Kuş Kanadı
Nağaşıbek Kapalbekulı
Nağaşıbek Kapalbekulı
Kuş Kanadı
Takdim
Canseyit TÜYMEBAYEV
Kazakistan Cumhuriyeti Ankara Büyükelçisi
Kazak edebiyatında öykü anlayışıyla günümüz okurlarının beğenisini kazanan Nağaşıbek Kapalbekulı, söz sanatının usta yazarı olarak özel bir ilgiyi hak etmektedir. Süyinbay Aronulı, Jambıl Jabayev gibi meşhur Kazak ozanlarının manevî mirasını tanıtmak ve gelecek nesillere aktarmak amacıyla birçok araştırma eserlerine imza atan yazar, Kazak tarih ve folklorundan bol bol istifade ederek kaleme aldığı edebî eserlerinde, millî değerleri yansıtmıştır. Hatta Kazak edebiyat ve söz sanatı tarihinde adı geçen ozanlar ile baturların hayatlarını öykü diliyle anlatmıştır.
Yazar, bağımsızlık döneminden önce ve sonra Kazak toplumunda yer alan değişimleri, yaşanmış olayları ustaca resmederek günümüze aktarmaktadır. Sade hayatın, temiz duyguların izlerini eserlerinde barındırarak gönül ferahlatıcı, hatta okşayıcı bir tarzla geleceğe ümitle bakmaya teşvik etmektedir. Öyle ki, hayatın elem dolu karelerine bile olumlu bakarak değerlendirebilmeyi öğretmektedir.
Türk dünyası kültür ve sanatıyla her zaman zenginliğini korumuştur. Manevî değerlerine sahip çıkarak daha çok gelişmeyi, hem ulusal hem de uluslararası düzeyde yükselmeyi hedeflemiştir. Bu açıdan Türk dili konuşan halklarımızın birbirini daha iyi tanıması ve kültürel değerlerini benimsemesi önem arz etmektedir. Özellikle, edebiyat alanındaki çalışmaların farklı dillere çevrilerek tanıtılması kültür diplomasisinin gelişmesine büyük katkı sağlamaktadır.
Değerli Kazak yazarı Nağaşıbek Kapalbekulı’nın birçok öyküleri Türkiye’de sürekli çıkan çeşitli edebiyat dergilerinde, öykü antoloji kitaplarında yayımlanmıştır. Bu kitapta yer alan öyküler okurlarımızın ilgisini çekeceğinden eminiz. Eseri Türk diline çeviren Elmira KALJAN’a ve yayına hazırlanmasında emeği geçen Avrasya Yazarlar Birliği’nin “BENGÜ” yayınevine teşekkürlerimi sunar, bu kitabın okurlarımıza ve öykü severlere yararlı olmasını dilerim.
Takdim
Yakup ÖMEROĞLU
Avrasya Yazarlar Birliği Genel Başkanı
Türk dünyası kültür ve sanatının ayrılmaz parçası olan Kazak edebiyatı, oluşum tarihinden bu yana eşsiz ve emsalsiz ürünler vererek dünya söz sanatının gelişmesine büyük katkılar sağlamaktadır.
Abay, Mahambet, Jambıl gibi zamanları aşan çok değerli söz ustalarıyla çığır açarak Ahmet Baytursınulı, Muhtar Auezov, Beyimbet Maylin, Mırjakıp Dulatov, Mağcan Jumabayev gibi kamet-i balalarla temeli atılan, Gabit Müsirepov, Sabit Mukanov, Taken Alimkulov, Abdicemil Nurpeyisov, Şerhan Murtaza, Mukagali Makatayev, Kasım Amanjolov gibi aydınlarla gelişen, Abiş Kekilbayev, Dulat İsabekov, Beksultan Nurjekeulı, Kabdeş Cumadilov gibi yazarlarla yelpazesini genişleten Kazak edebiyatında, öykücülük geleneğini devam ettiren Kazak yazarı Nağaşıbek Kapalbekulı’nın birbirinden ilginç ve güzel öykülerini bu kitapta sizlere sunmaktayız.
Yazar Nağaşıbek Kapalbekulı ter-ü taze duygularla, samimi hislerle yazar. Karmaşık kurgulardan kendisini uzak tutarak basit bir olaya renk katar, boya çalar, böylece hayatın bir tek karesini insanın bütün bir ömrüne yayarak, alabildiği kadar genişleterek sığdırır. Yani efsaneleştirir, öyküye dönüştürür.
Nağaşıbek Kapalbekulı hayatı boyunca Kazak millî değerleriyle beslenerek millî kültür ve sanatın sesi ile soluğu olmuştur. Kalem erbabı için bu çok önemlidir. O, birçok Kazak ozanının hayatını inceleyerek bu millî değerleri eserlerine başarılı bir şekilde taşımış ve tanıtabilmiştir. Bundan dolayı eserinin Türkiye Türkçesine kazandırılması kardeş Kazak halkını tanıma adına önemli bir çalışma olduğu aşikardır.
Kuş Kanadı, Kazakistan bozkırlarına, yiğit Kazak insanının gönlüne doğru bir çırpınıştır.
Emeği geçenlere teşekkür ediyorum.
BİR DERİ BİR KEMİK
Arka taraftan nahoş bir koku geliverdi burnuma. İnler gibi sesler çıkaran koca otobüs, sallandıkça koku iyice burnuma geliyor, rahatsız ediyordu. Sonunda dayanamadım ve önümdeki gazeteyi düşürmüş gibi yaptım. Onu kaldırırken dönüp baktığımda, en arka koltukta oturan genç kızı ve delikanlıyı gördüm.
Delikanlı, mezar kaçkını gibi çok zayıftı. Yüzü morumsu bir renkte, gözlerinin etrafı kararmış idi. Yanında oturan, yüzü böbrek biçimli kızın gözlerinde hiç parlaklık yoktu. Yok olmaya yüz tutan, cansız bir taştı sanki. İkisine bakıp “Tamam, bunlar demek ki…” diyerek kızgın bir şekilde yerime oturdum.
Kaplumbağa gibi acele etmeden soluk soluğa hareket eden koca kırmızı otobüs, Korday Geçidi’ni geçtikten sonra oflaya puflaya durunca içindekiler kendilerini dışarıya attılar. Yolcular lokantaya girip yiyecek ve içecek alırken iki genç yolcu, biraz uzaklaşarak sigara içmeye başladı. Seksevil odunuyla kızararak pişen, yağı damlayan şişi iştahla çiğnerken göz ucuyla o tarafa baktım. Yüreğim ağzıma geldi. “Şunlara bak! Sigarayı sırayla ağızlarına alıp nasıl da hevesle dumanını içlerine çekiyorlar. Zavallıların her ikisi de esrarkeş demek. İnsandan köpek olarak doğmuş, çürük, azgın hayvanlar sizi! Acizler sizi!” dedim içimden.
İkili, ağızları kulaklarında lokantaya girdiklerinde, onların sigara içtikleri yere gittim, attıkları izmariti buldum ve ayağımla çevirerek baktım. Eski “Belomorkanal” sigarası idi. “Şerefsizler sizi!” Aniden midem bulandı, yediklerim ağzıma gelmişti.
“Es-rar, es-rar! Şu hayat ne kadar da esrar!”
Çok eskiden yaşadığım korkunç bir anı, gözlerimin önünde dans etmeye başladı.
* * *
Askerliğimi Uzak Doğu Rusya’daki Habarovsk ve Vladivostok denen şehirlerin ortasında, Lazo adlı küçük bir mezra yakınlarında, sınır eri olarak yapmıştım. Sınır eri olalı altı ayı geçmişti. Yazın kavurucu sıcak günlerinin birinde, iki er daha katılmıştı bize. İkisi de Moskovalıydı. Valdemar adlı kırmızı burunlu, cılız delikanlı, lezzetli yiyeceklerinden ikram ederek, beni kendine yaklaştırdı, bana samimiyet gösterdi. On dokuz yaşındaydım. Bir tekmeyle demiri koparacak kadar güçlü, o kadar da saf ve dikkatsiz gençlerdendim. Henüz rüyasını bile görmediğim elektrikli tıraş makinesi hediye edince sevinmiştim. Evinden sık sık büyük postalar geliyordu. Kendisine bir şeyler geldiğinde de beni unutmuyor, her zaman bana özel ilgi gösteriyordu. Hep şeker, çikolata türü tatlılar ikram ediyordu. Böylece aramızda bir yakınlık oluşmuştu.
Günlerin birinde ikimiz sınır nöbetinde iken:
“Sizde esrar yetişiyor değil mi?” dedi bana.
Esrar yetiştirme ile ilgili hiçbir şey duymamıştım. Arkadaşımı esrar hakkında bir şey bilmediğime inandırmaya çalıştım.
“Sen arkadaşlarına mektup yaz. Sizin oralara yakın bir ilçe var, orada çok bulunur. Tarladaki ekin gibi çıkan yabani bir ottur. Sana posta ile göndersinler. Parasını veririm. Hatta satar, zengin bile oluruz. Satın alacakları kendim bulurum.” dedi.
Aniden korku düştü içime. O zamanlar esrar, bizim için sadece yurt dışında olabilecek bir şey gibiydi. Esrarkeşliğin illet olduğunu az da olsa duymuşluğumuz vardı ama Kazakistan’da bolca ve rahatça yetiştiğine inanamamıştım. Esrar sözcüğü, kulağıma “cehennem”, “deccal” sözcükleri gibi gelmişti. O andan itibaren ondan uzak durmaya, onunla konuşmamaya, yanına yaklaşmamaya çalıştım.
Sonbahara doğru sınır ordugâhındaki direkleri düzeltme, temellerini sağlamlaştırma ve onarma işi çıktı. Bu iş için gruplara ayrıldığımızda, Valdemar’la ikimiz bir ekip olduk, en dip kısma gönderildik.
Valdemar, bizi oraya bırakanlar ayrılır ayrılmaz, etrafa göz gezdirdi. Sonra kırmızı burnunu ovaladı ve gözleri parlayarak kahkaha attı:
“Yaa, şuna bak! Şu güzelliğe bak! Muhteşem! Şu kayın ağaçlarının bulunduğu alandan bu tarafa kadar esrar yetişiyor. Hadi gel, göstereyim.” dedi. Sağa sola bakmadan, koşarcasına ilerlemeye başladı. Daima uyuşuk bir hâlde, yarı baygın dolaşan adam, sevinçten oğlak gibi zıplıyor, mutluluktan uçuyordu. Yaz sıcağında kavrulmuş ve tomurcukları kurumuş olan uzun uzun bitkileri uçlarından koparmaya başladı. O kadar keyiflenmişti ki, sihirbaz gibi gözlerini döndürerek kahkaha üstüne kahkaha atıyordu.
“Nikolay şu zenginliğe baksana! İşte, buraya gel!”
Kenevirin kurumuş tomurcuklarıyla birlikte kurumuş yapraklarını da kopardıktan sonra, asker gömleğini çıkardı, yakasını ve iki kolunu bağlayarak içini doldurmaya başladı.
“Bu, esrar! Artık çok keyifli bir yaşamımız olacak!” diyordu dikkatle toplarken.
Benim için tuhaf, ilginç bir şeydi. İnsanların yasaklara karşı duyduğu bir merak ve ilgi vardır ya… Onu izliyordum.
“Gel Nikolay, yardım et.” diye beni çağırdı.
Askerdekiler benim Kazakça adımı söyleyemediklerinden, bana Nikolay diyorlardı. Yanına gittim. Topladığı keneviri avuç içiyle ovalıyordu. Çok geçmedi, elinde kalan reçineyi temizleyip toplayınca, bıldırcın yumurtası gibi simsiyah bir top oluverdi. Topu alıp taşın üzerine atarak vura vura yumuşattı. Ondan sonra teneke bir kutuya aldı, altına ateş yakarak kuruttu. Çıtır çıtır kuruyan simsiyah reçinenin ucundan küçücük bir parça kopardı ve bunu ayrı bir gazeteye alıp iyice öğüttü. Cebinden sigara çıkardı. Bu sigaranın tütünü ile iyice öğütülmüş reçineyi karıştırdı, karışımı kâğıda tekrar sararak sıkıca doldurdu. Sigarayı yakar yakmaz dumanını dışarı çıkarmadan iki avucuyla kapatıp öyle bir keyifle içine çekmişti ki…
“Al, içer misin?” dedi ışıl ışıl gözlerle.
“Hayır, hayır! Ben hayatımda elime sigara almış insan değilim!”
“Eh Nikola, Nikolay! Ne kadar keyifli bir yaşamdan mahrum kaldığını bir bilsen! Bu büyük bir keyiftir. Cennettir, rahatistandır. İşte şu cigaraya dolma denir, dolmayı çektiğinde kafayı bulursun.”
Valdemar, sardığı sigarayı bitirmeden ucunu tükürükle söndürdü.
“Bu dolma üç dört kişiye yeter. Tamamını içersen kaldıramayıp ölebilirsin. Neştyak!” diyerek kıkır kıkır güldü.
Gözleri küçülmüştü. Taze et çorbası içen, yeni doğum yapmış kadın gibi terliyordu.
“Neştyak[1 - “Muhteşem” anlamına gelen Rusça argo kelimedir.]!” diyerek yan yatıp keyifle gülmeye devam etti.
“Neştyak dediğin nedir?”
“Hey, onu da mı bilmezsin? Neştyak, muhteşem bir can rahatlığı demektir. Başka bir dünyada dolaşırsın. Keyif ise onun cennetidir. Ya ne kadar anlatırsam anlatayım anlamazsın sen.” diye kıpkırmızı olan küçük burnunu ovalıyordu.
“Moskova’ya getirilen mal, saf değildir, karıştırılır. Çeşitli kimyasal madde falan filan katarlar içine. Tam doğal değil yani. Aşırı pahalıdır üstelik. Kontrol etmeye zaman kalmaz, ölecek hâle gelince çaresiz istenilen parayı verirsin. Pek çok gencin parası yoktur, parası olmayınca da yapacak bir şeyi kalmaz. Oğlanlar hırsızlıkla, kızlar fahişelikle uğraşıp esrar satın alırlar.”
“Valdemar, sen de hırsızlık yaptın mı?”
“Yok ya. Benim babam tüm Rusya demir yollarının başkanıdır, durumumuz iyidir. Biricik oğluyum ya, beni uluslararası diplomatlar yetiştiren enstitüye kaydettirmişti. Orada bakan, general, başkan gibi yüksek makam sahiplerinin çocukları okurlar. Çoğu esrar kullanır, kötü işlerle meşgul olur. Ben de bir süre sonra atılacak duruma geldim. Ailem baktı durum ciddi, beni buraya, kimselerin ulaşamadığı ordugâha özellikle gönderdiler.”
“Ne zaman alıştın buna?”
“Bizde altıncı, yedinci sınıfa giden öğrencilerin sigara içmesi alışılmış durumdur. Ebeveynler hep iştedirler, sense evde tek başına sıkılırsın. Sıkılınca da arkadaşlarını çağırıp sigara ve şarap içersin. Üst sınıflara imrenerek esrar çekmeye başlarsın. Sonra da bırakamazsın. Özlemini çekip arar durursun. Ben de ilk başlarda can sıkıntısından içtim, yavaş yavaş tam esrarkeş olup çıktım. İçmeyince duramıyorum. Kriz gelince içmezsek hâlimiz harap olur. Allah korusun, o durumda bulunursan tüm kemiklerin sızlar. Etlerin parçalanır gibi olur. Bedenindeki sinirler çekilir, için tamamen kurumuşçasına kalırsın. Bedenin koca taş sokulmuş gibi ağırlaşır. Beynin zonklar, kafatasın çatlayacakmış gibi olur. En sonunda kendini koyacak yer bulamazsın, çıldırırsın. Gözlerine kan oturur. Ne yapıp ne ettiğinin farkında olmazsın ve bir çimdik esrar için ne tür suç olursa olsun yaparsın. Hatta birini öldürmeye bile hazır hâle gelirsin. En üst seviyesine ulaşınca da komaya girersin. Zihnin ve duyguların tamamen ölür, hayatta tek önemli şey esrar bulmaktır sanırsın. Başka hiçbir şey ilgini çekmez olur, bunun için her şeyi verirsin. Ne yapıp ne ettiğini kontrol edemezsin. Zamanlıca bulamazsan bu dünyayla vedalaşman da gerekebilir.”
“Annenle baban esrar kullandığını biliyorlar mı?”
“Bilirler. Gizlice tedavi ettirmeye çalıştılar. Tedavi eden doktora da para verip kullanmaya devam ettim. Okuldan atılacak gibi olunca, beni esrardan koparmak, içen dostlarımdan ayırmak için buraya, askere gönderdiler. Ama görüyorsun, bu da çare değil. Bırakamadım. Şunun gibi keyif âlemine nasıl kıyarsın? Nasıl bırakırsın? Bu bir cennettir, cennet!”
Valdemar, kıpkırmızı burnunu sıvazladı, konuşmayı kesti ve cebinden para çıkarıp bana verdi.
“Nikolay, sen bakkala gidip salam, kraker, kaymak getir. Dolmadan sonra iştah açılır, sürekli bir şeyler yemek gerekir. Sen gelene kadar ben de biraz keyfime bakayım.” diyerek sonbaharın ılık havasında uzandığı yerde uyuyakaldı.
Rusya’nın Uzak Doğusu’nun vızıldayan, uğuldayan kalabalık sinek ve böceklerine bana mısın demedi. Ordugâhtaki bakkaldan yiyecekleri getirdiğimde Valdemar, solucan gibi eğri büğrü bir biçimde ayakta durmuş, esrarını yakıyordu. Büyük bir hevesle, dumanını hiç dışarı vermeden içine çekti, yuttu. Biraz sonra gevşeyen bedeniyle rahatlayıp kıkır kıkır gülmeye başladı. Esrar içen birini hayatımda ilk defa görmüştüm.
“Bunu kimseye söyleme, hapse atarlar. Sovyet kanunu çok serttir. Oysa yurt dışında çok rahattır bu konu. Nerede ve ne kadar içeceğini kendin bilirsin. Oralarda çok da ucuz olduğu söylenir üstelik. Al Nikola, kendine bir şeyler alırsın.” diyerek üç som[2 - Sovyetler Birliği dönemindeki para birimi] parayı cebime sokuşturdu.
O zamanlar sınır birliklerinde askerlik yapanlara ayda iki som verilirdi. Som, çok değerliydi. Zaten bu rezaleti söyleyip ne yapacaktım, başıma bela mı alacaktım? Onunla birlikte beni da hapse atarlardı.
O öyle keyfine bakadursun, ben akşama kadar sınırdaki yamulmuş direkleri düzelttim, ter içinde kalıp çalıştım. Valdemar, esrarı çekip kıtır kıtır krakerini çiğnedi, lıkır lıkır su içip kıs kıs gülerek yattı.
“Şu gerçek bir zenginliktir. Kenevirin kurumuş tomurcukları ile yapraklarını öğüterek sigaraya karıştırıp içmek de mümkündür. Ancak o şekilde yüksek kaliteli mal değil, ham madde elde edersin.” diyen Valdemar, dönüşte iki cebini de doldurmuştu.
Tüm sonbahar, nöbette olmadığımız zamanlarda, direkleri ve nehir suyunun alıp götürdüğü yol kenarlarını onaracaktık. Hem nöbete, hem çalışmaya Valdemar’la birlikte gidiyorduk. Ancak çalışan bir tek bendim, o bir ay boyunca esrarını çekip kafayı bulmakla meşgul oluyordu.
O sene, kış erken başlamıştı. Önce bir hafta durmadan soğuk yağmur çiseledi ve devamı kara dönüştü. Pasifik Okyanusu’ndan esen soğuk ve sert rüzgâr iliklere işliyor, insanı huzursuz ediyordu. Ordugâha kömür getirilmediğinden ve soba yakmak için henüz erken olduğu düşünüldüğünden, geceleri titreyerek geçirir olmuştuk. Soğuktan insanın uyuyası gelmiyordu.
Bu arada, Valdemar’in başkanlık ettiği bir grup asker, karanlık çöker çökmez Lenin Odası’na toplanırdı. Lenin Odası, dipteki siyaset derslerinin işlendiği ve görsel ders araçlarının bulunduğu özel bir salondu. Adı geçen odada toplanan kalabalık, bütün gece durmadan gümbür gümbür konuşur, yüksek sesle kahkaha atardı. Bazen ben de ısınamayınca ve soğuktan uyuyamayınca asker paltomu üzerime geçirerek yanlarına giderdim.
Daire oluşturarak oturan beş-atlı asker, bir tane sigarayı sırayla alıp büyük bir zevkle içlerine çekerdi. Kahkaha atıp zevkten mest olurlar, krakeri kıtır kıtır çiğneyerek çay içip sohbete dalarlardı. Mantıklı bir şey konuşulmazdı, olur olmadık şeylere gülüp yerlere yatarlardı. Çok mutlu görünürlerdi. Ortalarına da burnu kıpkırmızı Valdemar’ı alırlardı. Salonun camını battaniye ile kapatıp odayı karartırlardı. Bu grup, ilk başlarda dört-beş kişiydi, sonrasında sayı gitgide artmıştı. Kışa doğru soba yakıldı. Üst üste yağan kar, dizlere kadar gelmişti. Ona rağmen, bazen Valdemar’ın başkanlık ettiği gruptan iki-üç kişi:
“Savaş alanına gidiyoruz.” diyerek gece gece o kenevir alanına doğru yola koyulurlardı. Üstleri ve başları kırağı tutmuş bir şekilde, koca birer çuval sırtlarında, dağı koparmış gibi sevinçle dönerlerdi. Lenin Odası’nı dumanla doldurup bütün geceyi orada geçiren sapasağlam ve güçlü delikanlılar, ancak sabaha doğru camı açıp odayı havalandırırlardı. Gün ağarırken, gözleri kan çanağına dönmüş bir biçimde kendilerini yataklarına atarlardı. İlk aylarda esrar içen askerler, yemeğe doymak bilmemişlerdi. İyice beslenmiş, dolgunlaşmışlardı. Hatta beden eğitiminde dinçleşerek güçlenmişlerdi, kasları bile ortaya çıkmıştı.
“İşte gördün mü? Gerçek sporcu oldun. Bir bak aynaya, daha da güçlü olacaksın. Bunun yararlı olduğunu söylemiştim ya sana.” derdi askere Valdemar, sırtını sıvazlayarak.
Ancak dört-beş ay sonra, esrarcıların burunlarının üstünde kırmızı lekeler oluşmaya başladı ve gözleri çöktü. Artık yarı baygın hâlde, yorgun, bitkin ve aptal aptal dolaşır olmuşlardı. Altı ayın sonunda ise devamlı kullananlar, tamamen kuvvetten düşmüş, unutkan olmaya başlamışlardı. Eski gençlik enerjilerini kaybediyor, gözlerimizin önünde ruha dönüşüyorlardı. Çoğu iyice zayıflamıştı, kemikleri sayılacak hale gelmişlerdi. Canlı ruhlardı ortalıkta dolaşan sanki.
Gençlik dönemi değil mi, bu dönem her şeyin merak edildiği, olmadık şeylere imrenilen bir dönemdi. Kafayı bularak kahkaha atanların, gürültü patırtı koparanların sayısı arttıkça insanların ilgisi artıyordu. Ben de sık sık yanlarına gidip uzun uzun onlarla kalıyordum. Doğum günüm Mart ayının tam ortasındaydı. Lenin Odası’ndaki askerlere konserve, tatlı ve kraker getirmiştim.
“Gel Nikolay, doğum günün ya, şunu dene. Sadece bir-iki defa çek de bir bak.”
“Ya bu dolma muhteşemdir!”
“Kafayı bul! Doğum gününde seni göklere götürecektir bak.”
“Bak, şöyle çekeceksin içine, ne kadar güzel! Doğum günün kutlu olsun! Önemli bir yaş! Yirmi yaşına girdin! Bir şey görmeden mi geçeceksin bu hayattan? Yaşam ne için vardır? Bunun gibi zevkleri tatmak, eğlenmek için, mest olmak için vardır. Gel hadi.” diyen Sergey adlı Almatılı hemşerim, bıyıklı, güçlü kuvvetliydi.
Büyükçe sarılmış dolmasını itiraz etmeme bakmadan elime tutuşturdu. Yanındakiler de hep birlikte gürültü kopardı ve Sergey’e destek vermeye başladılar. Tadını bilen sınır askerleri, bunun enerji veren çok güzel bir ilaç olduğunu anlattılar.
“Bir delikanlı, kızdan ve dolmadan mahrum kalmamalı!”
“Bir defa çekiver!”
“Delikanlı dediğin her şeyi yaşamalı.”
“Hey esrar, esrar! Yaşam nasıl da esrar.” diyerek şarkı söylemeye başladılar.
“Bir dene sadece, beğenmezsen içmezsin! Nikalaş tut, doğum günün kutlu olsun!” diyen Valdemar ve arkadaşları, üzerime gelerek, kalınca sarılan sigarayı elime tutuşturduklarında, ağzıma nasıl götürdüğümü hatırlamıyorum.
“İçine çek! Güzelim değerli malı ziyan etme!”
“Haydi, haydi! Hızlı, hızlı!”
“Aferin! Bir daha çek! Bir daha!”
Gürültü koptu, herkes gülerek alkış tuttu.
“Hey esrar, esrar. Yaşam nasıl da esrar!”
Üç-dört defa çektiğimi hatırlıyorum. Duman boğazıma takılmıştı. Gözlerimden yaşlar aksa da üzerime geldiklerinden dolayı, çekmeye devam etmişim. Derken, bir an yer yerinden oynadı, her şey alt üst olup etraf dönmeye başladı. Oturduğum yerden kalktım, sallanarak yatağıma attım kendimi. Çok yorgun hissediyordum. Yatağa gidene kadar iki defa geriye doğru düştüm. Yüreğim ağzıma geldi, gözlerim yuvalarından fırladı. Hiçbir şey görmüyordum. Etraf alev alev yanıyordu, ben de yanıyordum sanki. Yoksa yüksek ve dimdik kayadan aşağıya mı düşüyordum? Azrail gibi, Albastı gibi, bir ağırlık üzerime çökmüş, boğuyor muydu beni? Neyse, dehşet verici anlaşılmayan anlardı. Azı dişlerini gıcırdatan, yumruk kadar kız biçimindeki binlerce veya milyonlarca şeytan, kahkaha atıp “Ecel! Ecel! Ecel!” diye etrafımda dönerek benimle dalga geçiyordu. Hıçkırarak ağlamak istedim, sesim çıkmadı. Zemin kelebek gibi fır fır dönüyordu, yürüyemiyordum. Ciğerlerim ağzıma kadar gelmişti, midem bulandı ve uzun uzun kusmaya başladım.
Birileri beni köpeği sürükler gibi sürükleyip lavaboya götürdü ve üzerimdekileri çıkarıp hortumdan akan buz gibi su ile öyle bir yıkadı ki… Üzerime binen cin ve şeytanlar, suda bağrışarak zıplıyor, katıla katıla gülüyorlardı. İç organlarım tamamen dışarıya çıkmıştı sanki. İçimde bir şey kalmamış olsa da midem bulanıyordu, hıçkırık tutmuştu. Kendimi koyacak yer bulamıyordum, beton zemin üzerinde bir ileriye, bir geriye geliyordum. Üzerime su döken askerler ise keyifliydi. İlginç bir film seyreder gibi eğleniyorlardı. Sonrasında bütün gece kendimden geçmişim meğer. Ne yapıp ne ettiğimi hatırlamıyordum bile. Sabaha doğru ayıldığımda, yatağıma bağlanmış olduğumu fark ettim. Susuzluktan bedenim iyice kurumuştu. Ölmek üzereydim. Yanıma nöbetçi yaklaştı ve:
“Kendine gelebildin mi?” diye sordu korkarak. “Sen tam delinin tekiymişsin. Zar zor bağlayabildik.” diyerek beni çözmeye başladı.
Bağlanmış kısımlar kanlanmış, morararak şişmişti. Bir gözüm açılmıyordu. Bedenimi kaldırmakta zorlanıyordum. Nöbetçinin getirdiği bir bardak suyu kafama diktim ve kendimi yatağa yeniden atınca uyuyakaldım. Üşüttüğümü, hastalandığımı düşündüklerinden, bana dokunmamışlar. Öğleye doğru uyandım. Geceki nöbetçi, bana yakınlık göstererek olanları anlattı.
“Hadi şu yemeğini ye, biraz kuvvet topla. Azmış şeytanlara uymuşsun. Esrar içen insan, sonunda kendini yitirir, hayatını kaybeder. Şeytanlar dumanla birlikte bedenine girer ve tüm iç dünyanı kemirerek yiyip bitirir. Sen onlardan farklı insansın, çok okuyorsun. Onlara yanaşma, bırak.” dedi Raşid.
Raşid, çok zayıf bir Tatar askeriydi. Bana akıl vermeye çalışıyordu. Haklıydı. Üzerime dökülen soğuk su nedeniyle ciğerimi üşütünce, kendimi hastanede bulmuştum. Habarovsk şehrindeki bu büyük askerî hastanede bir ay kaldım. İyice zayıflamış, ağzımın etrafı uçuklanmış bir hâlde çıktım hastaneden. Hiçbir şeye ilgi duymuyordum. Moralsiz, uykulu ve bitkin dolaşır olmuştum.
O taraflarda ilkbahar geç gelirdi. Ussuri Taygası’ndaki sık orman dibindeki üzerine hiç basılmamış kar, erimeden uzun süre kalırdı. Havalar iyice ısındığında bile kırmızı renkli suya dönüşür, toprak üzerinde kalmaya devam ederdi. Bölge, yazın bile tamamen kurumazdı, etraf çamur içinde olurdu. Yüzeye çıkan çamurlu suyun üst kısmı yeşilimsi, altı tamamen bataklıktı. Yazın sıcak havalarında çevre sinek, sivrisinek gibi haşerelerle dolup taşardı. Bunlar, vücudun açık yerlerini soktuklarında, zehir gibi acıtırdı canını. Bütün yaz kırmızı yaralar kaplardı sokulmuş yerleri.
Yazın, havalar ısınmaya başladığında hastaneden çıkıp ordugâha geldim. Benim hâlimi gören herkes çok korktu.
“Derin kemiklerine yapışmış. Seni melekler korumuş. Yoksa esrarkeş olup çıkardın.” dedi Raşid, beni özel ve samimi bir konuşmaya çekerek. “Sen büyük aydın olacaksın. Seni koruyan güçlü ruhlar var. Onlar senin kötü alışkanlık edinmeni engellediler. Benim babam hocadır, ben her şeyi bilirim. İçinden besmele çek, Allah’ı anmayı unutma.”
Böylece, Allah yüce ki, biri esrar koktuğunda hemen duymaya başlamıştım. Kokandan iğrenir, midem bulanarak ondan uzaklaşırdım.
Gece yarıları gürültü koparan Lenin Odası’na artık adımımı atmaz olmuştum. Ölümden döndüğüme bizzat şahit olan Valdemar ve arkadaşları, beni bir daha rahatsız etmediler. Esrar kullanmadan, kötü alışkanlıklar edinmeden sağ salim memleketime döndüm. Aradan uzun yıllar geçse de, bir yerde bulunan esrarı gördüğümde, içen birine rastladığımda, hemen kokusunu almam bu nedenlerledir. Kokuya alıştırılmış köpekler gibi, otobüslerde, minibüslerde, duraklarda esrarcıları hemen tanırım. Bugünlerde gün geçtikçe bu illete yakalananlar artıyor da artıyor.
* * *
İşte bu anılarım, bu kokuyla canlanmıştı. Otobüsteki gencecik iki insanın bu hastalığa yakalanmış olmalarına derin üzüntü duymaktaydım. Gençlik döneminde ben de Rusya’nın uzak doğusunda az daha aynı hastalığa kapılacaktım. Meleklerim mi korudu, ruhlar mı destekledi bilmem, hayatın sınırına gidip geldiğim bir gerçekti. O dönemlerde esrardan keyif almış, onu sevmiş olsaydım, ruha dönüşüp esrarkeş olarak kurumuş gitmiş, hayata çoktan veda etmiştim. Esrar düşkünü olanların ancak on-on beş yıl yaşadıklarını, yaşamlarının iyice kısaldığını sonradan öğrenmiştim.
Şimdi ise aynı otobüsü kullandığım bu çiftten buram buram gelen kötü koku, midemi bulandırıyor, beni öldürüyordu. Geğirerek kusacak gibi oldum. Kusarsam rezil olacaktım. Kim anlardı beni?
Arkada oturan ikili, kafayı bulmuş, gülüyordu. Mest olup ölmek üzere olan civciv gibi cıvıldaşıyorlardı. “Ne diye mest olurlar bunlar? Ne büyük sorunla karşı karşıya olduklarını biliyorlar mı zavallılar? Anne ve babaları vardır, onlar biliyorlar mı acaba?” diye düşündüm. “İnsan kılığındaki hayvandır bunlar. Küçük bir parça esrar uğruna hiçbir şeyden çekinmeyen zalim canilerdir. Suya atılmış deri gibi çekilmiş, büzülmüş canlı tulumdur hepsi. Etrafı sarmışlar, çoğalmışlar iyice.”
Ortaokullarda, yükseköğretim kurumlarında ve değişik iş yerlerinde çokça olduklarını biliyordum. ХХI. Yüzyılda ülkemizin dizginini kimlere güvenip de teslim edecektik? Artık altmış yaşımı geçmiştim. Yıllarca canla başla çalışmıştım, şimdi ise bir tek maaşla geçimimi sağlamaya devam ediyordum. Hayatım boyunca vicdanımın temiz olmasına özen göstermiştim. Bizim nesil böyleydi. Peki, bu nesil? Bunlar herhangi bir şeyle ilgilenmiyorlar, hiçbir şeyden etkilenmiyorlardı. Tek düşündükleri esrar, zehir, dumandı. Onun için her şeyi kurban etmeye hazırlardı. Rusya’da her dört öğrenciden birinin esrar içtiğini okuduğumda çok şaşırmıştım. Peki, bizde nasıldı?
Her sokak, her köy kimin ne kadar esrar kullandığını bilir, hissederdi. Ancak seslerini çıkarmazlar, görmezlikten gelirlerdi. O oburlar ise diğer gençleri kendilerine çekerek yiyip bitirirlerdi. “Keşke eskiden olduğu gibi sert cezalar kullanılsa… Bütün esrarkeşleri gözlerin görmeyeceği, kulakların duymayacağı uzak yerlere götürüp hapse atsalar. İçlerinden tedavi olabileceklerini tedavi etseler, iyice düşkünü olanları ise halktan uzak tutsalar… Onlar nasıl olsa adam olmayacaklar. Milleti içten çürüten kurt gibiler. ‘Hastalığını gizleyen ölür.’ dedikleri gibi ilerleyip kronikleşen bu illetten derhâl kurtulmazsak geleceğimiz tehlikeye girecek! Her şeyden önce okullarda öğrenciler grup grup içiyor. Çoğu kendi milletimizin çocukları, Kazak çocukları. Kazak milleti çok misafirperverdir, hem eli, hem kucağı açıktır. Ancak hem iyiden, hem kötüden çabuk etkilenir. Her şeye meyillidir. Zarar görebileceğimizi, sıkıntı çekebileceğimizi hiç düşünmeyiz. Son zamanlarda köy gençleri toplu olarak şehre göç etmekte. İş bulamayanlar, parasız pulsuz kalanlar, yaşam sıkıntısı çekip geçimini sağlayamayanlar çeşitli gruplara dâhil olmakta. Kimileri de hırsızlık yapmakta, seks ticaretine, haydutluğa karışmakta. Öylece sonunda kendilerinin yok olacakları büyük sıkıntılarla karşılaşmaktadırlar. İçki ile sigara, sonunda dermansız bir hastalık getirir. Bu hastalığa yakalanan da esrarkeş olup aklından ve bedeninden olur, cehennemin dibine gider.” diye düşünüyordum.
Yakınlarda büyük bir bakanın oğlunu defnetmiştik. Küçük yaşta uyuşturucu kullanmaya başlamış, ardından iğne ile alma alışkanlığı edinmiş. Fazla doz alınca hayatından olmuş. İkinci oğlunun tedavi gördüğünü söylüyorlardı. Ebeveynler iş peşine düştüklerinden çocukları yetiştirme işine bakamamışlar. Sokaktaki kötü niyetli, başıboş dolaşan çocuklar, onu tuzağa düşürmüş. Zengin çocuğu olduğu için, inek sağar gibi kullanmışlar, uyuşturucuya alıştırmışlar. Çocuklar bu şekilde katıldıkları kötü arkadaş çevresinin etkisi altında kalıp kötü alışkanlıklar edinirler. Anne karnından tertemiz bir melek gibi aydınlık dünyaya gelip pis bir illet yüzünden sıkıntı çekerek hayatında görmediği, bilmediği kötü bir alışkanlıktan rezil bir şekilde toprağın karnına girenlerin günahı ve sevabı kimde olacak?
Şu derde bak!
* * *
Otobüs, bir grip hastasının nefes alışverişi gibi sesler çıkararak, Merki yakınlarındaki Aspara adlı yeşil ve kamışlı bir yerde vagon-ev biçiminde sıra sıra dizilen yemekhanelerin orada durdu. Kalın enseli esmer şoför:
“İnip yemek yemeniz için 30 dakikanız var.” dedi gür bir sesle.
Öğle yemeği için yediğimiz yemek gerçekten çok lezzetliydi. Güneyin yemekhanelerinde, lokantalarında hazırlanan yemeklerin hepsi çok güzel olurdu genelde. Kımızı da kıvamındaydı. İki kâse içince alnım terlemeye başlamıştı. Orta boylu şişmanca genç kadın, elimize su döktü, havlu verip epey ilgi gösterdi.
Yatılı okulda ve askerde edindiğim alışkanlıkla yemeğimi çabucacık yer bitirirdim. Bu sefer de yemeğimi herkesten önce bitirmiş, sindirmek amacıyla ileri geri dolaşırken, sıra sıra duran vagon-yemekhanelerin arka tarafında otobüsteki kızı gördüm. Yüzü kızarmış, gözleri şişmişti, suratı asıktı. Anlaşılan ağlamıştı.
Yolcuların hepsi yerlerine geçip otobüs hareket ettiğinde yanındaki delikanlı yoktu. Kız arkamda tek başına oturuyordu. Merki’de düğün için gelen yolcuların hepsi inince, otobüste ancak üç-dört kişi kalmıştık. Yerimden kalktım ve kızın yanına gittim:
“Yanınıza oturabilir miyim?” dedim.
İsteksizce “Olur” dediğini dudaklarından anlayabildim.
Merki’nin devamındaki onarılmamış yol, çukur çukur olduğundan, otobüs sürekli sarsılıyordu. Şahdamarım bile kopacak gibi oluyordu.
“Nereye gidiyorsunuz kızım?”
Bana kötü kötü baktı. “Şu yaşlı adamın ne tür bir kötü düşüncesi var acaba?” diye düşündüğü, şaşkın ve nefret dolu bakışlarından belli oluyordu.
“Vannovka’ya.”
“Şimdiki adı Turar Rıskulov Köyü değil mi?”
“Evet öyle.”
“Deminki delikanlı neyiniz olur kızım?”
“Kocam. Niye sordunuz?”
“Hiç öylesine…”
O ise hiç konuşmak istemiyordu. Dudaklarını büzmüş, ruh gibi oturuyordu.
“Güzelim neden esrar içiyorsunuz?” dediğimde, genç kadın yerinden fırladı, kurt görmüş ceylan gibi ürkek ürkek yüzüme baktı, ne yapacağını şaşırmıştı.
“Ağabey, ağabeyciğim… Amca! Nereden biliyorsunuz? Kimsiniz? Kullanmıyorum ben…”
“Sakin ol kızım. Otur, sakinleş. Sessiz ol. Ben her şeyi biliyorum. Sen de, eşin de uyuşturucu kullanıyorsunuz. İtiraz etmene gerek yok.”
“Siz kimsiniz ağabey? Aynasızlardan mısınız?”
“Yazarım.”
“Emniyettenmiş gibisiniz.”
“Hayır, ben yazarım. Ancak her şeyi biliyorum. İkiniz de uyuşturucu düşkünüsünüz. Kocan daha çok içiyor, sen yakın zamanlarda başlamışsın.”
Sesini çıkarmadan, zavallı zavallı bakışlarla bir şeyler umarcasına duruyordu.
“Emniyet yetkilisi değil misiniz?”
“Değilim dedim ya.”
“Yemin edin.”
“İşte bak inanmıyorsan.” diyerek çantamı açtım, yolda bakmak üzere yanıma aldığım en son yayınlanan iki kitabımı ve yazar kimliğimi gösterdim. O, bir resimlerime, bir bana baktı, inanmış gibi oldu.
“Size yazık değil mi? Daha çok gençsiniz.”
“Ne yapabilirim, bırakamıyorum.”
“Sana kim içiriyor?”
“Kimse. Eşime inat içiyorum.”
Ben ona askerde yaşadığım olayı anlattım kısaca.
“İşte esrarın kokusunu uzaktan alma özelliğini öyle edindim kızım.”
“Ağabey inanır mısınız, ölmek istemiyorum.” diyerek kendini geriye attı ve gözlerini kırpmadan dik dik bana baktı.
Yüreğim cız etti. Şu genç kadının intihara girişme ihtimali çok yüksekti. Ölüm ile yaşamın arasında kalmıştı zavallı. Yavaş yavaş hayat hikâyesini anlatmaya başladı.
“Eşimle aynı kolejde okuduk. Yakışıklı bir çocuktu, güzel giyinir, güzel konuşurdu. Ona nasıl bağlandığımı kendim de anlamadım. O zaman kilolu, yapılı ve güçlüydü. Sonradan çok zayıflayıp çöktü. Hamile kalınca çaresiz evlendik. Karnım burnuma geldiğinde fark ettim ki uyuşturucu kullanıyor. Doğum yaptıktan sonra beni bırakıp gitti. Delirecek gibi olup sigara kullanmaya başladım. Babamlar, ‘Rezil şey gözümüz görmesin seni! Git, kocanın ayaklarını öp, onun evinde kocamalısın, onun kapısından çıkmalı cesedin.’ dediler, yanlarına yaklaştırmadılar. Kovdular. Sonunda kendimi toparlayıp çocuğumu kucağıma aldım ve Almatı’ya gelerek kendisini buldum. Böylece tekrar bir araya geldik. Kocamın, “Git, beni özgür bırak!” diye dövmesine de, sövmesine de dayanmaya çalıştım. Nihayetinde kölesi gibi olmuştum, bir kuruşluk değerim kalmamıştı. Ruh gibiydim, artık sigara da yardım etmiyordu. Hep hüngür hüngür ağlamakla geçiyordu günlerim abisi. Kocam okulu tamamen bıraktı, arkadaşlarının hepsi kendisi gibi uyuşturucu düşkünleri. Gündüzleri camları karartıp odayı kapatır ve bütün gün kedi gibi mışıl mışıl uyur. Geceleri ise esrarını içer ve kafayı bulup dışarı çıkar. Ne parası var, ne de yararı. Biz ise aç ve çıplağız, kira borcuna batmış durumdayız. Çocuğumla ikimizin ağlamaktan başka çaremiz kalmıyor. En ufak şeyde dövme, tekme vurma alışkanlığı edindi. Bazen beş-altı erkek evimizde toplanıp evi duman içinde bırakırlar, zevkten dört köşe olup kahkaha atarak ağızlarına gelenleri söylerler. Kocam da ‘Yemek getir!’ diye bağırır. ‘Yok’ dediğimde hayvanmışım gibi tekme tokat atar, her tarafımı morartır. Tek yaptığım ağlamak olur, ağlaya ağlaya gözyaşlarım tükendi. Bazen intihar etmek istiyorum, ancak bebeğime kıyamıyorum. Onu kucağıma aldıkça içim alev alev yanıyor. Günlerin birinde onun sarmış olduğu esrarı buldum. Meraktan bir tanesini içtiğimde, sis basan gözlerimin güneş açtığını fark ettim. Rahatlayıverdim, moralim de yükseldi hemen. ‘Şu şeyin harikaymış bee!’ diyerek arada bir gizli gizli içmeye başladım. İçer içmez her şeyi unutuyordum, rahatlıyordum. Öyle öyle farkında olmadan alışkanlık edinmişim.”
“Eşin itiraz etti mi?”
“Yok ya. Öyle bir sevindi ki. Yine çok güzel bir dayak yiyeceğimi düşünmüştüm. ‘A ne güzel oldu, artık ikimiz birlikte arayacağız.’ diyerek neşelendi. Görmeliydiniz.”
“Ne kadar üzücü.”
“Bazen hayattan umudumu tamamen kestiğim olur. Yaşamak istemem. Beni bu hayatta tutan tek şey biricik oğlumdur. Yavruma kıyamıyorum. Bir yaşında, bu aralar annemlerde. Resmini görmek ister misiniz?”
“İsterim.”
El çantasını tık diye açıp avuç kadar bir resim çıkardı. Çok sevimli bir bebek gülümsüyordu resimde. Melek gülümsemesi…
“Oğlun çok sevimli imiş, melek gibi.”
“Çok akıllı. Annemlerde şu anda. Beni arıyor, özlüyor, bekliyor. Sık sık gitmek için param olmuyor. Arada bir ziyaret ederim. Bugün de yanaklarından öper, özlem gideririm herhâlde.”
“Kocan neden Aspara’da kaldı?”
“Abi, eşimle bir gün geberip gideceğiz muhtemelen. O iyice zayıfladı, bir deri bir kemik kaldı. Zamanlıca içmediğimde benim de kollarım ve bacaklarım kasılır, yataktan kalkacak güç bulamam.”
“İrade lazım, bırakırsınız.”
“Nerdeee? Jorik iyice müptelası oldu, iğne bile kullanıyor. Poliste kayda alınmış durumda. Bazen geceleri polisler götürür. Geceyi geçirince bırakırlar.”
“Neden hapse atıp tedavi etmiyorlar?”
“Aynasızlara zengin müşteriler lazım. Jorik gibilerden kimlik bilgilerini alır, geri bırakırlar. Onlar da geceleri dolaşıp bulduklarını paylaşırlar. Bizimki gibi tamamen fakiri tutup da ne yapsınlar?”
“Allah Allah, ne kadar zormuş.”
“Arkadaşları çok kötü, hepsi esrar içer, iğne kullanır.”
“Hepsi Kazak mı?”
“Çoğu. Üniversite öğrencileri de var, lise öğrencileri de. Anne babaları önemli görevlerde bulunanları, zengin aile çocuklarını takibe alıp ilgilerini çekerek uyuşturucuya alıştırırlar. Bir kişinin üç müşteri bulması gerekir, böylece kalabalıklaşırlar. Hepsi de yarım akıllılar. Siz kâhin gibisiniz amca.”
“Çoğu zaman söylediklerim aynen çıkar.”
“Jorik, sağ salim dönecek mi? Söyler misiniz amca?”
“Sadece hepsini anlat önce. O nereye gitti?”
O kulağıma fısıldamak için yaklaşıp başını eğince, sigara, duman ve esrar kokusu geliverdi burnuma.
“Jorik Aspara’dan inip arkadaşlarıyla birlikte Şu’ya, savaş alanına gitti.”
“Şu’da ne yapacak?”
“Orada uyuşturucu, deniz gibi engin bir bölgede yetişirmiş. Onları toplayıp getirecek, gizlice satacak. Yakalanırsa hapse atılacak, mahvolacak. Sağ salim dönerse de hayatımız kurtulacak, borçlarımızın tamamını ödeyeceğiz. Belki de zengin olacağız. Yakalanırsa iş bitecek. Zaten sağlığı iyi değil, güç kuvvet kalmadı. Bu sefer elimize bol para geçerse tedavi ettirmek istiyorum.”
Genç kadın iki eliyle yüzünü kapatıp hüzünlendi. Sıtmaya yakalanmış gibi omuzları sarsılarak titredi:
“Ağabey, otobüsün arka kapısının ön basamağına gidip sigara içip gelebilir miyim?” diye izin istedi.
“Git, git…”
“Siz içmiyorsunuz değil mi?”
“O olaydan sonra elime sigara tutmuş değilim.”
“Ya, öyle insan da olur muymuş?”
Yüzü böbrek biçimli genç kadın, kısacık kesmiş saçını arkaya atmış, ilerideki kapıya dayanarak esrarı büyük bir iştahla içine çekiyordu. Küçük buzağılar annelerini emerken başlarını sağa sola sallarlar, sevinerek büyük bir keyif alırlar ya, aynı onun gibi… Esrarı zevkle içine çekiyordu. Esrarın midemi bulandıran kötü kokusu geldi burnuma. Kusacakmış gibi oldum, zor oturdum. Genç kadın, sonrasında hızla gelip tekrar yanıma oturdu. Gözlerine kıvılcım gelmişti, parlıyordu. Yanaklarına da kan gelmişti, gülücük saçıyordu.
“Abi, abiciğim, savaş meydanından sağ salim dönerse, hem Jorik’i, hem kendimi tedavi ettirmeyi planlıyorum.”
Bir şey demedim. Ne diyeyim? Onun kendi kendini kandırdığı sözlerine nasıl inanayım?
“Annen ve baban biliyor mu?”
“Hepsi de biliyor. Kızıyorlar, arada bir hocalara, halk hekimlerine götürüyorlar beni. Kırgızistan’daki ünlü bir hocaya kadar gittik. Hiç de etkili olmadı. Zehir tüm bedenini sarmış.”
“Ya kendin?”
“Benim için artık fark etmiyor. Hayatım var ya ağabey, rüya gibi. Kafam, içine binlerce sivrisinek ve büve girmiş gibi karışır. Uyuduğumda ise rüyama yılan girer. Yalın ayaklarla, tıslayan beyaz, kırmızı, simsiyah yılanların üzerinden geçiyor görürüm kendimi. İlk zamanlarda çok korkardım, ödüm kopardı. Artık alıştım. Beyaz kafalı, uzun, ince, alacalı yılanım önüme geçip yol gösteriyor, ben de peşinden takip ediyorum.”
İç çektim, kendi kendime, “Hey erkenden solan lale gibi güzel kızlarımız, hey yaşamı rezil olan güçlü, kuvvetli yiğitlerimiz, hey! Dinç, taze gençlerimiz hey! Siz kanlı savaşta hayatınızı kaybetseydiniz, size şehit derdik. Siz de cennete giderdiniz. Peki şu binlerce insanı beyninden edip deliye çeviren, aklını alan zehir için yola çıkıp onun uğrunda vakitsiz öldüğünüzde, sizin arkanızdan ne diyeceğiz?” diye düşündüm.
“Abi söylemediniz ki, Jorik savaş meydanından sağ salim dönecek mi, dönmeyecek mi?”
Dünyanın hangi köşesinde olursa olsun dilleri aynı imiş…
Eskiden askerde Valdemar da esrar bölgesine gitmeyi ‘savaş meydanına gitme’ derdi.
“Çok zor…”
“Ağabey, biliyorum, biliyorum. O bedbahtım dönmeyecek, tuz gibi yok olup gidecek desenize. Rüya görmüştüm, çok kötü bir rüya. Gitme diye yalvarmıştım. Mahvolacak artık. Bitti desenize!”
Daha demin gülücük saçan, böbrek yüzlü genç kadın, gözyaşlarını akıtıp hüngür hüngür ağlamaya başladı.
“Ben ineyim kızım, Taraz’a geldik.”
Elimden sımsıkı tutan kadın, gözleri yaşlara dolup sesli sesli burnundan soluyarak:
“Ağabeyciğim, o gelsin, geleceğini söyleyin. Köleniz olayım!” diye silkelemeye başladı.
“Bilmiyorum kızım. Bıraksana, midem bulanıyor.”
Otobüsten iner inmez arkama dönüp baktım. Genç kadın, yüzünü cama dayamış bir şeyler söylüyordu. Yediklerim ağzıma gelmişti, midem bulanıyordu. Kafam zonklarken, duraktaki direğe dayanarak ayakta zor durabildim. Koca göbekli kırmızı otobüs, dumanını kustuktan sonra soluk soluğa yoluna devam etti.
* * *
İki-üç gün boyunca ateşim yükseldi, yediklerim geri çıktı, sürekli mide bulantısı çektim. İç organlarım olduğu gibi ağzıma gelmişti sanki. Burnumdan esrar kokusu gitmek bilmiyordu, bir türlü kendime gelemiyordum.
İki-üç gün boyunca televizyondan Şu bölgesinde büyük bir esrar grubunun yakalandığı haberi yayınlandı tekrar tekrar. Alaca çuvalı sırtına almış, çökük ve zayıf yüzlü, gözleri parlayan, bir deri bir kemik Jorik’i hemen tanıdım.
“Hey bedbaht, hey zavallı genç!”
BEYAZ PERDE
Yoğun bakım ünitesi, ölüm ile yaşam arasındaki savaş alanına benzer. Bu ünite odasında kalan hastaların da bu dünya ile öbür dünya arasındaki sınırda bulunduklarını düşünmeliyiz. İki kişilik odada uzun boylu, saçları erken ağarmış, sivri burunlu oda arkadaşım hüzünlü bir şekilde yatıyordu. Sadece arada bir, of diye göğsünü parçalarcasına derin bir nefes alıyordu. Ayağa kalkıp dolaşamayınca sıkılmıştım. Oda arkadaşımla konuşarak zaman geçirmek istemiştim. İhsas ederek onu konuşmaya çekmeye çalışıp doğru dürüst cevap alamayınca, sıkılıp yorulmuştum. Ancak üçüncü gün sırık gibi uzun boynunu kaldırıp yatağında dizlerinin üstüne oturdu. Gözlerime ilk ilişenler, hızla aşağı yukarı hareket eden boğazı, kat kat olan cildi ve biçimsiz uzun boynu oldu.
Konuşurken ipince parmakları durmadan hareket ediyordu, iki avucunu ovalayıp duruyordu. Oda arkadaşımın adı Amir’miş. Koskoca bir bakanmış. Ben de pek çok yazardan biriydim. O gün konuşmaya istekli görünüyordu.
“Senin kalbin neden rahatsız?” dedi.
Bir yaş büyük olmasından istifade ederek, resmiyeti kaldırmış, hemen ‘sen’e geçmişti.
“Küçücükken öksüz kaldık… Gülle gibi sıkıntıların hepsi tek kalbe baskı yapmıştır.”
“Hımmm…” Durmadan çıtlattığı parmakları nereye koyacağını bilmiyordu sanki. “Kalbim beni bir kere bile rahatsız etmiş değildir.” Kıs kıs güldü. “Ben genel olarak hastalık nedir bilmeden büyümüş bir insanım. Buna inanır mısın? Annem ve babam sağlar, altı kardeşimin hepsi önemli görevlerde çalışır.”
Ben oda arkadaşıma kıskançlıkla baktım. Bir insanın nasıl olur da her şeyi tam olurdu, bir insana nasıl da döke saça her şey verilirdi. Önünde annesi ile babası, ağabeyi ile ablası, arkasında kalabalık kardeşleri olanları gördüğümde yalnızlığım ve öksüz oluşum aklıma gelir, yüreğim yanmaya başlardı ya… İşte, kimi insanlar hastanenin ne olduğunu bilmeden büyürken, benim şu kemiği açılmış beyin gibi olan güzelim ürkek kalbim, çarparak ağzımdan fırlayacak gibi oluyordu. Yılda birkaç defa, ister istemez hastaneye yatıyordum. Cebimde ilacım eksik olmazdı, azıcık yorulup takatim kesildiğinde, hastalıklı kalbim kafese atılan aslan gibi göğsümü parçalarcasına içeriden vurmaya başlardı. Kurşun yemiş yaralı hayvan misali, yarı baygın bir hâlde yaşamaya ne kadar devam edeceğimi kim bilebilirdi? Yaradan Allah’a yalvararak ondan istediğim tek şey çocuklarımın aynı sıkıntıyı çekmemeleri, kimsesizlik, yoksulluk derdine maruz kalmamalarıydı.
“Beni hasta eden ne biliyor musun? Aşk!” dedi oda arkadaşım beklenmedik bir anda.
Düşüncelere dalmıştım, aniden kendime geldim.
“Neden gülüyorsun, inanmıyor musun?” diye sordu.
İstemeden kulaklarıma doğru yayılan dudaklarımı hemen toparladım. Kimi canının derdindedir, kimi de malının. Üç gün boyunca ağzından doğru dürüst kelime çıkaramadığım oda arkadaşıma ilgi gösterip başımı kaldırdım ve dik oturup dinleme isteğinde bulundum.
“Sen gül, gül. Evet, beni hasta eden aşktır! Aşk denen şeyin böyle bir zehir olduğunu kim bilebilir ki? Ooof! Dinle, yoksa her an patlayabilirim. Ben otuz yaşıma kadar hiç evlenmedim, bekâr kaldım. Yiyecek, giyecek sıkıntım yoktu. Her şey vardı, her şey yeterli idi. Ancak kız konusunda pek şanslı değildim, kimilerini ben beğenmedim, kimileri de beni beğenmedi. Öyle zaman geçerken akranlarımın hepsi evli barklı oldu, tek bekâr ben kaldım. Üniversiteyi bitirmiştim, çok da güzel işim vardı. Hayatı boyunca kadın cinsine yaklaşmayan erkek, yaşı ilerledikçe çekingenlik gibi kötü bir alışkanlık edinir, kendi kendinden şüphelenmeye başlarmış. Öyle derken kızın birine deli gibi âşık oldum. Adı ne kadar güzel, Aydolu! O zamanlar liseyi bitirenlerin tamamen çiftliğe, koyun bakmaya gitme modası vardı. Bu modanın da tam zirvede olduğu dönemdi. Aydolu da çiftlikte süt sağardı. Gencecik, on yedisini yeni doldurmuş çok güzel bir kızdı. Of! Ben, İlçe Komsomol Komitesi Sekreteriydim. Komsomol gençlerden kurulan ekiplerin çalışmasına bakmak için sık sık çiftliğe gittiğimden kızı iyice tanıma fırsatım oldu. Babası çobandı, kendi de çok sade bir kızdı. Hep ‘siz’ diye kibarca konuşurdu.
Bütün kış çiftliğe gide gele epey cesaret toplamıştım. Kucağıma alıp sarıldığımda saf saf, uslu uslu bir oturuşu vardı! Küçük çocuk gibi her şeye hemen inanıverirdi! Onun için bu dünyada benden daha eğitimli, daha bilgili kimse yoktu. Benden gözünü almadan uzun uzun bakması, her söylediğime hayret edip hayranlık duyması… Her görüştüğümde değişik değişik şeyler anlatırdım. Bende yüksek makam aşkı da vardı. Falanca başkanla birlikteydik, filanca kişiyle konuştum diye övünürdüm!
Eh Aydolu, eh! Sonunda ilkbahara doğru evine gittim. Annesi ile babası, Serektas denen yere yaylaya taşınmışlardı. Güney tarafı kırmızı taşlarla dolu dar boğaz, kuzey tarafı ise yavşan otu yetişen bir bölgeydi. Bir köşeye diktikleri keçe bir evde oturuyorlardı. 1 Mayıs bayramı kutlamaları bittikten sonra Genel Sekreter’in arabasını isteyip yola çıktık. Aydolu önceden söylemiş olmalı ki, annesi güler yüzle karşıladı. Ancak babası ağzını açıp bir kelime demedi, selamlaşırken dudaklarını hareket ettirmekle yetindi. Bir koyunu hızlıca kesiverip etlerini parçaladıktan sonra otlağa gitti. Annesi yemek yaparken bana bir şeyler sorunca Aydolu:
“Anne rahat bıraksana, utanmasın.” diye bir annesine, bir bana nazlı nazlı baktı.
Annesini hemen beğendim. Güzel annesi, çok mutlu görünüyordu. Of! Aydolu’nun annesinden bir şey gizlemediği belli oluyordu, anlaşılan birbiriyle açık konuşuyorlardı.
“Nasip olursa annemle babam istemeye gelecek, bu ayın sonunda evlenmeyi düşünüyoruz.” dedim.
Kavurma yedikten sonra yeşil alana, koyunların otlandıkları bölgeye çıktım. Kuzuları ayrı tutma zamanı bitmişti. Koyunlarla kuzular birlikte otlanıyordu. Her taraftan kuzu ve koyun melemesi duyuluyordu, hoş ve ilginç bir ortamdı. Hava da çok güzeldi, insanı güzelce sallayan hafif ve ılık bir rüzgâr esiyordu. Taşların arasından ve sert toprak tabakasından göz taşı gibi biten yavşan otu görünüyordu orada burada. Koklayınca da kokusu baş döndürüyordu. İnsanı rahatlatan güzel bir ortamdı. Pır pır uçan kuşların sesleri ne kadar hoştu!
Kızın babası, benim müstakbel kayınpederim, ilkbaharın güzel ve ılık havasına rağmen kalın giyinmişti, kafasından kalın kürkten yapılmış eski şapkasını çıkarmamıştı henüz. Kızı, geldiğimiz sırada üzerini değiştirmesini söylemiş gibiydi. Hiç tepki vermedi. İki kişi, koyunların tamamını vadinin alt tarafındaki yavaşça şırıl şırıl akan tertemiz nehre su içmeye indirdik. Sonra da yüksekçe bir tepenin üzerine geçip oturduk. Oradan etraf net görünüyordu. Yamacın üzerine güneşte iyice kuruyup yanan kıpkırmızı taşları yığmışlardı.
“Bunu neden bu şekilde yığmışlar?” diye sordum kırmızı yanaklı çobana.
“Buna kurgan derler. Serektas Kurganı burası işte. Her yerin kendi adı vardır, her yüksek tepenin üst kısmına bunun gibi kurganlar yaparlar. Şurada gördüğün iki kurganlı tepenin adı Koskudık[3 - Çift kuyu], şu vadideki suyun aktığı yöndeki bir sonraki vadinin adı Kızılsay, şu tarafımız Kakpaktı, şu uzakta bulanık bir şekilde görünen Buvırlı’dır.”
“Neden Serektas dediklerini biliyor musun?”
“Eskiden Serik denen yakışıklı bir delikanlının Aymankül adlı kıza âşık olduğu söylenir. İkisinin düğünü yapılırken yurda düşman saldırınca düğüne son verilmiş. Daha beyaz perdelerinin arkasına geçmeden, damat yurttaki diğer erkeklerle birlikte savaşa gitmiş. Aymankül her gün kendi çadırının yanına bir taş getirip bırakmaya başlamış. Böylece günler geçmiş, aylar geçmiş. Yıllar da geçmiş yavaşça. Serik ve diğerlerinin düşmanı kutsal Türkistan’ın ilerisinde takip edip kovaladıkları haberi gelmiş. Aymankül, her gün bir taş getirip örmeye devam etmiş. Kocaları savaşta olan diğer kadınlar da bunu görünce her gün bir taş getirip bırakmaya başlamışlar. Serik ve diğerleri düşmanla kırk yıl savaşmışlar, 40 yerden yara almışlar. Gencecik delikanlı, 60 yaşını geçmiş yaşlı ve zayıf ihtiyar olarak dönmüş yurduna. Özlemden iyice yaşlanıp ihtiyar bir kadına dönüşen Aymankül’ün ördüğü taşlar 40 yılda yüksek bir dağ olmuş. Her gün o dağın başına bir taşı taşıyıp bıraktıktan sonra kocasının gittiği yöne bakarmış gözleri iyice yorulana kadar. Bu şekilde bakıp otururken kayınbiraderleri yüksek sesle müjde isteyerek gelmiş koşa koşa. O haberi aldığında Aymankül, yüreği dayanamamış, kendi yükselttiği taşlı tepenin üzerinde yaşamını yitirmiş. Serik, eşinin yanına gelmiş, kafasını kaldırmış ve gözyaşları sel olana kadar, bir gün bir gece ağladıktan sonra o da yaşamını yitirmiş.
Ondan sonra bu tepe ‘Serik’in Taşı’, ‘Seriktaş’, ‘Serektaş’ adını almış. Buraya gelen giden yolcular geçerken bu tepeye birer taş getirip bırakırlar, oğlum git sen de bir taş getirip şu kurgana bırak.” dedi Aydolu’nun babası. Of!.. Babasının bu efsaneyi bana neden anlattığını düşünüyorum son günlerde sık sık. Neden anlattı?
Of! Bir taşı kaldırıp tepenin başındaki kurgana bıraktım. Aydolu’nun evinden beşparmak[4 - Kazak millî yemeği] yemeği yedikten sonra döndük. Dönerken Aydolu’nun babası: ‘Oğlum, düğün yapılmadan, kız istenmeden damadın kız tarafına gelmesi doğru değildir.’ dedi. Of!
Bir hafta geçtikten sonra beni askerlik komitesine çağırdılar. O zamanlar askerlikle ilgili yasanın sert olduğu zamanlardı. Elime askere çağırma yazısını tutuşturup altı aylığına askere gönderdiler. Altı ay asker çizmesi giyip Novosibirsk’te yer tekmeledim. Kız isteme, evlenme konuları ertelendi elbette. Yapacak iş kalmadığı zamanlarda mektup yazdım. Ondan gelen mektupları okumak da çok ilginç oluyordu. Ne kadar saf bir insandı… Ne kadar güzel ve temiz duygulardı…
Askerden sonbaharda döndüm. Geldikten sonraki ertesi gün işe başladım. Aydolu telefon edip ‘Hemen geliyorum.’ dedi. Şuradaki Şiyen’de oturur. Öğleye doğru büroma geldi. Çok özlemişim, hemen sarıldım. Hüngür hüngür ağlamaya başladı, gözyaşları sel gibi aktı!
Aydolu’mu elinden tutup derhâl Tilemis adlı dostumun evine gittim. Dostum ve eşi gelişimize çok sevinerek büyük ilgi gösterdiler. İçkili sofra kurup kutladık, eğlendik. Ardından yapılacak düğün konusu konuşulmaya başladı. Zavallı Aydolu, gözleri yaşarmış hâlde bana bakıp duruyordu. ‘Çok özlemiş anlaşılan zavallım!’ diye düşündüm. Ancak gözlerinde bir sıkıntı vardı sanki, namus ve şeref miydi bulunan yoksa? ‘Özlem denen çok zor bir şeydir gerçekten! Ben de çok özledim, artık birlikteyiz canım. Birlikteyiz.’ diyordum içimden. Of!”
Oda arkadaşım, oflaya puflaya yerinden kalkıp pencereye yaklaştı. Dışarıda ıslık çalan ayaz vardı, her taraf kırağı tutmuştu. Avucuyla camı silip bir süre sessizce dışarıyı seyretti. Ne düşünüyordu acaba? Sırık gibi uzun, ipince, kürek kemikleri kalkık adam, tekrar tekrar cama üfleyerek gözlerini dışarıya dikip öyle uzun uzun baktı ki… Kalp rahatsızlığına genelde şişman, kilolu insanlar yakalanırlardı. Şu adamda ise bir gram fazla yağ yoktu.
“Of!” dedi yine ve yatağına oturup bacaklarını aşağı sarkıtarak anlatmaya devam etti.
“O geceyi Tilemis’in evinde geçirdik. İkimize aynı odaya yatak yaptılar; benim için yere, Aydolu için kanepeye. Tilemis’le eşinin yüzlerinden tebessüm eksilmedi. Mahsustan böyle yaptık diyorlardı sanki. O, soyunmadan kanepeye bitkin bir hâlde oturuverdi. Işığı kapattım. Cesurdum. Kız çekindikçe cesaretim artıyordu. Sürüklercesine getirip yanıma yatırarak üstündekileri çıkardım. Kız, artık razı olmuştu. Meğerse… Of!”
Oda arkadaşım, iki eliyle kalın, güçlü ve beyazı artmış dağınık saçlarını sımsıkı tutup derin bir ah çekti.
“Keşke şimdi sigara olsaydı. On sene önce bıraktığım sigarayı şimdi canım öyle bir çekiyor ki. Of!.. Ne diyebilirim, kız gözyaşlarını öyle bir akıttı ki! Otuz yaşına gelen ben bilmiyormuşum, kızın kendisi nefesi kesile kesile hepsini anlattığında tüylerim diken diken, sinirlerim alt üst oldu.
Meğerse… İnek çiftliği ilkbahar gelince dağın eteğine yerleşmiş, inek sağanlar da her gün köyden oraya gidip gelmeye başlamışlar. Öyle akşamların birinde köye bırakma teklifinde bulunmuş Kızılmurın[5 - Kırmızı burun] adlı elli yaşındaki çiftlik başkanı. Millet gerçek adını unutmuştur, sürekli içki içerek kızarmış burunla dolaştığından Kızılmurın adını almıştır. Yolda giderken iri yapılı koca herif, oğlak keser gibi bildiğini yapmış. Kız, öleceğim diye hüngür hüngür ağlamış, hapse attıracağını söylemiş. Kızılmurın, ‘Bir kişiye bile söyleyecek olursan kafanı kavun gibi kesiveririm.’ demiş.
Bu olay ben gider gitmez olmuş. Ertesi gün inek sağma işini bırakmış. O gün bu gündür işsizmiş. Üniversiteyi de kazanamamış. ‘Sen beni affedemezsin, biliyorum affedemezsin canım.’ diyordu yüzünü elleriyle kapatıp ağlayarak.
Tan yeri ağarıncaya kadar gözlerimi kırpmadım, o da tan yeri ağarıncaya kadar bükülerek yattığı gibi uzun uzun ağladı. Ben bedbahtın ise dili tutulmuştu, koca taş gibi sertleşmiştim. Tan ağarır ağarmaz ev sahiplerini uyandırmadan evi terk ettik. O, büroya kadar benimle birlikte geldi:
‘Amir, Allah huzurunda affet ya da öldür beni. Ben seni sadece bu dünyada değil, öbür dünyada da çok seveceğim, inanır mısın canım!’ dedi.
Tepki vermedim.
‘Artık ben senin için yokum! Sen benim için kaybolmuş insansın!’ diye yüzüne söyleyiverdim. Kız, için için ağlayarak sırtını dönüp gitti. Of! Hayat işte! Herkese evleneceğimi duyurmuştum bile! Çaresizce, beklenmedik bir şekilde şimdi beni ziyaret eden yengenle evlendim. Evde kalmış öğretmenmiş. O günden bu yana inanır mısın yirmi bir yıl geçti aradan. Hızlıca gelip geçermiş zaman. Unutmuşum, unutuyormuşum. Gelen mektubu olmasaydı.”
Yastığının altından elleri titreyerek çıkardığı zarfı bana verdi.
“Kendin okusana.”
Sesi titriyordu, kalbi hızlı çarpıyor olmalıydı. Hastanelerde çok kalan insanın hekim gibi olup hastalıklarla ilgili her şeyden bilgili olma özelliğini edindiği malumdur. Mektup, bildiğimiz kareli okul defterinin orta iki sayfasına yazılmıştı.
“Amir,
Nasılsın? İyi misin? Seni hep merak eder, sorarım. Gazeteden Bakan olduğunu okuduğumda nasıl sevindiğimi bir bilsen! Ben senin istediğini mutlaka elde edeceğinden hiç şüphe duymamıştım, emindim. Bugünlerde nasıl olduğunu çok merak ediyorum!
Ben mektubu sana özel olarak gönderdim, sadece senin açıp okuman için. Sen beni tamamen unutmuşsundur. Ben, Aydolu. Serektas’taki Jakıpbay çobanın kızı var ya! Hatırladın mı? Aydolu ne diye mektup yazıyor diye kızmayasın. Kusuruma bakma. Söylemek istediğim… Ne olduğunu biliyor musun? Seninle son görüşmemizden sonra ya delireceğimi ya da intihar edeceğimi düşünmüştüm. Ne ölü, ne de canlı biri olmuştum. Öyle yaşarken hamile olduğumu öğrendim. Kimden mi dersin, senden. Senden çocuğum olacağını öğrendiğimde yaşama karşı sevgim uyandı. Senden çocuğum olacağı için çok sevindim. Sen güleceksin belki, ancak benim yaşamamı sağlayan bir tek o oldu. Anneme sırrımı açtım, kadıncağız ağlayarak akıl verdi. ‘Amir evlenmek istemezse evlenmesin, çocuğumu doğuracağım.’ dedim. Annem çözümünü buldu. Kendi memleketinden bekâr birini bularak iki ay sonra evlendiriverdi. Altı ay sonra doğum yaptım. Etrafa süresinden önce doğduğu söylentisini yaydık. Adını da senin adına benzeterek Abil koydum. Aynı sen, aynı! Daha sonra altı çocuk daha doğurdum. Böylece yedi çocuğun annesi oldum. Kocam yumuşak huylu, iyi bir insandı. Geçen sene vefat etti, yüksek tansiyondan. Geçenlerde vefatının birinci yılı nedeniyle mevlit okuttum. Ben de sık sık baş ağrısı yaşar, bazen yataktan kalkamaz duruma düşerim.
Amir! Bu çocuk senindir. Buna önce Allah şahit, sonra seninle ben şahidiz. Oğlun Abil yazın evlenmek istiyor. Büyüdü, eskiden sen nasıl idiysen, aynı senin gibi ince ve uzun boylu. Artık ona gerçeği söylemeye cesaretim yok, soyadı farklı, babası ayrı. Şayet bana bir şey olursa ona göz kulak olasın.
Sen, Abil’in kendi çocuğun olduğundan şüphe duyuyorsundur. İnanmıyorsan, gizlice gel de bak. Anladın mı? Yüce Allah huzurunda, rahmetli annemle babamın ruhları huzurunda Abil’in babasının sen olduğunu söylüyorum Amir! Yalan söylüyorsam ruhların ruhu çarpsın! Benim bedduamdan olmalı ki Kızılmurın aynı yıl trafik kazasından vefat etmiş köpek! Köpeğe köpek gibi ölüm işte!
Amir! Bu mektubu sadece kendinde saklayasın, sonra yaşlandığın zaman olur da oğlunu arayacak olursan kendisine gösterirsin. Ben senden önce gideceğim herhâlde. Fakat ben hayattayken ne benim yanıma, ne de oğlumun yanına yaklaş! Ben o sıkıntıyı kaldıramam. Anladın mı? Ölürüm, utancımdan, özlemden, dertten! Anlıyor musun?
Sen kendine iyi bak, bu oğluna, doğacak torunlara lazımsın. Genel Sekreter’in kızıyla evlendiğini, daha sonra şehre taşındığını duydum. Ben uzaklara evlendim. Şimdilerde nasıl oldun acaba?
Peki canım! Sen beni hâlâ affetmemişsindir. Biliyorum, ama ne yapabilirim? Ben senin için dua ediyorum. Sana beddua etmem, kızmıyorum. Şu mektubu tam üç gün yazdım. Başım çok ağrır oldu son zamanlarda.
Hoş ve sağlıkla kal canım!
Selamlar Aydolu.”
Bu satırlardan sonra oturduğu evin adresini belirtmişti.
Amir, kirpiklerini bile kıpırdatmadan dik dik bana bakıyordu. Sopsoğuk bakışları içime işlemişti. Yüreğim yerinden oynadı. Gözleri çakmak çakmak olmuş, beti benzi atmıştı.
“Ne diyorsun?” dedi.
“Ne diyeyim? Yazık olmuş.”
“Kime?” dedi ani bir tepki vererek. “Kime yazık olmuş? Bana mı? Oğluma mı? Sen ne bilebilirsin ki?”
Dar odanın içinde bir ileri, bir geri gidip avuçlarını birbirine sürüp durdu.
“Kimse bilmiyor. Ben bahtıma tekme attım. Aydolu, benim kısmetim idi. Ya Allah’ım!” Titreyen elini iç cebine götürdü, ilaç çıkararak içti. “Bende kalp yoktur, kalbim o eski zamanda yumruya dönüp sertleşmiştir. Aydolu’yu kovduğum gün taş olmuştur muhtemelen. Biz, insan denen mahluk, acımayı, affetmeyi, anlamayı neden bilmeyiz? Neden? Ha?”
Bakan, ileri geri yürüdükten sonra:
“Size yürümek, ayağa kalkmak yasaktır, dinlenin.” dediğime hiç kulak asmadı.
Bir türlü sakinleşemeyip dışarı çıkmıştı, biraz sonra hemşire elinden tutup getirdiği gibi yatağına yatırdı ve her ikimize de iğne yaptı.
“Sigara bulur musun kızım!” dedi.
Hemşire sert biri imiş:
“Sizin sigara içmemeniz gerektiğini eşiniz söylemişti. Yasak!” dedi sert bir şekilde bakan olduğuna bakmadan.
Oda arkadaşım biraz sakinleşmiş gibi göründü.
“Hey gidi zaman!” dedi hayret edercesine, âdemelması aşağı yukarı hareket etti. “Beni şeytan azdırmıştır. Sen biliyor musun? Sen bilmezsin, bu mektubu aldıktan sonra ben hepsini özledim. İçimdeki pişmanlık göğsümü doldurarak kalbimi ağzıma getirir oldu. İçimdeki pişmanlık tutuşarak alev alev yandım sanki. Makam, görev, saygı ve ilgi deriz ya hep, ne için lazım onların hepsi, ne için ha? Eğer sen kendi yuvanda mutlu değilsen, soyunu devam ettiremiyorsan… Of, canım of! Evet, evet… Biliyor musun benim hiç çocuğum yok. Allah bana süt kokusu yayan bir bebek nasip etmedi, etmedi. Bir bebeği öpüp sevmeden, soyumu devam ettirmeden mi gideceğim bu dünyadan? Bunu kabullenmek istemiyorum. Ne yapabilirim? Of! İlçe başkanının kızı ile evlendikten sonra görevde durmadan yükseldim. Ne içeceğimizin, ne yiyeceğimizin endişesini duymadık, dünyanın yarısını gezip gördük, rahat rahat eğlendik. Ancak çocuk sahibi olamadık. Bir yıl geçti, iki, beş, on yıl geçti… Eşimin gitmediği doktor kalmadı, her çeşit tetkik yapıldı. Sorun bende gibiydi. Meşhur bir profesöre götürdü beni. Doktor, eşimle ikimizi iki-üç muayeneden geçirdikten sonra korkunç haberi duyurdu. Muayene sonuçları sorunun tamamen bende olduğunu gösteriyordu. Hayatta çocuk sahibi olamayacakmışım. Eşim sapasağlammış. Hamile kalmasına bir engel yokmuş. Bütün sorun bendeymiş. Ne yapacağım diye çıldırdım? Gerçekten de karım somun gibi tombuldur. Yanakları da pespembedir. Bense ölmek üzere olan deve gibiyim ve zayıfım. O kadar üzüldüm, o kadar gururum kırıldı ki… Karım, ‘Ben seninle öbür dünyada da birlikte olacağım. Allah vermezse yapabilecek bir şey yok. Böylece, anlayış içinde, birbirimizi üzmeden geçinip gidelim.’ dedi. Beni bir çocuğu sever gibi teselli etti. Ne yapabilirdim? Of! Çocuk evlat edinmek amacıyla yetimhaneye de gittik, cesaret edemedik. Anne babalarının nasıl insanlar olduklarını bilemezdik. İnsanın üç gün sonra mezara da alıştığını söylerler ya, o doğruymuş. İkimiz de durumu kabullendik ve güzelce yaşamaya devam ettik. Kaderimize razı olduk. Yaraya tuz basmamak için çocuk konusunu bir daha açmadık. Ya, ulu Allah, insanların tamamına verdiği küçücük bebeklerden birini neden bana, neden şu bedbaht kuluna vermemişti? Yaşıtlarımın aslan gibi oğulları ile ceylan gibi kızlarını gördüğümde için için yanardım. Kendi kendimi yemeye başlamıştım. Eşimin karşısında kendimi suçlu hissediyordum, yerin dibine geçmek istiyordum. Buna iyice inandırmıştım kendimi. Kötü kaderime bin defa lanetler yağdırarak dertten yanıp yakılsam da belli etmemeye çalışıyordum. Ancak tam da o dönemde, Aydolu’nun mektubunu aldığımda aklımı yitireyazdım. İnansam mı, inanmasam mı? Bir değil, bin defa okumuşumdur mektubu. İnansam mı, inanmasam mı? Oğlum varmış. O zaman ben baba oluyordum, baba! Soyum devam edecekti. Doğanın kanunudur bu. Ancak profesör baba olamayacağımı, doğuştan sıkıntım olduğunu söylememiş miydi? Ne bileyim, küçücük kafam kazan gibi oldu. Of! Allah’ım! Sonunda düşüne taşına gizlice doktora gittim muayene için… İnanır mısın, sapasağlammışım. Ona da güvenmeyip bir başkasına daha gittim. O da ‘Siz yüzde yüz sağlıklısınız!’ diyerek elime mühür vurulmuş bir kâğıt verdi. Gözlerim yuvalarından fırlayacakmış gibi olmuştu. O profesörü aradım. Kayınpederimin yakın dostu idi, yaşlanmış, hastalanıp yatalak olmuş. Aslında mühür vurulmuş kâğıdı gözüne sokmak için, sinirden tir tir titreyerek ortalığı yıkmak için yanına gelmiştim. Oysa beni görür görmez ‘Oğlum gel, otur!’ deyip ağlayıverdi. ‘Hayatımın sayılı günlerini yaşıyorum, senin hayatını kararttım. Eşinle kayınpederin yalvarıp yakardıklarından, çok istediklerinden sana yalan söylemek zorunda kalmıştım. Aslında kısır olan eşin. Kayınpederin kızının kocasız, kendisinin de senin gibi başarılı damatsız kalacağından korkarak üsteleyip beni ikna etmeyi başarmıştı. Ahrete gitmeden önce rica ederim beni affedebilirsen affet. Ya da şimdi kendi ellerinde boğ ve öldür. Ben buna razıyım. Ancak o şekilde mezarda rahat edebilirim.’ dedi iyice güçten kuvvetten olmuş profesör hırıldayarak, yataktan başını kaldırmaya gücü yetmeyip ağlarken.
Delirecek gibi olmuştum. Ne eşime ne de kayınpederime bir şey diyebildim. Kendimi koyacak yer bulamayıp akşama kadar odamdan çıkmadım, kimseyi kabul etmedim. Akşam kafam karışık bir hâlde arabaya binerken düştüm. İşte kalp krizi dediğin sıkıntıyı yaşadığım an. Of! Canım benim… Ne diyeyim, buradan çıkayım, o kahpe sırrını öğrendiğimi anlamayacaktır. Oğluma bu mektubu göstereceğim! Bir çıkayım… Hey gidi günler! Oğlum var! Ben hızlıca oğluma gideceğim! Kendim evlendireceğim, masrafının tamamını kendim karşılayacağım. ‘Gençtik, akılsızdık, ancak sen benim kanımsın, ayrılamaz dostumsun.’ diyeceğim Abil’ime. Aydolu’nun gözlerini seveyim, bu haberi bana ilettiği için, ayaklarına kapanacağım, eteğini öpüp başımı eğerek özür dileyeceğim. Onun tırnağı bile olamam zavallı ben! Ben güzelce bir ağlayıp rahatlayamadım. İçimdekileri dışarı bir akıtabilsem kalbim yağmurdan sonraki çiçek gibi açılır, neşelenirdi. Ne güzel, Aydolu’mu görüp Abil’in yanağından öptüğümde hüngür hüngür ağlayacağım, o zaman içimde toplanmış sıkıntı sel gibi akıp gidecek, hepsi gözyaşlarımla birlikte akıp yok olacak. Ondan sonra sağlığıma kavuşacağım. Sen buna inanır mısın?” diye iki gözü alev gibi parlayarak baktığında kalbim hızlı hızlı çarpmaya başlayınca ilacıma sarıldım.
“İnanıyorum, tabii inanıyorum!”
O, gözlerini yukarı dikip rahatlamış bir şekilde sevgi dolu bakışlarla bakakaldı.
“Oğlum bak, baban geldi huzuruna, şu Aydolu da annen, diyeceğim. Oğlum da hüngür hüngür ağlar herhâlde. İkimiz sarılıp içimizi döküp rahatlayana kadar öyle bir ağlarız. Ondan sonra sırtını sıvazlayıp kıvırcık saçını okşar, özlemimi giderene kadar öyle bir koklarım ki…” diyerek gülümsedi.
İnce ve yumuşak bir sesle fısıldayarak konuşması ne güzeldi! Sesi titreyerek ağlayacak gibi olmuştu, ancak gözlerinden bir damla bile yaş akmamıştı. Delirmiş gibi kendi kendine fısıldayıp uzun oturdu ve:
“Ben oğlumu ölesiye özledim.” dedi.
Bunları söylerken ağzı kulaklarına gitmişti. Öyle dedikten sonra yan yatıp mektubu tekrar okumaya başladı.
* * *
Geceye doğru kalbimin sancısı çok artınca sakinleştirici iğne yaptırıp zor uyuyabildim. Gecenin bir saatinde, bedenim üşümüş, tüylerim ürpermiş bir hâlde soğuk terler içinde uyandım. Kalbim kötü bir şey hissetmiş gibi sızlıyordu. Hemen pencereye baktım, camı yoğun kırağı tutmuştu. Rengi atmış Amir’in yataklarına gözlerim ilişti. Hızlıca yanına yaklaştım. Amir, sırtüstü yatmış, uzanıp gerildiği gibi donup kalakalmıştı. Gözü yuvalarından çıkmıştı. Kaskatı olan vücudu sopsoğuktu. Boyu çok uzamış gibiydi. Cansız ve sert bedenini kuvvetle sarsmış durmuştum.
“A-a-a-a!” diye bağırıyordum güya, ama sesim çıkmıyor.
Kalbimi tutarak koştum, odanın kapısını sonuna kadar açtım ve gerçekten bağırmaya başladım:
“A-a-a-aa!”
Birileri bana doğru koşuyordu. Beyazımsı silüetler yavaş yavaş yaklaşırken, gözlerim karardı ve bembeyaz bir perde belirdi, belirdi. Tekrar yatağıma gidemeyip bayılmış, düşmüşüm. Soğuk ve sert yatağa bağlanmış gibi uzuuun bir süre, tam olarak üç ay, hastanede kaldıktan sonra kalbimi idarelik duruma getirip taburcu oldum.
Aklıma hâlâ Amir geldikçe sırtımdan soğuk ter fışkırıverir, ellerim ve ayaklarım alevlenir. Üstelik yeni bakan tayin edildiğini duymuştum radyodan. Peki, o mektup neredeydi? Zavallı Aydolu ne yapıyordu?
Hiçbir şeyden haberim yoktu. Amir, öbür dünyaya göçmüştü, canlı şahit olarak ben kalmıştım. Bana şu fani dünyada bitmeyecek bir borç yükleyip de gitmişti. Son borç.
Umarım ki bu yazdıklarımı okuyarak Abil, babasının kim olduğunu öğrenecektir. Babasının oğluna iletemediği son borcunu ödeyişimdir bu. Abil oğlum, sen neredesin? Erkek toklu yabancıya gitmezmiş.
TUSAN’IN DAMASI
Kış tatilinde, ta kumlu ve kuytu bölgede oturan annemle babama gelebilmiştim nihayet. Onuncu sınıfta okumama, artık büyük bir delikanlı olmama rağmen, annemle babamı özlemiş, şu tatili dört gözle beklemiştim. Yatılı okulun her gün durmadan verdiği lezzetsiz çorbasından da bıkmıştım.
Kolhoz, çobanlara kışlık azık olarak deve kesip vermişti. Akşamları evin ortasındaki demir sobanın üzerinde tuzlanıp bekletilmiş deve eti, kıvamında kaynıyordu. Sobanın önünde tezek közünde ekmek pişiyordu.
“Kaysar’cığım kalk yavrum!” diyerek artık kocaman olan sırtımı okşayıp büyük bir sevgi ile öpüverdi annem. Bir annenin sıcak avucu, ilgi ve sevgisi, özlemi ne kadar güzeldi!
Gerilerek zor kalktım.
“Gel canım! Kahvaltı hazır!”
Zahmetlere kapılan annemle babamın ortasında şımarırdım. İç dünyam tamamen aydınlanır, acayip duygular yaşardım. Harika bir dünyaydı!
Annem, benim için sakladığı kurut[6 - Süzülmüş yoğurttan yapılıp kurutulmuş yiyecek], tereyağı, şeker ve bisküvilerinin hepsini çıkarıp ağzıma sokarcasına yedirirdi. Tıka basa doyduktan sonra canım sıkılarak dışarı çıkardım. Aşimhan, annemin akrabasıydı. Babam ve Aşimhan, daha hava aydınlanmadan, sabah erkenden koyunları otlatmaya çıkarırlar ve ancak akşam karanlığı indiğinde üstleri başları buz tutmuş bir hâlde dönerlerdi. Komşumuzun karısı sık sık hastalanan bir kadındı. Çoğu zaman yataktan kalkamayıp başını eşarpla sararak inleye inleye yatardı. Hasta olan insan sinirli oluyordu. Onların da benim yaşlarda Tusan adlı iri yapılı, orta boylu ve geniş omuzlu çocukları vardı. Çocuk, sabahtan akşama kadar koşar dururdu. Annesi sık sık hastalandığından dördüncü sınıftan sonra okula devam edememişti. Ne zaman görsem iş yapıyordu. Koyunlu köyün işleri bitmezdi ki…
Babasıyla sabahın erken saatlerinde kalkar, koyunları sayarak otlatmaya çıkarmaya yardımcı olurdu. Zayıf ve güçsüz, topal ve hasta olduğundan ahırda kalan hayvanlara ot verirdi. Öğleye doğru onları da önüne katar, Kızılsay’daki nehre götürür ve nehrin buzunu kırarak hepsine su içirirdi. Evindeki annesi ile küçük kardeşlerinin üstlerini giymelerine yardımcı olur, karınlarını doyurduktan sonra ateş yakar, eve su getirirdi. Çocukların çamaşırlarını yıkayıp yemek pişirirdi. Öylece hiç dinlenmeden çalışır dururdu.
Çökmüş beyaz develer gibi bembeyaz karın altında kalan şu oyuk, kumlu ve kuytu yerde bu iki ev ahalisinden başka kimse gözükmezdi.
Okuldan geleli bir-iki gün geçmişti ki, iyice sıkıldım ve üstümü giyerek dışarı çıkıp Tusan’ın yanına gittim.
O, kenarı tamamen buz tutmuş kuyudan su çekiyordu.
“Bu sene kaça gidiyorsun?” diye sordu.
“Ona.”
“Ben de şimdi ona gidiyor olurdum.” diye kem küm ederek, kovadaki ağzına kadar dolmuş suya üzgün bir yüz ifadesiyle bakakaldı.
“Bu sene okulu bitiriyormuşsun. Sonra ne yapacaksın?”
“Üniversiteye gideceğim.”
“Ben, pilot olmak isterdim. Onun için yeteri kadar sağlıklıyım. Her gün ağırlık kaldırıyorum. Gözlerim de keskin. Dürbün olmadan da ta uzaktakileri hemen tanıyorum. Saçlarımı da uzatırdım. Babam bitleneceğim diye sıfıra vurur hep.” diyerek tamtakır sıfıra vurulmuş başını sıvazladı.
Ev tarafından annesi, “Allah canını alası Tusan! Nereye kayboldun? Yer mi yuttu seni!” diye bağırdı.
Bunu duyan Tusan, “Tamam ben gidiyorum! Annem hasta ya!” diye telaşa kapıldı, ağzına kadar doldurulmuş iki kovayı alıp hızlı adımlarla evine doğru gitti.
İlk dikkatimi çeken küçücük iki gözünün üzgün, dertli ve düşünceli olduğuydu. Diğer çocuklar gibi itişe kalkışa oynamazdı. Kahkaha atıp içten gülmezdi. Kaşlarını çattığı gibi koştura koştura evin işleriyle meşgul olurdu.
Biraz zaman geçince, ben de anneme yardımcı olmaya, ahırda kalan küçük hayvanlara bakmaya başladım. Akşamları otlaktan dönen hayvanlara ot verirdim. Annemin bu kadar işi nasıl yetiştirdiğine şaşırmıştım. Yorgun ve bitkin bir şekilde akşam yatağa atıyordum kendimi.
Dördüncü gün, Tusan’la ikimiz, yığını sıkıca bastırılmış otu dirgenle ayırmaya çalışıyorduk. Ot, insanın burnunu yakıyordu. Çok geçmeden terlemiştik. Tusan, dirgeni pat diye sokup sallaya sallaya bir deste otu çekip çıkarıverdi. Güçlü olduğu her hâlinden belli oluyordu. Bense nefes nefese kalmıştım, dirgene dayanıp duruyordum.
“Sen dama oynamayı bilir misin?” diye sordu.
“Ben okulda damadan şampiyon olmuştum.” dedim övünerek.
O, ot yığınlarının bulunduğu yerdeki bir boşluğa elini sokup bir çuval çıkarıverdi. İçinden iki egzersiz tekeri ve bir tahta çıktı.
“Hadi öyleyse oynayalım.” diyerek çıkardığı yayvan tahtayı açtığında kare kare yapılan dama tahtası gözüktü. Ahşaptan yontulmuş beyaz ve siyah taşları ayrı ayrı gazeteye sarmıştı. Onları getirip yerleştirmeye başladı.
Otların üzerine yan yatıp dama oynamaya başladık. Şu uzaktaki kumlar arasındaki dört sınıflık eğitimi olan Tusan’ı kendime eşit kabul etmemiştim. Rast gele hareket etmiş, üç defa üç taşımı birden yedirerek çok kötü yenilmiştim. Yatılı okulun herkesi geride bırakan başarılı öğrencisi, okul kurulunun başkanı, dama şampiyonu olan ben, böyle kolayca yenildiğim için çok utanarak, taşları tekrar dizmeye başladım.
İkinci defada da çok kötü bir şekilde yenildim, hemen peşinden üçüncü mağlubiyetim geldi. O ise yendikçe neşeleniyordu. Azı dişlerine kadar göstererek kahkaha atıyordu. Sinirlenerek tüm taktikleri kullanmaya başlamıştım. Ancak nafile… İki-üç hamle yapmadan hepsini anladı, önümü engelleyerek darbe indirdi.
“Hey kahrolası Tusan! Ahmak! Nereye kayboldun? Şu çenesi kenetlenesi küçük ağlıyor!” diye bağıran annesinin sesini duyar duymaz keyfi yerinde oturan Tusan’ın rengi kaçtı. Çocuk yerinden fırladı. Alelacele damasını toplayıp çuvala koyarak ot yığınlarının arasına sokuverdi.
“Hadi gidiyorum!”
“Bir oyun daha oynasaydık!”
“Yarın aynı saatlerde! Tamam mı?” diyerek otları kızağa yükledi, karnı şişmiş öküzüne “ıhı!” ederek aceleyle uzaklaştı.
Hıncımı ot yığınlarından aldım. Tozu kaldırarak sağa sola dağıttım güzelce. Bugüne kadar beni kimse geçmemişti. Birinci sınıftan onuncu sınıfa kadar sadece takdir kazanan, herkesin önünde giden Kapsalov bugün nasıl olur da tekme yerdi? Benimle eşit güçte biri olsa neyse, kelimeleri heceleyerek zor okuyan çocuğa yenilmiştim. Evindekilere övüneceğini düşündükçe çıldırıyordum. Duyanlar ne diyecekti? Rezaletti! Ertesi günkü oyuna kadar sinirlerimi yatıştıramadım. Gururuma o kadar dokunmuştu ki, patlayacak gibi olup ot taşımaya erken çıkmıştım. Ancak Tusan’ın işi uzun sürdü. Koşa koşa evine bir giriyor, bir çıkıyor, arada bir ahıra gidiyor, hayvanları su içirmeye götürüyordu. Öylece evin yoğun işlerini öğleye doğru ancak bitirebildi. Ben ise, tek başıma dama taşlarını tahtaya dizmiş, taktik düşünüyordum.
“Gel büyük usta!” dedim yaklaştığında.
“Benim adım Tusan, gerçek adım Turmagambet. ‘Rüstem Destan’ı yazan bir şairin adıymış. Ona benzeterek koymuşlar.”
“Evet Tusan, Turmagambet! Bugün gücünü bir göster bakayım.” diye ilk hareketi yaptım.
Allah, Allah! Ben bin düşünüyor, kafamı epey yorarak taşı zar zor hareket ettiriyordum. O ise anında tak tak diye ilerliyor, kahkahalar atıyordu. Yüksek sesle güldüğünde dertleri kayboluyor, gözleri ışık saçıp yüzüne kan geliyordu. Neşesinden büyük keyif aldığı belli oluyordu. Ne kadar oynasak da hep kaybettim. Çok üzülmüş, sinirlenmiş olmalıyım.
“Al işte eşit olduk!” diyerek yerinden kalktı.
Benim gözlerime bakıp özellikle eşit olmamızı sağladı. İlginç olanı her gün öğleye doğru dama oynamamız olmuştu. Evinden annesinin kızgın ve acı bağırmaları duyulana kadar oyunu bırakmıyorduk. Onun kahkahaları, çocuksu güzel gülüşleri ayazlı bölgede sık sık yankılanır olmuştu. Saf ve pak gülüşler… Zafer gülüşleri… Neşeli gülüşler… Çok mutlu olarak kalkıp giderdi. Kaşlarımı çatıp üzgün üzgün dönerdim ben de evime.
Bazen ağır işleri yaparken de ondan geri kalmamaya çalışırdım. Kendimce onunla yarışmak isterdim. Yapılı ve tıknaz çocuk, yorulmak nedir bilmezdi. Ben ise arık ve bitkin at gibi ter içinde nefes nefese kalır, kızarır, bozarır ve yorulurdum. Tatil bitene kadar onunla dama oynadım. Bir kez bile yenemedim. İki hamle yaptırmadan yakalar, tak tuk diye taşlarımı yiyiverirdi.
Bazen hayvanları suvarmaya birlikte giderdik. Ondan daha bilgili olduğumu sergilemek için kahramanlık destanlarından alıntılar anlatırdım.
“Kaysar sen biliyor musun? Rüstem Bahadır neden oğluyla savaşır, neden teke tek dövüşür?” dedi.
“Hangi Rüstem?”
“Rüstem destanı var ya. Bizim evde kitabı var. Babam her akşam yemekten sonra sesli okur. Okuyup bitirince tekrar baştan başlar. Yanında oturup bazı yerlerini ezberledim bile.”
“Hadi okusana.”
Sağ kolunu sallayarak sesini değişik değişik çıkarmaya başlamıştı; bir bahadır, bir düşman gibi oluyordu. Rüstem bahadır hakkındaki destanı etkili bir biçimde okudu.
İçimden, “Hayda şuna bak!” diyerek ağzım açık, hayretler içinde dinledim kendisini.
Doğrusunu söylemem gerekirse, “Rüstem Destan”ı adlı bir karışlık kalınlıktaki kitabı görmüşlüğüm vardı, ancak okumamıştım. Kırağı ile gömülmüş yoğun kamışlı, parlak buz ile örtülü Kızılsay adlı küçük ırmağın kenarında o, destanı uzun çok uzuuun anlattı. “Gider gitmez o kitabı bulup derhâl okumalıyım! Ne muhteşem!” dedim kendi kendime.
“Keşke Rüstem gibi bahadır olsam!” dedi o parlak buzu çatır çatır oyarken.
Çobanların çocukları her zaman hayalci olurmuş. Ben de bazen şu aydınlık dünyaya bakıp hayallere kapılırdım. Öğleden sonra sıra dama oyununa gelirdi. Sürekli yenilmekten olmalı ki canım sıkılmaya başlamıştı. Ancak inatçı huyum üstün geliyordu.
“Hey soğan gibi soluyası haylazlar!” diyen Tusan’ın annesinin geldiğini fark etmemişiz bile. Annesi tir tir titriyor, sesi ise zor çıkıyordu. “Anjinim tuttu, ateşim yükseldi, ölmek üzereyim! Allah ölümünü gösteresi Tusan! Sen buradaymışsın. Oyunun batsın inşallah!” diyerek tahta ile dama taşlarını hızla çekip aldı. “Hadi eve lanet olası!” diyerek elindeki kırbacı ikincinsinde de geçiriverdi.
Tusan, tüm hızıyla koşarak uzaklaştı. Akşam koyunları karşılamak için çıktığımda Tusan’a rastladım.
“Dama taşlarını tahtası ile birlikte sobaya attı.” dedi.
“Ne zaman oynayabiliriz?”
“Önemli değil. Bir çayın kâğıt ambalajını saklamıştım. Ondan yaparım. Yarın öğleye hazır olur. Sen babama ‘Kahramanlık Destanları’ adlı kitabı bulsana. Biliyor musun okumayı aşırı seviyor. Anneme kızma, biliyorsun hasta. Uyurken iki göğsüne yılan sarılmasından uyanmış ve korkusundan hiç hareket edemeyip donakalmış. Babam yetişmiş de yılanı kaptığı gibi dışarı atmış. Annem o gün bu gündür ürkme hastalığına yakalandı. Sekiz aylık bebeği ölü olarak doğdu, bin çeşit hastalık edindi. Her yıl doğum yapar, ancak yürümeye bile gücü yok. Ben olmazsam ölür. Biliyor musun beni ölesiye sever. Ben uykudayken sarılıp öper, başımı sıvazlayıp ‘Aslanım Tusan’cığım benim, yazık oldu sana, günahını aldım. Okutamadım seni. Okutamadım.’ diye ağladığında gözyaşları yüzüme damlar. Uyanık da olsam uyuyormuş gibi yatmaya devam ederim. Hastalık yordu, bitirdi. Allah’tan hep iyileşmesini dilerim.”
Onun büyük gözleri yaşla dolmuştu. Ağladığını göstermemek için, arkasını dönüp uzaklaştı. Giderken çöken omuzları sarsılıyordu.
“Tusan, sana ilkbahar tatilinde yepyeni dama getireceğim!” dedim arkasından.
O, duymazlıktan geldi, dönüp bakmadı. Boğazım düğümlenerek ben de hıçkıra hıçkıra ağladım kendi kendime. Geceleyin öğrencileri toplayan Poltara İvan isimli iri yapılı sarışın şoförün arabasına binip köyün, yatılı okulun yolunu tuttum.
* * *
İlkbahar tatilinde getirdiğim yepyeni damamı gören annem:
“Aşimhan abim çok zor durumda. Yengemiz aniden vefat edince onca çocukla köye taşındı.”
“Peki Tusan?”
“Tusan, çobanın birine yardımcı olarak çalışmaya başladı.”
İlçe öğrencileri arasında dama şampiyonu unvanını kazanarak iyice hazırlıklı gelen benim için annemin haberi alnıma taş vurulmuş gibi tesir etti.
* * *
Şakası yok, o zamandan bugüne kadar nice yıllar geçti. Dünkü gencecik delikanlılar, bugün altmışını geçen birer olgun adamlar oldular. Köy ve sınıf arkadaşlarımla Sadabay’ın düğününde başköşede oturmuş, Alpamıs’ın sunduğu kelleyi kemiriyordum. Bir yandan da uzun zamandır görmediğim akrabalarla samimi ve hoş sohbet ediyordum.
“Dayı oğlu Tusan nerelerde bugünlerde?” diye sordum.
“O, köyümüzün et parçalama ustasıdır. Kendisi et parçalıyor ilerideki evde.” dedi Sadabay.
Sıcak havaların devam ettiği sonbahar mevsimi. Aladağ’ın eteği büyük bir keyif içinde uzanıyordu. Kapının önüne çıktığımda Sadabay:
“İşte Tusan.” dedi.
Eyerde dimdik oturan Tusan’cığım atıyla sokağın yokuşunu çıkıyordu. Dayı oğlu Tusan’ı görmeyeli uzun zaman olmuştu. Köyün ötesindeki çocukluğumuzun neşesi olan şu yüksek Aspankora Dağı gururlu dağ tekesi gibi mağrurlanıyordu. Yaklaştım ve sordum;
“Tusan, sen bugünlerde hiç dama oynuyor musun?”
KORKU
Kaşları çatık soğuk sonbahar mevsimi başlamıştı. Buz gibi yağmur, canları sıkıyor, odada soğuğun hâkimiyet kurmasına neden oluyordu. Genelde yığınla ortalıkta dolaşan yurt eğitmenlerinin hepsi birden, tatil izni alıp evlerine gitmişlerdi. Soba yakılmayan odada kalıp büzülüp titreyenler, öksüz çocuklar ile anne babaları yerin dibine taşınan çoban çocuklarıydı.
Oğlanlardan Abu, Rahmet ve ben, üçümüz; kızlardan ise Aynaş ve Şarbankül ikisi kalmıştık. Şarbankül, ağabeyi Jenis ile Degeres Köyü’ndendi, öksüzdürler. İki yaş büyük ağabeyi Korday’daki meslek okulunu kazanmıştı. Boru gibi upuzun tek katlı yurdun bir tarafında erkek öğrenciler, onun karşı tarafında ise kız öğrenciler kalırdı. Ortadaki küçük koridorda geceye doğru bekçi Almabek ihtiyar, ağız kısmı kırık eski siyah sobada dumanını çıkararak ateş yakardı.
Akşam yemeğinden sonra bekçi Almabek ihtiyarın yanına toplanırdık. İhtiyar, kalın ve dağınık isli sakalını sıvazlardı. Gazeteye parmak kalınlığında sarılan tütününü keyifle içine çekerdi. İlginç ve etkili bir şekilde bir şeyler anlatmakta ustaydı. Sobanın yanı sıcacıktı. Eski efsaneleri, değişik kahramanlık hikâyelerini acayip severdim. Titreten buz gibi odada oturmaktansa odun taşımaya, soba yakmaya yardım etmeyi tercih ettiğimden, Almabek ihtiyarın yanında olup onun anlattıklarını dinleyerek büyük bir keyif alırdım! Bir defasında bekçi, tütününü içip arada bir öhhüüaa diye öksürerek Karamergen’in Oğlu Joyamergen hakkında eskiden Kakpatas’ta yaşanan bir olayı her zamanki gibi dinleyeni büyüleyerek anlattıktan sonra:
“Hadi çocuklar yatın. İhtiyar adamın boş sözleri bitmez hiç. Hoppala şuna bak, Abu mışıl mışıl uyuyakalmış bile. Yatağa yavrularım.” deyince iki kız kendi odalarına gitti. Biz de buz gibi soğuk yatağımızı ısıtamayıp giden çocukların battaniyelerini üstümüze kat kat örterek yattık. Vücudumun titremesinden gözlerimi kapatamıyordum. Bekçi, öhhüüaa diye öksüre tıksıra dış kapının sürgüsünü çekti ve bizim odamıza gelerek gaz lambası ile bir kez baktıktan sonra çıkıp yerine geçti. Biraz sonra ihtiyarın horlaması duyuldu.
O yıl okulu bitiriyordum. Aynaş ile Şarbankül bizden bir alt sınıfta okuyorlardı. Şarbankül’ün ağabeyi Jenis’le ikimiz dosttuk. Benden iki yaş kadar büyük olmasına rağmen birbirimizi iyi anlardık, sırlarımızı paylaşırdık. Şarbankül, yatılı okulda kalmıştı. Sarışın ve biraz kilolu kızın altın gibi parlayan saçları ne kadar güzeldi. Saçlarını bazen kalın bir örgü, bazen de iki örgü yapıp bıraktığında, açık kumral sırtında büyülü dünya nazlanarak gidiyor gibi gelirdi. Çekici olan sadece saçı değildi. Kendisi aynı dolun ay gibi açık kızıl tenli, güzel kalın kaşlı, dışa çıkık dolgun dudaklı, ince ve güzel burunlu bir kızdı. Hacimli kâkülü de kendisine çok yakışırdı. Gülümsediğinde sağ yanağının uç kısmında meydana gelen çukuru hiçbir kızda yoktu muhtemelen! Ya gözleri, gözleri berrak su gibi pak, temiz ve acayip gizemliydi. Bazen üzülüyor muydu ne? Utandığında yanakları kızarırdı, böylece daha da güzelleşirdi. Bizim taraflarda sonbahar geldiğinde elma yetiştiricileri aport[7 - Elma cinsi] elmalarını toplarlardı. İşte o güneşte olgunlaşan, küçük çocuğun başı kadar olan kıpkırmızı aport elmaya bak da Şarbankül’ün yüzünü görmüş ol! Büyüyüp genç kız olan güzel, ne giyerse giysin yakışırdı. Onun öyle renklendiğini gördüklerinde delikanlıların tamamı, olgun adamlar bile, ağızlarını açıp hayretler içinde bakakalırlardı.
Korday’a meslek okuluna giden ağabeyi, Şarbankül’ü bana emanet edip tekrar tekrar tembihlerken:
“Nariman, sen çok akıllı bir delikanlısın. İkimiz dostuz. Annem ve babamı kaybettiğimizde kardeşim çok küçüktü. Annemle babamın ruhu huzurunda onu üzmeden büyüteceğime söz vermiştim. Artık sana emanet, kardeşime göz kulak ol.” dediğinde başımı sallamıştım durmadan. Ağabeyi sık sık mektup yazarak haberini alıyordu. Ben de Şarbankül’e gözüm gibi bakardım, ona göz koyan oğlanlardan her şekilde korurdum.
Bana dayanarak koluma girmesi, melek gibi gülümsemesi, nazlanması ne kadar güzeldi! Kulağıma fısıldayarak katıla katıla gülerdi. O bana bir şeyler anlattığında delikanlıların tamamının kıskanmaları ne kadar güzeldi.
O gün şiddetli bir fırtına kopmuş, pencerenin camları çıtırdamıştı. Ardından rüzgâr esip şıkır şıkır yağmur yağmaya başlamıştı. Etrafı sarıya boyayan sonbahar geleli beri gökyüzü put kesilip bir damla damlatmamış, her yer toz içinde kalarak köylüler gökyüzüne yalvararak bakmıştı.
Şu yağışlı soğuk sonbaharda ta Kanşengel’in de ilerisindeki yoğun kumun ortasında koyunlara bakan annemle babam ne yapıyordu acaba? Onlara karşı duyduğum özlemden kalbim sızlıyordu. Küçücük kız kardeşlerim nasıl olmuşlardı acaba? Tatlı tatlı konuşmaya başlamışlardı muhtemelen. Çobanlar bütün yazı yaylada geçirirler ve sonbahara doğru aşağı tarafa, ta uzaklardaki kıvrım kıvrım yoğun kızıl kumun içine taşınırlardı. Onların yanlarına sadece kış tatilinde, yılbaşında gidebilirdim. İşte Azrail gibi kış yaklaşıyordu. Ayaklarımda çizme, üstümde palto, başımda kışlık şapka yoktu henüz. Babamlar para göndereceklerini söylemişlerdi, bekleye bekleye gözlerim yollarda kalmıştı. Hâlâ yazlık kıyafetlerle tir tir titreyip donuyordum. Kimsesiz çocuklara okuldan güzlük, kışlık kıyafetler paylaştırmışlardı. Onlar, sıcak kıyafetlerle daha iyiydiler. Benim yazlık ayakkabımın ince tabanından ısıran soğuk, beynime vuruyordu resmen. İşte yağmur da yağıyordu, ne yapacaktım? Bir tarafa çekince diğer tarafı eksik bırakan sıkıntılı yalan yaşam seni! Babam, o kadar emek vermesine rağmen, kolhoza olan borcundan dolayı batmış durumdaydı. Alnına her bakımdan tam sefillik yazılmıştı, yaşamı fakirlik içinde geçmekteydi. Yatılı okula giden delikanlı oğluna kıyafet alamamak ne kadar acıklı bir şey!
Hey gidi alev alev yanan çocukluk ve gençlik dönemim! Zehre bandırılmış çiçek gibi neşesiz, ezik ömrüm, hüzünle ve için için ağlamakla geçiyordu. Yoksulluk içindeki o günlerim aklıma geldikçe hâlâ kaburgalarıma kadar soğuk yemiş gibi oluyorum. İki ayağım buz içinde kalmış bir durumda hissediyorum kendimi.
Üzüntü ve kızgınlık içinde yatarken, yağmur diner gibi olmuştu, gözlerim kapanıvermiş, çok karışık bir rüya gördüm. Yegizbay dedemin erkek devesinin üzerindeydim. Hayvanın uzun tüyleri bulut gibi, kendisi de dağ gibiydi. Devenin yavruları da peşimize takılmıştı. Kışisaz’da dolaşıyordum.
“Nariman aslanım, şu beyaz deve yavrularından birine ay biçimindeki damgayı vuracağım.” diyordu tüm Aytek’in bilge aksakalı. “Dur bakalım, çok geçmeden büyürsün oğlum! Üzülme, kızma! Daha rahatlayacaksın. Al götür, hediye olarak aldığın hayvanı!” diyerek bir tane bembeyaz deve yavrusunu bana verdi. Ben de heyecan ve sevinçten içim içime sığmadı, gözlerimden yaşlar döküldü sanıyorum. Tam o esnada, bir yerlerde gürültü koptu, çığlıklar duyuldu. Gerçek mi yoksa rüya mı olduğunu anlamamıştım, kafam karışmış olarak uyandım.
“Şarbankül! Şarbankül’ü…” diyerek zifiri karanlık oda içerisindeki Aynaş, tüm gücüyle bağırıyordu. “Öldürdüler! Şarbankül öldü! Öldürdüler onlar!”
Odadaki üç çocuk, yatağımızdan fırlayıp koridora attık kendimizi. Hantalca hareket eden, ayı gibi karşımızda dikilen Almabek ihtiyardı.
“Allah’ım, bu ne dehşet bir şey!” diye bağırıyordu. Koridordan üst üste koşarak geçip kızların odasına daldık. Sizin için yalan, benim için gerçek, Şarbankül’ün üzerinde ağzı ile burnundan, gözünden ateş saçan Azrail oturuyordu. Kafası yusyuvarlaktı, yüzünden yayılan alevler ortalığı ışıtıyordu.
“Eyvah, eyvah!”
Almabek ihtiyar, nice kanlı savaşın şahidi olan insan değil miydi. “Allah korusun! Bismillah, hadi buradan, hadi şeytan!” diyerek elindeki eğik siyah sopasını olanca gücüyle korkunç yaratığa vuruverdi. Bu vuruşla, yaratık paramparça oldu, küçük parçalar hâlinde etrafa saçıldı.
“Şarbankül, gözünü seveyim yavrum.” derken gazlı lambayı yukarı kaldıran Almabek, dikkatle kızın yüzünü inceledi: “Şarbankül yavrum, ne oldu? Allah korusun, ağzını aç da boğazına bakayım, korkmuş olmalısın.”
Almabek ihtiyar, kızı ayıltmak için uğraşıyordu.
“Şarban, Şarban hadi kalk.” diye Aynaş hem ağlıyor, hem konuşuyordu. Kızın bedeni cansızdı, kız kendinde değildi. Lamba ışığından yüzünün bembeyaz kâğıt gibi renksizleştiğini fark ettim.
Eli ayağına dolaşan ihtiyar, kızın buz gibi olmuş elleri ile ayaklarını ovaladı, göğsüne kulağını dayayarak dinledi:
“Nefes alıyormuş yavrum, nefes alıyor!” diyerek sakalı titreyerek ağlamaya başladı.
Ne yapacağımızı şaşırmıştık. Yurttaki iki gaz lambası ile Almabek’in lambasını sonuna kadar açıp odayı aydınlattık. Hepimizin gözleri yuvasından fırlayacak gibi olmuştu. Etrafımıza ürkerek bakıyorduk. Biraz önceki alev saçan yaratığın ne olduğunu düşünüyorduk. Biz öyle bakarken, nice savaşı yaşamış Almabek, sopasıyla yerdeki parçaları dürtmeye başladı.
“Allah korusun, şunlar da neyin nesi? Şunlara bakın.” diye zemine saçılan “Azrail” dediğimiz yaratığın parçalarını toplamaya başladı. Biz de korka korka yaklaştık. Almabek “Alçaklar! Faşist bunlar!” diye küfrediyordu. Aynaş, hıçkıra hıçkıra yaşadıklarını anlattı.
“İkimiz koca odada korktuğumuzdan aynı yatakta yatarız. Zifiri karanlıkta pencerenin üst bölümü pat diye açıldığında ürkerek uyandık. Baktık ki o camdan uzun sopaya asılmış, her yerinden ateşler fışkıran bir yaratık bize doğru geliyor. ‘Auuuu! Sizi canlı canlı yiyeceğim’ diyerek erkek sesiyle kahkaha attı. Filmlerdeki şeytan gibi tepemizde ileri geri sallanıp duruyordu. Kudurmuş gibiydi. ‘Ben şeytanım, sizi yiyeceğim, kemiklerinizi de çiğneyip kemireceğim.’ diye üsteledi. Yanına diğer yaratıkları da getirmiş olmalı ki pencere dibinden neşeli kahkahalar duyuluyordu. Sesimi çıkaramadım gözlerimi sımsıkı kapattım. Bir an pat diye bir ses geldi. Gözlerimi açtığımda deminki şeytanın Şarbankül’ün üstünde oturduğunu gördüm. Şarbankül, var gücüyle çığlık attı ve kendini kaybetti. Daha da sesi çıkmadı. Ben kalkıp size doğru koştum.” dedi Aynaş hıçkırarak, tir tir titreyerek.
“Allah korusun, kalk yavrum! Su getirin, su!”
Ağzına su doldurup yüzüne serpti, ancak Şarbankül kendine gelemedi. Bekçi, zemine parçalanan “şeytan” kalıntılarını topladı.
“Bal kabağı bu ya! İçini çıkarıp temizlemişler, göz ve ağız yapmış, ortasına mum yakmışlar. Bakın işte. Bal kabağı kabuğu! Soytarılar, oyunları batasıların yaptıkları korkunç şeye bak. Eyvah, hadi Şaykül’ü çağıralım, Davken’e haber vereyim.” diyen Almabek ihtiyar kendini toplayıp bize görevler vermeye başladı.
Yatılı okulun müdürü Davitbay İsagulov, savaş gazisiydi. Rusçayı ve Almancayı su gibi konuşuyordu. Yurdun bitişiğindeki binada oturuyordu. Müdürün evine ben koştum. Dışarısı aydınlanmaya başlamıştı. Yağız yer yumuşak karla kaplanmıştı. Tek ayak üzerinde yürüyen tavuk gibi titreyerek, ince ayakkabımdan su geçtiği halde gittim geldim. Ayakkabımın altı delikti, soğuk içime işledi.
“Ne oldu! Neler oluyor, Allah kahretsin! Aya bakıp yıldız mı sayıyordunuz bekçi Almabek yoldaş!” diye bekçiye bağırarak girdi.
Hepimiz susuyorduk. Ortama sessizlik hâkim oldu. Bekçi ihtiyar, bel bükmüş, kem küm ediyordu. Kekeleyerek nefes nefese anlatmaya başladı.
“Almabek yoldaş, sorumluluğa tabi tutulacaksın. Pencere neden açık kalmış? Düşmanlar neden girer devletin yurduna?” diye kızınca iyice şaşkına döndük.
“Şu delili hiçbir şeyine dokunmadan kenara koyun. Şarbankül nasılsınız?”
Bembeyaz yatakta, sarı saçları dağılmış, ay gibi yatan huri, zavallı bir duruma düşmüştü. Baygın bir şekilde uzanıyordu.
Köy hemşiresi Şaykül, güçlükle sığdığı belli olan beyaz önlüğünün içinde, tüm vücudunu sallayarak içeri girdi. Zar zor nefes alıyordu. Elindeki ışıldayan beyaz kutusunu açtı, içinden araç gereçlerini çıkararak kızı muayene etmeye başladı.
“Çok korkmuş. Kalp çalışıyor. Sinir krizi geçirmiş. Şimdi iğne yapacağım.” dedi Şaykül.
Hemşiremiz Almatılıydı. Köydeki Sagındık ağabeyimiz kaçırmış, getirmişti. Soyulmuş yumurta gibi tombul olan yengemiz, bir- iki çocuk doğurduktan sonra, daha da yayılarak şişmanlamıştı. Şehirli olduğundan Rusçaya geçtiği sık olurdu.
İğne ile ilaç verilince, bir müddet sonra Şarbankül, gözlerini açıp şaşkın şaşkın etrafa bakarak:
“Ne oldu?” dedi duyulur duyulmaz bir sesle fısıldayarak.
“Bir şey olmadı, yok bir şey!” diyen İsagulov Hoca bile heyecanlanmış, ne yapacağını şaşırmıştı.
Şarbankül’ün gözleri yaşararak doluyor ve şıp şıp diye yüzünden aşağı akıp yastığına damlıyordu. Yüzünün rengi atmıştı ve bembeyaz olmuş, burnundan soluyordu. Dolgun dudaklarını sımsıkı ısırıp hareketsiz bir şekilde yatmaya devam etti.
“Artık her şey yolunda. Korkma.” diyen Şaykül hemşire araç gereçlerini toplamaya başladı. Kazakça ve Rusça karışık “Biraz uyusun. Her şey normal.” dedikten sonra peşinden koşa koşa gelen hafif sarhoş, uzun boylu kocasının koluna girip yurttan ayrıldı.
Şarbankül’ün yanından bir adım uzaklaşamaz olmuştum. Sapsarı kalın saçını okşuyordum. Alnı, tüm bedeni yanıyordu. Burnu da tıkanmış, zor nefes alıyordu. Sonra bir anda gözyaşlarını öyle bir serbest bıraktı ki.. Aklından kim bilir neler geçmiştir zavallının!
“Nariman anlatsana, ne oldu?” dedi gözleri çeşmeye dönüşen Şarbankül.
Islanmış, alev alev yanan yüzünü sildim.
“Şarbancığım ağlamasana. Korkma. Sakin ol. Soytarıların işleri. Bal kabağını oymuşlar. İçine mum koyup sizi korkutmak amacıyla sopaya takmışlar. Pencereden içeri soktuklarında, kabak yuvarlanarak senin üzerine düşmüş. Sen de çok kokmuşsun. İsagulov Hoca, şu anda etrafı dolaşıp kontrol ediyor. Kar yağdığından izleri kaybolmuş olabilir, yine de bulacaklar onları. Hapse atılacaklar!” diye altın gibi parlak saçlarını okşamaya devam ettim.
Rengi atmış yüzüne, çeşmeden akarcasına akan gözyaşlarına baktım, benim de içim yandı, boğazıma hıçkırık tıkandı.
“Allah hepsini kahretsin!” diyordum dişlerimi sıkarken ağlamamak için kendimi zor tutarak.
“Korkma Şarban. Bal kabağı diyorum, kabuklarını topladık. İsagulov Hoca, Uzunağaç’tan milis çağırdı, sonuna kadar araştırtacaktır!”
Eliyle kolumu tuttu sıkıca:
“Nariman sen gitme, yanımdan ayrılma! Gözlerimi kapattığımda annemle babam sesleniyor, beni çağırıyor. Onlar, ben yedi yaşımdayken ölmüşler biliyorsun! İkisi şurada pencerenin öbür tarafında, bana bakıyorlar. Mimikleriyle, el sallayarak beni çağırıyorlar yanlarına! Korkuyorum!”
“Yanından ayrılmam, sadece korkma!”
Şarbankül’ün ateş gibi yanan iki elini ovalayıp saçlarını okşadım uzun uzun. Güzelce büyüyüp serpilmiş, tüm köyün gözünü alan genç kızın göğsü bir kalkıp bir iniyordu. En sonunda sakinleşir gibi oldu, uykuya daldı.
Erkek öğrencilerin odasında İsagulov Hoca, olan biteni tüm detayına kadar sorarak hepimizi sorguya çekti. Özellikle de kibrit gibi kuru ve zayıf Abu’den gözlerini almıyordu.
“Abu, sen hepsini gördün, hadi anlat gerçekleri!”
“Hocam gece çok sıkışınca dışarı çıkmıştım. İki-üç çocuğun sokağa doğru koştuğunu gördüm.”
“Kimler, tanıyor musun? Yüzlerini gördün mü?”
“Karanlıktı, çıkaramadım.”
“İki kişi mi, üç mü?”
“Üç kişi gibi. Ya da iki miydi?”
“Hey eşek beyni yemiş beyinsiz! Hadi anlat, yoksa canını alırım. Kimler onlar?”
“Zifiri karanlıktı. Fark etmedim. Üstelik çok sıkışmıştım.”
“Sen görmüşsündür, anlat hadi!”
“Bilmiyorum Hocam, çok karanlıktı. Takır tukur kaçıp kayboldular.”
“Eyvah, Şarbankül kaçtı!” diye Aynaş bağırarak çığlık attığından titreyerek yerimizden kalktık.
“Allah korusun! Ne diyorsun?” diyen Almabek, elindeki sopasını yere düşürdü ve iki defa yerinden kalkmaya yeltense de kalkamadı.
Hepimiz dışarıya koştuk. Yurdun kapısı sonuna kadar açılmıştı. Dışarısı süt rengini almıştı. Tepeden binlerce, milyonlarca beyaz tanecikler dökülüyordu. Kar, üstünden geçen kızın yalın ayağının izlerini belli ediyordu. O izleri takip ederek koştuk. Uzaklardan, çok uzaklardan yüksek ve net gülme sesleri, köpeklerin hırıltısı ve havlama sesleri duyuluyordu.
İlk kar üzerine yeni düşen çıplak ayak izi, okulu dolaşarak Uzunağaç’a götüren yola sapmıştı. Önümde akan yıldız hızıyla koşan zayıf ve kuru Abu, arkasında ben, benim arkamda Rahmet ve asker pantolonuyla gürültü yaparak koşan İsagulov Hoca… Almabek ihtiyar, yorularak nefes nefese kalmıştı, fazla uzaklaşamadan kesilmişti.
İleriden kızın karaltısı gözüktü. Peşinde kıza yaklaşmadan hırlayan ve havlayan bir sürü köpek vardı. Şarbankül’ün bu kadar cesaretli olduğunu kim bilebilirdi? Köyün pek çok mezarını bulunduran yamaca doğru yürüyordu.
Tüm hızımızla durmadan koştuk. Yokuşa yaklaştığımızda nefes almakta zorlanmaya başladık. Kaçan kız büyük bir hızla, beyaz karın üzerindeki ceylan gibi zıplayarak ve havlayıp gürültü koparan köpekleri peşine takarak yamacın üstüne çıkıverdi.
Biz ise pek çok mezarın bulunduğu yamacın üstüne oflaya puflaya zor çıkabildik. Sadece bembeyaz gecelik giymiş Şarbankül, ayak bileğini geçen kara bana mısın demeden hoplaya zıplaya dans ediyordu. Köyün kudurmuş köpekleri, hırlayarak ona yaklaşmaya cesaret edemeden uzaktan ince ve tiz bir sesle hırlıyordu. Kimi köpekler, ön ayakları üzerine çöküyorlardı. Kız, onlara doğru saldırır gibi koştuğunda kuyruklarını sıkıştırıp bellerini bükerek kaçmaya başladılar. Ayakkabısız, şapkasızdı. Üzerindeki beyaz geceliği sırılsıklam su olmuş, bedenine yapışmıştı. Belini saran dağınık saçları hop kalkıyor, hop iniyordu. Bu şekilde mezarların arasında zıplaya zıplaya geziyordu.
“Şarban, Şarbancığım!”
–“Ah-ha-hu, eh-he-hu!”diye delirmiş gibi çıkan kahkahalar insanın yüreğini ağzına getiriyordu.
“Annemle birlikteyim, babamla birlikteyim, gidin buradan!” diyerek saklambaç oynuyormuş gibi orada burada beliren mezarların arkasına saklanıyor, kaçıyordu.
O kadar hızlı koşuyordu ki çok uğraşmamıza rağmen yakalamakta zorlandık. Zayıf Abu, yetişip yakalamaya çalıştığında, bir anda atladı ve çocuğu hızla itti. Abu, bembeyaz karda buldu kendini. Rahmet’le ikimiz zor yetişip yakaladık. O kadar güce sahip olmasına hayret ettim, ikimizi iki yana atıverdi. Tekrar peşine düştüm ve belinden sımsıkı tuttum. Dağılan saçı da iyice ıslandığından, üzerinden su damlıyordu.Geceliği bedenine yapışmış olan kızı kaldırmak güç oldu. İsagulov Hoca yaklaştı, ardından köyden diğer insanlar yetiştiler. Hepbirlikte yurda nasıl getirdiğimizi tam olarak hatırlamıyorum bile. Hantalca nefes nefese koşan İsagulov’un asker paltosunu çıkararak üzerine örttüğünü hatırlıyorum hayal meyal.
Yatağına yatırmak daha da zor oldu. Kızgınlıkla silkeleniyor, yerinde duramıyordu. O kadar gücü kuvveti nereden bulmuştu acaba? Öyle uğraşıp dururken geceliği cart diye yırtıldı. Bembeyaz, dolgun, temiz ve kusursuz göğüsleri ortaya çıkıverince erkeklerin hepsinin gözleri kamaşmıştı, ancak hepimiz arkamızı döndük. Toplanan kadınlar, üstünü çıkarıp kuruladılar, başını sarıp yatırdılar. Ona da itiraz edince çarşaflarla yatağına sarıp bağladık. Sabah olup hava iyice aydınlanır aydınlanmaz iki milis görevlisi geldi. Yurdun etrafını iyice aramaya başladılar. Araştırma esnasında sırık gibi uzun, kabuğu soyulmuş beyaz sopa buldular. Ardından iki milis görevlisi iki yanımıza geçip ifademizi almaya başladı. Özellikle de Abu yalnız görüşüyorlardı. Sorguyu uzun tutmuşlardı. “Mesane rahatsızlığım vardır, çok sıkıştım.” demeseydi hiç bırakmazlardı belki.
Şarbankül’ün yattığı tarafa gidip duruyordum endişe içinde. Sıkıca bağlamış olmalarına rağmen kâh deli gibi kahkaha atıyor, kâh bağıra bağıra ağlıyordu. Arada bir “Anne, baba gitmesenize, şimdi geliyorum. Baba! Anne!..” diyerek yalvaran sesle fısıldayarak konuşuyordu. Bazen de “Git, git hey şeytan, hey azmış albastı!” diye ürkerek bağırdığı oluyordu.
Sabahın erken saatlerinde okul müdürünün çağırdığı ambulans geldi. Şarbankül ile İsagulov’un eşini götürdü ambulans. Milisler ise İsagulov, Almabek bekçi ve Abu üçüne ifadelerinin alınması için ilçe merkezine gitmeleri gerektiğini söyleyip beraberlerinde götürdüler.
Milis tarafından götürülenler akşamın son otobüsü ile döndüler. Abu’nun yüzü kararıp gözleri çökmüştü, çocuk ezilmişti.
“Domuzlar, hayvanlar! Beni kapatıp dövdüler, dövdüler! Böğrüme vurup köpekmişim gibi tekme attılar. Ne söyleyebilirim ben, ne bileyim? Bir şey görmediğim doğru mu, doğru. Yemin ediyorum.” diyerek kendisini gıcırdayan eski yatağına atıp hüngür hüngür ağlamaya başladı.
“Yapma Abu, yapma!” diyerek sırf kemikten müteşekkil sırtını sıvazladım, zor yatıştırdım.
Yoğun kar, bir gün ve bir gece boyunca yağdı. Dizleri geçecek kadar olunca, okula gidemeden üç gün yurt odasında kapanıp kaldım. Şarbankül’ü kovalarken ayaklarımdan geçen soğuk yüzünden dizlerim bükülünce açılmıyor, açılınca da bükülmüyordu. Sonunda Karakıstak’taki hastaneye yatırıldım ve yirmi gün kadar hastanede kaldım. Zar zor iyileştikten sonra döndüm.
Şarbankül’ün önce Uzunağaç’ta olduğunu, sonra da tedavi için Almatı’ya gönderileceğini duymuştuk. Yurda döndüğümde babamların yepyeni kışlık çizme gönderdiklerini öğrendim. Bir numara büyük olması dışında oldukça güzel bir çizmeydi. İçine tabanlık yerleştirdim, annemin dokuyup gönderdiği yün çorapla giyiverdim. Gerçekten mutlu olmuştum!
İki ay sonra, yeni yıl öncesinde Şarbankül’den bana mektup geldi. Almatı’da değilmiş, ta uzaktaki Narınkol’un Sarıjaz İlçesi’ndeymiş. Hep ruh hastaları ile, aklını kaçırmış ve beyni sarsılmış delilerle birlikte kaldığını yazıyordu. Aşırı zayıflamış, incecik kalmış. Görürsem tanıyamayacağımı belirtmiş. Saçlarının ağır, kalın ve uzun olduğunu söyleyip kesmek istemişler. Gürültü kopararak kesmelerine izin vermemiş. Saçı olmazsa bambaşka bir Şarbankül olacağını düşünüyormuş. Korday’daki meslek okuluna giden ağabeyi Jenis, otobüsle ziyaretine gitmiş. Erkek kardeşini gördüğünde hıçkıra hıçkıra ağlamış. Şarbankül, “Biricik ağabeyim, himayecim Jenis ve sen… ikinizden başka kimsem yok benim. Seni de çok özlüyorum Nariman!” yazmış. Ve devam etmiş;
“Benim Sarıjaz’da akıl hastanesinde yattığımı kimseye söyleme lütfen. Kimse bilmesin. Şu mektubu okuduktan sonra yırtıp ateşe at. Adresimi sadece kendin bil. Bir de ben resim çizme alışkanlığı edindim. Hep resim yapmak istiyorum, resim bana çok iyi geliyor. Daha sonra mektupla gönderirim bazı iyi resimlerden. Ama sen gülme!”
Bütün bunları okuduğumda, buz parçası vurmuş balık gibi ne yapacağımı şaşırmıştım. Kalbime zehir dökülmüş gibiydi.
“Benim güzel meleğim, peri kızı Şarbancığım benim! Senin o muhteşem güzelliğine nazar değmiştir. Herkes senin eşsiz, kusursuz güzelliğinden söz ediyordu. Daha dün aramızda gülücükler saçıyordun, mutluluk ve neşe kaynağıydın.” diye düşünmüştüm.
Altın gibi parlak ve sarışın kızın akıl hastanesinde bulunduğuna bir türlü inanasım gelmiyordu. Hangi zalim, hangi kalpsiz onu korkutup bu durumlara düşürmüştü acaba? Hangi acımasız onun gül gibi güzel gençliğini soldurup yok etmek istemişti?
Mektubu iki-üç defa kalbim sızlayarak üzüntü içinde okuyup ağladıktan sonra, sıcak ve içten sözlerimi esirgemeden cevap yazdım. Onun mektubunu ne yırttım, ne de yaktım. Valizimin bir köşesine sakladım. İlkbahara doğru kareli defterin iki yüzüne çizilmiş iki resim gönderdi. Bir tanesinde kaşları çatık, sakallı ve bıyıklı esmer ihtiyar adam. Diğerinde ise gömlek yakası yayılmış, kısa saçlı, kepçe kulak, zayıf çocuk. O, bendim. Kendimi hemen tanıdım. Gözümün altındaki bene kadar aynen çizmişti. Basit bir dolma kalemle yapılan resmi durmadan inceliyor, bakıyordum.
“Bu benim dedem. Ben annemle babamı üç yaşımda yitirdim ya, yedi yaşıma kadar işte bu dedem, annemin babası baktı bana. Daha sonra o da rahmetli oldu. Annemin ve babamın resmini yapamıyorum, sadece rüyama sık sık giriyorlar, daima ellerini sallayıp beni kendilerine çağırırlar. Ben yoruldum. Bittim. Nariman, resmini benzetemediysem kızma bana, yine yaparım.
Sen büyük ve yakışıklı bir delikanlı olacaksın. Kalbinde nur var senin. Biricik kardeşim, Jenis ağabeyime göz kulak ol, dostundur. Göklerde uçarak gelip yerlerde sürüne sürüne ağlayarak gitti. Çok üzüldü canım ağabeyim. Hüznünden içi ağlıyordur bedbaht kardeşimin. Sen akıllısın, neşelendir onu. Senin de resmini çok yaptım, Jenis’in de… İsagulov Hocanın, Almabek dedenin, Aynaş’ın hepinizin resminizi çiziyorum. Yaptığım resimlere herkes ağzı açık, hayretle bakar. Bana ise karalama gibi geliyor. Nariman, şu soytarıyı, beni gece korkutarak bu hâllere düşüren zalimi sesinden tanıdım! Görüştüğümüzde söylerim sana. O çocuk bana göz koymuştu, sürekli peşimdeydi. Kaçıracağını söyleyip tehdit ederdi beni. Sürekli uzak dururdum ondan. Yanıma yaklaşmamasını söylemiştim. Öyle inat olsun diye yapmıştır. Bunu öğrenirse Jenis onu öldürür. Ona söyleme! Zaten zor durumlarda yüksek dağ gibi aslanım benim! Yeter ki o sağ salim olsun, sen sağ salim ol!”
Bu mektuptan on gün kadar sonra, Şarbankül’ün vefat ettiğine, ağabeyi Jenis’in onu hastaneden alarak Degeres’teki annesiyle babasının yanına defnettiğine dair soğuk bir haber almıştık. Bu haberle kıyamet kopmuştu. Sanki kalbimi dilim dilim kesmişler gibi kan ağlamaya başladım. Aynaş başta olmak üzere, bütün kızlar kötü bir rüya görmüş gibi sızlayıp gözyaşlarını akıttılar.
Jenis’e, Korday’da meslek okuluna devam eden dostuma, kemiklerim sızlayarak, acıklı ve özlemle dolu hem ağıt, hem taziye mesajı nitelikli bir mektup yolladım.
Yazın ikimiz Degeres’te buluştuğumuzda birbirimizi sakinleştiremeyip ağlaya ağlaya Şarbankül’ün mezarını ziyaret ettik. Ardından yayladaki uzak bir akrabasının evine gidip geceyi orada geçirdik. Orada da gece gündüz gözlerimizden yaş eksik olmadı, altın gibi parlayan, melek suretindeki kardeşimiz hakkında konuşmakla, özlemimizi dile getirmekle geçirdik zamanı.
“Nariman, Şarban’cığımı ürküten insanı bilseydim intikamımı alıp rahatlardım! Sen onu öğren, çocuklar biliyorlar, ama korktuklarından söylemiyorlar! Şarban’cığımın tertemiz ruhu huzurunda yemin ederim. O caniden mutlaka intikamımı alacağım! Yeter ki sen onu bul, gerçek dostum olduğun doğru ise!” dedi vedalaşırken baş başa kaldığımızda.
Peri kızı gibi olan Şarbankül’cüğüm kızların en güzeli idi! Ne yazık ki yaşamı çok kısaymış ve bizimle birlikte kalamayıp ebediyen serap gibi uçup gitti.
Bu olayla ilgili İsagulov’u çok uğraştırdılar, sonunda okul müdürlüğü görevinden aldılar. Almabek ihtiyar da az kalsın cezai sorumluluğa tabi tutuluyordu, ancak savaş gazisi olduğu dikkate alındı, sadece görevinden oldu. Abu, böbreğinden rahatsızlandığından Uzunağaç’ta tedavi oldu. Hastaneden çıktıktan sonra Kargalı’daki kumaş fabrikasına işe girdi. Milis ve İsagulov başta olmak üzere, hepbirlikte suçluyu ne kadar arasak da hiçbir netice alamadık.
* * *
Düğünün onur konuğu niteliğinde başköşede oturuyordum. Elindeki uzun değneğe dayanan, kuru ve zayıf, esmer bir yaşlı adam titreyerek yürüyüp yanıma geldi ve:
“Nariman merhaba.” dedi.
Bir yerlerden hatırlıyor gibiydim. Uçurum dibindeki bulanık su misali olan nemli gözleri nereden gördüğümü hayretle hatırlamaya çalışırken, o söze girdi.
“Galiba beni tanımadın. Ben Abu… yatılı okuldan.”
“Ya Abu nasılsın?” diye sevinçten ne yapacağımı şaşırdım.
“Emekli oldum. İki dizim yürümemi zorlaştırıyor, böbreklerim rahatsız ya eskiden beri. Gördüğün gibi değnek kullanıyorum.” diye hemen tüm hastalıklı insanlar gibi hastalıklarını saymaya başladı.
“Hey gidi günler hey. Görüşmeyeli ne kadar oldu acaba?” dediğimde cevabını o verdi.
“Tam tamına kırk beş yıl geçti. Kırk beş yıl! Çocuklarıma seni anlatıp seninle aynı yurtta kaldığımı, arkadaşım olduğunu söyleyerek övünürüm. Ben artık evime döneyim. Hastayım ya, duramıyorum.”
“Şu duruma bak, Abu seni de göreceğim gün varmış çok şükür. Beklesene Abu, gerekirse hastalığını profesörlere söyleyip muayene etmelerini sağlayayım. Sağlıktan daha önemli ne olabilir ki?”
“Hadi beni kapıya kadar geçir.” diye yalvarır gibi istedi iki eliyle değneğine dayanıp ayakta zor duran mecalsiz adam.
“Hadi gidelim!”
O, köstek vurulmuş at gibi yalpalıyor, ofluyor, derin ah çekiyor, nefes nefese kalıp zor hareket ediyordu.
Kargalı Nehri’nin kenarından aşağı doğru inmeye başladık. Meyvelerin olgunlaştığı yazı andıran sonbahar mevsimiydi. Kıvamına gelmiş elmanın ekşimsi kokusu burnu ferahlatıyordu. Dağdan saç okşayan, bedeni yumuşacık sıvazlayan, mis kokulu hafif bir rüzgâr geliyordu. Vadi dibinde köpükleri fışkıran nehir, ayna gibi tertemizdi. Sıra sıra dizilen kavaklar dimdikti, başını kaldırıp bakacak olursan börkünü düşürecek kadar çok yüksekti. Yaprakları fısıldayarak insana huzur veriyordu. Nehrin kenarındaki, dağın eteğindeki hava ne kadar temizdi. Solumaya doyamayacağın kadar hoştu. Moral yükselten, huzura kavuşturan bir büyüleyicilik… Canın huzuru.. Yerin cenneti dedikleri bu olsa gerekti. Almatı’nın dumanında boğulan, kurşun yutarak nefes almakta zorlanan şehirliler bunun değerini iyi bilirdi. “Keşke bir an önce emekli olsam da dedelerimin kutsal mekânı olan şu acayipistana, bu köye ev yapıp taşınsam! Şuracıktaki başına sarık sarmış bilgeler gibi görünen dağlar göğüslerini gere gere yükseklere tırmanıyorlar. Büyük ülkenin dağları da büyük olmalı.” diye düşünürken…
“Nariman! Narimancığım.. Sana söylemem gerek bir şey var!”
Soluk soluğa kalan arkadaşım Abu, değneğine dayanarak tir tir titriyor, düşecekmiş gibi ayakta zor duruyordu.
“Evet, nedir Abu’cuğum!”
«Nariman’cığım! Nariman! Sana bugün söylemezsem olmaz. Karşılaşmamız ne kadar isabetli oldu.”
“Dinliyorum, Abucuğum! Söylediğin her şeyi yerine getirmeye çalışacağım.” diye boynumdaki kravatımı gevşetip rahat bir şekilde gerildim. İçime bir ferahlık gelmişti, çok keyifliydim.
“Hey Abu, yerin en muhteşem köşesi burasıdır! Ne kadar solusan da doyulmayan Kevser gibi havası ne kadar muhteşem! Yeşile bürünmüş kutsal dağları ne kadar güzel! Masmavi berrak suya sahip, at geçirmeyen kızgın nehri ne kadar çekici! Tutup dayandığında kurumuş değneğini bile yeşerten toprağı ne kadar verimli! Kargalı, kutsal toprağım, ata yurdum benim!
Hey Abu’cuğum, böyle muhteşem bir yerde oturduğun hâlde hastalıklı olduğunu söylersin. Bu sözleri sesli söyleyemem, ne yazık ki otuz iki dişimin gerisine gizleyip saklayarak gecenin rüzgârsız, esrarengiz ve acayip doğasına hayran kalmış, gevşemiş ve sarhoş olmuş duruyorum. Kutsallığının kölesi olduğum memleketim, ata yurdum!”
“Nariman, sen Şarbankül’ü unutmadın değil mi!”
Uykudan uyanmış gibi oldum. Huzura kavuşmuş iç dünyam darmadağın oldu.
“Neden unutayım? O, bana önce mektup yazmıştı.”
“Yapma ya. Nariman benim ecelim çok yaklaştı. Bildiğin eski hastalık ve rahatsızlıklar iyice yordu, bir deri bir kemik kaldım. İlaç dediğin zehir değil mi! İşte kırk yıldan fazladır onunla beslenmekten bedenim ilacı kabul edemez duruma geldi.”
“Abu, tedavi ettireceğim Almatı’ya götürüp. Yeter ki ümidini kesme, hayattan bezmiş gibi konuşma!”
“Sanıyorum ondan bir şey çıkmaz. Biliyorum artık bittim, tükendim. Çok az günüm kaldı, bunu hissediyorum. Fakat aklımı sürekli meşgul eden safra gibi acı gerçeği sana söylemek için ne kadar yeltensem de cesaret edemiyor, sana ulaşamıyorum. Bu düğüne ünlü Akademi üyesi olan senin geleceğini duyduğumda çok sevindim, sabırsızlıkla bekledim. Yanarak sönmek üzere olan azıcık yaşamımda sana bu sırrımı açmazsam daha ecelim gelmeden patlar, ölürüm. Öldüğümde de öbür dünyada huzurum olmaz.”
Bu adam konuşmayı ne yöne çekiyordu? Kalbim ağzıma gelmişti, üşümeye başlamıştım. Onun da rengi atıp bembeyaz olmuştu. Epey terleyince, cebinden mendilini çıkarıp alnını sildi.
“Hemen konuya geçeyim. Ben, Şarbankül’ü kimin öldürdüğünü biliyorum!”
“Sen ne diyorsun?” diye bağırarak adamın üzerine yürüdüm. “Ne dediğinin farkında mısın canavar seni, hayvan! Neden bugüne kadar söylemedin, korkak şey!” diye derhâl ter içinde kalan incecik boğazına yapıştım, iki elimle sıkmaya başladım. “Kim o? Canını almadan söyle.”
Söylemezse ve boğazını biraz daha sıkıversem yere yığılıvereceği kesindi.
“Bal kabağının içini temizleyip mum yakarak pencereden içeri sokanı, Şarbankül’ü korkutan insanı tanıyorum!”
“Nasıl da bu kadar zalim olabilirsin Abu!”
“Gürültü kopup hepiniz Şarbankül’ün yanına koştuğunuzda ben sıkışmış, dışarı koşmuştum. Yurdun arka tarafından koşarken karşıma çıkıverdi.”
“Kim, kim o?”
“Kim olabilir ki? Navan! Şu bir üst sokakta oturan Navan var ya? O. Elindeki fileto bıçağını boğazıma dayadı. ‘Beni gördüğünü söyleyecek olursan şu bıçakla kafanı keserim. Ölecek bile olsan kimseye söyleme. Söylemeyeceksin değil mi?’ dedi. ‘Söylemeyeceğim.’ dedim korktuğumdan. O, aşağı sokağa doğru koşarak uzaklaştı. Yurda girdiğimde Şarbankül’ün baygın bir hâlde yattığını, odada gürültü koptuğunu gördüm. Bugüne kadar bir kişiye dahi söylemedim. Şarbankül’ün vefat ettiğini öğrendiğimde büyük bir günahkâr olarak hissettim ve okulu bırakıp buraya gelerek işe girdim. Sizinle görüşmelerden kaçtım hep. Yakalandığım hastalığın sıkıntısını tam tamına kırk beş yıldır çekiyorum. Öbür dünyada Şarbankül’le karşılaştığımda ona hangi yüzle bakacağım? Seni bir defa görebilmeyi, hepsini anlatabilmeyi istedim. Neden susuyorsun? Neden şu bedbaht adama küfürler yağdırıp dövmüyorsun? Beni kanlar içinde bırakmalısın. Öldürüp Kargalı Nehri’ne atmana da razıyım. Neden konuşmuyorsun?”
Boğazına yapışmış parmaklarımı zar zor açtım ve nemlenerek yumuşayan avucumu ağaca sürterek sildim. Nefes almakta zorlanıyor, öksürerek patlayacak bomba gibi titriyordu.
Gökyüzünde ise yarım ay gizlice bakıyordu. Ağaçların hepsi uğulduyordu. Nehir de kızarak dolup taşmaya başlamıştı. Dağ da simsiyah, ölmüş kısır deve gibi çöküktü. Dilim ağzıma sığmıyordu. Nefes almakta zorlanıyordum. Boğazım kurudu ve dilsiz gibi ses çıkaramadım.
“Nariman elveda, ben gidiyorum. Ben vereme yakalandım. Yediklerimi sindiremiyorum, iki gündür bir lokma bir şey yemiyorum. Yemek yiyemiyorum. Fazla yaşamam, sönmüş, ebediyen sönmüş bir insanım. Utancımdan yanıyorum, ölmek üzereyim. Beni affetmeyeceğini biliyorum.”
Ayaklarını zor hareket ettirip iki adım attıktan sonra arkasını döndü.
“Ha, şu soytarı, cani Navan’a birkaç kez pazarda rastladım. ‘Aferin’ diye sırtımdan sıvazladı her gördüğünde, cebime para attı. O soytarı etkisi altına alır beni hep. Ben böyle şerefsiz biri oldum, alçak biriyim. Bir kuruşluk değerim yok. Şarbankül öldüğünden beri içimde geçmeyen bir korku mevcut, geceleri ürkerek kalkarım. Bir bıçak boğazıma dayanmış duruyor sanki. Tek canlı şahit benim. Bugünden sonra birkaç gün rahat uyurum belki. Navan köpeği korksun, o ürksün. Gidiyorum, elveda!”
Arkasını döndü, elindeki değneğin tık tık sesleri eşliğinde, zar zor yürüyerek karanlığa karışıp kayboldu. Ben, çakılmış kazık gibi kalakalmıştım bulunduğum yerde.
“Köpek oğlu köpek seni! Öyle değerli, altın gibi bir kızın hayatını nasıl karartırsın, ömrünü nasıl kısaltırsın!”
Üzüntü ve pişmanlık iç dünyamı paramparça etmişti. Hayat dediğimiz, üzüntü, pişmanlık ve özlemmiş meğer.
“Şarbankül’cüğüm, güzelim benim. Ay karanlığında kaybettiğim cevherim benim! Hızla geçen yaşam silsilesinde senin yerin bambaşkaydı, ne yapabilirim? Jenis’le her görüştüğümüzde senden söz ederdik. Sonradan o yükselerek Degeres Sovhozu’na başkan oldu, en hızlı koşu atlarını yetiştirerek ünlü at eğiticisi unvanını kazandı. Altına soylu at binip geniş saray gibi sekiz odalı ev yaptı. Kimsesiz büyümüş zavallı obur değil mi, sovhoz malına elini bolca sokmuş. Ona dava açıldığında yardım elimi uzattım. İlk eşiyle anlaşamadı, ikincisi vefat edince görevinden de oldu, huzuru kaçtı. Bir derinin altında insan, bin defa şişip bin defa iner. Bundan üç yıl önce beklenmedik anda kalp krizinden hayatını kaybetti.” diye düşünmüştüm.
Navan adlı bir üst sokakta oturan soytarı delikanlı, okulu erken terk etmişti. Sonrasında üçkâğıtçı olup çıkmış, Çankayşi denen bir takma adı da varmış. Grup kurup çocukları rahatsız edermiş. Gençliğini sürekli hapiste geçirdiğinden pek görünmezmiş. Geçen sonbaharda at yarışında rastladım. Aynı yılışık hâli, iki yanağı olgun elma gibi kırmızı, gümüş dişlerini parlatıp yüksek sesle kahkaha atıyordu.
“Abu, hepsini anlattı. Senin cani olduğunu biliyorum artık. Korku artık sana geçecek ve gölge gibi peşini bırakmayacak. Sen de o korkudan ödün patlayıp öleceksin. İntikam almak artık benim boynumun borcu!” deyiverdim.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/nagasibek-kapalbekuli/kus-kanadi-69499333/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
notes
1
“Muhteşem” anlamına gelen Rusça argo kelimedir.
2
Sovyetler Birliği dönemindeki para birimi
3
Çift kuyu
4
Kazak millî yemeği
5
Kırmızı burun
6
Süzülmüş yoğurttan yapılıp kurutulmuş yiyecek
7
Elma cinsi