Yüreklerin Göçü
Büşra Demir
Büşra Demir
Yüreklerin Göçü
TAKDİM
Edebiyatımızın yeni yazarlarla, yeni eserlerle gelişeceğini; dilimiz, kültürümüz ve geleceğimiz açışından donanımlı bir yazarın, iyi bir eserin ne kadar önemli olduğunu biliyorduk. Edebiyat dünyamıza yeni yazarlar, yeni eserler kazandırmanın, milletimizin geleceğine yönelik büyük hizmetlerden biri olacağına inanıyorduk. Bu inanışla ulusal ve uluslararası bütün faaliyetlerimiz gibi yazar yetiştirmeyi de önemsedik. Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi olarak yazar yetiştirmek üzere başlattığımız atölye çalışmalarında altıncı dönemi geride bıraktık. Dönem sayısı arttıkça, ona paralel olarak sevincimiz, mutluluğumuz da arttı.
Kuruluş olarak yeni olmamıza rağmen Türkiye’de pek çok ilki gerçekleştirdik. Bu ilklerden biri de gerçek atölye çalışmalarıyla edebî ürünler üretilen yazarlık okuludur.
Hiçbir zaman geniş maddi imkânlarımız olmadı ama her zaman bize destek sunan dostlarımız oldu. İki dönem dışında yazarlık okulu atölye çalışmalarımızı bize ait olmayan, geçici mekânlarda yaptık. Bu işe, herhangi bir çıkar gözetmeden, sadece emeğimizi değil yüreğimizi de koyduk. Sonuçta beklediğimizden daha yüksek bir başarıya ulaştık. Yöntem arayışlarıyla geçirdiğimiz, biraz da acemiliğimize gelen hazırlık dönemi bir tarafa bırakılırsa, son beş dönemde Türk Edebiyatına beşi ortak, on üçü müstakil olmak üzere toplam on sekiz kitap kazandırdık. Bu kitaplarda yer alan ürünlerle edebiyat dünyamıza kırk civarında yazarın adım atmasına vesile olduk.
Bugün, AYB Edebiyat Akademisinde yetişen arkadaşlarımızın çeşitli yayın organlarında boy göstermeleri, yeni yeni eserler ortaya koymaları bizleri mutlu kılıyor. Ortak kitaplarımızla edebiyat dünyasına adım atan arkadaşlarımızdan yazmaya ve kendini geliştirmeye devam ederek müstakil kitaplar çıkaranlar var. Daha da ileri bir çalışkanlıkla nerdeyse her yıl yeni bir kitap yayınlayan, estetik seviyesini her kitapta biraz daha yükselten arkadaşlarımız var. Bunlar bizim mutluluk kaynaklarımızdır. Giderek böyle başarılı arkadaşlarımızın çoğalacağına, Türk edebiyatında farklı bir ses, farklı bir renk olarak iz bırakacaklarına içtenlikle inanıyoruz.
“Kardeş Sesler” her dönem sonunda çıkardığımız ortak kitabımız…
Kardeş Sesler 2014’te Ahmet Turgut, Azize Kaya, Bünyamin Zile, Büşra Demir, Büşra Konaktaş, Ebabekir Cambolat, Nesrin Askeran Ünal, Rumeysa Atasay, Sacide Uslu, Sema Tanrıverdioğlu Ersöz, Ülkü Taşlıova olmak üzere on bir arkadaşımız hikâye, deneme ve şiirleriyle yer aldılar. Bu ürünlerin tamamı altıncı dönem süresi içinde üretildi. Şiir atölyesinde eğitimci, şair Ali Akbaş, deneme atölyesinde eğitimci, yazar Hüseyin Özbay, hikâye atölyesinde eğitimci, hikâyeci Ataman Kalebozan gönüllü olarak, büyük bir özveriyle çalıştılar ve sonuç aldılar. Her metin; defalarca ilgili hoca tarafından estetik, konu, kurgu, ifade, yazım ve hatta noktalamaya varıncaya kadar titizlikle değerlendirildi. Bu değerlendirmeler ışığında yazarları tarafından son şekli verilen eserler, tekrar hoca onayından sonra çeşitli internet sayfalarında, dergilerde ve bu kitapta yer almaya hak kazandı.
Atölye çalışmalarını içeren Kardeş Sesler 2014’ün ilgiyle okunacağından kuşkumuz yok. Özellikle, içinde yazma sevdası taşıyan, istedikleri halde çeşitli sebeplerle çalışmalarımıza katılamayan yazar adayları, bu kitabı yüksek ilgiyle ve inceleyerek okuyacaklardır. Çünkü ortak konuların farklı yazarlar tarafından, farklı bakış açılarıyla, nasıl kurgulanıp, hangi yönleriyle öne çıkarıldığını görürlerken yazarlığın sırlarını ve sınırlarını da keşfetmeye çalışacaklardır.
Kardeş Sesler 2014 ve önceki yıllarda çıkarılan ortak kitaplar (Kardeş Sesler 2013, 2012, 2011, Kardeş Hikâyeler Kardeş Şiirler) yine yazar yetiştirme programına bağlı olarak çıkarılan müstakil kitaplar (13 adet), Türkiye’de bir “ilk”in öncü kitaplarıdır. Bir yönden değil, pek çok yönden ilgiyle okunduğunu biliyoruz.
Ulaştığımız başarı seviyesinde en büyük pay, yazarlığın çilesini baştan kabullenmiş, eleştirileri dikkate alarak bıkmadan, usanmadan ve inanarak yazmaya devam etmiş katılımcı arkadaşlarımızındır. İki dönemde yazdığı hikâyelerden oluşan “Yüreklerin Göçü”nün yazarı Büşra Demir bu arkadaşlarımızdan biridir. İlk kitabına aldığı hikâyelerdeki belirgin başarısından dolayı kendisini kutluyor, daha nice başarılı eserlere imza atmasını diliyor ve bekliyoruz.
Osman Çeviksoy
AYB Edebiyat Akademisi Bşk.
BÜŞRA DEMİR
busrabilgin@yahoo.com
1983 yılının Mart ayında Ankara’da doğdu. İlköğretim ve liseyi TED Ankara Koleji’nde okudu. Lisans eğitimini Başkent Üniversitesi Sağlık Kurumları İşletmeciliği Bölümünde tamamladı. Mezun olduktan sonra birkaç yıl sağlık hizmetleri sektöründe görev aldı. 2011 yılında Hacettepe Üniversite’sinde Sağlık Kurumları Yönetimi yüksek lisansına başladı. Halen bu bölümde doktora eğitimine devam etmektedir.
Evli ve anne adayı olan Büşra Demir, 2012-2014 yılları arasında Avrasya Yazarlar Birliği’nin atölyelerine katılmış, yazarlığa ilk defa bu vesileyle adım atmıştır. Hikâye ve denemeleri çeşitli dergilerde yayımlanmıştır.
DAVETSİZ MİSAFİR
Anneannemin eski fotoğraflarını ararken gençliğimde yazdığım günlüğüme rastladım. Kırmızı, kurumuş bir gül düştü içinden. Atmamışım. O gül, hep umudum olmuştu. Ona bakıp hayaller kurmaktan sıkılmazdım. Sapından tutup kokladım, kokusu kalmamış ama yılların üzerinde bıraktığı doku beni eski günlere götürüverdi.
Liseye geçtiğim yıldı sanırım. Her yaz tatilinde olduğu gibi İzmir’e, anneannemin yanına gelmiştim. Anneannem… Her zaman şen, eğlenceli, meraklı, hayat dolu bir kadındı o. Çekik, kara gözlerimi ondan aldığımı düşünürdüm. Hayrandım ben ona, o da bana. Her gidişimde şehrin altını üstüne getirirdik. Kumral saçlarını topuz yapmadan, boynuna ipek fularlarından takmadan dışarıya çıkmazdı. Onun asil görüntüsünün yanında ben hep çocuk gibi dururdum. Hoş, çocuktum ya zaten o zamanlar.
Ahşap evinin balkonunda, sarılı morlu, pembeli beyazlı menekşeleri eksik olmazdı. Her sabah onları birlikte sular, ardından çeşit çeşit peynirin, kokulu domateslerin, salatalıkların, kekik ve zeytinyağıyla harmanlanmış zeytinlerin olduğu zengin bir kahvaltı sofrasına otururduk. Ona limonlu açık, kendime demlisinden çay koyar, denizi uzaktan seyrederken kışın yaptıklarımızdan bahsederdik. O zamanlardan birinde çalıvermişti kapı, bize hayatımıza dokunacak misafirler getirdiğinden habersizdik.
Anneannem, oturduğu köşeden çıkmaya çalışırken ben hızlıca yerimden kalkıp kapıya yönelmiştim. Bakkalın çırağı yahut bir komşuyu beklerken gördüğüm en güzel gözlerle karşılaşmıştım. Tanımıyordum. Bakakalmıştım. Birkaç saniye sonra fark ettim yanında duran yaşlı adamı. Gri takım elbisesi, bembeyaz saçları, dik bir duruşu vardı. Gülümseyerek bana bakıyordu. Gözlerim, tekrar yanında duran gencin gece mavisi gözlerine takıldığında, anneannemin ‘buyurun’ sesini işittim. Benim tepkisizliğimi fark etmiş olmalı ki söze atılan o olmuştu.
“Merhaba” dedi yaşlı adam. Farklı bir aksana sahip olduğu, daha ilk kelimesinden belli oluyordu. “Ben Kostas, bu da torunum Dimitris. Yıllar önce, çocukken bu evde oturuyordum. Sonra ailemle buraları terk etmek zorunda kaldık. Evden geriye sadece bir fotoğraf kalmıştı elimde, işte burada. Eğer izin verirseniz yıllar sonra burayı tekrar görmek, kısa süreliğine de olsa misafiriniz olmak isteriz.” demişti. Duruma anlam verememiştim, anneanneme baktığımda nemli gözlerini, yüzüne yansıyan heyecanı görmek beni şaşırtmıştı.
“İçeri buyurun.” dedi fazla düşünmeden.
Tekrar balkona geçtik, iki çay bardağı daha eklenmişti soframıza. Ben, merakla bu gizemli adamı ve güzel gözlü Dimitris’i süzerken onlar önlerinde uzanan İzmir’i seyrediyorlardı. “Ne kadar da özlemişim” sözcükleri döküldü adamın ağzından. Ardından, çocukluğuna döndü. Hep kocaman hatırlarmış bu evi, şimdi küçülmüş sanki. Annesinin yaptığı ekmeklerin kokusu sinermiş odalara. Sokakta oynarken bile duyarmış o kokuyu. Arkadaşlarıyla mutfağın camına uzanır, birer lokma ağızlarına atıverirlermiş oyun arasında. Babasıyla, şu an oturdukları balkonda uzun uzun konuşurlarmış. Tacirmiş babası, diyar diyar gezer, gezdiği yerleri, oradaki insanları, yemekleri, gelenekleri anlatırmış. Bu sohbetler hiç bitmesin istermiş. O güzel zamanlar, doyamadan bitivermiş bir gün. Babasının yine uzaklara gittiği bir dönemde, annesi birkaç eşyayla birlikte onu da kolundan tutup çıkmış evden. Tanıdık komşular ve tanımadık bir yığın insanla birlikte yürümeye başlamışlar. Limana varmışlar, günlerce beklemişler. Sonra bir gemi gelmiş, kapkara dumanı tüten, kocaman, sevimsiz bir gemi. Hepsini alıp götürmüş. Selanik denen bir yerde, babasının, ekmek kokularının olmadığı bir eve yerleştirilmişler. O günden sonra hem babası, hem İzmir bir hatıra olarak kalmış.
Bu hikâyenin, bize tarih dersinde anlattıklarından daha farklı olduğunu hissetmiştim. Anlamsız bir ‘mübadele’ kelimesinden daha dokunaklı, daha gerçekti sanki. Kostas’ın, çizgilerin arasında küçülmüş gözleri daha da çok şey anlatıyordu. Onlarda özlem, hüzün, burukluk ama öte yandan da sevinç, heyecan vardı. Kendimi onun hikâyesine öyle kaptırmıştım ki, anneannemin kendi çocukluğunu ne zaman anlatmaya başladığının farkına varmamıştım. Meğer o balkonda, doğduğu evi terk etmek zorunda kalan tek kişi değilmiş bu yaşlı adam. Meğer ben, o güne kadar anneannemin çocukluğunu hiç merak etmemişim. Bu defa o anlatmaya başladı. Selanik’e yakın, küçük bir kasabada yaşıyorlardı. Çok ufaktı yaşı ama bahçelerindeki meyve ağaçlarını, dallara tırmanıp akşamlara kadar inmeyişini, dizlerinden eksik olmayan yara bere izlerini hiç unutmuyordu. Bir de evin taş duvarlarını saran kırmızı gülleri… Bir gün gezmeye gittiklerini söylemişti annesi, bahçedeki oyun arkadaşlarının hiçbirine veda etme fırsatı bulamamıştı. Bir gemi gelmiş, onları alıp uzaklara götürmüştü.
Kaç bardak çay içildi hatırlamıyorum ama o gün, dakikalar, saatler uzayıp gitti ardı ardına. Savaştan, barıştan, geçmişten, bugünden, Selanik’ten, İzmir’den bahsettik. Komşusuyla yıllar sonra tekrar aynı sokağa bakan evlere taşınmış eski dostlar gibiydi halimiz. Sözcükler daha çok, yıllardır yüreklerinde birikenleri paylaşma ihtiyacı duyan iki eski neslin dilindeydi. Dimitris ve ben, onların nostaljik yolculuklarına eşlik etmekten haz duyuyorduk. Gün batımına kadar konuğumuz oldular. Hiç bitmesin istediğim o gün, evin eski sahibinin izin istemesiyle sona ermişti. Ben, ne onun hikâyelerinden, ne de gece mavisi gözlerine hayran kaldığım Dimitris’ten ayrılmak istememiştim.
Ertesi gün, kapımız çalındığında tekrar aynı yüzleri görmek beni çok mutlu etmişti. Lakin bu defa oturmak için vakitleri yoktu. Bize adreslerini verdiler, belki bir gün gideriz diye anneannemin bahsettiği o eski evin adresini aldılar ve misafirperverliğimiz için teşekkür edip kırmızı bir gül buketi uzattılar. İşte o buketten seçtiğim güllerden bir tanesi bu elimdeki kurumuş gül.
Dimitris’le yıllarca mektuplaştık. Hep tekrar gelmelerini umdum ama aynı fırsatı bir daha bulamadılar. Dedesinin çocukluk evini tekrar görebilmesinin onu ne kadar mutlu ettiğini satırlarında okudukça, anneannem için aynı şeyi yapamamış olmanın üzüntüsünü duyardım. Bir gün, mektuplardan birinden bir fotoğraf çıktı. “Bunu anneannene göster” diyordu satırlarında. Gitmişler o eve meğer. Yine bahçesinde meyve ağaçları, duvarlarında gül salkımları duruyormuş. Anneannem hemen tanıdı evi, onu daha önce hiç öyle içli ağlarken görmemiştim.
Kaç defa niyetlendiysek ertelenmek zorunda kaldı gidişimiz. Ben, bir çift mavi göze, anneannem eski toprağına hasret geçmişti yıllar. Yine de anneannem kendini bir fotoğrafla avutmasını bilmişti. Bende ise silik bir hatıranın yanında bir kutu dolusu mektup birikmişti.
Dedesinin ölümünü, yine o mektuplardan birinde öğrenmiştim. Kendi dedemi tanıyamamış olduğumdan, Kostas’ı onun yerine koymuştum. Çok vakit geçirmemiştik belki ama ben onun hayatına öyle girmiştim ki, onu sevmemem elimde değildi. Gözünün arkada kalmadığını yazmıştı, onu tanımış olmaktan mutluydum.
Dimitris’le yazışmalarımız hiç bitmedi. Ta ki yine yaz tatilinde bir gün onu kapımızda görünceye kadar. Aynı mavi bakışları, aynı sevimli gülüşüyle karşımda durmuştu. Ben yine şaşkındım, anneannem yine misafiri içeri alan kişiydi. Böylece gerçek anlamda tekrar hayatıma girmişti. İzmir’de iş bulduğunu, ev tuttuğunu, artık burada yaşayacağını mektupta yazmamış, bana sürpriz yapmak istemişti. Bu, hayatımda duyduğum en güzel sürprizdi. Bana, kırmızı bir adet gül, anneanneme tupturuncu bir portakal getirmişti, “Ağaçlarına tırmandığınız o bahçeden.” demişti. Şaşırıp kalmıştık, ikimiz de onu daha bir sevmiştik sanki.
İki yıl kadar sonra, latif rüzgârın eşlik ettiği bir temmuz gününde bana evlenme teklif etti. Martılarla bir olup denizin üzerinde sevinç çığlıkları atmak istemiştim o an, anneannem ise bu teklife benden daha çok sevinmişti. Dimitris’i küçüklüğüyle, ninesi, anası, babasıyla bir bağ gibi gördüğünü hissederdim. Düğünümüzü görmeseydi, evlendiğimiz güne şahit olmasaydı ölümüne daha çok üzülürdüm sanırım. Yine de bizimle daha uzun yıllar kalmış olmasını dilerdim. Onu, o fularını sarınmış asil halini, her şeye rağmen hayata olan bağlığını özlüyorum.
Bırakıyorum elimdeki gülü eski günlüğün arasına. Bugün, hatıraları hiç eskimeyen o kadının ölümünün üçüncü yılı. Ona ait bir fotoğrafla yola koyulacağız. Gece mavisi gözlü eşim ve ben. Tıpkı yıllar önce iki davetsiz misafirin bize geldiği gibi, biz de Selanik’te küçük bir kasabaya, duvarları güllerle çevrili taş bir eve gidiyoruz. Eski bir hikâye anlatmaya… Ve yeni hikâyeler dinlemeye…
(Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi Hikâye Atölyesi, 12.03.2014)
İKİ KÜÇÜK MUTLULUK
Evimin balkonunda, önümde uzanan manzaraya bakıp can sıkıntımı unutmaya çalışıyorum. Eskiden boş vakitlerim beni bunaltmazdı, aksine çok kıymetlilerdi. Dört duvar arasında, gözlerim önümdeki titrek ekrana kelepçeliyken, hep güneşle buluşmayı, odadaki havasızlığı dışarıdaki oksijenle değişebilmeyi hayal ederdim. Tutsak gibi hissederdim kendimi. Hayatımı bir savaş alanı gibi görür, düşüncelerimi atlı askerler olarak savaşmaya gönderirdim. Monoton geçen memuriyet günlerimle kılıç kalkan oynardı özgürlük tutkunu yanım. Sonra günün birinde içimdeki savaşı kazandım. Yeni dünyama açılan beyaz duvak, beni kelepçelenmişlikten kurtardı.
Mesai günlerimi özlüyorum demeye dilim varmıyor. Diğer yandan savaş alanımdan geriye kalan bomboş çayırlıkta bir başıma dolaşmaktan sıkılıyorum. Hiç de hayal ettiğim gibi değilmiş hayallere ulaşmak. Eski tatlılığını yitirdi boş vakitlerle kucaklaşmak. Soslanmamış, tadı olmayan bir ot yemek gibi şimdi hayatım.
Para kazanmamın zorunluluk olduğu günlerde ruhumu doyuran kısacık çay molalarının yerini alışveriş, kuaför, amaçsız gezmeler aldı. Can sıkıntım beni tokatladıkça kendimi alışveriş merkezlerine atıyorum. Üzerime dar gelen elbiseler alıp duruyorum bu ara. İnsanın vakti çok olunca sürekli atıştırmak da bir alışkanlık oluyormuş, kilo aldığımı fark etmemişim bile. Bir gün eski formuma dönerim diye etiketini bile sökmediğim bir sürü elbise asılı dolabımda. Tabi her birinin altına ayakkabı, onlarla uyumlu çanta, toka almayı da ihmal etmiyorum.
Eve geleli bir saat kadar oldu. Bugün torba torba satın aldıklarımın mutluluğu çoktan geçip gitti. Tükettikçe tükeniyorum sanki. Hayret eskiden olsa yaşama sevinci verirdi bana bütün bunlar. Hangi noktada anlamsız torbalar haline geldiler bilemiyorum.
Dakikalar geçtikçe mutsuzluğum artıyor. Geçip giden arabalara bakıyorum, kaldırımsız yol kenarlarında cambaz misali yürüyen yayaları izliyorum. İki çocuk geliyor bu tarafa doğru. Bunlar çöplerden artık toplayan, bütün vücutları kararmış çingeneler. Şu sıralar çok geziyorlar bizim mahallede. Ayaklarının çıplak olduğunu görebiliyorum, yazık ne kadar da zavallılar. Ben ne kadar da şanslıyım aslında. Ama hal böyleyken nasıl oluyor da onlar aşağıda kahkahalar atarken ben burada somurtmuş oturuyorum? Onların basit hayatı benimkinden daha zengin olabilir mi?
Üzerinde çayırlar bitmiş boş arazide koşuyorlar artarda. Kovalamaca oynuyorlar sanırım. Erkek daha hızlı koşuyor, kız yakalamaya çalışıyor ama elini boşluğa atıyor her defasında. Oğlan iyice arayı açtığında kızın takılıp düştüğünü görüyor, kahkahayı basıyor. Kız da onun ardından gülmeye başlıyor. Güneş tepelerinde, sanki o da gülümsüyor. Bir benim dudaklarım oynamıyor, en son ne zaman böyle kahkahalar atmıştım diye hatırlamaya çalışıyorum. Hatırlayamamak beni üzüyor.
Kalkıyor kız yerden, oğlanla birlikte salına salına ilerideki büyük çöp tenekesinin önüne gidiyorlar. Oğlan bir hamlede tenekenin içine giriyor, kız kollarını içeriye sarkıtıp bakıyor. Torbaları karıştırıyorlar. Kendi torbalarıma bakıyorum. Bir an, içimden onlarla yer değiştirmek geliyor. Kim bilir bu süslü torbalara sahip olmak nasıl sevindirirdi onları. Tekrar dönüyorum yüzümü bu kir içindeki iki mutluluğa. Değerli bir şey bulmuş olsalar gerek, oğlan kollarını açmış onu gösteriyor, kız olduğu yerde zıplıyor. Kıskanıyorum heyecanlarını. Beni de yanına almalarını istemek üzere hissediyorum kendimi.
Çöpe attığım şeyleri düşünüyorum. Yemek artıkları, çürümeye yüz tutmuş meyveler, sebzeler, eskimiş bluzlarım, eski görünümlü ayakkabılar… Attıklarımdan pişman oluyorum bir an. Neden sonra, hızla kalkıp mutfağa yöneliyorum. Dolaptan daha önce hazırladığım köfteleri çıkarıyorum, tavaya atıp altını yakıyorum heyecanla. Ne zamandır bir şeye karşı heyecan duymamıştım, hoşuma gidiyor. Köfteler kızarırken sabah aldığım ekmeği çıkarıyorum, ortadan ikiye bölüyorum. Hala tazeler, hamurundan bir lokma alıp ağzıma atıyorum. Biraz yeşillik ve domates çıkarıyorum, sudan geçirip dilimliyorum. Birden aklıma geliyor, cama yönelip çöp tenekesine bakıyorum. Oğlan tenekeden çıkmış, yanda boylu boyunca uzanmış yatıyor. Kız da onun etrafında dönüyor. Güzel, hâlâ gitmemişler. İşime dönüyorum. Köfteler kızardı. Ekmeğin içini tavadaki suya bandırıp köfteleri arasına koyuyorum. Üzerlerine dilimlediğim domatesleri ve yeşilliği koyuyorum. Biraz ketçap, biraz mayonez. Ve tok karnımı bile acıktıran leziz ekmek arası köfteleri hazır hale getiriyorum. Bir kez daha camdan bakıyorum.
Hayatıma anlam kazandırmanın bir yolu olabileceğini hissediyorum ilk defa. Tam olarak ne olacağını henüz kestirebilmiş değilim. Coşku seli dalgalanıyor kalbimde, iyi düşünemiyorum şu an, yalnızca hissedebiliyorum. Dört duvar arasında anlamsız mesailerin de, dört yanı açık ama içi bomboş zamanların da beni ben olmaktan uzaklaştırdığını fısıldıyor gizli bir ses.
Hızlı adımlarla çöp tenekesinin yanına gidiyorum. Kimse yok. Sağa bakıyorum, sonra sola. İleri yürüyorum, sonra dönüp diğer yana yürüyorum. Karabasanın ortasında çığlıksız kalmış gibi hissediyorum, heyecanım bir yıkıntıya dönüşüveriyor. “Böyle olmaması gerekiyor” diye geçiyor aklımdan. Çaresizce tenekenin içine bile bakıyorum. Yoklar işte, yoklar.
Onları en son gördüğüm yere çömeliyorum. Belki bir parça mutluluklarını orada bırakmışlardır diye elimi gezdiriyorum bastıkları çimlerde. Hafif bir tebessüm konuveriyor dudaklarıma, içimdeki yıkıntıdan çıkıp ruhumu tekrar doğrultuyorum. Bundan sonra onu tüketenlerden uzak durmaya karar veriyorum. Elimde duran ekmek arası köftelerin mis gibi kokusu doluyor burnuma. Bir lokma alacakken bir ses duyuyorum.
“Abla bize de versene”
Arkama dönüp bakıyorum. İki çift gülen göz, elimdekilerden alamıyor bakışlarını. Benim bakışlarımsa onların ayaklarına takılı-veriyor, saçma sapan bir soru çıkıveriyor ağzımdan:
“Ayaklarınız acımıyor mu sizin bu yollarda?”
“Yooo, senin ayakların terlemiyor mu asıl o ayakkabıların içinde?” diye soruyorlar.
Yaşam tarzlarını sorgulamış olmaktan yeniden utanıyorum kendimce. Yine de hayatlarında bir gülümseme de ben yaratmak istiyorum.
“Abla, vericen mi bize de o ekmekten?” diye ısrar ediyorlar.
“Bunlar zaten sizin için.” diyorum elimdekileri uzatırken. İki küçük mutluluk, cümlemi duymadan köfteleri alıp koşuyor geldikleri yola. Bu defa, sahip olduklarımın zenginliğini tadıyorum.
(Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi Hikâye Atölyesi, 04.06.2014)
İŞARET
Dişçi koltuğunda oturmuş geleceğimi düşünüyordum. Seçim yapmaktan o zamanlar da nefret ederdim. O yolun sonu mu parlak, bu yolun mu? Orada mı şansımı denemeli burada mı? Sonra da her defasında seçmediğim tarafı tercih etsem nasıl olurdu diye aklımı kemirip duran düşünceler…
Aslında Gizli Sandık dergisinin ekibinde yer almak okuldayken en büyük hayalimdi. Hatta sırf benim değil, birçok arkadaşın da öyleydi. Stajyer olarak başlayacaktım, üsttekilerden birkaçıyla aramı sıkı tutup dikkatlerini çekecektim, beni işe alacaklardı, editör olacaktım falan filan… Belki beni fark ederler diye daha ayın başında yeni sayılarını alıp binalarının yanındaki kafede az oturmadım. E postayla yazılarına yorumlar gönderdim, katıldıkları bazı seminerlere gidip en yakınlarına oturdum, sektörü çok iyi biliyor havalarında sohbetlerine katılmaya çalıştım, dikkatlerini çekemedim. Defalarca özgeçmişimi yollamış olmamdan bahsetmiyorum bile.
Şanslı biri sayılmam. Yirmili yaşların başında Gizli Sandık bir türlü oltama gelmeyince ben de artık başka yerlerde işe başlamam gerektiğine karar verdim. İtildim, kakıldım, aylarca çömez muamelesi gördüm, müdürlerimin kişisel işlerini ve her türlü ayak işlerini ben yaptım. Yine de kimseye yaranamadım. Erkek olmak da kolay değil tabi. Hem gururunu ezdirmeyeceksin, hem terfi edeceğim diye ilgili kişilere yaranacaksın, nasıl baş edeceğimi bilemedim. Bir de hepsinin yanında Aysel vardı. Ela gözlü, afet-i devran Aysel. O dönemlerde azıcık talihim açık olsaydı bir ihtimal vardı bence. Birkaç kere bana baktığını görmüştüm ama çulsuz, çaylak adamı ne yapsın? Büyükler liginde oynardı o hep, müdürlerle yemeğe, çay aralarına çıkardı.
Birkaç yıl böyle perişan geçti. İlk çalıştığım yerden ayrıldıktan sonra kısa süreli iki dergide daha şansımı denedim yine de kapasitemi görebilecek müdürlere denk gelemedim. Hâlbuki çok iyi fikirlerim, yazılarım vardı. Ne zaman yakın bulduğum biriyle paylaşsam kendilerine aitmiş gibi pazarladılar benden aldıklarını. Bu sayede terfi edenler bile oldu. Hepsine küstüm, ayrıldım. Gururum var sonuçta, o saatten sonra yüzlerine bakacak değildim.
Sonunda bir gün benim okuldaki elemanlardan ikisi geldi yanıma. Onlar da bunalmış elalemin yanında çalışmaktan, hiçbiri kendi prensiplerine uygun değilmiş. Düşünüp taşınmışlar, yeni bir dergi çıkarmaya karar vermişler. Sen de katıl bize dediler. Katılmaz mıyım? Çektiğim bütün eziyetlerin bir anlamı varmış demek ki diye düşündüğümü hatırlıyorum. O zamanlar her şeyi kadere yormak gibi bir huyum vardı. Çömezlikte öğrendiğim bütün o ıvır zıvır işler artık bana lazım olacaktı. Hemen çalışmalara başladık. Azim, hırs, idealler ne ararsan bizde. Aysel hala aklımda tabi, gözünde saygınlığım artacak diye kendimle övünüyorum.
Tam o dönemde yollar ikiye ayrılıverdi. Kendimize ait bir dergi için heveslenmişim, hayatımı ona odaklamışım, mutluyum derken bir telefon;
“İyi günler, Gizli Sandık dergisinden arıyoruz. İş başvurusunda bulunmuşsunuz. Hâlâ düşünüyorsanız Salı günü sabah onda görüşmeye çağırıyoruz.” Keşke telefonum bozuk olsaydı diye düşünmüştüm. Karşılarına dikilip, ‘Siz benimle dalga mı geçiyorsunuz? Yıllardır durdunuz da şimdi mi aklınıza geldi?’ diye haykırmak istemiştim. Nafile tabi, hiçbirini yapamadım. Arkadaşlara haber vermeden görüşmeye gittim. Okuldaki başarımı, deneyimimi beğendiler, beni denemek istediklerini söylediler. Ben böyle zamanlamanın…
Günlerce kararsızlıktan deliye döndüm o dönem. Baktım kendim baş edemiyorum, kadere bıraktım seçimi. Tabi akılsızlık diz boyu, kader diye geleceğini dişçinin ellerine bırakırsan kendini bugün benim olduğum yerde bulursun. Ne bekliyordum ki?
Teklifi mi kabul etsem, yeni çıkacak bir derginin kurucularından mı olsam diye düşündüğüm o günlerde bir diş ağrısı girdi hayatıma. Ağrı kesiciler fayda etmiyor, kalktım bizim ailenin eski dişçisine gittim. İyice ihtiyarlamış Mahmut Abi. İşini iyi yapabilir mi diye endişelensem de ayıp olur diye geri dönemedim, oturdum koltuğuna. Açtım ağzımı bir karış, neredeyse iki elini birden içeriye soktu. Bir sağdan baktı, bir soldan. Ayna tuttu, ışığı yaklaştırdı, sonunda çürük dedi. Dolgu yapacakmış, yap dedim. Gözlerimi kapadım, yine hangi yolu seçmeliyim sorusuna takıldım. ‘Bir işaret alsam, bir şey olsa da doğru olanı anlasam’ diye düşünmeye başladım. Gizli Sandık’ı yıllarca beklemiştim, tam böyle bir anda aramaları bir işaret olabilir miydi? Bunca zaman sağda solda sürünmüş olmam orası için bir altyapı çalışması mıydı? Evet, öyle olmalıydı. İşaret çoktan gelmişti de görememiştim diye düşündüm. Derken bir acı ansızın düşüncelerimi böldü. Mahmut Abi sanki sinirlerimi delip geçmişti, uyuşturmaya gerek görmemişti oysa derin bir çürük değil demişti. Biraz sakinleştikten sonra tekrar ağzımı açtım. O işlemine devam ederken ben geleceğime döndüm. Tam kararımı vermişken yeni bir işaret gelmişti az önce, Gizli Sandık dergisi yanlış karar olmalıydı. İçimden dua etmiştim, işaret beklemiştim ve teklifi kabul etmeyi düşünürken ‘O yanlış olan yooool’ diyen bir darbe inmişti sanki. Umutlanıverdim. Ben başkalarının yanında bir piyon değil, kendi sahalarımda bir şah olmalıydım. Son kararımı o an vermiştim. Dolgu işleminde başka acı da olmamıştı. Her şey apaçık aydınlanmıştı sanki. Geleceğin büyük yayıncılarından olacaktım.
Sonra ne mi oldu? Dolgu işlemi yapılırken acı çekmenin kaderle bir alakası olmadığını fark ettim. Kurduğumuz dergi sekiz ay sonra battı, bütün ekip açıkta kaldık. Gizli Sandık’ı arayıp tekliflerinin geçerli olup olmadığını sordum, başkasını aldık dediler. Sonradan öğrendim ki o kişi Aysel’miş. İşe girdikten sonra oradan biriyle nişanlanmış üstelik. Aşka da inanmıyorum artık.
Şimdi çulsuz, aşksız kalmış adamın tekiyim. Neyse ki sağlığım yerinde derken dün çürük olan dişimin dolgusu da düştü. Ben böyle talihin…
Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi Hikâye Atölyesi, 19.02.2014
KIRLANGIÇLARIN GÖÇÜ
Bir sarsıntıyla gözlerini açtı. Ne vakit uykuya dalmıştı, ne kadar süredir oradaydı artık bilmiyordu. Bu karanlık ortamda zamanı yitirmişti sanki. Ara sıra öksürük sesleri duyuyordu. Yanında ve karşısında oturan iki adamın gözlerinin akını görebiliyordu. Her dakika daha zorlaşıyordu nefes almak burada. Diğerlerine göre tek şansı, ara sıra yanı başındaki küçük delikten dışarıya bakabiliyor olmasıydı.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/busra-demir/yureklerin-gocu-69499414/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.