İnsandır Bizim Adımız

İnsandır Bizim Adımız
Kâzim Meçiev

Kâzim Meçiev
İnsandır Bizim Adımız!


(Soldan sağa) Balkar şairi Kerim Otarov, Kâzim ve Kaysın Kuliev. Nalçik, 1940.


KAYSIN KULIEV
KÂZİM’İN KİTABINI OKURKEN YAZILAN ŞİİR
Bu kitabı mıdır, yoksa, halkımızın
Yaralarla dolu kalbi mi?
Duyuyorum ben hıçkırıklarını genç kızın;
Bağırıp, yıkıldı vurulan ren geyiği.
Bu kitabı mıdır, yoksa, halkımızın
Rüyaları mı – puslu gecelerde gördüğü?
Görüyorum dağ geçidi karında, kan izini;
Yaralı juğutur yıkılıyor yere.
Bu kitabı mıdır yoksa halkımıza
Verilen sabır ve bol bol hüzün mü?
Düşmanlar saldırdığında anayurdumuza,
İnsanlarımızın yaralarını yıkadığı su mu?
Bu kitap – mert sesidir, boyun eğmeden,
Dar köprülerden geçenlerin.
Azap taşlarını sırtında taşıyıp,
Yorgun omuzlarında götürenlerin.
Onların mert vasiyetleridir sanki,
Helal yürekleri burda kalmışçasına,
Mezar taşlarına yazı yazmışçasına,
Çektikleri zorluklar hakkında dağlar içinde.
Bizden önce gidenlerin dikkatli seslerini
Dağ zirveleri duymuşçasına peşlerinden,
Okuyoruz bu kitabın satırlarını
Işıklarıdır asırlar ateşinin.



KÂZİM MEÇİEV
MÖÇÜLANI KÂZİM (KÂZİM HAJİ)
(1859 – 1945)
1859 yılında Balkarya’nın Şıkı köyünde doğdu. Babası Bekki, doğuştan topal olan Kâzim’i imam olabilmesi için Dağıstan’dan gelen hocanın yanına verdi. Hocası Arap, Fars ve Osmanlı edebiyatını iyi bildiği için, Kâzim o yıllarda Balkar dağlarında çok nadir rastlanan bu fırsattan yararlanarak bu edebiyatlarla yakından tanıştı. Üç kez Mekke’ye hac vazifelerini yerine getirmek üzere gittiğinden halk arasında Kâzim Hacı adıyla tanındı. Okuyucular ve edebiyatçılar ise günümüzde de ondan KÂZÎM diye söz ederler. Hacı, Arap ülkelerinin yanı sıra Osmanlı topraklarını da gezdi. Tüm Türk halkları için Ahmet Yese-vi, Türkiye için Yunus Emre ne kadar kutsal ise, Karaçay-Balkar Türkleri için de Kâzim o kadar değerli bir düşünür ve şairdir.
Kâzim bir taraftan Çarlık Rusyası’nın, diğer taraftan yerli yönetimin, zengin toprak ve mal sahiplerinin baskısı altında ezilen halkıyla, aziz yurduyla bütünleşen, halkının acısını paylaşan bir halk ozanıdır; aynı zamanda, O, Balkar’ların yeni tarihinde çağdaş dönemde yazılı edebiyatın temelini de atmıştır. Meçiev, kafasında ana diliyle oluşmaya başlayan şiirlerini yazıya dökmek için Arap alfabesini kullanır, yani fiilen, Arap harflerinden bir Karaçay-Balkar alfabesi icat eder; bu, uluslaşma sürecinde de bir adım olur. 1917’de Rus İhtilali Kafkasya’ya kadar uzanır ve Kâzim, din konusu dışında, ihtilali destekler; çünkü yeni düzen, şairin tüm sorguladığı konulara cevap vermeyi vaad etmektedir.
Ancak, Kâzim, Sovyet iktidarının bütünüyle, olduğu gibi kabul edemeyeceğini görmekte gecikmez. Öncelikle şiddete başvurulması, dinin baskı altına alınması, tartışılıp düşünülmeden karar alınması, dürüst insanların ‘siyasi suçlular’, ‘vatan haini’ yaftasıyla tutuklanmaları, özellikle 1930’lardaki Stalin rejimi soykırımları, ve nihayet, Kâzim’in de ölümü ile sonuçlanan Karaçay-Balkarlar da dahil, birçok halkın Orta Asya ve Sibirya’ya sürülmesi gibi eylemlere şair bazen şiirleriyle, bazen de açıkça muhalefet etmiştir. Yüzyıl başında hac vazifesini yerine getirmek için Mekke’ye gittiğinde gurbet illerinde ölmek istemeyerek yakaran şair, 1945 yılında, sürgünde, Kazakistan’da aç ve sefil bir halde dünyaya gözlerini yumar ve meçhul bir mezarlığa gömülür. Ancak ölümünün 32. yılında genç Balkar şairleri Kazakistan’a giderek, büyük halk ozanının mezarını Taldı-Kurgan ilinin Telman köyünde bulurlar. 1999 yılında Meçiev’in naaşı Nalçik’e getirilir ve Stalin rejiminin Balkar halkına karşı işlediği soykırımda ölenlerin anısına yaptırılan anıtın yanında toprağa verilir.
* * *
Sana kayıkla ulaşmak
İstedim ama, olmadı.
Ak kayığım alabora,
Koydu beni yarı yolda.
* * *
Sesimi hiç duymadın,
Haykırıp yola çıksam.
Kayalardan yansır sesim,
Ben duyarım sen çağırsan.
    1890
* * *
Allah bize aşkı buyurdu,
İnsanlar alıyor elimizden.
Rabbim’den daha mı güçlü,
Bu zalimler, O göktekinden?
Allah’ım, bize nasip buyurdun,
Onu reddediyor bu kulların.
Yakarmaya, diz çökmeye,
Asla izin yok Allah’ım!
    1890
* * *
Delirdim ben, gözüm yıldızlarda,
Otuzumda yitirdim aklımı.
Bir tek seni zikredip anıyorum,
Orucu namazı çoktan unuttum.
Öfkeyle dolaşmaktan ne çıkar,
Babanın seni bana veresi yok.
Başlık parasını sayıp razı etmeye,
Babam fakir, dünyada hissesi yok.
    1890
* * *
Yiğitlik keskin hançer,
Korkaklıksa kör balyoz.
Yiğitlik yurda nefer,
Korkaklık ateşe toz.
Yiğitlik çakmak taşı,
Korkaklık ıhlamur ağacı,
İnsandır insana aşı,
Mertliği ondan seviyoruz.
    1900
* * *
Aşk, zamanında hem oğlana, hem kıza
Olmuş altın armağan, kutlu çeyize.
Dünyaya bakıyorum da bozuldu artık
Her âşık birbirinden davacı, gelmiş göze.
O, büyük zorluklar getirir,
Töreye, aileye yad ettirir.
Âşıkların sevdasını bitirir,
Candan bezdirir sağken öldürür.
Mutluluk değil, zenginlik ardında şimdi,
Kör ihtiyar zenginse genç kıza eştir.
Yoksul kız çok güzelse bile eksiktir,
Yakışmaz yoksula bir damla mutluluk.
Tahir ile Zühre’ye destan yazdım,
Aşkın itibarını methettim.
Zavallı Kâzım şimdi üzgün ve şaşkın,
Kalmadı gençleri tek bir savunan.
    1904
* * *
Şiir yazıyorum, demir de dövüyorum,
Her ikisi de halk içindir diyorum.
Dövdüğüm balta prensten yeğdir,
Biliyorum ki bu, gerçeğin ta kendisidir.
    1 9 0 6

İNSANDIR BİZİM ADIMIZ!
Söylüyorum, kulak verin,
Kötülükten uzak durun,
Sözlerimi idrak edin,
İnsandır bizim adımız!
Çok yüksektir dağlarımız,
Evet, çoktur düşmanımız,
Duyulsun davalarımız:
İnsandır bizim adımız!
Yerimiz az, çoktur taşımız,
Kısıtlıdır hep aşımız
Ama sönmez ateşimiz:
İnsandır bizim adımız!
Azdır toprağımız, malımız,
Azdır nüfusumuz, sayımız,
Yine de kavîdir canımız,
İnsandır bizim adımız!
Ürkek sürü gibidir halkımız,
Yoktur sağlam bir yolumuz.
Gerçekleşmez pek muradımız,
İnsandır bizim adımız!
Zulme yetmiyor gücümüz,
Kaynıyor kızıl kanımız:
Bela bizi yenemez diriyiz,
İnsandır bizim adımız!
Hep cahildir halkımız,
Birlik için andımız,
Konuklara soframız,
İnsandır bizim adımız!
Çoktur güzelliklerimiz,
Az olsak da çok cömertiz.
Kaybolmasın baylığımız,
İnsandır bizim adımız!
Yürüyelim bulup yolu,
Başarabiliriz en zoru.
Dolar elbet muradımız,
İnsandır bizim adımız!
    1908
* * *
Naçar halkım, ben çok okudum.
İşine bu yarar diye düşündüm.
Kâzim okur, yazar, üşenmiyor.
Ah, mutluluk nerde? Onu bilmiyor.
    1911
* * *
Süyünç Ağa zavallı Ahmet’in
Başını yardı mızrakla.
Benim kalbimde de o darbe,
Kaldı iflah olmaz yarayla.
    1912
* * *
Adaleti arayıp nice yolu boyladım,
Eski Şam’da, Mısır’da namaz kıldım,
Dağ beylerini adalete çağırdım,
Her insana adil geldi benim fikrim.
Çok dolaştım, niyaz ettim Tanrı’dan,
Kollasın diye zayıfları beladan.
Nedeyim, hiçbir lütuf yok ondan,
Adaleti beklemekten usandım.
    1910
* * *
Şikâyetçisin, zavallı Kâzim,
Kurdun ulumasıdır sözün.
Zorbalığa boyun eğdin,
Yaşla doldu iki gözün.
    1914

MÜBAREK SAİD EFENDİ
Siz dinleyin ben söyleyim:
Bugün kara gündür dostlar,
Ramazanda ecel şerbeti içti
Mübarek Said Efendi.
Gençlikten de güzel işlerle geldi,
Her ilmi tamam bildi.
Yaşama çağında vefat etti
Mübarek Said Efendi.
Gösterişli, güzel, endamlı,
Doğru sözlü, tatlı dilli,
Adil kalpli, hoş gönüllü
Mübarek Said Efendi.
İyiyken yenildi hastalığa,
Kalbimize acı saldı,
Dört aylık da eşi kalan
Mübarek Said Efendi.
Yetişti, vali oldu,
Halkı sevip gönlün aldı,
İyilik timsali oldu
Mübarek Said Efendi.
Hastalandı, bıkkın düştü,
Hâkimlere varını yığdı,
Anasını ardında koydu
Mübarek Said Efendi.
Ümit ile ölüp giden,
Yakınların öksüz eden,
Âlî makama erişen,
Mübarek Said Efendi.
Adetlerde öne geçmedi,
Üstadın sözünü kesmedi,
Sabretti, hiç oyuna gelmedi
Mübarek Said Efendi.
Bilim için çok tartışan,
Yad ellerde saygı bulan,
Dili halkına yarayan
Mübarek Said Efendi.
Köyü kaldı yapılırken,
Malları ahıra hapsedildi,
Viran oldu kavmi hepten,
Mübarek Said Efendi.
Laf ebeliği yapmadı,
Nurla dolsun yattığı yeri,
Cennet olsun mekânı,
Mübarek Said Efendi.
Şiir yazdı zavallı Kâzim,
Acıdan gönlü oldu fakir,
Bizi de cennete çağır,
Mübarek Said Efendi.
    1915

KÂZIM’IN ARABİSTAN’DA LOKMAN HACIYA VASİYETİ
Lokman Hacı, sen uslusun, sabırlısın,
Ben ölsem de, sen dağlara varırsın.
Köylülere kara haber verirsin,
Razıyım ben, sen razılık alırsın.
Ter, ateşle çıktım tana çaresiz,
Ölümcül hastalık tuttu amansız.
Altı[1 - Kâzim hac seferine altı kişi olarak çıkmıştı. Dördü daha önce vefat eder.] idik hak yoluna çıkanlar,
Allah için duaya koşanlar.
Dördümüze elçisini gönderdi,
Yola çıktım Ona doğru, bir başıma,
Yaman ağrı, ateş düştü her yanıma,
Topal idim,[2 - K. Meçiev doğuştan topaldı.] korku saldı canıma.
“Nâçar Kâzım” dersin, “öldü uzakta”,
Acılı ailem feryat figânda,
Seferimiz zorluydu, ne edelim,
Kavlimiz, ahirete mümin gidelim.
Yurdumuza esen ulaşabilsen,
Ocakta tezek ateşin üflesen,
Lokman Hacı haline şükredersin,
“Cennet evi, öz yurdumuzdur!” dersin.
Haber ile Bızınğı’ya[3 - Bızınğı: Meçiev’in doğduğu Şıkı köyünün bulunduğu bölge.] varırsın.
O gece şu fakirin evinde kalırsın.
Şıkı’da üç gün halka dua ettirsen,
Yüreğimin hasretimi gidersen.
Cesedim yad ellerde kalacak
Bilirim o sesi, canım alacak.
Yok bu dünyada ne borç ne alacak,
Lokman Hacı, sen sual et acılarım.
Onlar ezip sıkıştırdı kalbimi,
Çoğaldılar Şıkı’nın taşları gibi.
Yatarım şimdi acılardan bezgin,
Bela çok, yaralarım azması için.
Beni burada âdetimce gömersin,
Ne gerekir sen becerir, tutarsın.
Yurdumuza esenlikle varırsın,
Halkın ile hep yan yana kalırsın.
“Biz dağda çok daha mutluyuz” dersin,
Çölde yanıp tutuşanı anarsın.
Evsiz yurtsuz şaşkınlara yanarsın,
Zavallı halkına akıl verirsin.
Özgürlük yok hiçbir yerde, yolları
Kesilmiştir, öğrendik doğruları.
Adalet satılık her yerde Lokman,
Medet yok tapmaktan, hem yakarmaktan!
“Gün doğup batar” öyle de,
“Zengin ipek döşekte yatar” öyle de,
“Fakirse, onun tanı” tan değil ya,
“Ağlayıp feryat ile atandır” öyle de.
“Çalışanda neşe var”, diyen Kâzim,
“Onun çektiklerini hep gördü” de.
Kızgın kumlar dolduğunda gözlerine,
“Gariplere dilek tutup öldü” de.
Zayıfların düşmanı çok, dostu az.
“Allah da unutmuş onları” dersin.
Aç insana ayet, zikir kaç para,
Din kardeşim, ara sen halkına çare.
Ben yatarım gurbet elde, uzaktır,
Mezarımı yağmur seyrek ıslatır.
Yaşayanlar, halkınızı düşünün,
Özgürlük, elbet kazanacak bir gün!
    1910

EV YAPIYOR
‘Ev yapıyor, attı temel,
Aşı suyu hepsi güzel,
Namaz kılar, verir selam,
Ne mutludur cahil insan!
Desek, bir bahane bulsak,
Daha sonra pişman olsak,
Başka yolu aramazsak,
Biz hayvanız, ehh anlasak?!
    1912

DOĞRULUK
Yıkılmaz kale dünyada
Doğruluk. Yok güçlü ondan
Doğruluk yitmez boranda,
Düşüp ölmez ki kayadan.
Ağalar, beyler, övünenler
İnsansınız bizim gibi.
Ölümlüyüz, dünya fani,
Nedir mal mülk? Söyle, hani?
Doğruluk ölmez, çürümez,
Onu hiçbir kılıç kesemez,
Zulmün atı çiğneyemez,
Hançer, kalbin delip geçemez.
Zalimlere diz çöktürdü,
Padişahı kalpten vurdu,
Zindanlardan uçup çıktı,
Demir prangaları kırdı.
Söyledim ben, topal Kâzim,
Gelinceye kadar ölüm,
Kapanmadan iki gözüm,
Doğruya hizmettir sözüm!
    1912

KAYGI
Yüksek dağ başlarında,
Karlar erir, güneşe dayanmaz.
Ama benim yüreğimdeki kaygı,
Kar gibi eriyip yok olamaz.
Vurulan dağ keçisinin kanı,
Yok olur, karışır toprağa.
Benim kaygımı toprak yutmaz,
Yel alıp götürmez ovalara.
    1910, İstanbul

AŞK YARASI
Dağ üstünde dağ olmaz,
Yalnız ağaç bağ olmaz.
Kılıç yarası sağalır da
Aşk yarası sağalmaz.
    1890

DÜNYA DEDİĞİN
Öyle zor, dik bir yol şu dünya dediğin,
Azap çekmeyen biri var mı o yolda?
Öyle acı bir deniz ki dünya dediğin,
Kimin gemileri batmamış ki orada?
Acı denizinde yüzüyoruz dünyanın,
Bilmeden gemimizin ne zaman batacağını.
Ne yapalım kar yolları hep kapatır,
Sende yürüdüğümüz zor yolları.
    1910, Bağdat

GENÇLİK
Gençlik, sen yayın okuydun,
Ben savdım seni başımdan,
Hangi dağların ardında kayboldun?
Hangi kayaya çarptın sonunda?
Gençlik, çok benziyordun baharda
Sülünün boynuna sen.
Yoksa o benim vurduğum
Dağlardaki geyik miydin sen?
    1911

DÖRTLÜKLER
Allah kahretmiyor zalimleri,
Ne yapayım zavallı halk için ben?
Namazım da, niyazım da yetmiyor
Sözüm kimsenin kulağına gitmiyor.
    1908
Bağdat’ta, İstanbul’da nice kaldım.
Mekke’de Kâbe taşına secde kıldım.
Döndüğüm vakit zavallı yurduma,
Sanki ben dünyaya yeniden doğdum.
    1910
Gemi ile nice denizler aştım.
Türk’ün de Arap’ın da haline şaştım.
Fakir her yerde fakirce yaşıyor,
Kuvvetli kuvvetsizin etini yiyor.
    İstanbul,1910
Sağanak yağmur gürleyip geliyor,
Sokakların kirini silip süpürüyor.
Ne çare dağlardan inen yağmurlar?
Halkın derdini alıp götüremiyor.
    1913
Kâzim, bol bol acı sözler söyledin,
Öfkelendin, hüzünlendin, üzüldün.
Ülke kurtlarla dolu, acı sözsüz
Yaşamak mümkün değil, bunu gördün.
    1914
Bela bu dağlarda yolu kolay buluyor,
Hiç şaşırmayın bize yolu buluyor.
Mutluluk, sen nerede şaşıp kaldın?
O, ne kadar zor ve uzaktır bize yolun!
* * *
Hançer, mermi izi de çok bedenimizde,
Dağdaki taştan da çok derdimiz yüreğimizde.
Hepsini yüklenip dayanıyoruz umutla,
Sabaha yine çıkıyoruz iyi muratlarla.
    1916
* * *
Belalar yağmur olup gökten yağıyor,
Kar olup yolları uçtan uca kapatıyor.
Ya Allah, bakınız dağlarıma, nasıl da
Kır saçlıya döndürdü karlar onları!
***
Ölüm gelir, köpeğim durduramaz,
Ölüm gelir, oğlum onu yıkamaz,
Ölüm gelir, beni burda bırakmaz,
Ama şiir kalemi asla yıkamaz!
***
Fırtınalar gelir, kar ve dolu yağar,
Dağlar bunlara dayanıp karşı koyar.
Dert çok dünyada, ama sen dayan,
Halk tecrübeli, bilir, mutlak güneş doğar!

VASİYET
Benim duama gelecekler,
Cenazeme duracaklar,
Bedenimi yıkayacaklar,
Tabuta omuz verecekler.
Bana mezar kazacaklar,
Benim için ağlayacaklar,
Naaşımı götürecekler,
Yaşamaya devam edecekler,
Vardır size bir çift sözüm,
Vasiyet ediyor Kâzim:
Zor günde birbirinize
Yaşamı sevdirin, gözüm.
Birlikte dirlik, biliniz,
Birbirinizi çok seviniz!
Hep tatlı olsun diliniz,
Bela görmesin eviniz!
    1944

HAKKIMI HELAL EDİN!
Ben kalmam, namım kalır,
Sözüm, işim methedilir,
Doğrum, yanlışım bilinir,
Şakalarıma ne de gülünür.
Görmüş geçirmiş köylüler,
Haklarını gani gani helal eder.
‘Hacı bizi terk etti’– derler,
Cennette iman dilerler.
Razıyım ben onlardan,
Candaşım, yakınlarım,
Vatanın yurttaşlarıdırlar
Gencinden yaşlısına.
    1944

YARALI JUĞUTUR (YARALI DAĞ KEÇİSİ)
(Poema)
Hepimiz biliriz hep,
Hayat zordur hem de kısa.
Yaralı dağ keçisinin,
Acıklı öyküsü kadar.
Onu hatırladım mı
Ateşe tutulurum.
Yediden yetmişe herkes
Öyküyü duysun isterim.
Yaymak isterim dünyaya,
Matbaam da yok benim.
Cahilliğe tutsağız,
Karanlıkta gözlerimiz.
Öyle az ki okuyanımız,
Kalem tutmaz halkımız.
Açlık çoğunluktadır
Tok olanlarsa az ve zalim.
Dağlarda kar yağıyor,
İşte avluları örtüyor.
Ateşe bağdaş kurup,
Öyküm derinleşiyor.
El koyuyor arsaya,
Ekmeğe el koyuyor.
Öyküye ve şarkıya,
Zalim uzanamıyor.
Zalimlerde o güç yok,
Taştır Allaha şükür!
Biz gönül şiirimizi,
Kaptırmayız melunlara.
Yaralı dağ keçisinin,
Acır, kanar yarası,
Benim de yüreğime,
Sanki hançer saplanır.
Öyküm dalga dalgadır,
Yayılır tüm insanlara.
Paylaşmasam derdimi,
Kavurur beni hüzün.
Ey, yaralı dağ keçisi!
Sana benziyorum ben.
Sesim kan ağlıyor,
Yürekleri dağlıyor.
Güzel, aybaş dağ keçisi,
Otluyor dağın eteklerinde,
Gece iniyor usulca,
Dağdaki özenlerden.
Vadide geyik sürüsü,
Dinlenirken sere serpe,
Kayalarda olurdu hep,
Bekçileri dağ keçisi.
Çok kurtardı, yiğitçe
Sürüyü avcılardan.
Çoğu zaman kendi de,
Döndü nice ölümden.
Günün birinde sürü,
Otlar yine yamaçta,
Şafakta suyunu içip,
Tırmanıyor o da yukarlara.
Birden yeri göğü inleten,
Bir tüfek atıldı karşılardan,
Sürü kaçıştı, ah juğutur,
Yaralandı sol omzundan.
Yukarı çıkamadan,
Yuvarlandı aşağıya.
Derin vadinin içinde,
Başladı can çekişmeye.
Merakla, sevinçle,
Juğuturu çok aradı.
Çok bakındı, uğraştı.
İzini bulamadı.
Yoruldu dolaşmaktan,
Juğutursa kayboldu.
Kızgın avcı ötelerde,
Avlanmaya koyuldu.
Omzu kötü yaralı geyik,
Vadinin ta diplerinde,
Bütün gün bütün gece,
Saklandı hain avcıdan.
Yeşil otlarda kıvranıyor,
Cesurca dayanıyor,
Acısı dindikçe davranıyor,
Kurtarıyor ömrünü.
Yarası derin, acılarla,
Yürümeyi engellese de,
Umut kesmiyor asla,
Sürüyü arıyor inatla.
Kalbi sürüyor onu,
Kayaların başına doğru,
Sürünün kaçtığı yanı,
Gözünü kırpmadan arıyor.
Fukara köylümüzden,
Avcı Haşim, şafakta,
Vurur kendini dağlara,
Dağ keçisi, geyik avına.
Dağlarda korkusuzca,
Kovalar avını Haşim
Avcılık sayesinde,
Geçindirir ailesini de.
Dik yoldan çıkıp şimdi,
Bakıyor karşı yamaca.
Gördü topal dağ keçisini,
Merak sardı içini.
O topal dağ keçisi,
Yukarı koşuyordu.
Hürriyet özlemiyle,
Unuttu yarasını.
O anda Haşim gördü kurdu,
Geyiğin peşinden koşuyordu.
Tam yakalıyordu ki onu,
Tüfeğini hazırladı.
Çarçabuk nişan aldı,
Basmasıyla tetiğe,
Kurt yukarı fırlayıp,
Yere serildi kaldı.
Dağ keçisi korkuyla,
Başını çevirdi.
Korkmuş idi kendisi:
Mermi beni mi buldu?
Ama bu kez onu değil,
Mermi, düşmanı buldu.
Geyik tırmandı dağa,
Kurt ise yamaçta kaldı.
Yaralıyı kovalayan,
Yırtıcı kurt yarışta,
Haklı mermi yiyerek,
Orda geberip kaldı.
Ölümden dönen geyik,
Devam etti yoluna.
Haşim hiç dokunmadı,
Geyik çıktı dağına.
Peşinden baktı Haşim,
Çimenlere oturup.
Koşusunu izledi,
Yok oldu geyik, kayıp.
Yaralı dağ keçisi,
Sarar yaralarını.
Mutluluk görür canı,
Sürdürür hayatını.
Dağlara, hürriyete,
Âşık olan juğutur,
Mermi seni bulmasın,
Yaşa sen, cesur, mağrur!
Yaralı juğuturu,
Kurtaran Avcı Haşim,
Tek bir mermi yakmadan,
Dönüyor öz köyüne.
Geyik geliyor geyik,
Diye çocuklar koştu.
Ama o akşam evde,
Hayaller bile boştu.
Haşim evdekilere,
Olanları anlattı.
İzlemedim, bıraktım,
Geyiği serbest, dedi.
Eşi dedi: “Çok doğru!
Kurban olayım sana!
Acıdım anlattıkça,
Dua ettim hayvana.
Biz açlıktan ölmeyiz,
Ne varsa onu yeriz.
Dayanırız, güçlüyüz,
Zorlukları yeneriz.”
Alacakaranlıkta o ne?
Köy ağası Jambolat.
Köye dönen Haşim’e,
Has adamın yollamış.
Deli dolu adamı,
Pervasızca eve daldı:
Ağa seni çağırır,
Düş önüme, yürü haydi!
Haşim eski cepkenini
Hemen giyip üstüne,
Adamın yanı sıra,
Gitti ağanın evine…
Haşim eşikten girip,
İyi akşamlar, dedi.
Jambolat asık yüzlü,
Hava epey gergindi.
Bugün ava çıktın mı?
Diye sordu Jambolat,
Çıktıysan olanları,
Birer birer bir anlat.
Haşim anlatınca bir bir,
Gürledi ağa birden:
–Erkek değil, karısın sen,
Kalbin erir kurşun gibi.
Ağan olduğumu sen,
Unuttun mu yoksa piç?
Son zamanlarda bana,
Geyik getirmedin hiç!
–Ağam sen de bilirsin,
Beş altı çocuğum var.
Aileyi geçindirmek,
Bir hayli zordur, inan.
–Köpek çocuklarının,
Açlığından bana ne?
Kalbi hançerlenen Haşim,
–Biz de insanız ağam be!
–Kapat çeneni, dedi,
Fırlayıp kalkan ağa.
Kaptı mızrağını,
Vurdu yiğit avcıya.
Haşim kapı önüne,
Düştü hemen çabucak.
Kalkıp saldırdı birden,
Zorba, kanlı ağasına.
Boğacaktı ağayı,
Hiç düşünmeden orda.
Ama uşaklar atladı,
Kurtlar gibi yardıma.
Haşim’e tımar attılar,
Avlu dışına bıraktılar.
Ona yaptıklarını,
Adam yapmaz köpeğe.
Ağanın sol bileği,
Kırıldı mujurasıyla.
Zalimliğin ateşi,
Kendi kalbini yaktı.
Haşim! Peşinden aç kurt,
Koşan geyik mi oldun?
Sen bir dağ keçisi şimdi,
Kimsenin yardım edemediği.
Saldıran zalim kurda,
Kimse ateş açmadı.
Zalim kurdun kanından,
Kara yer kızarmadı.
Sakatlanıp döndün sen,
Zavallı kulübene.
Sarılmaz yara aldın,
O soylu yüreğine.
Dağda kurtardığın o,
Geyiğe benzemişsin.
Şanlı yaralar aldın,
Ve özgür yaşıyorsun.
Zorbaların dayağı,
Nasıl yaman ağrıtıyor.
Ne yapsın naçar Kâzim,
Kalbi ateşlerde yanıyor.
Haşim sen acı çektin,
Bizde bela az mıdır?
Gözlerimden yaş aktı,
Şiiri yazdığımda.
Senin derdin benimdir,
Onu bil naçar avcı.
İnşallah inan buna,
Çıkar bir intikamcı!
Yiğit Haşim’in özü,
Yaralı juğutursa.
Gördüğü zorbalığı,
Alçaktır unutursa…
Sana vuran zalimi,
Allah vursun! diyorum.
Belaların selini,
Çevirsin toptan ona.
Ne kötülük yaptıysa,
Hepsi kendine dönsün!
Kâzim’ın kargışını,
Ulu Allah da versin!
Her gün karşımda görüp,
Kendimden geçiyorum.
Başka yol bulamadım,
Böyle anlatıyorum.
Ah. Benim naçar halkım!
Zor ömür sürüyorsun.
Senin hiç farkın yoktur:
Yaralı juğuturdan.
Çakıl dolu vadide,
Çakıl kadar derdin var.
Nelere dayanmadı,
Senin yüreğin, naçar.
Kurum çıkan ocaktan,
Gece kar yağıyorsa,
Sana dertler yağıyor,
Allahın laneti mi var?
Baharda kar taneleri,
Düşer dağ doruklarına.
Durmadan bela yağıyor,
Halkımın ocaklarına.
İçim yanıyor Kâzim,
Çaresiz durumuna.
Boğulmak isteniyor,
Dağ kendi ırmağında.
Ey benim bahtsız halkım!
Kurtların kovaladığı.
N’apalım, gelir mi bir gün,
Halkımın savunucusu?
Kim görür senin peşinden,
İz süren o kurtları?
Naçar dağ köylerinde,
Kim görür tasaları?
Kovalayan kurtlara,
Kim dört el ateş eder?
Fitnenin, zorbalığın,
Eli nasıl kesilir?
Senin acını bağrında,
Naçar Kâzim görüyor.
Yüreği kan dolarak,
Bu şiiri yazıyor.
Yaralı juğutur’un,
Öyküsünü anlattım.
Ancak o kapatamaz,
Yürek yaralarını.
Duyanlar hep ötekine,
Söyleyip yaysa halka,
Sık sık söylene dursa,
Garip hanelerinde.
Nasıl da rahatlatır,
Tasalı yürekleri.
Kim bilir, ne acı gelir,
Zulmeden zalimlere.
Güçleri yetmiyor henüz,
Göze alamıyorlar pek.
Avcı Haşimi gibi,
Beni dövemiyorlar tek.
Koyunlar gibi tutup,
Kesebilseler beni,
Yerim elverse bir,
Yok etmeye şu bedeni
Yaşatırlar mıydı Haşim,
O saat alırlardı bu canı.
İçer, suyum tüketir,
İliğimi kuruturlardı.
‘Elçiye zeval olmaz’,
Demiştir halkım benim.
Halkın elçisiyim ben,
Zor günlerin habercisi.
Mekke’de hac kıldım ben,
Korkarlar dokunmaya,
Hani bıçak bileyip,
Sopa gösterseler de alttan.
‘İt ürür, kervan yürür’,
Ürüsün hasımlarım.
Zor gününde halkımın,
Savunucusuyum ben!
Naçar halkım! Uğraştım:
Avutsun diye sözüm.
Sana huzur dilemeye,
Yaşıyor dünyada Kâzim.
    1907

TAHİR İLE ZÜHRE
(Bir Aşk Destanı)

* * *
Dağ üstünde dağ olmaz,
Yalnız ağaç bağ olmaz,
Kılıç yarası sağalır da
Aşk yarası sağalmaz.
Bismillah’dır her işin, hayrın başı,
Hak yoluna çıkanların kardaşı.
Ya Rab, senin kudretini ararım,
Bu yolda yüzümüz ak olsun derim.
Zavallıyım, gözüm puslu, sözüm az,
Dilek duası ettim ben, onu yaz.
Şairlerin eserleriyle tanıştım,
Hepsinde de, Ya Rab, senin ışığın!
Yakub’un kaygılarını okudum,
Yusuf’la ben dar zindanda oturdum.
Yirmi artı oniki yıl aşırdım,
Hekimlere, hadislere başvurdum.
Alanlara akıl, nizam öğrettim,
Aşıklara adil idim, ır dizdim.
Naçiz babamın demirci dükkanını sevdim,
Topal bacağımla orda demir dövdüm.
Kur’andan ilham alıp şiir yazdım,
Aziz dilini anlatmaya çalıştım.
Tahir ile Zühre’ye ağladım.
Azat sözünü ancak Allah’tan sordum.
Bizde de çok, Tahir gibi dökülen,
Zorbalıktan yürekleri sökülen.
Zühre’ler var, mumlar gibi eriyen,
Bu dünyanın gazabından çürüyen.
Aşk yolunda kapan kuran zorbalar,
Kıyamette günâhların okurlar.
Aşıkların gözyaşındaki yangınlar,
İzin vermez, cennet yolunu keserler.
Gelin, biz aşka saygı gösterelim,
Öldüğümüz gün, imanla gidelim.
Tahir ile Zühre’yi de görelim,
Gençlere mutlu hayat dileyelim.
Öykümüze başlayalım besmeleyle,
Bize kulak verip dinleyenlere.
Bir varmış bir yokmuş, Babahan isminde bir han var mış. Malının, mülkünün, ordusunun haddi hesabı yokmuş. Bu kadar zenginliğiyle dünyada hiç bir ihti yacı olmadığı halde kalbi sıkışıyormuş çünkü Hanın çocuğu yokmuş. Kendi ölümünden sonra tahta çıka cak, ülkeyi yönetecek evladı olmadığı için kahrolu yor, gözüne uyku girmez oluyormuş.
Altın tahtı, kalesi de var idi,
Çocuğu yok, dünya ona dar idi.
Malı, mülkü, ordusu da çok idi,
Ondan güçlü bir han yoktu denirdi.
Hiç sormadan yaşlılık gelip çattı,
Çocuğu yok – içini hüzün sardı.
Çocuk tatlıdır han için de, kul için de,
Canıyla birdir, hayat ümit dul için de.
Çocuksuzun günü olur – karanlık,
Taht bile saramaz o yarayı artık.
Hekimlerin en iyisini aradı,
Çaresi yok, ümitleri karardı.
Hazır idi hazinesin açmaya,
Çocuk için her şeyini saçmaya.
Bu durum yıllarca devam etmiş. Babahan artık Allah’tan ümidi kesmiş, insanlardan çare bulamamış ve pes etmeye başlamış.
Hanın şehir dışında büyük ve güzel bir ormanlık yeri, süs ağaçlardan oluşan bahçesi varmış. Buranın hayranlık uyandıran hazzı dillere destan imiş, kulaktan kulağa yayılırmış. En kederli insanın bile bu bahçeye girdikten sonra kederleri dağılır, gönülleri rahatlarmış. Babahan bile bahçeye girdiğinde tüm dertlerini unutur, saraya neşeyle dönermiş.
Günün birinde çocuksuz olduğunu hatırlayan han, Bahir veziri yanına çağırmış, birlikte bahçenin yolunu tutmuşlar. Yolda giderken karşılarına yoksul biri çıkmış. Han ve veziri merakla dilenciyi izlemeye koyulmuşlar çünkü o dilenmiyor, bağırıyormuş:
– Ey ahali! Bana kim bin altın verirse Allah-u Taala onun tüm isteklerini yerine getirecektir!
Han vezire bakar ve;
– Çok hekime çok para yedirdim, hiç biri yardım edemedi. Belki Allah yardım eder ve bu fukaradan medet umarım, derim. Vereyim buna bin altın dilesin benim için ne dilerse. Çocuğum olursa ben ona bin değil on bin altın bile veririm!
Han dilenciye bin altın verir ve dilek diletir:
Vezirin de yoktu çocuk tohumu,
O da derdini çekip yaşıyordu.
O da açtı naçiz, hana yüreğini,
Ağlamaklıydı, gizlemedi dileğini.
Dedi: “Sensin hürmetli efendimiz.
Karanlıktır, çocuksuz bizim evimiz.
Hazinen ömürlerin hazinesi,
Yüce Hakkın cezası bize geldi.
Sen – balasız, ben – balasız dul direk-
Şimdi bize bu hayatta ne gerek?”
Naçiz Bahir artık dayanamadı,
Diz çökerek gökyüzüne bağırdı:
-Niçin attın, yaktın sen canımızı,
Çocuksuzum, söndürdün odumuzu.
Kullarına, acısana, Allahım!
Çocuk ver ve yürekleri sar Rabbim!
Bala dediğin, candan tatlı şey olur,
Kalbi – yağdan, gönlü baldan- şad olur.
Dilek tutarsa, buz üstünde su kaynar. Balasız da bizim gibi taş yalar.
Dua etti Bahir yeri kucakladı.
Aksakalını gözden akan kan yıkadı.
İkisi de bir gibi yalvardılar,
Göğe, yere dualar yağdırdılar.
Han ve vezir – bir ülkenin evlatları, savaşlarda gerçek dost ve tatlılar.
Dilekleri kabul gördü, duyuldu, Kalplerinin düğümü de çözüldü.
Onlar meşhur bahçeye ulaşıp, atlardan indiklerinde bir ağacın altında beyaz elbiseli birini görürler.
Önünde çok sayıda kitap var. Kendisi de beyaz örtünün üstünde oturup kitap okumaktadır. Kapalı gözleri derinlere dalmış, bu dünya ile hiç ilişkisi yokmuş gibi gözükür.
Han misafirin önüne gelir, selam verir ve der ki:
– Ey, miskin, kimsin sen, ne yaparsın? Bu kitapların da neyin nesidir?
– Ben müneccimim. Hanım, ben kitaplarda yazılana bakarım, gökyüzündeki yıldızlara bakarım ve insanların kalplerini okurum. Han: “Benim kalbimde bir ümidim var. Eğer onu okursan senin hakiki müneccim olduğuna inanırım”, dedi.
Müneccim elindeki kalemini Hana uzatı: “Kalbindeki muradını bu kaleme söyle, ben de kalemin haline bakar, senin ümidini açıklarım.”
Han kalemi alır. “Ya Rabbi benim bir çocuğum olmaz mı acaba?”, der ve dilenciye ettiği niyetini tekrarlayıp kalemi vezire uzatır. O da Hanın yaptığı gibi Allah’tan bir çocuk talep eder ve kalemi müneccime verir.
Müneccim kalemi alır ve birçok yazı yazar, hesap eder. Sonra onlara bakar ve der ki:
– Sizin biriniz Han, ikinciniz onun veziridir. İkinizin de çocuğunuz yok ve kalbiniz bu yüzde sıkışıktır. “Ya Rabbi bizim bir çocuğumu olmaz mı”, diye dilek dilemişsiniz.
Han ve veziri sevinirler ve “Sen gerçek bir müneccimsin”, derler elini sıkar, hürmet ederler;
İki gözünü defterine dikti o,
Yıldızlara – yedi göğe baktı o.
Yedi göğün iznini doğru çekdi,
Gördüklerini onlara açık etti.
Dedi: ‘Gökde yeni çıkan yıldız var,
Şükredelim: Parlak izi, yolu var.
İzin vardır hem kıza, hem oğlana,
Dua eder nasibine sevinen.
Ulu Allah”tan böyle izin çıkmıştır,
Gökte size iki bala doğmuştur.
Vakit gelir, iki oğlan doğarsa,
Doğru olur dostlar gibi kalsalar.
Bir kaseye alıp sular içerler,
Ahir zaman dünyayı bilirler.
Yürekleri açık olsun bir birine ,
Temiz olsun ümitleri ömürde.
Kızlar doğsa, tatlı dostluk tatsınlar,
Bir birini kardeş gibi sevsinler.
Temiz olsun halleri, davranışları,
Allah’ıma emanettir canları.
Ey, bu dünya! Birinize kız doğsa,
Diğerine oğlan doğsa, nur gibi,
Onların muradını sorarsınız,
El sıkışıp akraba olursunuz.
Gökten gelir iki cana aşk emri,
Günah olur onlara “hayır’ demek.
Kız, oğlan da diri diri ölürler,
Kıyamette davacı olup gelirler.
Müneccim sözüne kulak asınız,
Zulmetmede siz cennete gidiniz.”
Han söyledi; “Allah versin balamı,
Müjdeye veririm ben sarayımı”.
Oğlum doğsa vezirimin evine,
Gönderirim elçileri sevine.
Hürmet edip, kızını gelin yaparım,
Kabrimde rahat rahat yatarım.
Oğlan değil, Allah bana kız versin,
Duydun, Bahir sen onu gelin yaparsın’.
Bahir dedi: “Ey hürmetli hanımız
Denk değildir sanımız ve kanımız.
Sen beyimsin, ben de senin hizmetçin,
Hanna kızın denk isteyemem oğluma.
Sözüne kul, kor sadaka vezirin,
Öyle açık, helal ise hüznün.
Han şanına beni uygun görüysen,
İnsan değil, çok yücesin yerde sen!”.
Han Babahan sözünü tekrarladı,
Andımdan ben dönmem, diye açıkladı.
El sıkışıp Bahir ile anlaştı,
Ak libaslı alim gördü o işi!
Müneccim hanın söylediklerini duydu, mest oldu. Koynundan bir elma çıkarıp üstüne dua okudu, kesti, iki dilimden birini hana, diğerini vezire verdi. Dilek diledi.
Han ve vezir birbirine baka kaldılar, meraklandılar. Verelim bin altın diye baktılar ihtiyara, ama o sırra kadem basmıştı. Kitaplar da yok, oturduğu beyaz taht da yoktu. Uçup gitmiş, yok olmuştu
Çok aradılar, bulamadılar. Akşamüstü Han ve Veziri eve döndüler Yediler içtiler, dilek yapıp, müneccimin verdiği elmayı da yiyip yattılar. O gece ikisinin de hanımları gebe oldu, dokuz ay ve dokuz gün geçtiğinde Babahana kız, Bahire de oğul doğdu
Allah verdi hana sonunda bala -
O kendi sevdiğine bulur çare.
Kız doğdu, nuru aldı güneşten, aydan,
O güzeli unutamaz gören adam.
Duyuruldu davulcular davul çalıp,
Her tarafa haber oldu müjde yayılıp.
Han gençleşti, uzun sürdü düğünler,
İsim vermeye ustaları çağırdılar.
Dört bir yandan akrabalar geldiler,
Babahan’a dilekler ilettiler.
Yavrucuğu Bahir yüksek kaldırdı,
Hürmet verip altın beşik aldırdı.
Merak edip kızın nur çehresine,
Bilmediler hangi ismi vermeye.
Günler geçti, tartıştılar konuklar,
Şarkıcısı, müneccimi, hepsi var.
Kitaplarda Zühre’yi gördüler,
Kızımıza bu layıktır dediler.
Aradan yıllar geçti. Zühre’nin güzelliği dillere destan olmaya başladı.
Gözbebeği cevher gibi parlıyor,
Yeryüzünde böyle güzel olmuyor.
Yüzünün tazeliği – cennet gülü,
Sureti – sanki çıkmış sabah günü.
Kaşları – kalemle mi çekiliyor?
Sesi ise – sanki bülbül şakıyor.
Endamı – sudaki narin kamış,
Dudakları – olgun kızıl çilekmiş.
Hansarayda hizmet veren insanlar,
Onu yakın korumaya aldılar.
Sağ tarafta kırk hizmetçi yer aldı,
Sol tarafta kırk hizmetçi yer aldı.
Hekimleri han arattı, getirtti,
Hanın bahçesine canlılık girdi.
* * *
Bahir’in de büyük idi kıvancı,
Yaşlılıkta çocuk gelip yol açtı.
Bala dediğin öyle nuru ile doğa,
Gelecekse – güneş gibi, nur ola!
Gökten indi izin mutlu Bahir’e,
Dedi Bahir sabırlı ailesine:
Tahir ismi veriyoruz adına,
Bu dünyada erişsin muradına.
Kuş balası, bülbülü gül bahçenin,
Allah’a onun canı emanettir.
Tahir ile Zühre’yi nineler, hizmetçiler birlikte büyütüyorlardı. İki yaşları dolduğunda onlar birbirini görmeseler, beraber oynamasalar ağlamaya başlarlardı. Yedi yaşlarından itibaren Han onlara öğretmen tutar ve beraber okutmaya başladılar. Tahir ile Zühre’nin akıllılığına herkes hayrandı çünkü günde birkaç dersi gördüklerinde anında kavrıyorlardı. Beraber gezip, beraber oynayıp onlar artık birbirini iki kardeş gibi sevmeye başladılar. Güzellikleri, asaleti, davranışları herkes tarafından bilinirdi.
Yedi yaşında babası vefat eden Tahir yetim kalır.
Tahir bala yedisini doldurdu,
Bahir baba bu dünyayı terk etti.
Han Bahir’in ölümünü duymuştu,
İşlemlerin gereğini yapmıştı.
Hürmet etti o sadık vezirine,
Sadık kaldı akrabalık sözüne.
Zühre, Tahir’e olan aşkının farkına varmaya başlar. O yıllarda dünyada Tahir ile Zühre’den güzel çift olmadı.
Zühre’nin aşkı gün geçtikçe artar, artık tahammülü kalmamış, sabrı taşar. Günün birinde Tahir uykudayken, Zühre yavaşça yaklaşıp, Tahir’in o nurlu yanağından öpüp kaçar. Tahir uyanıp bakar ve yakınında Zühre’yi bahçede çiçekler toplarken görür. Tahir bağırır: “Ayıp değil mi, Zühre, nedir bu yaptığın? Sen benim kardeşim değil miydin? Zühre, utancından ne yapacağını şaşırır, kıpkırmızı olur, çiçekleri de fırlatıp kaçar. Zühre ondan sonra günlerce Tahir’in karşısına çıkmaya utanır, dere kıyısına yalnız başına gidip gelir. Zühre Tahir’den ne kadar uzak durmaya çalışsa da kalbi Tahir’e o kadar yanaşmaya çalışır, aşkı gün geçtikçe artar. Etrafta güzelliğinden ona baktıkları zaman gözleri kamaşıyor, bakamıyorlardı. Zühre, Tahir’e ne kadar şikayet türküsü söylerse söylesin, Tahir kale almazmış, onun bir kulağından girip, diğerinden çıkarmış. Gene günün birinde, Tahir uykudayken, Zühre dayanamaz onun yanına gelir ve güzel elleriyle yanağını yavaşça okşar. Tahir uyanıp Zühre’nin yanında diz çökerek oturduğunu görür. Tahir, kız arkadaşının bu halini edepsizlik olarak sayar ve elini tersiyle yanağına vurur. Zühre, o gece kendisinin bu haline acır, ağlar ve şu dilekte bulunur:
Muhabbet geldi bana,
Uyumadan çıktım tana.
Bu bela neden düştü
Bu zayıf çocuk cana?
Sözümü duymaz mısın?
Çıkar yol bulmaz mısın?
Sen bu aşkın yarısını
Tahir’e vermez misin?
Bana acımaz mısın?
Halimi görmez misin?
Bu illetin yarısını
Tahir’e vermez misin?
Bu belayı tatmadan,
Aşk oduna batmadan,
Bilmez Tahir sırrımı
Senden emir almadan.
Yazgıyı belirleyen,
Zor günde eden yardım.
Gördüğüm bu belanın
Sonu ve ucu yoktur.
Yalvarırım her sabah,
Sebep umarım senden,
Diliyorum, Yüce Allah,
Bu illeti al benden.
Zühre’ye gelen mübarek aşkın yarısı da Tahir’in kalbine yerleşir. Onun aşkı da artık ortaya çıkar ve onun gönlü de günden güne sabırsızlıkla yanmaya başlar. Tahir bala, can bala oturamaz, kalkamaz olur, yakışıklı yüzü erimeye, cılızlamaya başlar, canı Zühre’yi arıyordu. Geceleri, gündüzleri ne yemek yiyebiliyor, ne de su içebiliyor. Önceleri her zaman rüzgar esintisine, suyun şırıltısına, ağaçların dallarında şakıyan kuşların, yaprak hışırtıların seslerine karşı yarışan usta şarkıcı Tahir, şen şakrak şarkı söylerken şimdi onun sesi hüzünlü çıkıyordu. Onun hüzünlü türkülerini dinleyen ağaçlar, onların altlarında akan sular, ormandaki bülbüller, hayvanlar da hüzünleniyordu. Ancak bir tek Zühre sanki hiç bir şey bilmiyormuş gibi görünüyordu.
Babahan, Zühre doğduğu zaman şahane bahçesinde kızının eğlenmesi, oynaması için güzel bir kale sarayı inşa etmişti. Kale şırıltılı derenin yakasında, muhteşem bahçenin kendisi gibi güzelliğiyle kulaktan kulağa duyulmaktaydı. Günün birinde Zühre kız arkadaşlarıyla birlikte can sıkıntısını gidermek ve eğlenmek için bahçeye çıkar. Dere kenarında güzel bir ağacın altında oturup, şarkılar söyler, duygularını türkülere söyler. Yüreği çıra gibi yanan ve ona aşık olan Tahir, gizlice peşinden yürür, elini Zühre’nin boynuna atar ve yanında diz çöker. Tahir aşık olduktan sonra Zühre’nin onun kardeşi olmadığını anlar. Zühre Han kızı, kendisinin de vezir oğlu olduğunu duyar. Zühre Tahir’e bakmadan şu türküyü söyler:
Z ü h r e
Yolumda yoldaşımsın,
Sırımla sırdaşımsın.
Çek elini Tahir’im,
Sen benim kardeşimsin!
T a h i r
Yolumda yoldaşınım,
Sırınla sırdaşınım.
Ben vezirin oğluyum,
Nasıl da kardeşinim?
Z ü h r e
Gözüm gibi gördüm seni,
Kendim gibi sevdim seni,
Hatırladın mı, Tahir,
Beni nasıl incittiğini.
T a h i r
Yağ gibi,
Eridi altı uzvum,
Bilmeden yaptım onu,
Affet sen Zühre hanım!
Z ü h r e
Bendeki aşk gücünü
Gözyaşım eder zehir.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/kazim-meciev/insandir-bizim-adimiz-69499348/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Kâzim hac seferine altı kişi olarak çıkmıştı. Dördü daha önce vefat eder.

2
K. Meçiev doğuştan topaldı.

3
Bızınğı: Meçiev’in doğduğu Şıkı köyünün bulunduğu bölge.
İnsandır Bizim Adımız Kâzim Meçiev
İnsandır Bizim Adımız

Kâzim Meçiev

Тип: электронная книга

Жанр: Стихи и поэзия

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 16.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: İnsandır Bizim Adımız, электронная книга автора Kâzim Meçiev на турецком языке, в жанре стихи и поэзия

  • Добавить отзыв