Çaresiz Yolcu

Çaresiz Yolcu
Novruz Necefoğlu

Novruz Necefoğlu
Çaresiz Yolcu

Nоvruz Necefоğlu
1954 yılında Lеrik’te doğdu. Bаkü Devlet Ünivеrsitеsi Cumhurbaşkanlığı Yöneticilik Аkаdеmisini bitirdi. Hikâyeleri ve makaleleri, “Аzerbаycаn,” “Ulduz,” “Litеrаturnıy Аzerbаycаn” gibi dergiler yanında “525. Qezet,” “Kаspi” v.s gazeteler ile kardeş Тürkiye’deki “Kardeş Kalemler,” “Hece,” “Berceste,” “Çıngı,” gibi çеşitli edebiyat dergilerinde düzenli olarak yayımlanmaktadır.
“Bir Kış Günü Hаtırası,” “Yоllаrın Uzadığı Gün,” “Çаresiz Yоlcu” adlı edebi eserleri yanında, Avrupa ve Güneydoğu Asya ülkelerine seyahat notlarından hareketle yazdığı “Dünyа Durаcаk Yer Dеğil” “Singаpur: Büyük Dünyа Şehri/ İddiаlı Ülke” аdlı kitapların da müellifidir. Novruz Necefoğlu şiirler ve nağmeler müellifi olarak da tаnınır ki, bir dizi şiirleri bestelenmiştir.
Becerikli, yetenekli, liyakat sahibi aydın bir üst düzey yönetici olarak bilinen Novruz Necefоğlu, halen Şabran valisi olarak görev yapmaktadır.

ÖNSÖZ
Elinizdeki bu kitap, halen kardeş Azerbaycan’ın üst düzey yöneticilerinden biri olan, içtimai ve siyasi hizmetleri ile olduğu kadar; edebi ve kültürel faaliyetleri ile de tanınan Novruz Necefoğlu’nun, daha önce Azerbaycan’da yayımlanmış edebi eserlerinden seçilerek Türkçeye çevrilmiş hikâyelerinden oluşmaktadır.
Altmış yıla yaklaşan ömür serüveninde hem Sovyet dönemini hem de bağımsızlık dönemini farklı açılardan gözlemleyen, bu farklı siyasal yapıları derinlemesine idrak eden Novruz Necefoğlu, kendi hayat tecrübeleri ve dikkatli bir sanatçıya has gözlemleri temelinde oluşturduğu bu hikâyeler ile devrin/devirlerin toplumsal yapısını ve o yapılar içinde “insanı” ve insanın içinden geçtiği hayati olayları bütün çıplaklığı ile gözler önüne seriyor.
Seçilen konular ve insanın iç dünyasına yönelen bakış açılarıyla “Orta Kuşak Azerbaycan Nesri”nin bütün özelliklerini taşıyan bu metinler, Nevruz Necefoğlu’nun akıcı, yalın, doğal ve son derece samimi üslubuyla, insanı birdenbire saran sıcak, duygulu ve insanın her halini yansıtan hikâyelere çevriliyor.
Novruz Necefoğlu’nun bu kitapta topladığımız bütün hikâyelerinin ana ekseni,“toprak” ve “insan”dır.
Onun doğduğu topraklara karşı duyduğu büyük sevgi ve toprağa bağlılık hissi, hikâyeleri içinde olabildiğince geniş sınırlara ulaşıyor. Ait olduğu toprağı; ağacı, çiçeği, gülü, yaprağı, yaylası, dağı, kurdu, kuşu, köyü ve şehri ile seven yazarın bu hassasiyeti, hikâyelerinin satırları arasından bir volkan gibi patlayan “vatan” sevgisine dönüşüveriyor.
Novruz Necefoğlu sevgi ile bağlandığı bu toprağın “insan”ını anlatırken de, “insana sevgiyi” ve “merhameti” daima ön plana çıkarıyor. O, kendi bulunduğu mevkii ve makamı yerle bir edip halkı arasına karışabilen ve insana vicdani pencereden bakabilen bir yazardır.
Novruz Necefoğlu, doğduğu topraktan zoraki koparılan bir ihtiyarın şehirde yaşadığı dramı anlatırken de; çocuklarının geleceği için her türlü zorluğa katlanan, onlarca kilometrelik bir çölü geçerek obasına ulaşan bir göçebe “ana”yı anlatırken de; ölümle pençeleşen ahraz, dilsiz bir çocuğu anlatırken de okuyucuyu çetin bir merhamet sınavından geçiriyor. Onun hikâyelerindeki, genç, yaşlı, kadın, erkek ya da çocuk, bütün insanlar “merhamet” ve “sevgi” çemberi ile kuşatılıyor. Böylece Novruz Necefoğlu’nun hassas kalbindeki “insan sevgisi” de o toprağın bütün insanlarını kapsayarak “millet” sevgisine dönüşüveriyor.
Türk okuyucusunun beğeniyle okuyacağını umduğumuz “Çaresiz Yolcu” adlı bu kitabın gün ışığına çıkması için bize her türlü desteği veren Avrasya Yazarlar Birliği başkanı Yakup Ömeroğlu’na; bu hikâyeleri Türkçeye çevirirken bize yardımlarını esirgemeyen Ulduz Dergisi baş redaktörü Elçin Hüseynbeyli’ye; kitabın tasarımını yapan İbrahim Sağlam’a teşekkürü borç bilirim.

    İmdat AVŞAR
    08/05/2012

ÇARESİZ YOLCU
“Şüküfe hanım kendi derdini unutmuş, bir haftadır telaşla, torunu küçük Behruz’a yün yorgan ve yün döşek hazırlıyor… Bu hikâyeyi, evlatları için bütün çilelere katlanan analarımıza ithaf ediyorum.
Sıcak yaz güneşinin dağı, ovayı, dereyi, düzü yakıp kavurduğu günlerdi. Kıztamam,[1 - Kıztamam: Anadolu’da da sık görülen, Yeter, Döner, Kızdöndü, gibi kız isimlerinden biri. Azerbaycan’da, üst üste gelen kız evlatlardan sonra bir oğlan evlat isteyen ana babalar, kızlarına, Kızyeter, Kıztamam, Kızbes gibi isimler koymuşlardır.] insanı canından bezdiren bu sıcakta, canını dişine takıp yola düşmüştü. Güneş yakıyor, Kıztamam sanki alevler, közler içinde yürüyordu ama buna rağmen telaşla ilerliyor; bir an önce menzile varmak için can atıyor; ileriye, hep ileriye doğru atılıyordu. Yıllardır üstünden geçen yolcuların ayakları altında ezilerek sertleşmiş yoldan biraz kenara çıkınca, ayağının altında ufalanan keseklerden kalkan toz zerrecikleri yüzüne doğru geliyor, nerdeyse gözleri içine dolan tozlar, gözbebeklerini sızlatıp yakıyordu. Terin, suyun içinde kalmıştı. Biraz önce yüzünün terini ve gözünden akan yaşları köyneğinin ucu ile silmişti ama artık bunu yapmıyordu, köyneğinin ucunu kaldırıp yüzüne, gözüne götürmeye bile dermanı kalmamıştı. İşaret parmağı ile kâh sağ, kâh sol yanağını yukarıdan aşağıya doğru siliyor, ter damlalarını alnından sıyırıp yanağından aşağı akıtıyordu. Her ne kadar sakin olmaya, acele etmemeye çalışsa da, bunu bir türlü beceremiyordu.
Kıztamam, bir haral yünü kışlakta bırakmış, sabahleyin göçe yüklemeyi unutmuştu. Az da değildi, tamı tamına altmış kilo, bir haral dolusu yündü. Kışlakta, evlerinin önüne kamıştan yaptıkları ağılda duruyordu, nasıl olmuşsa, yünü oradan alıp yaylaya giden hayvanlardan birinin sırtına yüklemeyi unutmuştu. Yaylaya göçen ahali ile birlikte, büyükbaş hayvanları ve koyun sürülerini haylayarak sonsuz gibi görünen ovayı geçip asfalt yola çıkmışlar ve hayli ilerlemişlerdi. Kıztamam, bu yerlerdeki göçerlerin çala dediği düzlükten geçen kadim kervan yoluna düştükten sonra, birazcık dinlenmek, nefeslerini toplamak için mola verdikleri yerde, yük çatılmış hayvanların üstündeki heybelerden, çocukları için ekmek ve katık çıkarırken, birdenbire yün haralının denkler arasında olmadığını farketmişti. Eyvah! Diye dizlerine vurmuştu ama iş işten geçmişti. Yün haralı kışlakta, obada kalmıştı.
Kıztamam: “Vay! Yünü unutmuşum, şimdi ben ne yapayım, bu başıma hangi derenin külünü dökeyim,” diye, dizlerini dövüyor, suç işlemiş bir insan gibi, mahzun gözlerle çevresine bakınıyor, sanki birilerinden yardım bekliyordu. Göç ahalisinde yer alan herkes kendi derdinde, işinde gücündeydi. Kıztamam biraz nefes almak için durdukları konaklama yerine; çevresinde, kendi işiyle uğraşan yol yoldaşlarına bir kez daha göz gezdirdi. Gördü ki, o anda, kendi derdiyle meşgul olan bu insanlardan yardım istemeye bile değmezdi. Aralarında ikişer yaş fark olan çocukları Arzuman, Tazehan ve kızı Gülgez’e doğru dönüp:
“Siz sakın göçten ayrılmayın, ben geriye, kışlağa kadar gidip tekrar geleceğim,” demiş, koşar adımlarla göç kervanından ayrılmış; kocasının deli gibi bağırarak: “Heey! Nereye gidiyorsun! Neyi yitirdin?” diye sorduğu sorulara da cevap bile vermeden ve hiç zaman kaybetmeden, geldiği yoldan geriye dönmüştü…
…Kıztamam, çala denilen düzlüğü dolaşıp asfalt yola indi. Hayli ilerlemişti. Kocasının bağırtısı ise hâlâ onun bulunduğu yere kadar ulaşıyordu. Kocası, Kıztamam’ın yedi sülalesine sövüp sayıyor; Kıztamam’ın anası, babası, kardeşi, bacısı, hısımı, akrabası… bu sövüşten nasibine düşeni alıyordu. Memiş’in ağza alınmayacak kadar çirkin sözleri, bu cefakar kadının ardı sıra zamansız bir rüzgar gibi uğulduyordu.
Kocasının, ahaliyle birlikte göç yolunda ilerleyen çocuklarına el kaldırmayacağını, onlara dokunmayacağını, çocukları dövmeyeceğini bildiğinden, Kıztamam’ın içi rahattı. Çünkü Bağır kişi[2 - Kişi:Yaşlı erkeklerin ismi sonuna eklenen, saygı unvanı.] yani bu göç ahalisinin aksakalı[3 - Aksakal: El içinde sözü geçen, sevilip sayılan, yaşlı kişi…] da oradaydı. Demirkır[4 - Demirkır: At donu. (Türklerde at donu olan Kır’ın da farklı tonları vardır. Akkır, Çilkır, Üveyikkır, Demirkır…)] atı ile göçün en önünde Bağır kişi gidiyordu.
… Kıztamam, artık göç ahalisinden hayli uzaklaşmıştı. Kocasının sesini de işitmiyordu. Ancak menzile kadar geçip gideceği o uzun yolu düşündükçe, kocası Memiş’in geçen günkü yaramazlıkları gözleri önünde canlanıyor, onun yaptıkları, gittiği yol boyunca Kıztamam’ı takip ediyor, Memiş’in ağza alınmayacak derecede kötü sözleri, ağır bir şelek gibi omuzlarından asılıyordu…
… Yediğini beynine değil de şişkin ensesine yığan, akıldan piyade, kalas burunlu kocası Memiş, her zaman olduğu gibi, dün de yaylaya göçmek için eşyaları toplayan Kıztamam’a zulmetmiş, bir hiç yüzünden dövüş kavga çıkarmış; ortalığı birbirine katmıştı. Zavallı kadının eli kolu yanına düşmüş, işten, güçten soğumuştu. Bütün hüneri acı dilinden, tüm cesareti de yanındaki hendekten öteye geçmeyen ensesi kalın Memiş, dün, göç ettikleri yaylaya kadar sürecek olan bu ağır yolculuğun, çekilmez yol yorgunluğunun acısını daha yola düşmeden önce, zavallı Kıztamam’dan çıkarmıştı…
Kıztamam bir yandan yürüyor, yürürken de içinden konuşuyor, kendisi ile dertleşiyordu: “Zalim herif, ne elden utanıyor, ne de hısım akraba dinliyor. En küçük şeyleri bahane edip dövüşe, kavgaya başlıyor. Ona kızan, yaptıklarına karşı gelen, öğüt veren biri çıkınca daha da coşuyor, kendinden geçiyor, öfkeden deliye dönüyor. Bağırtısı, nerdeyse köyden köye duyuluyor… Allah bu Memiş’in sesinden kesip de aklını biraz fazla etse ne olurdu? “Kısmete karşı gelinmez,” diyenlere, ben ne deyim,” diye toprağa, taşa söz söyleyip yakınıyor, kara bahtına sitem ederek ilerliyordu.
… Kıztamam, bir susup bir konuşuyor, sanki birilerinden bir şeyler umuyor, birilerine de küsüyor, derdini açıp yakınıyordu. Keremine şükür ama, Tanrı’nın bir çoban, üstelik doğuştan yeteneksiz, beceriksiz bir çoban olarak yarattığı bu beli kırılasıca, niye onun alnına yazılmıştı, niye onun bahtına çıkmıştı? Ayıplamak, kınamak, lanetlemek istiyordu, ama kimi? Tanrı’yı mı? Kısmetini mi? Talihini mi? Yoksa başka birisini mi? Kimi? Kimi?…
Bu sorulara kendisi de cevap veremiyordu. Aklı, fikri dünkü yaşananlardaydı. Dün olup bitenleri, hayalinde yeniden yaşıyordu.
Gülgez, kapının önünden bağırmış, odada eşyaları toplayan anasına seslenmişti:
“Ana, babam geliyor.”
“Ne!? Boyu devrilesice ne çabuk geri döndü? Öğlen oldu mu ki? İşe güce dalıp babanın çayını, yemeğini de hazırlamadık,” dedi, eli ayağına dolaştı, sonra da kızına dönüp:
“Gülgez, anan kurban olsun, çabuk ol, kuş gibi git, çaydanlığı doldur, getir, ben de ocağı yakayım,” dedi ve sonra alel acele dışarı çıktı.
Koyunların önü sıra eve doğru gelen Memiş, değneğini evin duvarına dayayıp elini yüzünü yıkamadan odaya doğru geçti ve geçerken de:
“Nerde benim çayım! Yoksa çay pişirmediniz mi?” diye bağırdı.
Kıztamam suçunu itiraf edercesine, sesini kısarak ve adeta yalvararak:
“Memiş, kadanı alayım, yaylaya göçeceğiz diye eşyaları toparlamakla meşgul oldum, üstelik böyle çabuk döneceğini de beklemiyorduk. Biraz sabret, ocağı yaktım, şimdi çayın da, yemeğin de hazır olur, merak etme…” dedi ve sonra da Gülgez’in getirdiği ve ocağın isinden kapkara olmuş çaydanlığı, yenice alevlenen ocağın üstüne koydu.
“…Evet! Öğlen oldu mu? Ha! Benim, yazıda yabanda ineğin koyunun ardı sıra koşturmaktan canım çıksın, siz de evde oturun, üstelik Allah’ın çayını da hazırlamayın, öyle mi!?” diyen Memiş, duvara dayadığı değneğe doğru yöneldi ve: “Ben, senin yedi sülalenin…” diye ağza alınmayacak sözler savurup göçün ardında kalan hünersiz köpek gibi hırıldaya, hırıldaya küfür etmeye başladı.
Memiş böyle durumlarda, eğer evden birini eline geçiremezse, bu eve kendisinden daha fazla hayrı dokunan ahırdaki eşeği ya da kapıdaki köpeği döver; acısını bu zavallı hayvanlardan çıkarırdı. Değneğini alıp bu hayvanların başına çökünce; eşeği anırana kadar, köpeği de ulayana kadar döverdi.
Ertesi gün uzak bir yolculuğa çıkacaklardı. Bir kaç gün sürecek olan yolculukta, ağır yüklerini taşımak için eşeğe ihtiyaçları vardı, eşeği Memiş’in cengine vermek olmazdı, onu korumak lazımdı. Evdeki iki oğlan, zavallı eşeği, sebepsiz yere öfkeye kapılan babalarının gazabından kurtarmak için önlerine katıp obadan uzaklaştırarak, ucu bucağı görünmeyen ovaya doğru kaçırmışlardı. Memiş’in, yaylada adeta sağ kolu olan kocamış köpeği ise bu kış, hayvanlar arasındaki bulaşıcı bir hastalıktan dolayı ölmüştü.
Kıztamam, Memiş’in kopardığı bu “fırtınadan” kurtulmak için canını alıp kızı Gülgez’i de kucağına bastırarak komşuları Gülsümgile kaçmıştı. Kıztamam, Memiş’in, Gülsüm’ün kocası ve obanın hatırı sayılan büyüğü olan Bağır kişinin korkusundan Gülsümgile yaklaşmaya cüret edemeyeceğini iyi biliyordu. Şimdi Memiş, önüne ilk kim çıkarsa, bir bahane bulup sövecek, sonra da eve geçip Kıztamam’a ver yansın edecekti.
Kıztamam, yanında Gülgez ile Gülsümgilin evinin penceresinden dışarıyı seyrediyor, bundan sonra daha nelerin olacağını kestirmeye çalışıyordu ki, tahmin ettiği şey oldu: Ağılların arasından çıkan Mehrab adındaki genç bir oğlan:
“Memiş dayı! Ne oldu? Bu göç vaktinde yine ne diye bağırıp çağırıyorsun, niye ortalığı velveleye veriyorsun?” diyerek onu sakinleştirmek istedi.
Memiş, demirci körüğü gibi fısırdayarak: “Sana ne?” dedi, “Sen işine baksana, yoluna devam etsene!”
Mehrab yüzünü Memiş’e doğru çevirip:
“Ay kişi, ben sana ne dedim ki? Niye ortalığı velveleye veriyorsun, dedim? İşte, bak, çocuklarını da esir etmişsin. Zavallı çocuklar, telaşla kaçışıyorlar,” dedi ve sırtını dönüp oradan uzaklaşmak istedi.
Memiş ayaklarını sürüye sürüye genç oğlana doğru yürüyüp: “Ede! Şimdi sen bana akıl mı öğretiyorsun? Senin baban Şamil’in, göç yolunda Şehretük’ten geçerken ölen dedenin…” diye bağırarak değneğine sarıldı.
Mehrab: “Memiş dayı, küfür etme,” dedi, öfkesini güçlükle yenerek: “Ay domuzun…” demek istedi ama kendisini zor zaptetti. “Hava almış yayık gibi pis pis guruldayıp durma…” diye, bu ağzı bozuk adamı susturmak istese de, olmuyordu.
Memiş sövüyor, ağzına geleni diyor, Mehrab’ı, “seni öldürürüm” diye tehdit ediyor, değneğini ikide bir havaya kaldırarak ona vurmak istiyordu.
O anda olanlar oldu, Memiş ile Mehrab birbirine girdiler. Kıztamam onları izlediği pencerenin gerisinden:
“Gözüne kurban olduğum Mehrab, hışmaladı ha! Bırak canını alsın!” diye içinden mırıldandı. Mehrab, üstüne gelen Memiş’i bir hamlede yakalayıp ellerini birbirine doladı ve onu güçlü kollarının arasına aldı. Memiş’in kaburgasını kıracakmış gibi sıkıyor:
“He, ne oldu? Haydi, vursana?” diye bağırıyor, kendinden yaşça büyük, babası yerindeki olan Memiş’in küfürlerine karşlılık vermiyor, sabrediyordu. Üstelik mengene gibi sıktığı rakibine el kaldırıp vurmaya da kıyamıyordu. Memiş yine ağzına geleni saymaya başlayınca, Mehrab onu dürüp büküp kucağına aldı ve götürüp evin içine fırlattı. Memiş kendine gelemeden, kapının sürgüsünü de dışardan kilitleyerek:
“Evet, Memiş dayı, bak işte böyle, şimdi istediğin kadar söv. Çok acıkmışsın, biliyorum. Kıztamam hala tabağı, kaşığı da henüz yüke sarmamış. Yiyecek, içecekler de ortalıktadır. Şimdi gönlünce ye, iç, tuluğunu gönlünce doldur ki, başındaki cinler cirit oynamasın. İstersen Kıztamam halaya seslen de kapının kilidini açsın…”
Mehrab, bu yaptığı işten kendisi de memnun olmuştu. Bir kahkaha atıp güldükten sonra, yüksek sesle:
“Memiş dayıyı zararsız hale getirmenin kolayını bulmuşum. Sövmesini engellemek, sesini kesmek için de bir yol bulacağım,”
deyip ağıldan çıkardığı koyunların arkasına düşüp ovaya doğru yol aldı, uzaklaştı.
***
…Kıztamam, bu gün sabah erkenden, daha güneş doğmadan çıkıp; öğleye kadar gittiği yoldan geriye dönüyordu. Kışlağa varması için daha hayli yol vardı. Asfalt yoldan kışlağa kadar olan on sekiz kilometrelik mesafenin, olsa olsa beş altı kilometresini katetmişti. Sabahtan beri kat ettiği yol ise, alması gereken mesafenin tam iki katıydı. Güneş yaktıkça yakıyor, Kıztamam’ın nefesi tıkanıyordu. Ancak gitmeliydi, üstelik bir an önce obaya, kışlağa ulaşmalıydı. Eğer onlar obadan ayrıldıktan sonra birileri gelip almamışsa, bin bir eziyetle topladığı ama kışlakta unuttuğu yünü alıp; o yolu tekrar katederek yaylaya götürmeliydi. Tabi ki, her zaman olduğu gibi, göç yola düştükten sonra, çevredeki obalardan gelip yurt yerini dolaşan, unutulmuş işe yarar eşyaları toplayıp götürenler Kıztamam’ın yününü de almamışlarsa!…
Elbette bütün bu dertlerinin, cefaların sebebi kocası Memiş’ti… Birden duraksadı. Sanki evlatları, beş oğlu ve bir kızı, melul melul ona bakıyorlar, sanki: “Ana, biz ne olacağız? Bizi de mi terk edeceksin? Biz ne yaptık ki,” diyerek incinmiş bakışlarla onu süzüyorlardı. Bahtına isyan ettiğinden dolayı, evlatlarını düşünüp mahcup oldu. İçinden, çok şükür, çocuklarımın aklı başında, güçlü kuvvetliler, sağlıkları da yerinde, diye Allah’a şükretti. Büyük oğlu, Gence’de, Ziraat Fakültesi’nde okuyordu, oğlan Zootekni bölümü ikinci sınıf öğrencisiydi. Kıztamam her türlü meşakkate katlanıyor, büyük emekler sarfediyor, kıt kanaat geçinip gidiyorlardı. Oğlunun okuması için evdekilerin boğazından kesiyor, bin türlü çileye boyun eğerek Balahan’ı okutuyordu.
Memiş denen evi yıkılası ise, Balahan tatile geldiğinde de ortalığı birbirine katıyordu. Zor geçen sınavlardan sonra, yarı yıl tatilinde köye gelen oğlunu, geldiği günden gidene kadar çalıştırıyor; mal davar otlatmak bir yana, ahırın temizliğini de Balahan’a yaptırıyor, akademide okuyan bir öğrenciye yakışmayan işleri yapmaya mecbur ediyordu. Kıztamam ağzını açıp: “Oğlan beş günlüğüne misafir geldi, biraz dinlense, ne olur,” dediğinde ise ortalık savaş alanına dönüyordu. Memiş, eğer karısı yakınında, elinin yettiği yerde ise değnek ile onun dallarını buduyor; eli yetişmiyorsa yedi göbek sülalesini, gelmişini, geçmişini bir bir sıralayıp ağzının dolusunca sövüyor; oğlunu da karısını da el aleme karşı rezil rüsva ediyordu.
Kıztamam, tatil bitip Balahan’ı okula gönderirken, onun için gizli gizli biriktirdiği harçlığı, Memiş’ten uğrun oğlunun cebine koyuyordu. Oğlu Balahan:
“Ana, benim çalışıp para kazanıp size yardım etmem gerekirken, sizin işinizi daha da zorlaştırıyorum, dilekçe verip açıktan okuyayım, size yardımcı olayım,” diyordu.
Kıztamam da duygulanıyor:
“Herkes bizim gibi oğlum! Kıt kanaat geçinip gidiyorlar, bunun için kendini sıkma,” diyerek oğlunu bağrına basıp yola salıyor, arkasından da bir kova su serpiyordu.
… Evet, su! Su içmek istiyordu Kıztamam. Susuzluktan içi yanıyordu. Denizin dalgası gibi bir su kütlesi, onun üstüne doğru geliyordu. Kollarını iki yana açtı. O su kütlesini kucaklayıp, avuç dolusu içmek istedi ama elleri havada asılı kaldı. Kan ter içindeki gözlerini açtı. Biraz daha dikkatle ön tarafına baktı, su değildi. Çocukları da yok olmuşlar, ortalarda görünmüyorlardı. Gördüğü seraptı, aldandığını, gördüğü hayali, su sanıp o suya doğru gittiğini anladı.
Güneşin yakıp kavurduğu kuşotları ayakları altında hışırdıyor, tabanları göyünüyor, ayakları zonkluyordu. Ayakları, ayakkabılarının içinde alev alıp yanıyordu. Mutlaka su toplamıştı parmakları, yolun sonu ise görünmüyordu. Çevresine bakınıyor, göçü sabahleyin katarladıkları, yıllardan beri kışladıkları, kendilerine yurt bildikleri obaya ne kadar mesafe kaldığını kestiremiyordu. Burada dere, tepe yoktu… Dere, tepe, kaya, meşe ocağı türlü işaretler; bir haftadır hazırlık görüp, bu gün sabah erkenden yola düştükleri dağlardaydı. “Burası Muğan dedikleri yer, burası Acıdüz”? diye geçiriyordu içinden.
Evet, gerçekten de acı bir düz idi. Güzel isim koymuşlardı bu araziye. Obada unuttuğu, geçen güzden beri tel tel, kelep kelep topladığı, özenle sarıp bağlayıp harala koyduğu, yıkayıp temizleme işini de özellikle yaylaya sakladığı bir haral yün içindi bunca çile. “İnşallah yerinde duruyor,” diye geçirdi içinden Allah’a yalvarıyor, bu öğle vaktinde, güneş tepesini dövse de umutla yol alıyor, aceleyle obaya doğru gidiyordu.
İçini gam, keder bürüdü, kaygılarından uzaklaşmak için türkü söylemek istedi. Yok, dili, damağı, güneşin kızgın diliyle yaladığı sahra gibi kuruydu, kupkuru… Sesi çıkmıyordu. Dertlerini diliyle dişi arasında, dudakaltından mırıldandı:
Nerden geldi bilmediğim,
Gam suyuna dökülmüşüm.
Sarıp içimi,dışımı
Keder olup bükülmüşüm.
Biraz daha ilerledi. Gerçekten de bükülmüştü, uzun, servi kameti eğilip kısalmıştı. Yakıcı sıcaklık takatini kesiyordu. Gözlerinin içi tutuşup yanıyordu. İçine bir keder doldu o an, yine dudaklarına hazin fısıltılar kondu:
Kaygı baştan basıp[5 - Basmak: Yenmek, mağlup etmek] beni,
Sevinç hoftan[6 - Hof: Korku] asıp beni.
Çaresiz yolcu gibiyim,
Kader bensiz yozup[7 - Yozmak: Yorumlamak, (yuhusunu yozmak: Rüyasını yorumlamak)] beni.
Gözünün önünden yine bir su dalgası geçti. Dudağı ıslandı. Diliyle dudağını yalamak istedi, diline tuz tadı geldi. Yanağından aşağı süzülen tuzlu su, toza toprağa karışan teriydi.
Bedeni, bin yerinden sızlasa da hayali onu alıp yaylaya, bu yıl konacakları, çadırlarını kuracakları “Cam Bulağı”na götürdü. Sanki yüzüne, dağ başından esen hafif bir yayla meltemi dokunuyordu. Birden kendini toparladı. Etrafına bir göz gezdirip baktı. Yok, henüz o uçsuz bucaksız düzlükte, çölde idi. İyice tepeye dikilen güneş, adeta kafasını deşiyor, beynini eritiyordu.
Kurudere’ye ulaşmıştı. Buralarda, yerden biraz yükselen, başını indirip saçakları ile toprağı tarayan şahsöğüt çalıları göze çarpıyordu. Elbette bunlar da bu arkın su ile dolu olduğu zamanların yadigarıdır, diye düşündü. Sıcaktan boğuluyordu. Başındaki şalı açıp elinde silkeledi, sonra da başına örtüp çenesinin altından, boğazından çarpaz bağladı. Birden, kulaklarının sağırlaştığını, hiçbir şeyi duymadığını sandı, yağlığını bir daha açıp başından sıyırdı. Yazmasını kulaklarından yan tarafa doğru çekti, kulaklarını dışarıda tuttu ki, hem yel değsin, hem de işitebilsin. Rüzgardan iz, nişan yoktu, muğan rüzgarının esmesine de hayli vardı. Şimdi öğle zamanıydı. Sıcak rüzgar ise öğleden sonra çıkacaktı. Çöldeki şahsöğütlere dikkatle bakmaya başladı. Baktı ve meşe, çam, çınar ağaçlarını hatırladı. Bir küçük dalı ile nerdeyse bir günlük mesafeye gölge salan ulu çınar dallarını düşündü. Savaşta yitkin düşen, yüzünü dahi görmediği babasının evinde yaşadığı yıllarda, ekin biçerken, başak toplarken bir kırık meşe dalının gölgesinde o kadar zaman geçirmişti ki…
Gözü alabildiğince ileri bakıyordu, önündeki ise şahsöğüt çalısı idi yani tuzlu toprağı kucaklamış sahranın yeşilli gelini… Düşünüyordu: “Ben zavallı, ucu bucağı görünmeyen bu susuz çöllere, kuru sahraya kara günlü oluşumdan düştüm. Acaba şahsöğüdün ne derdi vardı ki, böyle sahraya düşmüş? Bu yeşil dalı beğenip seçmiş, kendi adına yakıştırıp, “şahsöğüt” demiş?” Burnuna, ocakta yanan şahsöğüdün hoş kokusu geldi sanki. Yok, güneşin sıcaklığı, harareti idi, söğüdü yakan.
Güçlükle de olsa adımlarını atıp yürüyordu. İlerledikçe biraz önde ağ kangal ve deve dikenlerinin kurumuş gövdeleri görünmeye başladı. Buralar önceki yıllar kondukları kışlaklardan biri olmalıydı. Bu bitkiler, buralar kışlak olarak kullanıldığı için burada bitmişti.
Birden bir hırıltı duydu. Kurumuş ağ kangal dallarının arasında bir şey kıpırdadı. Gözlerini güçlükle de olsa birazcık geniş açıp dikkatle bakmaya başladı. Yanılmamıştı, hareket eden kuru kangal dalları arasından gelen o sesi çıkaran bir yılandı. Korkmuş, korkudan taş kesilmişti. Sıcaklığın hararetinden adeta pişen, başına gelenlerden ve yıllar boyu çektiklerinden dolayı yorgun düşen yüreği, delice çarpıyor, yerinden kopmak istiyordu. Yılana doğru gitmesi mümkün değildi, Allah’a yalvarıyordu, içinden kopup çıkmak isteyen yüreği, bir anda coşan beyni ile “Allah’ım yılan bana doğru gelmesin,” diye yalvarıyordu.
Bu yılan Gürze[8 - Gürze: Boz renkli, kuyruğunda çizgiler olan ve bozkırda, taşlık arazide yaşayan bir tür zehirli yılan.] ise üstüne doğru sıçrayabilirdi. Dikkatle sesin geldiği yere doğru bakıyor, birdenbire karşısına çıkan bu “sahra avcısı”nın ne tür bir yılan olduğunu öğrenmek istiyordu. Evet! Galiba gürze idi, yok yok efi[9 - Efi: Sarı renkli, başı üçgen şeklinde olan bozkırda yaşayan bir tür zehirli yılan] yılana da benziyordu… Gürze öğle vaktinin yakıcı sıcağında güneşlenmek için can atar, adeta güneşle kucaklaşır, kızgın toprağa sarılır. Şimdi de vakit öğle ve yakıcı bir sıcak olduğu halde neden kangal dikenlerinin arasına sokulmuştu? Gürze ki, açık arazide, kuyruğu üstüne dikilerek gezerdi. Kendini toparlayıp biraz daha dikkatle baktı. Yılanın rengi kırmızydı. Kızıl yılan! Evet, kızıl yılandı, şükür Allah’a… Derinden bir nefes aldı. Büyüklerin: “Kızıl yılan, yılanlar içinde en mert olanıdır, sen dokunmazsan, o da sana dakunmaz, asla zarar vermez” dediklerini duymuştu.
Yere eğilip avuçlarını, üstüne kurumuş yavşan otları da dökülmüş, ateş gibi yanan, kızgın toprakla doldurdu ve yeniden doğruldu. Bir kaç metre ötede, bedenini yarıya kadar yukarı kaldırmış kızıl yılan duruyordu. Gördüğü, sanki kızıl yılan değil, alev alıp yanan bir ipti. Yılan çekip gitmiyor, ona bakarak uzun çatal dilini çıkarıp oynatarak tıslıyordu.
Kıztamam, darda kaldığı o an, “nine” diye hitap ettiği anası Balanaz’ın, beş bacının tek kardeşi, ata ocağını söndürmeden devam ettiren kardeşi, evin tek oğlu Süceddin’e: “Ocağımızı söndürme, ata yurdumuzu terk etme, yerimizi yurdumuzu viran koyma. Viran olan yurtta ya baykuş öter ya da yılan meler…”diyerek yalvarmasını hatırladı.
Bir şeyler yapmalıydı, kayıtsız kalamazdı çünkü karşısındaki ne de olsa yılandı. “Yılanın ağına da, karasına da lanet” demiş atalar. Şimdilik sakince bekleyen yılandan bir an önce uzaklaşmalıydı. İleri gidemezdi çünkü yılan üstüne atılabilirdi. Avuçlarındaki kuru toprakla, daha doğrusu tozla, yılana ne yapabilirdi ki? Önceki yıllarda kondukları, şimdi ise harabe olan yurd yeri, Kıztamam’ın gözüne korkunç yılanların yuvası gibi görünüyordu. Adım adım, yavaş yavaş geri çekilmeli, oradan uzaklaşıp yılanın sağ tarafından geçerek gitmeliydi. Böyle yaparsam daha iyi olur, diye düşündü ve kendi kendine:
“Evet, öyle yapmalıyım,” deyip ağır ağır gerilemeye ve sonra da sağ omuzu üstünden yılana baka baka, yılanın yan tarafından hızla geçerek oradan uzaklaşmaya başladı.
Renk! Elbisesinin rengi! Şimdi de sırtındaki elbiselerin rengi, onu korkutmaya başladı. Çocukken ninesinden, kızıl yılanın, bir rengi çok sevdiğini işitmişti. Kızıl yılanın sevdiği o rengi hatırlayamıyordu, acaba hangi renkti? Köyneğine, elbisesine göz gezdirdi:
“Ey Allah’ım, sen bana yardım et! Elbisemde hangi renk yok ki…”diye sızlandı.
Kendini biraz daha kenara çekip arkasına dönerek yılanın durduğu yere doğru baktı. Yılan görünmüyordu. Kuru kangal dallarının kıpırdadığını mı hissetmişti? Kızıl yılan ona hücum mu ediyordu? İçindeki vesvese büyüdü, korkuları arttı. Allah’ım, imdadıma sen yetiş, diyerek uzaklaşmaya çalıştı. Arkasından gelen bir ses duydu, sanki bir şeyler, ona doğru sürünerek geliyordu. Yılan olduğunu düşündü. Farkında olmadan adımları hızlanmıştı. Ancak şimdi dönüp arkasına bakamıyordu. Arkasına bakacak durumda değildi. Sadece kulağını geriye vermiş, gelen sesleri dinliyordu. İleriye doğru olabildiğince hızlı adımlarla giderken, arkasından gelen sese de kulak kesilmişti. Yok, artık ses gelmiyordu, belki de o duymuyordu. Yürüdükçe başmaklarının altında ezilen kuru otların, çorak toprağın kesekleri ezilip hışırdıyordu, başka bir ses, seda yoktu.
Gördüğü yerden hayli uzaklaşsa da, içinde kızıl yılanın korkusu vardı. Öyle bir korkuydu ki, hâlâ ardından sürünerek geliyordu. Önünden seraplar hücum ediyor, arkasından ise korkular geliyor, onu haklamak istiyordu. Ama Kıztamam, kışlakta, obalarında unuttuğu bir haral dolusu yünün, ondan önce obaya varan başka birine kısmet olmaması için var gücüyle ilerliyor, kendi helal malına ulaşmak için acele ediyordu. Vücudunun bütün azaları sızlıyor, bin yerden ses çıkarıyor olsa da hâlâ aklı yerinde, hâlâ kendindeydi.
Kıztamam dünyanın bin bir türlü derdini, kavgasını dile getirip düşüne düşüne, alevin, ateşin içinde yana yana, yolculuğun son deminde ise artık sürüne sürüne, en sonunda kışladıkları yurda; sakinleri bu gün sabahleyin erkenden yaylaya göçmüş olan obanın yakınlarına gelip çatmıştı. Gözlerini tez tez kırparak, gözbebeklerine akan ter damlalarını kovdu. Bütün kışı, ilkbaharı geçirdikleri sığınağı, sığınağın karşı tarafındaki yurt yerini açıkça görüyor, oraya ulaşmak için acele ediyordu. Acaba gördüğü serap mıydı? Serap gözünün önünü kesiyordu. Kıztamam ise şimdi gördüğü o seraba doğru yürüyordu. Gözleri kararıyor, gördükleri: Kışlak, sığınak, yurt yeri… bir anda yok oluyordu.
Evet, görüyordu. Gördüğü oba idi, kendi obaları. Artık tükenmekte olan gücünü son kez toplayıp hareket etti…
…Bu ovanın sakinleri, yayladan obaya, obadan yaylaya göçen ahali ile ticaret yapan, onlarla alış veriş eden Süphan, çoluk çocuğun “univermak” diye isim taktığı demir kasalı kamyonu geniş arazinin tam ortası olduğundan, Kıztamamgilin, yani Bağır dayının evinin yakınına eğlemişti. Süphan, bu obanın sabah erkenden yola düşeceğini dünden biliyordu. Veresiye mal verdiği, mal aldığı adamlardan, parası olanlarla, eline para pul geçenlerle aralarındaki hesabı burada kapatmıştı. Yayladan dönünce koyunlarını, keçilerini iyi bir fiyata satmak ümidi ile göçenlerle ise daha sonra hesaplaşacaktı. Bu obanın ahalisi çalışkan oldukları kadar da hakkı gözeten, sözüne sadık, dürüst adamlar olarak bilinirlerdi. Sorsan, bundan on yıl önceki borçlarını ne zaman alıp ne zaman verdiklerini günü gününe, saati saatine söylerlerdi. Süphan ile bu ahali arasında karşılıklı güven ve itibara dayanan samimi ilişkiler vardı. Birbirlerini sayıp severlerdi.
Süphan birkaç kilometre ötede, kendi köylülerinin yanında yerleştiği obadan sabahleyin erkenden çıkıp bu gün yaylaya göçen obanın yanındaki demir köşküne gelmişti. Kendisi de eşyalarını toparlamalıydı. İki haftadır, birbiri ardınca kafileler halinde yola düşen göçlerin sonuncusu da yarın, yayla yoluna düşecekti. Arkadaki beş altı oba ile, yarın sabah erkenden, o da yola çıkacaktı.
Süphan yapayalnızdı, oba göçmüştü, etraf sessiz, sakindi. Kulağının alıştığı, koyun, kuzu, inek, dana sesi gelmiyordu. Kedi bile miyavlamıyordu. Sıkıldı, buradan gitmek için acele etmeliydi. Hemen toparlanıp götürülmesi gereken küçük parça eşyaları torbaya doldurdu ve demir köşkünün duvarına dayayıp kapının kilidini yerine asıp kilitledi. Birden ne düşündüyse, göçü yola dizilmiş obayı bir daha gezip dolaşmak geldi aklına. Belki de bir kimsenin, aceleyle unuttuğu, yaylaya götüremediği gerekli bir eşya kalmıştır, diye obada ne var, ne yok bir kez daha gözden geçirmek istedi.
Obanın içerisinde dolaşıp etrafı kolaçan etti. Birbirine benzeyen kamıştan yapılmış el yerlerinden birinin açık kapısından içeri baktı, içeride duvara dayalı büyük bir haral gördü. Önce saman veya otla dolu olduğunu, bu nedenle de duvara dayalı olarak bırakıldığını sandı. Yine de emin olmak için haralın içine bakıp yoklamak istedi. Uzunca boyunu azca eğip içeri girdi. Haralı kurcalayıp baktı, haral yün ile doluydu. Kiminse, unutmuştu. Haralı, kapısı, kilidi bile olmayan kamış damda bırakıp gitmek olmazdı, sürüyerek dışarı çıkardı, sürüye sürüye, demir köşküne getirdi, kapıyı açıp içeri yuvarladı. Sonra da tekrar kapıyı kilitledi. “En iyisi buradır, sahibi bulunursa, veririz,” diye söylendi.
Güneş yakıyordu. Haralı sürüdükçe koyun yatağındaki peyinden kalkan tozun keskin kokusu sıcak havaya karışıyor, böylece sıcaklık insanı iki kat yakıyordu. Ara sıra sandalye yerine üstüne oturduğu taşlardan birini, köşkün cılız gölgesine doğru iteleyip orada oturuyordu. Terini silip, nefesini topladı. Acaba bu yün kimin? Kim unutup gitmiş? diye düşünerek bir süre oturdu.
Kulağına bir ses geldi. Sanki birisi ağlıyor ya da inliyordu. Evet! Birisi sızlanıyor, ağlıyordu. Biraz önce, obanın her yerini dolaşmış, her yere bakmıştı. Yoksa birisi obada mı kaldı diye geçirdi içinden, oturduğu yerden kalkıp tekrar obanın içine doğru yollandı. Etrafa göz gezdirdi. Unutulmuş olan yün haralını çıkardığı avlunun açık kalmış kapısının ağzında, iki büklüm olmuş, eğilmiş bir kadın görünüyordu. Acaba kim bu kadın? Yoksa az önce de burdaydı da o mu, görmemişti? Yok, olamaz. İçeriye dikkatle bakmıştı. Ne içeride, ne de çevrede kimse yoktu. Acaba kimdi, buraya nereden, nasıl gelmişti?
Süphan, kamıştan çevrilmiş avluya yaklaşarak seslendi:
“Ay bacı, kimsin, ne yapıyorsun orada?”
Kadın iki büklüm olmuş belini doğrultmaya,avuldan dışarı çıkmaya çalışarak boğuk ve cılız bir sesle:
“Süphan, Süp…han.. gardaş, benim, ben… Yünü unutmuştum, yetişemedim, alıp götürmüşler,” diyebildi.
Süphan Kıztamam’ı hemen tanıdı, biraz daha ileriye, kapının ağzına varıp:
“Ay bacı, bana bak hele, kendini ne güne salmışsın, hele gel, dışarıya çık, boğulursun orada,”dedi. “Korkma, yünü götüren yok, endişe etme, yünü ben aldım ve demir köşke de koydum.”
Kıztamam’ın dizlerine yeni bir derman geldi. Avludan çıkıp ikiye katlanan belini biraz daha doğrultarak karşılık verdi.
“Hee… Süphan gardaş, ne güzel, iyi ki sana rastlamış. Al…lah se… nin bala…nı sak…la…sın,” diyebildi ve ateş gibi yanan, koyun gübresi karışık toz toprağın içine, yere yığıldı. Kadıncağız bayılıp gitmişti. Süphan sağa, sola bakınıyor, ne yapacağını düşünüyordu. Su yok, gölgenecek yer yoktu. Şimdi kadına nasıl yardım etsin, şaşırıp kalmıştı. Gözleri, nisbeten biraz yakında görünen obaya ilişti. “Evet, kadını oraya yetiştireyim, Babullagile,” diyerek Kıztamam’ın yorgun ve baygın bedenini omuzuna alıp hızlı adımlarla yürüdü…
…Bu ovadaki yirmiye yakın obanın her birinde, her zaman saygı duyulan, misafirliği arzulanan, sözü baş üstünde tutulan, herkesin “dayı” dediği, arka obalar olarak bilinen bölgeden gelen Cihangir kişi, bir hayli adamın bir yere toplandığını görüp atını Babulla’nın avlusuna doğru döndürdü. Önceleri önemli görevlerde bulunmuş Cihangir kişi, emekliye ayrıldıktan sonra, kışın ovaya iniyor, yazın dağlar koynundaki köyüne geliyor, yazı kadim köyü Çeşmeli’de geçiriyordu.
Babulla, daha bu sabah buradan geçip giden Cihangir kişinin obaya döndüğünü görünce hemen onu karşıladı. Arkasından gelen oğlu, Cihangir kişinin atının dizgininden yapışıp yere inmesi için üzenginin bir tarafına asıldı ve Cihangir kişi attan indikten sonra, atı taştan yapılmış büyük ahırın yanına çekti, bağladı.
Babulla öne doğru çıkıp hürmetli misafiri karşılayarak: “Hoş geldin, ay gardaş, hoş geldin,” deyip onu evine davet etti.
Cihangir, Babulla kişiye:
“Orada ne oldu? İnsanlar niye toplandılar?” diye, evin önünde toplanan kalabalığı işaret edip parmağı ile gösterdi.
“Bağır’ın obasından Memiş’in karısı, Kıztamam… Bu gün sabah erkenden yaylaya göçmek için yola çıkmışlar.
Cihangir dayı:
“He, Bağırgilin bu gün yola çıktıklarını biliyorum,” dedi.
“Kadın, göç kervanı asfaltı geçtikten sonra, kadim göç yolunun başında, yüklere bakınca bir haral yünün olmadığını farketmiş. Asfalttan bu yana geriye dönmüş, bu kadar yolu, üstelik bu sıcakta tekrar yürümüş. Dükkancı Süphan da onların obasının kenarında, demir köşkünde imiş. Zavallı kadını, baygın vaziyette buraya, bizim obaya kadar o getirmiş. Kadını güneş çarpmış. Şimdi kızlar, gelinler yardım ediyorlar. Yavaş yavaş kendine geliyor,” diye, bildiklerini Cihangir kişiye anlattı Babulla.
Cihangir kişi kaşlarını çatıp, bakışlarını karşıya, kızların, gelinlerin toplandığı yere dikerek:
“Haa, Memiş’in, o akılsızın, beceriksizin karısı,” diyerek göğsünü geçirdi. “Kıztamam aklı başında, iyi kadındır. Memiş’in tüm derdini o çekiyor. Anası Balanaz da yoksul, fakirin biriydi. Balanaz’ın kocası Balaşirin savaşa katıldı, yazık, cepheden geriye dönemedi. Balanaz, beş evladını babasız büyüttü. Gayretli, çilekeş kadındı. Çok becerikliydi, kah çömlekçilik yapardı, kâh gündelikçi olarak ot biçerdi. Ebelik de yapardı, bu civarda pek çok gelinin doğumunu o yaptırdı. Çocuklarını bin bir eziyetle; ancak alın teriyle büyüttü. Kıztamam’ın, kocadan yana bahtı gülmemiş. Ama ne yaparsın, hayat bu!” dedi. Sözüne biraz ara verip sonra da:
“Bari yünler yerinde miymiş? Alıp götüren olmamış mı? Yünü bulmuş mu?” diye sordu.
“Yün, öylece yerinde duruyormuş, Süphan bulmuş. Başkası götürmesin diye demir köşküne koymuş.
Cihangir kişi:
“Ben Kıztamam’ı görmek istiyorum,” dedi. “Bir haral yün için bunca çileye katlanan; ölümüne de olsa bu yola çıkmaya mecbur kalan bu kadını, buraya kadar getiren bir sebep olmalı, onu öğrenmek istiyorum.”
“Ay kişi, sebep ne olacak, fakirliktir. Bir sürü külfet. Bir çocukları da Âli mektepte okuyor. Kocası da akılsızın, beceriksizin biridir. İşi, gücü evde de, dışarda da sebepsiz yere kavga çıkarıp onunla bununla dalaşmaktır. Geçimlerini sağlamakta da zorluk çekiyorlar. Bir haral yün onlara göre büyük zenginliktir,” dedi Ba-bulla.
Cihangir kişi:
“Her ne ise, gidip bakalım, Balanaz hanımın kızı, Kıztamam’ın vaziyeti nicedir,” deyip Babulla’nın ağılına doğru yollandı. Kişiler gelip ağıla ulaşınca kalabalık birden dağıldı, onlara selam verip kenara çekildiler. Önde Cihangir kişi, arkasından da Babulla kişi içeri geçtiler. Tavanı çok da yüksek olmayan, duvarlarında el ile dokunmuş elvan renkli kilimler asılmış uzun odanın yukarı tarafı halı ile döşenmişti. Kıztamam halının üstüne, geriye yaslanarak yan oturmuş, omuzlarını duvarın dibine konmuş yastığa dayamıştı. Tıkanıyor, ağır ağır nefes alıyordu. Kıztamam, deminden beri, yakınan, ah çeken: “Canı boynuna düşen de böyle yapmaz. Bir haral yün için ölüp de mezara girmeye değer mi?” diyen kadınların, aniden susmalarından, bu sessizliği yaratan bir sebebin olduğunu hissetti.
“Geçin, yukarıya geçin, baş köşeye oturun,” diyen seslerden, odaya kişilerin, üstelik hürmetli şahısların dahil olduğunu anladı.
Omuzunu dayadığı yastıktan gücünü toplayarak doğruldu. Gözlerini açıp baktığında, geleni tanıdı:
“Cihangir dayı,” deyip dizleri üstüne kalkmaya çalıştı.
Cihangir kişi Babulla’ya:
“Yok, oturmayacağım,” deyip, odanın yan tarafına geçerek Kıztamam’a doğru döndü:
“Kızım, kalkma, kıpırdama, rahatsız olma sen, otur,” dedi. Birazcık suskunluktan sonra, odaya bir kez daha göz gezdirdi ve:
“Nasılsın, şimdi iyi misin?” diye sordu.
Kıztamam başını sallayarak, iyiyim, der gibi işaret etti.
Babulla kişi:
“Cihangir gardaş, geldiğinde böyle değildi. Şükür Allah’a, şimdi kendine gelmiş. Bakarsınız, biraz sonra kalkıp gitmek; göç kervanına yetişmek isteyecek,” diye neşeyle seslendi.
Cihangir kişi Kıztamam’ı dikkatle süzerek:
“Kızım, niçin böyle yaptın? Sen ki, bu düz ovanın bu mevsimde nasıl olduğunu bilirsin. Bu yerlerin çöl mevsimi başladığını bilmiyor musun? Bu mevsimde buralarda ancak yılanlar dolaşır. Geçim derdi çektiğinizi, fukara bir ömür sürdüğünüzü biliyorum. Ancak kızım, kendini bir haral yün için ateşe köze atmanın, bu duruma düşerek göz göre göre ölüme gitmenin ciddi bir sebebi olsa gerek. Cihangir dayına söyler misin, nedir bu sebep?” diyerek Kıztamam’ın cevabını beklemeye başladı. Kıztamam gözlerini azca yukarı kaldırıp ağır ağır nefes alarak ve biraz da utanıp sıkılarak:
“Cihangir dayı, ben o yünü, kızım Gülgez’e çeyizlik yorgan, döşek döktürmek için toplamıştım. Kızımın ilk kısmetinin kaybolmasını istemedim,” diye göğsünü geçirdi. Başını göğsü üstüne düşürüp bakışlarını meçhul bir noktaya dikti.
Cihangir kişi dalıp gitmişti. Hafızası onu uzaklara, geçip giden yıllara döndürmüştü. Gözlerini odadaki tek pencereden dışarıya, güneş vurdukça tutuşup yanan sahraya dikerek sakince:
“Kısmet, alın yazısıdır kızım. Tanrı Memiş’in kısmetine de seni yazmış. Öyle ya, sen de Memiş’in kısmetisin,” dedi.
Kıztamam başını kaldırmadan, öylece yavaş yavaş devam ederek zayıf bir sesle, kesik, kesik:
“Evet, doğru söylüyorsunuz… Cihangir dayı… Ben Memiş’in yemiyim. Tanrı beni bunun için yaratmış,” diyebildi.
Cihangir kişi iri, ışıklı gözlerine gölge salan, ağı, karasını bastırmış, burma burma, kalın kaşlarını kaldırarak:
“Anasının, uğrunda bu kadar fedakarlık gösterdiği bir kızdan, Tanrı da saadetini esirgemez. Kıztamam, yavrum, üzülme. İnşallah, evlatların mutlu, bahtiyar olur,” dedi. Cihangir kişi, felek rüzgarının soldurup savurduğu bu kadına verdiği tesellinin, bir faydası olup olmadığını görmek için, Kıztamam’a bir daha baktı, baştan ayağa süzdü. Balanaz’ın küçük kızı Kıztamam’ın durumunun zamanla daha da iyiye gittiğini gördü ve dönüp yavaş adımlarla odadan çıktı ve Babulla ile birlikte bahçeye geçtiler. Güneş tam tepeye dikilmişti. Cihangir kişi kenarda duran kamyonu Babulla’ya gösterip:
“Bu çalışıyor mu? Süren var mı,” diye sordu. Babulla:
“Evet çalışıyor, çocuklar sürüyorlar. Şimdi burada değiller, hayvanları Sarvan tarafına sulamaya götürdüler, birazdan gelirler” diye cevap verdi.
Cihangir kişi dört yana ateş püskürten güneşe doğru bakmaya çalışarak:
“Babulla, Kıztamam’ı bu kamyona bindir, yününü de arabaya yükle, çocuklar onu kendi obasına kadar götürsünler. Ben de gideyim, hazırlıklarımı göreyim, sıcaklar yaman düştü. Artık bizim yerlerin ateşte pişen vaktidir, buralarda daha fazla eğlenmek olmaz,” dedi, sonra da Babulla’nın oğlunun yakına çektiği atına binerek: “Geceden, kafile ile yola çıkıyoruz,” deyip vedalaştı. Atını uzaktan görünen tek söğüt ağacının yanındaki düşergeye doğru seğirtti.
****
Bu yıl işleri yolunda gitmişti.. Üniversiteyi bitiren Balahan’a, maaşla çalışmaya başladığı rayonda, ev yapması için bir de arsa vermişlerdi. Balahan, askerliğini bitirip gelen kardeşi Arzuman’ı da yanına almış, rayondaki tavuk çiftliğinde işe sokmuştu. İki kardeş el ele verip geçici bir kulübe yaparak orada yaşamaya başlamışlardı. Ancak henüz ikisi de bekardı, yeni kurdukları bu yurda, kadın eli değmediğinden ocağının bereketi yoktu, eşyalar da hiç düzenli değildi. Balahan çalışıp çabalıyor, boş zamanlarında bahçeye inip toprakla uğraşıyor, yeni kurduğu bu yurtta, yeni evinin önüne sonbahardan beri ağaç dikiyor, bahçeyi şenlendiriyordu.
Balahan’ın eli ekmek tutmuştu artık, bir işi vardı ve her ay maaş alıyordu. Balahan nevruz bayramında anası Kıztamam, babası Memiş, bacısı Gülgez ve diğer kardeşlerine yeni elbiseler alıp obaya getirmiş; bütün aile fertlerini yeni baştan giydirmişti. Kız-tamam oğlunun aldığı köyneği giyinip aynada kendine bakınca, sevinçten gözleri yaşarmıştı. Kardeşleri Balahan’a teşekkür etmiş, Gülgez ise ağabeyinin boynuna sarılmıştı. Memiş de oğlunun alıp getirdiği ceketi sırtına giyinmiş, sofranın kenarına, kilimin üstüne oturmuş, çenesini şakırdatarak Balahan’ın getirdiği şekerlerle, kızı Gülgez’in önüne bıraktığı çayından içmeye başlamıştı. Memiş, o gün kimseye çatmamış, kimseyle dalaşmamış, kimseye sövüp saymamıştı. Kendinden hiç beklenmeyecek bir şekilde sessizce oturmuş, kimsenin keyfine soğan doğramamıştı.
....Balahan ilkbaharda, el, oba yaylaya göçerken anası Kıztamam’ı yeni taşındığı evine getirmişti. Kıztamam, sıra ile dizilmiş evlerin arasında, demir torla çeperlenmiş bahçenin kapısından içeri girer girmez eğilerek bahçenin toprağını; duvarları bu yakınlarda sıvanmış tek odalı evin taş duvarını öpmüş, kurduğu bu yeni yurtta oğluna Allah’tan saadet, ocağına bereket, mutluluk dilemişti. Çok sevinmişti, uçmaya bir tek kanadı eksikti. Balahan’ın bu küçük evi, Kıztamam’ın nazarında azametli bir malikane, gösterişli bir saray idi.
Balahan’ın artık kül döktüğü, ocak galadığı bir yurdu, bahçesi vardı. Şimdi kardeşinin de kaygısını çekiyor, onun işini de yoluna koymak için uğraşıyordu. “Biraz daha çalışsın, kendini ispatlasın, Arzuman’a da buralardan bir arsa alacağım,” diyordu. Anası ellerini Allah’ın dergahına doğrultup oğluna kimbilir kaçıncı kez hayır dua ediyordu.
… Oğlunun evine ilk gelişiydi, bu yüzden Kıztamam içinden geçenleri Balahan’a söyledi, onu evlendirmekten söz açtı…
Balahan da küçük odanın köşesindeki elektirikli çaydanlığın fişini pirize takarak:
“Ay ana, otursana,” deyip duvarın dibine, üst üste konulmuş minderlerden birini hemen alıp küçük masanın yanındaki iki sandalyeden birinin üstüne koydu. Sonra da anası Kıztamam’a doğru dönerek:
“Ana, daha erken değil mi? Benim şartlarım henüz uygun değil, evlenmeye imkanım yok. Ben buradayım, siz de kâh ovada, kâh yayladasınız. Köye bir yazın, bir de sonbaharda, aşağı inip yukarı çıkarken iki üç günlüğüne dönüyorsunuz. Arzuman askerlik görevini bitirip geldiğinden beri, bir araya gelip oturup kalkamadık. Hem sen de “evimiz eşiğimiz kötü güne kaldı, çitimiz çeperimiz, çoluğumuz, çocuğumuz dağıldı, gitti” diyordun. Eninde sonunda oraları da mamur edeceğiz, elbette, köyde yaşamak da mümkün ama benim işim buralardadır. Gidip o dağ köyünde ne yapacağım?”
Kıztamam, kendi elleri ile sırıdığı yorgan ve döşeğin serili olduğu tek kişilik, baştarafları tahtalı karyolanın üstündeki örtüyü, körpe çocuğu okşuyormuş gibi sıvazlayarak, karyolanın önüne, yere oturdu. Sırtını karyolaya dayayıp oğluna doğru döndü ve:
“Hele sen de otur oğlum,” dedi. “Bak, işte oraya, o minderi koyduğun yere, geç, otur. He, Balahan, oğul, gel şimdi güzel güzel konuşalım.” Kadın yine gözlerini odanın dört bir yanında dolaştırıp sakince: “Neyin eksik ki? dedi. “Şimdilik burada yaşarsınız, sonra yavaş yavaş büyük bir ev yaparsın inşallah. Hem de ben gelinimi köye, kendi evimize getireceğim. Beş on gün köyde kalıp sonra da buraya taşınırsınız.”
Kıztamam, bakışlarını masanın üstüne dikip bir şey okuyormuş gibi sağ eli ile sofranın saçaklarını oynatan oğlunu bir daha süzüp: “Doğru söylemiyor muyum ay oğul? Böyle daha güzel olmaz mı?” diye sordu.
Balahan konuşmadı. Kıztamam ise bu sohbeti yarım bırakmak istemiyordu:
“Oğlum,” dedi, “Düğün yapmak için paramız pulumuz yok, diye mi çekiniyorsun? İneğimizden, koyunumuzdan üçer beşer satarız, yine yetmez ise borç para buluruz, şimdi herkes öyle yapıyor; borç para alıyorlar, düğünden sonra da ödüyorlar. Biz de öyle yapamaz mıyız, olmaz mı?” diye sordu.
Balahan başını biraz yukarı kaldırıp odanın tek penceresinden bahçeye bakarak:
“Ya düğünde yeteri kadar takı takılmaz ise? Alacaklılar da kapımıza gelir, yakamızdan tutarsa, o zaman ne yapacağız ana?” deyip bir anlığına sustu, sonra da: “O zaman el aleme rezil rüsva oluruz. Varımızı yoğumuzu da satıp borç öderiz, benim yüzümden kuru yerde kalırsınız hepiniz. Yok, ana, sen her zaman “borç kötü şeydir, Allah’ın lanet bayrağıdır,” demiyor muydun? Acele etme, hele biraz daha çalışayım, kardeşim de ufak tefek bir şeyler kazansın, elimizde paramız pulumuz olsun, işte o zaman bu konuyu konuşuruz. Üstelik Gülgez’in isteyenleri var, dünürcü gelmek istiyorlar, diyordun. Öncelikle Gülgez’i düşünmek lazım, önce onu bir gelin edip yeni yuvasına göçürelim, sonra bana da sıra gelir,” deyip ayağa kalktı. Kaynayan çaydanlığın fişini pirizden çekti ve demliği alarak çay demlemeye koyuldu. Balahan’ın, bu mevzuyu burada bitirmek istediği anlaşılıyordu.
Kıztamam ise kolayca teslim olmak, oğlunun isteğine boyun eğmek istemedi. Yeniden söze başladı. Bu işten el çekecek gibi de görünmüyordu.
“Oğlum, o ne biçim söz, nasıl yani? Borca batarız diye mi düşünüyorsun? Öyle mi? Fakirliğimize bakma sen oğul, her oğlunu evlendirenin, kızını gelin edenin düğününe gidip takısını takmışız. Köyde hiç bir düğünden geriye kalmadık. Sen baban Memiş’in bağırıp çağırmasına, ona buna sövmesine bakma. Hatırımızı sayan insanlar, eşimiz, dostumuz çoktur. Korkma, senin düğününe de herkes gelecek, hayli takı takacaklar, iyi de para, pul toplanacak…”
Anası, Balahan’ın tekrar yerine oturmasından cesaret alarak biraz daha yüreklice: “He, eminim ki yeteri kadar para pul toplanacak…” dedi.
Balahan anasına doğru dönüp:
“Peki, babam bu işe ne diyor? Onunla konuşup fikrini öğrendin mi?” diye sordu.
“Elbette, babana da sordum, konuştum onunla. Bu işin olmasını, benden çok baban istiyor, her ikisi de koca adam oldular, daha bekar geziyorlar, diyor. Bazen, birdenbire sinirlenip gül ağzını açıyor: Bu oğlanların yedi sülalesi …, niye evlenmiyorlar? diye sizin ardınızdan söyleniyor. İstiyor oğlum, senin evlenmeni o da istiyor.”
Kıztamam oğlunun dikkatle kendisini dinlediğini görüp:
“Kaldı ki, Gülgez… Onu gelin etmeye ne var? Onun için kendini üzme sen, yıllardır ekmeğimizden aşımızdan kesip onun çeyizini hazırladım.Yorganının döşeğinin yüzüne varıncaya; iğneden tut, ipliğe kadar her şeyi, her şeyi hazır Gülgez’in. Borç harç da olsa, bütün çeyizini tamam etmişim…”
Balahan: “Ağız yokladılar, Gülgez’in dünürcüleri gelmek istiyorlar, diyordun, ne oldu?” diye bacısının durumunu detaylıca öğrenmek istedi.
Kıztamam ayağa kalkıp çay doldurmak isteyen oğluna: “Dur, çayı ben doldururum,” dedi ve kendinden emin konuştu: “Anan ölsün, benim için eziyet çekme. Zaten yemeğini kendin pişiriyorsun, elbiselerini kendin yıkıyorsun… Evlendireceğim seni, bu yaz mutlaka evlendireceğim.”
“Ana, bırak ben sana hizmet edeyim, sen burada misafirsin. Gelelim, yemek pişirmek, elbise yıkamak işine… Bunlar sandığın kadar zor değil, öğrencilik yıllarımda her işin üstesinden gelmeyi öğrendim, sen hiç endişe etme,”dedi, anasını yormak istemedi, çayı kendi doldurdu ve kardeşinin durumunu sordu yeniden.
“He, Gülgez’in dünürcüleri ne zaman gelecek?”
“Oğlum biz şimdi yaylaya göçüyoruz. Ben birkaç gün yukarıya, yaylaya çıkmayacağım. Bir müddet daha köyde kalacağım. Evi barkı, kapıyı bacayı silip süpüreceğim. Gülgez’in bu meselesini bacılarımla da bir konuşacağım. Dünürcü gelenler kendi adamlarımız, tanıdıklarımızdır, buna söz yok ama yine de bacılarıma bir danışacağım. Dünürcüler, kaç yıldır ova köylerine göçmüş olsalar da, bizimle ilişkilerini hiç kesmediler. Buradan biraz daha ötede komşu rayonda oturuyorlar,” Kıztamam, dünürlerinin kim olduğunu iyice anlaşılması için oğluna ip ucu verdi. “Şehre yakındır, evlerini, eşiklerini sen de görmüştün. Geçen yıl, hele bu işlerin sözü sohbeti ortada yokken, biz pazardan geliyorduk, onlara doğru dönmüştük, hatırladın mı? Kendin de görmüştün yaşadıkları yeri, bizi de çok iyi karşılamışlardı, canı gönülden hürmet etmişler, ağırlamışlardı, çok sevecen bir aileydi. Kasım da senin gibi okumuş, işi gücü var. Çalışkan, sessiz, sakin, tertemiz oğlandır, diyorlar. “
Balahan başı ile tasdikleyip: “He, biliyorum, iyi oğlana benziyordu,” dedi, sonra da: “Ana, peki bunlar, yani bu Yakuplular, niye bize bu kadar yakınlık gösteriyorlar? Ta çocukluk yıllarımdan hatırlıyorum, biz ovaya iner inmez gelip bizi ararlar, bulurlardı. Yakup dayının kardeşi, damadımız olmak isteyen Kasım’ın amcası Yusuf dayı da öyle! Anaları Gevher hala nasıl da samimi, sevimli bir kadın idi. Garip bir huyu vardı. Sepetle bize hediye getirirdi. Giderken de “sepetim nerde” diye sorardı hep.
“Evet oğlum, onlar her zaman bizi arayıp sordular, hatırımızı saydılar. Her yıl biz kışlağa indiğimizde bizi ziyarete gelirlerdi. Ne yazık ki, Gevher hala çok erken rahmetli oldu. Allah onun ömrünü evlatlarının ömrüne eklesin… Yaşadıkları şehir de ömrümüzün heder olup geçtiği bu Acıdüz’e uzak değil. Bize gelip gidemeseler de tanıdıklardan biri ile haber gönderir, halimizi hatırımızı yine sorarlar. Allah selamını esirgemezler. Eğer unutmadıysan, sana anlatmıştım… Onların babaları ile benim anam Balanaz, akrabadırlar, yakınlığımız var…” diye Kıztamam etraflı bir izahata başladı: “Anam Balanaz’ın babası Çeşmeli’den idi. Balanaz Göğbulak’a, benim babamın köyüne gelin gelmiş. Çeşmeli köyünü kuranlar ise, Yakupluların dedeleriymiş. Yakuplular o zamanların zengin, mal, mülk sahibi adamları sayılırmış. Ova sayılan Beziravan’dan her yıl yaylaya, şimdi bizim gidip geldiğimiz yurt yerlerine çıkarlarmış. Yaylaya gidip gelirken, onlar, yayla ayağında, yolları üzerinde olan Çeşmeli’de eğleşip burayı mamur etmişler, köy kurmuşlar. Dedem, anam Balanaz’ın babası, şimdi bizimle hısım olmak isteyen Yakup’un babası ile amca çocuklarıdır. Beziravan şimdi bile mamur köydür. Yakuplular soylu soplu, asaletli bir ailedir oğlum. Köyde yaşayanları da çoktur, başka şehirlere, rayonlara göçenleri de… Yakup’la kardeşi de göçüp ovanın ortasındaki bu şehre yerleşmişler.
Oğlum, en yakın akrabalar bile, bizden ırak olsun, hatta kardeş kardeşi arayıp sormuyor bu zamanda. İyi insanlardır onlar. Sağ olsunlar, bizi hiç unutmuyorlar…” Kıztamam, sözlerine ara verdi. Sonra, sanki gözleri yol çekti.
Balahan, anasının çehresine aniden bir kederin konduğunu hissetti. Derin bir düşünceye dalan Kıztamam’ı bu kederden ayırmak için:
“Ana, çayını içmedin soğuttun, yeni bir çay doldurayım mı, diyerek yerinden kalktı, gelip anasının önündeki bardağı aldı ve kapıya doğru gitti. Kapıyı açıp soğumuş çayı dışarı döktü. Bardağı kapının ağzında, duvardaki muslukta yıkayıp tekrar içeri geçti. Elektrikli çaydanlıktaki sıcak çaydan, anasının bardağına çay doldurdu ve önüne koydu: “Ana, bunu da soğutma ha, iç,” deyip önceki yerine oturdu.
Anasının konuştukları, şimdi Balahan’ı da o yerlere döndürmüştü.
…Çeşmeli. Evet… Çeşmeli köyünden olan o lale yanaklı, orta boylu kız… Yüreği şiddetle dövünmeye başladı. Bedenine bir sıcaklık yayıldı, yüzünün kızaracağını ve bunu anasının da hissedeceğinden çekinip halini anasına belli etmemek için kendini meşğul gibi göstermek istedi. Kalkıp kendisine de çay doldurdu, küçük masanın üstüne koyup tekrar yerine oturdu. Oğlunun bu telaşlı, tedirgin hareketleri, Kıztamam’ın gözünden kaçmadı…
…Yaratılmışların içinde analardan daha hassas bir mahluk var mı? Olabilir mi? Kıztamam’ın içine bir ışık doğdu. Balahan’ın kendisine hele daha çok soru soracağını, çok şeyi öğrenip bilmek isteyeceğini hissetti, içinden güldü, dudaklarına zarif bir tebessüm kondu, çehresi nurlandı. Anasının yüzünden, Balahan’ın demin sezdiği o gölge yok olmuş, çekilip gitmişti…
Kıztamam’ın yüreği atlanmıştı. O, oğlunun yeni doldurup önüne koyduğu çayı keyifle içip, oğlunun soracaklarını beklemeden konuşmasına kaldığı yerden devam etti:
“Oğlum, Balahan, Yakuplularla bizi birbirimize bağlayan şey, onların bizimle olan iyi münasebetlerinin sebebi, sadece dedelerimiz arasındaki kan ve akrabalık bağları değil ha…”
“Yani, akrabalıktan daha önemli bir mesele var, öyle mi?” diye Balahan sordu.
“Var, oğlum, var, şimdi sana bir olay anlatacağım, sen bunu ilk defa duyuyorsun, iyi dinle…”
“…Anamın, yani ninen Balanaz’ın elinden her iş gelirdi. Hamile kadınlar, onun yardımıyla kurtulurlardı, anam, bu işte çok tecrübeliydi, işini çok iyi bilirdi. Şimdi o işi okumuş ebeler yapıyor. Köylerde, çocuk doğururken ölen kadınlar pek çoktu o yıllarda. Anam ise maharetliydi. Bizim ellerde böyle bir kural da vardı ki, bu köyde elinden iş gelen, işi bilen biri varsa, onun üstüne başka köylerden kimseyi davet etmezlerdi. Çünki o zamanlar her köyün kendi hekimi, dülgeri, çömlekçisi, daha ne bileyim neyi vardı. O köyün tabibi kendisi beceremeyeceği bir iş olursa, bunu filan köyden filankes yapar, onu çağırın derdi. Ya da hasta sahibi, sözü geçen bir adam ise, kendisi karar verir, başka köyden adam çağırırdı…”
Balahan da anasına koşulup:
“Eh, bizim köylerin de yazılı olmayan böyle “özel kanunları” o kadar çok ki…” dedi. “Üstelik bu kanunlar çok yerinde, çok güzel,” diye ilave etti.
O olay, şöyle olmuş…
… Abosat iki gündür başını eve sokamıyordu. Bahçede geziyor, çevreyi dört dolanıyor, gezdiği yerleri bir daha gezip arada kendini mahalleye, köyün içine vuruyor, tekrar dönüp eve geliyor, deli gibi fırlanıyordu. İçeriden: “Öldüm, ay ana!” diye feryat figan koparan karısının çığlıklarından, karısına yardım etmek isteyen kadınların meşveret kurup birbirlerinin sözünü kese kese konuşmalarından korkuyor, adeta ödü patlıyordu. Karısı ikinci çocuğunu dünyaya getirecekti. Gevher ise inliyor, bir türlü doğurup kurtulamıyordu. Köydeki kadınlara doğum yaptıran ebe, Çolak Balahanım’ın verdiği talimatlarla, akrabaların, konu komşu kadınların yerine getirmediği bir şey kalmamıştı. Gevher ise kavrulup yanıyor, elekten saca geçiyor, yükünü yere koyamıyordu.
Balahanım, geçen akşam hamile kadının sancıları şiddetlenince, bacısı Sekine’yi Abosat’ın yanına, bahçeye gönderip: “Tüfek atsın, kurşun sesinin faydası olur,” demişti. Abosat da on altılık av çiftesini çekip, namluyu havaya doğrultarak üç kez ateş etmiş ama hiçbir faydası olmamıştı.
Akşam oluyor, gökyüzü kararıyordu. Gevher ise sancılandıkça bağırıyor, ancak çocuğunu dünyaya getiremiyordu. Yardım için toplanıp gelen kadınların sayısı da artmıştı. Bu kez de Balahanım’ın maslahatı ile Gevher’i palazın arasına koyan dört kadın, yarım saattir hamile kadını palaz ile yerden kaldırmış yayık gibi sallıyorlardı. Çolak Balahanım’ın sürekli: “Zorla Gevher, zorla!” demesinden, Abosat’ın etleri didikleniyor, vücudunu soğuk terler basıyordu. Nereye gidecekti, kime başvuracaktı? Bilmiyordu. Oradan uzaklaşmaya da içi elvermiyordu. Sevimli oğlu Yakup’un anasından, hayat yoldaşı olan ve ona ikinci evladını bahşetmek isteyen karısından uzaklaşamıyordu. Arada bir, birileri ile yüksek sesle konuşuyor, öksürüyor, bir şekilde, yakınlarda olduğunu karısına bildirmek istiyordu. Yardıma gelen bu kadar “ak pürçekli”nin içinde, edebsizlik edip de ne Gevher onu çağırarak: “Abosat yardım et, ölüyorum,” diyebiliyordu, ne de Abosat sevgili karısına: “Karıcığım, buradayım, yanındayım, dayan, her şey daha güzel olacak,” deyip teselli, verebiliyordu. Gevher’in durumu, zaman geçtikçe daha kötüye gidiyordu.
Gelininin çektiği azaplardan dolayı evin içinde kendisine yer bulamayan Abosat’ın anası Gülzar, birdenbire Çolak Balahanım’a patladı:
“Ay avrat! İki gündür bizi güvendirip bu evin damına kadar asıp salladın, dolandırdın bizi. Bize yaptırmadığın kalmadı, ne dediysen yaptık! Çocuk debeleniyor, hiç korkmayın, bir şey olmaz, diye diye, bizi iki gündür beklettin. Gelinim elden gidiyor ama sen başka birinin gelip bu işe el atmasının da istemiyorsun. Artık çocuktan geçtim, gelinime bir iş olursa, seni bu köyden göçüreceğim!” diyerek Balahanım’ı tehdit etti, sonra da: “Abosat, nerdesin, gelinim, torunum elden gidiyor oğlum, sür atını Gökbulak’a, yerde mi, gökte mi, neredeyse bul! Balanaz’ı al getir, yetiştir buraya, durma oğlum, haydi, davran,” diye oğluna seslendi.
Anasının bu ani kükreyişinden, Abosat’ın dizleri titremişti. Ağzında dili kurumuştu. Bir kelime dahi etmeden tavlanın önünde duran, direğe bağlı olan ata doğru koştu. Nerdeyse, atı yedeğinde çekerken eğerini vurup aceleyle sıçrayıp ata binerek Gökbulak’a doğru dörtnala sürdü.
…Balanaz çocuklara akşam yemeğini verip sofrayı topladı. Küçük kızı Kifayet tarakla yün elçimliyor, diğer kızlar da ona yardım ediyorlardı. Damın altındaki küçük odanın açık penceresinden, yaklaşmakta olan sonbaharın serin rüzgarı içeri vuruyor, odaya hoş bir koku getiriyordu. Bahçeden gelen telaşlı ve gür ses, birbirleri ile fısıldaşarak konuşan, gülüşen kızların sesini böldü:
“Balanaz hala! Evde misiniz?”
Balanaz, hemen kapıya yönelip dışarı çıktı. Kızlar da pencerenin önüne dizilmiş, sesin geldiği karanlık bahçeye bakıyor, gelenin kim olduğunu öğrenmek için birbirlerini iteliyorlardı. Balanaz attan inip gölge gibi görünen adamı, o karanlıkta tanıdı. Gelen atlı daha ağzını açıp bir kelime dahi etmeden:
“Abosat, sen misin? Hayrola, ne oldu, gecenin bu vaktinde seni hangi rüzgar attı buraya?” diye heyecanla sorup haber aldı. Abosat titrek, heyecanlı aceleci bir sesle:
“Hayırlı akşamlar Balanaz hala,” dedi, “Gevher hastalandı, İki gün, iki geceden beri…” Abosat utandı, sözünü tamamlayamadı, sonra devam etti: “Anam, beni buraya yolladı, Balanaz halan tez yetişsin, dedi…”
Balanaz:
“He, demek vaziyet çetin, olsun… İçeri geçseydin…” Balanaz bunu dedikten sonra Abosat’ın cevabını beklemeden ekledi: “Bekle, torbamı alayım, şimdi geliyorum. Sen de atı döndür,” diyerek, eve geçti. Böyle durumlarda gerekli olan eşyalarını hazır durumda sakladığı pamuktan dokunmuş büyükçe torbasını yokladı. Raftan aldığı bir iki şeyi daha torbaya attı. Kızı Kifayet’e: “Ben gelinceye kadar korkmazsınız değil mi?” dedi, “Uzak bir köye gidiyorum, kardeşiniz de nerdeyse gelir. Siz korkmayın,” diye kızların korkup korkmayacağından emin olmak istedi.
Kızlar hep bir ağızdan:
Neden korkacakmışız ki ay ana, senin gönlün rahat olsun, güle güle git,” deyip analarını kapının ağzına kadar savuşturdular.
“Balanaz hala, gel, ata sen bin,” diyen Abosat’a, şimdiye kadar dünyanın binbir halini, sıcağını, soğuğunu görmüş olan bu kadın:
“Atını önden, yolun ağı ile sür, davran, beni geciktirme,” diye talimat verip hızlı adımlarla bahçeden çıktı.
....Onlar gelip Bezirvan’a ulaştığında, vakit gece yarısını çoktan geçmişti. Gevher’in yürek dağlayan feryadı, kadınların telaşlı sesleri, daha onlar bahçeye varmadan, uzaktan da duyuluyordu.
Balanaz, avluya girer girmez, hızla evin basamaklarını çıkıp önüne çıkanları hiç umursamadan Gevher’in yattığı odaya geçti. İki gündür, ortalığı velveleye veren kadınların sesi, bağrışmaları, aniden kesildi.
Abosat sadece: “Balanaz, geldiğin yollara; o yollara basan ayaklarına kurban olayım, yavrum elden gidiyor. Gökte Allah, yerde sen, ne edersen et…” diyen anasının sesini, yakarışlarını işitti.
Çok konuşmayı sevmeyen, el arasında “suskun ebe” diye bilinen Balanaz derhal işe koyuldu…
Kulakları seste olan, içerden dışarı taşan her kelimeye kulak kabartan Abosat, Balanaz’ın: “Zavallı gelini o kadar sağa sola sallayıp çırpmışsınız ki, karnındaki çocuk ters dönmüş… Yerimi daraltmayın, biraz kenara çekilin. En iyisi mi, siz eyvana çıkın! Kızım, sen rahat ol, uzan, düz uzan… Yastığı başının altından alın, düz uzansın,” diye buyurucu bir eda ile verdiği talimatları işitiyordu ve yavaş yavaş heyecanı da geçiyordu. Balanaz’ın: “Çabuk olun, sıcak su getirin,” diye emretmesinden sonra iyice rahatlayan Abosat’ın kulağına biraz sonra bebek sesi de geldi. Çocuk sesi! Bu Yusuf’un, şimdilerde Gülgez’i isteyen Kasım’ın emmisinin sesiydi…”
***
…Kıztamam sözlerini tamamlayıp gözlerini oğluna dikti:
“Oğlum, Balahan, Abosat da, anası da, daha hayattayken, Balanaz nineni her gördüklerinde: “Gevher’i de, Yusuf’u de bize gökte Allah, yerde sen verdin.” derlerdi. Gevher rahmetli de son günlerine kadar çocuklarına: “Beni size, Yusuf’u da bana bağışlayan önce Allah, sonra Balanaz halanızdır. Bu kadını, onun çocuklarını asla unutmayın,” derdi. Gülgez daha çocukken, Gevher onu ilk gördüğünden beri: “Sen benim Yakup’umun gelini, Kasım’ımın karısı olacaksın,” diye severdi. Senin de çok sevdiğin o; ak pürçekli, göyçek hanım, çocuklarının kulaklarını bu sözlerle doldurmuştu. Onlara güveniyorum. İtibarlı insanlardır. Köye varır varmaz haber göndereceğim. Bizden haber bekliyorlar, gelip Gülgez’i istesinler, kızın sözünü alsınlar…”
Kıztamam, Gülgez ile ilgili sözlerini tamamlayıp ayağa kalktı, odanın bir ucundan bir ucuna gidip gelerek volta attı. Sonra pencerenin önüne geçip bahçeye, oğlunun diktiği fidanlara baktı: “Burada, ovada ağaçlar tez büyüyor, bir iki yıl sonra meyvelerini yersiniz inşallah,” dedi ve arkasını dönüp önceki yerine oturdu. Sırtını karyolanın tahtasına dayayıp geriye yaslandı. Sanki ağrıyan sırtının kemiklerini ezmek, kuluncunu kırıp ağrılarını dindirmek istiyordu. Oğluna doğru döndü:
“Balahan, çay sıcak mı? Bir bardak daha içerim…” dedi.
Balahan: “Evet, çay sıcak ana, hemen doldurayım,” dedi ve anasının bardağına sıcak çay doldurup getirdi.
“Otur, oğlum, otur ve söyleyeceklerimi de iyi dinle. Gülgez’i nişanlayacağız ancak ben seni evlendirmeden, gelinimi evime getirmeden bacın Gülgez’i gelin etmeyeceğim…”
“Niçin ana, Gülgez’i gelin edip daha sonra benim evlenme işimi düşünsek, olmaz mı?”
“Yok, oğlum, olmaz. Ben Gülgez’e çok alıştım, ona bağlandım. Evimde onun yerini tutacak olan gelinimi göremezsem bağrım çatlar, bunalırım, deli olurum. Evime Gülgez’in yerine bir gelin getireyim ki, sonra da kızımı gelin edeyim. Hem kızımın düğün hazırlıklarını da gelinimin yapmasını istiyorum. Gelinim kızımı bacısı gibi evimizden çıkarıp yola salsın. Kararım kesindir, beni kâh dağa salıp kâh ovaya getirme, Balahan. Hele köye bir varayım, bu yaz seni mutlaka evlendireceğim,” diyerek, tatlı tatlı konuştu ve sadece analara özgü bir muhabbetle: “Beni kırma, ay oğlum,” diye sözlerini tamamladı.
Balahan: “Tamam ana, diyelim ki ben evlenmeye razı oldum, Bana kimi alacaksın? Herhalde bir düşündüğün var ki, böyle ısrar ediyorsun, öyle değil mi?” diye çekinerek sordu.
Kıztamam’ın yüzüne bir sevinç ışığı kondu. Gülmemek için kendini zor tuttu, içinden: “İşte böyle konuşursun, böyle dile gelirsin, heee…” diye oğluna döndü: “Geçen yıl yaylaya, sen bizi ziyarete geldiğinde bizim çadırın önündeki bulağın başına inen başı bohçalı, eli sepetli, söyleyip gülüşen o kızları hatırlıyor musun? O kızları unutmadın değil mi?” diye gülerek sordu.
…Çifte tepenin arasındaki dereden turna katarı gibi arka arkaya dizilip Cam Bulağı’na doğru inen o kızların kahkahaları dağa taşa yayılmıştı. İki gün önce, çalıştığı ova rayonundan, ana ve babasını ziyaret etmeye gelen, köyde sıkılıp tek başına yaylaya çıkan Balahan, çadırın karşı tarafındaki patates tarlasını suluyordu. Arkın başına gelip elini yüzünü yıkadı ve oraya doğru gelmekte olan kızlara baktı. İyice yaklaşarak artık kendi çadırlarına ulaşmakta olan, yanaklarının rengi dağ lalesinden farksız olan güzelleri uğrun uğrun seyrediyordu.
Balahan’ın davranışlarındaki tedirginliği, anası Kıztamam’ın gözünden kaçmadı. Ne de olsa ana yüreğiydi, yüreği kanatlandı. Kucağındaki çalı çırpıyı ocağın üstüne, kaynaması için koyduğu isten iyice kararmış çaydanlığın yanına atarak kızların geldiği yola doğru yürüdü ve kızların önüne çıktı.
Kızlar onu görünce hep bir ağızdan:
“Selam, Kıztamam hala,” dediler.
“Aleykümselam, canı yanasıca kızlar. Allah nazardan saklasın sizi, böyle süzüle süzüle nereden geliyorsunuz?” diye takıldı onlara, sonra da oğluna dönüp: “Gelin buraya, gelin bakalım, görelim hanginizi kendime gelin seçeceğim?” diyerek yanına gelen kızları çadıra davet etti. Kızların arasında, kısmetinin kapalı olduğunu kendisi de bilen, baharının taze menekşe devrinin zamansız soldurup, gençliğini yele vermiş Semengül de vardı. Semengül arkadaşlarına:
“Gelin bakalım kızlar, gelin bu mutluluk benim bahtıma düşmez ama bakalım kimin bahtına düşecek. Haydi, gelin,” deyip elindeki sepeti yere bıraktı, başında taşıdığı bohçayı da indirip sepetin yanına koydu.
Kıztamam kısmeti bağlanmış, artık karımış olan Semengül’ü: “Kız evde kaldıkça altına döner Semengül, sen kızların en güzelisin, öyle deme kızım,” diye teselli etti.
Kıztamam, çadıra girip bir elinde sabah erkenden, sac üstünde pişirdiği taze ekmekler, diğer elinde de kap kacak ile geri döndü. Elindeki tabakları, kaya gibi yüksek taşın ortasından, kaynayarak şırıl şırıl akan bulağın gözünden, avuçlarını su ile doldurup ellerini, yüzlerini yıkayan kızların yanına koydu. Kıztamam tekrar çadıra girip büyük bir kapta kokulu, yağlı peynir de getirdi ve kendisi geri dönene kadar taşın üstüne artık sofrayı açmış olan kızlara:
“Daha ne istersiniz, ne getireyim?” diye sordu.
“Bunlar yeterli Kıztamam hala, su kaplarınızı nereye koyuyorsunuz, yerini söyleyin, ben doldurup çadırınıza götüreyim,” diyen Nilüfer, Kıztamam’ın elindeki peynir dolu kabı onun elinden alıp sofranın üstüne koydu.
Kıztamam bu kıza dikkatle bakıp:
“Sen Zernişan’ın kızı Nilüfer değil misin? Maşallah, nasıl da büyümüşsün, sen ne güzel kız olmuşsun, ay canın yanmasın senin,” diyerek sanki bir şeyler düşündü ve çadıra girip iki su kovası getirerek kıza uzattı.
Kıztamam, hala patates tarlasının başında dolaşan oğlunu sesleyerek:
“Balahan, gelsene, ne bekliyorsun orada?” diye çağırdı. Bala-han ile söyleşip gülüşen bu bekar kızlar arasında bir köprü kurmak istiyordu.
Kıztamam Nilüfer’i göz ucuyla ve dikkatle süzerek, bulak suyunun akıp giderek dereye döküldüğü yerin yamacındaki küçük papates tarlasını sulayan Balahan’ı, tekrar çağırdı. Oğlunun yaptığı işten alıkoyup, söyleşip gülüşen, onun getirdiği peynir ekmeği lezzetle yiyen, çeşmenin gözünü güvercin gibi, kanadı ile okşaya okşaya, gagası ile öpüp damla damla içen kızların yanına getirdi, sonra da onlarla konuşması için:
“Oğlum, gelsene, misafirlerimize bir hoş geldin desene,” diye çıkıştı.
Semengül:
“Ey, Balahan, yoksa tarladan patates çıkarıp bize soğutma mı pişireceksin? Gel, görelim, ova seni iyice tuzlayıp kavurmuş mu? Korkma, yemeyiz seni ay oğlan, gel sen de peynir ekmek ye,” diyerek gülüp şaka yapıyor, kızlar da onun kahkahasına koşuluyordu.
Balahan da bulağa yaklaşıp:
“Hoş geldin, nasılsın Semengül bacı?” dedi, sonra da şaka ile: “Bu dağlar ancak sana yeter, beni ne yapacaksın ki, bırak ben kendi derdime yanayım,” diyerek, tutuşup yanan bakışlarını, elindeki ekmek parçasını iki parmağının ucunda tutan ve anasına yakın duran, ürkek ürkek bakan Nilüfer’e dikti.
Kıztamam halanın getirdiği peyniri sıcak ekmeğe dürüp lezzetle tadan kızlar, Cam Bulağı’nın diş sızlatan suyundan kuşun gagasıyla içtiği gibi su içip güle güle vedalaşarak karşıdaki tepeye doğru uzayan yoldan obalarına doğru yola düştüler.
Kıztamam’ın niyetini anlayan kızlar, Nilüfer’i ortaya attılar, kızlardan biri: “Kıztamam hala, seni nasıl da yanına çekmişti,” dedi, bir diğeri: “Balahan’ı gördünüz mü? Anası Nilüfer ile konuşurken, oğlan nasıl da nefes dahi almadan bakıyordu. Ama gözleri konuşuyordu, gözleri.”
Nilüfer ise, bir türlü susmayan, ona söz atıp sataşan kızlara cevap vermiyor, daha doğrusu söz bulup diyemiyor, lale yanakları tutuşup yanıyor, yüreği güp güp atıyor adeta yerinden koparcasına çarpıyordu. Öne doğru koşmaya çalışıyor, sanki içine dolan, henüz adını dahi bilmediği bir ışığın, hararetin birileri tarafından görülüp elinden alınacağını sanarak korkuyor, ileri doğru kaçıyordu.
Kızlar: “Kıztamam halanın oğlu, Allah bilir, göğün kaçıncı katındaydı,” diyerek gülüşüyorlar, Semengül ise: Bak, göreceksiniz, bir gün o ova rayonunda çalışan oğlan, tor atıp önümüzde koşan kızı, o dağ ceylanını, eninde sonunda avlayacak. Vallahi avlayacak, billahi avlayacak,” diye sesini yükseltiyordu. “Ne mutlu böyle kaynanası olana,” diyen kızlar, bu yaylaların nazlı güzelleri, kınalı keklik gibi seke seke, gaggıldaya gaggıldaya uzaklaştılar.
Kıztamam karşıdaki tepeyi aşmakta olan kızların arkasından bir daha seslendi:
“Ay kızlar! Yaz sonunda da gelin ha, zirinc[10 - Zirinc: Kuşburnuna benzer ağacı olan, ekşi bir yabani meyve.] toplamaya da gelin, o zaman size kavurma pişireceğim, yolunuzu bekleyeceğim ha…” deyip deminden beri dikildiği yerde öylece kızların ardından bakan oğluna doğru döndü…
***
....Anası, Balahan’ı daha fazla bekletip merakta bırakmadı: “Balahan, şimdi anladın mı, sana kimi almak istiyorum?”
“Yok, anlamadım vallahi, kimi almak istediğini demedin ki…”
“Bak, geçen yıl yaylada çadırımızın önüne gelen kızların içinde biri vardı, sana da ürkek ürkek bakıyordu…” dedi, Kıztamam, sözüne biraz ara verdi: “Senin de ona uğrun uğrun baktığını hissetmiştim,” diye takıldı. “Hani, kızlar yola düşünce ben arkalarından onu çağırmıştım, durup, beklemişti… Sana Çeşmeli’den Zümrüt ile Almurat’ın kızı Nilüfer’i almak istiyorum oğlum. Oğluna dikkatle bakıp: “O zaman ben fırsat bulup onun kulağına: “Kızım, gelinim olacaksın inşallah, seni oğlum Balahan’a almak istiyorum diye fısıldadım. Kız, hiçbir şey demeden kaçmıştı. Şimdi hatırladın mı? İşte o kızı, Nilüfer’i diyorum, a oğlum…”
Balahan’ın yüzü alev almış yanıyordu. Anası, onun gönlünde yatanı ne zaman, nereden öğrenmiş, içindekileri nasıl da okumuştu?
“Evet ana, o kız hoşuma gitmişti,” diyen Balahan başını kaldırıp anasının yüzüne bakmadan, oturduğu yerden kalkıp bahçeye çıktı ve yeni diktiği meyve fidanlarını kova ile sulamaya başladı.
***
Kıztamam Almuratgile çoktandır gidip geliyordu. Kızın anası Zümrüt ile de konuştu bu meseleyi. Kızının da Balahan’a meyilli olduğunu bilen Zümrüt, bu işe canı gönülden onay verdi. Ama kızın babası Almurat’ı bu işe razı edemiyordu. Kıztamam’ın, Almurat’ın üstüne göndermediği adam kalmamıştı. Almurat ise göğe taş atıp başını altına tutuyor: “Benim Memiş’e verilecek kızım yok! Kıztamam’a da deyin, artık gelip gidip bizi incitmesin, dile düşürmesin,” diye bu işin olmayacağını bildiriyordu.
Kıztamam’ın son ümidi Cihangir kişi idi. Bu gün de son ümit yeri olan bu kapıya gelmiş, halini arz etmiş, kaygı ile Cihangir kişinin ne diyeceğini bekliyordu.
Cihangir kişi Kıztamam’ın söylediklerini sabırla dinledi ve derinden düşündü. Oturduğu yerden kalkıp güneye açılan pencerenin önüne geldi. Bir ucu sarp, yalçın kayalara kadar uzayan geniş düzlük, güneş ışıklarıyla kızıla boyanmıştı. Yaylanın koynunda, iri görkemleri ile etrafa meydan okuyan armut ağaçları meyveye durmuştu. Akşama doğru zirveleri kızarmakta, ufukla kucaklaşmakta olan dağları, hayli seyretti. Esrarengiz bir manzaraydı.
Bakışları, bir ucu yol ayrımında biten sık ağaçlarla örtülmüş bölgeye ilişip kaldı. Kıztamam’ın söyledikleri onu da uzaklara; hatıralarla dolu gençlik yıllarına götürdü.
“Delinin biridir, yere, göğe sığmıyor. Yaz gelince bu dağdan o dağa at koşturmakta; kış gelince de diz boyu karda, ayı ile pençeleşmekte, domuz avlamakta… Bir gün ya ayı parçalayacak, ya da domuz… Böylesine kız verilir mi?” diye, bir zamanlar, sevdiği kızı ona da vermek istememişlerdi. Değişik bahanelerle, gönderdikleri eçlileri kaç kez geriye, eli boş döndürmüşlerdi. Sarp dağları, düz ovaya çevirip korkusuzca at koşturan Cihangir de, sevdiği Şahsenem’i, karşıda görünen bu dağlardan daha ilerideki güneyden kuzeye doğru büyük bir araziyi tutan, yiğitleri, cavanları ile övünen Ordugah köyünden kaçırmıştı. Şahsenem terkisinde, iki köy arasında sınır olan, işte o Haça Kaya’daki yol ayrımından, yağız atını uçurumun dibinden sürmüş, yokuş aşağı seyirtip inmiş ve gelip kendi köyüne ulaşmıştı. Sonraları, Şahsenem’in anası ve babası ve diğer Ordugahlılar onu çok sevmişlerdi. Onun adını her yerde iftiharla, gururla anmaktan şeref duyuyorlardı.
Bu geniş, misafiri hiç eksik olmayan, bağlı bahçeli evde çok mutlu günler geçirmişlerdi. Seve seve büyütüp yetiştirdikleri oğulları, kızları, hepsi bu bahçeden pervazlanıp uçmuşlardı. Önceleri sık sık gelen, bütün yazı onlarla birlikte geçiren torunlarının geliş gidişleri de eskisi gibi değildi artık. Cihangir kişi, karşıdaki heybetli dağlara bir daha baktı. Sadece bu koca dağlar önceki heybeti ile duruyordu; bir de sevgili karısı Şahsenem, şimdilik onunla birlikteydi.
Galiba pencerenin önünde çok beklemişti. Geriye dönüp divana, önceki yerine oturdu. Odayı bir uçtan bir uca kaplayan halının üstünde, karısı Şahsenem ile birlikte, dizleri üstüne oturup kıpırdamadan bekleyen Kıztamam’a doğru dönerek, yavaş yavaş:
“Kıztamam, kızım, ben seni iyi tanıyorum,” dedi. “Nasıl cefakar bir kadın olduğunu da biliyorum. Anan Balanaz da çileli, bir kadındı. Bir sürü çoluk çocuğun geçim derdi ile tek başına çok kara günler geçirdi. Allah ona rahmet eylesin. Baban İmanhan’ın da gençliği hatırımdadır. Yiğit adamdı. Biz çocuk idik, o zamanlar, yaşım küçük olsa da, akranlarımdan daha fazla kendimden büyüklerle arkadaşlık ederdim. Onu hâlâ çok iyi hatırlıyorum. Zavallıyı askere alıp cepheye gönderdiler, gitti, bir daha geriye dönmedi. Ne ise, dünyanın inişi de yokuşu da çoktur kızım… Sen hiç merak etme, ben Almurat ile konuşurum. Onlar Memiş’ten yana endişe ediyorlar, bunu, elbette sen de anlamışsındır. Ailenin adı, evinin sahibi Memiş’tir, o da öyle nam salmış, ne yapalım? Dünürü, hısımı Allah kendisi verir, arkadaş değil ki, böyle bir arkadaşı seçtiğin için utanasın,” diye gülümsedi. “Ancak biliyorum, Balahan çok akıllı oğlandır. Onu tanıyanların hepsi de böyle diyor…” dedi, gözlerini ona dikip dikkatle dinleyen Kıztamam’a başı ile karısı Şahsenem’i göstererek: “Bunlar sana haber verirler. Akşam oluyor, karanlığa kalma, sen, geç olmadan git,” diyerek kendisi de yerinden kalktı.
Kıztamam da ayağa kalkıp: “Cihangir dayı, biz sizi kendimize arka, dayanak biliyoruz. Her zaman dikkatiniz üstümüzde oldu, bana ümit verdiniz, Allah sizden razı olsun,” dedi ve kapıya doğru giden Cihangir kişinin arkasından giderek açık pencereden dışarıya bakıp: “Daha akşama hayli zaman var. Atla geldim. Yavşanlı Yurt işte şurası, birazdan orda olurum, endişe etmeyin,” diyerek vedalaşıp bahçeye çıktı. Hızlı adımlarla atını bağladığı yere doğru yöneldi.
***
Almurat’ın, çevresi sık ağaçlarla kuşatılmış evinin bahçesine, eğerli, dizginli beş altı at bağlanmıştı. O gün, Almurat’ın evinin büyük odasında kızı Nilüfer’i istemeye gelen elçiler, Almurat ile ateşli bir sohbete başlamışlardı. Almurat, sözün semtini değiştirmek için ne kadar uğraşsa da, Bağır kişi temkinle uzaktan başlayıp, sözü yavaş yavaş asıl meseleye çekiyor, odanın bir tarafında, iki üç kadınla diz dize oturan Kıztamam’ın heyecanı dakikalar ilerledikçe biraz daha artıyordu.
“Biliyorum, Memiş’ten dolayı tereddüt ediyorsun; ama vallahi de billahi de haksızsın Almurat. Doğrudur, Memiş’in huyu kötüdür, dili de acıdır. Ancak çocukları akıllı, olgun, saygılıdırlar, ay Almurat! Allah Memiş’i de öyle yaratmış, çocuklar ne yapsın? Aslında bu bedbahtın kalbinde, gönlünde kötü bir şey de yoktur. Ne varsa dilindedir. Kasırga gibi eser, savurur, sonra da bir köşeye çekilip çocuk gibi ağlar. Bir de gardaş, hangi evlat ömrünün sonuna kadar anası babası ile kalıyor ki? Balahan Memiş’in büyük oğludur. İyi de bir eğitim aldı. Ova rayonunda işi, maaşı, küçük de olsa sığınacak bir evi var, geçinip giderler… Endişe etme. “He” de bu işe. Kıztamam da iyi kadındır. Biliyorsun ki, el çekmiyor. Bildiğime göre kız ile oğlanın da suyu birbirine akmış, yıldızları barışmış, ver gitsin kızı, a gardaş, dinle bizi,” diye dil döküyordu Bağır kişi.
Almurat Bağır kişiye:
“Duydum, a Bağır, öyle diyorlar. Herkes, Balahan çok iyi oğlandır, diyor. Ben ise uzaktan da olsa görmüşüm, tanıyorum oğlanı. Gözüme kötü görünmedi. Kıztamam’ı da, bacılarını da her zaman kendimize yakın bilmişiz. Birbirimizin düğününe cenazesine gidip gelmişiz. Memiş’in Kıztamam’ın başına açtığı oyunları işitince kaç kez gidip onun kemiğini kırayım dedim, öyle geçti içimden. Ama yine de el beni kınar diye çekindim, utandım, vazgeçtim. O zalim oğlunun, o güdül kişinin, çoluk çocuğun sırtında semaver kaynattığını da biliyorum. Böyle bir adamın evine ben nasıl kız vereyim? Göz göre göre kızımı ateşin içine mi atayım? Kıztamam el çekmiyor diyorsunuz. Biliyorum, anadır, onu kınamıyorum,” dedi, sonra kapı ağzında Kıztamamla birlikte oturan karısı Zümrüt’ü göstererek:“Bizim avrat uşağa da kırılmayın Allah aşkına. Kıztamam da yapıştım, bırakmam diyor, bizi zora koşuyor. Cihangir dayının yanına da gitmiş. O kişi de beni çağırıp tavsiyelerde bulundu. Dağ gibi Cihangir kişinin sözünün üstüne de söz söylemek olmaz. Şaşırıp kalmışım vallahi. Rica ediyorum, çaylarınızı için a gardaşlar, soğuttunuz çayları…”
Bağır kişi:
“Biz çaylarımızı, gelin kızımızın getirdiği şirinlik ile içeceğiz. Öyle, boş boşuna sofraya el uzatan değiliz. Bunu sen de bilirsin,” diye hafiften sitem etti, gülümseyerek Almurat’a, odada oturanlara göz gezdirip: “Diyorsun ki, Cihangir kişi de gelip yüz suyu döktü, bundan öteye yol var mı? Biz de Cihangir kişi seninle konuştuktan sonra bu kapıya söz kesmeye gelmişiz. “He” de! İnşallah her şey güzel olur, tereddüt etme,” diyerek ısrarla bastırıyordu.
Otağın baş tarafında sessizce deminden beri konuşulanları dikkatle dinleyen Almurat’ın büyük gardaşı Tağı, ceketinin yan cebinden tabakasını çıkarıp bir sigara alarak yaktı. Bir nefes çekip sigarasının külünü önündeki kültablasına çırptı. Başını kaldırıp oturanlara göz gezdirdikten sonra temkinle, hem de kararlı bir şekilde gardaşına dönerek:
“Almurat, adamları kırma, kızı ver gitsin” deyip sigarasını çekmeye devam etti.
Almurat:
“Sen ver diyorsan, ben ne diyeyim ay gardaş! Tevekkül Allah’a, kısmet ilahidendir, verdim, gitti! Allah sonunu hayır etsin!” dedi.
Bağır kişi:
“Allah mübarek eylesin. Hoşbaht olsunlar. Sağ ol, ay Almurat, bizi kırmadın, hürmet ettin, eskik olma,” dedi.
Almurat:
“Şimdi çayınızı içersiniz herhalde, ay çocuklar şirinlik getirin,” diye açık kapıdan dışardakilere seslendi.
Kıztamam yerinden kalkarak:
“Almurat gardaş, Allah senden razı olsun. Kadir mevlam bütün dileklerini versin. Benim Nilüfer’im de içinde, Allah evlatlarını hoşbaht eylesin,” diye yaklaşıp eğilerek Almurat’ın elini öpmek istedi.
Almurat buna imkan vermeden:
“Ne yapıyorsun Kıztamam bacı, Allah senin de, çoluk çocuğuna yardımcı olsun,” dedi.
Kıztamam dönerek gelininin anası Zümrüt ile, odadaki diğer kadınlarla da sarılıp mutluluğunu paylaştı. Sevine sevine odadan çıkıp bahçeye indi. Bu evin gençleri ile bahçenin bir köşesinde oturmuş anasını bekleyen Arzuman’a:
“Arzuman, oğlum, Allah’a çok şükür, isteğimiz oldu. Kızı Balahan’a verdiler. Sen Bağır kişi ile köye dön. Balahan’a haber ver, sevindir onu, deyip Arzuman’ın yakına çektiği atın üstüne binerken: “Ben yaylaya çıkıyorum. Kurbanlık bir hayvan alıp sabah erkenden köye ineceğim. Hazırlıkları yaparsınız…” Atın üstünden oğluna bir daha bakıp gülerek: Babandan da müjdeni alırsın,” dedi, sonra da atını sürüp şaka ile: “Eh, baban da müjde verir ha!” diyerek yıllardan beri onların tutar eli, koşar ayağı olan yağız atı dağlara doğru çevirip, Cam Bulağı’na doğru sürdü…
***
Balahan’ın dün öğle vakti başlayan düğünü çok neşeli geçiyordu. Kendi köyleri olan Tahtalardan ve komşu köylerden hayli misafir gelmişti. Kıztamam’ın uzak şehirdeki hısım akrabaları da onun hatırını sayıp onun ilk hayır işine gelerek bu meclise yürekten iştirak ediyorlardı. Bahçenin bir tarafında ağaçtan yapılmış ve üstü sık yapraklı meşe dallarıyla örtülmüş, yanlarına kilim, keçe çekilmiş, yukarısına da, bir kilime, pamukla dokunarak yazılmış “Balahan, toyun mübarek” sözleri asılmış düğün çadırı, gün boyunca gelen misafirlerle dolup taşmıştı. Kıztamam’ın akrabaları, Memiş’in hısım akrabası, onları sevenler, köyün kızları, gelinleri ve delikanlıları gece yarısına kadar söyleşip gülmüşler, kol kaldırıp doyuncaya kadar oynamışlardı. Bu ellerin sazendeleri çalıp söyleyip damada övgü yağdırmışlar; hısımları, akrabaları ve sevenleri Balahan’a ve geline hayli altın, akça takmışlardı. Gülgez, kardeşinin omuzlarına ipek şal atmış, sarılıp yanaklarından öpmüş, Balahan’ın solducu olan nişanlısı Kasım’a da uğrun uğrun bakarak suna gibi süzülüp oynayan kızların, gelinlerin içine karışmıştı. Memiş bütün gün toy çadırında, en rahat yerde oturmuş, çalıp söyleyenleri, oynayanları seyretmiş, çok şükür ne eksik ne de fazla bir hareket yapmıştı. Oğlunun düğününden dolayı keyiflenmiş, yumuşamıştı. Bu elin sevilen sanatçısı, hanende Mahmut: “Damadın babası gelip hediyesini versin,” deyince, Memiş de yerinden kalkarak yavaş yavaş yürümüş, oğlunun karşısına gelmiş, hem damada, hem de sağında, solunda oturanlara hediyeler vermişti. Çalgıcı Mahmut’a da bahşiş vererek, başını eğip teşekkür etmiş, sonra da dönüp gitmişti. Ancak oynamamıştı. Kıztamam, çalgıcıların kıvrak musikileri eşliğinde, oynayarak “beylik tahtında” oturan oğlunun başında bir kaç kez dolanmış, damadı, sağdıcı, solducu öven hanendeye bahşiş verip kollarını açarak kendi akrabaları ile hayli oynamıştı.
***
Memiş iki odalı, pencereleri açık evin eyvanında oturmuş yemeğini yiyordu. Kıztamam, kızların, gelinlerin girip çıktığı, süsleyip döne döne el gezdirdikleri gelin odasını bir daha gözden geçirdi. İçeriye bir kez daha bakıp bir eksiğin olmadığından tam emin olduktan sonra açık kapıdan eyvana çıktı. Gelin getirmek için gidecek arabalar ile dostların, tanışların böyle hayır iş için getirdikleri iki otomobil, üç minibüs ve bir de kamyon, hazır idi. Gelini, Surhay’ın beyaz otomobili ile getireceklerdi. Gelin arabasını özellikle süslemişlerdi. Çalgıcılar ise minibüslerin biri ile gidip geleceklerdi. Gelin alayında yer alacak adamların listesi ise akşamdan hazırlanmıştı. Onlar da hazır durumda bekliyorlardı. Abosat’ın beyaz otomobilinde önde oturacak olan Bağır kişi:
“Ay oğul, Arzuman, yolumuz uzaktır. Hadi, hazırlıkları bitirin. Bu Kıztamam nerde kaldı, davranın,” diyerek, sonra da çalgıcılara döndü: “Kulam usta, kemiklerimi oynatacak bir hava çal bakalım!”
Arzuman eve yaklaşıp: “Çabuk olun, Bağır dayı geç kalıyoruz diyor” diye eyvandakilere seslendi.
Kıztamam sabah kahvaltısını tamamlamakta olan, ağaç bardağındaki çayının son yudumlarını içen kocasına:
“Memiş, düğüne davet ettiğimiz misafirlerden, düğüne yeni gelenler. Sen evde kalsan da, gelip gideni karşılayıp yola salsan,” dedi. Gelini getirmek için Çeşmeli’ye de Arzuman ile ben gideyim! Olur mu?”

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/novruz-necefoglu/caresiz-yolcu-69499330/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Kıztamam: Anadolu’da da sık görülen, Yeter, Döner, Kızdöndü, gibi kız isimlerinden biri. Azerbaycan’da, üst üste gelen kız evlatlardan sonra bir oğlan evlat isteyen ana babalar, kızlarına, Kızyeter, Kıztamam, Kızbes gibi isimler koymuşlardır.

2
Kişi:Yaşlı erkeklerin ismi sonuna eklenen, saygı unvanı.

3
Aksakal: El içinde sözü geçen, sevilip sayılan, yaşlı kişi…

4
Demirkır: At donu. (Türklerde at donu olan Kır’ın da farklı tonları vardır. Akkır, Çilkır, Üveyikkır, Demirkır…)

5
Basmak: Yenmek, mağlup etmek

6
Hof: Korku

7
Yozmak: Yorumlamak, (yuhusunu yozmak: Rüyasını yorumlamak)

8
Gürze: Boz renkli, kuyruğunda çizgiler olan ve bozkırda, taşlık arazide yaşayan bir tür zehirli yılan.

9
Efi: Sarı renkli, başı üçgen şeklinde olan bozkırda yaşayan bir tür zehirli yılan

10
Zirinc: Kuşburnuna benzer ağacı olan, ekşi bir yabani meyve.
Çaresiz Yolcu Novruz Necefoğlu

Novruz Necefoğlu

Тип: электронная книга

Жанр: Историческая литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 16.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Çaresiz Yolcu, электронная книга автора Novruz Necefoğlu на турецком языке, в жанре историческая литература

  • Добавить отзыв