Geçmeyen Geçmiş

Geçmeyen Geçmiş
Binnur Tüzün

Binnur Tüzün
Geçmeyen Geçmiş

TEBRİK VE BEKLENTİ
En büyük merakım Avrupa’daki Türk insanıydı. Çünkü yakınlarımdan da gidenler vardı.
1960’lı yıllardan itibaren Almanya, Fransa, Hollanda, İsviçre, Avusturya… hangi ülke istemişse oraya işçi göndermiştik. Çoğu vasıfsız işçiydi. Çoluğu çocuğu memlekette bırakıp yalnız başlarına gitmişlerdi. Çalışacaklar, kazanacaklar, biriktirecekler, döneceklerdi. Biraz memleketin ve memlekette bıraktıklarının özlemiyle yaşayacaklardı, o kadar. Kazanıp biriktirmenin elbette bu kadarcık bir bedeli olacaktı. Bu bedeli öderken para kazanacaklar, en kısa zamanda döneceklerdi. Ele güne muhtaç olmadan, rahat, huzurlu yaşayacaklardı.
İlginçtir, pek azı dışında kimse dönmedi.
İşini, sağlığını kaybedenler, yuvasını dağıtanlar oldu, dönmediler.
Benim merakım giderek daha da artıyordu. Köyümüzden Almanya’ya, komşu köylerden İsviçre’ye, Hollanda’ya dillerini bilmeden, kültürlerini tanımadan gidenler oralarda nasıl yaşıyorlardı? Yaşadıkları ülkelerin insanlarıyla nasıl anlaşıyorlardı? Ne yiyorlar ne içiyorlardı? Anne, baba, eş, çocuk, vatan hasretine nasıl katlanıyorlardı? Ezan sesi duymadan, çan sesi dinleyerek yaşamaya alışmışlar mıydı? İçlerinde din ve milliyet değiştirenler olmuş muydu?
İzne geldiklerinde tanıdıklarımla sohbeti koyulaştırıp merak ettiklerimi soruyordum. Yazmaya hevesli bir genç olarak anlamak ve yazmak için soruyordum. Ne var ki amcam dahil kimseden beni tatmin edecek cevaplar alamıyordum. Hemen herkes sözü yuvarlayarak, dolandırarak, kenarından köşesinden eksilterek konuşuyordu. Sanki söylenmesi gerekenlerin bir kısmını söylemiyorlardı. Ya da bana öyle geliyordu.
Kısmette varmış, kendimi geçici görevle Batı Almanya’da buldum. (O zamanlar Doğu Almanya da vardı ve ayrı bir devletti. İki Almanya arasında yüksek duvar vardı.) Tanımadan, bilmeden yazmak olmazdı. Beş buçuk yılın neredeyse bir yılını tarafsız, önyargısız tanımaya, bilmeye, öğrenmeye ayırdım. İyi, kötü, güzel, çirkin adına pek çok şey gördüm, dinledim, öğrendim. Kafamdaki soruların çoğu cevaplanınca Avrupa’daki insanımızın hikâyesini yazmaya başladım. Herkesin Avrupa’da yakınları vardı, yazdıklarım ilgiyle karşılandı. Hatta ödüllendirildi.
Avrupa’daki insanımız için hikâyelerimin satır aralarında biraz tereddütle söylediklerimi bugün yüksek sesle haykırıyorum. Dil gidince her şey gidiyor. Buna bütün kalbimle inanıyorum. Çünkü gördüm. Otuz yıl sonra gittim, öğrencilerimi, öğrencim olmayanları, onların çocuklarını gördüm. Nasıl yaşadıklarını, nasıl konuştuklarını, nasıl düşündüklerini gördüm. Dilini kaybedenlerin tarihini, kültürünü, kimliğini de kaybettiklerini gördüm. Dilini kaybedenlerin başkalaştıklarını, kültürler arasında dağıldıklarını, “Ben kimim?” sorusuna cevap veremediklerini gördüm.
Avrupa Türklüğünün dilini unutmaması, unutanlar varsa -ki var- tekrar hatırlaması, öğrenmesi gerekiyordu. Bunun için de Avrupa’da yaşayan, kimliğini kaybetmemiş, Türkçe düşünüp Türkçe yazan yazarlara ihtiyaç vardı. Avrasya Yazarlar Birliği olarak “Avrasya Akademi Online Kuray Hikâye Atölyesi”ni bu amaçla başlattık. İki yıl Osman Çeviksoy’la atölye çalışmalarına devam eden, Yakup Ömeroğlu ile kültürel sohbetlere katılan arkadaşlarımız hikâyeleriyle “Kardeş Kalemler” dergimizde ve dönem sonlarında yayımladığımız “Kardeş Sesler” ortak kitaplarımızda yer aldılar. “Mürekkebi Kurumadan” okumalarımıza katıldılar. Şimdi de bu arkadaşlarımızdan Binnur Tüzün, Erkut Dinç, Gülnur Kaya Akıncı, İdris Asilkan Sünbül ilk müstakil hikâye kitaplarını yayına hazırlayarak edebiyat dünyasına ilk büyük adımlarını atmış oldular.
Arkadaşlarımızı tebrik ediyor, bundan sonra da sürekli gayret ve ciddiyetle yazmaya devam edeceklerine inanıyoruz. Zaman içinde kitaplarının kalite ve sayılarını artırırlarken Avrupa’da yeni yazarların yeni şairlerin yetişmesine, Türkçe’nin yeniden boy verip güçlenmesine vesile olmalarını bekliyoruz. Yolları açık, kalemleri işlek ve güçlü olsun.

    Osman Çeviksoy
    AYB Edebiyat Akademisi Başkanı
    Hikâye Atölyesi Hocası

SAHİPSİZ HEDİYE
Otobüsten inmeden gördüm. Çantasını duvarın dibine koymuş, okul bahçesinde bir başına dolaşıyordu. Beni görünce koşmaya başladı. Ama nasıl koşuyor; felâketten sığınağa koşar gibi, doludizgin, delice… Bahçe girişinde karşıladı beni. Soluk soluğaydı. Yanakları, burnu soğuktan kızarmıştı. Gözleri sevinçle gülüyordu. Mutluydu.
Dün gece görmüştüm bu rüyayı.
Gözlerimden süzülen damlaları hissettiğimde alârmın her gün acı acı çalan sesi beynimde çınlamamış, henüz güneş bile doğmamış, tan yeri ağarmamıştı. Odamın, bütün bir gece içine işlemiş, sanki boğazıma sarılır gibi benimle sabahlayan, ağır ve bunaltıcı havası yüzünden nefes almakta zorlandığımı fark edip pencereyi açışım birkaç dakika sürdü. Camı açtığım anda suratıma buz gibi çarpan soğuk hava dalgası sayesinde az da olsa kendime gelebildim. Dallarını pencereme kadar uzatan kiraz ağacım bile beyazlara bürünmüş, her sabah beni cıvıltılarıyla uyandıran kuşların sesi de duyulmaz olmuştu. Derin bir nefes alarak camı kapattım ve yatağın kenarına iliştim. Öyle ya, dün gece yağan karı nasıl da unutmuştum…
Sahi, beni ne uyandırmıştı uykumdan bu kadar erken?
Zihnimi biraz da zorlayarak geceyi sanki tekrar yaşamaya çalışıyorum. Bu arada farkında olmadan çocukluğuma, ilkokul dönemime gittiğimi fark ettim. Hoş, ben o günleri asla unutamadım ya …Yine böyle havaların güzel gittiği, ağaçların yemyeşil kıyafetlere büründüğü, en fazla iki, üç aracın mahalleye çıktığı o dönemlerde Karabük’te Demir Çelik Fabrikası’nın karşısında kalan bir mahallede etrafı çorak denecek kadar boş olan bir arsadaydı ilkokulumuz.
Mayıs ayına yaklaşıyorduk, anneler gününe sayılı günler kalmıştı. Bu yüzden başta öğretmenlerimiz olmak üzere herkeste bir heyecan, bir telaş başlamıştı. Sınıfın en başarılı öğrencilerinden biriydim. Öğretmenim benim de bu özel günde, özel bir gösteri sunmamı plânladı. Elime tek kişilik bir monolog tutuşturduklarında ne yalan söyleyeyim bayağı korkmuştum. İlk defa bir gösteriye çıkacaktım. Karşımda mahalleden birçok anne- baba beni izleyecekti. Uzak bir köşeden beni izleyecek olan öğretmenimden başka, bana destek olacak kimse de yanımda olmayacaktı. Hem bu arada elimdeki monolog metni de öyle kısa bir şey değildi. Hepsini ezberleyecektim. Beni korkutan, heyecanlandıran asıl şeyin metnin uzunluğu olmadığının farkındaydım. Sıkıntımın sebebi bu gösteriyi yurt dışında çalıştığı için yanımda olamayan annem için hazırlayacaktım.
Okulumuzun çorak arazisine bakarak caddenin karşısındaki arazide bulunan mezarlık, sanki cenneti andırır gibi ağaçlarla doluydu. Nihayet hazırlıklar bitti, gösteri günü geldi. Gün içinde okulumuzun caddeye bakan boş arazisine misafirler için sandalyeler ve onların karşısına da gösteri için biraz yüksek bir platform yerleştirildi. Mahalle arası ve küçük bir yer olduğundan genelde herkes birbirini tanırdı. İşte, benim imtihanım burada olacak, notum da burada verilecekti.
Sıram geldi ve ben sahneye çıktım, heyecandan adeta elim, ayağım titriyordu. Elime tutuşturulmuş okul çantam, örgü ipleri, makas, kalem ve karton parçalarıydı oyundaki rol arkadaşlarım. Sunumu yaparken gözlerimin nasıl ara ara karşımdaki mezarlığa doğru kaçamak yaptığını, yine gözlerimi sahnenin ön sıralarına oturmuş olan annemin arkadaşlarından nasıl kaçırdığımı hiçbir zaman unutamadım.
Bana göre o zaman oldukça uzun gelen anlatımın ardından:
“Anneciğim! Biliyor musun bugün anneler günü.” diye devam ettim gösteriye.
“Sana bir hediye vermek istiyorum ve bunu sana kendim hazırlamak istiyorum. Bak, ne güzel iplerim var. Sarı, mavi, yeşil hatta kırmızı bile var. Sana kazak örmemi ister misin?”
Seyirciler mikrofonumuz olmadığından pür dikkat beni dinliyordu. Ben ise yine herkesten gözlerimi kaçırarak üzgün bir ses tonuyla devam ettim:
“Ama ben kazak örmeyi bilmiyorum ki…” Sonra etrafımı biraz araştırır gibi yapıp kalemi ve karton parçalarını aldım. Üstüne ayakkabı tabanı gibi bir şekil çizdim.
“Ben en iyisi sana terlik yapayım, beğenir misin?” Makas elimde başarısız bir şekilde kartonlardan bir şeyler kesmeye çalışıyorum. O da olmuyor ve ben rol gereği çok üzülüyorum. Son anda aklıma bir çare gelmiş gibi okul çantama sarılıyorum.
“Anneciğim, hediye alamadım ama, bak sana ne getirdim,” diye öğretmenimizin bize o gün dağıttığı baştan sona “PEKİYİ” yazan karnemi çıkarıyorum. Çıkarıyorum, çıkarmasına da… Başım önümde biraz bekledikten sonra seyircilerin alkışlarına karşılık nasıl selam vererek sahneden indiğimi hatırlamıyorum.
Çünkü benim o gün orada beni saracak, bırakın hediyeyi, baştan sona “PEKİYİ” dolu bir karne getirdim diye öpüp koklayacak annem yok.
Sahneden indikten sonra annemin arkadaşları, tanıdıkları sardı çevremi, bazıları gözleri yaşlı ve duygulanmış bir halde bana sarıldı ve;
“Kızım bizi çok duygulandırdın, annen bunları duysaydı ne kadar sevinirdi,” diye beni teselli ettiler.
Annem o gün o sözlerimi duyamadı, hiçbir karne günümüze de tanık olamadı ve biz annemizi seneler sonra, yine bir anneler gününden bir gün sonra, ebedi yolculuğuna uğurladık…
Annem! Canım annem! Kaç sene sensiz geçti anneler günümüz, kaç sene büküldü boynumuz. Sen, o sözlerimi o gün duyamadın ama, hâlâ bizimlesin, hâlâ içimizde yaşıyorsun ve sonsuza kadar da yaşayacaksın.

(Avrasya Akademi Online Kuray Hikâye Atölyesi, Ocak 2020)

17 AĞUSTOS 1999
Yaz tatilimizin ilk on gününü Yalova- Çınarcık’ta geçirmiştik. Ertesi gün ailece Ankara’ya gitmeye karar verdiğimiz için son günümüzü sahilde dolaşmaya ayırdık. Birçok alışveriş yeri, lokanta ve seyyar satıcılarla dolu, denize paralel caddesinde asılmış olan büyük bir tabelâ dikkatimizi çekti.
“Çok Uygun Fiyata Satılık Daireler”
Aslında tatile geldiğimizde daire almayı düşünmüyorduk ama ilânı görünce “Haydi, gidip bir bakalım!” dedik. Çocukları da yanımıza alarak İstanbul’a iner inmez havaalanında kiraladığımız arabaya binerek tabelâda yazan şirkete gittik. Önceden aradığımız için bizi bekliyorlardı. İçeri girdik, kısa bir hoş beş faslından sonra yetkili kişi önümüze yapılacak olan evin plânını çıkardı. Birçok şey anlattı. Evin büyüklüğünden tutun da hangi yönde olduğunu, çevre düzenlemesini, arsa büyüklüğünü falan… Sanki büyülenmiştik, eşimle hemen hesap yapmaya koyulduk. Hiç hesapta yokken daireyi almaya karar verdik. Peki nasıl ödeyecektik? Öyle olur, böyle olur derken sonuçta söz benim düğünde takılan takılara geldi…
– Tamam, dedim. Ama karşılığında tapuyu benim adıma yaparsan…
Aslında, geleneklere bağlı yetişme tarzından, onun böyle konularda ne düşüneceğini, nasıl bir tavır sergileyeceğini çok iyi biliyordum. Yine de şansımı denemek istemiştim. O esnada yetkili kişi evrakları düzenlemiş, imza için cevap bekliyordu. Eşim teklifimi kabul ederek beni şaşırttı. Ertesi gün kimliklerimizle beraber gelip, satış işlemini tamamladıktan sonra yola çıkacaktık. Çok mutluyduk. Bizim de artık bir dairemiz, bir yazlığımız olacaktı.
Akşam oldu. Rahatlatıcı hafif bir rüzgâr çıkmıştı. Biz çarşıda gezimize devam ederken çocuklar sahilde dolaştılar. Yemekten sonra kaldığımız eve döndük. Sabah yola çıkacağımız için ben önce toparlanma işini hallettim. Sonra kimliğimi hazır etmek üzere çantamı açtım, baktım, kimliğim yoktu. Tekrar tekrar bütün gözlerine dikkatle baktım, yoktu. Eşimin, çocuklarımın kimlikleriyle beraber benim çantamda olması gereken kimliğim yoktu. İnanması çok güçtü ama yoktu işte…Nasıl olur da herkesin kimliği çantamda dururken benimki yok olurdu? Git gide büyüyen bir tartışmaya başladık eşimle. Vakit gece yarısını bulmuş, çocuklar yorgunluktan çoktan yatmışlardı. Büyük tartışmanın sonucunda eşim salondaki koltuğa kıvrıldı uyudu, nasıl olsa ben her şeyi hallederdim. Geride dünya kadar iş varmış kimin umurunda…
Bavulları toparlayıp temizliği bitirdiğimde saat neredeyse gece ikiye gelmişti. Hem yorgunluk hem moral bozukluğundan bitkin düşmüştüm. Başımı yastığa ancak koymuştum ki büyük bir gürültü ile yerimden fırladım. Daha ne olduğunu anlayamadan eşimin bana seslendiğini duydum. Işığa koştum, yanmıyordu. Çocukların odasına doğru fırladım, ellerimle yoklayarak hemen buldum onları. Küçük kızımla ortanca oğlum tam ne olduğunu anlayamamışken büyük oğlum sarsıntının etkisi ile yataktan yuvarlanmıştı. Korkunç bir gürültü ve uğultu ile sanki ev yerinden oynuyordu. Bu arada eşimde yanımıza ulaşmıştı. Bir taraftan çocukları “Korkmayın!” diye sakinleştirmeye çalışırken diğer taraftan “Allah’ım, yardım et, sen bizleri koru.” diye dua ediyorduk. Eşim ve ben, bütün gece tartışmışken şimdi birbirimize sıkıca sarılıyorduk. Çocuklar deprem nedir bilmedikleri için korku ve şaşkınlık içindeydiler. Biz deprem de evin neresi sağlamdır diye bir o yana bir bu yana çaresiz çırpınıyorduk. Sonunda “Bir şey olursa hepimizi aynı yerde bulsunlar.” diye odanın ortasında, birbirimize sarılı bir vaziyette kalmaya karar verdik.
Ne uzun bir geceydi…
Sarsıntı durunca hemen çocukların sırtına ceketlerini giydirip masanın ortasında sabah için hazır bekleyen telefonlarımızı, şarjlarımızı ve arabanın anahtarını alıp kapıya koştuk. Dördüncü kattaydık. Çocukları boşluğa düşmesinler diye merdivenin duvar kısmına alıp karanlıkta duvarları tuta tuta dışarı çıktık. Bizden önce evin önüne çıkıp, yolda toplananlar olmuştu. Herkes birbirine “Nasılsınız, sizde bir şey var mı, iyi misiniz?” diye soruyordu. Çocuklarım çok korkmuşlar, tir tir titriyorlardı. Onları arabaya alıp İzmit ve İstanbul’daki ailelerimize ulaşabilmek için telefonlara sarıldık. Ama nafile, tüm hatlar kesilmişti, kimseden haber alamıyorduk… Tek iletişim aracımız; arabanın radyosundan zoraki bulduğumuz, şimdi adını bile hatırlayamadığım bir radyo istasyonuydu. Herkes arabanın etrafına toplanmış spikerden gelecek en ufak bir haberi bekliyordu. Sonunda spikerin sesi duyuldu. “İstanbul depreme teslim oldu. Dualarımız İstanbul için…” Spikerin diğer söylediklerini duyuyordum fakat anlamıyordum. Ortalık birden kararmaya başlamıştı…
Kendime geldiğimde etrafımdaki birkaç kişi beni teselli ederek, güçlü olmam gerektiğini söylüyordu. Çocuklarımın endişeli gözlerinde gittikçe büyüyen korku vardı. Kafamda şimşekler çakıyordu. Biz dün akşam o kadar şiddetli tartışırken şimdi nasıl böyle sımsıkı birbirimize sarılmıştık? Nasıl bir sabaha uyanacağımızı, nasıl bir felâketle karşılaşacağımızı bilseydik tartışır mıydık? Kimlik daha sonra nereden, nasıl çıkacaktı?
Gece karanlığı yerini yavaş yavaş doğan güneşe bırakıyordu. Etraf aydınlanınca felâketin boyutu daha da gün yüzüne çıkmaya başladı. Kaldığımız bölgede çok şükür fazla hasar, yıkılan ev yoktu ama arkamızdaki mahalle tamamen yok olmuştu. Tüm yollar yıkılan evlere ait enkazla kapandığından bir saatlik yolu bağlardan, bahçelerden geçerek altı saatte İzmit’e ulaşabildik. Bu süre zarfında tek iletişim aracımız olan radyo istasyonundan hâlâ aynı anons duyuluyordu.
“İstanbul depreme teslim oldu. Dualarımız İstanbul için…”

(Avrasya Akademi Online Kuray Hikâye Atölyesi, Ocak 2020)

BÖYLE GELME
Sanki daha önce hiç bu sokaklarda oynamadım. Düştüğü zaman dizleri yara içinde ağlayan çocuk da ben değildim, annesini kızdırıp peşinde koşturan da. Yaramaz biri olduğumu hiç hatırlamıyorum. Öncesinde nasıl bir çocuk olduğum, o saçları iki örgülü beyaz kurdeleli kız ortaya çıkana kadar yazılmamış ki hatıralarıma…
Sararmış yaprakların etrafımızda uçuştuğu bir zamanda, sabah uyanıp, kahvaltımızı yaptığımız halde işe gitmesi gereken babam hâlâ evdeydi. Bugün iş kıyafetleri de yoktu üzerinde. Gri takım elbisesini giymiş, saçlarını da özenle taramıştı. Evde olduğuna göre besbelli bir işi vardı. Anneannem kahvaltı masasının karşısındaki divana oturmuş eline aldığı tepsinin içindeki pirinci “Belki taş vardır!” diye kontrol ediyordu. Tek erkek evlâdı ile yedi sene felçli yatan eşinin ölümünün ardından annemi erkenden evlendirmek zorunda kalınca yanından ayrılamamıştı. Hayatını tek çocuğu olan anneme ve biz torunlarına adayan vefakâr ve cefakâr bir kadındı. Annem ise bir taraftan masayı toplarken diğer taraftan kavga eden iki kız kardeşimi sakinleştirmekle meşguldü. Nihayet işini bitirip yanıma geldi, beni önüne oturttu. Bütün okul hayatım boyunca bana eşlik edecek olan uzun saçlarımı tarayarak arkadan ikiye ayırdı ve güzelce ördü. Babama:
– Tamam, artık gidebilirsiniz, dedi. Ben hiç durur muyum, hemen merakla sordum:
– Nereye gidiyoruz?
Annem “Bugün baban seni okula yazdıracak.” dediğinde ne kadar da çok sevinmiştim. Ailenin tek erkek çocuğu olan ağabeyim ortaokula gidiyordu. O zamanlar ortaokula giden erkek çocuklarının başında pilot şapkası gibi bir şapka olurdu. Akşam hava erken karardığında annemle onu karşılamak için yola çıkardık. Karşıdan, başında şapkası ile geldiğini görünce nasıl da imrenirdim ona. Ailemizin göz bebeği, hepimizin gururuydu sanki ağabeyim. Hele anneannem toz kondurmazdı ağabeyime. “Benim bir erkek evlâdım olsaydı, bu kadar çile çekmezdik.” diye hep söylenir, dururdu. Çok zor günler yaşamış anneannem gençliğinde. Savaş döneminde nasıl kıtlık çektiklerini anlatırdı bazen, biz de masal gibi dinlerdik anlattıklarını. “Ağabeyinizin kıymetini bilin, onu sakın utandırmayın!” diye her defasında tembih etmeyi unutmazdı. Daha sonraki senelerde en büyük zevkim hep onun kitaplarını karıştırmak oldu. O, Erkek Sanat Okulu’ndayken ben çoktan Edebiyat Kitabı’nın gediklisi olmuştum bile. O kitapların birinde, Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın beni çok etkileyen, zaman zaman dilime dolanan, hâlâ severek okuduğum bir şiiri vardı.
“Yediyordu Elif kağnısını,
Kara geceden geceden.
Sankim elif elif uzuyordu, inceliyordu,
Uzak cephelerin acısıydı gıcırtılar,
İnliyordu dağın ardı, yasla,
Her bir heceden, heceden.”
diye uzar giderdi.
Babam saatine bir göz attı ve “Haydi gidelim!” dedi. Birlikte evden çıktık. Oturduğumuz tek katlı, yola nerdeyse bitişik olan evimiz ile okul arasında kışın don tutan, karda kaymaktan korktuğumuz, her yağmur yağışında ayak bileklerimize kadar çamura battığımız uzunca bir yokuş vardı. Yokuşu tırmanıp, etrafı sıra sıra dizili evlerle dolu olan dar sokaktan geçerek okula geldik. Babam bir odanın kapısını tıklatıp içerden “Gel!” sesini duyana kadar bekledi ve ikimiz beraber içeriye girdik. Sonradan okul müdürü olduğunu öğrendiğim biri ile konuşup kağıtlara bir şeyler yazdılar. İşleri bitince masada oturan güler yüzlü, saçları hafif beyazlamış, babamdan biraz daha yaşlı olan o kişi bana dönerek:
– Sen şimdi eve yalnız gitsen evinizi bulabilir misin? dedi. Utanarak başımı “evet” anlamında salladım.
– Aferin sana. Artık sen de bizim öğrencimizsin. Okullar açılınca sen de buraya geleceksin, dedi.
Birkaç gün sonra okullar başladığı için sabah erkenden kalktık, annem yine saçlarımı iki örgü yapıp, uçlarına beyaz kurdelelerimi bağladı, kız kardeşimi de yanına alarak benimle okula geldi. Elime tutuşturulan siyah çantada defter, silgi, kalemtıraş, kurşunkalem ve bir de Alfabe Kitabı vardı. En çok sevdiğim şeydi beyaz kurdeleler… Okulun bahçesinde benim gibi siyah önlükleri ile beyaz yakalı, beyaz kurdeleli birçok kız vardı. Galiba ben okula gitmeyi beyaz kurdeleler için seviyordum. Zilin sesini duyan büyük sınıflardaki öğrenciler öğretmenleri eşliğinde bahçedeki yerlerini aldılar. Yeni başlayacak olanlar ise bir kenarda anne veya babaları ile bekliyorlardı. Sonra öğretmenimiz adımızı tek tek okuyarak bizi boy sırasına göre yerleştirdi. Beni, boyum kısa olduğundan sıranın en önüne aldı. Adının Hatice olduğunu öğrendiğim bir kız ağlıyor, annesinin elini bırakmak istemiyordu. Anneme baktım, annem gözleri dolu dolu olmuş, bir eli ile kardeşimin elini tutarken bana gülümsüyordu. Nihayet yerleştirme işi bitince bir öğretmenimiz ön tarafa çıkarak İstiklâl Marşı’mızı söyletti. Büyük sınıflardan biri de çıkıp andımızı okudu. Daha kimse yerinden ayrılmamıştı ki bir bayan öğretmen bana yaklaşarak:
– Bunlar ne? diye sordu. Korkmuştum. Ne olduğunu, neyi sorduğunu anlamaya çalışıyordum. Ben ilk gün ne yapmıştım ki bana “Bunlar ne?” diye soruyordu? Benim anlamadığımı görünce:
– Adın ne senin? dedi. Kalbim küt küt atarken, cılız bir sesle “Binnur!” diyebildim. Bir eli ile kulaklarımı gösterirken tekrar sordu.
– Bunlar ne? Elimi kulağıma götürdüm. Küpelerim… Kulağımda annemin çok önceden taktığı mavi taşlı küpelerim vardı.
– Bunları çıkar ve bir daha okula böyle gelme, okulda bunlar yasak, dedi.
Hemen o anda, oracıkta küpelerimi çıkarıp önlüğümün cebine koydum. Çok utanmıştım. Ben nereden bilebilirdim ki okulda küpenin yasak olduğunu? Belli ki annem de bilmiyordu, bilseydi beni okula öyle gönderir miydi? Gerçi abim de ortaokula gidiyordu ama o küpe takmazdı ki hiç…
Küpelerimi seviyordum ama okumayı daha çok seviyordum. Okuldan vazgeçemezdim, hem zaten öyle bir şansım da yoktu. O gün herkesin içinde beni o kadar utandıran küpelerim sayesinde okulun da kuralları olduğunu ve bu kurallara uyulması gerektiğini öğrenmiş oldum.

(Avrasya Akademi Online Kuray Hikâye Atölyesi, Ocak 2020)

ANLAMAYA ÇALIŞ
Babamla sürekli telefonda görüşüyorduk, o da bize hasta olduğunu, dışarı çıkamadığını söylüyordu. Ama, biz bu dışarı çıkamamasını yaşlılığına verdiğimizden, hastalığın ciddiyetini geç anladık. Ayrıca yanında eşi vardı, yalnız değildi. İstanbul’da yaşayan en küçük kız kardeşimiz Selin, sürekli ziyaretlerine gider, onlarla ilgilenirdi. Biz kendimize böyle teselli veriyorduk.
Şikayetlerin artması üzerine benden bir yaş küçük kız kardeşim Dilek İstanbul’a gitmeye karar verdi. Çalışmadığı için durumu en müsait olan oydu. “Tamam, sen git bir bak, biz de duruma göre hareket ederiz.” dedik. Gelen haberler maalesef hiç birimizin beklediği türden haberler değildi. Bir zamanların güçlü, kuvvetli, her işini kendisi yapan, yardıma muhtaç kimi duyarsa gece, gündüz demeden koşan, yaşadığı çevrelerde herkesin tanıdığı, uzak yollardan gelenlerin çekinmeden kapısını çaldığı babam, artık ayakta duramaz, desteksiz ayağa kalkamaz hale gelmişti. Sağ olsun Selma Abla ona iyi bakıyordu ama artık o da genç sayılmazdı. Çoğu zaman babama destek olmaya gücü yetmiyordu. Dilek hem babamın hastalığını tam öğrenebilmek hem de onlara bir nebze olsun destek olabilmek için gitmişti. İki hafta kalıp tekrar geriye döndüğünde bize “Gidebilen gitsin, görsün derim, çünkü bundan sonra ne olacağı belli olmaz, her an her şey olabilir.” dedi.
Babamın kalbi vardı, son muayenelerinde böbrek yetmezliği üzerinde durulmuş ama henüz bundan kesin bir sonuç çıkmamıştı. Şimdi de bağırsak sorunu ile karşı karşıyaydı. Doktorlar Kolonoskopi yapılması gerektiğini söyledikleri halde vücudu çok bitkin düştüğünden ne hastaneye yatırıp tedavi ediyorlar ne de Kolonoskopi yapıyorlar, sorulan sorulara “Bu yaşta artık ne bekliyorsunuz?” gibi yanıtlar verip eve gönderiyorlardı. Babam her an bir kalp krizi ya da felç geçirebilirdi.
Hepimiz can atıyorduk gitmeye. Benden önce de Ankara’dan ağabeyim gitmişti yanına. Ben de iş yerinden bir hafta izin alarak cumartesi günü uçakla İstanbul’a gittim. Evin kapısına gelince zili çaldım. Selma Abla açtı kapıyı, beni karşısında görünce şaşırdı tabii. Babam ise sabah kahvaltısını yaptıktan sonra bütün gün zamanını geçirdiği kanepenin üzerinde uyuyakalmıştı. Yavaşça yanına yaklaştım ve elini tuttum.
– Baba! Babacım ben geldim, dedim. Sesimi duyunca zorlukla arkasını dönmeye çalıştı, yüzüme baktı. Sitemli bir sesle:
– Biz seni beklemiyorduk, dedi.
Alındığımı hissettim birden.
……
Kısa süren bir sessizliğin ardından hemen kendimi toparladım. Gülerek, şakayla karışık:
– Uçaklar gece yolcu almıyorlarmış, kaldım bu gece başınıza, dedim.
Doğrulup, uykusu açılınca “Hoş geldin kızım!” dedi. Ellerini öptüm, sarılıp kucaklaştık. Hâl, hatır sormalar bitince yorulduğu için kollarından destek vererek yatmaya götürdük. O güçlü, kuvvetli adam gitmiş yerine artık başkalarına muhtaç, yardımsız ayağa kalkamayan bir adam gelmişti. İçim sızladı. Orada kaldığım bir hafta süresince gece en ufak bir durumda seslerini duyabilmek, yardıma koşabilmek için sürekli odamın kapısı açık uyudum, tabii buna uyumak denirse… Ama benim uykusuzluğum onlarınki yanında hiç kalırdı. Babamın uykusu sürekli bölünüyordu.
Ertesi gün pazar olduğu için bir şey yapamadık. O gün sıkıntılı, kapalı, moral bozan bir havası vardı İstanbul’un. Selin, grip olduğu için yüzünde bir maske ile geldi. Pazartesi hastanede yine randevusu varmış babamın. Böyle günlerde onlara yardıma gelen bir tanıdığın da yardımıyla taksi ile hastaneye gittik. Tesadüf olarak bulduğumuz bir tekerlekli sandalye ile doktora ulaştık. Genç bir bayandı doktor. Kapıdan içeri adımımızı atar atmaz:
– Neyiniz var? diyerek hiçbir muayeneye bile gerek görmeden bizi birkaç tahlile yönlendirdi. Hastane koridorlarında her yerin yabancısı olduğumdan tanıdığın da yardımı ile tahlilleri yaptırıp üç gün sonra sonuçları almak üzere bıraktık.
Bu arada babam zaman zaman bütün direncini kaybediyor, ayakları üstüne basamıyordu. Dışarıdan gelen yardımı da kabul etmiyordu. Getirdiğim yürüme destek arabasını da kullanmadı. Onu kullanırsa, ona bağımlı kalıp bir daha yürüyemeyeceğini takmıştı kafasına, ne diller döktümse ikna edemedim. Başkasına muhtaç olması, üç aydır evden dışarı çıkamaması, dizlerinde yürüyecek derman olmaması onu aşırı sinirli, sabırsız bir duruma sokmuştu. Selin’le tahlilleri almaya gideceğimiz gün morali aşırı bozuktu, gözünü saatten ayıramadı. Morali bozuk olduğu günler vücudu tamamen kendini bırakıyor, hiç kalkamıyordu. Tahliller sonucunda doktorun verdiği ilaçları almak için eczaneye girdiğimizde masanın yanında, vitrine yakın yerde duran tekerlekli sandalye ilişti gözüme. Daha önce bunu da sormuştum babama…
– Baba! dedim. Yürüme destekli arabayı kullanmak istemiyorsun, o zaman sana tekerlekli sandalye alayım, hem hastane önünde sandalye bulmak için eziyet çekmezsiniz hem de güzel havalarda bahçeye çıkar, temiz hava alırsın.
– İstemem! dedi hemen.
– Babacım çok rahat edersiniz.
– Kim itecek o arabayı, diye tersledi yine.
– Selma Abla var ya…
– Siz onu çok mu sağlam zannediyorsunuz? Anlamıştım, yine yokuşa sürüyordu. Selma Abla, Allah razı olsun, elinden geldiği kadar iyi bakıyordu babama, bunu hepimiz biliyorduk.
– Baba, seni kolundan tutup kaldırmak onun için daha ağır, sandalye asıl onun için kolaylık olacak, dedimse de dinletememiştim. Sonunda “Senin paran çok galiba, ne yaparsan yap!” diye beni bir güzel payladı. Biz, babamın artık bu tür sitem dolu sözlerini ciddiye almak istemesek de bazen diğer odaya geçip gözlerimizi silerek o anı atlatıyorduk. Eczanede sandalyeyi görünce, duyacağım sözleri hiçe sayıp hemen o anda kararımı verdim, Selin’e dönerek.
– Biz bu sandalyeyi alalım ama eve gidince saklayalım. Babam görmesin, dedim. Selin soran gözlerle yüzüme baktı.
– Bugün olmazsa bile yarın babamın buna ihtiyacı olacak, en azından o zaman hazırda olur böylece hastane önünde sandalye aramak zorunda kalmazsınız, dedim. Sandalyeyi alıp eve geldik ve bir suçlu gibi hemen ortadan kaldırdık. Daha sırada doktorun tahlil sonuçları vardı, hesap vereceğimiz… Önce ben anlattım, sonra Selin’e anlattırdı tekrar.
– Yalan, vallahi de billahi de yalan, dedi.
– Yalan olan ne baba?
– Doktorun dedikleri… Doktorun dedikleri, o kadar hastalık arasından ona çok basit gelmişti, teşhisin doğru olduğuna ya da bizim gerçeği söylediğimize inanmıyordu.
– Benim babama bile güvenim yok, dedi. Çünkü daha önce başka doktorlar aylarca yanlış ilaç vererek yanlış tedavi uygulamışlardı. Ben bundan habersiz olduğumdan o anda istemeden de olsa sesimi yükseltmiştim.
– Baba ne söylemelerini istiyorsun?
Dedim ve dediğim anda çok pişman oldum. Ama ne çare ki söz ağzımdan çıkmıştı bir kere, toparlayamadım. Babacığım ağladığımı görüp, üzülmesin diye kendimi hemen banyoya attım, bir süre ağladıktan sonra hepimizin yaptığı gibi elimi yüzümü yıkayarak hiçbir şey olmamış gibi odaya döndüm. Babam zor günler geçiriyordu. Biliyordum, tekerlekli sandalyeyi de yine istemeyecekti, ta ki Allah korusun, bir daha yürüyemeyeceğine ikna olana kadar…
Şu kısacık ömrümüzde sevdiklerimizi doyasıya sevmek, doyasıya sarılmak, sarılabilmek varken neden bunu başaramıyoruz diye sürekli kendime sorduğum halde hâlâ anlayabilmiş değilim…
Anlatmak mı zor olan, anlaşılmak mı yoksa anlayışlı olabilmek mi?

(Avrasya Akademi Online Kuray Hikâye Atölyesi, Şubat 2020)

İSTERSEK OLUR
Araba ile yola çıktığımızda Ağustos’un son sıcak ve yakıcı günleri yaşanıyordu. Üç gün süren bu yolculuğumuzun beni yavaş yavaş vatanımdan uzaklaştırdığının farkındaydım. Her ne kadar birçok yerde dinlenmek için mola vermiş olsak da babam günlerdir direksiyon başındaydı. Uykusuzluk ve sıcaklar yorgun düşürmüştü. Bir an önce eve ulaşmak ve rahat bir uyku uyumak istiyordum. Ve nihayet öğleye doğru yolun sonuna, annemle babamın “Evimiz!” dedikleri yere geldik.
Bahçe içinde, panjurları yeşil boyalı, iki katlı, dış görünüşü bayağı eski bir evdi. Ama evin eskiliğini düşünen kim, o anda bir yatak olsa yeterdi bana. Ben bunları düşünürken, babamların aile dostları çaldı kapıyı. O zamanlar kimsede telefon olmadığından “Geldiler mi acaba?” diye merak edip bakmaya gelmişler. Kısa bir hoş beşten sonra annem bana yatağı gösterip “Senin çok uykun var, hadi sen yat uyu.” dedi. Zaten kimseyi tanımıyordum, seve seve gittim yattım. Gözlerimden uyku akıyordu. Ben yorganı kafama kadar çeker öyle uyurdum. Yine öyle yaptım…
Bir ara uykum açıldı, etrafımı araştırır gözlerle süzerken tepemde bir sivrisineğin manevralar yaptığını fark ettim. Gittikçe bana doğru yaklaşıyor, yaklaştıkça büyüyordu. Etrafımda dolanmaya başladı. O kadar yaklaştı ki nerdeyse nefes alışını bile duyacak gibiydim. Elimi, kolumu ona engel olabilecekmişim gibi sallamaya başladım. Bana mısın demiyor, başımda fırfır dönüyordu. Her ne kadar yorganı iyice kafama kadar çekmiş olsam da vızıltısı şimdi de sanki saçlarımın arasındaymış gibi kulaklarımda çınlıyordu. Deli gibi kulağımın arkasına düşen saçlarımı üstüne bastıra bastıra karıştırmaya başladım. Bir süre sesi kesiliyor, “Oh, sonunda bitti!” dediğim anda yine başlıyordu. Ben uyumak istiyordum… Ama tepemde dönüp dolaşan sivrisinek sayesinde bu hiç de mümkün görünmüyordu. Annem, babam da ortalıkta yoktu. Kalktım, kapıyı açarak dışarı çıktım. Yol boyunca yürümeye başladım, evimiz ana caddeye yakın, etrafında çeşitli mağazaların, alışveriş yerlerinin olduğu bir meydanlıktaydı. Vitrinlere baka baka ilerlerken, köşedeki vitrinde ilâç paketleri, malzemeler dolu bir dükkân dikkatimi çekti. Elimle cebimi yokladım. Babamın yolculuk sırasında lazım olur diye verdiği paralar duruyordu. Fazla düşünmeden içeri girdim. İçerde biri bayan, üç eczacıdan başka kimse yoktu. Açılan kapının çıkardığı ses ile gözlerini kapıya, bana doğru çevirdiler. Yüzünde ilk tebessümü gördüğüm bayana doğru yaklaştım.
“İyi günler!” dedim. Eczacı şaşırır bir halde baktı ve gülümsedi. O da bir şeyler söyledi ama ben ne dediğini anlamadım. Bu defa:
“Merhaba, kolay gelsin!” dedim. Eczacı yine bir şeyler söylüyordu ama yine anlamıyordum.
“Şey!” dedim ve kaldım öylece. Utandım. Soğuk soğuk terlemeye başladım. Sağıma, soluma “Ne oluyor?” diye baktım. Bizim dilimiz Türkçe değil mi, bunlar beni neden anlamıyorlar, hem neden Türkçe konuşmuyorlar diye düşünürken diğer eczacının arkadan İngilizce olarak “Size yardım edebilir miyim?” dediğini duydum. Tam “Oh be, sonunda anlayabildim.” diye düşünürken kafamda başka bir soru belirdi. Ortaokulda öğrendiğim İngilizce sayesinde bu kadarını anlayabilmiştim ama ben şimdi ona başımın bir sivrisinekle belâda olduğunu nasıl anlatacaktım? Bir taraftan ellerimi kollarımı kanat çırpar gibi sallarken aklıma gelen İngilizce küçük, siyah, uçmak gibi kelimeleri sıraladım. Başka kimse de yoktu etrafta, bu kadar insan nereye gitmişti? Çaresiz eczacı bana, ben eczacıya bakışıyorduk. Sonunda aklına bir şey gelmiş gibi bana “Gel!” işareti yaptı. Arka sırada raflarla dolu bir bölüme götürdü beni ve “Bak!” dedi. İşte oradaydı. Sinek ilâcını alıp eline verdim. Ücretini ödedikten sonra çıkmak için arkamı dönüyordum ki yüzüme damlayan sularla sıçradım. Babam elinde bir bardak su ile tepeme dikilmiş “Kalk bakalım uykucu! Saatlerdir uyuyorsun, annen yemek hazırladı, hadi gel de yemek yiyelim.” dedi.
O an anladım ki ben artık yurdumdan çok uzak bir yerdeydim. Ve bir kez daha anladım ki öğrendiğim hiçbir şey boşuna değildi. Nasıl zor durumda kalınca bildiğim tek yabancı kelimeler olan İngilizceye sığınmışsam, demek ki acil olarak geldiğim yerin dilini öğrenmem ve kendimi daha da geliştirmem gerekiyordu. Önce babamın vermiş olduğu Türkçe Almanca sözlüğü ile çalışmaya başladım. Çok geçmeden de dil kurslarına katıldım.

(Avrasya Akademi Online Kuray Hikâye Atölyesi, Mart 2020)

ÖNCE CAN
Akşam masanın üstüne koyduğum su bardağından birkaç yudum su içerek, bardağın yanında duran cep telefonuna uzandım. İnternetten yaşadığımız bölgenin gündem haberlerine baktım. Yine canım sıkıldı.
Dünyanın birçok ülkesinde olduğu gibi bizim yaşadığımız ülkede de zor günler yaşanıyordu. Her gün ayrı bir yasakla uyanıyor olmak, arkasından “Yarın acaba ne olacak?” sorusunu getiriyordu. Kimse ne olacağını kestiremiyordu. Çünkü adına “Korona Virüsü” denilen bir salgın, sanki tüm dünyayı esir almıştı. Ne kadar tehlikeli olduğu ortadayken ne yazık ki büyük bir kesim tarafından hâlâ ciddiye alınmıyor gibiydi. Aradan geçen kısa bir zaman sonra görüldü ki bu virüs hiç de öyle küçümsenecek gibi değildi. Her ne kadar “Panik yapmayın!” denilmiş olsa da ortada bir panik havası görülüyordu. Birçoğu kendine göre gelecek senaryoları yazdığından alışveriş merkezlerine koşup erzak ve temizlik malzemeleri depolamaya başladı. Herkes tedirgindi, korkuyordu ve ilk önce ailesini düşünüyordu.
Hükümetten ilk önce okulların bir süre kapanacağı haberi geldi. Ülke çapında öncelikle tüm organizasyonlar iptal edildi. Gümrükler kapatıldı. Kalabalık grup faaliyetleri yasaklandı. İş yerleri her ne kadar önlem almaya çalışsalar da bu yeterli gelmedi, salgın gitgide büyümeye başladı. Merakla her gün yeni çıkacak yasaklara odaklanırken biz de iş yerimizde kendimizce önlemler alıyorduk. Kapının girişine içeri giren herkesin kullanması için dezenfekte ilâcı koyduk. Ellerin sabunla sık sık yıkanması zaten herkesin bildiğiydi. Yabancıların içeri girmesini engelledik. Her odada birer kişinin çalışmasına özen gösterdik. Kalabalık bölümlerde çalışanların aralarında en az iki metre mesafe bırakmasını sağladık.
Dün, yani son iş günümüzde işyerimizin bir süre kapanacağı haberi ulaştı hepimize. Çok üzüldüm. “Beni bu kadar üzen ne?” diye kendime sorduğumda olayın ciddiyeti soğuk esen bir rüzgâr gibi suratıma çarptı. Daha önce de değişik salgınlar geçirmiştik ama hiçbiri işyerlerinin kapatılmasına sebep olmamıştı. Durum bu kadar vahimdi yani…
Ben telefonla son durumları muhasebecimize bildirirken pazarlama müdiremiz Simone, hızlı hızlı merdivenlerden iniyordu. Muhtemelen bize yeni haberler getiriyordu. O esnada bir gürültü oldu ve arkasından inleme ve ağlama sesi… Simone merdivenin alt basamaklarında acıyla kıvranıyor, ağlıyordu. Nasıl olduysa düşmüş, yuvarlanmıştı. Zaten zayıf ve narin olan vücudu yaşadığı şokun ve acının etkisiyle titriyordu. Hemen yanına koştum:
– İyi misin Simone? Bir şey oldu mu? Kalkabilecek misin? diye sordum.
O sadece;
– Düştüm, çok acıyor! Ayağımı hissetmiyorum, diyebildi.
Hıçkırıklarla sarsılıyordu. Ben ve Avusturyalı iş arkadaşım Daniel şirketin ilk yardım elemanıydık. Böyle durumlarda ilk müdahale bizden bekleniyordu. O esnada gelen Daniel’le birlikte Simone’yi hem sakinleştirmeye hem de ambulans çağırmak için ikna etmeye çalışıyorduk. O ambulansı, hastaneye götürülmeyi kesinlikle istemiyordu.
– Su ister misin? dedim.
– Hayır, diye cevap verdi.
Onu çok iyi tanıyordum, korkuyordu. İş yerinde kimseye bir şey olmasın diye her türlü önlemleri aldırtan, her gün herkese, “İyi misiniz?” diye soran oydu. Acıdan kıvrandığı halde kendisine virüs bulaşabilir korkusuyla hastaneye gitmeyi, herhangi birinden yardım almayı reddediyordu.
Daniel’e dönerek;
– Soğuk bir şey, buz falan koyalım, dedim. Birbirimizle “Nerede var ki?” diye bakıştık. Hemen karşımızdaki bina şefin eviydi. “Şeften iste!” dedim. O şefe giderken ben de kapalı bir şişe su getirip verdim.
– Bunu içebilirsin, bak kapalı, dedim.
Teşekkür ederek alıp, birkaç yudum içti. Biraz sakinleşmiş olsa da kimseyi yanına yaklaştırmıyor, sürekli “Uzaklaşın, lütfen uzaklaşın, yaklaşmayın!” diyordu. Biraz kendine gelince telefonu ile eşini arayıp kendisini almasını istedi. Az sonra, iyi dileklerle onu yolcu ederken ne kadar reddetse de eşine onu mutlaka bir hastaneye götürmesini söyledik. O ise bize “Uzaklaşın birbirinizden! Aranızda en az iki metre mesafe olsun!” diyordu.
Simone haklıydı. Korona Virüsü aslında hepimizin dengesini bozmuştu, endişeliydik, tedirgindik. Herkes yanındaki arkadaşından korkar olmuştu. Her an yeni yasaklar bekliyorduk. Korona Virüsü, sosyal hayatın, ekonominin, bilimin, sanatın ve dünyanın dengesini bozmuştu.

(Avrasya Akademi Online Kuray Hikâye Atölyesi, Mart 2020)

GECE GİBİ KARARDI HER ŞEY
Annem ve babam yurtdışında çalıştıkları için biz, dört kız kardeş Karabük’te anneannemin yanında kalıyorduk. Babam tatile yakın bir zamanda yazdığı mektupla kız kardeşimle benim okullar kapanınca köye, dedemlerin yanına gitmemizi istedi. Okullar kapandı ve biz bir yakınımızla gece terminalden otobüse binerek çok sevdiğimiz dedemin köyüne doğru yola çıktık.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/binnur-tuzun/gecmeyen-gecmis-69499420/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
Geçmeyen Geçmiş Binnur Tüzün
Geçmeyen Geçmiş

Binnur Tüzün

Тип: электронная книга

Жанр: Историческая литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 16.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Geçmeyen Geçmiş, электронная книга автора Binnur Tüzün на турецком языке, в жанре историческая литература

  • Добавить отзыв