İç Dünyam
Erkut Dinç
Erkut Dinç
İç Dünyam
TEBRİK VE BEKLENTİ
En büyük merakım Avrupa’daki Türk insanıydı. Çünkü yakınlarımdan da gidenler vardı.
1960’lı yıllardan itibaren Almanya, Fransa, Hollanda, İsviçre, Avusturya… hangi ülke istemişse oraya işçi göndermiştik. Çoğu vasıfsız işçiydi. Çoluğu çocuğu memlekette bırakıp yalnız başlarına gitmişlerdi. Çalışacaklar, kazanacaklar, biriktirecekler, döneceklerdi. Biraz memleketin ve memlekette bıraktıklarının özlemiyle yaşayacaklardı, o kadar. Kazanıp biriktirmenin elbette bu kadarcık bir bedeli olacaktı. Bu bedeli öderken para kazanacaklar, en kısa zamanda döneceklerdi. Ele güne muhtaç olmadan, rahat, huzurlu yaşayacaklardı.
İlginçtir, pek azı dışında kimse dönmedi.
İşini, sağlığını kaybedenler, yuvasını dağıtanlar oldu, dönmediler.
Benim merakım giderek daha da artıyordu. Köyümüzden Almanya’ya, komşu köylerden İsviçre’ye, Hollanda’ya dillerini bilmeden, kültürlerini tanımadan gidenler oralarda nasıl yaşıyorlardı? Yaşadıkları ülkelerin insanlarıyla nasıl anlaşıyorlardı? Ne yiyorlar ne içiyorlardı? Anne, baba, eş, çocuk, vatan hasretine nasıl katlanıyorlardı? Ezan sesi duymadan, çan sesi dinleyerek yaşamaya alışmışlar mıydı? İçlerinde din ve milliyet değiştirenler olmuş muydu?
İzne geldiklerinde tanıdıklarımla sohbeti koyulaştırıp merak ettiklerimi soruyordum. Yazmaya hevesli bir genç olarak anlamak ve yazmak için soruyordum. Ne var ki amcam dahil kimseden beni tatmin edecek cevaplar alamıyordum. Hemen herkes sözü yuvarlayarak, dolandırarak, kenarından köşesinden eksilterek konuşuyordu. Sanki söylenmesi gerekenlerin bir kısmını söylemiyorlardı. Ya da bana öyle geliyordu.
Kısmette varmış, kendimi geçici görevle Batı Almanya’da buldum. (O zamanlar Doğu Almanya da vardı ve ayrı bir devletti. İki Almanya arasında yüksek duvar vardı.) Tanımadan, bilmeden yazmak olmazdı. Beş buçuk yılın neredeyse bir yılını tarafsız, önyargısız tanımaya, bilmeye, öğrenmeye ayırdım. İyi, kötü, güzel, çirkin adına pek çok şey gördüm, dinledim, öğrendim. Kafamdaki soruların çoğu cevaplanınca Avrupa’daki insanımızın hikâyesini yazmaya başladım. Herkesin Avrupa’da yakınları vardı, yazdıklarım ilgiyle karşılandı. Hatta ödüllendirildi.
Avrupa’daki insanımız için hikâyelerimin satır aralarında biraz tereddütle söylediklerimi bugün yüksek sesle haykırıyorum. Dil gidince her şey gidiyor. Buna bütün kalbimle inanıyorum. Çünkü gördüm. Otuz yıl sonra gittim, öğrencilerimi, öğrencim olmayanları, onların çocuklarını gördüm. Nasıl yaşadıklarını, nasıl konuştuklarını, nasıl düşündüklerini gördüm. Dilini kaybedenlerin tarihini, kültürünü, kimliğini de kaybettiklerini gördüm. Dilini kaybedenlerin başkalaştıklarını, kültürler arasında dağıldıklarını, “Ben kimim?” sorusuna cevap veremediklerini gördüm.
Avrupa Türklüğünün dilini unutmaması, unutanlar varsa -ki var- tekrar hatırlaması, öğrenmesi gerekiyordu. Bunun için de Avrupa’da yaşayan, kimliğini kaybetmemiş, Türkçe düşünüp Türkçe yazan yazarlara ihtiyaç vardı. Avrasya Yazarlar Birliği olarak “Avrasya Akademi Online Kuray Hikâye Atölyesi”ni bu amaçla başlattık. İki yıl Osman Çeviksoy’la atölye çalışmalarına devam eden, Yakup Ömeroğlu ile kültürel sohbetlere katılan arkadaşlarımız hikâyeleriyle “Kardeş Kalemler” dergimizde ve dönem sonlarında yayımladığımız “Kardeş Sesler” ortak kitaplarımızda yer aldılar. “Mürekkebi Kurumadan” okumalarımıza katıldılar. Şimdi de bu arkadaşlarımızdan Binnur Tüzün, Erkut Dinç, Gülnur Kaya Akıncı, İdris Asilkan Sünbül ilk müstakil hikâye kitaplarını yayına hazırlayarak edebiyat dünyasına ilk büyük adımlarını atmış oldular.
Arkadaşlarımızı tebrik ediyor, bundan sonra da sürekli gayret ve ciddiyetle yazmaya devam edeceklerine inanıyoruz. Zaman içinde kitaplarının kalite ve sayılarını artırırlarken Avrupa’da yeni yazarların yeni şairlerin yetişmesine, Türkçe’nin yeniden boy verip güçlenmesine vesile olmalarını bekliyoruz. Yolları açık, kalemleri işlek ve güçlü olsun.
Osman Çeviksoy
AYB Edebiyat Akademisi Başkanı
Hikâye Atölyesi Hocası
BURAYA KADAR MIYDI?
Her yer karanlık, üzerimde sanki dünyanın bütün yükü var, kollarımı ve bacaklarımı kıpırdatamıyorum. Ne oldu bana, neden gözlerimi açamıyorum?
Bir ses duyuyorum, yukarıdan geliyor.
Telaşlı bir şekilde yüksek sesle konuşuyorlar:
“Enkazın altında başka İnsanlar da olabilir, aramaya devam edelim.‘’
Ne enkazından hangi insanlardan söz ediyorlar?
Başım çok fena ağrıyor. Dayanılır gibi değil.
Şimdi hatırlıyorum, dün gece her yer sallandı ve bir anda sanki kıyamet koptu. Ne olduğunu anlayamadan her şey üzerimize çöktü. Bağrışmalar dışında hiçbir şey hatırlayamıyorum.
Aman Allah’ım! Ben yıkılan binanın altındayım. Bağırmalıyım. Sesimi yukarıdakilere duyurmalıyım.
“İmdat! İmdat!” diye sesimin çıktığı kadar bağırdım.
Beni duymuyorlardı.
Enkaz altında ölmek istemiyordum. Böyle ölmeyi hiçbir insan istemezdi.
Niye böyle şeyler düşünüyordum ben? Zira umutluydum, hayâllerimden vazgeçmiyordum. Kurtulacaktım. Okuyacaktım ve iyi bir mesleğe sahip olacaktım. Mutlu mesut bir yuva kuracaktım. Nişanlımın bu şehirde olmadığına seviniyordum. O güvendeydi.
“Yaşamak buraya kadar mı?” diye düşünürken bu defa yakından gelen sesler duydum.
“İmdaat! İmdat!” diye bağırmaya başladım.
Sonra bana seslenenler oldu. Beni duydular. “Sakin ol! Seni kurtaracağız!“ dediler.
Fakat bedenimdeki acılar zaman geçtikçe çoğalıyordu. Ruhumu acıtacak kadar artmıştı.
Ne kadar dayanabileceğimi bilmiyordum.
Kendim ve enkaz altında kalan bütün insanlar için dualar ediyordum.
Kabir azabı böyle bir şey olmalıydı.
Gözümün önüne nişanlım geldi. Onunla yaşayacağımız güzel günleri düşündüm. İnsan böyle durumlarda bile hayâl kurabiliyordu. Herkes mi, yoksa tek ben mi böyleydim?
Enkaz altındakilerin seslerini de duyuyordum. Acılar içinde kıvrandıkları seslerinden anlaşılıyordu.
Yukarıdakilerin sesleri bir uzaklaşıyor bir yaklaşıyordu. Sesler uzaklaştıkça umudum azalıyor, üzülüyordum; sesler yaklaştıkça kurtulacağımı düşünüp seviniyordum.
Başımdaki ağrı giderek şiddetleniyordu. Ruhum daralıyor, kalbim sıkışıyor, ölümün yaklaştığını hissediyordum.
Daha yakından bir ses… Bana sesleniyorlardı. Bana adımla sesleniyorlardı. Yukarıda mutlaka benim enkaz altında olduğumu bilenler vardı. Çalışıyorlardı.
“Dayan, seni kurtaracağız!” diyorlardı.
Ancak gözlerim kararmaya başlamıştı.
Dayanırsam kurtulacaktım.
Dayanmak nasıl oluyordu ki…
“Bizi duyuyor musun?” diyorlardı.
Onları duyuyordum ama cevap veremiyordum.
Dayanırsam kurtulacaktım.
(Avrasya Akademi Online Kuray Hikâye Atölyesi, Şubat 2020)
SÖZ VERİYORUM
Bugün yine şiir yazmaya başlarken düşüncelere daldım. Zira insanların bana karşı önyargılı olmaları, engelli muamelesi yapmalarını düşününce yüreğim yine acıyla doldu.
Şükür ki önyargılı yaklaşmayan, sohbet edebildiğim kâlbi güzel, anlayışlı insanlar da vardı. Bu insanlardan biri de Meltem idi… Aşık olduğum güzel kız.
Ona şiirlerimi okurdum ama kendisi için yazdıklarımı değil… Çünkü kızacağından korkardım. “Sen ameliyatlısın, engelliler için özel okula gittin ve şimdi malulen emeklisin!” diye kusurumu yüzüme vuracağından korkardım.
Bir gün parkta yürüyorduk…
“Beni seviyorsun değil mi?” diye sordu Meltem.
“Seviyorum tabi, arkadaşız biz.” diye cevap verdim.
Yüzüme baktı.
“Sadece arkadaş olarak mı?”
Ne diyeceğimi şaşırdım, korktum da.
“Duygularını saklayıp kendine eziyet etme; bana aşık olduğunu biliyorum.”
Meltem’in gözlerine baktım. Önce “Acaba alay mı, yoksa ciddi mi?” diye anlamaya çalıştım. Umutlandım. Sonra; “Evet sana aşığım, seni çok seviyorum Meltem. Ama bunu sana söylemekten hep korktum. Bir türlü söyleyemedim.”
Meltem gözlerini kıstı, yere doğru baktı.
“Kızdın mı?” dedim.
“Hayır kızmadım, ben de seni çok seviyorum.” dedi. Yüzü pembeleşmişti. Utanmış mıydı? Sonra eve dönmesi gerektiğini söyleyerek yanımdan ayrıldı.
Gözden kayboluncaya kadar ardından baktım. Tam olarak sevinemedim. Çünkü cevabı içten değildi, hislerim bana samimi olmadığını söylüyordu.
Bir türlü sonu gelmeyen tedavi sürecimin artık bitmesini herkesten çok ben istiyordum.
Babamla birlikte sağlık kontrolüm için gittiğimiz doktora sordum: “Bu tedavi daha ne kadar devam edecek? Artık yoruldum. Bir daha ameliyat olmak ve yıllarımı hastaneler de geçirmek istemiyorum.”
Doktor, anlayışla yüzüme baktı, biraz düşündükten sonra cevap verdi:
“Seni anlıyorum. Son ameliyattan sonra birkaç kez daha durumuna bakacağız, ondan sonra karar vereceğiz.”
Görüşme bittikten sonra eve geldik. Meltem’in parkta söyledikleri de aklımdan çıkmıyordu. Beynime ağır gelen bu düşüncelerimi biraz olsun hafifletmek için yazmak ihtiyacı duyuyordum. Odama çıkıp yazmaya başlarken telefonuma mesaj geldi; Baktım Meltem’den geliyordu.
“Bana aşık olduğunu çoktan anlamıştım, şımarıklık edip senden duymak istedim. Ama pişman oldum, keşke sormasaydım, bunun için kendime çok kızıyorum. Çünkü sen iyi insansın sevmeyi ve sevilmeyi hak ediyorsun. Şunu bil ki ben seni bir arkadaş olarak seviyorum. Ayrıca yakında başka semte taşınacağız… Belki böylesi daha iyi olur; bunu da bildirmek için yazdım. Sakın dert edip kendini üzme olur mu? Hoşça kal.”
Derin nefes alarak cevap yazdım: “Ah Meltem… Ben hissetmiştim zaten, bu mesajı yazmasan da olurdu. Kızmıyorum sana ve söz veriyorum; Kendimi üzmeyeceğim.”
Omzuma bir el dokundu, ani hareketle döndüm, annemdi.
“Yine dalmışsın düşüncelere… Seslendim duymadın; hadi gel sofra hazır.” dedi.
“Tamam, geliyorum anne.”
Annem şiir defterime bakıp gitti. Ben, kalbimde hüzünle, yüzümde acı bir tebessümle Meltem’e yazmak istediğim son şiiri yarım bırakıp kalktım.
(Avrasya Akademi Online Kuray Hikâye Atölyesi, Mart 2020)
SİNEK İLACI
Saat sabahın sekizi oldu, bugün biraz daha uyuyayım dedim ama yağmurun sesi ve şimşek gürültüsü yüzünden uyuyamadım.
Hayme yine benden önce kalkmış, kahvaltı hazırlıyordu.
Hayme erken kalkmayı severdi. “Çok uyumak insanın ömründen alıyor.“ derdi.
Yatağımdan kalkarken Hayme aşağıdan seslendi. “Uyandın mı, uyandıysan gel kahvaltını et!“
Giyindim, aşağıya indim, sofraya oturdum.
Hayme her sabah olduğu gibi yine mükemmel bir kahvaltı sofrası hazırlamıştı.
Derin bir ah çekerek “Ah Hayme, ben senin hakkını nasıl ödeyeceğim?“ dedim.
“Kahvaltını et, kahvaltını!“ diyerek güldü.
Evli oğlumuz gelin ve çocuklarla başka bir şehirde kalıyordu. Özlemiştik.
“Aylardır ses seda yok, belli ki işleri yoğun. Bir fırsat bulup gelseler de hasret gidersek.” dedim.
“Sahi ne kadar oldu taşınalı?”
“Üç ay, fakat bana üç yıl kadar uzun geldi.”
“Bana da…”
Kahvaltımızı ellerimizde büyüyen torunlarımızı düşünerek yaptık. Oğlumuz ve gelinimiz iki şehir arasını yıllarca gidip dönmekten iyice yorulmuşlar yıpranmışlardı. Sonunda bizim iznimizi alarak işyerlerinin bulunduğu şehre taşınmışlardı. Şimdi rahattılar. Aslında onların daha az yorulduklarını düşünerek biz de mutluyduk. Ancak onları çok özlüyorduk.
Sonra “Evde bir sinek gördüm, yakalayamadım. Sinek ilacı al!“ dedi Hayme.
Hayme sinek konusunda çok hassastı. Odada bir sinek olsa sabaha kadar uyuyamazdı.
“Bir sinek için mi?” dedim.
“Olsun, çoğalmadan al sen!” dedi.
Hava yağışlıydı. Kahvaltıdan sonra şemsiyemi alıp çıktım.
Yürürken yanımdan geçen insanların konuşmalarını duyuyordum, ancak öğrendiğim birkaç kelime ve söz dışında ne dediklerini anlayamıyordum.
Sokak her sabah olduğu gibi kalabalık sayılırdı. Okullarına giderken birbiriyle şakalaşan, kahkahayla gülen gençler, köpeğini sabah gezintisine çıkarmış kadınlar, işyerlerine giden insanlar hafif yağmurdan dolayı aceleyle yürüyorlardı.
Hayat devam ediyordu.
Yürürken sokak ve dükkân isimlerine de bakıyordum ama çoğu tabelada ne yazıldığını anlamıyordum. Bu ülkede dil bilmeden bunca yıl nasıl yaşamıştık, hayret ediyordum.
Eczaneye geldim. İçeride Eczacıdan başka kimse görünmüyordu.
Girdim ve doğruca eczacının yanına vardım. Merhabalaştık. Sıra geldi sinek ilacı istemeye.
“Ben nasıl isteyeceğim?” diye düşünürken, adam ne istediğimi söylemem için yüzüme bakıyordu. Ben söylemeyince o sordu. Bu defa;
” Sinek ilacı almak istiyorum. “ dedim.
Türkçe söylemiştim. Anlamadığı için tekrar sordu.
“Hay Allah, şu an buranın dilini bilen Türk’ün biri gelse de bana yardımcı olsa…”
Eczacı ellerini yana açarak hâlâ yüzüme bakıyordu.
Elimle işaret yaparak “Sinek, ilaç, pıs pıs sıkıyorsun.“ dedim. Adam gülmeye başladı.
Sinek resim de yok ki göstersem, o zaman belki anlardı ne istediğimi.
Ben yine düşünüyordum. Fakat adam tezgâhın üstündeki ilaç kutularıyla ilgilenmeye başladı. Adamın bu davranışına önce kızdım ama sonra hak verdim, anlatamıyordum ki bana yardımcı olabilsin.
Kendimi çaresiz hissettim, ilk geldiğim yılları tekrar yaşıyor gibiydim.
“En iyisi şimdi gideyim, tanıdık bir Türk bulayım.“ diye düşündüm ve eczaneden çıkmak istedim. Kapıya doğru giderken vitrinde sinek resimli bir kutu gördüm. Döndüm eczacıya “Bayım” diye seslendim.
Vitrindeki kutuyu işaret ettim. Yanıma geldi ve yine yüzüme baktı.
Sonra parmağımla göstererek sinek ilacı dedim. Adam bir vitrine baktı bir de bana baktı.
“Hey Allah’ım, yine anlamadı.” dedikten sonra vitrinin yanına biraz daha yaklaştım, üzerinde sinek resmi olan kutuyu işaret ettim.
Eczacı bakmaya devam ediyordu, sonra “Ha tamam.” Anlamında bir işaret yaparak kutuyu vitrinden çıkardı bana uzattı.
Kutuyu aldım, baktım üzerinde başka bir uçan böcek resmi var. Elimi sallayarak “Hayır, bu sinek resmi değil.” dedim. Düşündü ve bana eliyle bekle işareti yaparak arka odaya gitti.
Ben şaşkın bir şekilde olduğum yerde kaldım. “Allah Allah, bu adam şimdi niye bekle işareti yaptı? Yoksa beni anlamış mıydı?” Eczacının geri dönmesi biraz uzun sürdü.
“Yok ben gideyim en iyisi.“ diye kapıya doğru yönelirken. Adam odadan çıkıp yanıma geldi ve elindeki ilaç şişesini gösterdi. Baktım şişenin üzerinde sinek resmi var. Ben de gülerek elindeki ilaç şişesine dokunup kendi dilimde “Evet, istediğim ilaç bu!“ dedim.
Birbirimize bakıp gülüştük. Adam hem gülüyor hem de imalı şekilde kafasını sallıyordu. Adeta “İnsan bir başka ülkeye gidip oraya yerleşir de dilini öğrenmezse, işte böyle kıvranır, bir sinek ilacını anlatamaz.“ diyordu. O an kendimi dili düzgün öğrenemeyen mahcup çocuk gibi hissettim.
Eve geldim. Hayme ev işleriyle meşguldü. Sinek ilacı şişesini ecza dolabına koymadan önce şişeye baktım. Sanki şişedeki sinek de bana eczacı gibi bakıp imalı şekilde gülüyordu.
(Avrasya Akademi Online Kuray Hikâye Atölyesi, Mart 2020)
LANET KORKU
Bu gece de uyuyamadım. Zira iki aydır uykuya dalsam bile korkudan hemen uyanıyordum.
“Mutfağa gidip su içeyim, kendime geleyim ama önce yüzümü suyla yıkayayım.” dedim.
Nilgün yine derin uykudaydı. “Uyandırsam mı?” diye düşündüm. Kıyamadım, bugün iş yerinden yorgun dönmüştü.
Yürürken dengemi sağlamakta zorlanıyordum. İki adımlık banyo sanki uzaktaymış gibi geldi.
Banyoya vardım, çeşmeyi açmadan önce aynaya baktım.
Yüzümü kana bulanmış gibi kızarmış gördüm.
Yüzümü yıkadıktan sonra tekrar aynaya baktım; yüzüm hâlâ kızarıktı. Gözlerim kan çanağına dönmüştü.
Mutfağa gitmeden önce yatak odasına gittim, Nilgün uyuyordu. Mutfağa yürüdüm… Su doldurduğum bardağı tutan elim titriyor, içindeki su dökülüyordu. Suyu dökerek de olsa, bir solukla içtim. Bu hareketimi Nilgün görse önce şaşırır, sonra da komik bulur, gülerdi.
Tekrar yarısına kadar doldurduğum bardak elimde oturma odasına geçip koltuğa oturdum. Duvar saati gece yarısından sonrasını gösteriyordu. Yüzümün, gözlerimin hâline, adım atmaktaki zorlanışıma, ellerimdeki titremeye bir türlü mantıklı bir açıklama bulamıyordum. Zira içim; korku mu, heyecan mı olduğuna karar veremediğim bir duyguyla doluydu.
Böyle oturmuş kendimi dinlerken dışarıdan bir ses geldi. Sanki biri bana sesleniyordu. Yüreğim hızla çarpmaya başladı. Cama yaklaşıp perdeyi araladım. Dışarıda kimseyi göremedim. Koltuğuma dönerken aynı sesi tekrar duydum. Beni çağıran biri vardı dışarıda. Dönüp perdenin aralığından bütün dikkatimi gözlerime vererek dışarıyı gözden geçirdim. Kimse yoktu. Bahçede, sokakta, uzakta, yakında kimse yoktu. Her yer bomboştu. Sadece yüreğimdeki çarpıntı devam ediyordu.
“Vay be! Bir de erkek olacaksın, aile reisi olacaksın! Bir sesten bu kadar korkulur mu? Eve hırsız, uğursuz girse, kendimi, karımı korumayacak mıyım?” diye kendi kendime söylenmeye başladım. Kendime kızdım, kendimden utandım.
Rahatlamaya, cesaret toplamaya başlamıştım ki “Ne yapıyorsun camın önünde?” diyen bir sesle bardak elimden düştü.
Bu ses oturma odamızın kapısından geliyordu. Eşikte duran sesin sahibini, o an çok korktuğumdan ve gözlerim bulandığından geç tanıdım. Karım Nilgün’dü. “Ne yapıyorsun?” diye sordu tekrar. “Yine neden korktun? Beni de korkutuyorsun. Böyle olmaz. Mutlaka bir hekime görünmemiz gerek. Bu da baş ağrısı, diş ağrısı, ülser, tansiyon gibi bir hastalık…”
Beraber kanepeye oturduk. Elimi tuttu ve gözlerime sevgiyle, şefkatle dolu, sıcacık bir gülümseyişle baktı. Beş yıldır evliydik. O, hep böyleydi, böyle bakardı bana. Zaten ben onun böyle bakışlarına aşık olmuştum. İçimden omuzuna başımı koyup ağlamak geldi. Tuttum kendimi, ağlamadım. Bugüne kadar inat edip “Hekime gidelim!” teklifini reddettiğim için kendimi suçladım.
Nilgün çıt sesi duysam korktuğumu biliyordu. Bunun nasıl başladığını ikimiz de bilmiyorduk. Uyurken uyanıkken beklenmedik bir ses duyduğumda ruhum korkunç fırtınalarla boğuşuyor gibi oluyordu. Uykudaysam tam bir kâbus yaşıyordum. Bana dehşetle bakan gözler görüyordum. Beni çağıran sesler duyuyordum. Tanımadığım tuhaf yüzler görünüyorlar, kayboluyorlardı.
Nilgün’ün gözlerine uzun uzun ve teslimiyet duygusuyla baktıktan sonra;
“Nilgün kabûl ediyorum!” dedim.
“Neyi kabul ediyorsun?”
“Aylardır reddettiğim; hekime gidelim, tedavi olalım teklifini kabul ediyorum. Bu böyle geçmeyecek. Hekime başvurmaktan başka çaremizin olmadığına artık ben de inandım.”
Nilgün, bu kararıma çok sevindi. Sıkıca sarıldı bana. Sanki birilerinin duymasından çekiniyormuş gibi fısıltıyla;
“Bir müjdem var sana. Bil bakalım ne?”
“Ne ki…”
“Çocuğumuz olacak!”
Bir anda korkum ve heyecanım dönüşmeye başladı. İçim mutlulukla doldu. Kelebek kadar hafiflediğimi hissettim. “Şükür Allah’ım!” diyerek Nilgün’e sarıldım.
(Avrasya Akademi Online Kuray Hikâye Atölyesi, Mart 2020)
HAYATIN KÖTÜ SÜPRİZİ
Hayat iyileri kadar kötü sürprizlerle de dolu. İşte bir kötü sürpriz; Kovid-19… Bir ay oldu. Zaman denilen şey evde kalsan bile su gibi akıyordu. Lâkin zaman hızlı geçse de içimin sıkıntısı da artıyor, nefes almakta bile zorlanıyordum… Bu yüzden karımı ve kızımı üzdüğüm oluyordu. Bir defasında altı yaşındaki kızım Mine “Baba” diye seslenerek yanıma geliyordu. “Dur gelme.” dedim. Durdu ve şaşkın vaziyette bana baktı. Gözleri doldu, yanakları ıslandı. İçim yansa da günlerdir kızımı yanıma yaklaştırmıyordum. O da üzülüp ağlıyordu.
Karım Yonca abarttığımı söyleyerek bana kızıyordu. Gerçekten abartıyor muydum?” Hayır hayır, ben sağlığımız için sadece doktorların dediğini yapıyordum.
Ne var ki kızımın annesine laf anlatamıyordum. “Yeter artık! Nedir bu telaş bu korku? Anladık mesafeli davranıyorsun ama beni de sinir ediyorsun. Böyle devam edersen…” Yonca bunu söylerken yerimden doğrularak “Ee, böyle devam edersem?” diye sordum. Yonca cevap vermedi, kızımın yanına gitti. Kovid-19 çıkalıdan beri Yonca’ya her hareketim, her konuşmam batıyor gibiydi.
O, çalıştığı bankaya gidemediği için evde çalışıyordu. Ben de hastanede çalıştığım için iş yerime gitmek zorundaydım. Üniversiteden arkadaşım Başhekim, şüphe üzerine beni kendisi muayene etmiş, ateşim yüksek olmasa da tedbir amacıyla bir süre evde kalmamı istemişti. Zira Doktorların herkesten daha dikkatli olmaları, kendilerini hastalarından, aile bireylerini de kendilerinden korumaları gerekiyordu.
Hastaneyi arayıp tekrar test yaptırmak istediğimi söyledim. Temiz çıkarsa işime dönecektim. Evde huzurumuz kalmamıştı.
Başhekim, iki haftayı doldurmadan dönemeyeceğimi söyledi. Hastane tedavi gören Kovid-19’lularla doluydu. Başhekim, uzun yıllar Türkiye’de çalıştığından Türkçeyi iyi biliyordu, unutmamak için de benimle Türkçe konuşuyor, Türkçe kitaplar okuyordu. Başhekimle iyi anlaşan iki meslektaştık.
Yonca çocuk odasından dönüp karşıma oturunca deminki söyledikleri aklıma geldi. Dayanamadım sordum: “Böyle devam edersen demiş, devamını getirmemiştin. Ne demek istedin Yonca?”
Yüzüme bakmadan “Hiç boş ver.” diye cevap verdi.
Söylemesi için ısrar edince konuştu:
“Hastane de ateşini ölçtürdün, tedbir için evde kalman istendi… Bu yüzden bizden mesafeli duruyorsun. Ben de artık bankaya gidemediğim için evde çalışıyorum. Bu tedbire ben de uyuyorum… Ama senin gibi yapmıyorum.”
Gözlerinin dolduğunu hissettim.
“Daha açık konuşur musun lütfen… Neyi benim gibi yapmıyorsun?”
“Anlasana bizi üzüyorsun, güler yüz göstermiyorsun.”
Kalktı yemek masada duran bilgisayarını açtı, banka kağıtlarına bakarak çalışmaya başladı.
Ben de kalktım Mine’nin odasına gittim. Kapıdan baktım uyumuş.
Döndüm mutfağa gittim, buzdolabından limonata şişesini aldım. Yonca’ya seslendim. “Limonata ister misin.” Cevap vermedi, tekrar seslendim, yine cevap vermeyince sinirlenip Yonca’nın yanına gittim. “Yonca bana düşmanınmışım gibi davranma. Zaten bunalım içindeyim. Sinirlerim alt üst… Anlıyorum, senin de sinirlerin bozuk. Ancak ben hastanede çalıştığım için Kovid-19’a daha yakınım. Bu yüzden seni ve kızımızı kendimden korumak zorundayım. Sizi üzmek isteyebilir miyim? Kafama fena takıldı. Böyle devam edersen boşanalım mı demek istedin?”
Masadan kalktı “Asla!” dedi, ağlamaya başladı.
Yonca ağlayınca ben sustum. Kendini koltuğa bırakarak bir süre hıçkırarak ağlamaya devam etti. Onun da sinirleri fena hâlde bozulmuştu. Kovid-19’la ortaya çıkan kısıtlı, baskılı yeni hayat tarzına bir türlü alışamamıştı. Kızına, göz nuruna bile sarılamıyordu. Bu yüzden dünyadan, olup bitenlerden nefret ediyordu. Bana karşı özel bir tavrı yoktu. Aslında ben de aynı duygularla doluydum.
“Demek hıncını benden çıkarmak istedin ha?” diye takıldım. Gözyaşlarını silerek gülmeye başladı. Sonra birbirimizden özür diledik. Kucaklaşamadık ama birbirimize güler yüzle bakarak anlaştık.
Mine de uyanmıştı, yanımıza geldi ama yaklaşmadı. Gülen yüzlerimizi görünce o da mutlulukla güldü. Eskiden olduğu gibi komik hareketler yaparak Mine’yi güldürmeye devam ettik. Evde kalarak, mutlu olmayı, huzurlu yaşamayı öğrenmekten başka çıkar yol yoktu.
Dakikalar sonra hastaneden aradılar. Yarın test için bekliyorlardı. Sonuç negatif çıkarsa hemen işe başlamam gerekiyordu. Hasta sayısı sürekli arttığından giderek daha çok hekime, hemşireye, yardımcı elemana ihtiyaç duyulacaktı. Maalesef Başhekime de virüs bulaşmış, karantinaya alınmıştı. Onun işlerini Başhekim yardımcısı yürütüyordu.
Ertesi sabah hastaneye gitmek üzere evden ayrılırken Yonca peşimdeydi. Hüzünlü bir çehreyle bana mesafeli duruyordu. “İnşallah negatif çıkacak!” dedi. “Yine de çok dikkatli olmalısın! Ne de olsa hastane ortamı.”
(Avrasya Akademi Online Kuray Hikâye Atölyesi, Mart 2020)
ON YIL OLDU
Yeni hikâyeler yazıyordum…
Nihâyet son hikayemi de bitirdim.
Kahvemi içerken Alp Başkan aradı.
“Merhaba kardeşim, bu akşam dernekte Kitap sohbeti var, sohbete senin de katılmanı istiyorum… Gelirsen sevinirim.”
Tamam Başkanım, geleceğim.” diye cevap verdim.
Alp Başkan ile beraber derneklere ziyarete giderdik ve programlara katılırdık; Sosyal ve kültür faaliyet için çalışmalar yapardık.
Akşam oldu, sohbet için Ömer Seyfettin hikâyeleri kitabını aldım… Kitap dosyamı da kapattıktan sonra hazırlanıp evden çıktım.
Sonra Maria ile karşılaştım, merhabalaştık. Birbirimize hatır sorduktan sonra “Kitapların ne zaman Hollanda dilinde basılacak, artık biz de okuyalım değil mi?” diye sordu.
“Ben de isterim Maria… Ama biz de nasip derler. Bakarsın belki bugün belki yarın.”
Maria ile Hollanda vakfında beraber gönüllü çalışırdık ve arkadaş olduk… Güler yüzlü, her dinden ve milletten olan insanlara karşı saygılı, güzel insandı.
Bir süre daha sohbet ettik ve ayrıldık. Dernekte sadece Alp Başkan ve Hüseyin ağabey vardı.
Hüseyin ağabey çay ocağına bakıyordu; Kur’an okumayı ve sohbet etmeyi seven bir ağabeyimizdi.
Yarım saat sonra gençler geldi ve sohbete başladık… bu sefer uzun sürüyordu. Selim siyaset üzerine soru soruyordu… Ama Alp Başkan “Bu aksam sohbetimiz okuduğumuz kitap üzerine.“ diye müsaade etmedi. Selim de her genç gibi siyasete meraklıydı, “Biz de zamanında böyle değil miydik? Selim de elbet siyasetten daha önemli meselelerin olduğunu anlayacaktır.” diye umut ediyordum.
Konuşmaları dinlerken hikâyelerimi düşünüyordum… İçimde bir ses eksiklik var diyordu. “Acaba nerde?” diyordum içimden. Alp Başkan koluma dokunarak seslendi. “Hayırdır daldın.” dedi. “Yok bir şey Başkanım.”
Hüseyin ağabey çay verirken konuya katılıp fikirlerini de paylaşıyordu… Alp Başkan da okuduğu Yahya Kemal Beyatlı’nın Eğil Dağlar kitabını tavsiye ettikten sonra gençlerden okudukları kitabı getirip anlatmalarını istedi. Ben de Ömer Seyfettin’in neden hikâye yazarlığına başladığını ve Pembe incili kaftan ve Diyet gibi hikâyeleri ne amaçla yazdığını anlatıyordum.
Sonra gencin biri: “Yeni kitap yazıyor musunuz?” diye sordu… Soran Oğuz’du… Kitap okumayı seven biriydi.
“Evet dördüncü kitabımı yazıyorum.”
Oğuz bir soru daha sordu: “Yeni kitabın ismi ve konusu nedir?”
“Türk yazarları… Osmanlı Devleti’nin son yıllarında yaşadıklarını hikâye olarak kaleme aldım, bu yazarlardan biri de Ömer Seyfettin’dir.”
Gece olmuştu dernekten ayrıldım. Yürürken hikâyelerimi düşünüyordum, huzursuz oldum ve Ömer Seyfettin aklıma geldi. “Rahmetli de böyle oluyor muydu acaba?” diyerek adımlarımı hızlandırdım, çünkü bir an evvel eve varmak istiyordum. Çalışma masama oturmadan önce kahve aldım ve tekrar hikâyeleri gözden geçirdim… İçim rahat etmedi bir daha baktım. Güldüm kendime… Kursa başladığım zamanda ödevlerimi çalışırken böyle oluyordum. Düşünüyorum da on yıl olmuş… On yıl önce yazarlık için kursa katılmıştım. Kürşad Başkan “Kardeşim bu kursa katıl.” diye tavsiye etmişti.
Kendisi yazar ve aydın insandı… Okumayı ve yazmayı seven Türk gençliğine önem verirdi.
Önce karar veremedim… Çünkü sağlık nedenlerimden dolayı okula devam edememiştim… “Acaba katılmaya hakkım var mı?” diye çok düşündüm.
Çekingenlik ruhumu sarmıştı… Zaten bu çekingenliğim yüzünden o zamanlar özgüvenim yoktu. Günler sonra kendime “Ben bu kursa katılayım, çalışırsam Allah nasip eder belki.” dedim. Okudum ve yazdım sonra yazar oldum… Ama dersim hâlâ devam ediyordu aslında… Çünkü hayat her yıl yeni şeylerle karşıma çıkıyordu… Gözlemlediğim toplumsal meseleleri, tarih ve kültür üzerine okuduklarımı inceleyip hikâyelerimde dile getirmeye çalışıyordum.
Yazdıklarımı inceledim, hikâyeler de bir eksiklik yoktu. Hikâyelerimi yayın evine e postadan gönderdikten sonra sanki kalabalığın içindeymişim gibi sessizce “Bu da tamam.” dedim.
Kahvemden bir yudum daha aldım, notlarıma baktım ve kalbim de yine tatlı bir heyecanla bir sonraki kitabım için çalışmaya başladım.
Yazarken ses duymuş gibi masamın üstünde duran annemin resmine baktım; Canım annem okumaya ve yazmaya merakımın olduğunu biliyordu, ama her anne gibi üzülürüm diye endişe de ediyordu.
“Bak üzülmüyorum anne, sen de üzülme, oğlun yazar oldu hikâyeler yazıyor.” Sonra derin nefes aldım ve kendimi klavye tuşlarının sesine verdim.
(Avrasya Akademi Online Kuray Hikâye Atölyesi, Nisan 2020)
UYUM VE HASRET
Sokağımızda evin birine bir aile taşınalı günler oldu.
Elif yaptığı kurabiyelerle komşu hanıma hoş geldin ziyaretine gitti, fakat çok sürmeden geri geldi… Yüzü asıktı.
Ne oldu diye sordum, yok bir şey diye geçiştirdi…
Israr ettim anlattı; meğer içeri buyur edilmemiş.…
Kurabiyeleri aldı mı? diye sordum, aldığını söyledi; beni tuttu bir gülme. Gülmeye başladığımı görünce Elif bana kızdı. “Tamam kızma” dedim.
Yeni evliydik. Hollanda’ya geleli çok olmamıştı ve bu yüzden kültür farkını henüz öğrenememişti. Bizde kapımıza gelen kim olursa olsun buyur edilir, ama her ülkenin kültürü aynı değildi… Elif de zamanla bunu öğrenecekti.
Ertesi akşam Hollandalı dostlar Hans ve Linda ilk defa bize misafirliğe geldiler
Çay, kahve, bisküvi ve yanına yaprak sarmasını da ikram ettik. Sohbetimizde Hans bir zamanlar yabancılara karşı önyargılı olduğunu ama özellikle bizi tanıdıktan sonra bu önyargının kırıldığını anlatıyordu. “Neden önyargılıydın?” diye sordum. “Sizleri Arap ırkından sanırdım.” diye cevap verdi. “Kültürünüzü onlarınki gibi düşünürdüm.”
Ben şaşırdım, doğrusu önyargının nedenini din veya siyasetle ilgili olduğunu söyleyeceğini zannediyordum. İlk defa bir Hollandalı soruya farklı cevap veriyordu. İçimden “Belki haklı olabilir… Yıllardır buradayız ama, kendimizi yeterince anlatmamış olabiliriz.” diyordum. Hans’ın karısı Linda da Türkiye’ye tatile gittiğini ve misafirperverliğimizi çok içten bulduğunu anlatıyordu. Kalkma vaktine kadar sohbet ettik… Sonra misafirlerimizi uğurlamak için kapıda bekledik.
Hollandalı misafirlerimiz arabaya binmeden önce dönüp şaşkın bir şekilde bize baktılar. Onlar bakınca biz de iyi akşamlar diyerek el salladık… Onlar gittikten sonra… Elif “Neden bize şaşkın vaziyette baktılar?” diye sordu. “Hollandalıların kapıda bekleme âdeti yoktur.” dedim.
Elif’e böyle cevap verdim ama bunca yıldır Hollanda da yaşadığım hâlde, ben de kapı da misafir gidinceye kadar bekleme âdetini devam ettiriyordum.
Birkaç gün geçti. Elif işten döndü.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/erkut-dinc/ic-dunyam-69499396/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.