki davranışı Nuri’yi tiksindirdi. Onun öğretmeni bu tür davranışlarla alay ederdi. Bir defasında Nuri, sınıf arkadaşı olan kızın yanında aniden esnemişti. Deri ticaretiyle uğraşan zengin bir adamın kızı olan arkadaşı şaşkınlıkla bakarak:
“Esnerken elinizle ağzınızı kapayın.” demişti. Nuri utançtan yerin dibine girmişti. Şimdi o, bu iki davranışın çirkin olduğunu biliyordu. İçinden “Bu adamda böyle tiksindirici hareketlerden daha kaç tane vardır acaba?” sorusu geçti. Derken bey, sağ elini koynuna sokup koltukaltını kaşımaya başladı ve birden kaşlarını çatıp ona seslendi:
“Niye ayakta duruyorsun? Doğruyu söyle, burada hırsızlar gerçekten çok. Kazakların dışında bizim içimizde de ondan fazla ünlü hırsız var. Hırsız Sefer nehir kıyısındaki bozkırın kaplanı oldu, Hırsız Gani Kaş kıyısının kaplanı, Hırsız Ahmet, Hırsız Hoşur, İmir Hemze Yaban domuzu, Sidir Av köpeği, İbrahim kancık… Hepsi hırsız. Bunların çoğu çiftçi, onların gözü zenginlerde… Fakirlerin öküzleri kışın dışarıda yatıyor, hırsız gelmiyor. Zenginler evlerinin korkuluklarını kenetleyip, köpeklerini bağlayıp, ağıllarına bekçi koyup mallarını korumuş olsa da hayvanları sürü sürü çalınıyor. Hatta bu hırsızlar hükümet bankasına bile girdi. Doğru, hırsızlar çok. Bu benim yeteneksizliğimden mi? Neden böyle yazdın orospu çocuğu? Bunu şu Muhtar domuz veya Mira Süngü mü yazdırdı sana? Doğruyu söyle, yoksa…”
“Hayır, onlar demedi, kendim yazdım.”
“O zaman neden hükümeti eleştirdin?”
“Hükümeti eleştirmedim. Sadece büyük, küçük beyler iyi çalışsın istedim beyim.”
“Ben seni hapse göndereceğim, anladın mı? Bugün göndereceğim. Sen! Köpek yavrusu! Okuluna orada devam edeceksin!”
“Ben suç işlemedim, üstelik on beş yaşındayım. Hukuk beni destekliyor.”
“Ne dedin? Hukuk? Benim sözüm hukuk değil mi? Seni orospunun… ”
Sözünü tamamlayamadı. Sarı saçlı, güllü etek giyen bir kadın eve telaşla girdi:
“Haksızlık yapmayın bey!” Bu kadın beyin şehre yerleştirdiği, iki kızını okutmakta olan küçük eşiydi:
“Bu çocuğun sözü doğru, onun söylediklerini Sabiha ile ikimiz duyduk, çocuk doğru söylüyor. Elinizden gelirse bu çocuğu değil, Hırsız Gani’yi hapse götürün. Gelininizi herkesin önünde alıp kaçan Hırsız Seferi yakalatın!”
“Yeter Asiye!” dedi bey, dört zenginle mücadele ederek beş yüz koyun harcayıp eline geçirdiği bu eşine yalvararak:
“Bu haramzadeye şöyle bir çıkıştım, bana küsüp sakın gitme yanımdan!”
“Sabiha bu çocuğu tanıyormuş. O sadece okulda değil, bütün şehirde harikaymış. Yurdunuzun gözdesiymiş. Dört eşinizden on üç çocuğunuz var ama birisi bile okuma yazmayı bilmiyor. Gözde çocuğunuz Kamerdin, medresede dört sene okumasına rağmen Kuran okumayı hala başaramadı. İşte! Çocuk olsun, Nuri gibi olsun! Onu çocuklarınıza örnek yapın. Bu çocuk matematikte birinciymiş. Şiir yazabiliyor, resim yapabiliyor, dutar[6 - Dutar—iki telli bir çalgı aleti] çalıp şarkı söyleyebiliyormuş. Puşkin, Abdullah Tokay, Nevayı gibi harika bir çocukmuş… ”
“Harikaymış!” dedi bey, kendine çeki düzen vererek:
“Yukarıya geç oğlum, misafirim ol. Nogay ablan seni peygamberi över gibi övüyor. Hey halayık, kuzu kesin, kımız getirin, evimize değerli bir misafirimiz gelmiş!”
Beyin güzel bahçesindeki büyük karaağaçlar, kucaktan aşan kavak ağaçlarının dallarındaki kargalar o kadar çoktu ki sanki dünyadaki tüm kargalar buraya toplanmış gibiy di. Sarıcık ve yusufçukların güzel sesleri geliyordu. Yabani tavşanlar koşuyordu. Bahçe sanki rivayetlerdeki esrarengiz ormanlığa benziyordu. Bahçenin ortasında bir ırmak akıyordu, kenarındaki kavaklar iki kenar arasında uzanarak hem köprü hem de salıncak olmuştu. İçi çürüyüp boşalan kavak ağaçlarının arasında akdut ağacı vardı. Belki nice yüz seneden beri meyve verip gelmişti. Sık elma ağaçları arasındaki çimenlik daha da huzurluydu. Yatarsan döşek, takla atarsan yastık, sırtüstü yatarsan esrarengiz bir dünya.
“Böyle bir bahçe şehirde bile yok.” dedi Sabiha. O, on beş yaşında olmasına rağmen oldukça güzel, uzun kollu beyaz bluzundan göğüsleri belirmeye başlayan, uzun iki örgülü saçı gür ve parlak, ince ve uzun boylu bir kızdı:
“Ben bu bahçeyi seviyorum, tıpkı şahların bahçesine benziyor.”
“Doğru.” dedi Nuri, kızın sevimli yüzüne bakıp:
“Bu şahane bir bahçedir. Sanem canım, şah bahçesinin size özel olduğunu bilemedim, dediği işte bu olmalı![7 - Burada Nuri “Garip Sanem” destanından alıntı alarak espri yapmıştır.]”
“Yapmayın!” Kız, nar gibi kızarıp yere baktı:
“Böyle konuşursanız buradan kaçıp gideceğim!”
Nuri utancından yanındaki ırmağa baktı. Eğilip bükülen söğüt dalları, hareketli akan açık sarı bahar sularını doyumsuzca öpüyordu. Koyu ağaçlar arasından gürleyerek kalkan serçeler, onların başındaki eski karaağaç dallarında şevkle ötüyordu. Aşığını defalarca çağırıp yorulan Zeynep “Kakkuk…ka…ka…kakku!” diye yorgun bir sesle inliyordu. Uzaklarda bir aygır kişnedi, kavak ağacı dallarının tepesinde şahin ve sungurlar öttü, güvercinler gökte gül şeklini oluşturarak uçtu. Haziran ayının bütün güzelliği sanki şu anda kendini gösterdi, insana huzur vermek için kendini bağışlayan doğa, kendi evlatlarını tüm sevgisiyle karşıladı. Nuri’nin damarlarında sanki kan değil ateş akıyordu. Kalbi bir anda kora dönüştü, vücudu yıldırım çarpmış gibi silkindi. Hayatında emsali görülmemiş bir heyecanla sarhoş olmuştu. Diline hâkim olamıyordu. Konuşkanlığı, cesurluğu gitmişti. Yere bakarak, yeni konuşmaya başlayan bir çocuk gibi kekeledi:
“Hayır… Siz Sabiha…”
Sesine, çocukluk karamsarlığı, bitmekte olan fakir arzuları, sessiz feryadı sinmişti. Zengin kız ile fakir oğlan arasında mutluluk değil sadece facia olurdu. Fakirlerin arzusu zenginlere yabancı gelirdi. Güzel hayal meyvesiz ağaçtır, ben hayalimle mutlu olmaya alıştım. Sabiha ile Abduömer Bey’in bahçesinde değil, hayal bahçemde ömrüm boyunca beraber olayım, diye düşündü ve erken solmuş çiçek parçacıkları gibi kırıldı:
“Ben gideyim artık.”
“Daha erken.” dedi kız, saçının ucunu çözerek:
“Size soracaklarım var.”
Kızın arkasından çekinerek yürüyüp eski bir dut ağacının yanına geldi. Dut dalları tatlı dutlarla doluydu, yerde de vardı, ayak basmak zordu. Yerdeki en temiz, tatlı dutları seçerek yediler.
“Ağaca çıkıp yiyelim, bakın, kara serçe bile daldan koparıp yiyor.” diyerek güldü kız.
Onun gülmesi tambur sesi gibi tatlı, porselen sesi gibi ince ve bulmaca gibi esrarengizdi.
Nuri, kızın bir yerine dokunsa yanacakmış gibi hissederek kaçıp ağaca tırmandı. Kız da yalın ayak bir şekilde onun yanında tırmanmaktaydı. Nuri üç kola ayrılmış dalın üzerinde oturup, avucunu tatlı dut taneleriyle doldurdu. İnci taneleri gibi cilalı, tatlı bu meyveyi ağzına nasıl soksun? O küçük yaşlarından beri en tatlı, güzel meyveleri annesi veya kardeşine vermeye alışmıştı. Gayriihtiyarî bir şekilde aşağıya baktı, baktı da bu bakışıyla kızın bakışları denk geldi. Kızın kendisine bakan gözlerine, gülümseyen dudaklarına aşırı mutluluk ve istekle bakınca kızarıp telaşlanarak elindeki dutu kıza sundu. Kız elleriyle dallara tutunmuştu, ağzını açtı. Nuri dutun birini onun ağzına attı ve heyecandan rüzgârda sallanan söğüt dalı gibi titredi. Nuri akşamleyin mahallesine doğru yayan yürüyerek yola çıktı. Beyin bahçelerle kuşatılan mahallesi, dört tarafa giden binek arabası yolları geride kaldı. Nuri, bahçelerden kuş gibi hızlı geçip, mahallenin duyarlı köpeklerini ulutmadan ana ırmak kenarına geldi ve çiftçilerin suyu izleyerek oluşturduğu patika yoluyla güneye doğru yürüdü. O, hiçbir zaman bugünkü gibi heyecanlanmamış tı. Önündeki Sar Dağı’nın karlı zirvelerine, yamaçlarındaki çamlarına, İli Nehri’nin öbür kıyısındaki uçsuz bucaksız bozkırlara şairane duygularla baka kaldı. Git gide uzaklaşmakta olan bey otlağına sık sık dönüp baktı. Orası sanki Nuri’yi çağırıyor, benim ömürlük yiğidim ol diye yalvarıyor, ona insan hayatındaki en güzel şeyi takdim ediyordu. Ama gizli bir güç onu buradan gitmeye, arkasına dönüp bakmamaya sürüklüyordu.
Karlı doruklara baktı. Doruklar bulutlara kadar uzanmış, bulutlar ise uçsuz bucaksız göğe bağlanmıştı. “Böylesine yüksek iki tepe!” dedi, patika kenarındaki çalıların fidanlarını okşayarak. “Murat, maksat nedir? Ya onun yolu? Lomonosof, Darvin, Puşkin gibi adam olmaktır. Lomonosof on dört yaşında ilkokula girmiş, çalışarak âlim olmuştur. Üstelik yedi fenden âlim… Newton evlenmemiştir, Nobel de öyle. Sevgi ve rahata düşkünlük adamı mahveder. Evet, o kızı unutmam gerek, arkama dönüp o mahalleye bakmamam gerek…” Böyle dedi ve hıçkırarak ağlamaya başladı. Önünde yine Sabiha belirdi. Onun ırmak kenarında ve çimenlikte söylediği sözler Nuri’nin aklına geldi… Kız, annesinin “Baban Almatı’da kurşunla vurularak haksız yere infaz edilmişti. Baban iyi eğitim görmüş, Rusçayı iyi bilen, yakışıklı bir Uygur yiğidiydi. Ben Onunla Moskova’da tanışıp, Almatı’da evlenmiştim. Baban zengin adamın kızını aldığı için Bolşevik’ten çıkartılmıştı, sonra Almatı’da Alaş Orda, Şeyhul İslam iddialarıyla idam edildi. Rahmetli baban “İki kızımı alıp Gulca’ya git, okutup iyi yetiştir diye ikaz etmişti. Benim gibi eğitim görmüş Tatar kızı çocuklarını eğitmeyi nazara almasaydı, bu kaba saba beyin küçük hatunu olur muydu? Benim vücudum hayat sürüyor fakat ruhum ölmüştür. Sizler çok çalışıp okuyup yararlı adam olun” sözünü gözyaşlarını dökerek söylemişti. Nuri hayalinde, yaya yolunda çalıları kucaklayıp gözyaşlarını dökerek “Hoşçakal Sabiha, sevgi sana göre de bir uçurumdur. Şansımız varsa annen ile baban gibi bir büyük şehirde karşılaşırız. Sana söz veriyorum, ilk sevgimle yaşayacağım, tıpkı Newton, Nobel, Nevayi gibi…” diye Sabiha ile gıyaben vedalaştı.
* * *
Ziyavdun oğlunun talebini asla geri çevirmemiş, oğlu da babasına aşırı talepte bulunmamıştı. Oğlu bugün “Baba, ben şehre girip Musabayofların fabrikasında çalışayım. Tatilin sona ermesine bir ay kalmış. Biraz da para kazanayım, burada zamanım boşa gidiyor” dedi.
Baba, oğlunun iki günden beri dalgın, gamlı olduğu nu fark etmiş “Benim beş çocuğumun kaygısıyla çabalayıp durduğuma dayanamamış.” diye düşünmüş olsa da oğlunun böyle bir talebi ortaya koyacağını hiç beklememişti. O, birkaç seneden beri oğlunu okutmak için, ekin ürünlerini karlara bulaştırıp zorlukla elde ettikten sonra dört çocuğuyla eşini binek arabasına oturtup şehirdeki sıradan zenginlerin ahırları yanındaki karanlık hem de küçük bir odalı evi, kı şın üç ho buğday karşılığında kiralayıp, at arabasıyla geçinerek yaşıyordu. Köydeki geniş, rahat evi ve bahçesini bırakıp başkasının avlusunda sıkılarak gün geçirdi. Eşi, ev sahibinin ekmeğini yapıp bulaşıklarını yıkayıp avlusunu süpürerek kışı geçirmeye alıştı. Kendisi horoz öttüğü zaman evden çıkıp, yatsıdan sonra alaca atı ile birlikte yorgun bitkin bir hale geldiğinde eve dönüp bugün kar çığı taşıyıp ya da Pilici kömür ocağından kömür alıp satıp kazandığı parasını sayarak her gün kazandığı parasının yarısını eşine teslim ederdi ve “Bunları biriktir hatun, oğlumuz şehir çocuklarının önünde sıkılmasın” derdi. Dört seneden beri böyle yaşadı. Bugünlerde ona “Ziyek şehirli” lakabı da yakıştırılmıştı. Dört seneden buyana katlandığı zorluklar, döktüğü alın terini bu akıllı oğlu hesaba katmış olmalı. Değilse Hüseyinbay’ın fabrikasında kireç, asit kokusunda nefesi tıkanarak çalışmak onun aklına nasıl gelebilirdi?
“Ne diyorsun oğlum! Neyin eksik, neyi satın almaya paran yetmedi? Önce bunu söyle!”
“Maksat bu değil baba, kendi alın terimin meyvesini tatmak istiyorum!”
“Öyleyse evde tat bakalım.” dedi Ziyavdun, oğluyla gurur duyarak: “Yarından itibaren yonca bağla. Sen gidinceye kadar buğday olgunlaşır. Görmüşsündür, büyük tarlaya beş ho buğday ekmiştik. İyi yetişmiş, başakları büyük, sapları simsiyah, arasında bir tane arpa, yulaf bile bulamazsın. Allah nasip ederse bir ho tarladan on hodan fazla ürün alabiliriz. Elli ho buğdayın on beş hosu harca gitse otuz beş hosu kalır. Tohum ve azık için on beş hosu kalırsa da yirmi hosunu satacağız oğlum. Üç ho tarladaki keten, bir ho arpa, iki ho yulaf da iyi yetişti. Kırağı çalıncaya kadar ürünleri toplarız. Kardeşlerin Bera ile Dera da çalışabilecek yaşa yetişti. Bera buğday biçen dört adamın buğdayını bağlayıp ekmek parasını kazanabiliyor. Her gün yedi yüz bağlam ot bağlayacak kardeşin. Dera da harmanda at binmeyi biliyor, çaycılık yapabiliyor. Buğday tarlasındaki yaban otları o iki kardeşin temizledi. Ata su ve ot vermek, yemlik temizlemek, tavuk ve köpeklere yem vermek onların işi oğlum. Onlar bağdaki kuru otları biçip binlerce karaağacın dallarını budayıp üç bin bağlam dal odun topladı. Bunların hepsini annenle iki kardeşin birlikte yaptı oğlum. Bu sene Allah nasip ederse üçüncü kardeşin Hemra’nın sünnet düğününü yaptıktan sonra şehre taşınacağız. Evimize Muhtar Bay’ın çobanı Kama Kazak’ı yerleştiririm.”
Hareketli baba, oğluna çuvalın ağzını açtırıp en son bir çuval buğdayını kalburla çuvala dökerken uzun sözünü tamamladı:
“Zakir Bey bana ‘Ziyavdun, oğlunu okut, ben böyle akıllık çocuğu görmedim. Ben hocalık yapalı on dört sene oldu, böyle zeki çocuğa rastlamadım’ dediği için, annenle ben her ne kadar zorluk çeksek de seni okutmaya karar verdik oğlum. Bir ihtiyacın varsa söyle, ben karşılayamazsam Muhtar Bay yardım edebilir. Biz kardeşiz. Hele babamdan kalmış bu seksen ho tarlanın otuz hosunu Atuşlu zenginlere satarım. Bir hosuna bir koyun istesem şimdiden otuz koyunun sahibi oluruz. Otuz koyun gelecek sene otuz kuzu yavrularsa, yirmi tanesi yetişse de…”
“Maksat bu değil, baba!”
“Ne o zaman, söylesene?”
“Ben çalışarak zorluklara alışmak istiyorum.”
“Ağır emek köyde olduğu halde şehirde ne yapacaksın?”
“Kötü koku, ıslak yer buralarda yok. Tarlanın işi ağır olduğu halde ortam güzeldir, nereye bakarsan bıldırcın ötüyor. Her yer gül, çiçek… Bak, keten, kolza, hatta dikenleri de çiçektir buranın. Burada vücudun yorulduğu halde ruhun coşkulu oluyor baba!”
“Bal gibi konuştun yahu oğlum! Ben de kışın şehirde binek arabamla geçici işlerle uğraşırım ama aklım hep köydedir. Her gün sabahleyin mahallemi rüyamda görürüm. O ırmak, bu çukur, köksaplı yerler, kurbağa sesleri, gül arasında yuva yapmış bülbüller rüyamdan çıkmıyor. Ruh dedin mi, evet! Adamın ruhu burada huzura kavuşur…”
“Baba, evet de! Hüseyin bayın fabrikasında tanıdıklarım var. Çalışıp göreyim, burada sıkıldım, arkadaşlarımın konuşmaları, davranışları da hiç hoşuma gitmiyor”
Ziyavdun sustu. Yazın güzel akşamlarında, köy çocukları tutkularından neler yapmaz ki? Bazen genç karı kocaların penceresini dikizlerler, bazen başkalarının bahçesi ve kavun tarlasına gizlice girerler. Onların konuşmalarına bir bak! Muhtar Bay’ın geceleri kimin evine girdiği, ev sahibi eşinin nazları, erkekler arasındaki metres yarışması, kıskançlık kavgası, kadınların ırmak kenarındaki küfürleri, atlar, öküzler, köpekler, horozlar konusundaki uzundan uzun tartışmalar, hatta sonrasındaki dövüşmeler… Oğlu bunların hangi birini beğensin? Nuri boş zaman bulunca kitap okuyor, düşünüyor, konuşursa başkasının bilmediği büyük işleri konuşuyor. Almanların bir yerlere saldırdığı, Rusya’daki gelişmeler, Çin’in iç bölgesindeki savaşlar, Japonların Çin’i işgali, Şeng Duben’in sözleri, Üç meslek şiarı, hain baylar ve başka hiç kimsenin anlamadığı şeyleri söylüyor. Doğru! O sıkıldı, şehirdeki arkadaşları ve hocalarını özledi…
“Peki, oğlum.” dedi yufka yürekli Ziyavdun, oğlunun gülen yüzüne bakınca içten içe sevinerek.
“Öyleyse seni binek arabasıyla şehre götüreyim. Bir ara ba odun, dört tavuk, elli atmış tane yumurtayı beraberinde taşırsak harcayacak parayı da kazanmış oluruz. Ben seni Haşim Tambur’un evine yerleştiririm. Biliyorsun değil mi? Benim dostum o. Evi Nagrıcı’da, Sarı Haşim isimli adamdır kendisi…”
Fakat oğlu sevinmek yerine sustu. Baba, oğlunun aşktan kendini kaçırıp azap girdabına atlayacağını nereden bilsin? Yanlarına Ziyavdun’un çalışkan, sevecen eşi geldi. Esmer yüzlü, güzel gözlü, dudakları biraz kalın, iki tane ince örgü saçını zamkla katılaştırıp, başörtüsünü çenesinden bağlayan zayıf, yalın ayak dolaşan kadın, oğluna bakıp gülümseyince gözlerinin kenarlarında koyu, derin kırışıklar belirdi:
“Oğlum, Nurum! Seni Kışlaktam’a götürüp akrabalarıma göstereyim. Şanyo[8 - Şanyo—Çince kelime, geçmiş dönemdeki muhtar.] deden, İmam baban, babanın zengin kardeşleri seni görüp hayret etsinler. Çay kaynayıncaya kadar bir sürede varırız, kardeşin İhsan’ı sırtımda taşıyacağım. Başkaları arkamızdan gelmez, hemen yola çıkacağız oğlum.”
“Hayır anne, ben kitap okuyacağım.”
“Okuyup okuyup doymuyorsun ya oğlum. Ne olur anneni kırma, seninle övüneyim, bilgili oğlumu zenginlerin hatunlarına bir göstereyim. Hadi yürü, serkeşlik yapma kuzum!”
“Hayır, anne, gitmem!” dedi Nuri, annesine şımarıkça ve çocukça sesiyle yalvararak, “Ödevlerim çok.”
“Ne demek ödev?”
“Yazacak hat, çıkaracak hesap, ezberleyecek birçok sözler.”
“Onları şehre gittiğinde yaparsın oğlum! Hadi, kıyafetini değiştir. Samiyüzü’deki düğünde Abduömer Bey’ in Nogay hatunu bir avlu kadının önünde seni bağıra bağıra övmüş, bugün mahalledeki kadınlar seni konuşuyor. Ablam özellikle atlı bir kişiyi gönderip seni getirmemi istemiş. Beyin hatunu neler söyledi bilmedim, Ziyek’in oğlu gelecekte Leylin[9 - Lenin demek istiyor.] olacakmış, bir görelim diye telaşla bekliyormuş. ”
“Hey Reyhan, kadınların gözü de, sözü de uğursuzdur. Peki, o zaman, imama bir muska yaptırıp oğlunun boynuna as!”
“Bırak baba ya!” dedi Nuri sinirlenerek: “Bunlar hurafedir!”
“Ne demek bu! Muska asmazsan o kadınların gözü veya sözü çarpar sana!”
“Böyle yaparsanız şehre hemen gideceğim!”
“Muhtar deden sana bir at hediye edecekmiş. Bizim Gazi Hacının torunu, Hidilşah Hacı’nın neslinden bir büyük adam çıkacakmış! Çığlıkmezar’dan Nazarhan Hoca çıkmıştı, şimdi bizden Nuri gibi bilginler çıkarsa büyük şeref duyarız, çocuğu getirin, görmem gerek, diyormuş.”
“Öyleyse annenle beraber git oğlum. Beyin Nogay hatunu, muhtar deden seni görmek istiyorsa başkaldırma.”
“Hayır, gitmem!” dedi Nuri, gerçekten sinirlenmiş gibi: “Şimdi değil. Önce okulu bitireyim, sonra görüşeyim. Böyle yaparsanız ben mutlaka kaçacağım!”
Çocuk avlu önündeki taşlı tepeden atlayıp geniş alana yürüdü. Ziyavdun ile Reyhan birbirine baktı. Sevgi dolu gözlerinde, sevinç dolu dudaklarında bitmez tükenmez mutluluk, gurur, ümit ve inanç beliriyordu. Onlar bir büyük adamı hazırlamak için aklını, gücünü, varını yoğunu feda etmeye yemin etmişçesine aynı anda başlarını salladılar.
Mutlu karı koca temizlenmiş tahılı ıslayıp kendi yaptıkları kıl çuvalı kaldırıp süpürülmüş geniş avlunun taraçasındaki direğe dayadılar.
“Çocuk nerede hatun?”
“Baksanıza hey!”
Birisi bahçe kapısından bahçeye, diğeri saray evin parmaklık penceresine koştu.
“Yok mu?”
“Yokmuş mu?”
İkisi birden dışarı ev, ahırlar ve bahçenin içine, çiçeklerin altına baktı.
“Nuri nerede?”
Nuri bahçe duvarından atlayıp, mahallenin bitişik bahçelerinin birisinin deliğinden, birisinin yarığından geçerek şehre giden yola çıkmıştı.
Ziyavdun karaağaç gölgesinde sineklerden kafasını kaçırarak, kuyruğuyla atsineğini kovalamakta olan boz atına binerken eşine:
“Oğlun yaramazlık yapıp şehre kaçtı değil mi?” diyerek atını dehleyince, boz at ağır ayak basıp kuyruğunu kaldırıp dişedi ve yavaş yavaş yürümeye başladı. Atına çok değer veren bu çiftçi, çocuk kaygısıyla atına gayriihtiyarî halde bir kamçı vurunca, at sıçrayıp koştu.
Nuri mahallesinden bayağı uzaklaşıp dönemeçteki ırmak kenarına çıkarak mahallesine dönüp baktı. Merhametli ebeveyni şimdi telaşta, belki kardeşleri de endişe duyuyordu. O kimden, neden kendini kaçırmıştı? Neye, niçin gidecekti? Bunları düşünmemişti bile. Kalbinde sadece aşktan uzak durma isteği vardı. Şimdi ise ebeveyni ve akrabalarının sevgisinden de kaçıyordu. Sanki büyük bir ayrılık için kendini kasıtlı olarak terbiye ediyordu. Yakın bir gelecekte karşılaşacağı büyük bir azap imtihanı için kendini zorluklara alıştırıyordu. Çiftçilere yabancı, şehirdeki zengin çocuklara ters düşen sıkıntılara katlanmak yoluna gidiyordu. Bu yüzden kendini devir kahramanı, geleceğin çok büyük adamı olmaya haklı görerek… Kendiyle gurur duyuyordu. Kendini ve sevenlerini incitmek pahasına duyulan bu şerefin değeri ne kadardı? Bu değeri ölçmenin yolu ne idi? Şimdiden on beş yaşına giren, Sovyet kitaplarının, yeni fikir yayan hocalarının etkisinden, kendisi hayran olmuş Avrupa önderlerinin izinden gitmeye gönüllü olan bu Uygur çocuğu şimdilik bu sorulara net cevap veremiyordu. Kalbine sadece hocasının “İyi bir insan olmak için ömür boyunca azap çekmeye, her türlü zorluklara katlanmaya hazır olmak gerek” sözü hâkim olmuştu. O, bunları düşününce ebeveyninin endişelerini unuttu ve “Öğle vaktine daha var, yaz günü uzun, yayan yürüyerek de şehre gidebilirim, defalarca yayan yürüdüm, olsa olsa kırık kilometre yol. Nehri takip ederek, Yaman Yar’ın tozlu topraklı yolunda yürüyerek de hava kararmadan şehre gidebilirim” diye düşündü ve yoldan çıkıp dümdüz buğday tarlasına girdi. Buğdaylar arasındaki derin barajlı dereler, çalılar arasındaki arı yuvaları, zaman zaman ürkerek kaçan yabani tavşanlar, yabani kaz ve turnalarla oynaşarak koşmak onun için eğlenceli oldu. İki kenarı yemyeşil çimenlik olan dereden yüz üstü yatarak su içti, avuçlarına dayanarak yerinden kalktı ve mahallesinden şehre giden yola baktı. Babası boz atını koşturarak şehre doğru gidiyordu. Babasının solmuş yüzü, annesinin yaşlı gözleri, Sabiha’nın kalbe mühür gibi iz bırakan yakut gibi dudakları onun duygusal kalbini sarsarak hayalinden geçti. “Hayır, ben deri fabrikasının kireç, asit kokusunu, tarlanın misk kokusuna tercih ederim. Aşkın güzelliğini ruhi azaba değişeceğim. Bunları bile bile yaparım. Sovurof, Kotuzof, Lenin, Stalin, Maksim Gorki, Mayakoviski, Pavl Korçagin gibi sağlam iradeli bir adam olacağım…”
Derken göz kapağını arı soktu, acımakta olan yere çamur sürünce daha da acıdı. Dişini sıkıp “Yine soksun, yüz arı soksun, çıtımı çıkarırsam yiğit değilim.” dedi ve batıya kendini her türlü imtihanlar beklemekte olan şehre derenin içinden koşarak gitti.
Ziyavdun ikindi namazı vaktinde bitkin, boz atı da yorgun halde mahalleye döndü. Mahalleye girince ırmak kenarındaki çimenlikte toplanan insanlar:
“Geldi, Ziyek geldi!” diye bağırdılar. İrkilip atından sıçrayarak indi. Sürekli baş ağrısı olan Reyhan’dan endişe duyarak:
“Ne oldu hey köydeşler!” diye bağırdı.
“Ne olacak ki, bu Kaşgarlı, Tarancıların annesini kandırdı!” dedi, Muhtar Bay herkesin ortasında, çimenlikte çömelerek oturan, sırtı çıplak adamı göstererek:
“Hadi Ziyek, bu kilimcinin başını çimenliğe bir batırsana!”
Buralarda oğlak katmak, sanat toplantılarına katılmak, güreşmek muhteşem eğlencelerdir. Mahallenin ünlü at yarışmacıları, ekin biçerleri (bir günde bir hodan fazla buğday biçen), güreşçileri, şarkıcıları, dansçıları, güldürücüleri vardır. Onların patronu, dalkavukluk yaptıkları, koruyucusu da Muhtar Bay’dır. Kendisi at yarışmasında hiç kazanamamasına rağmen onun değer verdiği yarışmacı atları, yurtlar arasında böğürerek ün almış bir öküzü, hatta çakalları boğabiliyor diye övündüğü kalmuk köpekleri vardır. Evindeki hayvanları ve mahallesindeki şakacılarıyla her yerde övünür. Hatta bir defasında Tahiryüzü’nün muhtarı ile kimin mahallesinde kargaların çok olduğu hakkında tartışıp dövüşmüştü. Her sene 5 Mayıs’tan önce Kumarşang’da güreşçileri hazırlıyor, yere düşmeyenlere kuzu, kilim, ceket, ayakkabı armağan ediyordu. Mahallenin gururu onun hayatıydı, rezil olursa sıkıntı çekerek zayıflardı.
“İn Ziyek, bu Kalmuk’un ayağı herkesi yere düşürdü, karşısındakini göğsüne kadar kaldırıp başını döndürüp yere fena atıyor. Kendin bertaraf etmezsen bunu, rezil rüsva oluruz yahu!”
Muhtar Bay simsiyah sakalları arasındaki bembeyaz dişlerini gösterip, şikâyet dolu ve yılışık bir ifadeyle Ziyavdun’un atını kendi eliyle aldı. Sonra onun beline mavi bez kuşağını bağladı ve yerinden kalkan harman taşı gibi tıknaz güreşçiye:
“Sen de yeteneğini göster, Ziyek de öyle yapsın. Tökezletmeyeceksin, çelme takmayacaksın diye yakınma, yeter ki gözüne toprak saçmasın, ayağını kaydırmasın, kalk Kaşgarlı!” dedi ve herkese bakarak:
“Ziyek yense bir kuzulu koyun vereceğim, bu Kaşgarlı yense kendisini tarancı yapacağım ve bir ho yer vereceğim!” diye bağırdı.
Birisi yüz kiloluk bir çuval gibi tıknaz, boynu adeta yok gibi, dazlak, elleri kısa, yirmi altı, yirmi yedi yaşlarındaki kara bıyıklı bir genç; diğeri ise, uzun boylu, sıska, açık sarı yüzlü, otuz sekiz yaşlarında bir adamdı ve meydanı dönerek, ayaklarını gererek güreşmeye hazırlandı. Kısa boylu, habire uzun boylunun kuşağına el uzatıyordu. Uzun boylu ise onu omzundan iterek kendine yaklaştırmıyordu. Mahalle halkı ikiye bölünmüştü. İmam Ahun ile Mira Kadı başta olmak üzere Kaşgarlılar[10 - Aksu, Kuça, Hoten’den gelenlere de buranın Tarancıları Kaşgarlı diyordu.] bir taraf, Muhtar Bay başta olmak üzere Tarancılar diğer bir taraf olmuştu.
“Havla kaplan, kaldırıp yere vur!” diye bağırıyordu İmam Ahun, hemşerisini destekleyerek.
“Ters çelme tak da başını yere batır Ziyek!”
“El burkmaya bak!”
“Butla kaldır!”
Onlar, iki öküz boynuzlaşmış gibi birbiriyle itişip kakışıp, üstünlük kazanmak için boğuşup çimenliği tahrip ettiler. Sonunda kısa boylu yiğit, Ziyek’in kuşağından tutmayı başardı. Onu sıkıştırıp kendine yaklaştırarak “Ya!” diye kaldırdığı anda Ziyek’in sağ ayağı onun ayağına çelme olarak takıldı. Yiğit onu var gücüyle kaldırdı. Ziyek sağ elini onun omzundan geçirip bacağından tuttu de kendi gücüyle kendini yere vurmak hilesini kullanıp onun ayaklarını göğe, başını çimenliğe doğru dikledi ve sol eliyle onun paçasından çekip yere düşürdü. Sonra göğsüne binerek sert elleriyle onun alnından basıp durdu. Yiğit kıpırdadı ama onu deviremedi. Muhtar Bay önce Ziyek’i kaldırıp omzuna vurarak bağırdı:
“Köydeşler, bu akşam bizim Bostan’da toy var!”
“Bu böyle olmaz!” dedi yiğit zorlukla ayağa kalkarak ağlarcasına:
“Bana çelme taktı!”
“Apışına bir baksana, iğdiş etmiş olmasın ha ha ha…” Herkes Muhtar Bay’la birlikte kahkahaya boğuldu. “Oğlum nerede, babası!” Reyhan’ın feryadı Ziyavdun’u gülmekten alıkoydu.
“Yok hatun! Onu Cirgilang’a varıncaya kadar aradım bulamadım. Şehre gitmedi, bir kavun tarlasına gitmiş olmalı!”
“Nu… Nu… Nuri mi?” dedi Muhtar Bay’ın hizmetkârı kekeleyip:
“ Nu… Nu… Nuri… buğday ke… ke… kenarında keçi sakal…”
“Korkma.” dedi Muhtar Bay bir kadını görse gevezeleşme alışkanlığıyla Reyhangül’e laf atarak:
“Kocan kuzulu koyunu alır almaz saçına zamkla çeki düzen verip hazırlanmışsın değil mi?”
“Bırakın bay abi, oğlum için üzülüyorum ben!”
“Duydun değil mi, oğlun keçisakalı takmış, bana on yumurtalı saksağan getirecek ha ha ha!” Köydeşler yine kahkaha attılar.
Gülmek ile ağlamak, huzur ile sıkıntı hep beraberdir. Onlar kardeştirler. Herkes gülerken Reyhan ağlıyordu. Muhtar Bay ise övünüyordu:
“Çelme takmakta usta bu!”
“Bunun çelmesi kıskaçtır!”
“Hayır, o sensin Sarı Bey!”
“Yavrum neredesin! Saçımı tarayıp kaşımı mustardla boyayıp makyaj yaptığıma lanet olsun! Akrabalarıma şimdi ne diyeceğim!” Reyhan ağlıyordu ama sesini küçük kızı İmhanem’den başka kimse duymuyordu. Bebek annesinin memelerini emerken minicik parmaklarıyla annesinin gözünden damlamakta olan gözyaşlarıyla oynayıp gülüyordu. Belki oğlu Nuri de şu anda bir yerde oynuyordu. Annesini ağlattığı için, henüz bebek olan bu kardeşi, babası ve buzağıya binip Çuh deyip dehleyip kahkaha atmakta olan küçük kardeşi gibi her zaman gülüyordu. Gam, kaygı ve gözyaşı sadece annelere verilmişti galiba! Eğer zenginlerin çocukları gamsız olsa Reyhan da gamsız yaşamış olmaz mıydı? İşte bu yirmi dokuz hane bulunan mahallenin nice bin ho tarlası Reyhan ile Ziyavdun’un dedesinin tarlasıymış. Erkekler topraklarını satıp bu mahalleyi inşa edinceye kadar eğlenceyle gün geçirmişler. Peki, hatun kızlar? Ağlamak, sızlamak, kaygılanmaktan başka bir şey görmemiş. Reyhan on beş yaşında Ziyavdun’ la evlendikten sonra kaygı ve gözyaşından başka ne gördü? Yazın erkeklerle beraber tarlada çalışıyor, çifte koşulan ata biniyor, tarlanın sulama kanalını yapıyor, çalıları biçip bağlıyor, deste yapıyordu. Harmanın en son ürünleri eve taşınıncaya kadar her tane tahıl, her bağlam ot, saman, yoncalar onun dikkatinden kaçmıyordu. Baldırın içi sürmüşse gece sabaha kadar uyumuyordu. Tezek kurutmak, gübre yaymak, tavuklara kümes yapmak, büyük teknede sallanarak hamur yapmak, ekmek yapmak için komşu evlerine gidip süt istemek, tandırı tezek, samanla ateşlendirip, ekmek hamuru hazırlamak, hatta bir tabak tuz suyu, kolluk, kıskaçları tandır başına taşımak, tandırın bacasını kapatmak… Bu gibi işlerin hepsini kendisi yapıyordu. Erkekler bu işlerle ilgilenmiyordu. Her iş annenindi. Ev işi, tarla işi de annenindi. Anneler ağlamak, erken ölmek için yaratılmışlardı. Erkekler ise eğlenmek, gülmek için… Ah, anne olmak ne kadar da zordu! Şu anda Ziyavdun eğlence toplantısındaydı. Reyhan ise çocuklarını uyuttuktan sonra kayıplara karışmış oğlu için ağlıyordu. Gözyaşları Kışlaktam’ın çeşmeleri gibi durmadan akıyordu. Başı ise Tarata’nın taş kömürü gibi sertleşmiş, duygusuzlaşmıştı. Uyuyamıyordu. Yazın bu aydınlık gecesi onun için adeta karanlık bir zindan, bu zindan da onun hayalleri gibi dehşet vericiydi.
Gece sakindi, bir yerlerden şarkı sesi geliyordu. Şarkı söyleyen şehirden çıkmış arabacı mı, tarla sulamakta olan çiftçi mi ya da nefsini tatmin etmiş bir kadın avcısı mıydı, kim bilir? Ama sesi güzel biriydi. Genç bayanın sıkkın gönlüne bir ferahlık nuru girmiş oldu sanki ve iç çekerek:
“Nuri oğlum çok güzel şarkı söylüyor, tabağı tef yapıp çalıyor. Buğday biçme, Garip Sanem şarkılarını çok güzel söyleyebiliyor. Nerelerde kaldın oğlum? Giysilerin yırtılsa veya kirlense ne yaparsın?” Oğlunun evde kalmış giysilerini göğsüne basıp yine ağladı. Derken birisi bahçeye bakan kare pencereye vurdu. Şaşkınlıkla dönüp baktı ve pencereye asılı duran saksağan ölüsünden (kışın asmıştı, şimdiye kadar duruyordu) başka bir şey göremedi.
“Kim o?” diye bağırdı Reyhan.
“Dışarı çık Reyhan!” dedi tanıdık bir ses: “Kocan Zi yek, Süleyman Kaşgarlı’nın evine gitti, bilmiyor musun, onun eşi Ziyek’in metresi, hadi çık! Kerpiç çay, kırmızı başörtüsü getirdim!”
“Allah belanı versin, kahrolası yabandomuzu!”
“İnleme kancık! Ben bu mahallede kimlere dokunmadım ki. İnadına gireceğim yoksa!”
“Geberesice be adam, akrabalık nereye gitti? Eşim seni Muhtar Bay diye sayıyor, kendi kardeşine bile kötülük etmeyi düşünmüşsün bre gâvur! Ziyavdun gelirse derini soyar atar yabandomuzu!”
“Hadi çık diyorum, Ziyek şu anda sürtük Tunsahan’ın koynunda.”
“Git, defol!”
“Pişman olursun!”
“Başına balta vuracağım yoksa!”
“Az önce gözüme gül göründün, değilse bana kadın mı yok, nice bayan şu an Muhtar Bay ne zaman gelir diye tavan penceresinden yıldız sayarak yatıyor!”
“Belanı bulursun hayvan!” dedi Reyhan, hıçkırarak ağlayıp:
“Kötülüğünden dolayı gelinlerin iffetsiz, oğulların çapkın oldu. Ağılının arkasına bir bak! Gelinlerini dikizleyen nice mahlûk kızışmış köpek gibi yatıyor.”
“Hadi gel, birisi geliyor!”
“Allah’ım, o adam Ziyavdun olsun!”
Beklediği gibi, Ziyavdun avluya şarkı söyleyerek giriverdi. Pencere başındaki Muhtar Bay birden kayboldu.
“Niye böyle keyiflisin?” dedi Reyhan, ay ışığında kocasına gücenerek:
“Nereden geliyorsun?”
“Kaşgarlıyı güreşte yenmiştim, Muhtar Bay bunun için toy düzenledi. Üstelik bir kuzulu koyun armağan etti hayatım!”
“Ya siz? Süleyman’ın eşine ne verdiniz?”
“Delirdin mi hatun, eğlence devam ediyor, şarkılar danslar zirveye çıktı, ben senin için oradan sıyrıldım, üzgünsün, endişelendim.”
“O halde niye şarkı söylüyorsunuz?”
“Biz Tarancılar darağacına giderken bile şarkı söyleyen deli adamlarız, alışkanlık bu hayatım!”
Reyhan gülümsedi. Ziyavdun eşinin yanına çırılçıplak soyunup girdi ve ay ışığından utanarak eşini kang[11 - Kang—Çince kelime, ocak ateşiyle ısıtılan, genellikle kerpiçten yapılan taraça.] duvar yanına çekti. Reyhangül iri yarı çiftçinin tanıdık koku, tanıdık vücudu ve kendine sonsuz huzur veren hareketinden bu gece bambaşka bir şekilde rahatlayıp gözlerini kapatarak nazlanıp kocasını övdü.
Atını hazırlatıp, şahini bileğine kondurup, mahalleden çıkınca her yer onun tarlasıydı. Buğdayları aynı düzeyde yetişerek, tahta gibi dümdüz olmuştu. Uçsuz bucaksız tarla dalgalanıyordu. Dere kenarı yoğun çalı, çeşitli çiçek ve bitkilerle süslenmişti. Onun kara yorgası her yerden yol bulup sürçmeden yürüyordu. Adımları hızlıydı, biniciyi sarsmıyordu. Fakat bugün ne var ki arada bir tökezleyip Muhtar Bay’ı sinirlendiriyordu. Bıldırcınlar öterek durmadan uçup çıktı. Ama şahin uçup kenardaki dut ağacına konup bir tane bıldırcın bile kapmadı. Önceleri şahinler uçup çıkan bıldırcını göğsüyle vururdu. Bıldırcınlar yere düşünce av köpekleri onları dişleyerek sahibinin önüne diri olarak getirirdi. Muhtar Bay ise onları keskin bıçağıyla kesip eyerine bağlıyordu. Bugün bir tane bile bıldırcın avlayamadı, canı sıkıldı. Üstelik Ziyavdun’un beş ho tarlasına gelince daha da üzüldü. Onun buğdayları Muhtar Bay’ın buğdayından daha iyi yetişmişti. Her başağı, her sapı, simsiyah yaprakları çok verimli bir hasattan haber veriyordu. O, mavi çiçekleriyle güzel görünen keten tarlasının kenarına gelip, tarlasını sulamakta olan Ziyavdun’a bağırdı:
“Hey Ziyek, keten ve buğdayların da iyi yetişmiş, bu sene şehre gitme, kış boyunca eğlence yap!”
“Bay abi, oğlumu okutmam gerek değil mi?”
“Şehirde yakın biraderlerim var, oğlunu evlerine yerleştirip okutabilirler.”
“Öyle olabilir ama…”
“Aması maması yok bunun! Bak, buğdayların harika! Benim on ho tarlamdan yedi hodan buğday çıkarsa yetmiş ho, senin beş ho tarlandan on beş hodan buğday çıkarsa yetmiş beş ho, evet, on iki hodan çıksa bile…”
“Bu tarlayı üç defa sürdüm. Dört yerinde harman yaptım. Öküz ve koyun sürülerimi, sizin koyunlarınızı buradan besledim. Çürümüş saman, at, öküz gübresi bu tarlayı oldukça kuvvetlendirdi…”
“Biliyorum, bizim ekinden seninki iyi dedim ya!” dedi Bay, bunları çekemeyerek: “Ketenlerin de iyi yetişmiş, altı yedi hodan ürün alacaksın, diyorum ya! Bu sene kışın şehre gitme, sen olmasan eğlence coşkulu olmaz bak! Dün akşam eğlenceyi sen coşturdun!” Akşam, sözcüğünü üzüntüyle dile getirdi Muhtar Bay. Çünkü Ziyavdun’un sesi, Reyhan’ın cilveli bir şekilde “Baturum, padişahım…” diye övgülü sözleri aklından hiç çıkmıyordu. Dişini sıkarak “O kancığa haddini bildireceğim!” diye yemin etmişti. Mahallede hiçbir kadın onun isteğini reddetmemişti ve hiçbir kadın ona yabandomuzu diye küfretmemiş, kocasını överek hayâsızca ona gösteriş yapmamıştı. Muhtar Bay bunun intikamını alacaktı. Kocasının şehre gitmesine engel olabilirse Reyhan’a haddini bildirebilirdi.
“Şehre gitmezsem olmaz!” dedi Ziyavdun, inat ederek: “Evi sana bırakayım, Kazakların sürülerime baksın, Nuri’yi okutmam gerek abi! Canım pahasına olsa da oğlumu sonuna kadar okutacağım. Onu göremezse annesi dayanamaz, ben de öyle!”
“Hey aptal, evet desene! Bu sene Resiliklerle[12 - Resililer—Rusyalılar, Rusların neslinden olanlar veya Orta Asya’dan gelenler] yüzbaşılık koltuğu için mücadele edeceğiz! Beylik koltuğunu Abduömer Kaşgarlıya kaptırdığından, Kasım Mirap, Sidir Şang yo, Dursun Yüzbaşıların itibarı düştü. Onu ele geçirmemiz gerek. Resililer ile Kaşgarlılar yerlerimizi gasp etti. Biliyorsun, senin deden ve benim babam bu köyün hakimiydi. İkimizin yetmiş seksen, otuz kırk ho tarlamız olsun da niye üç dört bin ho tarlamız olmasın? Benimki seksen, seninki kırk hodur. Biz, Gazi Hacı, Hidilşah Hacı, Neridşah Bay’ın neslinden olduğumuz halde, bu kadarcık tarlaya sahibiz. Abduömer Kaşgarlı, Setivaldı Tilki gibi Resilikler yüz ho, doksan ho yerin sahibi. On ağıl koyun, onca hizmetçi, nice hatun, hükümet damgası onların elinde. Onlar nereden aldı? Bizden kaptılar, bizden çaldılar, bizi kandırdılar. Aptal Tarancılar, iki ho arsayı bir tane iğne, bir tane karaağacı bir kerpiç çay, bir koyunu bir tane şalgam karşılığında sattılar. Şimdi onlar efendi, biz köle olduk. Vay anasını! Bak, onlar bugün nasıl böbürleniyor!”
“Doğru söylüyorsun, onlar bizim topraklarımızda kök salarak büyüdüler.”
“Böyle giderse yarın hatun kızlarını da gasp ederler. Kaşgarlılar tıpkı bir karaağaçtır, bir tanesi bir yılda bin tane olur. Resilik ise sarı sarmaşık gibi her yeri sarar. Gitme Ziyek, kış boyunca onlarla çarpışırız!”
Muhtar Bay Ziyavdun’a bir kuzulu koyunla birlikte iki kuzuyu daha vereceğine söz vererek onu bu sene şehre gitmemeye ikna etti. Muhtar Bay’ın dediğine göre, bu yıl kışın Tarancı zenginlerinin eğlence toplantısı Muhtar Bay’ın evinden başlayacakmış. Muhtar Bay hizmetkârlarını dağa gönderip, tanıdık Kazaklarına kışın içecek kımız için üç kısrak hazırlamayı buyurmuş. Dul kısraktan birini, semiz taydan birini kışlık azık için hazırlamış. Şehirden çalgıcı, latifecileri getirip kış boyunca evinde misafir edecekmiş. Hakimbey Hoca’yı ilk eğlence toplantısına davet etmek için Kasım Mirab ile birlikte onun huzuruna girecekmiş. Hocaya Ziyavdun’u özel olarak tanıtıp onun Tunganlar[13 - Tungan—Çinli Müslümanlar, genellikle Çin dilinde konuşuyor, gelenek bakımından Çinlilere daha yakın.] isyanında Ruslarla iş birliği yapıp Tunganları kovmada katkıda bulunduğunu, kendisinin usta nişancı, at yarışmacısı, güreşçi, şarkıcı, tef çalgıcısı ve ekin biçici olduğunu, oğlu Nuri’nin şehirde okuyup ün kazandığını tek tek anlatacakmış. Ziyavdun tarladan bugünkü gibi sevinçle dönmemişti. Akşamleyin boz atına bir bağlam yoncayı yükleyip yoncanın üzerinde yana doğru oturarak orağı tef gibi çalıp yedi ses tonunun yüksekliğinde bağırarak köye girdi. O yamuk yakalı gömleğinin yakasını açık bırakıp, yırtık deri şapkasını gözünü kapatırcasına takmış, hangi renkte olduğu belirsiz takkesini kafasının arkasına geçirmiş, kulağının üzerine bir çiçek kıstırmıştı. Mescidin önünden geçerken, mescit önündeki karaağaca yaslanarak oturanlar ona nefretle baktılar.
“Ziyek Cinci, ramazan ayında niye bağırıyorsun, oru cun bozulmaz mı hey şehirli?” dedi dün akşam düzenlenen eğlenceye gücenen Mira Kadı, ellerini sallayıp.
“Kazara!” dedi mahalle imamı onu takiben Ziyavdun’u suçlayarak:
“Ziyavdun oruç tutmuyor, sahura kalkmıyor, iftar etmiyor, mescide de gelmiyor. İmanı zayıf bu adamın!”
Ziyavdun büyüklerin sözlerine kızmadı, attan sıçrayarak inip herkese selam verdi ve atın ipini bastırarak yerde diz çöküp oturdu:
“İnsanız, söyledikleriniz doğru ama alışmışım, şarkı söylemeden edemem. Doğru, Allah’ın üç farzını yerine getiremiyorum ama iman ile zekâtı asla unutmadım.”
“Doğru” dedi imam hemen:
“Buğdayı ayıkladıktan sonra ilk ürününü zekâta ayırıp vakıf deposuna döküyor. Eli açık bir adam bu. Üstelik kabristanın yanındaki iki ho arsayı vakfa verdi.”
“Bir ho arsa.” diye düzeltti Ziyavdun:
“Sarmaşıklı arsa da iki hoya denk geliyor imam hazretleri.”
“Yaz boyunca su toplanıp göl olan, kurbağaların şarkı söylediği arsanı da tarla sayıyor musun? Olsun, o da vakfın yeri olsun.”
İşte o anda Muhtar Bay kara atını oynatıp mescit önünden geçti ve Ziyavdun’u görünce atının başını çekti:
“Niye diz çöktün Ziyek, suçun ne? Kaşgarlıya arsa vermen, Çilekliye su vermen suç mu yani? Kalk, eğilme bunlara!”
“Oruç tutmamış.” dedi Mira Kadı isteksizce kıpırdanarak:
“İmam hazretleri öğüt veriyor.”
“Oruç açların, namaz ise zamanı boşların işidir.” Muhtar Bay kara sakalları arasından bembeyaz dişlerini gösterip şeytanca güldü:
“Ben de oruç tutmadım ama cemaati iftara davet ettim.
Hadi imam hazretleri, cemaati getirin!”
Muhtar Bay atını oynatıp uzaklaştı, başındaki iki incisi olan şapka imam için hanın tacı, beyaz gömleği üzerinden bağladığı kuşağı ise korku verici kılıç idi. İmam garip bir çeviklikle ayağa kalkıp:
“Maşallah, birazdan gideriz Muhtar beyim!” dedi.
Bu görüntü, bu sesler Ziyavdun’un hoşuna gitti. Onun yeğeni buranın padişahıdır. Onun dediğini yaparsa Ziyavdun asla küçük düşmeyecek, kimseye muhtaç olmayacak. O daha da sevinip, boz atını alıp avlusuna girdi. Avludaki taraçada, kilim üzerindeki sofrada hamur yapmakta olan Reyhangül, kocasına merakla baktı:
“Niye böyle yüzünüz gülüyor!”
“Buğday da keten de harika, hatun!”
“Ekinleri zamanında biçip, ürünleri toplayıp şehre bir an önce gidelim. Hep Nuri’yi merak ediyorum. Hüseyin Bay’ın fabrikasını nereden öğrendi o çocuk?”
Reyhangül derin bir iç çekerek hamuru dürdü ve onu ustalıkla katlayıp:
“Bu sene, pahalı olsa da Sayboyi, Döngmahalle[14 - Döngmahalle—tepe mahalle, Karadöng—kara tepe demektir.]’den biraz büyük ev bulalım. Karadöng, Kökmesçit, Nuri’ye uzak sayılır. Onu, okuluna daha yakın bir yere yerleştirelim.” dedi.
“Hatun, bu sene şehre gitmeyeceğiz.”
“Neden?”
“Muhtar Bay abi, Nuri’yi şehirdeki arkadaşlarının evine yerleştirecek.”
“Olmaz, oğlum başkalarının evinde sıkıntı çekerek mi yaşasın? Onun yanında olmazsam emin olamam.”
“Yakın biraderlerim var, oğlunu evlerinde oturtarak okutur, diyor.”
“Olmaz dedim, olmaz!” dedi kadıncağız sinirlenerek:
“Kesinlikle taşınmamız gerek!”
“Biz taşınırsak Bera ile Dera okula gidemeyecek, hatun.”
“Niye, onları da okutmaya karar verdiniz? Onları Kışlaktam’da okutalım. Annemin evine yerleştiririz, orada eğitim alırlar. Küçük oğlumuzun sünnet düğününden hemen sonra şehre taşınırız!”
“Gitmeyeceğiz hatun!”
“Hayır, o zaman siz kalın, ben gideyim!” Kadıncağız bıçağı sofraya vurarak hamur kesmeye başladı.
Uyumlu bir karı koca arasında ilk kez yaşanan bu anlaşmazlık Reyhangül’ü ne kadar üzmüşse, Ziyavdun’u da o kadar üzdü. O hiçbir zaman kimseyle çekişmeyen, kimseye kolay kolay kızmayan, hoşgörülü bir insan idi. Bugün ilk defa eşine kızarak dikkatlice baktı. Eşinin bir tane örgü saçı önüne düşmüş, göz kenarlarını derin kırışıklar kaplamış, iki yanağı çukura kaçmış, boynunda da derin çizgiler oluşmuştu. Gerdek gecesi, o zengin ailenin on beş yaşındaki bu kızına dikkat ve sevgiyle bakmıştı. O zamanki Reyhangül on dört günlük ay idi, her yerinden hararet taşıyor, insanın vücudunu yakıyordu. Şimdi bu ay sima, loş bulutlarla örtülmüş, yıllar onu soğutmuştu. O şimdi kış gecesi duman arasında kalan ışıksız aya dönüşmüştü. Ziyavdun, eşinin başkaldırabileceğini bugün gördü. Sözünü dinlesem diye düşündü. Fakat o zaman Muhtar Bay onu, eşinin tavrına göre iş yapan bir adam olarak görecekti. Muhtar Bay konuştu mu bütün mahalle onun sözünü tekrarlıyordu. O zaman Ziyavdun’un ne itibarı kalırdı? Kim ona saygı gösterirdi? Ya eşinin sözünü dinlemezse? O halde sevinçleri kökünden kopmuş bitkiye benzemez mi? Hayatının ona nasip olacak mutluluğu kaybolup, yaşamının huzuru kaçmaz mı?
Binek arabasını nereye çekmek gerekirdi? Bir yana bakarsa uçurum, bir yana bakarsa dik bir dağ… Ziyavdun taraçada oturup kafasını kaşımaya başladı. Küçücük kızı emekleyerek gelip onun dizine tırmandı. İki oğlu bir horoz için birbirleriyle boğuşarak bağrışıyordu. Küçük oğlu kısa iple bağlanmış buzağıya çubukla vuruyordu. Eşinin kaşı çatılınca evin her yeri üzüntüyle doldu. Eşi, çini gibi çınlayıp gülseydi her yere ışık saçılıp, avlunun içi mutlulukla dolmuş olurdu.
“Muhtar Bay abi oğlumuzun sünnet düğünü için yine iki kuzu verdi.” dedi, eşini sevindirmek için.
“Bu yüzden ağabeyinizin sözüne uymuşsunuz değil mi?” Reyhangül daha da sinirlenerek:
“Dedim ya, siz ağabeyinizin yanında kışlayın, ben oğlumun yanına gideceğim. Arabayı bana verin, kömürcülük yapabilirim, kar taşıyabilirim. Bera ile Dera’yı yanımda götürürsem hiç zorluk çekmem.”
Reyhangül kuru ot getirmek için bahçe kapısına doğru yürüdü. Ziyavdun gam dağı altında, ne yapacağını bilemeden başını okşayarak oturdu:
“Of!” dedi sıkıntıyla; “Ne yapayım şimdi?”
* * *
Hasat zamanı başladı. Bu günlerde köy sokaklarında buzağıdan başka canlı gözükmüyordu. Kadınlar sukabaklarını sütlü çay, kıl heybesinin iki tarafını çay, ekmek, tabaklarla doldurup, yalın ayaklarıyla sıcak yere basarak tarlaya koşuyordu. Çocuklar da babalarının buğday biçmesine merakla bakıp, başak derleyip, otlayan atlarının yerini değiştirip, bağlam bağlam buğdayları taşıyarak tarlada yürüyorlardı. Bu vakitlerde mahalledeki horozlar sessizliği övüyormuş gibi ardı ardına ötüyor, kavak ağacının dallarını eğerek konmuş kargalar sanki koro halinde şarkı söylüyormuş gibi öterek mevsim güzelliğine renk katıyordu. Sonbahar mevsimindeki bolluk, bereket işte böyle oluşmuş ve yirmi dokuz aile iki gruba bölünmüştü.
Onlar birbirine yardım ederek düzenli biçimde buğday biçiyorlardı. Bir ho ekin için üç kişi çalışsa, Ziyavdun’un ekini için 15 kişinin çalışması gerek, bahçesini katarsa yirmi kişi çalışır. Demek ki, ürünlerini toplamak için Ziyavdun’un kendisiyle beraber çalışanlar için yirmi gün ekin biçmesi gerekirdi. Ama o, bu orağıyla iki-üç kişinin işini yapardı. İşte, onun biçtiği buğday en çok, başakları da büyük, orak sokmaları çabuk ve temizdi. Ekin biçerken açtığı alan yanındaki iki kişinin alanından büyüktü. Bacaklarını gererek, sağ elindeki keskin orağın yanına sol el parmaklarındaki kılıfı dokundurarak ekin biçtiği anda herkes ondan zevk duyardı. Dört kişinin biçtiği buğdayı bağlarsa bir kişinin emek hakkını kazanabilen emekçi bile Ziyavdun gibi iki çiftçinin biçtiği buğdayı zorlukla bağlayabilirdi. Çünkü Ziyavdun’un biçip bıraktığı üç deste buğday bir bağlam geliyordu! Yeryüzü aydınlandığı andan itibaren tarlaya gidip kahvaltıya kadar bir alan buğdayı biçip bitiren bu gençler seçkin biçicilerden oluşmuştu. Onlar öğleden, gün batıya doğru kaymaya başlayıncaya kadar bahçe gölgesinde biraz uyuduktan sonra buğday biçmeye başlarsa, ikindiden sonra azıcık dinlenip çay içip yine tarlaya gidiyordu. Akşama doğru tarla şarkısı başlıyor, bu vakitte iş biraz yavaşlıyor, şarkılar zirveye ulaşıyordu. “Altınım” şarkısını Ziyavdun gibi maharetle, güzel söyleyen kimse yoktu. Ziyavdun ‘un ikinci oğlu, şimdiden on bir yaşını dolduran Bera, babasının arkasından buğdayları bağlam ederek şöyle düşünüyordu: “Babamla ikimiz iki kişilik emek gücü veriyoruz. Yarından sonraki gün bizim buğdayı biçeceğiz. İki günde biçilip bağlanır. Bu grubun buğday biçmesi tamamlanıncaya kadar bizim yine on iki kişilik emek gücümüz artacak. Bu on iki emek gücüne karşılık birisinin üç ho buğdayını kiralarsam, bir ho tarlaya bir ho buğday verecek. Üç ho buğdayı satarsam üç yüz bin akça, hayır, üç yüz on beş bin akça olur. Bu parayla bir çizme, pantolon, şapka alabilirim. Kalan akçayı ağabeyime versem sevinip omzuma vurarak “Becerikli sungursun” diyecek. Onun güzel hayali öylece sona erdi.
Birden babasının sesini duyunca kendine geldi.
“Bera, oğlum! Atın yerini değiştir. Bak! Ot yemeden sineklenip duruyor.”
Bera kuşağını belinden çıkartıp yere bıraktı ve babasının biçtiği buğdayları kuşak üzerine iki yığın olarak koydu. Sonra deri dizlik takılı sağ diziyle buğdayı sıkıştırıp sıkıca bağladı, onun bağlık tutan elleri oldukça çevik idi. Babasına bakıp güldükten sonra:
“Ata su verip, otlak yerini değiştirdikten sonra yüzmek istiyorum. Buğday yığınları çoğalırsa bana yardım edip bağlayacaksın değil mi?”
“Hadi git, çabuk gel sungur!” dedi Ziyavdun. O yine yanındaki çiftçiye oğlunu övmeye başladı:
“Çok çalışkan bu çocuk, durmadan çalışıyor!”
“Sana benziyor. Bak, onun şarkısına!”
Çocuk ince sesiyle şarkı söyleyip boz atına binip ırmağa doğru gidiyordu.
* * *
Sonbaharın bu günleri çiftçiler için oldukça güzel idi fakat Muhtar Bay için bu sonbahar hoşnutsuzlukla başladı. Reyhangül tarafından azarlandıktan sonra gitgide keyifsizlendi, eli yetmez dal olduğu gerçeği onun gururunu yere vurdu. Dediğini yaptıran, ne isterse o olan bir zengin için bayağı bir kadının “Defol yabandomuzu!” demesi bin sopa, yüz tokattan daha kötü, yüzüne pis su saçmaktan daha aşağılayıcıydı. Ama bu namuslu hareket, Reyhan isimli bu kadını ona esrarengiz bir kadın olarak tanıttı. Kafasını karıştırdı, hayalinde onunla kavga etti:
“Seni kancık! Nazlanıyorsun!”
“Hayır, senden nefret ediyorum.”
“Eninde sonunda beni kabul edeceksin.”
“Hayır, kafanı kırarım.”
“Bana yalvaracaksın!”
“Hayır! Sen yalvaracaksın. Hoş yalvarsan da benim için bir şey değişmeyecek.”
Muhtar Bay birden altı çocuğunun annesi olan eşi ve torunlarına dil uzatan, hizmetkârlarını azarlayan, gitgide suskunlaşıp Ziyavdun ‘un evinin etrafını dolaşan, Reyhangül’ü görünce kalbi hızla atan bir adam oluverdi. Çocukken babası ile bir hocanın ihtişamlı avlusuna girip bir kızı görünce böyle olmuştu. Medresede beraber okuduğu Rozahun isimli arkadaşı buna aşk demişti. Ama o bugün elli yaşını geçti, torunları ata binip yarışmaya katılacak yaşa geldi. Bu yaşında neden aşk oluyordu? Üstelik beş çocuğun annesi, kendi kardeşinin eşine! Hayır, hayır, hayır! Bu aşk değil. Öfke, nefret, utanç, namus, intikam… Madem böyle, Muhtar Bay, Reyhangül’ü görünce niye gözünü ondan alamıyor, niye kekeleyip, afallayıp duruyordu? Bu yaştakilerin âşık olması kitaplarda var mıdır, fal mı baktırayım yoksa? Bir gün şehre gidip Divane Mahallesi’ndeki ünlü bir falcının önünde diz çöküp:
“Hadi bul bakalım, bende nasıl bir hastalık var?” dedi.
“Sevda!” dedi alaca sakallı, zayıf bir ihtiyar onun nabzını yoklayıp avucuna uzaktan bakarak ve çizgileri sayıp bir şeyler fısıldayarak.
“Ne demek bu?”
“Âşık olmuşsunuz!”
“Ne?”
“Aşk!” dedi ihtiyar ona bağırıp:
“Birisine âşık olmuşsun beyim.”
“Ne yapacağım şimdi?”
“Hanımefendi sizi beğenmiyor.”
“….”
“Güzel kumaş, güzel söz, tatlılar ve tatlı söz!”
“….”
“O zaman aşk ateşi yakar da kül olursunuz.”
“Bu yaşta aşk olur mu?”
“Sevdayı Mevla verir beyim. Lokman hekim doksan yaşında yirmi yaşındaki hastasına âşık olmuş ve kendi yaşından yirmi yaşını kıza armağan etmiş.”
“Ya Rabbi, uğursuz bir şeymiş bu aşk denilen şey!”
“Hayır beyim! Dayanmanız gerek. Buz kesilmiş gönlü, insafla eritmek mümkündür. Soğuk söz, soğuk yüz hararetli bir gönlü bile buz gibi yapar. Sizin tabiatınız soğuk!”
“Yeter be Kaşgarlı!” Muhtar Bay falcının önüne bir avuç akça bıraktı ve kendinin bütün sırrını sofraya ceviz dökmüş gibi döken ihtiyara kızdı. Kendi kendine söylenerek evinin yolunu tuttu.
“Ben niye bu kara hatuna aşk olacakmışım ki? Âşık falan değilim ben.”
O, Ziyavdun ‘un evine her gün bir bahane bulup gitmeye, her türlü işleri yaptırıp yaşamlarına ilgi göstermeye başladı. Ziyavdun bunları kendine gösterilen kardeşlik sevgisi diye düşünüp seviniyordu. Reyhan ise bu adamın niyetini kötü bulup yanından sürekli uzaklaşıyor başka işlerle uğraşıyordu. Sebzeliğine girip biber, domates, soğanlarıyla uğraşıyordu. Bay ise avluda sakal bıyıklarına çeki düzen verilmiş, yamuk yakalı beyaz gömleğinin peşi dizine sarkmış halde büyük göbeğini gösterip sofadan avluya, korkuluktan bahçe kapısına kadar yürüyerek durmadan konuşuyordu:
“Senin oğlum benim oğlumdur. Olsun! Üçünü de okut, masraflarını ben öderim. Hele on yirmi koyun, bir araba buğday gider, olsun, buna ne dersin Reyhangül?”
“Sağol Muhtar ağa!”
“Hey Reyhan, yoğurt getir, ağabeyim yoğurdu sever!” Reyhan hiçbir şey demeden kocasının emrini yerine getiriyordu.
“Hepimiz kardeşiz, Gazi Bay, Hidilşah Bay, Nedirşah Bay… Hepsi Tarancı ve hepsi burada kök salan insanların neslinden…”
Bugün Reyhangül inek sağıp avluyu temizleyip tezek yayıp duvara gübre yapıştırıp sonra süt savurup kazana bakarak durduğunda Muhtar Bay bağıra bağıra avluya girdi:
“Hey Reyhangül, yoğurdunu çok beğendim, bir kâse versene!”
“Hepsini süzme ettim, yenisi henüz olmadı.”
“O zaman süzmenden getir!”
Reyhangül, bir kâse süzme sundu. Bay, kâseyi değil onun elini tuttu. Reyhan elini hemen çekince kâse yere düşüp kırıldı.
“Sana bu kırılanın yerine porselen kâse vereceğim.” dedi Bay, kâse kırıntılarını toplamakta olan Reyhangül’ün omzuna dokunarak. İçini mutluluk kapladı. Reyhangül, oturduğu yerden hızla kalkıp eve doğru yürüdü. Uyumakta olan oğlunu uyandırıp:
“Hadi kuzum, kısmak[15 - Kısmak—pişirilmiş çorba, pilav, süt gibi yemeklerin kazandibinde kalan, kuru ve katı kırıntısı.] vereceğim. Çayını iç, tarlaya gidiyoruz.” dedi.
“Yorga biner misin?” dedi Bay, evden çıkıp gerilmekte olan sevimli oğlanın çenesini okşayarak:
“Gözlerin anneninki gibi güzel. Aman kaşına, kirpiklerine bak! Tıpatıp benziyor. Büyüyünce sana kızlar âşık olacak.”
O, “aşk” kelimesini yüksek sesle söyledi. Çocuk:
“Aşk ne demek anne?”
“Kötü bir söz yavrum.”
“Bay dedem kötü söz söyler mi?”
“Söylüyormuş işte!” dedi Reyhan, bahçe tarafına telaşla yürüyerek:
“Aman Allah’ım, sebzeliğe kargalar konmuş! Hişt!”
“Ben kavak ağacına çıkıp kargaların yuvasını bozacağım, yumurtasını kıracağım, yavrularını yere atacağım!” dedi çocuk.
“Bozarsan onlar yine yuva yapacak kuzum!”
Derken evden bir küçücük kız ağlayarak, sendeleyerek çıktı. Bay bu çocukları annesinden yana olmuş, kendisinden hoşlanmamışlar gibi hissetti. Bayın oğlu onu buraya kadar aramamış, Abduömer Bey’in habercisi geldi dememiş olsaydı, bu avluda ne zamana kadar kalıp neler diyecekti ki? Reyhangül en son ağır bir yükü kaldırıp çocuklarını öpmeye başladı:
“Ziyek Cinci’nin yavruları olun, çayınızı için, tarlaya gidip çatı altında meyve kurutacağız, tatlı kavun yiyeceksiniz, dönerken iki bağlam pelin otu koparırız.” dedi. Çocuklar hemen günün huzurunu arzuladılar.
Reyhangül çocuklarını arkasına takıp kavun tarlasına gitti. Tarancılardan kavuncular az, bu mahallede Peyzavat, Yenihisar’dan gelip yerleşen usta kavuncular var. Ziyavdun onlardan kavun yetiştirmeyi öğrenmişti. Onun yazlık karpuzları olgunlaştı, kavunlarından şeker suyu, abinavat, gökçe, besivaldı, bişek şirin, hatta geç olgunlaşan mijgan, sarı kavunları da olgunlaştı. Reyhangül çatının her dalında kavun kakı kurutup, şehre gitmenin hazırlığını yaptı.
Şimdi o, kızını kaldırıp, oğlunu arkasına takıp, sık otları aralayıp, berrak derelerden geçip kocasının yanına, tarla şarkısı çınlamakta olan yere doğru sevinçle geliyordu.
Ziyavdun tarla şarkısı söylüyordu:
Aydınlıkta biçtik ekinler, Tarlada çok bağ kaldı.
Az gün oynayıp ayrıldık, Yüreklerde dağ kaldı…
Reyhangül’ün yüreği birden sızlandı, ne demek “Dağ kaldı.” Bu sırada çiftçilerin yanına Muhtar Bay ile beyin habercisi geldi. Şarkı sesi kesildi.
“Aleyküm!” dedi Muhtar Bay bitkin halde:
“Kolay gelsin!”
“Dediğin olsun!”
“Bu haberci Ziyek’e bir haber getirmiş!”
“Ne?” Ziyavdun ile Reyhan aynı anda şaşırdı kaldı. Onlar da tam oğlunu merak ediyorlardı.
“Evet öyle.” dedi haberci:
“Akşam Alaca Kısrak Lozung[16 - Lozung—Çince kelime, vergi alan bey, yönetici bey, patron] un hizmetçisi çıkmıştı. Dangzı’dan[17 - Dangzı—Çince kelime, dosya, vergi arşivi] Ziyavdun’un kırk ho tarlasının üç senelik vergisini ödemediği hesabı çıkmış.”
“Ne?” dedi Ziyavdun göğe bakıp:
“Her sene kırk ho tarla için on yedi ho buğday götürüp, ilçe hükümet deposuna dökmedim mi?”
“Dangzı’da senin seksen ho tarlan varmış.” dedi Muhtar Bay, açıklayıp:
“Sen hâlâ bilmiyor musun, İsa beylerin ekmekte olduğu, ırmağın altındaki kırk ho tarla senin. Onlar üç seneden beri vergi ödememiş. Tarla senin isminde kaydedilmişken, üç senelik vergi için elli bir ho buğday dökecekmişsin Ziyek!”
“Aman Allah’ım!” Reyhangül’ün kafasına bir ağrı girdi ve gözü karardı:
“Ne diyor bunlar!”
“Dangzi’daki hesabı ben nereden bileyim.” dedi Ziyavdun, acınarak:
“Seksen ho tarlam olsa iyi de, kırk ho tarlayı ekip, ekmeğini yiyen ağabeylerim onun vergisini de öder, öyle değil mi?”
“Evet, öyle olmalı!”
“Vermezse olmaz!”
“Bakın bu köyün beylerine!”
Çiftçiler şafak ışığında ışıldayan oraklarını sallayıp her taraftan bağırdılar.
“Haberci beyim!” dedi, Tayyip isimli konuşkan çiftçi:
“Alaca Kısrak beyime söyleyin, olmadık yeri kaşımasında kaşıması gereken yeri kaşısın…”
“Hey Tayyip, sözüne dikkat et!” dedi Muhtar Bay, özgüvenle:
“Biliyor musun, alaca kısrak geliyor dese beşikteki bebek ağlar, kısır kalmış hatun da doğuruverir. Hepimizi zincirle bağlayıp, dana sürüsü gibi hapse atmasın o Kaşgarlı!”
“Senin de ağabeyin varmış ha Muhtar ağa!”
“Merak etme Ziyek!” dedi Muhtar Bay, debdebeli bir şekilde bağırarak:
“Beyler vergi buğdayını dökecek, dökmezse otlağını yakacağız. Ben beye söylerim, hizmetçiler bey ağabeyimi sıkıştırır, sen korkma! Reyhangül’ü getir, ata bindirip eve götüreyim. Bak, nasıl korktu kadıncağız!”
Reyhangül hayır demeye fırsat bulamadan, Ziyavdun eşini bebek gibi kaldırıp kara yorganın sırtına bindirdi. At ayağını yere vurmaya başlayınca Reyhangül korkup Muhtar Bayın kuşağını tuttu, Muhtar Bay Ziyavdun ‘un küçük kızını da kucağına aldı ve atını dehledi. At mahalleye doğru yorgaya kalktı.
“Beni sıkı tut, ürküyor bu at, beni sıkı kucaklamazsan seni yere atar!” diye çıkıştı Muhtar Bay.
Reyhangül gönlündeki nefreti birden unuttu. Hoş ve titreyen sesiyle:
“Bay abi” dedi, “bay” kelimesini vurgulayarak. “Alaca Kısrak denen adam acımasız diyorlar, onu tutup bağlar mı?”
“Ziyek’i mi?”
“Evet!”
“Dedim ya, bay ağabeyinin gönlünü alsan Ziyek’e kimse dokunamaz!”
“Ağabeyim olduğunuz halde hemşirenize kötü niyette olmazsınız değil mi?”
“Ne demek kötü niyet? Ne istersen vereceğim, sen de öyle yapacaksın!”
Bay, arkasında sırtına yapışarak oturan Reyhan’ın kalçasına sol eliyle vurdu. Reyhan:
“Şimdi aklıma geldi, bir bağlam pelin süpürge dermek istiyordum. Durun, kızımı da alayım.” dedi.
Muhtar Bay ise atını dehledi. Yorga at hızla mahalleye doğru koştu. Reyhan çığlık attı. At homurdanıp derelerden atlayarak mahalleye değil, mahallenin doğu tarafındaki karaağaç ormanlığına doğru koştu. Reyhan bağırdı, bayın sırtına vurdu. Kızı annesiyle birlikte çığlık attı fakat bay aldırış etmedi. Reyhan, ormanlığa varırsa hiçbir şey olmamış olsa da kötü söylentilerin yayılacağını biliyordu. Çünkü mahallede bu tür dedikodular güzel yemeğin kokusu gibi hızlı yayılırdı. Dönemeçteki ırmağa geldiğinde Reyhan, kumluk kıyıya kendini attı ve yere düşüp yuvarlanarak tarla sarmaşığında durdu. Dirseğinin sürtülmesinden başka hiçbir yeri yaralanmadı. O, ayağa kalkmadan Bay atını durdurdu ve attan sıçrayarak inip çocuğu yere oturtup Reyhan’ı sarmaşıkta bastı. Reyhan ne bağırabildi, ne kıpırdayabildi. Bayın sert sakalları onun yüz ve boyunlarına sürüldü. Reyhan ayağıyla Bayı sert bir şekilde tekmeledi. Bay, yana doğru düştü. Reyhan hemen ayağa kalkıp ağlayan kızını kucakladı ve hıçkırarak:
“Baş belası yabandomuzu!” diye bağırdı.
Bay yerinden zorlukla kalkıp, şapkasını alarak giydi ve Reyhan’a bakmadan:
“Kancık!” diye küfretti ve atına binip şehre doğru gitti. Reyhan kızını alıp bir bağlam pelin derleyip evine geldiğinde hava kararmış, çiftçiler ot yüklenen atlarına binip, pilav yemek için “orak başı”[18 - Buğday biçtiği gün buğday tarlasında çalışanlara yemek veren tarla sahibi.] olacak eve gidiyordu.
“Şimdi mi geldin?” dedi Ziyavdun, eşine atla yürüyerek yanaşıp ve arkasında oturan oğluna dönüp:
“Bu kavun karpuzları annenle beraber eve taşıdıktan sonra pilav yemeye git, Dera’yı da götür.” diye buyurdu.
Reyhan, oğulları Bera, Dera, Hemra ve kızı İmhan ile avlu taraçasında oturup karpuzları kırıp yedi ve çocuklarına:
“Kabak aşı yaparım hemen.” dedi ve kovasını alıp ırmağa su almaya gitti. Sevinç ile üzüntü, mutluluk ile gözyaşı sık sık değişen bu küçücük mahallede gündüz ile gecenin, hafta ile ayların değişmesi de öyle hızlı ve kolaydı. Yaz boyunca yabancılaşmış tavuklar kuru yapraklarla dolu bahçelerden, kuru ot ve saman yığınıyla dolmuş avlu, ağıllara çekinerek geliyor. Ardı ardına öten, taçları kıpkırmızı, yeniden tüy çıkarmış civciv horozlar, yaz boyunca kendilerini arkasına takıp, kanatları altında uyutup bakmış annelerini tanımamış gibi, kendi sahipleri olan Bera, Dera isimli âdemoğullarını da tanımıyorlardı. Bu adamlar onlara göre bahçede sık sık karşılaşan yabani kedi, tavşan, köpek, buzağı gibi dört ayaklı hayvanlardan farksızdı. Onlar şimdi hangi sebze yığını altında yumurtadan çıktığını bilmediği gibi, çok geçmeden burada neler olacağını da bilmiyordu. Doğa dilsizdir ama her şeyi işaretle bildirebilir. İşte çapkın horozlar! Tavuk kovalamak, yem yemek ve heyecanla ötmekten başka bir şey bilmiyorlardı. Eğer bilselerdi, Muhtar Bay’ın bu karanlık bahçeyi yazdan beri kaç defa dolaştığını, bir kadının bahçeye çıkmasını bekleyip otlar arasında kaç defa gecelediğini sahiplerine söylemiş olurlardı. Her sene ara sıra ekin biçen, böylece kendisinin her şeyde yetenekli olduğunu herkese gösteren Muhtar Bay, bu sene bir defa bile orak tutmadı. Mescide sık sık uğrayarak Cuma namazı kılar, mahalle imamını kötüler, bu mahallenin hakiminin imam, mütevelli veya bey dahi değil, kendisi olduğunu göstermek isterdi. Bu sene, bu işi de bıraktı. Hep Reyhan’ı düşünüyordu. Hayalinde ona seslenip “Ziyek’i bırak, benimle evlen. Küçük hatun olmak istemezsen büyük hatun ol. Akbaş Gülnisa Büvi’yi altı çocuğuyla birlikte üç talak etmeye razıyım.” diye yalvarıp yakınıyordu. Onun için bu dünyadaki hey şey anlamsız, bir tek Reyhan hayatın ta kendisi, ehemmiyeti ve varlığıydı. O, bahçesine çıkıp kızlarından çiçekleri soruyor, bir çiçeğe reyhan dendiği an onu gizlice kokluyordu. “Irmak kenarında reyhan bitkisi varmış.” sözünü duyunca, ırmak kenarında uyumaya başladı. Eğer birisi ona “Kâbe nerede?” diye sorsa, hiç tereddüt etmeden “Kâbe işte o Ziyek’in evi.” diyecekti. O, çift kanatlı kapısının koltuğunda oturup Ziyek’in avlasunun bahçe kapısına saatlerce bakıyordu. Birisi gelip:
“Selamün Aleyküm, neden oturuyorsunuz böyle?” dese “Nerede?” diye şuursuzca sert tepki gösteriyordu. Yaz sona erip keyifli sonbahar da son buldu. Düğünler, at yarışması mevsimi başladı. Sonbaharın son günleri Ziyavdun’un evinde her gün tartışma, her saat çekişme yaşanıyordu.
Yoğun kar yağmadan önce şehre taşınalım.” diyordu Reyhan, her gün sabah hava durumuna bakıp:
“Bakın, hava durumu kötü!”
“Hele o günü oğlunun ziyaretinden geldim ya hatun.” diyordu Ziyavdun, sıkça tekrarlanan bu sözlerden sıkılarak:
“Sünnet düğününü bir yapalım, sonra konuşalım!”
“Düğünü burada yapıp çocuğu şehirde yatağa yatıralım.”
“Hayır hatun! Muhtar Bay abi kabul etmez!”
“Çocuk onun mu yoksa sizin mi?”
“Atalık sıfatında olan abi o!”
“Aman Allah’ım!”
Reyhangül, Bay’ın yaptıklarını, yaz boyunca, pencere başından gitmediğini, bırakmadığını, yalvardığını ve kötü niyette olduğunu sadece “Aman Allah’ım” kelimesiyle ifade ediyordu. Fakat Ziyavdun, kadın dilinin bu kadar çok anlamı olduğunu nereden bilsin. Eşine teselli verip sevindirmek için:
“Nuri, Hüseyin Bay’ın fabrikasında çalışıp bayağı para kazanmış hatun, para verdim asla almadı! Yalnız ekmekler ile kaymaklarını aldı. Haşim Tambur ile tanıştırdım. Oğlumuz iyi okuyormuş, Bay ağabeyimin bir arkadaşının üst kattaki evinde kalıyormuş.”
“Hayır, hayır! Oğlum başkalarının evinde sıkılır, bırakın o evi.”
Böyle konuşmalar her gün bir kaç defa oluyordu.
Reyhangül bugün taraça kenarında durup öne doğru eğilerek büyük bir tekne dolusu hamuru kıvranarak yoğuruyordu. Ziyavdun küçük kızını dizine almış, Reyhan’ın zayıflayıp solmuş yüzüne, ince ellerinin hamur yoğurmasına, büyük hamuru devirdiğinde boyun damarlarının kabarmasına, ayaklarının titreyişlerine bakarak oturuyordu. Bu ömürlük eşini yaşamın zorluklarından kurtarmak istiyordu ama çaresizdi. Hamuru erkek yoğursa tavuğu arabaya koşmuş gibi gülünç bir şey olurdu. Ya hamuru evirip çevirip yardım ederse? Hayır, Tarancı erkekleri kazan başına asla yaklaşmaz, yaparsa rezil olur. Tıpkı sokakta çırılçıplak dolaşmak gibi bir şey olur. Ocağa tezek atılmış, saman katılan tezek yanarak mangala yayılıyordu. Onu mangalın içine sokabilirdi ama bu da kadınların işiydi. Öyle yaparsa hatununa kendi eliyle makyaj yapmış gibi olur, bu da oldukça alay konusu bir şey olurdu!
“Ateş dışarı sıçradı hatun!”
Reyhan kumaş terlik giydiği ayağıyla ateşi yerine koydu.
Dışarıdan Bera koşarak girdi:
“Anne, buzağı ineği emiverdi!”
“Buzağıyı bağla kuzum, hamuru sıcak taraçada demlendirdikten sonra hemen ineği sağarım.”
Beş tandır ekmek yapmak Reyhan için zordu ama Ziyavdun’a göre bir şey değildi. Buzağıyı bağlayıp ineği sağmak da onun için bir şey değildi. Kızı ağladı.
“Kızını teselli etsene hatun!”
“Mutfaktan ekmek alıp verin, tahta başında kaymak da var, yedirin!”
“Ne diyorsun sen!”
“On tane elim yok ya! Böyle oturarak bakacak mısınız?”
“Hatun mu ol diyorsun?”
“Yaz boyunca buğday bağlayıp tarla sürüp ekin biçsem erkek oldun demiyorsunuz da şimdi çocuğa kaymak yedirdiğiniz için… Aman Allah’ım!”
Ziyavdun eskisi gibi güldü. Nasıl olduysa o, bugün çocuğa baktı, Bera ile Dera annesine yardım edip tandıra odun saldı, hazırlanan ekmek hamurlarını tandır başına taşıdı. Küçük oğlunun sünnet düğünü için Muhtar Bay’ın verdiği üç koyun, bir kuzuya yem verdi, eve ırmaktan su taşıdı. Hava karardığı zaman bu iki çocuk çit yapmak için takırdatarak kazık çaktı. Ziyavdun bugün ne var ki Reyhan’ın işlerine dikkat etti. O, tan vaktinden önce kalkmış, şimdi karanlık olmuş ve durmadan çalışmıştı. Şehre götürmek için yaz boyunca kuruttuğu elma, kavuk kakları, domates, biber, tasma et, bir çuval un, onca sukabağında yağ, içine yün sokup diktiği bez örtülü yorgan ve şilte, saman sokup diktiği yastıklar, Bay ağalarıyla didişerek Kışlaktam’dan birçok çuval yün getirip bastırdığı günlük kilimler, dikilen giysi ve toplanan odun tezek… Bunların hepsi Reyhan’ın emeklerinin meyvesiydi. Şimdi onun eşi Reyhangül başını dizine dirseğiyle dayanan sağ elinin avucuna koyup, gece yarısına kadar ekmek yapıp sıcak tandıra defalarca başını sokup kızarmış yüzünü yorgunluktan uyuşmuş sol eliyle okşayıp, ışıldayan gözlerini erine dikmiş oturuyordu. Dolunayın karaağaç dalları arasından rüzgârla sallanarak inen loş ışığında Reyhan ona oldukça güzel, sevecen ve nezaketli göründü. O, Ziyavdun’un kucağında uyuyakalmış kızını yanağından okşayıp:
“Açık beyaz yüzü size, kaşı gözü bana benzemiş. Nuri gibi ağzı burnu yerinde çocuk olacak!” dedi.
“Senin gibi güzel!”
Ziyavdun belki ilk defa eşini böyle övmüş olmalı ki Reyhan oldukça sevinip gülerek:
“İçim yanıyor, buz gibi karpuz yeseydik!” dedi. Ziyavdun hemen karpuz getirmek için yerinden kalkmaya çalıştı. Bu da belki onun eşi için yapmak istediği ilk iş olmalıydı:
“Ben getireyim hatun, çocuklar akkavak, yeşil kavak oyunu oynuyor.”
“Hayır, kalkmayın, çocuk uyanmasın, ben getireyim.”
Reyhan çeviklikle tandır başından inip bahçe kapısıyla avluya doğru yürüdü.
Ziyavdun uzun süre bekledi fakat Reyhan çıkmadı. Reyhan’ın arada bir baygınlık geçirdiğini, bu hastalığın bu sene sık sık görüldüğünü biliyordu. Endişe duyarak:
“Reyhan!” diye bağırdı. Kız uyanıp ağladı.
“Bera, Dera, Hemra!” O, çocuklarını çağırdı. Avluya çığlık atarak ağlayan Hemra koşa koşa girdi:
“Baba, bahçe kapısının önünde bir cin yatıyor!”
Ziyavdun tandır başından kızını alıp yere sıçradı ve bağ kapısına doğru koştu. Reyhan yerde sırtüstü uzanıp yatıyordu. Saçlarına kuru ot, samanlar yapışmış, ay ışığında yarı açıkgözleri Ziyavdun’a dikilmiş fakat nuru kaçmış, uzun kirpikleri hareketsiz, uzun simsiyah saçları sertleşmiş, ağzı bir şeyler söyleyecekmiş gibi yarı açık kalmıştı. Ziyavdun onun başını dizine koydu. Hayatında bir damla gözyaşı bile dökmemiş bu erkeğin gözünden hayat faciasının acı damlaları süzülüyordu. Hayata ebediyen gözlerini kapatan eşinin güzel adını titreyerek dile getirip var gücüyle bağırdı:
“Reyhan!”
Onun sesi bütün mahalleye yayıldı. İlk olarak bu av luya Muhtar Bay girdi ve Reyhan’ın naaşı önünde diz çöküp Ziyavdun’un sert ellerini avucu arasına alıp hıçkırarak ağlayıp:
“Kardeşim!” diye bağırdı.
Avlu ve sokak hemen ağıt yakanlarla doldu. Reyhan-gül, zengin bir ailenin kızıydı. Ziyavdun onunla evlendiğinde bütün mahalle halkı şimdi olduğu gibi bu avluda gerdek gecesini tavan penceresinden dikizleyerek geçirmişti. Bu zengin kızı, bir erkek için on seneden aşkın görmediklerini görerek her türlü güçlüklere dayanıp vefakârlığına sonsuza dek sarılıp onlara veda ettiğinde, halk eskisi gibi bu avluda geceledi. Ziyavdun sabaha yakın, taraçada, semer üzerinde uyuyakaldı. Bir rüya gördü. Rüyasında en güzel hayat hatırasının başını, en etkileyici sayfalarını okudu.
Ziyavdun annesini binek arabasına bindirip Kışlaktam’a geldi. Annesinin Nedirşah isimli dayısının avlusuna girdiğinde iki tane örgü saçı dizlerine kadar dökülen bir kızı arkasından gördü. Büyük un sandığından tekneye un almakta olan kız, arkasına dönüp atının koşumlarını çıkartmakta olan Ziyavdun’a baktı. Bu sadece dönüp bakmak değil, ok atmak, kement fırlatmak oldu. Şimdiye kadar bir kızın tebessümle bakmadığı bu gencin yüreğine sevda düştü, vücudu yandı. O, koşumları çıkartırken tekrar taktı, telaştan arabanın dayağına takılıp sırtüstü düştü, şapkası yuvarlanarak kızın önüne geldi. Kız kahkaha atarak onun şapkasını elini dokunmadan dirgenin ucuna takarak çatının üzerine fırlattı. Ziyavdun şapkasını almak için dışarıdaki merdivene tırmandı. Çatıya çıkıp şapkasını alıp inmek üzereyken, merdivenin olmadığını far-ketti. Cici kız bahçedeki eski karaağaçta salıncak oynuyordu. Ayaklarını önündeki ağaca dayayıp hiçbir şey olmamış gibi “gu-gu-guk” diye oynuyordu.
Ziyavdun çatının kenarına gelip oturdu. Kızın havalanan gür saçlarına, ipek etek içindeki nazik bedeninin kıvranışlarına, her defa kendine dönüp baktığında beliren güzel yanakları ve işveli kara gözlerine zevkle, istekle, kendisinin bile anlayamadığı bir coşkuyla baktı. En son kız onun yanına süzülerek geldiğinde:
“Sen olgunlaşmış dut, ben kart karga olsaydım!” diye seslendi.
Kız tekrar dolaşıp geldi ve:
“Hey karga, hadi git, dut henüz olgunlaşmadı!” diye kahkaha attı.
Ziyavdun akşama doğru çukur yanındaki çeşmede atına su verirken, aniden boynuna buz gibi bir su döküldü. İrkilerek baktı. Reyhan patika yoluyla pınar başından tepeye doğru koşuyordu… “Karga olup arkasından uçsaydım!” diye düşünmüştü o anda.
O günden itibaren Ziyavdun hep Kışlaktam’a koşmaya, sıcak günlerde evine günlerce gelmemeye başladı. Sonunda yiğidin arzusunu annesi anladı. Akrabaları vasıtasıyla isteklerini iletmişti, Nedirşah bunu duyunca sinirlenip:
“Bu torunum için şehirden Setivaldı Bay’ın elçileri gelmişti. Her şeyi bildiği halde niye ağzını açtı bu Şavdun’un çocuğu!” dedi. Şavdun, Ziyavdun’un babasıydı. Eskiden büyük toprak sahibi, şimdi ise iflas edenlerin dedesi olan o adam çoktan ölmüş olduğundan, onun dul eşinin itibarı kalmamıştı.
Bir gün akşamüstü, Nedirşah Bay’ın evindeki hizmetçi kız mahallede gözüktü. Ziyavdun’a:
“Dut olgunlaştı, pınar başına düştü diyor Reyhangül” dedi.
“Ne zaman?”
“Bu akşam.”
Ziyavdun bir arkadaşıyla beraber iki atlı olup hava karardığında pınarın ötesindeki söğütlüğe geldi. Çok geçmeden, vadinin çakıllarını şıkırdatan kız gözüktü. Ziyavdun sessizce onun ayaklarını üzengiye aldı ve koltuk altından tutarak ata bindirdi. Kendisi eyerin arkasına bindi. Onlar atlarını nice nehirden yüzdürüp geçirerek Çapçalmezar’daki uzak akrabalarının evine sığınıp orada üç gün kaldılar. Kızların kaçması gelenek olsa da Bayların kızının kaçması büyük rezaletti. Uzun boylu, sıska, asabi olan Nedirşah, Ziyavdun’un elçilerine zehir saçıp:
“O öldü, onun gibi torunumuz yok, gözüm görmesin o namussuzu!” dedi.
Kötülenen kızın düğünü sade, nikâhı muhteşem oldu. O günden bu yana zengin ailenin kızı, Ziyavdun’un büyük evinin sahibi hem de hizmetçisi, kocasının yakın yardımcısı olarak yıllarını geçirdi. Bu ev ona, sevimli çocukları, onların sevgisini, mutluluğunu hem de sayısız müşkülat ve yüzündeki kırışıkları hediye etti. Sonunda, bu ev onu kendi eliyle işi gücü, zahmetleri olmayan öbür dünyaya uğurladı.
Bu rüya değildi, Ziyavdun’un hayaliydi. Uyumadı. Hayat defterinin sayfalarını çevirdi durdu. Ertesi gün Reyhan’ın cenazesi ağıt yakılarak son yolculuğuna uğurlandı.
* * *
Üzerine kaftan, sade kürk, deri pantolon, keçe çorap, kıvrım çizme giyip mescit duvarına yaslanarak güneşlenip oturan mahalle büyükleri günlük sohbetlerine başlamıştı.
“Bela üstüne bela!” dedi Mira Kadı, ellerini sallayıp:
“Hükümetle didişebilir miyiz?”
“Kazara olsa bir kere!” diye sakalını sıvazladı mahalle imamı başını sallayarak.
Ulu Ahun’un evine hırsız girdiği gün ortaya çıkan mahalle baturlarının ertesi günden itibaren hiçbir şey olmamış gibi kendi işleriyle uğraşmaya başlamasından bu yana üç aydan fazla bir zaman olmuştu. İnsanların yazdığı dava mektubu, söyledikleri büyük lafları tamamıyla unutuldu. Fakat dün Ziyavdun tutuklanmıştı. Mahallede yeni baturlar ortaya çıktı:
“Bu beyin işi! Ona hep birlikte saldıralım!”
“Hocaya dava mektubu sunalım!”
“Hayır! Bu Alaca Kısrak’ın işi! Muhtar Bay ona kendince hoy Kaşgarlı demiş. Bu yüzden Ziyek’i tutukladı!”
Dün, kıble tarafından soğuk rüzgâr eserken, Alaca Kısrak’ın bıyıklı yardakçısı kılıç kuşanmış iki askeri arkasına takıp mahalleye girdi. Ziyavdun’un evini sordu.
“İşte orada!” dediler oturan meraklı çiftçiler ayağa kalkarak. İki çiftçi onları Ziyavdun’un çitle çevrili avlu kapısına kadar getirdi.
“Ziyek! Hey Ziyek!”
Başına beyaz kilim şapka giyip, ceketinin üzerinden dizine kadar sarkan kuşak bağlayan Ziyavdun kapı önüne çıktı. Sakalları uzamış, göz kapakları şişmiş, gözleri kızarmıştı. Küçük kızını ceketine sarmıştı. Askerlere şaşkınlıkla baktı.
“Eve girin, eve!” dedi afallayarak Ziyavdun.
“Sana bir bildiri getirdik, kaymakamdan!” dedi yardakçı, koynundan dürülmüş kâğıdı çıkarıp:
“Hemen gitmen gerek, çocuğunu bırak!”
“Ne diyor bu hey! Eşim vefat etti, yarın onun kırk nezri[19 - Kırık nezir—vefat eden kişi için 40 gün sonra yapılacak yas tutma işi, birçok insan katılır, yemek yer, rahmetli için dua, niyazda bulunur.] var, nezir işi tamam olsun her ne olursa!”
“Her ne olursa mı dedin?” dedi yardakçı gri renkli ceket, beline tasma kuşak bağlayan, ayağını beyaz bezle kuşatıp pabuç giyen askerleri gösterip:
“Bunlar bilirse başına bela olur!”
“Madem sen bizdensin, bunlar dediğin mahlûklara sen bildir!”
“Yeter artık! Hemen beyin evine gideceksin. Orada senin gibi üç dört sene vergi ödemeyen enayilerden yedi sekizi var, onlara katılacaksın, yürü!”
“Niye üç dört sene diyorsun, her sene vergi ödüyorum!”
“Bununla benim işim yok, yürü, yalnızca seni götürmekle sorumluyum!”
Ziyavdun kızını evine bırakmak için kapıdan eğilerek girince, yardakçı onun omzundan tutup çekti:
“Evine değil, bu tarafa yürü hey aptal!”
“Çocuğu eve bırakamaz mıyım? Azrail olsan da anlayışlı ol!”
“Anlayış!” Yardakçı boyun damarlarını kabartıp yanındaki iki askere bağırdı:
“Bağlayın!”
Ziyavdun arkasına dönüp bakmaya fırsat bulamadan, iki asker onun ellerini arkaya çevirip dirseğinden bağladı. Ziyavdun’un kızı acı acı bağırarak ağladı. Evden kayınvalidesi ile genç bir kadın koşarak çıktı. Ağıldan Bera ile Dera, arkasından Hemra ellerinde çatal, değnek, koşarak geldiler. Çocuklar babalarının ellerini bağlayan askerlere vurmaya başladılar. Askerler de onlara. Ziyavdun, çocuklarına vurmaya kalkışan askerleri gövdesiyle engelleyip:
“Bırakın çocuklarımı, vurmayın!” diye bağırdı. Askerler süngülerini doğrulttu ve Ziyavdun’un elini bağladıkları ipi yardakçıya tutturup mahallenin batı tarafına doğru yürüdüler. Ziyavdun’un çocukları çerilere atılarak geldi. Onlar, başkalarının engellemesine rağmen bir askerin sırtına çatalla bir darbe indirdi.
“Aiyya!” Seyrek sakallı, tümsek dişli, yassı burunlu asker yüzünü ekşitip inleyerek süngüsünü çocuğa doğrultup koştu “Şa sı ni![20 - Şa sı ni—Çince kelime, seni öldüreceğim anlamı verir.]”
O, çocuğa süngü sallarken kafasına bir tokmak yedi. Sendeledi ve başını tutup bağırdı:
“Jini şenren![21 - Jini şenren—Çince kelime, bana kıydı, canımdan ediyor anlamı verir.]”
Diğer asker korktuğundan göğe doğru ateş etti. Mahallenin köpekleri ulumaya başladı. Kargalar bağırıp gürültü kopardı. İnsanlar evlerinden çıkıp birbirine karıştı. Sakin mahalle birden velvele, çığlık sesleri, konuşmalar, bağırma çağırmalar ve korku içinde kaldı. Ziyek’in yanına Muhtar Bay geldi. Bir askeri attan indirip kalçasını tekmeledi, sonra iki askerin uzun tüfek, mızraklarını kapıp öfkeyle hırıldadı:
“Vay anasını pis domuzlar!” Ziyavdun’un elindeki ipi çözüp askerlere hiddetle baktı ve “Hadi git söyle! Gücü yeterse Alaca Kısrak kendisi gelsin. O alaca kısrak ise, ben kara yabandomuzuyum!” dedi.
Askerler gitti, bütün mahalle korkuya düştü. Muhtar Bay kara atına binip çıktı ve:
“Hoca’ya anlatacağım!” dedi. Sonra şehre doğru yola çıktı. O gittikten sonra Ziyavdun:
“Allah canımı almasa da teslim olaydım, ben gitmezsem çok sayıda asker gelecek. Abdul kardeş, çocuklara iyi bak, bir yere gönderme, avludan çıkarma, anladın mı?” dedi ve beyin otlağına doğru gitti.
İşte bugün mahalledeki aksakal, kara sakal herkes mescit önünde toplanmıştı. Birilerinin gözü beyin kuzey tarafındaki otlağına giden yoldaydı. Sanki o taraftan bir fırtına gelecekti. Birilerinin gözü ise şehir yolunda batıya doğru giden binek arabası yolunda idi. Sanki o taraftan da yeni bir güneş doğacaktı.
“Hocanın Alaca Kısrak’a gücü yeter mi?”
“Yetmez mi? Hocanın yedi kuşak dedesi buranın hakimiydi!”
“Ama Alaca Kısrak, Cangcung[22 - Cangcung—Çin’in yerli askeri yöneticisi] ile beraber afyon içen bir Kaşgarlı!”
“Cangcung, Dotey[23 - Dotey—Çince kelime, dönemin yerli valisi] gibi adamlar Şeng Duben’den korkar mı?”
“Şeng Duben’den Japonlar da korkuyormuş! Görmedin mi? Bizim İli’ye Japonlar gelmedi.”
“Nice baylarını hain ilan edip zindana atan Şeng Duben, Alaca Kısrak’tan korkar mı?”
“Nezer Hoca gelseydi!”
“Hakimbey Hoca’nın da gücü yeter. Onu Muhtar Bay getirebilir mi acaba!”
“Getirmez olur mu!” dedi Mira Kadı, ellerini havada sallayıp: “Şahlık beyim, hocanın hizmetçilerini yönetemediği zaman Muhtar Bay’ın babası rahmetli Osman Hacı’ya yalvarıyordu. Murat Hacı, Osman Hacıların ataları Halat san Hocalarla dostmuş. Yetmiş seksen sene önce, seksen üç Yüzbeylik’in çiftçileri ayaklanıp Abduresul Bey’in peşinden Han’ın[24 - Han—1755-yıldan itibaren Uygur bölgesini yöneten Çing sülalesi hanı, hanlık İli bölgesinde askeri hükümet kurup tüm Uygurları yönetmişti. Burada 1860-yıllarda İli ilinde patlak veren çiftçiler isyanı kastedilmekte] surlarına saldırdığında dahi hacılarımızın babaları öküzleri sürü halinde götürerek kesip develerle un taşıyıp gazilere bakmışlar, Sadır Temrenci’yi[25 - Sadır— Sadır Pehlivan, dönemin kahramanı, ayaklanan çiftçilerin önderi, geniz sesiyle konuşan özelliğinden dolayı öyle lakap takılmıştır.] de bir kaç defa görmüşler. Alahan Sultan işte bu Kışlaktam, mezarlara geldiğinde de bizim hacılarımızı ziyaret etmiş!”
Kadı, çiftçilerin anlayamadığı bir dilde söylediği bu sözlerini daha da zorlaştırmak için:
“Molla Şevket hazretlerinden ‘Eskimiş Mushaf’ı ne yapmalıyız?’ diye soran da Tokılak Şanyo ile bizim Osman Hacı’ymış. Molla Şevket hazretleri ‘Öyle bir Mushaf’ı çuvala sokup nehre atmak gerek’ dediğinde, ‘İşte siz de eskimiş Mushaf ‘ diye o hazreti İli Nehri’ne atarken çuvalın bir ucunu tutan da Osman Hacı’ymış…’” gibi tarihi vakaları ekledi. “Geldi işte!” diye bağırdı mescit damına çıkmış dazlak, kirli yüzlü, kürk giyen birisi:
“Atlılar geliyor. İşte! Eski mahalleden çıktılar!”
Çiftçiler telaşa kapıldı. Çiğdem renginde oynak bir ata binen Abduömer Bey ile boz ata binen sert yüzlü bir adam, onları takiben yardakçı, büyük, küçük beyler, başlarına deri şapka giyen atlılar mahalleye girdi.
Herkes ayağa kalkıp mescit duvarına yaslanıp ellerini kavuşturup bekledi. Atlılar durdu. Kara sakallı, çengel burunlu, şapkasını bastırıp giyen bey, kamçı sapıyla eyere dayanıp:
“Niyaz Bey, dün yaşanmış olaya çok kızdı!” dedi, yanındaki samur şapkalı, lacivert kaftan giyip boynuna mavi eşarp saran, açık sarı sakallı, yüksek burunlu, gözleri korku veren, uzun boylu, sıska adamı gösterip:
“Muhtar Bay evinde mi?”
“Yok, şehre gitti!”
“Lanet olsun!” dedi korku veren o adam, öfkeyle:
“Duymadım demeyin, eğer kim başkaldırıp bize karşı çıkarsa onu bağlarız, asarız, hapse atarız, işkence ederiz!”
Onlar gürültü kopararak güneye doğru gittiler. Bir kuzgun, mescit önündeki eski karaağacın dalına konup bağırdı. Sesi, deminki adamın sesini andırıyordu.
“Alaca Kısrak işte o!” dedi Mira Kadı, sinmiş insanlara o adamı tanıtarak:
“Onun bildiği yalnız bağlamak, asmak, hapse atmak, dayak atmaktır!”
“Muhtar Bay olsaydı, ne yapardı?”
“Tutuklardı tabi ki. Bak! O, Muhtar Bay diyeceğine Muhtar dedi.”
“Bence Muhtar Bay ondan korkmuyor, burada olsaydı hey Kaşgarlı, derdi.”
“Diyebilir mi?”
“Diyemez mi?”
Bu mahallenin hakimi, zengini, koruyucusu olan Muhtar Bay, onlara göre en bilgin, en büyük, en güçlü insandı.
“Ziyek’e ne yapmış onlar?”
“Bağlayıp depoya sokmuşlar!”
“Geceleyin şehre götürmüşler!”
“Ah zavallı!”
“Helvayı hâkim, dayağı yetim yiyor.”
“Vergiyi İsa Hacılar ödemesin de hapse Ziyek atılsın!”
Bu sırada Muhtar Bay kara yorgasına binip kara kara düşünerek geliyordu. Dün akşama doğru şehre gitmişti. Bu vakitte Karadöng mescidinin minaresinde kalın sesli müezzin akşam namazı için ezan okuyordu. Mescidin karşısındaki avludan başına ince sarık dolayıp aceleyle çıkan orta boylu bir adamı gördü ve attan sıçrayarak inip selam verdi:
“Selamün Aleyküm, Tayyipzat Halife hazretleri!”
“He, Muhtar Bay nasılsınız?
Tayyipzat isimli bu hareketli, kara sakallı adam, Gulca’nın kadı halifesi, Muttali Halife’nin en yakın müridi, ilmi ve ahlakıyla tanınmış ünlü adamıydı. Hakimbey Hoca’ya da yakındı.
“Hocayla görüşmek nasip olur mu hazretim?” dedi Muhtar Bay, onun elini sımsıkı tutarak.
“Bir sıkıntıya mı düştünüz acaba?”
“Alaca Kısrak’ın zulmüne uğradık.” dedi Muhtar Bay, gazabını gizleyemeden bağırıp:
“Bize gün yüzü göstermez oldu o Kaşgarlı!”
“Eyvah! Bu Karadönglülerin çoğu onlar değil mi Muhtar Bay, bu mahalleye Geyşan[26 - Geycang—Çince kelime, mahalle yöneticisi.] bakıyor, bilmiyor musun? He, öyle mi? Hocam bugün sabah Roza Tambur, Hasan Tambur’u alıp dopdolu iki fayton adamla Araösteng’e, Kasim Mirab’ın evinde düzenlenecek toya gitti. Mirab’ın dört yerdeki taş değirmeni çalışmaya başlamış galiba, onun kutlaması olsa gerek.”
“Öyleyse ben döneyim!” dedi Muhtar Bay, atının ipini toplayıp.
“Bize konuk olmaz mısınız Muhtar Bay?”
“Sağ olun hazretim, Hocamı Mirab’ın evinden bulayım o zaman!”
Karayorga atını koşturup çok geçmeden Cirgılang Köprüsü’ne geldi. Köprünün öbür tarafındaki tepeye çıkıp atının bel bağını pekiştirdi. Kollara ayrılmış olan yol başındaki tepede durup sağ taraftaki yola baktı. Bu yol derin vadilerden geçip İli Nehri’ni takip ederek doğuya yönelen, Moğolküre, Tikes, Dokuztara, Künes’lere, hatta Şota’dan geçip Muzdavan’dan aşıp Bay, Aksu yollarıyla Kaşgar, Hoten’lere giden büyük kervan yoluydu. Bu yolda Çıngıraklı develer, eşek çobanları, hasır ve dallardan gölgelik yapılmış arabalar, kervanlar toz toprak saçarak durmadan geçiyordu. O, nehrin öbür tarafına baktı. Dağın dibindeki açık sarı tepeler, uçsuz bucaksız yoncalık, orada burada gözüken Tarancı köyleri tanıdık mekânlardı. Sabunbulak, Hunihay’dan Çapçalmezar’a kadar Cagıstay, Kaynuk, Yalnızağaç, Kavuncu köyleri eğlence ve espri mekânıydı. Çiftçiler evlerindeki lamba ışığında eğlenip karanlık kışın günlerini geçiriyorlardı. Muhtar Bay orayı seviyordu. Karşısındaki düzlük -kavaklardan Yamatu’ya kadar geniş arsa onların beylik toprağıdır. Birkaç yüz yıldan beri nehir kıyısındaki çukur, eski ormanlıklara sığınan Tarancılar bu geniş alanın sahibiydi. Bugün neden Kaşgar’dan gelen Abduömer bu yere sahip oluyor? Aksu’dan çıkıp, valinin yalağını yalayıp büyüyen Alaca Kısrak neden kendi kardeşlerine işkence ediyor? Üstelik Kolhoz olmaktan korkup Rusya’dan kaçıp gelen Çilekliler, Ğalcatlıklar, Ketmenlik, Puşkeklikler bile neden Tarancı bayı Muhtar Bay ile şanyoluk[27 - Şanyoluk—muhtarlık, köy yönetimi.] yarışına giriyor? Hocam neden kendi halkına sahip çıkmıyor? Muhtar Bay düşündükçe sinirlenip, birilerine sövüyor ve birilerini dövmek istiyordu. Üzengiye ayağını koyup ata sıçrayarak bindi ve toz topraklı kervan yoluna değil, çukuru takip ederek giden yalnız binek arabası yoluna doğru atını dehledi.
Önündeki köy, Rusların yerleştiği Akçakavak köyüydü. Onlar değirmen işletip balık tutup bal arısı yetiştirip sonunda Gulca’nın akın kıyıları, sık ağaçlı vadilerine yerleşti. 1881’de vatanlarına döndüler fakat Rus Çarı devrildikten sonra İli’ye tekrar kaçıp geldiler. Bugünlerde onların bir kısmı bu iki köyün tadını çıkarıyordu. Buralarda karpuz çok iyi yetişir, bıçak değer değmez yarılır, yediğin zaman dilinden tadı gitmez. Rusların köpekleri atlıya dahi uluyordu. Gür sakallı yaşlılar, büyük etek giyen göbekli kadınlar köpekleriyle gurur duyarak kahkaha atıyordu. Onlar bile Tarancı toprağının hakimiydi. Peki şehirde? Andicanlılar ile Nogaylar tahtalı, cam pencereli evlerin sahibi, hepsi tüccar, dükkân sahibi, bilgin idarecilerdir. Nereye bakarsan Tarancının durumu kötüdür. Azıcık buğdayı ekip yaz boyunca gölgede yatarak büyük konuşup kar kırağıya bulaştırıp topladığı ürünleri vergiye, ot saman borcuna kaptırıp boynu bükük yaşayıp gidiyorlar… Hayır, Muhtar Bay Tarancıları uyandırıp, bu geniş zeminin sahiplerinin gözünü açacak.
O, Akçakavak Ruslarının köpeklerini kırbaçlayarak öfkesini çıkardı ve Akçakavak’ın bir ucundaki ünlü pınarın yanında attan indi. Buz gibi çeşme suyunu avuçlayarak içti, sonra atına binip sol tarafındaki eski karaağaçlar arasında sıra sıra duran Rus evlerine bakıp tükürdü:
“Bak! Evlerinin tavanları da Kazakların çadır evleri gibi sivri. Üstelik arabalarının dört çarkı var. Vay cehennemden kaçmış gâvurlar! Kendi toprağında kalamayınca bize sığındın. Padişahın devrilmemiş olsaydı Türkistanlılar buraya gelip muhtarlık için benimle didişir miydi? Bütün belanın başı siz kıllı mahlûklar! Kim bilir burada şimdi karınca gibi çoğalıp kendi Rus Çarına dikleniyor musunuz?” O, atını oynatıp geniş bataklığa çıktı. Orada Kazak çobanlar hayvan bakıyordu. “İşte bu Kazaklar iyi insanlardır, sürülerine bakarlar ne toprağına, ne şehrine göz dikerler.” diye düşündü.
Hava karardığında Pınarbaşı Mahallesi’ne geldi ve tepeden inip kara su takip eden yol ile batıya doğru yürüdü. Sessiz gecede değirmen şelalesi şarıldıyor, değirmen taşının takırtıları duyuluyordu:
“Peh, suyu söyleten Mirab’tır.” diye mırıldadı.
Kara Dere diye adlandırılan çayın üzerine görkemli bir köprü yapılmıştı. Köprüye bakan güney kapı önünde attan indi. Bu büyük kapı yanındaki küçük kapıdan bir adam çıktı ve selamdan sonra Muhtar Bay’ın atını aldı:
“Şu an mukam söylüyor Rozi Tambur!” dedi hizmetçi, atı çekerek büyük kapıya yönelip.
Büyük avluya lamba yakılmıştı. Su yağı doldurulmuş kara lamba sönük ışığıyla avluyu aydınlatmıştı. Kapının sol tarafındaki odalar gazyağı lambalarıyla aydınlatılmıştı. Birisinin mukam söyleyen sesi duyuluyordu. Hüzünlü, manası kapalı olduğu halde ayet gibi etkileyici olan mukamları Muhtar Bay defalarca duymuştu. O, mukam söyleyen kişinin ne dediğini bilmiyor ama onun çaldığı tambur müziğini seviyordu. Ne var ki, bugün mukam onu oldukça etkiliyordu. Ağlamak, bağırmak, yakasını yırtmak geliyordu içinden. Dışarı eve girip ayakucuyla basarak taraça kenarında oturdu. Halı serilen büyük oda misafirlerle doluydu. Yukarıda Hakimbey Hoca güllü kilimler üzerindeki tüy yastıklara yaslanarak oturuyordu. Yanında şehir baylarından bir kaçı, bu tarafta köy zenginleri, mukam müritleri ve dinleyiciler başlarını sarkıtıp oturuyorlardı. Mukam “bi-bi-bi…” ile sona erdi. Dutar ile tef, tamburu takip etti. Rozi Tambur, Hasan Tambur ve şarkıcılar var gücüyle şarkı söyledi:
“Her kişinin derdi olsa ağlasın yar önünde, Kalmasın gönülde arman belki izhar önünde…”
Muhtar Bay hıçkırarak ağlamaya başladı. Onun derdi az mıydı? Onun yüzünden Reyhangül erken hazan olmuştu. Kardeşi Ziyavdun’un başına askerler musallat olmuştu. Onların küçücük çocukları kara yetim olup bağıra bağıra ağlayarak ortada kalmışlardı. Alaca Kısrak denen yabani, hükümet askerlerini getirip onun adamlarına sert baktı, kamçı salladı, ürküttü, hiç kimse onun ağlamasını dinlemedi. Muhtar Bay dertli değil de kim dertliydi?
“Ağlama bari!” dedi birisi onu okşayıp.
“Hoş geldin, gel! Seni hocamın yanına götüreyim!”
O, adama baktı. Önünde eğilerek gülümseyen kişi ev sahibi Kasim Mirab idi. Kara sakallı, beyaz yüzlü, iriyarı bu adam, Gulca vadisindeki Ara Irmak, Baytokay Irmak, Kosun Irmakları’nı yöneten, baharda ırmakları kazdırıp, balçıklarını temizleyip, bahar suyu gelmeden önce Kaş Nehri’ne baraj yaptırıp her köyün ana derelerine aynı miktarda su akıtmayı sağlayan adil mirab idi. Müzik durduğu an Muhtar Bay eve girdi ve herkes ile tek tek görüşüp iki eliyle onların elini tutup sohbet etti. Sonra Hocam’ın yanına varıp, güllü kilimde diz çökerek oturup dua etti. Hocam da dua etti. Herkes dua ettikten sonra Gulca şakacıları Muhtar Bay’a espri yağdırdı:
“Yer cihan buz kesilmeden, bataklıktan kuru yere çıkmışsın be adam!”
“Ruslar görmedi değil mi?”
“Balçığa bulaşınca seni ok bile delemez!”
“Ama dönemez ki!”
“Tungan kargaşasına girmiş Rus tankı bu olmasın!”
“Yabandomuzu.” kastedilen bu nükteli sözlere Hakim-bey Hocam kahkaha atarak güldü. Muhtar Bay önce sinirlendi. Birisi onun lakabını söylerse hep sinirlenirdi ama şimdi onlara öfkelenemiyordu, güç yetiremiyordu. O da Hocam’a takiben zorlanarak güldü. Hocam sıska, biraz zayıf, yüksek burunlu, sarıya çalan kara sakalına çeki düzen verip bıyıklarına bağlayıp bir yuvarlak oluşturmuş, dişleri bembeyaz, gözleri cezbeli adamdı. Her kahkaha attığında herkes onu takip ediyordu. Muhtar Baya göre bu adam İli Tarancılarının koruyucucusu sayılırdı. Onun Çulukay Köyü, Şahlık köylerinde çiftçileri vardı. Bu çiftçilerin hepsi Tarancıydı. Onun dedesi Musa Gung, Oranzip, Meremzat, Bebek Hoca ve adını Muhtar Bay’ın bilmediği atalarının hepsi Tarancılardı. Tarancılar Meremzat’ı Mançuların hapsinden kurtarmış, Mançuların surlarını bozup soyunu sopunu yok edip buradan kovmuştu. O zamanlarda Muhtar Bay’ın dedesi, Elahan Pehlivan’a takiben Bayanday kalesine saldırmıştı. Sadir Pehlivan dehliz kazıp kale duvarının altına barut getirdiğinde Muhtar Bay’ın dedesi Sadir Pehlivan’ın dehliz kazmasına yardım etmişti. Rahmetli babası Osman Hacı her sene nevruz günlerinde Mollatohtiyüzü’ne gidip Sadir Pehlivan’ın ruhuna adaklar kesip nezrediyordu. Allah nasip ederse, ilkbaharda Muhtar Bay da öyle yapacaktı. “He, söyle Muhtar Bay!” dedi Kasım Mirab yumuşak sesiyle:
“Neden herkes seni hedef alıyor!”
“Şahane bir ziyafet ver de lâkabını değiştir.” dedi Rozi Tambur. Esmer yüzlü, ince bıyıklı adam yavaşça konuşup:
“Öyle değil mi Hocam, yoksa siz mi buna bir lâkap takarsınız?” dedi.
“Sana mı?” dedi Hocam, yumuşak ve ince sesiyle gülerek:
“Lâkap takmak Hızır’ın işi değil mi?”
“Hızır, acı çeken adama uğrarmış.” dedi şişman bir şakacı, yana doğru yatarak:
“Bu arkadaş dilenci mahallesinde sadece üç gün âmin diyerek otursa, Hızır Aleyhisselam ona mutlaka uğrar.”
“Uğrayacak olsa üç ay bile oturmaya razıyım.” dedi Muhtar Bay, hüzünlenerek:
“Acılar içime sığmıyor Hocam ağa, bu Alaca Kısrak’ın zulmü!”
“Yabandomuzu nasıl olur da kısraktan korkar?” dedi öbür latifeci, bu sözü şakaya çevirip:
“İki mızrağınla karnını yarsan olmaz mı?”
Ama bu kez Hocam gülmedi. O da Muhtar Bay’ın hüzünlü yüzüne bakıp başını salladı.
Narından[28 - Narın—et, soğan ve makarna ile yapılan bir çeşit yemek.] sonra çay getirildi. Muhtar Bay, Hocam’a şikâyet etmeye başladı. Hocam “doğru” diye başını sallayarak dinledi. Muhtar Bay sonunda:
“Bu Kaşgarlı ve Rusların yüzünden hayatımız karardı Hocam, bize sahip çıkmazsanız işimiz zor!” dedi.
Hocam başını salladı.
“Onlardan daha kötüsü var!” dedi.
“Hep Kaşgarlı, Rus demeyin, onlar da bizden değil mi?” Muhtar Bay geceleyerek mahallesine döndü. Mahallesinin bir ucuna geldiğinde tan ağarmıştı. Mahallesinin dışındaki kabristana geldi. “Elhamdü” diyerek attan inip ağır adımlarla yürüyerek yeni kabrinin başına gelip diz çöktü:
“Kardeşim!” dedi, Reyhangül’ün kabrinden bir avuç toprak alıp gözlerine sürterek: “Çocuklarına sahip çıkacağım, emin ol! Günahımdan arınıp kendimi temizleyeceğim. Yaptıklarımı sır kutusu gibi saklayıp ağzını bıçak açmadan öbür dünyaya gittin. Dünyaya gelip de senin gibi güzel insan görmedim. Ziyek için ailenden vazgeçtin, benim için canını kurban ettin! Başkası için kendini ateşe sokan adamın varlığına beni inandırdın. Hayret şey! Kurban olmak nedir diyordum, anlasam da inanmamıştım, sen beni inandırdın!” O, avucunda toprağı sakız gibi ezerek hıçkıra hıçkıra ağladı.
Hayalinde başka birisi için can veren güzel bir kadın belirdiği için vücudu titreyip yüreği oynadı.
“Kadın ha kadın!” dedi kendi kendine:
“Nice kadının koynuna girdim, kapılarını bozup evlerine girdiğimde benim Muhtar Bay olduğumu bilip sessizce bana boyun eğen o kadınları küçümsemiştim. Tavanlarının penceresinden kuşağımı bağlayarak indiğimde “Size bir zahmet.” diye beni sımsıkı kucaklayan genç gelinleri cariye gibi azarlıyordum. Ruslar Zeynidin Şanyo’yu Mesut Bey’in neslindensin diye idam ettiğinde hatunu koşarak çıkıp “Oğlumu vurdunuz, kocamı vurdunuz, vay gâvurlar beni de vurun!” diye kurşunlara kendini verdiğinde halk ona kahraman ana dedi. Ben içimden güldüm, “Yavrusu için dişi köpek de âdemoğullarına atılır, tavuklar da civcivleri için köpeklere atılır. Dişi köpek ile tavuk da batur mu?” demiştim. Kendi başına gelmedikçe bilmiyormuş insan. “Âşık olmak kolay değil, aziz canı vermeyince.” denen şarkıyı Abduveli ile Zikri’nin hüzünle söylediklerini defalarca duysam da etkilenmemiştim. Bu kez Kasim Mirab’ın evinde bu şarkıyı duyduğumda neden hüzünlenip ağladım? Hocam duyarlı insan, ‘Hey Muhtar Bay, derdin var değil mi?’ diyor. Masum Şanyo, Baham Şanyo’lar hocamın neyi kastettiğini anladı da kahkaha attılar. Oh, bizim baylarımızın eğlenceleri ne denli harika! Hocam bile paşşap[29 - Paşşap—sokak gözetici bey, toy teşrifatçısı.] beyine riayet ederek diz çöküp oturuyormuş! Ben de yüzbaşı olmazsam olmazmış. Her biri birer idareci, bey, falan bay, filan bey oğlu, bir tek ben Muhtar Bay. Ben ne kadar bayım? Yetmiş seksen ho tarla ne kadar varlık? Bir ho tarla bir koyun demektir. İki yüz koyuna seksen koyun katılırsa iki yüz seksen koyun. At, öküz, bağ bahçelerim katılırsa beş yüz koyun da olsun! Hey Tarancılar, böbürleniriz ama durumumuz bu!” O, pelin yığını üzerine yaslandı, gökteki dolun aya bakmaya başladı. Ay uçsuz bucaksız göğün egemenidir. Göğü gezer dolaşır ne düşmanı ne rakipleri ne ölüm korkusu ne baylık ne güç vesveseleri vardır. Gamsız, dertsiz, korkusuz bir şeydir. Âdemoğulları da öyle olsaydı, dünyada ağlama, sızlama, gözyaşları, ayrılık gibi şeyler olmasaydı, her yerde sadece hür periler ile atılgan erkekler aşk yaşasaydı…”
Uykusunda horlamaya başladı. Atı ise kabirler arasında pelin, kara yoncaları aç gözlülükle yiyerek sabahı karşıladı.
Bu sabah Reyhangül’ün annesi kızının kabrine gelip bu tuhaf manzarayı gördü. Muhtar Bay Reyhan’ın kabrini kucaklayıp yüz üstü yatıyordu. Issız kabristanda horultusundan başka ses yoktu. Horlama, çok ağlamaktan sesi boğulmuş adamın feryadı ve derdiyle ahenkliydi. Anne, hırıldayan sesiyle kızının kabrine yüzünü sürüp ağladı:
“Canım yavrum, yüreğimin bir parçası kızım, Reyhan-gül…”
Yağız at, sahibinin etrafında otlayıp, arada bir ayakta duramadan kişneyip sahibini korumaktaydı. Bu at, bu sene dokuz yaşındaydı. Dört yaşındayken ilginç olaylara şahit olmuştu. O sene, yani 1933 yılının sonbahar günlerinin birinde, şehirden kütük arabaya katılan alaca kısrağı bırakıp kaçıp çıkan Zulya Kaska isimli adam “Tungan kargaşası olmuş” haberini evlere girip herkese duyurdu. O vakitte yalnız “Tungan Olayı”nı bilen çiftçiler sonra bu işin manasını anladılar.
İli’nin “hanı” Cang Peyyuan, Şeng Duben’in askerleriyle savaşıp onları Sanduhezi’ya kadar sıkıştırdığında, Sovyet askerleri Şeng Şisey’e yardım edip Cang Peyyuan’in askerlerine top, tanklarla saldırıp fena püskürttü. Cang Peyyuan’ın askerleri dağılıp kaçtı, bir kısmı Muzdavan’dan geçiş sırasında donarak öldü. Diğer bir kısmı Nilka’nın yukarısında dağdan aşarak kaçmak istedi. Cang Peyyuan, o seferde, uzaktaki yılkı kalabalığını görünce onları asker diye düşünüp korkup kendini vurarak intihar etti. O sırada Cang Peyyuan’in Tunganlardan oluşan bir taburu Vang Kadir, Zazaza, Livir, Teysahun isimli Tungan baylarıyla iş birliği yapıp Gulca Şehri’ni işgal ederek Turfan, Toksun, Piçan’i işgal eden, yirmi bin askerin komutanı olan yirmi iki yaşındaki Ga Siling(Ma Congying) ile birlikte bütün Şincan’da Tungan egemenliğini gerçekleştirmek için ayaklandı. Onlar Gulca şehrini birkaç gün yönetti. Sonra, Sovyetler Birliği’nin Tarbagatay ordusu Korgas’tan hücum ettiğinde tanklara karşı balta, toplara karşı dayak tokmak kaldırıp yenildikten sonra İli Nehri’ni takip ederek doğu tarafına kaçtı. İşte bu olay “Tungan kaç kaç” olarak bilindi. Bu sefer Tunganlar yol boyunca Rusları vurup at, un, etlere el koydu. Özellikle en iyi atları gasp etti.
O gece Muhtar Bay, Şağlıktam Mahallesi’ne bir bayın gelinini ağına düşürmek için gelmişti. O, tavan penceresinden ipe sarılıp inmek üzereyken tüfek sesi duyuldu. Tüfek buralara göre yabancı şeydi, sesi sanki cadı narasıydı. Köpekler uluyarak evin etrafında dönmeye başladı. Yaşlılar efsun okudu, çocuklar çığlık attı. Mahalleye sanki cadı gelmişti. Mutsuzlar onun eline düşecekti. Onun eli tıpkı cehennem ateşiydi!
Muhtar Bay kaçmayı başaramadı. Öküz ahırına girip yağız atını bir çift saban öküzünün ortasına bağladı, sonra atı sırtından örtüp başına sahte boynuz giydirip öküz yaptı ve kendisi bir kürk giyip hizmetçi kıyafetine büründü. Tunganlar evlerin kapıları ve çitlerini bozup girip “Sağlam at, ekmek, et çıkar!” diye bağırdılar. Uzun tüfeklerden korkan çiftçiler onların dediğini yaptılar. Küçücük mahallenin ortasındaki mescit önünde birden iyi atlar, un, et, ekmek yüklü at, öküz sürüsü oluştu. Başına tilki derisinden şapka, üzerine yalın kürk giyen üç Tungan genç, Muhtar Bay’ın öküze ot vermekte olduğu ahıra baskın yaptı:
“At var mı?”
“Öküz var.”
Derken yağız at ürküp yerinde duramadan kişnedi. “Öküz at!” dedi Tungan, yağız atın oluğu önüne gelip.
Birisi Muhtar Bay’a tüfeğini doğrulttu. Muhtar Bay:
“Ben hizmetçiyim, ben at bakıcıyım!” dedi korkup.
“Yürü!”dedi Tungan ona tüfeğini dayatıp.
Muhtar Bay yağız atın arkasından mescit önüne çık tı, sonra Tungan askerlerinin azık, yem kervanına katılıp Yamatu’ya, doğuya doğru yol aldı. İli Nehri’nin buz yığını gibi akıp duran akınından ata binerek geçip Şaryoca (Saruçin), Temte Köyleri’ni gasp eden kalabalıktan ayrılmadan, bazen yayan, bazen öküze binip, keçi dağının karlı, çamlı tepelerinden aşıp Tikes pazarına geldi. Tikes’teki soygunun şahidi, Tunganların at bakıcısı oluvermişti. Kürk ve deri şapka giymiş Muhtar Bay yağız atı için bu zorluklara katlandı. Onun atı şu anda Tungan kaçak komutanının altındaydı. Atın eyer, çul, üzengi bağı, dizginlerindeki değerli taşları da şimdi o komutanındı. Muhtar Bay sadece geceleri ata yem verdiğinde atının yanaklarına yüzünü sürebiliyor; atın yelesi, örgü kıllarını parmaklarıyla tarayıp, sırtı, budu ve boyunlarını sevgiyle okşuyor, kaşıyordu. At da sahibini daima kokluyordu.
Onlar uzun yolculukta günleri öylece geçirdi. Moğolküre’nin Şota Köyü’ndeki soygun sona erdikten sonra, Şota adındaki ana yoldan güneye, Muzart’a doğru yol aldı. Tunganların neler dediklerini Muhtar Bay nereden bilsin! O sadece at bakmayı, ateş yakmayı, odun toplamayı biliyordu. Kaçabilirdi ama yağız atını bırakamıyordu işte! Atı alıp kaçmak imkânsızdı. Tungan askerler saksağandan daha dikkatliydi. Böylece o nice zahmetlere katlanıp balçık, kar ve suları geçip Muzdavan’a kadar vardı. Karlı dik doruklar, bakınca tüyleri ürperten derin vadiler, atlıların boyu kadar yüksek kar yığınları… Böyle korkunç yeri Muhtar Bay hayatta görmemişti. Yükseldikçe yol daraldı, engeller çoğaldı. Tutsaklar arasında Muhtar Bay’ın yol arkadaşı, Tunganlar’ın Şota’dan rehber olarak getirdiği Aksulu bir kumaşçı vardı. O, bu yolda eşek veya katırla çok defa sefer yaptığından her yeri iyi biliyordu. Üstelik arkadan kovalamakta olan Rus askerleri de uzaktaydı, belki Şota Yolu’na girmemişlerdi ve belki de giremeyeceklerdi. Kovalanmaktan kurtulan Tunganlar şimdi acele etmiyordu. Çam ağacı altında koyun kesip kazanda et pişirip doyana kadar yiyip içip namazlarını kılıp telaşsız yürüyorlardı. Muzdavan’a yaklaştılar. Bu yerde ne çam, ne düzlük vardı. Her yer kar, buzla kaplanmış doruklar idi. Yolda yalnızca tek sıra yürümek mümkündü. Atlar da adamların arasında yürüyordu. Eğer birisi dikkatsizlikle yanlış bir adım atarsa dipsiz uçuruma düşecekti. Rehber, Allah’ın fırtınasız bir gününü seçip Muzdavan’dan aşmak önerisinde bulunmuştu ki Tungan komutan, kara sakal, somurtkan adam:
“Yürü, ölen ölür, kalan kalır!” dedi Uygurca.
Birbirini takip ederek yürüyen kervan, bu tehlikeli yol ile Muzdavan’dan aşarken sık sık tüfek sesi duyuluyordu. Bu, adam veya hayvan uçuruma düştü diye verilen işaret idi. Kara sakal komutanın emriyle, her bir kayıp için bir defa tüfek atılıyordu. Kara sakal, yağız atın önünde yürüyordu. En önde kumaşçı ile iki muhafız, kara sakalın arkasında da iki muhafız vardı. Onları Muhtar Bay takip ediyordu. Onun aklı fikri kara yorgadaydı. Yolcular bazen yerlerde sürünerek ilerliyordu. Bazı yerlerde rehber, elindeki kürek ile kardan yol açıyordu. Uçsuz bucaksız katmanlı karlı doruklar, sayısız dik uçurumlar… Muhtar Bay hayatında böyle zorluklar görmemişti. Ömrünü at oynatıp hatun kızları avlayarak geçirmiş bu beyzade, dünyada böyle çetin zorluklarla karşılaşacağını hiç düşünmemişti! Ne yediklerinin, ne dinlenmesinin, ne de uykusunun tadı vardı. Tek düşüncesi hayatta kalmaktı. Geceleri bir kaç defa atının boynuna sarılıp hıçkırarak ağladı. Fakat atını bırakıp kaçmayı hainlik diye düşünmüş ölürse atıyla beraber ölmeye yemin etmişti.
Bir kuş “kak-kak-kak” diye korkunç bir sesle öttü.
Rehber hemen durup:
“Aman Allah’ım! Fırtına kopacak!” diye bağırdı. “Ne?” Kara sakal onu sıkıştırdı.
“Kuşlar öttü, fırtına kopacak dotey[30 - Dotey—Çince kelime, vali anlamına gelir.]!”
“Nasıl fırtına?”
“Büyük fırtına, göz açmak mümkün değil, yürümek daha zor!”
“Durursak ne olur?”
“Kara gömülüp buz oluruz!”
“Peki, ne yapalım?”
“Biz şimdi Ağrııaldı’ya[31 - Aygır aldı—yani soğuk, aygırı da öldürecek yer anlamına gelmektedir.] geldik.” dedi rehber zorlukla konuşup:
“Bir yemek pişinceye kadar sürünürsek dorukları aşabiliriz!”
“Sürün!”
Sağ taraftan güçlü boran vurmaya başladı. Kimse ayakta kalamadı, sürünmeye başladılar. Muhtar Bay âdemoğlunun kudretini orada gördü. İnsanlar göz açtırmaz fırtınada sürünerek ilerledi. Hatalı adım atanlar uçuruma düştü. At ve eşekler de bu vakitte akıllı olabiliyordu. Rehberin her bir izi onların hayat yoluydu. Herkes hayatı için doğru ilerlemeliydi. Bu buyruğu hayvanlar da anlayarak yerine getirdi. Kara sakal komutan yağız aygırı Muhtar Bay’a teslim edip:
“Çento[32 - Çento—Çince kelime, sarıklı baş anlamındadır. Genellikle Çinliler veya Çinli Müslümanlar sayılan Tunganlar(Huiler) Uygurları küçümsemek amacıyla bu sözü kullanmıştır.], atı sağ salim götür, yoksa kellen gider!” dedi.
“Sen demesen de bilirim!” dedi Muhtar Bay, gözyaşlarını kürkünün koluyla silip atın dizginini beline bağlayarak:
“Hadi kaplanım! İzimi takip et!”
Sürünenler Muzdavan’dan aşıp kırk iki basamağı olan aşağıya doğru yöneldi. Şimdi uylukla sıyrılıp inmek başlamıştı. Rehber sonunda, sık sık nezir verilen, “Şifalı” adıyla tanınmış düzlüğe inip bir tepeye çıktı ve iki kulağını tutup:
“Allahu Ekber, Allahu Ekber!” diye ezan okudu.
İki muhafız ile kara sakal komutan, onları takiben kara aygırı getiren Muhtar Bay düzlüğe indi. Kalanlardan henüz haber yoktu.
“Aferin çento!” Kara sakal, kürkü ile deri şapkası buza dönüşen Muhtar Bay’ı parmağıyla işaret edip:
“Baban buz, annen kar, yağız at, kır at oldu. Ma Congying’in atına benzedi!” dedi, bembeyaz kara bürünmüş ama kulaklarını kaldırıp uçacakmış gibi yerinde duramayan kara aygırı zevkle sıvazlayıp:
“Bundan böyle sen çento, bu ata bakacaksın, olur mu?”
“Olur, dotey!”
“Dotey değil, Ma Siling[33 - Siling—Çince kelime, komutan demektir. Bir askeri mevki veya birliğin komutanı ve rütbece tuğgeneralden küçük olan subaydır.] de!”
“Peki, Ma Siling.”
Muhtar Bay, Ma Siling’in at bakıcısı oldu.
Akşama doğru Ma Siling’in adamları ve hayvanları tepeden indi. Kar hafif yağmış, borandan müstesna vadide bir kaç yüz adam ve hayvan ortaya çıkmıştı. Tungan askerlerinden yetmiş altı kişinin cesedi buzdan uçurumlar dibinde kalmış, hayvanlardan yüz on iki tanesi sırtındaki yükleriyle beraber ortalıktan kaybolmuştu. Onlar öküzleri kesip odun toplayıp adaklarını yerine getirmeye başladı. Muhtar Bay ılgın ve pelinleri getirip yağız aygıra baktı. Yele ve kuyruğundaki buz, karları temizledi, ondan içten içe af dileyip kulağına fısıldadı:
“Yaramazlığım sana zulüm oldu. Kaşgarlı’nın gelini için Şağlıktam’a gelmeseydim bu belaya bulaşmazdık, yazık, yazık… Kaplanım, beni affet!”
O gece Tunganlar, Bay ilçesini yağmaladı. Hayvan, yiyecek içecek, altın, gümüş, hatta bir kaç güzel kadını da getirdiler. Tungan askerler fazlasıyla böbürlenip haddini aştı. Ertesi gün Bay’dan çıkıp yolun ortasında bir sürü yabancı askerlerle çatıştı. Onlar da Tungan, fakat memleketleri Heşi denen yermiş. Gulca Tunganları’nın memleketi Hedong idi. Onlar ne istiyorlar ki gece de birbirlerine ateş ettiler. Kara sakal baş ta olmak üzere birkaç Tungan vurularak öldü. Bir kaç yüz Tungan Heşili Tunganlar’a teslim oldu. Muhtar Bay bu kez Ma Hosen askerlerinin at bakıcısı oldu. Onlar Aksu’da Ga Siling gelinceye kadar kaldı. Ertesi gün Ga Siling -bıyıkları yeni terlemiş, açık sarı askeri üniforma giyen, beline tasma kemer bağlayıp tabanca takan, yüksek burunlu, karakaş, kara göz, beyaz yüzlü yakışıklı genç birkaç bin askere ince ve çınlayan sesiyle bir şeyler söyledi. Kumaşçının anlattığına göre o: “Biz, Şeng Şisey’i yok etmek üzereyken, Urumçi’nin tepelerini işgal edip yirmi bin askerle büyük saldırı düzenleyip neredeyse onu devirmişken, Ruslar top, havan topu, tanklarıyla hücum edip bizi güçsüz duruma düşürdü. Şeng Şisey’in boğazına dayattığımız bıçağı elimizden aldı…” diyormuş. Muhtar Bay anlayamadan kumaşçıdan:
“Ruslar neden Tunganlar’a değil, Hitaylar’a destek verdi?” diye sorduğunda, kumaşçı, sarı sakal, kırmızı yanaklı adam:
“Neden mi, Rus da Hitay da gâvur değil mi?” diye ce vap verdi.
Tungan askerleri Aksu’dan Kaşgar’a varıncaya kadar ıssız dağları takip ederek yollara düşüp çöllerde konaklayıp ulaştığı yerde kim varsa hep talan etti. Muhtar Bay atına binip kaçmaya hiç fırsat bulamadı. Hareket ederse ona silah çekilirdi. O, çöllerde yayan yürüdü, çizmeleri yırtılıp yalın ayak kaldı. Kaşgar’a varıncaya kadar açlık, susuzluk, yorgunluk azabını çekti. Birkaç defa dayak yedi, hakarete uğradı. Hayatında görmediği horluk ve aşağılamaları gördü. Onlar, Kaşgar şehrine kimi düşmanlarıyla savaşarak girdi. Kimileri Demir Sicang’ın[34 - Sicang—Çince kelime, tümen komutanı.] kellesi diye bir adamın başını heybeye atıp Ma Hosen’in önüne koydu. Onlar nice Uygur’u kesti, vurdu, diri diri gömdü. Muhtar Bay inanılmaz vahşetleri gördü. Onlar Kaşgar’da Ga Siling adlı adamı uğurladı. O, yirmi atlı adamla birçok altın gümüşü alıp Tokkuzak denilen yerden kıbleye, dağ tarafına doğru yol aldı. Ma Hosen’in birkaç bin askeri Kaşgar’dan yola çıkıp Yarkent, Yenihisar, Poskam, Kargalık gibi yerleri yağmalayarak insanları öldürüp diri didi gömerek en son Guma denilen küçücük şehre gelip yerleşti. Muhtar Bay bu uzun çöllerde kaç ay, kaç yıl sefer yaptığını bilmiyordu. Bambaşka bir birine, vücudunda et kalmamış, birkaç günde bir defa yüzünü yıkayan, ayakları nasırlaşan, her yeri bitlenmiş, giysileri yırtık bir adama dönmüştü. Kara aygırın da zayıf, sırtı yaralı, yelesi seyrek, kuyruğu yamuk, toynakları yıpranan uyuz bir ata dönüştüğüne şahit oldu. O, atının ve kendisinin bu çöllerde öleceğine inandı ama o günün biraz geç gelmesi için var gücüyle çalıştı. Ölümün çok kolay ve çabuk gerçekleştiğini gördü. Adam boyuna göre kazılan çukurlara eli ayağı bağlanan, ağzı kapatılan adamlar diri diri atıldı ve çukurlar toprakla dolduruldu. Bir sürü Uygur genci ıssız çöllerde öyle can verdi. Onların çukurunu kazmaya ve gömmeye Muhtar Bay da katıldı. Ne çare, bunu yapmazsa kendisi de gömülecekti. O gömülürse kara aygıra kim bakacaktı? O, Guma şehrinden ne kadar uzakta kaldığını bilemedi. Bir gün Ma Hosen, kara bıyıklı, uzun boylu komutan:
“Ben Keşmir’e, sonra Hindistan’a gideceğim. Bana yirmi adam eşlik edecek, kalanlar bundan böyle ne yaparsa yapsın, kendini kurtarsın!” diye bağırdı.
Ma Hosen talan ettiği malları sağlam atlara, develere yükleyip yola çıktı. O kaybolmadan, askerlerle dolmuş kamyonlar toz toprak saçarak gelmeye başladı. Kamyonlar öyle çoktu ki, Muhtar Bay şimdiye kadar bu kadar çok kamyon görmemişti. O, kara aygırı alıp cevizli bağa kaçmayı başardı. Çatışma başladı. Tunganların öleni öldü, kaçanı kaçtı. Tutuklananlar Rusların cezasına uğradı. Tungan asker komutanlarından kırk adam eli ayağı bağlı bir şekilde şehir dışındaki kumluğa getirildi. Onların boyunları bilekten biraz ince telle bir düğüm olarak bağlanıp sıkıldı ve telin iki ucu iki kamyona takılıp iki tarafa çekildi. Muhtar Bay çanaktan fırlayan gözler, sarkan diller, hatta olgunlaşmış kavun gibi kopan Tungan kellelerini de gördü. İnsanlar neden birbirlerinin canına kıyıyorlardı, ne istiyorlardı? Muhtar Bay bunları anlamıyordu. İşte bu vakit Muhtar Bay kaçmaya fırsat buldu. O bir Tungan ile birlikte Guma’nın bir köyüne ulaştı.
Onlar üç atı orada yarım sene besleyip bahar mevsiminde yurtlarına doğru yola çıktılar.
Muhtar Bay iz bırakmadan kaybolup dört sene geçtikten sonra, sonbaharda, yer yer kuru yapraklarla örtüldüğü sırada mahallede kara aygırı oynatıp birden ortaya çıktı.
Şimdi kara aygır mezarlıkta otlamakta, Muhtar Bay, Reyhan’ın kabrini kucaklayıp uyumaktaydı. O, toprakta böyle rahat uyumayı geçmişteki o uzun, tehlikeli yolculukta öğrenmişti. Şimdi yine çapkın bir zengindi fakat acı ve ıstırap dolu anıları bakımından da zengindi.
* * *
“İli Nehri öyle geniş, öyle güzel diye düşünüyordum. Şimdi onun daralmakta, kirlenmekte olduğunu anladım. Bizim toprağımızda bazen kendi sahiplerine bile yer bulunmuyor. Ana toprağımızda her gün yüzlerce, binlerce adamın kanı dökülüyor. Şanghay sokaklarında zorbalık edenlerden Çan Keyşek’in Çin’i yönetmesi yetmiyormuş gibi, Şeng Şisey Şincan’a gelip Duben oldu. Ma Congying, Cang Peyyuan, Liu Venlong gibileri bizim toprağımıza gelip egemenlik yarışına girdi. Üç milyondan fazla Uygur’un ve diğer kavimlerin var olduğu bir bölgede kendi sahipleri, yöneticileri vardır belki diye hiç düşünmedi. Hey Uygur, sen sakin bir otlakta otlamakta olan koyunsun. Dışarıdan kurt gelse de, ayı gelse de hepsini kendin gibi koyun zannediyorsun. Onlar da otlakta otlasın, yaylasın diyorsun. Onların kastı ot yemek değil, sensin. O, seni yiyecek, otlağını yok edecek, sen bunu bilmiyorsun. Zavallı Hoca Niyaz Hacı kurt ile ayının tuzağına düştü. Vahşi hayvanı koyun zannedip onların yuvasına girdi. Biz şimdi onu hain diye kötülüyoruz. Türküler söyledik bile. Bizden olan Nazarhan Hoca İli’nin valisi olmuşken, Hoca Niyaz’a hain diye dil uzatmaya başladı. Hükümet, valiliği ona verip Turdi Ahun Bay, Siracidin Bay’ları hain yapıp hapse attığına bu hocam o kadar seviniyor mu acaba? Altı büyük siyaset[35 - Altı büyük siyaset—emperyalizme karşı durmak, Sovyet birliğiyle ittifak olmak, ulusların eşitliğini sağlamak, barışçıl olmak, yeniden inşaa sürecini başlatmak, dürüst olmak…] dediği yalnız kâğıtta, ağızda kalmış laflarmış. Yoksa altı büyük siyasetin biri ulusların eşitliği değil miydi? Nerde o eşitlik? İktidar sahiplerinin hepsi Çinli, onları besleyen biziz. Hapishanelerde ölmekte, her yerde tutuklanmakta olanlar da biziz!
Tüm günah Tarancıda, çiftçi sabancıda,
Bütün bu dertlere dayan, lakin etme veda!
Bu şiiri kim yazmış acaba? Nesuha Damolla mı? O adamı, kurumuş keten sapı üzerinde diz çökerek okuyanları, koltuk ve masada oturarak okuyanlar yaptığı için seni cedit diye sopa vurup yürüyemez hale getirdiler bizim cahil din adamlarımız. Çaresiz kalan damollam sonunda Gulca’yı terk edip yurtdışına gitti. Bizimkiler ne zamana kadar yol arayacak ki? Şeng Duben’e güvenerek refah bulmak yolu, Sabit Damolla’nın yolunu izleyerek İslam Cumhuriyeti kurmak yolu, Sovyetler Birliği’ne dayanarak bayları yok edip, fakirler devleti, sosyalizm kurmak yolu, Gomindang’ı[36 - Gomindang—Çince kelime, Çin Halk Partisi, bir diğer adı Çin Milliyetçi Parti si. 1946—1949 yılları arasındaki İç savaşta zafer kazanan Çin Komünist Partisi, 1949’da iktidara geldikten sonra, Gomindang Tayvan’a kaçmış ve orada kendi hakimiyetini kurmuştur ve hala devam etmektedir.] devirip Şeng Şisey’i yok edip Yanan’deki Mao’nun askerlerini getirip fakirlere hâkimiyeti vermek yolu… Nazarhan Hocam Şeng Duben’i hiç ağzından düşürmüyor, din adamları Sabit Damolla’yı övüyor, Hoca Niyaz Hacı’yı kötülüyor. Mahmut Sicang adlı kişiden beklentileri var… Ya ben? Şimdiye kadar kendime “Senin teşebbüsün nedir” diye sormadım. O kadar çok kitap okudum, o kadar çok tartışma ve siyasi tahliller duydum, o kadar çok düşündüm, nefret duydum ki! İradem güçlü, ölmeye yemin ettim! Herkesi kötüledim, herkesten nefret ettim, hiç kimseyi beğenmedim, her şeyden vazgeçtim… Ben ne yapacağım? Neden bu soruya cevap hazırlamadım? Neden yalnız annemin ölümü, babamın haksız yere hapse atılması, küçük kardeşlerimin aşağılanmasıyla ilgileniyorum? Babam ilçe hapishanesinde, ahşap korkuluk içinde şarkı söyleyip oturuyormuş. Büyük kardeşim ise Muhtar Bay’ın çobanı, iki küçük kardeşim dayımın evinde, kız kardeşim büyük annemin yanında, ben ise bir avare, başım dönen, ayağım kayan yerlerde dolaşıyorum, Hüseyinbay’ın fabrikasında çalıştım, bu sene kış tatilinde Piliçi Ocağı’n a girip bir ay işçi olup kömür kırıntıları üzerinde yatıp kalkarak çok çalışıp bayağı para kazandım. Kardeşlerimi sevindirebilirim. Bu felakete bak! Babam hapse atılmamış olsaydı bugünleri rabbim göstermezdi. Akrabalarım tarlayı sat diyorlar. Tarla babamın, babamın malvarlığıyla gün geçirirsem yeminlerim ve verdiğim söz boşa çıkmaz mı? Ben ağır işlere kendimi alıştırdım. Ellerim nasırlaştı, tabanlarım ayı tabanı gibi oldu. Taş üzerinde uyuyabilirim. Üç gün bir şey yemesem de gözlerim hemen kararmıyor. En önemlisi, Tatar kızını eskisi gibi özlemekten kurtuldum. Zavallı kız şimdi Taşkent’e okumaya mı gitmiş? Yoksa hala ortaokulda mı okuyor? Onun sabırlı annesi kızının mutluluğu için kendini feda edip neyi elde eder ki?” Nuri, takır takır yorgalayan iki at koşulan kütük arabada oturup başı ucu olmayan hayalleriyle bazen kendinden gurur duyarak bazen kendini kınayarak azap, hasret ve ümitle kıvranıp uzun saatler geçirdi. Her yer bembeyaz karla bürünmüş, araba çarkından çıkan gıcırtılar gitgide büyüyordu. Güneş sanki duman içinde donmuş, İli Nehri kıyısındaki koyu ormanlar buz olmuş, ötedeki büyük dağ çam ağaçlarını kucaklayıp uyumuş, dünyada yalnız iki atlı çiftçi arabası demirle çatılan iki çarkıyla karlı, engebeli yolu ağır ağır basarak gidiyordu. Bunalım ve yalnızlıkla dolu bu manzarayı Nuri üzüntülü bir şekilde hissetti. Her şeyi; kış mevsimini, kar, buz altında yatan nehri, Yamanyar diye adlandırılan bu geniş vadinin dik kayalarına yuva yapan karga kuzgunları, çalı dibinden ürkerek çıkan tavşan ve kar üzerinde iz bırakıp kaybolmuş yabandomuzlarını da kötülemek geldi içinden.
Arabanın başındaki direğe dirseğiyle dayanıp ak kilimden çizme giyen ayaklarını sarkıtıp yalın ve tüylü deriden kürk, pantolon, şapka giyip, kendini kışın kahramanı sayarak oturan güler yüzlü çiftçi:
“Üşüyor musun Nuri?” dedi, yüksek sesle:
“O çuvalda yengene götürdüğüm kadife ceket var, onu giy.”
“Hayır, üşümedim.” dedi Nuri, çok üşümesine, kulağının acımasına, ayağının uyuşmasına rağmen hiçbir şey sezdirmeden. Ayaklarını araba tahtalarına vurarak:
“Gece geç kalacağız değil mi?”
“Hezivektam’a henüz gelmedik. Yolun ortası fırtınalı, soğuğun gücünü düzlükte göreceksin, kendine pek güvenme, ayağını o kıl çuvalla sar, soğuk artıyor. Bak! Atların yelesi de kırağı çalmaya başladı, çarklar da gıcırdıyor.”
“Üşümem.” dedi Nuri, kendine meydan okuyor gibi yüksek sesle:
“Sovurof çok soğuk günlerde bile başına bir kova su döküyormuş!”
“Solunup dediğin kim? bizim gibi cünüp olarak dolaşmıyor desene!”
“Cünüp ne demek Gayit abi?”
“Ha ha… Bilmiyor musun? Koyunun, eşeğin kuyruğunu hiç kaldırmamışsın galiba? Hi hi…”
Nuri sustu. Arabacıyı içinden kötüledi:
“Yeme içmeyi ve yalnız şu işi bilir bu adamlar. Halk ne demek? Onun derdi nedir, talebi nedir? Millet nasıl bir şeydir, şimdi ne durumdadır? Bu meseleleri asla düşünmüyorlar. Üç dört milyon Uygur’un doksan dokuzu işte böyledir. Bu yüzden bu milleti başka milletler yönetiyor. Bizde Şeng Duben gibi askeri bilgisi olan, kafası çalışan adamlardan birisi olsaydı keşke! Lenin, Stalin, Maksim Gorki’lere gelince, yüz yılda bir birisi bile çıkmıyor. En azından Çapayof gibi cesur baturdan beş altısı olsaydı. Hırsız Gani’yi herkes övüyor, Sadır Pehlivan’dan hiçbir yanı eksik değil diyorlar. Onu uzaktan gördüm. Döngşopang denen yere Hırsız Gani gelmiş haberini duyunca okuldan Topadöng’e koşarak geldik. Savut, Alim, Ekber, Aziz beş arkadaş onu görmeye geldiğimizde, Döngşopang’ın bekçisi bizi içeri almadı. “Dışarı çıkın yaramazlar, sizi vuracak, kesecek, öldürecek” diyor, sanki biz onlardan korkarmışız gibi. Hırsız Gani’yi gördük. Neden öyle ağzı bozuktu? Hey çocuklar dese olmaz mıydı? Hey orospu çocukları diye çağırdı bizi karanlık köşede rakı içerken. Kendisi iriyarı, yüzü çopur, açık sarı bir adammış. Şapkası da korku verecek kadar heybetliydi. Bindiği at daha harikaydı. Dışarı çıkıp ata binip balçık saçarak tavuk pazarında at koşturduğunu bir görsen…
O, soğuğa dayanamadı. Ayakları kendinin değilmiş gibi uyuşmuştu ve kulakları acıyordu. Dizleri de uyuşmuş, dili sertleşmiş konuşmasına engel oluyordu.
“Dur Gayit Abi, ben inip biraz koşayım!”
“Tirrr-vuu! Ben demedim mi? Düzlükte anneni göreceksin diye, bak doğru mu?”
“Hayır, annemi henüz görmedim. Senden başka kimseyi görmedim. Atlarını kırbaçla, ben atlarınla beraber koşarım.”
“Deh!” dedi arabacı, düzlükte atlarına kamçı vurup. Atlar ürkerek koşmaya başladı. Nuri de var gücüyle koşuyordu. Başına sof şapka, üzerine eski modelli dik yakalı yünlü ceket, ayağına ucu kıvrımlı eski bir ayakkabı giyen, gün geçtikçe bedeni gelişmekte olan, on altı yaşından dört ay aşan öğrenci yiğit, çiftçi atlarıyla aynı hızda koşarak uzun düzlüğü geçti. Çiftçi bu çocuğa hayranlıkla baktı:
“Babanı geçeceksin Nuri! Baban Ziyek, mahallenin öküzüydü. Ama yardakçıları püskürtemedi. Muhtar Bay onları yerle bir eder desek, o da mecnun oldu.” dedi, arabaya atlayarak binen yiğide kaba çiftçi diliyle:
“Karakış bizim gibi güçsüzlere zorbalık yapıyor. Hırsız Gani kışın yalnız bir gömlekle dolaşıyormuş. Canı demirden mi acaba? Öyledir! Yoksa hapishanenin duvarından tırnağıyla delik açıp kaçar mıydı?”
Nuri kahkaha attı:
“Tırnakla duvar delmek mümkün mü? Bu da bir mübalağa!”
“Ne demek bu ya, Nuri?”
“Abartılı söz.”
“Öyle ya, koyunun karnına üflemiş gibi üfleyerek kabartılmış söz desene?”
“Evet, şarkı söylemez misin Gayit Abi?”
“Olur, tabii! Neredeyse mahallenin bir ucu olan Baytokay’a geldik. Bu mahallenin güzel kızları hayran kalsın. Söyleyeyim bir kere!”
Baytokay’ın sazlığı bir ovadır,
Ördekten çok kazları vardır.
Baytokay’da vardır sevgilim,
Beni öldürecek nazları vardır!
Onun yüksek sesi çınlayınca, mahallenin köpekleri, tavanlardaki yonca, samanlar arasında kırağı çalan yerlerinden irkilip ulumaya başladı. Adamlar avlularından çıkıp ağızlarını bozdular. Gayit hırıldayıp güldü:
“Nasıl oldu, yaralarını kurcaladım mı?”
“Aferin!” dedi Nuri gülerek:
“Hükümetin de yarasını kurcalayan bir batur çıksaydı, hükümetin de köpekleri ulumaya, adamları küfretmeye başlasaydı yürekten sevinirdim.”
“Ne demek bu hey Nuri? Hükümet bir kudurmuş köpektir, halk ise sendeleyerek yürüyen bir bebek. Hükümete kimin gücü yeter kardeş!”
“Halk bir nehirdir, biliyor musun? Üç dört milyon halk ise büyük bir nehirdir! Şeng Duben’in on yirmi bin askeri var. Şincan’da iki yüz binden fazla Çinliden yalnız onda biri Şeng Duben’i destekliyor. Halk bir nehir, hükümet ise çer çöptür. Nehir o çöpleri akıtır gider. Fakat şimdi nehir buz tutmuştur. Halk uyanacak, buzlar eriyecektir. Zulüm bıçağı kemiğe dayandı. Binlerce, yüzlerce masum insan öldürüldü. Şeng Duban, Çan Keyşek’in de binlerce adamını öldürdü. Şimdi o güçlenip Sovyetler Birliği’ne karşı çıkmakta. Onun Sovyet Komünist Partisi’ne üye olduğu ve Sovyetler ile dost olacağız lafları da yalan. O yalnız bizi değil, bütün Çin’i yönetmek istiyor!”
“Neler söylüyorsun be Nuri? Nereden bulursun bu kadar çok garip sözü!”
“Rusulof adlı bir üstadım var, Sovyet’ten kaçıp gelmiş.
Uzman olarak Şincan’ı araştırıyor.”
“Ne diyorsun sen? Niye sağ salim adamın bile anlayamayacağı bir dilden konuşuyorsun?”
Araba gıcırdayarak mahalleye girdi. Nuri kardeşlerine aldığı hediyelerle dolu heybesini kaldırıp arabadan sıçrayarak indi ve evine koştu.
“Kimse yok!” dedi arabacı arabasından inip:
“Yürü! Bizim evde konakla. Kabak yiyeceksin, bal gibi kabak!”
“Kardeşlerim niye olmasın evde?” dedi Nuri, hüzünlü sesiyle:
“Küçük yaşında hizmetçi olmuş zavallı kardeşlerim!”
Onun yüreği burkuldu. Sevecen annesini şimdi ebediyen göremeyecek, sevgi dolu sesini de duyamayacaktı. Çocuklarıyla gurur duyan, her ne kadar müşkülatta olsa da gülmekle yetinen babası haksız yere tutuklandı, dayak yedi, hapishanede yatıyordu. Nuri, Gulca Şehri’nin ortasındaki hapishaneye gidip babasını gördü. Ziyavdun, çam ağacından yapı lan korkuluk içinde durup oğlunu yine o gülüşüyle karşıladı:
“Baba…” dedi Nuri hıçkırarak ağlayıp:
“Haksız yere tutuklandın, neden adalet yok bu cihanda?”
“Olsun! Ağlama! Yiğitler ağlar mı hiç? Kardeşlerin de ağlamasınlar. Söyle onlara, kim ağlarsa o babasının oğlu değildir. Bera ile Dera da ağlamayacak. Ama küçük kardeşin çok naziktir. O da ağabeyleriyle birlikte koyun güdüyormuş.”
Babasının hapishanede bile gülüp duran yüzü onun gözünün önüne geldi de vücudu titredi.
“Tüm kabahat Tarancıda, dayan, sonuna kadar dayan” dedi, kapı önünde: “Çiftçi olmak suçmuş aslında, öyleyse Uygurların yüzde doksanı suçlu! Tarlan yoksa başkasına hizmetkâr olacaksın, tarlan varsa onun zorluğunu çekeceksin, vergi ödeyeceksin, otlak vergisi vereceksin, ödemiş olsan da ödemedin diye seni tutuklarlar!”
O çevresindeki karla örtülmüş evlere baktı. Doğup büyüdüğü mahallesi loş ay ışığında kendi kalbi gibi hüzünlü, solgun gözüktü. Sessiz mahalle derin uykudaydı. Buranın adamları hayatta ekmek veya sütlü çay gibi, uykudan başkasını bilmiyordu. Şeng Duben’in geçmişini Rusulof ona anlattı. Şeng Duben iki defa Japonya’da, bir defa Şanghay’da okumuş. O, hep güçlü olmayı hedeflemiş, çalışıp okumayı da bu amaç için kullanmış. Bu arzusunu gerçekleştirmek için başkalarına yalvarmış, aşağılanmış. Ama aklını kötüye kullanarak kendine iyilik eden, hatta kendini ölümden kurtaran adamlara da ihanet etmiş. Binlerce insan onun elinde ölmüş. Birdenbire merhametli oluvermek, hain veya katil olmak onun tabiatı haline gelmiş. O, o kadar büyük şeyleri istediği halde, bizim çiftçilerimiz uysal hayvanlar gibi yemden başka bir şey talep etmiyor. Şimdi tüm köy uykuda… Onlar için uyku bir türlü huzurdur. Onlar şimdi dünyada neler olup bittiğini bilmiyor, bilmek istemiyorlar. Onlar için dünya sadece bu köy, bu sakin mahalle, varlık, yer, yemek, çocuk, mutluluk… İli vadisinde nice on kuşak yaşayan Tarancılar da, 1759 yılından sonra Hoten, Kaşgar, Yarkent, Aksu, Kuçarlardan cezalandırılıp, yedi kola ayrılarak İli’ye gelip Tarancı olanlar da, hatta Turfan, Kumul beylerinin arkasından çıkıp buranın yöneticisi veya ezilen çiftçisi olmuş Tarancılar da, “Mülkün nedir?” diye sorarsan, “Tarla ile koyun” diye cevap verirler. Musa Bay, Sabır Hacılara aferin! Onlar Uygurların yaşamına Avrupa sanayisi ile ticaret örneklerini getirdi. Şehirli Uygurların gözü açıldı, etraflarına bakmayı öğrendiler. Ama benim köyüm, benim halkım hala ağır uykuda. Babamın hapishanede kaldığı halde gülüp durması boşuna değildir. Orada da onun aradığı yemek ile uyku var değil mi? Eğer o “İnsan, hakikat için çalışandır” kuralını bilmiş olsaydı gülmezdi. Onun kalbi nefretle dolmuş, aşağılanma duygusu vücudunda volkan gibi patlamış olacaktı. Kendini hakikat savaşçısı olarak görmüş olsaydı, on yedi yaşındaki oğlu ziyaret ettiğinde: “Oğlum, insanın değeri hakikati aramasındadır, hakikati ara ve onu bul! Onu silah olarak kullan!” diyecekti… Nuri dış kapıdan eğilerek avluya girdiğinde samanlıktan bir köpek koşarak gelip ulumadan ona sarıldı. Heybesiyle köpeğe vurdu ama köpek iki ön ayağını onun iki omzuna atıp ağzını kocaman açıp karşısındakini hemen çiğneyecekmiş gibi hırıldadı. Nuri şaşkınlıktan köpeğin iki kulağından tuttu. Köpek kıpırdanıp ön ayaklarıyla onun yüzünü tırmalayıp arka ayaklarıyla çelme takıyordu. Bu sırada yerde başını koyup yatan yaşlı dişi köpek uluyarak, savaşanların yanına geldi. Nuri var gücüyle:
“Bera, Dera!” diye bağırmaya başladı. Köpek iriyarıydı, Nuri duvara yaslanmasaydı sırtüstü düşmüş olurdu. Kendini tuttu. “Köpeğin tek silahı ağzı ile dişidir. Bu silahı kullanmasına izin vermezsem bana hiçbir şey yapamaz.” diye düşündü. Bunu babasından öğrenmişti. İlk defa düşmanla savaşmaktaydı. Yenilmemeliydi. Köpeğin kulağını bırakmazsa yenilmeyecekti. Hüseyinbay’ın fabrikasında, Piliçi Ocak’ında ağır çalışmakla topladığı güç kuvvetini kullanıp köpekle savaşırken evin kapısı açılarak kürk sarmış birisi çıkıp bağırdı:
“Kim o?”
“Ben Nuri!”
“Bırak bari!”
Köpek, sahibinin sesini duyunca inledi. Nuri onun kulağını bıraktı. Köpek koşup tandır başına, sonra dama çıkıp ot üzerinde kıvrılarak yattı.
“Hey pehlivanım, kaplanı yendin mi?” diye kahkaha attı evden çıkan iri yarı adam.
“Kama ağa, köpeklerin beni tanımadı ya!”
“Hırsız zannetmiş galiba. Yürü! Bu ne soğuk böyle! Nereden geliyorsun?”
“Şehirden!”
“Babanı gördün mü?”
“Gördüm.”
“Nasılmış o pehlivan?”
“İyi!”
“Öyle olsun!”
Onlar bir Uygurca, bir Kazakça konuşarak eve girdi. Nuri eve girerken ağlamak geldi içinden, annesi karşısına koşarak çıkacakmış gibi baktı. Kama onu konuk odasına almıştı, o:
“Dera ile Bera nerede?” diye sordu.
Kama mutfağı gösterip, “Uyuyorlar.” dedi.
Nuri kardeşlerini görmek için dışarı odaya yürürken, Kama konak odasından su yağıyla yanan lambayı alarak çıkıp eline tutuşturdu:
“Zavallı çocuklar, koyunlara ot, öküzlere yem verdi, atlara yonca doğradı, demin uyudular, küçücük yavrular değil mi bunlar?”
Nuri mutfağa girdi. Isıtılan taraçada üç kardeşi uyuyordu. Dera küçük kardeşini birisi kapıp kaçacakmış gibi sımsıkı kucaklamıştı. Üzerlerinde tanıdık güllü yorgan vardı. Bera, kırılgan, çalışkan kardeşi onlara sırtını dayayıp yorganı örtüp iki bükülerek yatıyordu. Kazan başındaki kare pencereye çocuklar bu sene kâğıt yapıştırmamış, kolluk ile semeri pencereye dayamıştı. Bir yanı açık pencereden zehir gibi acı soğuk giriyordu. Bacalı ocağa kül dolmuş, yağlı ve kirli baca başına hangi kardeşi yazmışsa, odun kömürüyle “Nuri Muhammed” yazılmıştı. Annesinin taraça kenarını, ocak üstünü balçıkla süslediği mutfak şimdi tanınmayacak bir hale gelmişti. Yerde kan, koyun gübreleri vardı. Kilim serilmemiş yerler delinmiş, kazan başını toz toprak kaplamış, kâseler kirli ve simsiyahtı… Kardeşlerinin alnından öptü, başlarını okşadı. Küçük kardeşinin başında iki tane uyuz yarası çıkmış, yüz ve boyunları, elleri kirden simsiyah olmuş, ayakları tıpkı ağıldaki koyun ayakları gibiydi. Nuri yine kendini tutamadı fakat zorla bastırdı gözyaşlarını. “Ağlamak ne işe yarar? Babamın sözü doğru, yiğitler ağlamasın!” Kesilen odunları alıp ocağa dizdi, külleri toplayıp temizledi, çıra koyup lambayla ateş yakarken, kuru odun çatır çatır yanmaya başladı. O, sevinip güldü. Kavanozdan su alıp porselen çaydanlığa döküp ateş üzerine koydu. Pencereleri sağlamlaştırdı, evi temizledi, baca yanına sofra hazırlayıp, pazardan getirdiği börek, maltoz şekeri, çekirdek, karamela, pişirilmiş etleri dizdi. Kâseleri yıkayıp çay demledi annesinden miras kalmış temizlikle evi derli toplu hale getirdi. Kardeşlerine aldığı, giyilmiş olsa da bayağı görkemli giysileri ayrı ayrı dizdi. Hazırlıkları tamamladıktan sonra önce Bera’nın annesine benzeyen burnunu hafif çimdikledi:
“Bera, dur kuzum!”
Rüyasında abisini görmekte olan, on dört yaşındaki çocuk gözlerini birden açıp sevincinden ağabeyinin boynuna sarıldı ve:
“Dera, Hemra!” diye kardeşlerinin hepsini silkeleyerek bir anda uyandırdı.
Ziyavdun ile Reyhangül’ün ateşli sevgisi yıldızları doğurdu, aşk bağının bahar ve yazları geçip kışın çetin soğuk sesleri yankılanan bu sevimli evde sevgi baharı çiçek açtı. Doğmak, yaşamak, ölmek ve yine doğmakla devreden insan kaderi bu mutfakta yeniden alevlendi.
Çocuklar o kadar sevindi ki sanki hayatın kederini görmemiş, insanlar arasındaki ebedi ayrılığı bilmemiş gibiydiler. Şimdi onların her şeyi tamamlanmıştı, hiçbir şey istemiyorlardı. Onlar için mutluluk işte bu dakikalardı… Hey çocuk lar! Kalbiniz baharda öten kuşlara benziyor. Bağlarda yeşil yapraklar peyda olduğu anda bundan böyle hazan mevsimi ve kışın gelmeyecek diye hayatı övüyorsunuz. Siz kelebeğe de benziyorsunuz. Çiçekler açtığı anda her yer bal diye kanadınıza mutluluk gücü verip durmadan uçuyorsunuz. Çocukların güldüğü yer en güzel yerdir. Çocukların mutluluğu hayatın mutluluğudur, çocukların bahtı insanın arzusudur.
Onlar yiyip içip birbirini kucaklayıp su ısıtıp yıkanıp sabaha kadar mutlu oldular. Tan ağardığında da uyuyakaldılar. Muhtar Bay’ın çobanı Kama, mışıl mışıl uyumakta olan çocukları görünce, dört boz koyuna ot, öküzlere saman vermek, atları sulamak gibi işleri eşiyle birlikte yaptı.
Dört oğul güzelce giyinip avluya çıktığında, onların patronu, babasının kuzeni Muhtar Bay kürkünü üzerine örtüp, taraçada gerilerek oturuyordu. Çocuklar ona selam verdi.
“Aleykümselâm Nuri. Kocaman yiğit olmuşsun, okul bitti mi? Tatile çıktın mı?”
“Kış tatili sona ermişti, bir ay Piliçi Ocağı’nda çalıştım. Biraz para kazandım, kardeşlerimi görmeye geldim!”
“Aç kaldık demedi değil mi bunlar?” dedi Muhtar Bay, merhametle:
“Bizim evde kalınız diyorum hiç dinlemiyorlar. Küçük kardeşin bile ağabeylerini bırakmadı. Kardeşlerinden emin ol, Nuri. Altı çocuğum on oldu işte, rahmetli annen çok değerli kadındı. Duymuşsundur, annen için büyük annen yüz koyun, on öküz, üç at miras bırakmış.”
“Babama kalan miras, başına bela oldu. Anneme kalan miras da öyle olur belki. Miras almadan da yaşayabiliriz, Muhtar Dayı. Babamı rüşvet vererek de olsa kurtarmamız gerekir.”
“Nazarhan Hoca, Dokuztara’nın kaymakamlığından sonra vali olarak atanmış. Hocam doğru dürüst bir adam dır. Abduömer Bey’in cezasını verecektir. Hâkim dedelerini-de cezalandıracaktır. Hocama eskisi gibi bir dava mektubu yazsana, Nuri.”
Nazarhan Hoca’yı herkes halkçı adam diye övüyordu. Ancak Rusulof, Stalin’e özenerek bıraktığı kalın, kara bıyığını sıvazlayıp “Onun iyiliğini bilmem ama Hoca Niyaz Hacı’yı hep hain diye kötülediğine bakarak onu Şeng Duben’in adamı diye düşündüm” demişti. Her konuda Rusulof ve Rahim-can Sabır Hacı’nın Tatar üstadı Emin Evzi’nin görüşlerini ölçü alan bu genç, bay dayısına kendi fikrini açıkça söyledi:
“Bazı insanlar, Nazarhan Hocam dahi Şeng Duben’in sadık adamı diyorlarmış. Gerçekten adam okulumuza gelip nutuk çekti. Konuşmasında Şeng Duben’i övdü ve altı büyük siyaset için refah getiren siyaset dedi.”
“Öyle demese ne diyecekti? Ben de dört sene Ma Hosen’i övüp âli komutan, dahi adam dedim. Ne çare! ‘Yaşamak farz’ sözü işte burada geçerli, ahmak!”
Nuri sustu, babasının mağdur edildiğini Nazarhan Hoca’ya söylemeye karar verdi.
O, kışın bir gününü kardeşleriyle çok keyifli geçirdi. Onlar atlı kızakla Kışlaktam’a gidip kız kardeşlerini ziyaret ettiler. Büyük annesi önce torunlarını tek tek öpüp kucakladı, kızına ağıt yaktı. Büyük dayı, küçük dayıları koyun kesip çocuklara yedirdi. Köy beylerinin Ziyavdun’a yaptığı haksızlığı kınadı ve onun soy sopundan olan akrabalarına lanet okudu.
Onlar akşama doğru evlerine dönerken, büyük dayısı onlara kuru et yapmaları için iki koyun, un, yağ, ekmek verdi. Çocuklar kızakta kahkaha atarak eğlenip hava karardığında mahallelerine geldiler. Akşamleyin yine Muhtar Bay’ın evinde misafir oldular. Nuri akşamda evi iyice ısıtıp kardeşlerini ocağın çevresinde oturtup “Binbir Gece” den masallar anlattı. Gece yarısı köpekler hararetli bir şekilde ulumaya başladı. Avluda birileri patırtı koparıyordu. Çocuklar korkup bir köşeye çekildi. Nuri merakla dışarı eve çıkıp pencereden dışarıya baktı. Avluda tilki kürkünden şapka giyen, oldukça iriyarı iki adam Kama ile konuşuyordu. Nuri onların yanına geldi ve selam verip atlarını elinden aldı.
“Hırsız Gani” diye Nuri’ye fısıldadı Kama, başına şapka, üzerine kısa kürk giyen yapılı adamı gösterip:
“Börebay’la ikisi kaçıp gelmiş, onları yakalamak için askerler harekete geçmiş.”
Nuri bir defa uzaktan tesadüfen gördüğü Hırsız Gani’nin ismini duyunca sevindi.
“Bizim öğrenciler sizi çok övüyor Gani abi, Sadır Pehlivan olacaksınız değil mi?”
“Ha ha ha…” dedi Gani gülerek “Sadır temrenci gibi, hapishanede uzunca yatıp saçım bir kucak dolusu olmadı hala, sen nerenin öğrencisisin?”
“Rüştiyenin.”
“He, Şeng Duben’in okulunun öğrencisi misin?”
“Evet.”
“Şeng Duben’in yemeği güzel mi?”
“Sovyetler Birliği’nin yardımıyla kurulmuş okul, Gani Abi.”
“Rusların parası nereden gelmiş?”
“O zengin, güçlü bir sosyalist ülke.”
“Oh, oh! Çok konuşkanmışsın. Hadi! Bu Kazak’ın eti pişinceye kadar bana ders anlat!
Onlar Kama’nın ter ve et kokan evine girince, Gani:
“Of! İyi ki suda yaşayan Kama imişsin[37 - Kama—su samuru], porsuk olmuş olsan evin ne kadar pis kokardı. Bit ve pirelerden arınmış kilim, yorganların da vardır değil mi Kazak!” diye şaka yaptı. “Bit yoksa Rus olmuş olmaz mıyım Gani abi? Rus olursam sen yaşayamazsın ha!”
“Ha ha… Olsun! Bitlenmeye devam et, bitlerin uçarsa uçsun, Rus olma da! Şeng Duben’in aklı Ruslardan gelir. O tarafta bizlere soykırım yaptı, kalan insanlarımızı şimdi Şeng Duben’in eliyle yok etmek istiyor.”
“Ablayhan’ı yok edip, Alaş Orda Kazaklarına katliam yaptı. Hudayarhan’ı yüceltip Şeyhul İslam deyip Özbeklere katliam yaptı. Uygur’un neymiş?” dedi Börebay isimli, kara bıyıklı, iki yanağı horoz tacı gibi kırmızı olan genç. O, bir yana yaslanıp kilimi kaldırıp “Çirt” diye tükürdü ve sözünü devam etti “Sen, Hırsız Gani! Börebay’ın arkasından hırsızlık yapmaktan başka ne işe yararsın?”
“Çu Siling’i[38 - Çu Siling— bölgenin askeri ve idari işlerden sorumlu Çinli kurmay.] kendi elimle boğazlarım!” dedi Gani gülerek: “En büyük hırsız işte Çu Siling. Şeng Duben’in kayınbabasıdır. Onlar ikimiz gibi şerik hırsızlar, bizi tutuklarmış, hapishaneden yedi defa kaçıp kurtuldum. Şimdi tutuklanırsam öldürecek! Hey Kama, atları samanlığa sok. Muhtar Bay’ın atı gibi kişneyip belasını bulmasın. Gâvur askerlerin tüfekleri yamanmış, Şeng Duben de usta atıcıymış. Ga Siling, Cang Siling, Hoca Niyaz’ı öyle perişan etti ki…”
“Doğru, bu Şeng Şisey dediğin yaman mahlûkmuş!”
“Tutuklanırsan işkence edip öldürecek. Ellerini bağlayıp dört duvarı ve zeminine demir şiş kakılan, kıpırdamak mümkün olmayan bir kişilik odada, ayakta bırakıp kapısını kilitliyormuş. Tekmelemek istesen ayağın prangada, küfrediyorsun, lanet okuyorsun, ayakta acı çekerek ölüyorsun. Onun öyle bin türlü işkence yöntemi varmış… Of of… Yarın Nilka Dağları’na, Ekber Batur’un yanına kaçıp gidelim… ”
Nuri, sözü açık seçik ama kaba saba, hikâyelerdeki kahramanlar gibi esrarengiz, saçları ağarmaya başlayan, burnu kısa, gövdesi oldukça sağlam, iriyarı bu adama hayli ilgi duydu.
“Gani Abi, siz hiçbir şeyden korkmuyor musunuz?”
“Korkarım.”
“Ne gibi şeyden?”
“Güzel kadınlardan.”
“Peki, Allah’tan?”
“Ölümsüz olsaydım, O’ndan da korkmazdım.”
“Siz! O ünlü hırsız mısınız?”
“Evet!”
“Siz çok zenginsiniz değil mi?”
“Ne demek bu? Bir defa, bir sürü yılkı kaçırırsam, yarısını bu Kazak alıyor. On fakire birden at veriyorum. Kendime yine aynı boz atım kalıyor. Çalıyorum, fakirlere dağıtıyorum. Bu dünyada en çok şey nedir? Fakirlerdir. Onları zenginleştirmek mümkün mü?”
Nuri, yan yatan Gani’nin bileğini usulca tutup yokladı.
Onun bileği Nuri’nin bacağı gibi tombul idi.
“Şeng Duben yaman dövüşçüymüş, onu yenebilir misiniz Gani abi?”
“Gidip söyle o beceriksize, teke tek çıksın. O, on yumruk atsın, ben bir yumruk atayım. Ya da tabancayı falan bırakıp kendisi gibi dokuz kişiyi getirip on kişi olarak çıksınlar karşıma” dedi Gani, yumruğunu yükseklere kaldırıp: “Börebay’dan sor, kudurmuş bir buğrayı bir yumrukla düşürdüm. Tüfek, makineli tüfek, top gibi şeyleri hangi pısırık icat etmiş ki! Hazreti Ali, Ebu Müslim gibi pehlivanlar bilek gücüyle düşmanlarını dövmüştü. Şimdiki silahlar o zamanda olmuş olsaydı, onlar da pehlivan olamazdı belki…”
Hırsız Gani’nin sözü ve düşüncesi garip idi. Nuri bunun gibi tuhaf bir adamı ilk defa görüyordu. O, babasının başına gelenleri anlatınca:
“Abduömer Bey denilen o Kaşgarlı, rüşvet almıştır” dedi Gani, öfkelenerek “Hocama şikâyet edip ne yaparsın. Bırak, ben kendim kurtaracağım!”
“Nasıl yani?” Nuri sevinip güldü.
“Kurtaracağım ama dağa götüreceğim.” dedi Gani esneyerek:
“Abduömer ’in birçok eşi, çok güzel de bir kızı varmış.
Göreceksin, şu kızı alıp kaçarak rezil rüsva edeceğim.”
Nuri’nin yüreği sarsıldı. Onun yüreğinde yanmaya hazır gizli bir ateş vardı. Bu ateşe çıra dokundu, birisi üfledi. Onun vücudunda, yüreğinde ve damarlarında ateş peyda oldu. Gayriihtiyarî bir şekilde evden çıkıp bahçeye doğru koştu. Eski karaağacın yanına varıp ateşli sesiyle:
“Sabiha!” diye bağırdı.
Fakat Sabiha nerede, hangi düşüncede idi? Bunlardan Nuri’nin haberi yoktu. Aşkın gücü her şeyden yamandır. Âdemoğlunu akıldan, iradeden, hatta ömürlük istikbalden mahrum edebilir. Bu sözleri Nuri çok defa duymuştu ama aşkın gücüne karşı iradesi güçlü değildi. İçinde yiğitçe bir cesaret ile çocuksu bir saflık savaşıyordu.
Ertesi gün Nuri şehre, okuluna döndü. İki katlı, teneke tavanlı yatak binasının iki katında öğrencilerin yatakhanesi vardı. Her odaya sekiz yatak koyulmuştu. Kapının hemen arkasındaki yatak Nuri’nin idi. Yatakhaneye gidip arkadaşlarına köy ekmekleri, kurut ve kaklar ikram ederken bir öğrenci alelacele girdi ve:
“Hapishaneye haydutlar girip üç askeri öldürüp dört adamı alıp kaçmış. Şimdi sokaklar askerlerle doluymuş. Dinleyin! Korna sesi!” dedi.
Okulun önündeki fabrikadan, sonra Musabayof Fabrikası’ndan ardı ardına korna sesi duyuldu. Bu, sıkıyönetim işaretiydi. Şimdi kim sokağa çıkarsa vurulacaktı. Nuri’nin yüreği titredi. Hırsız Gani’nin “Babanı kurtaracağım!” sözü aklına geldi. Askerler okulu ararsa, kaçırılmış Ziyavdun’un oğlu Nuri’yi mutlaka tutuklayacaklardı. Ölen üç asker için Yao Siling, Nuri’nin kardeşlerini dahi öldürecekti. Nuri kardeşleriyle birlikte kendini kurtarmalıydı. Kimden yardım isteyecekti. Rahimcan olur mu? Hayır, Onu bu işe bulaştırırsa belayı büyütmüş olmaz mı? Peki ya Saşk, Emin Evzi, Rusulof? Hayır, onlar yardım edemez. Tevekkül ederek, Nazar-han Hoca’nın huzuruna gidip doğruyu söylemek gerekir
O, okulun arka duvarından aşıp Tatar zenginlerinin bahçesine, sonra Novigord sokağına çıktı ve kavak ağaçlarını siper yaparak, Üçkapı’ya doğru yürüdü. Hocanın yeni evinin inşası henüz bitmemişti. Dördüncü sokağın girişindeki mavi kapılı evde oturuyordu.
Hiçbir şey olmamış gibi görkemli giyinen Nuri, hızlı bir şekilde yürüyerek iki askerin bekçilik yapmakta olduğu dış kapıya geldi:
“Ne işin var?” dedi bekçi, önünü kesip.
“Hey, beni tanımıyor musunuz? Ben Hocam’ın muhafı zı Musa Fuguan[39 - Fuguan—Çince kelime, devlet büyükleri veya komutan yardımcısı, yaver.] ın oğluyum, babamla görüşeceğim!”
“Musa!” dedi bekçi bir pencereyi çekip. Musa adındaki otuz yaşlarındaki, kılıç kuşanmış adam Nuri’yi görünce:
“He şair!” dedi. Bir toplantıda Nuri şiir okuduğunda Fuguan onu övmüştü.
“Size söyleyeceğim önemli şey var!”
“Yürü!” dedi ve bekçiye bakıp “Ziciren”[40 - Ziciren—Çince kelime, öz adamımız anlamı verir.]diye ekledi.
Hocam yoktu. Onun gözde eşi Epriz Ayım durumdan haberdar oldu ve Dokuztara ilçesinin hâkimine telefon edip Nuri’nin kardeşlerini Çığlık Mezar’daki Hocam’ın evinde saklamayı emanet etti. Nuri’yi ise Musa’nın himayesine bıraktı. Hocam geç geldi, eşinden olup biteni dinleyince:
“İyi yapmışsınız ama hiç ses çıkarmayın. Yarın o çocuğu Nusret Bayların evine taşıyalım.” dedi.
Hocam, Çığlık Mezar’da Tunganlara karşı ordu kurduğunda Ziyavdun önemli katkılar sağlamıştı. Muhtar Bay Tunganların çilesini çok çekmişti. Hocam onlara sahip çıkmalıydı. Zamanı geldiğinde Sovyet Konsolosluğu ve Yao Si-ling ile konuşup bu işi iyi halledebilirdi.
Nuri sığınak bulup, dostu Rahimcan’la görüştü. Ama şimdi onun okulu ne olacaktı? Peki ya istikbali?
* * *
İli valiliğinin başkan yardımcısı, vali Nazarhan Hoca öğle namazını kıldıktan sonra faytonda oturup Gökköprü’den geçti ve eski hâkimiyet merkezi olan, demir ve tahtadan yapılmış evleri çevreleyen güzel bahçenin kapısına geldi. Burası valilik savunma genel merkezi ve toprak işlemesi yönetim merkeziydi. Hocam, üzerine ceket ve pantolon, işlenmiş kürk, başına samur kürkünden yapılan şapka giymiş, gömleğine kravat takmıştı. İri burun, kara bıyık, ak yüzlü adam, hüzünlü ve düşünceli bir şekilde faytondan indi. Kara bıyıklı sekreteri ona yardım etmek isteyince, nazikçe reddetti ve demir çatılı binanın merdiveninden çevik adımlarıyla çıkıp yazıhanesine doğru yürüdü.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/zordun-sabir/anayurt-i-69499459/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
notes
1
Şeng Duben—Şeng Şisey, Dönemin Şincan’daki Çinli yöneticisidir. Duben—Çince kelimedir, askeri ve idari yönetici demektir.
2
Ho— Yüz ölçüsü birimidir. Bir ho altı buçuk ara denk gelir. Ayrıca ağırlık birimi olarak da kullanılır. Bir ho 64 kg’a denk gelir.
3
Tarancı—çiftçi, özellikle Kuzey Şincan bölgesindeki çiftçiler.
4
Çince kelime, bölüm başkanı
5
Ziyavdun’un halk dilinde söylenişi
6
Dutar—iki telli bir çalgı aleti
7
Burada Nuri “Garip Sanem” destanından alıntı alarak espri yapmıştır.
8
Şanyo—Çince kelime, geçmiş dönemdeki muhtar.
9
Lenin demek istiyor.
10
Aksu, Kuça, Hoten’den gelenlere de buranın Tarancıları Kaşgarlı diyordu.
11
Kang—Çince kelime, ocak ateşiyle ısıtılan, genellikle kerpiçten yapılan taraça.
12
Resililer—Rusyalılar, Rusların neslinden olanlar veya Orta Asya’dan gelenler
13
Tungan—Çinli Müslümanlar, genellikle Çin dilinde konuşuyor, gelenek bakımından Çinlilere daha yakın.
14
Döngmahalle—tepe mahalle, Karadöng—kara tepe demektir.
15
Kısmak—pişirilmiş çorba, pilav, süt gibi yemeklerin kazandibinde kalan, kuru ve katı kırıntısı.
16
Lozung—Çince kelime, vergi alan bey, yönetici bey, patron
17
Dangzı—Çince kelime, dosya, vergi arşivi
18
Buğday biçtiği gün buğday tarlasında çalışanlara yemek veren tarla sahibi.
19
Kırık nezir—vefat eden kişi için 40 gün sonra yapılacak yas tutma işi, birçok insan katılır, yemek yer, rahmetli için dua, niyazda bulunur.
20
Şa sı ni—Çince kelime, seni öldüreceğim anlamı verir.
21
Jini şenren—Çince kelime, bana kıydı, canımdan ediyor anlamı verir.
22
Cangcung—Çin’in yerli askeri yöneticisi
23
Dotey—Çince kelime, dönemin yerli valisi
24
Han—1755-yıldan itibaren Uygur bölgesini yöneten Çing sülalesi hanı, hanlık İli bölgesinde askeri hükümet kurup tüm Uygurları yönetmişti. Burada 1860-yıllarda İli ilinde patlak veren çiftçiler isyanı kastedilmekte
25
Sadır— Sadır Pehlivan, dönemin kahramanı, ayaklanan çiftçilerin önderi, geniz sesiyle konuşan özelliğinden dolayı öyle lakap takılmıştır.
26
Geycang—Çince kelime, mahalle yöneticisi.
27
Şanyoluk—muhtarlık, köy yönetimi.
28
Narın—et, soğan ve makarna ile yapılan bir çeşit yemek.
29
Paşşap—sokak gözetici bey, toy teşrifatçısı.
30
Dotey—Çince kelime, vali anlamına gelir.
31
Aygır aldı—yani soğuk, aygırı da öldürecek yer anlamına gelmektedir.
32
Çento—Çince kelime, sarıklı baş anlamındadır. Genellikle Çinliler veya Çinli Müslümanlar sayılan Tunganlar(Huiler) Uygurları küçümsemek amacıyla bu sözü kullanmıştır.
33
Siling—Çince kelime, komutan demektir. Bir askeri mevki veya birliğin komutanı ve rütbece tuğgeneralden küçük olan subaydır.
34
Sicang—Çince kelime, tümen komutanı.
35
Altı büyük siyaset—emperyalizme karşı durmak, Sovyet birliğiyle ittifak olmak, ulusların eşitliğini sağlamak, barışçıl olmak, yeniden inşaa sürecini başlatmak, dürüst olmak…
36
Gomindang—Çince kelime, Çin Halk Partisi, bir diğer adı Çin Milliyetçi Parti si. 1946—1949 yılları arasındaki İç savaşta zafer kazanan Çin Komünist Partisi, 1949’da iktidara geldikten sonra, Gomindang Tayvan’a kaçmış ve orada kendi hakimiyetini kurmuştur ve hala devam etmektedir.
37
Kama—su samuru
38
Çu Siling— bölgenin askeri ve idari işlerden sorumlu Çinli kurmay.
39
Fuguan—Çince kelime, devlet büyükleri veya komutan yardımcısı, yaver.
40
Ziciren—Çince kelime, öz adamımız anlamı verir.