Danabaş Köyü
Celil Memmedguluzade
Celil Memmedguluzade
Danabaş Köyü
SÖZBAŞI
Günümüzde Türk Cumhuriyetleri ile ülkemiz arasındaki ilişkiler önemli boyutlar kazanmıştır. Bunlardan biri de dil ve edebiyat boyutudur.
Yıllarca birbirinden kopuk yaşamak zorunda bırakılan kardeş Türk cumhuriyetleri ile yılların verdiği onca uzaklığa meydan okuyarak, sıcak ve samimi ilişkiler kurulmasına bir nebze katkımız olması amacıyla bu çalışmayı hazırladık.
Amacımız kardeş cumhuriyetlerin dil ve edebiyatını, bu sahada yükselmiş isimlerini tanıtmaktır. Bu sebeple Azerbaycan Türk edebiyatından Celil Memmedguluzade’nin hikâyelerini konu olarak seçtik.
1983’te Bakü’de basılan Azerbaycan Devlet Neşriyatı arasında yer alan “Celil Memmedguluzade – Eserleri I” adlı kitabın birinci cildinden, daha önce Türkiye Türkçesine aktarılmamış on dört hikâye belirledik.
Kiril harflerinden Latin harflerine çeviri yazısını yaptığımız hikâyelerimizi, çeşitli sözlük ve gramer kitaplarından yararlanarak Türkiye Türkçesine aktardık. Aktarma yaparken mümkün olduğu kadar Celil Memmedguluzade’ nin üslûbuna bağlı kalmaya çalıştık.
Bu çalışma, “İnceleme ve Aktarma” olmak üzere iki bölümden oluşmuştur. İnceleme bölümünde, Celil Memmedguluzade’yi tanıtmak amacıyla, “Celil Memmedguluzade’nin Hayatı; XIX. Yüzyıl ve XX. Yüzyıl Başlarında Fikrî Akımlar ve Celil Memmedguluzade’nin Düşünceleri, Edebî Eser ve Dil ile İlgili Görüşleri; Celil Memmedguluzade’nin Hikâyelerindeki Konular” hakkında bilgi vermeye çalıştık.
“Aktarma” bölümünde, Celil Memmedguluzade’nin daha önce Türkiye Türkçesine aktarılmamış on dört hikâyesine yer verdik.
Kaynakça bölümünde çalışmamızda doğrudan faydalandığımız eserlerin künyesi verilmiştir. Gördüğümüz, baktığımız ama doğrudan kullanmadığımız eserlerin künyeleri zikredilmemiştir.
Çalışmamızın Azerbaycan Türkçesini, kültürünü, halkını, değerli hikâyecisi Celil Memmedguluzade’yi tanıtma yolundaki, en ufak bir katkısı bizi mutlu edecektir.
Çalışmalarım sırasında bana yol gösteren, yakın ilgisini esirgemeyen hocam Yrd. Doç. Dr. Ayşe İlker’e teşekkürü bir borç bilirim.
Aysun DEMİREZ GÜNERİ
CELİL MEMMEDGULUZADE’NİN HAYATI
XX. yüzyıl Azerbaycan Edebiyatının en mühim simalarından biri olan Celil Memmedguluzade, 1866’da Nahçivan’da doğmuştur. Ancak, doğum yılıyla ilgili kesin bir kayıt tarihi yoktur. Bu konuda Celil Memmedguluzade, ne zaman doğduğunu bilmediğini, bu konuda yazılı bir belgesinin bulunmadığını söylese de resmî kayıtlardan, 1866’da doğduğu kabul edilir.
Celil Memmedguluzade, fakir bir ailenin çocuğudur. Babası İran Azerbaycanı’nın Hoy şehrinden Nahcivan’a göçmüş bir taş işçisidir. Fakir hâlinde para biriktirip, Meşhed’i ziyaret ederek, Meşhedî unvanını alacak kadar dindar, az çok okur yazar bir adamdır.
Celil Memmedguluzade, 1873-79 yılları arasında din derslerinin ağırlıklı olarak verildiği bir okula devam eder. Arapça ve Farsça’yı o yıllarda öğrenmeye başlar. 1879’dan sonra Gori Muallim Mektebi’ne gider. O yıllarda, Ruslar tarafından Azerbaycan’da açılan, ilk tahsil imkanını sağlamak, yerli ahâlinin çocuklarına Rusça öğretmek, bunları daha sonra çeşitli memuriyetlerde kullanmak gibi yararları düşünülen, temelinde “Ruslaştırma” ve “sadık memurlar” yetiştirme siyaseti güden, Gori gibi okullar açılmıştı. N. Nerimanov, F. Köçerli, S. Ahundov, M. Magomayev gibi ünlü Azerbaycan yazarları da bu tür okullarda tahsil görmüştü.
Celil Memmedguluzade’nin okuduğu yıllar, Çar II.Aleksandr’ın öldürülmesinden sonraki baskılı siyasî bir döneme rastlar. Aldığı eğitim ise onu giderek materyalist düşünceye doğru götürür.
Bu eğitim sırasında Avrupa ve Rusya’dan V. Hugo, W.Shakespeare, S. Puşkin, V. Gogol, A. Kamenski, D. Uşinski, H. Pestalotsi gibi yazar ve eğitimcileri tanıma imkânı bulur.
1887’de okulu bitirir. Erivan yakınlarındaki Uluhanlı köyüne öğretmen olarak tayin edilir. 15 Ocak 1890’a kadar Uluhanlı ve Baş Noraşen’de öğretmenlik yapar. Sosyal ve siyasî değişikliklerin yaşandığı bu dönemde halkın sıkıntıları da fazladır. Okulların durumu kötüdür ve halkın ilme ve okumaya hevesi yoktur.
Celil Memmedguluzade, gördüklerini kaleme almak ister. Bu maksatla 1889’da ilk alegorik kalem tecrübesi olan “Çay Destgahı” adlı piyesi yazar.
Genç neslin iyi yetişmesini arzulayan Celil Memmedguluzade, Baş Noraşen’de kız öğrenciler için de bir sınıf açar.
Nehrem’de Sokrat, Darwin, Stuart Mill gibi ünlü simaların fikirleriyle tanışır.
“Kişmiş Oyunu”(1892), “Danabaş Kendinin Ehvalatları “(1894) adlı eserlerini yazar.
1895’te Nehrem’de evlenir, karısını doğum sırasında kaybeder.
Muhitten sıkıldığı için, 1897’de Nahçivan’a gider. Orada tercümanlık, polis memurluğu ve dava vekilliği gibi işler yapar. Bir süre tiyatro ile ilgilenir. O sıralarda Nahçivan ve Erivan’da oynatılan tiyatro eserlerinin çoğunda aktörlük ve rejisörlük yapar.
1901’de Nahçivan komiser yardımcılığı görevinden ayrılır. “Kaspi” ve “Kafkaz” gazetelerinde makaleleri yayınlanır. 1903’te Muhammet Ağa Şahtahtlı ile karşılaşır.
Şahtahtlı, “Şarkî Rus” gazetesinde yazması için onu davet eder. F. Köçerli, M.E. Sabir, A. Cehhet, M.S. Ordubadi, Ömer Faik Numanzade gibi fikir adamlarının yazılarının yayınlandığı bu gazetede, Celil Memmedguluzade’nin de yazıları çıkmaya başlar. Yazarın ilk matbu eseri olan “Poçt Kutusu”(1904) adlı hikâyesi de Şarkî Rus gazetesinde yayınlanır.
1905’te çeşitli sebepler yüzünden Şarkî Rus gazetesi kapatılınca, Celil Memmetguluzâde ve dostu Ömer Faik Numanzade gazetenin matbaasını satın alırlar. “Gayret” adını verdikleri matbaanın parası, E. Bagırzade tarafından ödenmiştir.
Yazar, bu sıralarda Tiflis’teki Türk çocukları için bir pansiyon ve okul açar. O dönemde, yazıları çok çeşitli gazete ve dergilerde neşredilir.
Celil Memmetguluzade, Azerbaycan kadınları arasında da bir cemiyet kurmak ister. Onun teşebbüsü ve ikinci eşi Hamide Hanım’ın desteğiyle 1905’te böyle bir cemiyet kurulur.
“Nevruz” adlı günlük bir gazete çıkarmak için izin alan yazar, sonra vazgeçer. “Molla Nesreddin” adlı haftalık mizah dergisini çıkarmaya başlar. Derginin ilk sayısı 7 Nisan 1906’da yayınlanır.
Molla Nesreddin, kısa bir zamanda M. E. Sabir, E. Hakverdiyev, Ömer Faik, E. Nazmi, M.S. Ordubadi gibi ünlü şair, yazar ve gazetecileri çevresine toplar, “Molla Nesreddin” dergisinin etkisiyle o yıllarda Azerbaycan’da pek çok mizahî dergi çıkarılır.
1914’ten 1917’ye kadar Molla Nesreddin neşredilemez.
Yazar, bu arada “Kuzu”(1914), “Molla Fezleli” (1915), “Nigarançılık”(1916), “Konsülün Arvadı” (1918) adlı hikâyelerini yazar.
6 Şubat 1917’de Molla Nesreddin dergisinin ilk sayısı yeniden yayınlanır, ancak derginin yayını 1918’de yeniden durdurulur, “Anamın Kitabı” (1919) ve “Kaıança” (1920) adlı eserlerini bu arada tamamlar.
Molla Nesreddin, 19 Şubat 1921’de Tebriz’de yeniden yayınlanmaya başlanır. Celil Memmedguluzade, aynı yıl orada “Ölüler” (1909) piyesini sahneye koyar. Molla Nesreddin, Tebriz’de de demokratik bir yayın organı olarak, İran Azerbaycanı ve İran matbuatının oluşumunda önemli rol oynar.
Celil Memmedguluzade, “Hanın Tesbihi”, “Deli Yığıncağı” gibi eserlerinin konusunu İran Azerbaycanı’ndan alır. “Danabaş Kendinin Mektebi” (1921) adlı piyesini de Tebriz’den dönünce tamamlar.
Sovyet hakimiyeti dönemi 1922 Kasım’ında, Molla Nesreddin’in ilk sayısı çıkar. Celil Memmedguluzade, bu sıralarda başka yayın organlarıyla da ilgilenir.
“Zırrama”, “Kasap”, “Sirke”, “Şe’r Bülbülleri”, “Bakkal Meşedi Rahim” gibi hikâyeleri bu döneme ait eserlerindendir.
Celil Memmedguluzade’nin “Ölüler” adlı tiyatro eseri Sovyet döneminde de ilgi görür. Yeni yönetimin ilk yıllarında, eski alfabenin değiştirilmesini destekler ve yazılarını da bu yeni alfabeyle yazar.
Sovyet yayın organlarında yayınlanan “Tahıl Hekimi”, “Şarq Fakültesi”, Saqallı Uşaq”, “Gaza Muhbiri”, “Belke de Gaytardılar”, “Buz”, “Hamallar”, “Yan Tüteyi”, “Hünerli Gadınlar” gibi hikâyeleri, yazarın son eserleri arasındadır.
Celil Memmedguluzade, 4 Ocak 1932’de vefat eder.
Ölümünden sonra, Celil Memmedguluzade hakkında, pek çok tez çalışması, monografi ve inceleme kitapları yazılır. 100. doğum yılı, Azerbaycan halkının medenî bayramı olarak kutlandı.
Azerbaycan’da pek çok şehir, köy ve sokağa Celil Memmedguluzade’nin adı verilmiştir.
XIX. YÜZYIL VE XX. YÜZYIL BAŞLARINDA AZERBAYCAN’DA FİKRÎ AKIMLAR VE CELİL MEMMEDGULUZADE
XIX. yüzyıl başlarında Ruslar, Kafkasya ve Azerbaycan’ı istilâ ederler. 1828’de Aras nehri sınır olmak üzere Azerbaycan, Güney ve Kuzey Azerbaycan olmak üzere ikiye ayrılır.
Güney Azerbaycan’da zayıf olan merkezî idare çözülmeye başlar. Memleketin çeşitli yerlerinde “hanlık” denilen mahallî idareler iyice güçlenir. Hanların ve bunlara tâbî beylerin keyfi hareketleri, ağır vergileri, eziyetleri Güney Azerbaycan Türklerini içtimâî ve iktisadî bakımdan sıkıntı içine sokar. Kuzey Azerbaycan’da da aynı buhran yaşanmaktadır.
Rus istilâsının tabiî neticesi olarak, Azerbaycan edebiyatı da “Kuzey ve Güney Azerbaycan Edebiyatı” olmak üzere ikiye ayrılır.
Klasik edebiyat anlayışı her iki edebiyatta hüküm sürerken, halk edebiyatı da gelişmesine devam eder.
Rus istilâsından sonra, Rusça öğrenen, bu dilin yardımı ile Batı Avrupa medeniyetini tanıyan Azerbaycan aydınları, Fransız ihtilâlinden sonra, Avrupa’da oluşmuş bulunan demokrasi idealinden, hürriyetçi düşüncelerden, halkçılık prensiplerinden etkilenirler. Bazıları tamamen “Batı” düşüncesini benimserken, bir kısmı da dinî ve millî kültüre bağlı kalmaya çalışırlar. Bazıları da Türkiye’deki aydınları örnek alırlar.
Çarlık döneminin sömürgeci siyaseti ve ülkenin geri kalmışlığı yüzünden bir süre Azerbaycan Türkçesiyle yayın organı çıkmasa da, “Kaspi”, “Kavkaz”, “Novoye Obozreniye” gibi Rus gazetelerinde F. Köçerli, H. Zerdabi, İ. Şahtahtlı ve başka yazarların aydın fikirleri toplumdaki bütün gençler ve Celil Memmedguluzade için çok faydalı olur.
1905’ten sonra da Azerbaycan edebiyatında, Türkiye’ye bağlı olarak Türkçülük cereyanının, İran ve diğer İslam ülkelerinin tesiri ile İslamcılık düşüncesinin, Rusya’nın etkisiyle 1920’lere doğru sosyalizmin etkileri görülür.
Ayrıca bu üç fikrin temsilcilerinin dışında edebî bir mektep olarak değerlendirilen Molla Nasreddinciler vardır. Celil Memmetguluzade ve Ö. Faik Numanzade tarafından 1906’da, Tiflis’te çıkarılan dergi, kısa zamanda M.A. Sabir, M.S. Ordubadi, A. Gamkûsar, A. Nazmi, S. Mümtaz gibi yazar ve şairleri çevresine toplar. Derginin yöneticisi ve başyazarı Celil Memmedguluzade’dir.
Celil Memmedguluzade, o dönemde Azerbaycan’da bulunan üç fikrî tesirin dışında, Azerbaycan’ın kendi yolunu kendisinin çizmesi gerektiği görüşünü savunur. Bu düşüncesini “Anamın Kitabı” (1919) adlı eserinde ortaya koyar.
Celil Memmedguluzade ve arkadaşlarının çıkardığı Molla Nasreddin mizah dergisi,Güney Azerbaycan ve İran’da da ilgi görmüştür. Celil Memmedguluzade, 1921’de Tebriz’e geçerek Molla Nasreddin’i orada çıkarır. Derginin yazı kadrosu içinde Güney Azerbaycanlı şairler de yer almaktadır.
Yaşadığı döneme gözlerini kapamadan cesaretle bakan, doğru olduğuna inandığı şeyler için mücadele eden Celil Memmedguluzade, iyi bir gazeteci ve usta bir mizah yazarıdır. Küçük hikâye tarzında oldukça başarılıdır.
Hikâyelerindeki diyalogların canlılığı, gerçekliği, karakterlerin iyi çizilmesi ve hikâyelerin kuruluşundaki başarısıyla Celil Memmedguluzade Azerbaycan edebiyatının önemli bir hikâyecisi olur.
Tiflis’te tanıdığı yazarlar ve içinde bulunduğu çevre, onu demokrasi için mücadeleye sevk etmiştir. Komünist rejimin yayınlarından ve inkılâptan etkilenen yazar, Şahtaht1ı’dan devraldığı “Gayret” matbaasında işçi hareketini ve inkılâpçı görüşleri neşreder. Dostu Ömer Faik Numanzade ile birlikte “Gayret” vasıtasıyla halkı birliğe ve mücadeleye çağırır. “Ravkazski Raboçi Listok” adlı komünist gazetesinde de yazıları çıkar.
CELÎL MEMMEDGULUZADE’NİN EDEBÎ ESER ve DİLLE İLGİLİ GÖRÜŞLERİ
Celil Memmetguluzâde, eserlerini yazarken toplumsal fayda sağlamayı hedeflemiştir. Ona göre, gerçek gölgelenmemeli, olduğu gibi aktarılmalıdır. Edebî eserin dili ve konusu, gerçek hayata uymalıdır. Söylenilenlerle, gerçekler arasında zıtlıklar olmamalıdır. Yazar, bu sebeple ilhamını, konusunu gerçek hayattan alan M.E. Sabir, Ali Nazmi, E. Gamkusar, F. Ahundov gibi şair ve yazarları takdir etmiştir.
Yazara göre, dilde gerçekçilik; ana dilini sevmek, onun zenginliklerini, güzelliklerini ortaya çıkararak onu ustalıkla kullanmaktır, Celil Memmedguluzade, kolay yazmayı ayıp sayanları, kendi okur yazarlıklarını göstermek için uğraşanları, Osmanlı Türkçesinden etkilenerek Arapça ve Farsçayı fazlaca kullananları eleştirir. Halkın çektiği sıkıntıları, gördüğü zulmü bir yana bırakarak, aşk, sevgi gibi konuları işleyen yazarların, halkın cahil kalmasına, Azerbaycan’ın da geri kalmışlığına sebep olduğunu düşünmektedir.
Celil Memmedguluzade, gerçekleri aksettirirken mümkün olabildiği ölçüde halk diline yaklaşmaya çalışır. “Danabaş Kendinin Ehvalatları” adlı hikâyede, Kadı’nın imam nikâhı kıyarken ettiği dua hikâyenin gerçeğe uygunluğunu göstermek için güzel bir örnektir. (D.K.Ä. 56-57)
Celil Memmedguluzade, Azerbaycan ağızlarını yazı dilinde kullanmaktan yanadır.
Nitekim bir hikâyesinde, “-Olan, ayama nədi,gəribə avam adamınız!… Sadık səbabini soruşandan sonra axund bizi başa saldı ki, lağlagı Sadığın ayaması deyil, ləqəbidi.Ayama avam sözüdür,ləqab ərəb sözüdür. Axırda axund bərkdənbərk tapşırdı ki,ayama lafzini dilimize gətirməyək,ləqəb deyək.”(D.K.A. 5) sözleriyle dilde İstanbul Türkçesinin kullanılmasını savunanlarla kinaye yoluyla alay eder. “Olan” kelimesi, mahallî ağız özelliğiyle kullanılmış, “oğlan” şekli dip not olarak verilmiştir.
Yazar başka bir hikâyesinde, yazar olan dört arkadaşı dil konusunda tartıştırır:
“-Mən ölüm, ay Ähməd Fitrat (ev sahibi edib yoldaşımızın adıdır.) O yediğin balığın adını ataanamız “balıx”qoyub, sən də elə”balıx” de, “balıq” demə.” (S. 190)
Tartışma uzun sürer, en sonunda ev sahibinin annesi: “gadanız mənə gəlsin, bu qədər”balıx-balıx” deyə-deyə pəs niyə o gözəl sirkəni qoydunuz orada qaldı ve ağzını heç açmadınız da?” (S.192) diyerek tartışmayı bitirir.
Celil Memmedguluzade, dil meselesine hem hikâyelerinde hem de diğer eserlerinde ilgi göstermiş, bunu dönemin en önemli meselelerinden biri saymıştır.
Yazara göre, gazete yazılarında ve edebî eserde halkın anlayabileceği bir dil kullanılmalıdır. Halk böylece düşünerek, anlayarak, sonuca varabilmelidir. Milletin dertlerini, ona anlayabileceği bir dille ulaştırmak bakımından “Molla Nasreddin” dergisi üzerine düşen görevi yerine getirmiştir.
Celil Memmedguluzade, 1920’lerde yeni alfabe hareketine, Latin alfabesine geçme hareketine de öncülük eder. Dostları E. Hakverdiyev, H. Cavid, A. Şaik, E. Nazmi, Ö. Faik, M.S. Ordubadi ile edebiyat ve gazetecilik alanında önemli hizmetlerde bulunmuştur.
Celil Memmedguluzade’nin hikâyelerinde kişilerin kullandığı dil, onların karakterini, dünya görüşünü, okur yazarlık durumunu ortaya koyar. Canlı, tabiî, sade ve açık bir üslûpla kişilerin içinde bulundukları ruh hallerini gözler önüne serer. Temsil ettikleri sınıfın özelliklerini de belirtir. Aşağıda bununla ilgili küçük bir örnek veriyoruz.
“Xan üzünü tutdu qonağa:
–Noruzəli, poçtxananı tanıyırsan?
Noruzali cavəb verdi:
–Ay xan, mən kətdi adamam, mən nə bilirəm poçtxana nədi?” (P.Q. 81)
Yazar, hikâyelerinde sözün tersini söyleyerek, anlamı kuvvetlendirmeye çalışır. Tezatlardan da yararlanır. İki dünya görüşünü, iki farklı kişiliği bir araya getirip konuşturur. Poçt Qutusu hikâyesinin kahramanı Noruzali’nin bir mektubu posta kutusuna atması ile olaylar gelişir.
Mizah unsuru, kahramanın doğal olmayan davranışlarından ortaya çıkar.
Celil Memmedguluzade’nin kahramanlarına verdiği isimler tesadüfî değildir.
Velikulu, Hudayar Bey, Pirkulu, Laklakçı Sadık, Gazeteci Halil (D.K.Ä.), Nevruzali, Velihan, İtkapan Köyü (P.Q.) isimleri, mizahî bir yaklaşımla, yazar tarafından kasıtlı olarak seçilmiştir.
Danabaş Köyü ve İtkapan Köyleri ilk bakışta sessiz, kaygısız bir hayat görüntüsü çizerken, aslında sıkıntıların, tersliklerin, zulmün yaşandığı yerlerdir.
Sözü daha etkili hâle getirmek için tipler karikatürize edilerek anlatılır:
“....Bəli, boyu ucadı, saqqalı, qaşları tünd qaradı. Üzü də qaradı,çox qaradı.Gözləri kap qaradı,bir tikə ağ yoxdu gözlərində. Belə ki, bəzi vaxt Xudayar bəy papağını basır gözünün önünə; papaq qara, gözlər qara, üz qara. Papağın altdan gözlər belâ işarır ki, adamın canına vahimə ötürür.Pəs deyəsən ki, çim altından qurbağa baxır.” (D.K.Ä. 12)
Kelimelere sözlük anlamının dışında başka anlamlar yükleyerek ustalıkla kullanabilen yazar, Danabaş Kəndinin Ehvalatları adlı hikâyesinde, destek verilen direğe “hamal” (D.K.Ä. 45), Kerbelayı Cafer’in evine “hücre” (D.K.Ä.23), Muhammethasan emminin karısı İzzet’i yeri geldiğinde “divanbeyi” diye adlandırır, Celil Memmedguluzade, bir olayı anlatırken birden başka olayı anlatmaya başlar. Önce anlattığı olayla, daha sonraki olayı ustalıkla birleştirir.
“Muhəmmədhəsən əmi eşşəyi gətirməkda olsun, görək pəs bu şəxs kimdi və necidi?” (D.K.Ä.12) gibi sıçrayışlarla okuyucunun merakını artırır.
Celil Memmedguluzade dil bakımından da, konuları bakımından da klâsik edebiyatın güzel örneklerini verir.
Cümleleri uzundur. Hikâyelerinde günlük konuşmalarda söz sırasının bozulması, bir sözün tekrarı, cevap almaya yönelik sorular, sık sık kullanılan nidalar ustalıkla ortaya konur. “Äziz xan alini saldı cibinə, bir qayıtdı qonaqlara səmt, bir çöndü Məmmədhüseynə taraf və başladı addax-buddax danışmağa; -Hələ pulu qalır? Niyə qalır? Niyə indiyə kimi qalır? Yaxşı, verrəm, get-get! Necə quzu? Hənsı quzu? Hələ xırda pul yoxdu. Veliguluya deyərəm versin. Nə durmasan dağ başında.., Oxuya oxuya qaçdı qonaqların yanına …” (Qz.,152)
Celil Memmedguluzade,Azerbaycan Türkçesine has söz kalıplarına da ver verir.
CELİL MEMMEDGULUZADE’NİN HİKÂYELERİNDEKİ KONULAR
Celil Memmedguluzade, yaşadığı dönemin kendince önemli meselelerini hikâyelerine konu olarak seçmiştir.
Gerçekçi bir yazar olan Celil Memmedguluzade için, hayatın asıl tasvir edilecek yanı, halk hayatıdır. İyi bir yazar, hayatın gerçeklerini gözlemleyip öğrenerek, başarıyla aksettirmelidir.
O, hikâyeleri ile okuyucuyu rahatlatmayı., gerçeklerden uzaklaştırmayı değil, onu düşünmeye sevk etmeyi, hayatın gerçeklerini acı da olsa göstermeyi amaç edinir. Bu düşüncelerle yaşadığı çevrenin sosyal yaralarını, toplumdaki kötülükleri hikâyelerine konu eder.
Halkın ve vatanın menfaati için mücadeleyi vatanseverliği en ulvî değerlerden sayar. Ona göre vatanını, milletini, dilini seven halk için hiçbir tehlike yoktur. Ana dili sevgisiyse, geniş mânâda vatan ve millet sevgisidir. Hatta mahallî ağızların bile korunmasından yanadır. “Sirke” adlı hikâyesinde bu düşüncesini dile getirir.
Sade vatandaşı hikâyelerine kahraman olarak seçen Celil Memmedguluzade, bir köşede kalmış olanların, baş çevrilip geçilenlerin dünyasını gözler önüne serer.
Yazar insanlara, adaletsizliğe ve zulme boyun eğmeyi değil halkın bağımsızlığı, vatanın ilerlemesi için hizmet etmek gerektiği fikrini aşılamaya çalışır. Posta kutularının kullanılmaya başlandığı bir devirde Poçt Kutusu’nun kahramanı Nevruzali, yenilikleri kabullenmelidir. Usta Zeynel hikâyesinin kahramanı Zeynel Usta, tren yolculuklarının yapıldığı, telgrafın haberleşme aracı olarak kullanıldığı bir devirde yanlış inanışları bırakmalıdır.
Güçsüzler, başlarına geleni kadere bağlamayıp isyan etmeli, adalet aramalıdır.
Celil Memmedguluzade, bunları söylerken, hikâyelerinde hiçbir görüş ileri sürmez, olayları tabiî seyri içerisinde kendi kanaatlerini karıştırmadan, müdahale etmeden verir. Anlatılan olaylardan yola çıkarak yorum yapan okuyucudur. Bu, yazarın sanatkârlık başarısının bir neticesidir. Aslına bakılırsa, onun hiçbir eserinde taraflılık yoktur, fakat bu tarafsızlık eserin içinde ilk bakışta dikkâti çekmez. Yazar duygularını, hükümlerini, isteklerini eserin bütününde belirtir. Hikâyelerinde az sözle çok şey ifade etmeyi amaçlar.
Yazar, “XX.Asrın Başlarındaki Azerî Edebiyatına Umumi Bakış” (Akpınar 1984:68-71) adlı makalede de gösterildiği gibi, Azerbaycan edebiyatının ilk romanları arasında belirtilen “Danabaş Kendinin Ehvalatları” adlı uzun hikâyeyi ortaya çıkaranları, Laklakçı Sadık ve Gazeteci Halil olarak gösterir. Laklakçı Sadık gördüklerini, duyduklarını, aklına gelenleri, hatırlayabildiklerini, Gazeteci Halil’e anlatır, o da cebinde gezdirdiği deftere kaydeder.
Laklakçı Sadık, karşılaştığı olaylar karşısında susmayan, düşüncelerini söyleyen, yazarın özlemini çektiği, halkın içinden bir sestir. Gazeteci Halil ise Laklakçı Sadık’ın anlattıklarını yorum katmadan kaydeden, başkalarına duyuran yazardır.
Laklakçı Sadık’ın, Gazeteci Halil’e söylediği “Ämmoğlu, mən əfsus elayirəm ki , biz ölüb gedəcəyik, amma bu gözəl ahvalatlar yaddan çıkacaqlar.” (D.K.Ä. 7) sözleri, bir bakıma yazarı yazmaya zorlayan sebeptir.
Celil Memmedguluzade’ye göre iyi bir yazar, toplumun halledilmesi gereken meseleleri varken soyut konularla ilgilenmemelidir. “Zelzele” adlı hikâyesinde olduğu gibi, halkın felâketle karşı karşıya geldiği bir durumda aydınlar oturup edebî sohbetler yapmamalı, omuz omuza işçilerle çalışıp, onlara yardım etmelidir.
Toplum içerisinde bağımsız düşünemeyen, muhakeme kudretini kullanamayan insanları, manevî bakımdan şuurlandırmaya, toplumu ileri götürmeye çalışanlar vardır. İşte Celil Memmedguluzade de onlardan biridir. Bu sebeple Celil Memmedguluzade’nin hikâyelerinde cahillikle ilmin; geri kalmışlıkla gelişmenin; tembellikle çalışkanlığın temsil ettiği kuvvetlerin karşılaşması facialara sebep olur.
“Danabaş Kendinin Ehvalatları” adlı hikâyesinde, Hudayar Bey ile Muhammedhasan emmiyi, “Posta Kutusu” hikâyesinde, Velihan ile Nevruzali’yi, “Zeynal Usta” hikâyesinde, Muğdusi Agop ile Zeynel Usta’yı, Kuzu’da, Aziz Han ile Mehmmethüseyin’i karşılaştırır. Zalim, acımasız, hilekar, toplumun sırtından geçinen insanlar; dürüst, iyiliksever, sevgi dolu, mazlum insanlarla karşı karşıya getirilir.
Yazara göre din; dünya hayatının işleyişine, teknik bakımdan ilerlemeye engel olmamalıdır. O, toplumun geri kalmasına sebep olan hurafelere bağlı, dini yanlış anlamış kişilere kızar. “Zeynal Usta” hikâyesinin kahramanı, Ermeni’nin çömleğini kullandığı için “dünya-âlemin” mundar olduğuna inanmamalıdır. Bir adamın Kerbela’ya gitmekten başka da iyi, faydalı bir işi olmalıdır. Sadece kendini kurtarmayı değil, başkalarına da yararlı olmayı düşünebilmelidir insan. Aşırı dindarlığı, onu çalışmaktan alıkoymamalıdır. Zeynel Usta da Muğdusi Agop gibi medenî yaşam tarzını benimsemeli, çocuklarını okutmalı, dünya olaylarını takip etmeli, çevresindeki insanlara hoş görülü ve nazik davranabilmelidir.
Celil Memmedguluzade’nin 1905’ten sonraki hikâyelerinde İran ve İran Azerbaycanı’nda meydana gelen sosyal ve siyasi olaylar önemli bir yer tutmaya başlar. 1906’da İran’da meşrutiyet ilan edilir. Pek çok yazar gibi Şah hükümetinin verdiği hürriyetin mahiyetini açıklayan Celil Memmedguluzade, halkın buna aldanmayıp, demokrasi için mücadele etmesi gerektiğini belirtir. İran’daki baskı yüzünden veya para kazanmak için memleketinden ayrılan insanların acıklı durumu, sık sık işlediği konulardandır.
Yazarın dikkât çekmek istediği bir konu da Çarlık yöneticilerinin döneminde rüşvetçiliğin yaygınlığıdır. Ekonomik durumun bozukluğu, insanları kötülüğe ve çaresizliğe sürüklemektedir. Dönemin dindar kişileri de düzene uymuştur. “Danabaş Kendinin Ehvalatları” adlı hikâyede Kadı’nm rüşvet alarak Zeynep’i Hudayar Bey’e nikahlamasından sonra, Danabaş köyünün mollası da Zeynep’i Hudayar Bey’in evinde kalması için razı etmeye gidenler arasındadır. Kaza reisi de Hudayar Bey’e, o işlere Kadı’ın baktığını söyleyerek yardımcı olur. Sorumluluk sahibi insanlar da üstlerine düşen görevleri yerine getirmemektedir. Muhammethasan emmi, haksızlığa uğradığı halde hakkını aramak için şikâyetçi olamamaktadır. Çünkü “…Şikayət də şahidnən möhkəm olar. Amma Məhəmmədhəsən aminin şahidi yoxdu. Ondan ötrü ki pulu yoxdu…” (D.K.Ä, 63)
Kadınların toplumdaki ve aile içindeki yeri, Celil Memmedguluzade’nin hikâyelerinde ve makalelerinde işlediği bir başka konudur. O, kadının duygularının hiçe sayılarak, bir eşya gibi alınıp satılmasını, çocuk yaştaki kızların yaşça büyük erkeklerle dengesiz bir evliliğe zorlanmasını eleştirir.
“Danabaş Kendinin Ehvalatları” adlı hikâyenin kahramanlarından Zeynep, cesaretli, iradeli bir kadındır. Ancak, hukukun, şeriatın onu koruyamaması ve toplumsal baskıların fazlalığı yüzünden, kurbağadan iğrenir gibi iğrendiği bir adamın karısı olur.
Fikirleri hiç sorulmayan, olaylara hiç karışmayan, bir köşede “çadırşəbə bürünüb, pambıq boğçası” (D.K.Ä,38) gibi oturan Hudayar Bey’in kızı Gülsüm, keyfî bir şekilde nişanlısından ayırılarak, başkası ile evlendirilir.
Celil Memmedguluzade, erkek çocuklarının yanı sıra kız çocuklarının da okutulmasını, kadınların toplum içinde aktif bir rol almasını ister.
Celil Memmedguluzade, çocukların terbiyesinde, onların dünya görüşünün oluşmasında, davranışlarının şekillenmesinde anne ve babalara büyük görev düştüğü düşüncesindedir.
Kendisi de öğretmenlik yapmış biri olarak, çocuk terbiyesi konusundaki görüşlerini nasihat yoluyla değil, okuyucunun doğal olarak bu sonuca varmasını sağlayarak verir. Anne ve babaların çocuklarda yalancılık, korkaklık, büyüklerin sözünü dinlememek gibi kötü özelliklerin oluşmaması için dikkatli olmaları gerektiği fikrindedir.
“Sakallı Uşak” onun bu düşüncelerini işlediği hikâyelerindendir. Yazar, çocuklarla ilişkilerde öğüt, zorlama ve inandırma gibi usûlleri karşılaştırır ve inandırmayı en faydalı yol olarak seçer.
Çocukları yetiştirirken, sorumluluk, başkalarına yardım gibi insanî özelliklerin verilmesinden yanadır. “Buz” hikâyesinin çocuk kahramanı, teyzesi hasta yatağında ölümle pençeleşirken, kendinden beklenen yardımı esirgememelidir.
Çocukları çok seven yazar, onların hareketlerindeki komikliklere gülmez. O, çocuğun yaşını ve tabiatını unutmaz. Onları vatanını ve milletini seven, ahlâk kaidelerine uyan, medenî gelişmeleri takip eden insanlar olarak yetiştirmek gerektiğine inanır.
Celil Memmedguluzade, bürokrasinin sosyal zararlarını, bürokratların vakitlerini boşa harcayarak, görevlerini yerine getirmemelerini hikâyelerine konu eder. “Ucuzluk” bu konuyu ele aldığı hikâyelerindendir. Bunu yaparken aydınları, unutulan ve ihmal edilen halka yardıma çağırır, Azerbaycan beylerinin, hanlarının tenkidini yapan yazar, onların kaygısız, rahat, eğlence içindeki yaşantılarını gözler önüne serer. “Kuzu” adlı hikâyesinde hazırcevap, kıvrak zekalı, açık göz bir köylü olan Memmethüseyin, sarhoş Aziz Han’ı gülünç duruma düşürür.
Hayatın şartları, insanın ihtiyaçlarını karşılıyorsa, olaylar insanın isteklerine uygun şekilde gelişiyorsa, onun güzelliği de o kadar artar. “Yan Tüteyi” hikâyesinin kahramanı da çalmayı çok istediği kavalından bir ses çıkınca öyle mutlu olur ki:
“Pəh pəh, nə gözəl dünya! Günün istisi, küçənin tozu, adamların yaxşı, ya pis hərəkəti, dağ, daş, otlar və ağaçlar,– güya bunların hamisi bugün dilbir olublar ki, mana mübarəkbadlıq versinlər ki, bugün manim tütəyim səs çıxardıb.” (Y.T.,198)
Celil Memmedguluzade, bütün insanların hür iradeleriyle hareket edebildikleri, isteklerine, ihtiyaçlarına kavuştukları bir dünyanın özlemini çeker.
DANABAŞ KÖYÜNDE OLANLAR
Laklakçı Sadık, nakletti. Gazeteci Halil yazıya geçirdi.
“Kalbimden gelen ses, bana çok şeyler öğretir. Bu ses, saf ve temiz insafımın sesidir ki, hepsinde bu var. Herkes, can kulağıyla onun buyurduğunu dinleyip, emrine uysa, pek çok sırrı öğrenerek, pek çok şey bilecek.”
Sokrat
EĞLENDİRİCİ BİR ÖN SÖZ
Adım Halil, arkadaşımın adı da Sadık. İkimiz de Danabaş köyünde doğmuşuz. Bundan tam otuz yıl önce ben doğmuşum; yani otuz yaşındayım. Bence, arkadaşım Sadık da ancak ben yaştadır. Fakat, ben ondan biraz genç görünüyorum. Onun boyu uzun, benimki kısa; ama ben ondan şişmanım. O, çok esmer ve iri, bense beyaz tenli ve top sakallıyım. Bir farkımız da şu; ben, gözlerim iyi görmediğinden gözlük takıyorum, arkadaşımın gözleriyse sağlam. Bunun sebebi de, ben okur yazarım, yazıp çizmek gözlerime zarar verdi.
Kısacası, her ikimiz de Danabaş köyünün yerlisiyiz. Zanaatım bezirgânlık, koltuğuma dört beş top basma alıp, köyümüzü ya da başka köyleri dolaşırım, basma satıp, böylece geçinirim. Arkadaşımın zanaatı bakkallık; bir kulübeye, üç dört paket tuz, bir kutu kuru üzüm, dört beş paket mahorka[1 - Yaprağından ve yaprak saplarından tombeki hazırlanan bir tütün cinsi.] tütünü koyup satar, o da böyle geçimini sağlar.
Her ikimiz de Allahutealanın fakir kullarındanız, vesselam. Hasılı, başınızı ağrıtacağım, ama yine de söylemeliyim; çünkü, bu olayları okuyan arkadaşlarımın “Nasıl yani Gazeteci Halil ve Geveze Sadık mı?” diye çok şaşıracaklarını biliyorum. Başınızı ağrıtsam da, arkadaşlarımı bekletmemek için yine birkaç söz söylemeliyim.
Bence, bütün Gafraziyye vilayetinde, bizim Danabaş köyü gibi eğlendirici bir köy yoktur. Kötü diyemem, Allah etmesin. Ben hiçbir zaman hak yemem. Köyümüze biraz kırgın olduğum doğru; ama bu, köyümüzün kötülüğünü göstermez ki! Benim gibi, iki yüz işe yaramaz adam bizim köyde yaşasa, o zaman bile bizim köye kötü demek haksızlıktır.
Yok, vallahi billahi, köyümüz güzel köydür. İnşallah, söylediklerime sonuna kadar sabredersen, bizim köyün kötü olmadığını sen de görürsün.
Hele kötülüğünü, iyiliğini bir yana bırak. Anlatmak istediğim bu değil, sözüm şu; bizim köyde ayaması olmayan bir kişi bile yoktur.
Bizler “ayama” deriz. Bilmem anladınız mı, hayır mı? Ayama, yani lakap.
Ben lakap sözünü açıklayacak kadar bilmezdim; çünkü o kadar bilgim yoktu. Came-i Abbas’tan başka kitap okumamıştım. İmama benzer biri, geçen yıl bizim köyde mersiye okuyordu. Ama, yazık ki adını unuttum. Bir gün, bu imamın yolu, bizim Sadık’ın dükkânına düştü. Anlaşılan, imam önceden Sadık’a, Laklakçı Sadık dediklerini biliyormuş. Dükkânda benden başka birkaç köylü de vardı. İmam, Sadık’tan iki paket mahorka tütünü alıp, paketin birini açtı, çubuğunu doldurup, ateş istedi. Sadık, bir kibrit tanesi yaktı. İmam, çubuğunu tutuşturup, Sadık’a döndü:
–Babana rahmet!
Sonra, çubuğundan birkaç nefes çekip, tekrar ona seslendi:
–Arkadaş, zâtınızın şerefli adına neden “Laklakçı[2 - Şeyh Bahâ’nın din kitabıdır.]” lakabını taktılar?
Hocanın sözlerini sadece köylüler değil, ben de hiç anlamadım. Halbuki, ben bu oturanların yanında daha âlimdim. Ama, elbette hepimiz hocanın Sadık’a niye “Laklakçı Sadık” dediklerini, sorduğunu anladık. Sadık, biraz duralayıp, “Laklakçı”nın ayama olduğunu söyledi. Hoca, hayret ederek, tekrar sordu:
–Delikanlı, ayama nedir, ne garip, ne cahil adamlarsınız…
Sadık, sebebini sorunca, hoca bize “Laklakçı”nın Sadık’ın ayaması değil, lakabı olduğunu anlattı. Ayama, halkın kelimesi, lakap, Arapçadır. Hoca, sonunda ayama lafını dilimize almayalım, lakap diyelim, diye bizi iyice tembihledi.
Hepimiz kabul ettik, “tamam”dan başka bir şey söylemedik. Sonra, Sadık, yüzünü imama dönüp, sordu:
–Hoca, zatınız Arapça dersinde çok bilgili olmalısınız.
İmam cevap verdi:
–Oğlum, ne diyorsun? İmam olmak, mersiye söylemek öyle kolay iş mi? Arapça dersini bilmeyen adamı, minbere koyarlar mı?
Sadık, ansızın hocadan şunu sordu:
–Hoca, ekmeğe Arapça’da ne denir?
Hoca, çubuğundan bir nefes çekip, öksürdü. Biraz sonra dedi ki:
–Gardaşım Arabistan’da ekmek olmaz ki, ekmeğe bir ad koysunlar. Orada pirinçten başka bir şey yemezler.
Sadık, hocaya tekrar sordu:
–Peki, pirince Arapça’da ne denir?
Hoca, çubuğundan bir nefes çekip, öksürdü, biraz sonra cevap verdi:
–Arkadaş, sen sahiden laklakçıymışsın. Köylüler, sana yerinde laklakçı demişler.
Bu sözleri söyledikten sonra hoca, abasını düzelterek, dükkândan çıktı gitti. Hepimiz, o gün akşama kadar gülmekten kendimizi alamadık.
Meselâ benim adım Halil, benim adımı Gazeteci Halil koymuşlar. Vallahi, ben gazete nedir, bilmem. Gazeteciyse, aklı ve olgunluğuyla, güzel olaylar, güzel haberler toplayıp, o yana bu yana dağıtan kişidir. Fakat bilmem ki, nereden gazeteci oldum. İnşallah bana niçin “Gazeteci”, arkadaşım Sadık’a da “Lâklakçı”, yani çok konuşan dediklerini açıklarım.
Bize saygı göstermek için koymuşlar; ikimizin de lakabı çok komik değil. Danabaş köyünde öyle lakaplar var ki, söylesem gülmekten katılırsınız. Meselâ; Girdik Hasan, Deve Haydar, Yalancı Sebzali, Eşek Muhtar, Tavşan Kasım. Kısacası, böyle ayamalar, Danabaş köyünde sayısızdı. Eğer hepsini söylemeye kalksam, Rusya’nın kağıthanelerinde kağıt kalmaz.
Arkadaşım Sadık’ın adını, “Laklakçı” koymuşlar. Bizi yaratana yemin ederim ki, bu lakap ona hiç yakışmıyor. Sadık’ın çok konuştuğu doğru. Her tarafta öyle konuşarak oturur. Söyler, söyler, yorulmak nedir, bilmez. Ama, ne yapayım, öyle tatlı konuşan da bence yeryüzünde yoktur.
Üstelik, bizim Danabaş köyünde, her çok konuşana, laklakçı dendiğini herkes bilir. Sonuç olarak, her çok konuşan bir değil. Ben, sabahtan akşama kadar konuştukları hâlde, konuşmalarına hiç doymadığım öyle kişiler tanıyorum ki. Şayet, her konuşana laklakçı denseydi, vaizlerin hepsine laklakçı dememiz gerekirdi; çünkü onlar, minbere çıkınca, inmeyi bilmezler.
Hayır, her çok konuşana laklakçı denemez. Birisi, Allahuteala hakkında sohbet etmeye başlıyor, bir başkasıysa Kerbela’ya ve Mekke’ye gidişini anlatıyor, böyle kişilere laklakçı denir mi? Hayır, olmaz; böyle konuşmak, günahtır, haksızlıktır.
Bırak, herkes ne derse desin. Bırak Sadık’a da “Laklakçı.” desinler; ama o ölene kadar benim arkadaşım, dostum ve dert ortağımdı! Bazısı kızını kötüler, bazısı anasını. Belki de Sadık hakikaten laklakçıydı. Ama o konuşunca gerçekten, yanaklarından öpmek için kalkmalıyım.
Peki, bana niye “Gazeteci” diyorlar? Sebebini açıklayayım. Bana, Sadık’la arkadaşlık etmeye başlayınca “Gazeteci” dediler. Gerçekten de benim adımın Gazeteci konmasına sebep, arkadaşım Sadık’tı.
Burada konu biraz uzadı.
Biz tanışalı iki yıl oluyor. Tanışmamız şöyle oldu: Bir gün, koltuğuma birkaç top basma alıp, Sadık’ın dükkânına gittim. O zamana kadar aramızda böyle bir arkadaşlık yoktu. Biraz oturdum. Sadık, bir çubuk doldurup verdi, içmeye başladım. Dükkânda yalnızdık. Çubuk çekmekle meşguldüm. Tabii ki, Sadık konuşmaya başladı. Önce de arzettiğim gibi, onun sohbeti daima hoşuma giderdi. Ama bu kez büsbütün âşık oldum. Arkadaşım, bu defa öyle tatlı bir şey anlatıyordu ki, belki yirmi, otuz müşteri dükkâna girdi ve boş çıktı. Her gelene “Senin istediğin şey dükkânda yok.” diyorduk. Anlattı, anlattı, anlattı, nihayet bir yerde durdu. Sonra dikkatle yüzüme baktı, bir ah çekti ve dedi ki;
–Emmoğlu Halil, benim bir arzum var.
–Gardaşım arzun nedir?
–Emmoğlu, biz ölüp gideceğiz, lâkin bu güzel hikâyeler unutulacak diye çok esef ediyorum.
–Emmoğlu, hiç üzülme, bu olayları yazıya geçiririm ve kitap bastırıp adını “Danabaş…” koyarım. Biz ölüp gideriz, ben ölünce, beni ne Kerbela’ya götürsünler, ne de övsünler; çünkü ben Allahutealanın talihli kullarındansam, övgüsüz de ahirette yüzüm öyle ak olacak, günahkar bir kulsam, ne övgü yardım eder, ne de başka bir şey. Varımı yoğumu satıp paraya çevirmelerini, yazdığım hikâyeleri baskıya vermelerini, kitapları ona buna bedava dağıtmalarını vasiyet ederim.
Sözlerimi bitirdim, Sadık, hızla yerinden kalkıp, beni sımsıkı kucakladı, iki yanağımdan öptü ve ağlayarak dedi ki:
–Emmoğlu, benim tek arzum buydu. Onu da sen yerine getirdin. Allah, iki dünyada seni hasret içinde bırakmasın.
Evet, benim azizlerim, bizim arkadaş olmamız böyle oldu. Sonra, Sadık aklına bir şey gelince, güzel bir hikâye işittiğinde ya da başka bir konuyu hatırladığında hemen gelip beni bulurdu. Defteri çıkarır, kalemi alır, yazardım. Çünkü bu defter daima iç cebimde olurdu, zanaatım aynı zamanda köyleri dolaşmak olduğundan, boş vakitlerimde defteri çıkarıp okumaya başlardım. Bir müddet çok ilgi çekti. Yalnızca yeni bir hikâye okuyayım diye, beni nerede görseler, çağırıp konuk ediyorlardı. Adımı, önce masalcı koydular; sonra baktılar ki bu ad bana yakışmıyor. Sözün kısası, adım “Gazeteci” kaldı.
Hakikaten, adımın “Gazeteci” olmasına sebep olan arkadaşımdı, nasıl olduğunu siz de görüyorsunuz. Gerçekten, anamın babamın koydukları adımın yanına başka bir ad uydurmaları bana hoş gelmiyor; ama yine de üzülmüyorum.
Bırak, cahiller ne derse desin. Çoğu zaman, cahil iyiye kötü, kötüye de iyi der. Belki de halkın bize gülmesiyle biraz övünmeliyiz.
Dünyada pek çok insan, halktan şikâyetçidir. Biz de dağarcığımızı bu çuvalların dizisine çekiyoruz.
Erivan vilayetinde, Danabaş köyünde, 1894 yılında yazılmıştır.
Laklakçı Sadık ve Gazeteci Halil.
EŞEĞİN KAYBOLUŞU
Miladî takvimin, bin sekiz yüz doksan dördüncü yılında, Ağustos ayından önce, Danabaş köyünde garip bir olay meydana geldi. Olay şuydu; Muhammedhasan emminin eşeği çalınmıştı.
Şüphesiz, bu olaydan kesinlikle haberi yok. Sözlerime de inanmayacak; çünkü, gerçekten de eşeğin kayboluşu öyle şaşılacak bir şey değil ki, bundan da garip bir olay çıksın. Her köyde, her şehirde, bir eşeğin kaybolmadığı gün olmaz. Ama, hayır, Muhammedhasan emminin eşeğinin kayboluşunun başka eşeklerin kayboluşuyla bir kıl kadar bile benzerliği yok.
Vallahi, billahi, Muhammedhasan emminin eşeğinin kaybolması öyle garip bir olay ki, anlatayım, siz de dinleyip tadına varınız.
Önce bakalım, Muhammedhasan emmi kim?
Herkes Danabaş köyünü bilir, elbette Muhammedhasan emmiyi de bilir. Çünkü, Muhammedhasan emmi köyün sayılan şahıslarındandır. Muhammedhasan emmi, elli dört, elli beş yaşlarında, fazla değil. Sakalları ağarmışsa da, “Fakirlik beni sıkmasaydı, yaşımın kırktan fazla olduğunu kimse söylemezdi.” diye yemin eder. Muhammedhasan emmi, yalan da söylemiyor; çünkü bu yaşında bile adamın yanakları yine kıpkırmızıdır.
Muhammedhasan emminin başına çok şey gelmiş. Hepsini anlatmaya kalksak, çok uzun sürer. Muhammedhasan emminin başına neler gelmiş, ne işlere düçar olmuş!
Felek, bu adamın yüzüne gülmemiş, vesselam.
Muhammedhasan emmi on, on iki yaşlarındayken, babası Hacı Rıza vefat etmiş. İki yıl geçmeden anası ölmüş. Merhum babasından, iyi bir servet kalmış; tarlalar, at sürüleri, halılar, pek çok para. Ama çok yazık! Çünkü, Hacı Rıza ve karısı ölünce, Muhammedhasan emmi, başsız kalmış. Amcaları bir yıl içinde parmak hasabıyla serveti bölüştürmüşler. Öyle ki, Muhammedhasan emmi, kendini bilip, gözünü açtığında, büsbütün öksüz kaldığını görmüş. Sonra bir kız sevmiş, bu kızı almış. Belki para pul kazanıp, getirip sermaye yaparım diye, birkaç yıl Erivan taraflarına gidip, gurbetlik çekmiş. Neticede iş tutturamamış. Eli boş köye dönmüş, üç dört eşek alıp, yük taşımaya başlamış. Ancak gittikçe işi açılmış. En sonunda gelmiş, avlusunu ortadan bölmüş, sokak tarafına bir kapı açmış. Buraya birkaç torba un, dut kurusu, iğde getirip, ticarete başlamış, tâ ki bu yaşa gelmiş. Sıkıntısının da şüphesiz şimdi gittikçe arttığını görüyoruz.
Muhammedhasan emmi, şimdi tutumlu davranarak, zorlukla geçimini sağlıyor. Lakin, fakir olsa ne olur, Muhammedhasan emmi, çok iyi bir insandır. Gerçekten adam akıllıca davranmıyor; bu yoksul günlerinde bile hiçbir şeyi esirgemiyor. Birisi gidip “Muhammehhasan emmi, bana üç dört manat para lazım.” dese şayet kendinde varsa, hemen çıkarıp verecek, yoksa uğraşıp ne şekilde olursa olsun, başkasından bulacak, onun işini halledecek. Gerçekten, Muhammedhasan emmi, çok iyi bir adamdır.
Muhammedhasan emmi, dünya malına asla ve asla önem vermezdi. Lâkin tek arzusu vardı. Muhammedhasan emmi, üç yıldır, Kerbela ziyaretine niyetleniyordu. Çok dindar biriydi. Doğrusu geçimi yolunda gitseydi, Muhammet-hasan emmi şimdi kutsal yerlerin hepsini kesinlikle görmüş olurdu. Ama, ne yapalım, fakirlik, adamı mesuliyetli olduğumuz işlerden de alıkoyuyor. Sözün kısası, Muhammethasan emmi, çoktandır Kerbela’ya niyetleniyordu. Zavallı Muhammethasan emminin, bu güzel fikre kapılmadığı yıl olmazdı. Ziyarete gidenlerin anlattıklarını, her işittiğinde, Muhammethasan emminin gözlerinden yaş çeşme gibi akmaya başlardı.
Fakat, ne yapalım, fakirliğin evi yıkılsın. Şimdiye kadar zavallı adamın elini ayağını bağlamış, bırakmıyor ki, bir yana kıpırdasın.
Üç dört ay öncesinin bir hadisesiydi. Muhammethasan emmi, uyudu ve bir rüya gördü, uykudan kalkıp, karısını çağırdı, “Hanım, nasıl olursa olsun, bu yıl inşallah Kerbala’ya gitmeliyim.” diye haber verdi. Rüyasını bu güne kadar kimseye anlatmadı, fakat şunu söyledi: Rüya gördüm, nasıl olursa olsun, Kerbela’ya gidip, altı köşeli kabri[3 - Dindar müslümanların ziyaret ettikleri yerler.] ziyaret etmeliyim.”
Muhammethasan emmi, son üç dört aydır, gidiş hazırlığındaydı. Ziyaret şevki, Muhammethasan emmiyi dünya işlerinden büsbütün uzaklaştırmıştı. Bu fikre kapıldıktan sonra, dükkânı boşlayıp, biraz arpa ve darı unu tedarik ederek, evine koydu.Ev için, para gerektiren şeyleri hazırlamış, ziyaretçilerin yola çıkmasını bekliyordu.
Muhammethasan emmi, önce yayan gitmek istedi. Çünkü, bilindiği gibi yayan ziyarete gitmenin sevabı hayvanla gitmekten çoktu. Ama, sonra baktı ki, iki aylık yolu yayan gidip gelmek yaşına uygun değil. Peki ne yapmalı? Muhammethasan emmi, sonunda çaresiz kalıp, kendinden, başkalarından on, on beş manat buluşturup, bir eşek aldı. Elbette, eşek attan iyiydi. Evvelâ şunun için; eşek attan ucuzdu. Muhammethasan emmi, ata verecek otuz kırk manatı belki hiç bulamayacaktı. Üstelik, birisi eşekle ziyarete gitse, diğeri atla gitse, elbette eşekle gidenin ziyareti Allâhuteâlâ huzurunda daha çabuk mertebeye ulaşır.
Evet, Muhammethasan emmi bir eşek aldı, Lâkin bu eşek başı belâlı bir eşekti.
Günlerden bir gün, Muhammethasan emmi, sabah erkenden uykudan kalkıp, giyindi. Namazını kılıp, çıktı, avluyu dolaştı. Tavuklarını, civcivlerini çağırarak, biraz tane serpti. Tavlaya girip, eşeğin önüne birkaç avuç arpa döküp sokağa çıktı. Sokak kapısının ağzına çömeldi, çubuğunu ve kesesini çıkardı. Çubuğunu doldurup, çekmeğe başladı. Biraz sonra, birkaç köylü, selam verip sıra ile çömeldiler ve çubuklarını çıkarıp başladılar çekmeye. Bu köylülerin hepsi, Muhammethasan emminin komşusuydu.
Köylüler, biraz çubuk çekip, biraz öksürerek, sohbete başladılar. Sohbet, Kerbela’ya gidenlerin yola çıkmalarına gelmişti. Çünkü, oturanların hepsi Muhammethasan emminin ziyaret niyetinden haberdardılar. Elbette, bu sohbette Muhammethasan emminin de adı geçiyordu.
Sohbet çok uzadı. Evvelâ ziyarete gitmenin sevabından başladılar, sonra ziyarete gitmenin şartlarına geçtiler. Muhammethasan emininin sol tarafında oturan kişi ortaya bir mesele attı;
–Peki, bakalım, birisi ziyarete gidiyor, ziyaretini yapıyor, sonra dönüp memleketine geliyor. Biz toplanıp sırayla bu adamı görmeye gidiyoruz ve birlikte “Ziyaretin kabul olsun.” diyoruz. Acaba, bakalım bizim dileğimizle bu adamın ziyareti kabul olur mu, olmaz mı? Peki, bizim ona söylediğimiz söze bakalım, bu sözlerin bu şahsa faydası var mı, yok mu? Mesela, Muhammethasan emmi, şimdi senin ziyarete niyetin var. Allah selâmet versin, sağ selâmet gidip, evine dönesin. Şimdi, elbette Allah izin verirse, döndükten sonra hep birlikte seninle görüşeceğiz. “Ziyaretin kabul olsun” diyeceğiz. Bu sözlerin, bu görüşmenin sana hayrı var mı, yok mu? Bence yoktur. Çünkü, sen ziyaretini bundan bir ay, belki de bir buçuk ay önce yapmışsın. Senin ziyaretin eğer Allah huzurunda kabul olunduysa, artık sana dua etmemizin faydası ne? Şayet, kabul olunmadıysa, yine faydası yok. Bizim dilememizle kabul olmayacak ki!
Adam, sözünü bitirip Muhammethasan emmininin yüzüne dik dik baktı. Diğerleri de gözlerini yere indirip , düşünceye daldılar; çünkü, gerçekten bu mesele, derin bir meseleydi. Muhammethasan emmi, tekrar cebinden kesesini çıkarıp, çubuğunu doldurmakla uğraştı, sonra sol tarafında oturan komşusuna dönerek konuşmaya başladı:
–Güzel diyorsun Meşedi Oruç emmoğlu, lâkin senin dediğin gibi olmuş olsa, o vakit her şey doğru olmaz, aradan dostluk kalkar. Birisi ziyarete gitse, evine gelse, hiç kimse görüşmeye gitmese, artık bu müslümanlık olmaz ki! Şimdi, farz edelim, ben ziyaret edip, evime gelmişim, sen, benim görüşüme gelmem mi diyorsun?
Meşedi Oruç, hızla elini Muhammethasan emmiye doğru uzatıp, biraz doğrularak dedi ki:
–Yok, vallahi, Muhammethasan emmi, sen benim dediklerimi anlamadın. Senin söylediğin benim sorumun cevabı değil. Senin ziyaretine elbette geleceğim. Dediğim şu; bakalım, acaba benim bu gelişimin sana menfaati var mı, yok mu? Ben, bunu soruyorum.
Muhammethasan emmi, ikinci kez “Görüşmenin herhalde menfaati var; çünkü, görüşme olmasa aradan dostluk kalkar.” diye cevap verdi. Oturan köylülerin hepsi, bu konuda Muhammethasan emminin tarafındaydılar; Meşedi Oruç’un meselesiyse derin bir meseleydi, ama hepsine akıl almaz göründü. Birisi ziyaretten, gelecek onunla görüşmeyeceksin, nasıl olur ki?
Bu mevzu, en az bir saat sürdü. Çubuklar doluyor, boşalıyordu. Hepsinin önünde büyük bir kül yığını oluştu.
Sohbetin en tatlı zamanıydı, sol taraftan, köşeden bir adam çıktı, hızlı hızlı yürüyerek köylülerin yanına geldi, selâm verip yüzünü Muhammethasan emmiye çevirdi:
–Muhammethasan emmi, oğlanı acele gönder, tavladan eşeği çıkarsın, şehre kadar bineceğim, reis istiyor.
Köylüler, hemen ayağa kalkıp, selamı aldılar.
–Baş üstüne, baş üstüne, eşek sana kurban olsun. Şimdi gidip, kendim çıkarıp getireyim.
Muhammethasan emmi, böyle deyip, hemen avluya girdi.
Muhammethasan emmi, eşeği getire dursun, bakalım, bu adam kimdir, necidir?
Şunu anlamak kolaydı, bu adam, önemsiz biri değildi. Evvelâ şunun için; köylüler sohbetin en tatlı havasında, onu görünce ayağa kalktılar, belki de başlarını eğdiler. İkincisi de, Muhammethasan emminin gözünün ışığı, herhalde sadece biricik eşeğiydi; çünkü, bu eşeği, binip, Kerbela’ya gitmek için aldı. Onu yolda bırakmaması için, gece gündüz bu hayvana hizmet ediyordu. Sonra, Muhammethasan emminin, eşeği bir yana götürüp yorarlar diye, hiç kimseye vermeyeceğini herhalde tahmin etmek gerekirdi. Fakat, bu adam istediğinde Muhammethasan emmi, onu kendi eliyle çıkartıp getirdi.
Peki, bakalım, bu adam kimdir, necidir?
Evet, bu eşeği isteyen şahıs, önemsiz bir adam değildi. O, Danabaş köyünün muhtarı Hudayar Bey’di. Hudayar Bey’in geçmişinden söz etmek istemiyorum; çünkü kendisi de buna hiç razı olmaz. Herhalde dünyanın kanunu böyle, birisi yüksekten alçağa inse, zenginlikten fakirliğe düşse, sohbeti daima geçmiş günlerine götürecek: “Ah, benim babam şöyle, anam böyleydi; servetimiz şu kadardı; malımız böyleydi; itibarımız şu kadardı.” diyecekti. Ama, birisi alçaktan yükseğe çıksa, fakirlikten zenginliğe ulaşsa, itibarsızken, hürmetli olsa hiçbir zaman anasından babasından konuşmaktan hoşlanmaz. Meselâ; Muhammethasan emmi, yedi gün yedi gece babasının zenginliğinden, itibarından konuşmaya doymaz. Ama, Muhtar Hudayar, hiç kimseye babasının adını da söylemez. Her zaman böyle sohbet edilirken, Muhtar Hudayar’ın dediği şudur; “Gardaş, babayla anayla ne işin var? Onlar ölüp gitmişler, Allah onlara rahmet eylesin. Gel senden, benden konuşalım” der. Çünkü, Hudayar Bey, geçmişten konuşmayı sevmiyor, ben de onun kalbini kırmayı hiç istemiyorum. Onun geçmişiyle işim de yok.
Hudayar Bey, ancak otuz yedi, otuz sekiz yaşlarındaydı; fazla değil, belki noksan. Boyu uzun, çok uzundu. Uzunluğundan dolayı eskiden Hudayar Bey’e bir lakap takmışlardı. Ama, ben onun geçmişinden konuşmayacağıma söz verdim. Yalancı olmaktan korkarım. Evet, boyu uzundu, kaşları, sakalı kapkaraydı. Yüzü de esmer, çok esmerdi. Gözleri simsiyahtı, gözlerinde bir zerre kadar ak yoktu. Öyle ki, Hudayar Bey, bazı zamanlar, kalpağını gözlerinin önüne iter, kalpak kara, gözler kara, yüz kara olurdu. Kalpağın altından gözleri öyle ışıldar ki, insan dehşete kapılır. Sanki, hendekten kurbağa bakıyor gibi olur o zaman.
Bunların hepsini geç. Hudayar Bey’in büyük bir kusuru var. Burnu eğriydi; eğriydi ama fena eğriydi. Eğri var, eğri vardı. Ben, burunları eğri bir çok güzel gördüm, ama Hu-dayar Bey’in burnu fena eğriydi. Burnunun yukarısından bir kemik uzanmış. Kemik doğru, ama aşağısının eti horoz ibiği gibi, sol yana düşmüş. Anadan mı olmaydı, sonradan mı olmuş bilmem. Ama çok kötü bir burundu, vesselam. Hudayar Bey’e güzel bir adam denemez.
Hudayar Bey, iki yıldır, Danabaş’ta muhtarlık yapıyor. Onun muhtar olmasının da pek çok hikâyesi var. Hudayar Bey, diğer muhtarlar gibi muhtar olmamıştı. Sonra, âdet şöyleydi, muhtarı cemaat seçerdi. Ama Hudayar Bey’in muhtarlığı başka türlü ve çok kolay olmuştu.
Önce, yani bundan iki yıl önce, Hudayar Bey, başkanın yanında çavuştu. Olaylar öyle gelişti ki, başkan, Hudayar Bey’in anasını nikahladı. Başkanın, kendi yakınını koyup, başkasını muhtarlıkta bırakmayacağı belliydi. Bir hafta içinde muhtarı sıkıştırıp, görevden aldı. Bir süre, köy muhtarsız kaldı. Sözün kısası, halk bir zaman gözünü açıp baktı ki, Hu-dayar Bey, muhtar ki ne muhtar!.
Hudayar Bey, muhtar olunca çok değişti. Önce giysilerden başladı. Elbisesini yenileyip, eline bir kızılcık sopası alarak, adının Hudayar değil, Hudayar Bey, olduğunu bildirdi. Kimin cesareti varsa sorsun, beylik ona nereden gelmiş?! Fakat, halk beyliğin ona şuradan, yani başkanın anasını nikahlamasından geldiğini biliyordu. Muhtar Hudayar, yirmi otuz kişiyi, yanlışlıkla Hudayar Bey demeyip, Muhtar Huda-yar demeleri yüzünden hapsetti.
Muhammethasan emmi, “Çöçe, çöçe” diyerek, eşeği sokağa çıkardı. Eşek dışarı çıkınca, yedi sekiz yaşlarında, çıplak, başı açık, kel bir oğlan çocuğu, kendini sokağa attı; ağlayıp, bağırarak koşup, eşeğin kuyruğundan yapıştı. Bu oğlan Muhammethasan emminin küçük oğluydu:
–Eşeğimi götürme. Vallahi bırakmam! diye ağlamaya başladı.
Oğlan, böyle ağlayarak, sızlanarak eşeğin kuyruğundan sıkıca yapışmış bırakmıyordu ki, hayvan hareket etsin.
Muhammethasan emmi, gerçekten çok şefkatli bir babaydı, hiçbir zaman evladını üzmek istemezdi. Onun için, yanına gidip, yumuşaklıkla oğlunu sakinleştirmeye çalıştı.
–Sakin ol oğlum. Eşeğin akşam yine eve dönüp gelecek. Eşeğe ne olur? Eşeği satmıyorum ki! Hudayar Bey emmin şehre götürecek, orada ona çokça arpa verecek.
–Yok, vallahi, hiç bırakmam… Nereye bırakayım gitsin ha!.. Hiç bırakmam… Hiç, bir kere bile!
Oğlan, bu sözleri söyleyerek yine avluya sokmak için eşeğin başını çomakla çeviriyordu. Bu sırada Muhtar Huda-yar, oğlanın arkasından gidip, kürek kemiğine bir sopa…:
–Köpek oğlu köpek! Eşeği nereye götürüyorsun? Gözlerin kör mü, beni burda görmüyor musun? Vallahi, derini yüzerim!
Oğlan “Vay vay!” diyerek, kaçıp avluya girdi. Muhtar Hudayar, eşeğe binip, şehre doğru yöneldi. Köylüler de bir bir dağıldılar. Muhammethasan emmi, muhtarı yolcu edip, oğlunun ardından asabı bozulmuş bir halde evine gitti.
II
Hudayar Bey, öğlen vakti şehre vardı.
Hudayar Bey, Muhammethasan emmiden eşeği isterken, “Beni reis istemiş.” dedi. Fakat yalan söylüyordu, reis istememişti, başka bir niyeti vardı. Muhtar Hudayar, eğer reis için şehre gitseydi, biraz erken gitmesi gerekirdi. Kaza reisinin ancak öğlene kadar mahkemede olduğunu, öğlen olunca mahkemenin kapandığını kendisi de biliyordu. Hayır, Huda-yar Bey’in başka bir maksadı vardı.
Hudayar Bey, eşeği kervansaraya bırakıp, pazara yöneldi. Yedi girvenkelik[4 - 400 gr. ağırlığında tartı taşı.] şekerlerden bir kalıp alıp, yeleğin altına soktu. Pazardan çıkıp, Buzhane Mahallesine doğru yürümeye başladı. Biraz gidip, soldaki sokağa döndü. Bu sokağın başına kadar ilerleyip, yine sol tarafa döndü. Bir dar sokaktan gidip, arkı atladı. Alçak bir kapının yanında durup, şekeri yere bıraktı. Üstünün başının, tozunu toprağını temizlemeye başladı. Sol ayağını kaldırıp, sağ eliyle, sağ ayağını kaldırıp, sol eliyle şalvarının paçalarını sildi ve kalpağını çıkarıp sol eline geçirdi, sağ eliyle de o tarafını bu tarafını çırpıp, başına koydu. Şekeri koltuğunun altına alıp, bir kez öksürdü ve kapıyı çaldı. Avludan bir kadın sesi geldi.
–Kim o?
Hudayar Bey, bir daha kapıyı çaldı. Biraz sonra, dört beş yaşlarında bir kız çocuğu kapıyı açtı, Hudayar Bey’i görünce kapıyı örterek, avluya kaçtı. Avludan kızın sesi duyuldu.
–Ay ana, kapıda kocaman biri duruyor.
Hudayar Bey, kızın sözlerine biraz gülüp, seslendi:
–Kız, Kadı Ağa evde mi?
Kız, Hudayar Bey’den o kadar korktu ki, cevap vermeye cesaret edemedi. Bu sırada kapı açıldı, genç bir delikanlı kapıyı aralayarak, merakla gözlerini Hudayar Bey’in gözlerine dikti.
–Kadı Ağa evde mi?
–Evde, ne istiyorsun?
–Kadı Ağa’yı görmek istiyorum.
Delikanlı, bir şey söylemeden kapıyı örtüp, gitti ve sonra geldi, kapıyı açtı.
–Buyur, dedi.
Hudayar Bey, başını eğerek, kapıdan içeri girdi, avluya iki basamakla indi. Herhalde, Kadı’nın karısı avluda çamaşır yıkıyordu; çünkü delikanlı kapıyı açmadan haber verdi:
–Hanım, çekil, adam geliyor.
Avlunun bir tarafında çamaşır teknesi vardı, yanına çokça yıkanmış çamaşır yığılmıştı. Pis su, yani çamaşırın kirli suyu akmış, kapının yanında göl oluşturmuştu. Huda-yar Bey’in girdiği yer, avluya hiç benzemiyordu; çünkü, burada dört duvardan başka bir şey yoktu. Avlunun eni on adım, boyu on beş adım ancak gelirdi. Sol tarafa duvara doğru, pişmemiş kerpiçler yığılmıştı. Sözün kısası, burası belki Kadı’nın arka avlusudur; çünkü, bu şehirde bahçesi olmayan ev yoktu. Hasılı, Kadı’nın bağı bahçesi varsa bile Hudayar Bey, bu girdiği arka avludan başka bir şey görmedi.
Delikanlı, avlunun sağ tarafından dar bir yola girip, kayboldu. Biraz sonra, beli bükülmüş, ihtiyar bir adam, bu dar yoldan çıktı, sol eli cebinde, sağ eli gözlerinin üstünde biraz yaklaşıp, Hudayar Bey’e;
–Ne diyeceksin, dadaş?
–Emmi, Kadı Ağa’yı göreceğim, işim var.
–Nerelisin, azizim?
–Ben Danabaş muhtarı, Hudayar Bey’im, Kadı Ağa’yı görmek istiyorum.
–Yeleğinin altındaki nedir, gadasını aldığım?
–Şeker, Kadı Ağa’ya getirdim. Onunla hayırlı bir işimiz var, bu da ağız tadı.
İhtiyar adam, geldiği yolla dönüp gitti. Birkaç dakika sonra genç delikanlı, dar yoldan çıkıp, Hudayar’a eliyle gelmesini işaret etti. Hudayar Bey, delikanlının ardından dar bir yoldan ilerleyip, kahve odasına girdi. Ayakkabılarını çıkardı, oğlanın ardı sıra Kadı’nın odasına geçti.
Hudayar Bey, içeri girince öyle afalladı ki, selâm vermeyi de unuttu. Biraz evvel gördüğü ihtiyar adamın, döşeğin baş köşesinde oturmasına çok şaşırdı. Elbette, o yaşlı adamın, Kadı’nın ta kendisi olduğunu hemen anladı. Kadı, bu adamın hata yaptığını çoktan fark etmişti. Bu sebeple, Hu-dayar Bey’in selam vermeyişinden incinmedi, aksine belki de bu yüzden, üstelik ayağa kalkarak, selâm verdi, beye baş köşede yer gösterdi.
Hudayar Bey, tekrar selam verip, baş köşeye geçti, oturdu, şekeri yere bıraktı.
Kadı’nın odası büyük, yüksekçe, temiz bir odaydı. Bu odada otuz yedi terek ve göz vardı. Hiçbiri boş değildi. Gözlere pek çok kavanoz ve sayısız çini kap dizilmişti. Tereklere birkaç semaver, küçük sandık, nargile, dört beş kalıp Rus şekeri ve hırdavat şeylerden sıralanmıştı. Beş on sandık, bohça ve elbise ile, iki raf kitapla doluydu. Büyük ve küçük pek çok değerli halı, kilim serilmişti.
Odanın baş tarafına, üç büyük demir sandık konmuştu. Sandıkların üstüne adam boyunca halılar, kilim ve keçeler, palazlar yığılmıştı. Bir tarafa da çarşafa sarılmış dört beş kat yorgan, döşek sırayla dizilmişti.
Kadı, kadife minder üstüne oturmuş, çift yastığa dayanmıştı.
Hudayar Bey, şekeri çıkarıp öylece koydu. Kadı, gülerek Hudayar Bey’e bakıp, dedi ki:
–Bey, bu şeker ne, bu ne iş?
Hudayar Bey, gülerek cevap verdi;
–Kadı Ağa, hayırlı bir işimiz var. Bu şekeri ağız tatlılığı olsun, diye getirdim.
–Tatlı arzuna ulaşasın, gardaşım. Herhalde nikâh kıydıracaksın.
–Hayır, Kadı Ağa, nikâh değil, imam nikâhı.
–Ne zararı var, imam nikâhı daha iyi… Çok güzel, çok güzel. Allah mübarek etsin. İmam nikâhını sen kendine mi kıydıracaksın, başkası mı kıydıracak?
–Hayır, Kadı Ağa, kendime kıydıracağım, eğer iş yoluna girerse.
–Ne buyurdun, iş yoluna girerse mi?
–Evet, Kadı Ağa, işi bir şekilde yoluna koyarsanız, size duacı oluruz.
–Daha ne şekli var ki! İmam nikâhı, okurum biter, gider ya.
–Güzel buyuruyorsunuz, Kadı Ağa, ama hanım tarafından bir vekil olması lâzım.
–Elbette, vekil olmasın demiyorum ki, vekil de olmalı, şahit de olmalı. Vekilsiz, şahitsiz imam nikâhı kıyılmaz ki.
Hudayar, başını aşağı indirdi, biraz düşünüp cevap verdi.
–Evet, öyle.
Kadı, tekrar Hudayar Bey’e baktı:
–Peki, senin vekilin, şahitlerin hani?
–Şimdilik, ne vekil, ne şahit var. Bakalım, nasıl olacak?
Kadı, çok şaşırdı:
–Senin ne vekilin var, ne şahidin var ha! Ben nasıl nikâh kıyacağım?
–Evet, öyle Kadı Ağa, öyle.
–Vallahi, ben senin sözlerini anlamıyorum. Eğer, imam nikâhı kıydırmak istiyorsan, hanım tarafından bir vekil gelmeli ki, ben de imam nikâhını kıyayım. Vekiller ve şahitler burada değilse, sonraya kalsın. Onlar da gelsin, o zaman nikahını kıyayım. Hayır, burada başka bir engel varsa, artık orasını da sen bilirsin.
Hudayar Bey, Kadı’nın sözlerinden sonra biraz daha sustu, sonra doğrulup, kapıya doğru bakarak, alçak sesle dedi ki;
–İşin doğrusu, Kadı Ağa, benim bir isteğim var. Allah’tan gizli değil, sizden niye gizli olsun?!
–Söyle, söyle bakalım. Tabii, benden niye gizleyeceksin?
Kapı açıldı, genç delikanlı, tepsi içinde iki bardak çay getirip, birini Kadı’nın, birini de Hudayar Bey’in önüne koydu. Kadı, delikanlıya odada durmamasını işaret etti. Oğlan çıkıp gittikten sonra, Hudayar Bey, alçak sesle başladı:
–Kadı Ağa, işin aslı şu; bizim Danabaş köyünde dul bir kadın var. Çoktandır onu nikahlamak aklımdaydı, lâkin kadın gelmiyor. Bilmem ürkütüyorlar mı, nedir? “Gitmem de gitmem.” diyor. Şimdi böyle kaldım. Sizin huzurunuza gelmekteki amacım şuydu; bu arzumu size ulaştırayım, bakalım, siz ne buyurursunuz. Bu probleme belki bir çare bulursunuz.
Bu sırada, kız çocuğu başını kapıdan içeri uzattı ve dedi ki:
“Baba, anam burda mı?
Kadı, kıza bağırınca kız gitti. Sonra, genç delikanlı nargileyi getirip Kadı’nın önüne koydu. Oğlan, orada kalmak istedi. Kadı, gitmesini işaret etti. Kadı, nargileyi ağzına alıp, yüzünü misafire döndü;
–Peki, şimdi ne yapalım diyorsun?
–Kulun olayım Kadı Ağa, nasıl olursa olsun bu işi halletmelisin.
Kadı, nargileden derin bir nefes alıp, başını sallayarak:
–Tamam, getirdiğin iki şekerle, zorla kadını senin koynuna koyarız. Git, be ahmak adam!
Hudayar Bey, Kadı’nın cevabı üzerine biraz doğrulup, sağ elinin şehâdet parmağını yukarı kaldırarak dedi ki.
–Bak, ey Kadı Ağa, bizi yaratan Allah’a yemin olsun ki eğer benim bu işimi halledersen, başımı senin yolundan esirgemem.
–Gardaşım, bana senin başın lâzım değil, Allah, başını selâmet eylesin. Bana bu lazım, bak bu!
Kadı bu sözleri söylerken, sağ elini de yerden büyük bir şeker kalıbı boyunca yukarı kaldırmıştı. Sözlerini bitirdi ama, elini indirmedi. Bu durumda tutup, dikkatle Hudayar Bey’in yüzüne bakıyordu. Hudayar Bey, razı olduğunu belirtince elini indirdi.
–Kadı Ağa, neler düşünüyorsun? Ben söz verip, ardından, sözünde durmayan adamlardan değilim. Adam başına kalpağı niçin takar? Şunun için; ona adam desinler diye takar. Bir adam ki, yüzüne bir şey söyledi, eşikten çıkıp, başka bir söz söyledi, artık onda adamlık sıfatı kalmaz! Sen bir kalıp Rus şekeri diyorsun, ben on bir kalıp getireyim. Kendini niye üzüyorsun? Param mı yok benim? Hayır, senin gibi ağaların yanında utanmayacak kadar zenginliğim var. Sen kafanı başka yere takma.
Hudayar Bey, sustu, Kadı başladı:
–Allah seni utandırmasın. Dostum, nasıl bir insan olduğunu ben adamın yüzünden anlarım. Şimdi ihtiyar bir adamım. Yaşım yetmiş, belki daha da fazla. Kendime göre de tecrübem var. Adamın yüzüne bakınca nasıl adamdır, bilirim. Ayrıca görünen görünmeyenin aynasıdır. Yüzüne bakar bakmaz nasıl biri olduğunu kesinlikle bildim. Eğer senden şüphe etsem, ümitsiz olsam, hiç bu kadar konuşmazdım… Ama, hayır, maşallah fazlasıyla liyakatli bir adamsın. Ben de sonunda senin yanında utanırım diye, öyle davranıyorum. On bir kalıp şekeri ben ne yapayım? Bana iki kalıp şeker getirirsen birini bölüp, ağız tatlılığı için fakir fukaraya dağıtırım. Nasıl ki, sen de söyledin, senden bir kalıp Rus şekeri alacağım , vesselam. Yoksa, benim fazlasına tamah ettiğim yok. Elbette, şekerin yanı sıra, bir kilo çay getirirsen, itiraz etmem.
–Bak bu gözüm üstüne, bak bu gözüm, bak gözüm üstüne, bak bu gözüm üstüne…
Bu sözleri söylerken Hudayar Bey, sol elini, kâh sağ gözünün, kâh sol gözünün üstüne koyuyordu. Sonunda sözünü şöyle bitirdi;
–Kadı Ağa, daha ne diyorsun? Bunların hepsi başım üstüne. Peki, şimdi sen işimi nasıl halledeceksin?
Kadı, başını aşağı indirdi, biraz tesbih çevirip, “Ya Allah!” dedi ve ayağa kalktı. Gitti, kitapları karıştırıp, kara ciltli bir kitap getirerek, açtı. Gözlüğünü taktı ve alçak sesle okumaya başladı. Kadı’nın sesi çıkmıyor, ancak dudakları kıpırdıyordu. Kadı’nın okuması on dakika sürdü. Sol elinin şehâdet parmağını kitabın bir yerinde durdurup, Hudayar Bey’e baktı:
–Biliyorsun bey, mesele zor bir mesele. Böyle işlerde nadiren imkân bulunur. Bakalım, şeriat bu konuda ne buyurmuş, onun için kitaba bakıyorum.
Kadı, bunu söyleyip yine kitaba daldı, biraz okuyup, sevinçle kitabı kapattı, önüne koydu.
–İnşallah bu meseleyi çözeceğim, kolay bir şekilde çözeceğim. Bey, söyle bakalım, çay ve şeker ne zaman gelecek?
–Kadı Ağa, şimdi iste, öyle diyorsan kalkıp şimdi gidip getireyim. Benim için zor mu?
–Azizim, şekeri çayı getirip buraya koyarsın, sonra gidip, köy ehlinden yanıma üç dört kişi getirirsin. Ama bu şahısların hepsinin senin arkadaşlarından olması lâzım. Onlardan birisi gelip bana der ki, “Bu kadın benim anamdır. Bu şahsa, yani sana varmak istiyor ve bu hususta beni vekil tayin etti.” Diğerleri de yemin ederler, vesselam. Ben de imam nikahını kıyarım, olur biter.
–Kadı Ağa, eğer iş böylece bitecekse, bu çok kolay. Üç dört ne ki, köyümüzden buraya yüz adam getiririm. Ne sorarsan sor, benim dediğimi onlar da söyler. Kimin haddine benim sözümden çıkmak?
Hudayar, bu sözleri söyleyip, ayağa kalktı.
–Gidip bakayım, köyümüzün adamlarından şehirde kimi bulabileceğim?
Hudayar Bey, kapıdan çıkarken, Kadı çağırıp dedi ki:
–Bey, bir zahmet içeri gel, senden iki isteğim var. İlk olarak, çay ve şekere, şüphesiz para vereceksin. O paraları sen yerde bulmadın ki … Elbette alnının teriyle kazandın. Mademki böyle, bari iyi mal almaya gayret et. Zamane çok bozuldu, adamı hemen kandırıyorlar. Karapet Ağa’ya yenice güzel şeker geldi, adına prodski diyorlar. Bu şekerden almaya gayret et. Çayı da kendin bilirsin, nasıl olursa olsun.
Hudayar Bey:
–Baş üstüne, deyip, çıkıp gitmek istedi. Kadı, yine seslenip odaya döndürdü.
–Azizim, ben dedim ki, iki isteğim var; birini söyledim, birini de söyleyeyim, ondan sonra serbestsin.
–Buyur, Kadı Ağa.
–İkinci isteğim de şu, bizim bu işimiz ölene kadar aramızda kalmalı.
–Aman, Kadı Ağa, sen çocuk musun? Beni öyle cahil sanma.
–Dinle, sözümü bitireyim. Evet, bu iş saklı kalmalı.
–Nasıl kalmalı?
–Sır olmalı, hiç kimsenin bu işten haberi olmamalı. Buraya getireceğin adamlar, senin öyle arkadaşların olsun ki, bu sırrı başkasına söylemesinler. Şunun için, elbette burada şeriata aykırı bir iş yok. Fakat, madem ki böyle işler nadiren ortaya çıkar, her duyan burda aykırı bir iş var, diye şüphelenecek. Bu sebeple, bu işin mutlaka ve mutlaka benim, senin ve şahitlerin arasında kalması lâzım, vesselam. Şimdi gidebilirsin.
–Baş üstüne Kadı Ağa, baş üstüne. Tabii öyle…
Hudayar Bey, bu sözleri söyleyerek, Kadı’nın evinden çıkıp, yürümeye başladı.
Hudayar Bey, sevinçle hemen pazar mescidinin yanına varıp, pazar deresine indi. Abdest alıp, mescide girdi, namazını kılıp, pazara yöneldi. Çarşı boyunca yürüyerek, Kadı’nın söylediği Ermeni’yi sorup gitti, büyük bir dükkâna girdi. Rafların arkasında, şişman karınlı Ermeni oturmuş, yazı yazıyordu. Hudayar Bey, o yanına bu yanına bakarak çubuğunu çıkardı, doldurmaya başladı. Karapet Ağa, kalemi yere koydu, hayretle Hudayar Bey’in yüzüne baktı. Hudayar Bey, çubuğunu doldurup, Karapet Ağa’nın yanına yürüdü. Elini iç cebine sokup, bir çimdik kav[5 - Bazı ağazların kabuğunda yetişen asalak kav mantarından elde edilen hafif, çabuk tutuşan madde.] çıkardı. Karapet Ağa’nın önüne tuttu.
–Zahmet olmazsa, bir kibrit çak, şu kavı yakayım.
Karapet Ağa, öfkeyle cevap verdi:
–Sen herhalde görmüyorsun, burası kahvehane değil. Cehennem ol şurdan, sıpa oğlu sıpa! Defol!
Hudayar Bey, biraz sinerek kenara çekildi. Hudayar Bey, Ermeninin, bu hareketine çok şaşırdı. O, Karapet Ağa’nın, çubuğunu yakmak için ateş vermeyeceğini nereden tahmin edebilir ki. Danabaş köyünde hiç kimseden böyle edepsizlik görmemişti. Hudayar Bey, cebinden çubuğunu çıkartınca, kav yakıp, önüne tutmamaya kimin kudreti yeter? Ama ne yapmalı? Danabaş köyü Danabaş köyünde kaldı. Burası şehir. Şehir, Danabaş köyüyle bir olmaz.
Hudayar Bey, biraz yüzünü asıp, kaşlarını çatarak Kara-pet Ağa’ya şöyle cevap verdi.
–Efendi, haksız yere bağırıyorsun. Ben senin dükkânını talan etmeye gelmedim. Seninle alışveriş yapmaya geldim. Bana bağırman da çok yersiz. Ben şeker almaya geldim.
–Tabii, sen benden yarım girvenke şeker alacaksın diye, kalkar elinden öperim.
Hudayar Bey, çubuğu tütünle doldurdu, çubuğunu ve kesesini beline taktı ve cevap verdi.
–Efendi, önce sen kim olduğuna bak, sonra bana bağır. Yarım girvenke şeker için, gelip sana baş ağrısı verecek, o söylediğin adamlardan değilim. Ben, Danabaş köyünün muhtarı Hudayar Bey’im. Senden sadece yarım girvenke şeker değil, büyük kalıplardan, bir kalıp şeker alacağım.
Karapet Ağa, biraz ağırlaştı;
–Başım gözüm üstüne. Ben ne dedim ki! Sen, benden niye bir kalıp şeker almıyorsun, demiyorum ki. Şunu dedim: Ben yazı yazarken kavı önüme uzatmakla iyi etmedin. O an, yazıda hata yaptım. Çok fazla uğraştım. Sen gittikten sonra yazdığımı bir daha yazacağım.
–Neticede, artık geçti. Ne olduysa oldu. Bana şimdi şekeri kaçtan vereceksin?
Karapet Ağa, rafın tahtasını kaldırıp, dışarı çıktı. Şeker yığınının yanına geldi, kalıplardan birinin üstüne elini koyup, dedi ki.
–Bak, bey kardeşim, bu şeker çok güzel şekerdir. Bunu sana, yedi manat, iki şahıya[6 - Eskiden kullanılan madeni para.] vereceğim.
–Efendi, şaka mı yapıyorsun? Şekeri şimdi her tarafta yediye veriyorlar. Gözün beni mi gördü?
–Nerede yediye veriyorlar? Mezhep hakkı için böyle şey olmaz. Yedi manat, iki şahıdan, bir kuruş aşağı vermezler.
Hudayar Bey, biraz susup, yine aynı çubuğu çıkartıp doldurmaya başladı. Karapet Ağa, cebinden kibrit çıkarıp yaktı. Hudayar Bey, çubuğunu ateşledi ve dedi ki.
–Tamam, tamam! Senin pahacı olduğunu çoktan anladım. Senle iş yapılmaz. Tamam, tamam! Al, bir kalıp tart, bakalım ne gelecek?
Karapet Ağa, büyük kalıplardan birini kucaklayıp, teraziye koydu.
–Bu on, bu da on, yirmi. Bu beş, bu üç, bu iki bu da yarım. Tam, otuz buçuk girvenke. Otuz girvenkesi, otuz abbası[7 - Dört şahılık para birimi.], bu altı manat, dokuz şahısını çıkalım, beş manat, on bir şahısı kalır.
Karapet Ağa, teraziden şekeri alıp, yere koydu.
–Karapet Ağa, şimdi Allah’a şükür, beni tanıdın mı?
–Nasıl, yani, tanıdım mı?
–Şimdi benim kim olduğumu bildin mi?
–Sen kimsin?
–Ben, Danabaş köyünün muhtarı Hudayar Bey’im.
–Ben de ikinci sınıf tüccar Karapet Ağa’yım.
–Allah babana rahmet eylesin. Bunları şunun için söylüyorum. Şimdi dünyada sahtekâr adamlar çoğaldı. Birisi gelip, paranı üç gün sonra getireceğim diye, veresiye alış veriş yapar, Allah’a peygambere yemin eder. Üç gün, bir ay olur, belki de üç yıl. Ama Allah canımı alsın da böyle sahtekârlık yapmayayım. İşin aslı, bugün böyle oldu, şehre gelirken yanımda para getirmemişim. Şimdi, ben şekeri götüreyim, inşallah sabah erkenden, senin beş manat, on bir şahını buraya getiririm.
Karapet Ağa, bu sözleri işitince hemen şekeri götürüp yerine bıraktı, dönüp, sağ elini Hudayar Bey’in omzuna koydu, sol eliyle kapıyı gösterdi:
–Hadi, çık git! Çabuk, git burdan! Hemen şimdi def ol!
Hudayar Bey, bir şey söylemeden dükkândan çıkıp, yürümeye başladı. Akşam ezanına yarım saat kala, eşeği bıraktığı kervansaraya geldi.
Hudayar Bey, kervansarayın kapısına varınca, kısa mavi ceketli, boz kalpaklı, beyaz şalvarlı biri, içerden çıkıp, asık bir suratla Hudayar Bey’e.
–Ağa, babana rahmet, gel şu haytayı başımızdan sav. Ağa, şu belayı getirip, tavlaya kattın, bizi sıkıntıya soktun! Allah aşkına, gidip eşeği çıkarayım da al götür!
Bu sözleri söyleyen kısa adam -ki kervansarayın kahyası olmalı -kervansarayın avlusuna giriyordu. Hudayar Bey çağırıp onu durdurdu:
–Yavaş ol bakalım, nereye gidiyorsun? Belâyı getirip, nasıl tavlaya katmışım? Herhalde, eşek hayvanlarla birlikte durmuyor?! Ama, benim eşeğim sakin bir eşekti. Niye böyle söylüyorsun?
Kahya ellerini oğuşturarak, yüksek bir sesle dedi ki :
–Ağa, Allah aşkına şaka yapma. Hiç keyfim yok. Eşeği çıkarayım, al götür!
Hudayar Bey, yüksek sesle cevap verdi;
–Rahmetliğin oğlu, bana söyle bakayım, ne oldu?
–Ne olacak, koca adam! Milletin eşeğini çalıp getirmiş, kervansarayıma katmışsın. Niye? Görelim, bana kastın garezin ne?
–A, deli misin be adam? Sarhoş musun? Ben niye milletin eşeğini çalayım? Vallahi hiç ileri geri konuşma, pişman olursun.
–Peki, rahmetliğin oğlu, başka eşek bulamadın da, gittin Muhammethasan emminin eşeğini getirdin, bizi kavgaya soktun!
–Seni nasıl kavgaya sokmuşum?
–Nasıl kavga olacak? Sen eşeği tavlaya koyup, şu yana gitmiştin. Muhammethasan emminin küçük oğlu, eşeği götüreceğim diye, kervansaraya ok gibi girdi. Ben nasıl verirdim? Daha ne diyeyim, kurban olduğum! Oğlan, ya kendimi öldürürüm, ya da eşeği götürmeliyim diye kendini yerden yere atıyor. Sonunda çaresiz kalıp, gittim polis çağırdım, oğlanı döve döve dışarı çıkardı.
–Yazık, yazık, yazık ki, ben burda değilmişim! Vallahi, oğlanın ölüsünü bırakırdım burda. Peki, gelip beni niye çağırmadın? Neyse, geçti. Şimdi hava kararıyor, ben artık köye dönemem. Benim de eşeğin de kalması lâzım. Bu gece sende misafirim Kerbelayı[8 - “Irak’ta Hz. Ali’nin mezarının bulunduğu şehrin adından” Hz. Ali’nin mezarını ziyaret edenlere verilen ad, lakap.] Cafer emmi.
–Misafirsen, başımın üstünde yerin var. Doğru, şimdi de gidilmez. Hava iyice kararıyor. Hadi, burada ne duruyorsun? Buyur, eve gidelim.
Kerbelayı Cafer emmi önde, Hudayar onun arkasından, gidip küçük karanlık bir hücreye girdiler.
Kerbelayı Cafer emmi, girer girmez bir kibrit yakıp, sol yandaki duvara asılmış küçük lambayı yaktı. Misafire yer gösterdi. Hücrenin yere serilen eşyası bir kilimden ibaretti. Yukarı tarafa, dürülmüş bir yorgan ve döşek konulmuştu. Köşede bir testi, bir ibrik ve bir süpürge vardı. Kirli duvarların ne göz, ne de rafları vardı. Hudayar Bey, kilime oturup, sırtını yüke dayadı. Çubuğunu cebinden çıkarıp doldurmaya başladı. Sonra Kerbelayı Cafer emmiye dönüp dedi ki.
–Gel otur, bakalım, Kerbelayı Cafer emmi. Gel, bana bir zahmet ateş ver. Gel, gel otur, biraz sohbet edelim.
Kerbelayı Cafer emmi de ayakkabılarını çıkarıp, kenardan geçerek oturdu. Bir kibrit yakıp, Hudayar Bey’in çubuğuna tuttu. Hudayar Bey çubuğunu yaktı.
–Kerbelayı Cafer emmi, bu durumu bana anlatmasaydın. Yüreğime bir ok vurdun. Allah, Muhammethasan emminin atasına lânet etsin! O, beni milletin içinde rüsva etti. Bu yaşa geldim, şimdiye kadar böyle kepaze olmadım.
Hudayar Bey, sözünü bitirip, Kerbelayı Cafer emmiye doğrularak, çubuğu uzattı. O da “Ya Allah!” deyip, çubuğu aldı ve içine çekip dedi ki.
–İyi diyorsun, Hudayar Bey ama, sonra Muhammethasan emmi, ne yapsın? Onun ne günahı var? Sen eşeği getirirken, ona haber verseydin, hiç böyle olmazdı. O zaman, eşeği senin getirdiğini de bilirlerdi. Oğlunu da göndermezdi.
–Ağa, adına yemin olsun ki, bana eşeği, Muhammethasan emmi kendi vardı. Eşeği bana o deyyusun kendi verdi, namussuzun kendi verdi, o Ömer[9 - Şiî olan Azerbaycan Türklerinin, Sünnî olan Hz. Ömer’in adını anarak ettikleri hakaret.] ’inkendi verdi. Ey adam, niye inanmıyorsun?
–Niye mi inanmıyorum? Yok, inanıyorum.
–Kuran-ı Kerim hakkı için, kendi verdi. Niye, ben üç yüz evin muhtarı, bir eşek bulamadım da gittim, habersizce başkalarının eşeğini mi getirdim?
–Yok, inanıyorum ya! Niye, inanmıyor muşum?
Kerbelayı Cafer, doğrulup çubuğu Hudayar Bey’e verdi. Hudayar Bey, birkaç nefes çekip yine başladı.
–Sen şimdi görürsün, Kerbelayı Cafer emmi, ben intikamımı Muhammethasan emmiden almazsam, bu sakalımı kestiririm!
Kerbelayı Cafer emmi, gülümsedi, azıcık doğrulup dedi ki;
–İyi de, sen ona ne yapabilirsin?
–Gözünü korkuturum! Ne mi yapacağım ona? Ben, onun muhtarı değil miyim? Bana işinin düşmediği gün olmaz ki! Basarım balçığa, çıkarım üstüne, çiğnerim. Ne yapacağım?
On, on iki yaşlarında bir oğlan, sol elinde bir çömleği sallaya sallaya içeri girdi, çömleği yere koydu. Kerbelayı Cafer’e.
–Baba, anam bugün eti biraz yakmış, yiyebilirseniz iyi. Bir bak bakalım!
Kerbelayı Cafer öfkeyle dedi ki;
–Ey ananın babasının mezarını … Allahü ekber! Şeytana lanet! Ben düşmüşüm, böyle de şanssızlık olur mu? Bu itin kızının, eti yakmadığı ya da kediye kaptırmadığı gün olmaz ki.
Oğlan başını önüne eğip dedi ki;
–Yok, vallahi baba, anamın hiç günahı yok. Bugün hamama gitmişti. Gonca’ya da arada bir ete bakmasını buyurmuştu. Gonca’nın da başı ne bileyim, neyle meşgulse, eti yakmış.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/celil-memmedguluzade/danabas-koyu-69499411/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
notes
1
Yaprağından ve yaprak saplarından tombeki hazırlanan bir tütün cinsi.
2
Şeyh Bahâ’nın din kitabıdır.
3
Dindar müslümanların ziyaret ettikleri yerler.
4
400 gr. ağırlığında tartı taşı.
5
Bazı ağazların kabuğunda yetişen asalak kav mantarından elde edilen hafif, çabuk tutuşan madde.
6
Eskiden kullanılan madeni para.
7
Dört şahılık para birimi.
8
“Irak’ta Hz. Ali’nin mezarının bulunduğu şehrin adından” Hz. Ali’nin mezarını ziyaret edenlere verilen ad, lakap.
9
Şiî olan Azerbaycan Türklerinin, Sünnî olan Hz. Ömer’in adını anarak ettikleri hakaret.