Zer Mi? Hiç Mi?

Zer Mi? Hiç Mi?
Yavuz Nufel

Yavuz Nufel
Zer mi? Hiç mi?

Yavuzca…
Doksanlı yılların ilk yarısı. Kendi üslubuyla Hollanda Türk basın yayın hayatında yer edinmeye başlayan bir Anadolu delikanlısı. Keskin, sert, kıvrak ve çoğu zaman hararetli bir duruş sergileyen bu delikanlı Yavuz Nufel’dir.
Yavuz Nufel’i ilk önce Ekin dergisinde tanıdım. O yıllarda Hollanda’da organize edilen yağlı güreşleri kapak yapmışlardı. Daha sonra Türkiye gazetesinde çalışmaya başladı Yavuz Nufel. Bir çok kişi gibi ben de ‘bu solcunun Türkiye gazetesinde ne işi var demiştim’. Malum o zamanlar insanlar genel anlamda, solcu veya sağcı olarak anılırlardı.
İşin esprisine bakın ki, o zaman solcu dediğimiz Yavuz Nufel’le bir kaç yıl aradan sonra beraber çalışmaya başladık. Daha yakından tanıdıkca Yavuz’un bizden fazla farklı olmadığını anladık. Haksızlıklar karşısında Yavuz farklı bir şekilde susmuyor, düşüncelerini dile getiriyor, bizde farklı getiriyorduk. Zaten, Hollanda’da eli kalem tutan, hangi cephede yer alırsa alsın, kaç kişi vardı ki? Bir takım zevat yadırgasada, insanların geçmişlerine bakmadan birlikte çalışabileceklerini bizzat ortaya koyduk.
İlk ortak çalışmamız, Türklerin Hollanda’ya göç etmelerinin 40. Yılı anısına oldu. Göç’ün kırkıncı yılında kırk ayrı insanın öyküsünü kaleme alan Yavuz Nufel’in kitabı Türkevi Yayınları arasında yayınlandı. Tabii ki kitabın yayınlanmasıyla iş bitmedi. Amsterdam’da düzenlenen kitap tanıtım galası programıyla kırk kişiyi bir araya getirdik. Kitabın tanıtımına özel olarak Türkiye’den çok değer verdiğimiz bilim adamı, feylozof, aynı zamanda Devlet Bakanı olan Prof. Dr. Mehmet Aydın katıldı. Unutulmayacak bir program gerçekleştirdik bizim solcu Yavuz Nufel’le.
40 Yıl, 40 İnsan, 40 Öykü adlı kitaptan hareketle, Kanal Avrupa’da ‘Mavinin Destanı’ adıyla yine onüç bölümlük bir belgesel yayınlandı. Yavuz’un Türkevi Yayınları arasında yer alan bir başka esesi ise ‘Lalezarda Deli Var’ oldu. Birlikte calışmamız bununla kalmadı. Kitap, belgesel derken bir de “HİÇ” adında CD yayınladık.
Sonradan tanıştığımız ve birlikte çalışmaya başladığımız Yavuz Nufel meğer yazmaya taa 1976 yılında başlamış. İlk olarak, lise yıllarında hepimizin hafızalarında yer edinen ‘Gırgır Dergisi’nde yayınlanmış espri ve fıkraları.
Ve aradan otuz beş yıl geçmiş. Dile kolay. Tam otuz beş yıldır kalem sallamamış Yavuz Nufel. Seferi olduğu dönemlerde, sonraki dönemlerde de mensup olduğu toplumun sorunlarını şiir, öykü tarzında dile getirmiş. Emek vermiş, alın teri akıtmış. Materyalizmden tasavvufa uzanan bir yolda yürümüş.
Hollanda’daki Türklerin sorunlarını muhtelif gazete köşelerinde ve internet sayfalarında geniş kitlelere duyurmuş. Zaman zaman bu insanların avukatı olmuş. Yeri gelmiş resmi makamları uyarmış. Yeri gelmiş bunlara eyvallah demenen eleştirmiş. Çok fazla para kazanmamış ama onurlu bir şekilde yılları geride bırakmış. Bazen Yavuzca bazen Yunusca yaşamaya devam ediyor. Yakasında her an “HİÇ” rozetini taşıyarak.
Şimdi bize düşen görev Yavuz’u onurlandırmaktır. Yazar ve şairliğinin otuz beşinci yıldönümünde ona gereken değeri gösterebilmektir. Elinizdeki bu eser, Bengü ve Türkevi yayınlarının ortaklaşa hazırladıkları bir yayındır. Eserin Türkiye’deki edebiyat çevrelerine ulaşmasını arzu ediyoruz. Devamla eserin Avrupa’da oluşan Türk edebiyatına katkıda bulunacağına inanmaktayız. Eserin Avrupa’da yeni yetişen genç Türk edebiyatcılarına ceseret vereceğini ümit ederken, nice otuz beşinci yıllara…

    Veyis GÜNGÖR
    UETD Hollanda Başkanı

Yavuz Nufel
Zer Mi? Hiç Mi?
Onun ve Eseleri hakkında Diyorlar ki: YATSIDA SÖNMEYEN MUM IŞIGINDA
Değerli okurlar, sizlere Yavuz Nufel’in “ Yatsıda Sönmeyen Mum Işığında” adlı şiir kitabını dilimin döndüğüce, gönlümden gelen sözlerle tanıtmaya çalışacağım.
Öncelikle şairimizin “ Kelimelerin yürek deryasındaki yakamoz hali” diye özleştirdiği veciz sözlerle başlamak istiyorum.
Gelin önce kısaca şairimizi tanıyalım birlikte; “ O Bir Sihirbaz” başlığı ile görüşlerini belirten Kemal Kırar; Yavuz Nufel için, “ Şiirlerinin çatısını kurarken matematik problemiyle meşgul bir tekniker edasıyla ve titizliği ile çalışması, takdire şayan özelliklerinden balat olanıdır” Yavuz’un şiirlerini yazarken bir kelime için günlerce beklediğini, bitmiş gibi görünen bir şiir için dahi defalarca defalarca değişiklik yaptığını bizzat biliyorum.” diyor.
Ekin Dergisi görsel yönetmeni Ali Aksan ise şöyle tanıtıyor şairimizi; “ Okurken adeta yeniden yaşadım Güzel Sanatlar Akademisi’ndeki yıllarımı, ikinci kez gezdim Anadolu’nun kimi yörelerini, geceler boyu İstanbul’u arşınladım, hovardaca Yüksek Kaldırım’ı dolaştım.” Pendik Lisesi’ndeki yıllarını ise Pendik Lisesi’nden arkadaşı Tacettin Koç’tan öğreniyoruz… Eşi Pakize Nufel’den de; Yavuz Nufel’in bu kitabını çocukları Tolga, Oğuz ve Özgenur gibi kendi çocuğu olarak gördüğünü ve ilk şiir kitabı olduğunu anlıyoruz.
Ve şair dizelerine;
Ne düşler yorulsun
Ne büyüler bozulsun
diye başlıyor..
Hollanda ve Avrupa’da Yavuzlar çoğalıyor, büyüyor da büyüyor..
Kaç Titanik battı gönül okyanusunda
Kaç metre dipte yatar
Kaç Çin Seddi var yüreğinde
Kalınlığı ne kadar
Mısır Pramitlerinde
Kaç yevmiye çalıştın......
Diye devam ededn dizeler.
Başka bir şiirinde de;
“ Özgürlük zordur, başa vurur” diyor şairimiz.
Çağdaş şiir-bilim ustası Roman Jacobsen; şiir bilimin, edebi ürünlerin değerini ölçmeye yarayan bir işlevi olduğunu söyler. Jacobsen’e göre; “şiirsel dil, doğal dilin temel işlevlerinden biridir. Şiir dili işlevlerinin bütün değişkenlikleri içinde incelenmesidir, şiirsel işlevde bildirinin başka bir şeye değil, kendi kendisine yönelmesidir”
İşte şairimiz Yavuz Nufel şiirlerini bu bilinçle, aynı işlev içinde yazmıştır. Şiir sanatını, şiirsel işlevin yoğunluğu içinde yoğurmayı iyi bilmiştir…
Şairimizin dili, adeta geleneksel hale gelmiş, şiirselleşmiş güzel ve arı Türkçe’dir. Kendine özgü birbirinden ayrı anlatış şekli, hatta söylem türleri vardır ki; Bu da şairimizin görüş açıklığını ve zenginliğini belirler. Söz ve anlam araçlarını kullanmakta ustalığını şu dizelerle de anlayabiliyoruz.
İnönü’de Sakarya’da
Çanakkale’de
Dedem de savaşmadı mı?
Gurbetçim. Emekçim
Kuruş kuruş biriktirip
Vatan’a yollamadı mı
Mölln’de, Solingen’de
Bizler yakılmadık mı
Tavla zarı kafalı
Kış uykulu
Deve kuşları
Yemiş sente muhtaçken
Döviz makinası
Oy hakkı denince
Gelmedi kırk yıldır sırası
Takma dişlerini takmış
“ Tek dişi kalmış canavar”ın
Bitmek bilmiyor ısırası..
Böylece Türkçe’nin Avrupa’da son durumunu da anlamış oluyoruz; Avrupa’daki Türk Şairinin hangi konular üzerinde durduğunu da.
Kitabın arka kapağındaki dizelerde, şiirin ne olması, nasıl olması gerektiği hakkında bize son mesajları veriyor:
Konuşmakla olsaydı
Papağanınki de sanat
Laf-ı güzaf ile de
Yapılmaz ki EDEBİYAT
Kelimeler kılıç
Cümleler ok olursa
Hedefine ulaşır
Gerisi,
Ne kokar, ne bulaşır.
Yatsıda sönmeyen mum ışıklarında buluşmak dileğiyle, tanıtım bizden, beğeni ve takdir sizlerden olsun.

    Fahriye İpekçioğlu
    Eğtimci/Yazar
    KIBATEK Genel Başkanı
    …

LALEZARDA DELİ VAR
Günlük yaşamın uğraşılarından yakayı sıyırıp kitapların o sıcacık dünyasına dalmaya hazırlandığım zaman, okunacak kitaplar göz kırpmaya başlarlar. Ben de o günkü ruhsal durumuma en uygununu alıp okurum. Okunacak kitapların yanında da kendileri için yazı yazmamı bekleyen kitaplar vardır. Ama onlar çoğu zaman somurtkan bir gülüşle bana bakarlar. Yavuz Nufel’in 40 Yıl 40 İnsan 40 Öykü adlı kitabı da o somurtkan kitaplardan biridir. Ne zamandan beridir onun için aldığım notları yayıma hazırlayamadım. Tatilden dönünce Yavuz Nufel’in bir yıl önce yayımlanan bu kitabını en kısa zamanda çeşitli yönleriyle tanıtmak için kendi kendime söz verdim. Ama tam işe başlayacaktım ki, Yavuz Nufel’in yeni yapıtı Lalezarda Deli Var yayınlandı. Bir süre “Hangisini tanıtayım?” diye düşündüm. Bir karar verememiştim ki, Halit Umar, tabak içindeki kahve fincanı fotoğrafını gönderdi. Ama onun altında da Yavuz Nüfel’in Lalezarda Deli Var adlı yapıtının kapağı vardı. Kahvenin kırk yıl hatırı özdeyişine göre bir önceki kitaptan başlamalıydım, ama yeni kitabın kapağı da başka şeyler söylüyordu. Bir karar vermekte epeyce zorlandım. Sonra yeni çıkan kitabı tanıtmanın daha mantıklı olacağına karar verdim. Umarım ilerki bir zamanda 40 Yıl 40 İnsan 40 Öykü adlı yapıta verdiğim sözü de yerine getiririm.
Lalezarda Deli Var adlı yapıt şairin okuyucuya seslenmesiyle başlıyor. Bu seslenişte ince bir ironi var. Bu sadece okuyucuya gönderme yapan bir ironi değil, aynı zamanda şair kendine dönük de bazı göndermelerde bulunuyor. Ama Nufel bu göndermelerle yetinmiyor içten içe geçişli kaygıları nedeniyle bazı açıklamalarda da bulunuyor. Bu açıklamalardan biri de kitabın adındaki iki sözcüğün açıklanması. Yavuz Nüfel;
Lâle-zâr: Lâle bahçesi, Hollanda.
Delilik: Bir sıfat/unvan ya da “normal” olmama hâli olarak açıklamış kitabının adının ilk iki sözcüğünü. Daha sonra da bu açıklamalarını genişletmiş. Fakat benim dikkatimi çeken en önemli sözcük ve bana kendi kendime sorular sormamın kapısını açan sözcük “Lâle bahçesi” sözcük öbeğinden sonra gelen “Hollanda” sözcüğü oldu. Kendi kendime yorumlar yaptım. En fazla da, son yıllardaki politik gelişmelerden sonra Hollanda’ya bakıldığında insana iç huzuru veren lâle bahçesi deyip diyemeyeceğimiz düşüncesine takılıp kaldım. Eminim tüm okuyucular kitabı okuduktan sonra bu soruyu kendilerine defalarca soracaklardır. Okuyucuların yanıtları hangi yanda olursa olsun bu çok önemli değil ama şairin bu soruyu okuyucusuna sordurmuş olmasıdır bence önemli olan.
Şair her ne kadar genel bir açıklamayla deliliğe bir unvan dese de, yapıtın özelinde “Lâle bahçesi” Hollanda’nın deliliğini kendine saklamış. Zaten o mecnunca delilik değil mi ona bunca şiiri ve şiir tadındaki makaleleri yazdıran.
Yavuz Nufel Lalezarda Deli Var adlı yapıtındaki şiir ve makalelerde sadece ironik göndermelerle yetinmemiş aynı zamanda karşılaştırmalar da yapmış. İnsan “ben”liğinin kendinden önceki ‘tasavvuf’ anlayışı içerisinde şairlerce dile getirilişini Hayyam’ın ve Mevlâna’nın dizeleriyle örnekledikten sonra, kendi şiirlerindeki “ben” in açıklama ve karşılaştırmasını da kendi dizeleriyle yapmış. Bence Yavuz Nufel o kısa karşılaştırmalarla maddeci “ben”in tasavvuftaki “hiç”liğe yönelen yüzünü de okuyucularına göstermeye çalışmış. Umarım ki, okuyucular da okumalarını daha derinleştirir, benim bu söylediklerime kendi yorumlarını katarak yapıta daha dipten ve derinden bakma olanağını bulurlar.
Sunum yazısıyla başlayan Lalezarda Deli Var, iki bölümden oluşuyor. Birinci bölümde Yavuz Nufel’in son yazdığı şiirler yeralmış. Bu şiirlerde Yavuz Nufel, kendi sesiyle sözcükleri bölük pörçük etmiş. Daha sonra da bu bölük pörçük sözcükleri anlamlı dizeler hâline getirmiş. Bu Nufel’in sözcüklerle oynamasını sevmesindan kaynaklanan bir durumdur. Eğer şair sözcüklerle oynamasını sevmezseydi, hem kendi sesini bulamazdı, hem de seslerle oynamak gibi zor bir işi başaramazdı. Ama Yavuz Nufel aynı sesten sesler yaratma işini çok güzel yapan bir şair; o nedenledir ki, şiirlerinde ayrı bir tad vardır. Bu onun Yatsıda Sönmeyen Mum Işığında adlı yapıtında da, Şiirmatik adlı yapıtındaki şiirlerde de açıkça göze çarpar. Bu özelliği nedeniyledir ki, onun şiirlerini kolay sindiremezsiniz ve ikinci kez okumanız gerekir. Zaten ikinci kez okuduğunuz zaman varırsınız şiirlerdeki tada… Yani bazı okuyucular okuduğu şiirlerin ilk okuyuşta bir türkü gibi zihnine ‘nakş’ olmasını ister ve öylesi şiirlerden hoşlanır, ama Yavuz Nufel’in şiirlerinde böylesi bir durum sözkonusu değildir. Onun şiirleri kolaycılıktan çok akılcılığı önplana çıkarmaktadır. Daha doğrusu onun şiirlerindeki ironi açık ironi değildir. Hem kendisiyle, hem de okuyucusuyla gizli söyleşi yapan bir ironi anlayışıdır.
Biz ne kadar çok yazsak da, okuyucu kendi düşünce süzgecinden geçireceği şiirleri daha başka yorumlayacaktır elbette. O nedenle biz kendi yorumumuzu sürdüreceğimize, yorum hakkını şiirlerin kendine bırakmak gibi bir erdemliliği göstererek yapıttaki şiirlerden birkaçını sunmak ve kısa yorumlar yapmakla yetinelim.
Ağlama
delibozuk şairin
delibozuk öyküsü
fazla gelir bu şehre
heybesi boş
elinde Musa asası
ayaklarında demir çarık
umut toplamaya gidiyor
dönene kadar sabret
ağlarsan felaket
ağlama
(...........)
Görüldüğü gibi şiir sizi ironik bir girdaba doğru sürüklüyor, siz ona yaklaştıkça da dönerek sizi daha içeri çekiyor. Eğer iyi yüzücüyseniz, daha doğrusu dalgıçsanız o girdaptan kurtuluyorsunuz ama aklınız biraz zor başınıza geliyor… Aklınız başınıza gelince de ikinci okuma zaten gündeminize girmiş oluyor. Şimdi gelin, bu dizelerin arasına girerek hep birlikte küçük bir irdeleme yapalım. Delibozuk öyküler yazan şairin boş heybesindeki öyküler bile koca bir kente ağır gelebiliyor. Boş heybeli şairin demir çarıkları var çünkü umut toplamaya gitmek kolay bir iş değildir…
Borcu var
bin yıl önceden beri
acısını çekenlerin
terk edip gidenlerin
hasreti var bu şehirde
diller lal, anlatılmadı
yok oldu kalemler
bu şehre kalemin
destan borcu var.
(.......)
Şair bir giriftarlık içinde söylüyor son sözünü ve dizelerdeki anlam vurgusunun hepsini son dizeye yüklüyor, orada dillendiriyor. Şiirin ilk dizelerini hızlı bir okumayla geçerseniz, son dizenin ne demek istediğini birden bire kavrayamazsınız. Yani yeniden başa dönmek zorunda kalırsınız. O nedenle de Nufel’in şiirlerini daha dikkatli okumanız gerekiyor.
Aşağıda alıntı yaptığım şiirde de bu böyle. Çünkü Yavuz Nufel’in şiir kurgusu okuyucuyu zorlayan bir kurgudur. Çok sesten az ses türeten ve bu az sesle söylemek istediklerini söylemeye çalışan parçalı bir kurgu da diyebiliriz buna.
İste
“Ol!” deyince olur mu
o sadece “O”na mahsus
istemekle başladı
her şey
ama her şey
önce hayaller verdı
ondan evveli de
istemek lazım
hayali bile
(......)
Şiirlerdeki tadı daha iyi alabilmek için Lalezarda Deli Var’ı okumak gerek. Çünkü hepimizin lâlezar anlayışı da alacağı tadlar da farklıdır.
Lalezarda Deli Var’ın ikinci bölümünde ise şairin şiir tadındaki makaleleri yeralmış. Burada makaleler hakkında bir yorum yapmayacağım. Sadece yorum yapabilmeniz için Nüfel’in makalelerinden birini aşağıda sizlere sunacağım. Kitabı bir bütün olarak okuduktan sonra da yorumu siz yapacaksınız.

    Murat Tuncel

    Eğitimci/Yazar
    Anafilya Dergisi
    ....
Yavuz ağabey,
Her iki kitabınızı da okudum. şiirlerinizi yorumlamak bana düşmez lakin çok beğendiklerimden söz edebilirim ancak.
“Enkaz altında” şiiriniz bence evrensel yaklaşımı tamamen yakalamış ve Türk şairleri arasında sizi en üst boyutlara taşıyabilecek önemli bir çalışmanızdır diye düşünüyorum.
“İbadet” şiirinizi literatür bir çalışma olarak değerlendiriyorum.
“Hayat” şiirinizi tam anlamıyla felsefe olarak değerlendiriken, Nazım Hikmet ile Özdemir Asaf’ın birleştiğ yer olarak tanımlamanın doğru olacağı inancındayım.
“Ne düşler yorulsun, ne büyüler bozulsun” ve “Her devrin adamına” şiirleriniz için sizi tebrik etmekten başka diyecek bir şey yok.
Aşkı tarif eden “sayfa 57” ve “sayfa 61” deki şiirleriniz biraz üstüne gidilebilse dillere pelesenk olabilecek tatta yazılmışlar.
Sayfa 67 deki “günümüzün en iyi vatandaşı” şiiri dönem şiiri olarak sloganlaşmalı hatta siyasi çalışmalarda aitasyon maksatlı kullanılmalıdır diye düşünüyorum.
“Her şey parayı bulana kadar mı?” şiirinizin üstüne konuşmak değil sadece oturup düşünmek lazım. Şimdilerde 12 Eylül zedelerin en büyük çelişkisine yalın bir anlatımla parmak basıyorsunuz.
Bir sorum da şu;
Enkaz altında şiirinizi önce size, sonra da yayıncım izin verirse yeni baskılarda kitabımda yayınlamak isterim.

    Sami Dündar
    Yazar / Yapımcı/ Yönetmen
LALEZAR’da DELİ VAR kitabını okudum. Beğendim, kutlarım.
Okudukça birçoğunu daha önceleri de okuduğumu anımsadım. Kitapta bir bütün oluşturmuş anılar, anlatılar.
Şiirleri tekrar okumam gerekiyor, şiir öyle roman gibi okunmuyor çünkü.
Dil yönünden eleştirilecek bir şey gözüme çarpmadı. Tasarımda bazı yerlerdeki yanlışlar olmasaydı elbette daha iyiyidi ama… Olsun, o kadar kusur kadı kızında bile var.
Bana “Ağabey, ben deli miyim?” diye soruyorsun kitabının ilk sayfasında, kendi ellerinle yazdığın imzaladığın anıda. Bu sorunun yanıtı çok basit Yavuz:
Sen hiç deli olmayan birini gördün mü?
Hangimiz deli değiliz ki!
Önemli olan deliliğimizin bizlere neler yaptırdığı, faydacı ve
zararlı yönleridir.
Kimine adam öldürtür, kimine şiir yazdırır.
Deliliğin karşıtı değildir AKILlılık.
Delilik ve akıllılık aynı yeti ve ruhsal durumun, aynı öğenin
aynadaki simetrik görünümü gibi eşdeğeridir.
Her akıllı bir o kadar da delidir kısacası.
Bu konu filozofik ve üzerinde çok şey yazılıp söylenebilir.
    Halit Umar
    Dr. Yazar
….

HAYAT
söylenmediyse
bu güne dek.
artık
söylemek gerek!
iki nokta arasında kalan
çizgi değildir hayat;
ancak,
kalınlığı kadardır
çizginin…
mesele,
enine yaşamak
Yavuz Nufel
Yavuz Nufel’in Deniz Basımevi-Rotterdam yayınları arasında 2000 yılında çıkan “şiirmatik” adlı kitabının 46. sayfasında yer alan “hayat” adlı şiirini kendimizce tahlil etmeye çalışalım.
Görüldüğü gibi şiir on bir dizelik tek bir parçadan oluşmuş ve bend kullanılmamıştır. Kitapta yer alan birkaç şiir dışında bütün şiirler bend kullanılmadan meydana getirilmiştir. Şair, şiirinin dış yapısı ile ilgili tercihini bu şekilde kullanmıştır.
Muhteva yani içerik yönünden şiirin konusu hayat olmakla birlikte; tematik yanı hayatın nasıl yaşanılması gerektiği konusunda yoğunlaşıyor. Şiir bentlerden oluşmamakla birlikte şiiri:
Giriş
“söylenmediyse
bu güne dek.
artık
söylemek gerek!”
Gelişme
“iki nokta arasında kalan
çizgi değildir hayat;
ancak,
kalınlığı kadardır
çizginin…”
Sonuç
“mesele,
enine yaşamak”
bölümlerine ayırabilmek mümkün. Hayat doğum ve ölüm adı verilen iki nokta arasında kalan çizgi değildir diyor şair. İki nokta arasındaki çizginin boyundan ziyade kalınlığının önemini belirtiyor. Doğum ve ölüm adlı iki noktanın arasındaki uzaklığı ayarlamak elimizde değil elbette, ama o iki noktayı birleştiren çizgiyi kalınlaştırmak bizim elimizde. Zaten şaire göre hayat o çizginin boyu ile değil kalınlığı ile ilgilidir. Mesele, “enine yaşamak” diyerek “hayatı dolu dolu yaşamak” ifadesini kendine has bir üslupla dile getiriyor. Evet, şair çizgi objesini o kadar güzel kullanıyor ki, onu bir imaja dönüştürüyor ve mesajını veriyor.
Prof .Dr. İsmal Çetişli: “Şair ne söylüyor?” sorusunun cevabı, şiirin muhtevasını oluşturur, diyor. Ben, şairin ne söylediğini anladığım şekliyle anlattım. Sizler, elbette ki kendinize göre başka anlamlar da çıkarabilirsiniz. Zaten şiir de bu demektir. Şiirin bir matematiği vardır, fakat matematik gibi kesin sonuçları yoktur. Her okuyucu kendince bir anlam çıkarır.
Ahmet Haşim: Şair’in dili söz ile musiki arasındadır, fakat sözden daha çok musikiye yakındır, der. Geleneksel şiirde ahengin oluşmasına büyük katkı sağlayan vezin, durak, kafiye, redif gibi unsurlar serbest şiirde ön planda değildir. Metnin içerisine serpiştirilmiş kafiye ve rediflere rastlanılsa da serbest şiirde ahenk aliterasyon, asonans, tekrir, tekrar ve ses yansımaları gibi sanatlarla meydana getirlir. “Hayat” şiirini bu yönüyle incelediğimizde;
söylenmediyse
bu güne dek.
artık
söylemek gerek!
iki nokta arasında kalan
çizgi değildir hayat;
ancak,
kalınlığı kadardır
çizginin…
mesele,
enine yaşamak
dek, gerek (e-k); ancak, yaşamak(a-k) sesleriyle kafiye yapılmış.
Yine dizeler dikkatle okunduğunda e-a-ı-i sesleriyle yapılan
asononsları; y-k-l gibi seslerle yapılan aliterasyonları görüyoruz.
Hacim olarak küçük, sanatsal boyutuyla büyük olan bu şiirin
içerisinde yukarıda belirttiğimiz söz sanatlarından başka bir de “kat”
dediğimiz mana sanatı vardır.
“ancak,
kalınlığı kadardır
çizginin…”
Şairin, sözü bir noktada keserek (…) üç nokta ile bitirmesinin
nedeni; şiirde düşünce kısırlığı meydana getirmemek ve heyecanı
zayıflatmamaktır. Dolayısıyla Şair Yavuz Nufel yerinde bir mana
sanatı (kat) yaparak şiire bir başka güzellik katmıştır.
İyi şiir kendini ezberletir. / Metin Demirtaş.
“Mesele, enine yaşamak” Şair Yavuz Nufel’in Kapadokya Şiir
Şöleni’ninde imzaladığı “Şiirmatik” kitabını okuduğum andan
itibaren beynimde yer eden bu dizesi onun, şair olarak gücünü
göstermeye yetip artıyor. Şiiir severlerin okuması gereken
kitaplardan biri de “şiirmatik”tir. Benden söylemesi…

    Rasim KÖROĞLU
    Eğitimci /Hiciv Şairi

ŞİİRLER

tekerleme
yazsam yasak
küfretsem günah
kafamdakileri
zamana bıraksak da mı
saklasak
ya da uluorta anlatıp
en azından
gözaltına mı alınsak

yas
gökyüzünde
‘33’ten kalma dolunay
sokaklar dazlak dolu
kafamda duygu anarşisi
içimi saran korku
İngiltere’de
Fransa’da
Hollanda’da
Belçika’da
Almanya’dayım
sabahı olmayan gurbetlerin
yıllardır akşamındayım
kuduz dazlak ısırdı
aşı sırasındayım
üç kurban Mölln’de
beş kurban Solingen’de
çok derin yaslardayım…

sevmek
sevmek
akıllı işi değil
hep susacaksın
sevmek
bana göre değil
hep kaçacaksın
sevmek
ölüm de değil
bir gün anlayacaksın
sevmek
bir günde
dört mevsim yaşamaktır
seversen
yaşayacaksın

ben Yavuz Nufel
yıl
1960
yerler
karla kaplanmış
dışarı
soğuk mu soğuk
rüzgâr
ıslık çalıyor
boğuk boğuk
Havza’nın
Çamyatağı Köyü’nde
bir ev vardır
hemen cami önünde
mevsimlerden
kış
aylardan Mart’mış
Rasim ile İftâde’den
Allah beni yaratmış
kör gözlü kör ebe
kör jiletle kesmiş
göbeğimi
o gündür bu gündür
göbeğim kesiktir benim

E-5
akı yok
karası var
yarası yok
parası var
bu şehrin
hızlı zamparası var
bak zampara
bu orospu
onu arabana at
onunla hemen yat
düzen
kurtlar sofrası
payına
orospuluk düşmüş
zaman
öğle sonrası
gece yarısı
mekân
araba arkası
otel odası
orospu
parayı bastırana
hazır apış arası
kaç kişi sordu
nedir yürek yarası
iz bırakan hatırası
kaç kişi bilir
neden olmuş sokakların yosması

kader(mi)
bir makam tutmadı
asırlardır sazımız
kıta kıta dolaştık
değişmedi yazımız
yazları el aldı
kış bize kaldı
sevdik
kurdu, kuşu, yılanı
sarıyı, siyahı ve beyazı
sırtımızda patladı
hoşgörünün çıbanı
çiçeği el aldı
dal bize kaldı
öğrettiler
kaç bucakmış dünyayı
boğazımız sıkıldı
basamadık narayı
baharı el aldı
güz bize kaldı

gönül yarası
bedenimde hissettiğim
uzanıp da
erişemediğim
sebebini bilmediğim
bir duygu var içimde
kimsenin bilmediği
kendimin bile
kendime
söylemeye çekindiği
bir duygu var içimde
tutarsam
son bulacak
sonu
hüsran olacak
yalnız bende kalacak
bir duygu var içimde

8 mart
adın: kadın
sancılı çocuk
doğurmadın
hamur
yoğurmadın
gece-gündüz
konken oynadın
kışları kayak
yazları, deniz ve güneş
hediyesiz
kocanla ne zaman yattın
“Ben kadınım” dedin
hep yedin
ayağı nasırlı
sırtı bebeli
kaç hemcinsine
el verdin, kol-kanat gerdin
sadece 8 Mart’ta
en öndeydin
kendini mi gösterdin
sana benzemeyen
kadınların
Günü’dür 8 Mart
analara, bacılara
kadın gibi kadınlara
kutlu olsun

hoş geldin bebek
ucuz bulduk bol harcadık
hep böyle kalır sandık
zevkimiz uğruna
seni biz peydahladık
denizleri kirlettik
ormanları yok ettik
“sevgi”
kaldıysa eğer
onu da biz mahvettik
bebeksin ağlayansın
hayata başlayansın
ne bıraktık ki sana
bu yürek ferahlasın
deniz kuru, gül kuru
ananın göğsü kuru
şükürler Allah’a
bulduğun gün bulguru
kimimiz hafife aldık
kimimiz yan gelip yattık
dağ gibi sorunları
sana miras bıraktık
yine de
hoş geldin bebek

bilir misin?
nota nota inerken toprağa
bulutların gri gözlerinden taneler
“ahmak ıslatan”
deyiverdin
kaç renkliydi
son gördüğün gökkuşağı
kaç kere altından geçtin
tuvallere yansıdı mı
ruhundaki pembelikler
sevseydin bilirdin
sadece kan mı taşır
başka ne işe yarar
yüreğin
bilir misin

turfandacı
hep turfanda severdi
mevsim kış olsa da
yaz sebzeleri yerdi
“Meyvenin turfandası
genç kız gibidir.” derdi
bakmadan kafa kâğıdına
gitti
tam on yedisinde
bir taze ile evlendi
erken gelişmiş kalçaları tazenin
yuvarlak ve kıvrak
bir kıvılcımla alevlenip yanacak
sanki deli kısrak
işi değil elbet, gem vurmak
altmışına merdiven dayamışın
bir yanda
doyasıya okşanmayan
düğmeleri yırtan memeler
bir yandan da
geceler boyu horuldayan
“turfanda sever”
bir gece yarısı
bal vermeyen eşek arısı
aşka gelmiş olacak
kalmadan tadı
damağında
kaskatı kesilivermiş yatağında
elveda hayat, elveda turfanda

dev- cüce
sivrisinek vızıltısı
nağmelerin
salak ve yalak
sözlerinde arıyor aşkı
müzik dinliyor ya ayı
gül goncası tazesi
kıvranırken yatağında
gece yarısı
hızlı hovarda
Rus, Rumen avratlarının
apış aralarında
büyük turda
büyük davaların
cüce adamı
karınca kadar bile
değilmiş adımı
dev cüce

madımak
ben
kırk’a beş kala ömrün
elma şekerine olmasa da
“sıcak bir merhaba”sına kanan
Âdem’in torunu
Nuh’un oğluyum
ben
Sivas ellerinde
saz’ın tellerinde sancı
duman tüten
yanık yanık et kokan insan
sen
“babamın gemisi”ne
kaçak atlayan
hayvan
“Ölürse tenler ölür, canlar ölesi değil.”
yaşatmaktır sanat
içimizdeki çocuğu
öldürmek değil

o zamanlar (1)
o zamanlar
kadın etli, şehvet kokan
afişlerine sinemanın
çaktırmadan bakardık
yeni yetmeydik
kendi kendimize yetmeyi
Mine, Arzu
Feri, Figen ile öğrendik
Yüksekkaldırım’da
içi geçmiş bekçinin
baş belasıydık
kanunlara göre
kafa kâğıtlarında
en az on sekiz olmalıydık
gündüzleri
Cüneyt Arkın-Yıkılmayan Adam
geceleri
yosmalarla oynaşan
birer Hadi Çaman

o zamanlar (2)
o zamanlar
siyah-beyaz camında
televizyonun
Balkanlar’dan gelen
“soğuk hava” dalgalı raporlar
yer almazdı
yine de
bir soğuk hava (!) gelirdi
Balkanlar üzerinden
soğuk demir
ve
sokak çocuklarının sattığı
Marlboro yüklü motorlar
doğmamıştı belki de
bugün
İstanbul’u istila eden
Nataşalar

o zamanlar (3)
o zamanlar
şiirleri Nâzım’ın
viski kokan barlarda
okunmazdı
ve
odasının duvarına
bir saz, bir de kilim asan
solcu olmazdı
enflasyon vardı
ama
bugünkü kadar
solunmazdı

o zamanlar (4)
o zamanlar
sevda şiirleri yazmazdık
slogan kokardı nalburda boya
düşük voltajlı elektriğin
nokta nöbetçisi direkler
fakülte kapısında kurşunlanmışların
resimleriyle doluydu
boydan boya
briket duvarları bahçelerin
politika sayfalarıydı sanki
günlük gazetelerin
bıyıklara yansıyan fikirlerin
bize ters düşen bildirilerini
olmak zorunda kalmadan almazdık
ve ilk fırsatta
öznesi yüklü yüreğimizin
duvarların tanıklığında
buruşturup atardık
kimin öldürülüp
“ölümsüz” olduğunu
polisle saklambaç oynayarak
dağıtılan gazetelerden anlardık
moda değildi o zaman
ölüleri alkışlamazdık

o zamanlar (5)
o zamanlar
nikotinle flört eden ciğerlerin
gönüllü köleleri
parmaklar arasında
Birinci sigarası
nefti yeşil parkaların
iç cepleri
filtreli sigara zulası
o zamanlar biz
grevde işçilerle
Delilo, Hidayda oynardık
o zamanlar biz
Karlıkayın Ormanı’ndaydık
sarı-sıcak pencerede
hep bir çocuk aradık
sarı-sıcak pencerede biz
ve
bir sabah ansızın
içeriye çağırıldık

enkaz altında
baba bak
o görünen annemin eli
senin aldığın yüzükten belli
kardeşlerimi düşünme
onlar şu anda parktadır belki
oyuncak helikopter
alamamıştın ya hani
alma artık istemem
bak, onlarca helikopter
hem hepsi de sahici
kıpırdat gözlerini
konuş benimle baba
“Elle gelen düğün-bayram”
derdin ya hep
bu nasıl düğün
bu nasıl bayram
neden yerde yatıyor
teyzem, halam, dayım ve amcam
ne olur bir şeyler söyle
konuş benimle
hadi benim aslan babam
istemezsen bu sene
okula da gitmem
eğer gidersem
geçen seneki idare eder
yeni önlük de istemem
bir kerecik “Oğlum” de yeter
bacaklarında kan var
kırıldı mı yoksa
hemen alçıya alsınlar
duyuyor musun
geliyor ambulanslar
sen iyileşinceye kadar
ben su satar, simit satar
size bakarım
annemin çamaşır ipleri
yine kopmuş
sen üzülme ben takarım
daha dün senin
kocaman adamındım
berbere götürecektin hani
uzadığı için saçlarım
“Yavrum” de okşa saçlarımı
öp yanaklarımı
babacığım ne olursun
hadi kalk
sen de bağır, sen de çağır
her taraf yanıyor cayır cayır
“Erkekler ağlamaz” dersin
ama
ağlamak istiyorsan ağla
vallahi kimseye söylemem baba
gözlerine toz dolmuş
silsene baba
baba
babaaaa
babaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaa
17-8-1999 İstanbul

arzu
bir deprem
bir deprem daha gerek
düşmeli ağından
bin yıllık örümcek
ve
o deprem ki
düzenin döndürdüğü çarkı
insanlar arasındaki farkı
yere serecek
silip süpürecek
kan emici vampirin
sırtlanın ve engereğin
bir teki kalmayıncaya dek
sürecek
bugün
Adapazarı’nda, Kocaeli’nde
Bolu’da, Gölcük’te
Yalova’da, İstanbul’da
anasız-babasız kalan
ve
ağlayan bebek
işte o gün
işte o depremle gülecek

Neyzen Tevfik’in anısına
uyup modasına Lale Devri’nin
yemek-içmek, zevk almak
işi olamaz şairin
yüreğinde ve omuzlarında
taşımalı sorumluluğunu
zulmün
açlığın ve fakirliğin
kaparsa kulağını
takarsa at gözlüğünü
görmezse
İstanbul’da tinerci
Ankara’da dilenci
oğlunun yaşıtlarını
doyurmak için karnını
çöpten ekmek toplayanı
ve
hain diyorsa haykırana
değil “şair”
“insan” bile demezler adama
güya sanat adına
sızmak için
yârin yüreğinden bacak arasına
yazılan şiirin
s.çarım mısralarına
en azından
hem sakala, hem bıyığa
tükürmeli
şair dediğin şair
bakıyorum da
günümüzde dizeler
bir karış yarığa dair

anılar
“Aslına uygundur”
ibaresi düşülmemiş
ve noterden tasdiksiz
yılların bile
unutturamadığı
yaşanmışlıkların
fotokopisi bende kalan
çelik kasasında yüreğimin
saklıyorum
şifresi “sen”
sahte olmadıklarını
ikimiz de iyi
hem de
çok iyi
biliyoruz
biliyoruz değil mi

Necip Fazıl Usta’nın anısına
ey, dizelerinde “Ustalarım”ın
yedi tepeli şehir
doğuruyor musun yoksa
yüzlerce bu tümsek nedir
bir araya gelmeyen
iki yakanda
insan yutan iki dev
Zincirlikuyu, Karacaahmet
meçhule gidenlere
bir garip ev
asırlarca sessiz
ve
ebedi sakinleri
binlerce kabrin
havası, suyu
siz yaşarken de böyle miydi
bu devasa şehrin
kalıyor mu orada da
yapanın yaptığı yanına kâr
yoksa iskeletlerinize
sadece dolap mıdır
naaşlarınızın girdiği mezar
cevap verin bir zahmet
sabrın sonu değil amma
kabrin sonu mudur selamet
babam, duyduğunuzu söyler
hoca adamdır, bilir
o halde
bu ölüm suskunluğu nedendir
kiminiz, sığamıyordunuz dünya’ya
şimdi dar gelmiyor mu kabir
kiminiz, yediniz-içtiniz
hiç göçmeyecek gibiydiniz
kiminiz, ikindi günü kadar
bir gün bile görmediniz
nasılsınız, iyi misiniz
biz mi ölüyüz
siz mi dirisiniz
avlanır mı cennet kuşları
kolay yolunur mu kanatları
var mı kuştüyünden olan
yatakları, yorganları
mezar taşlarına yansıdığı gibiyse
oradaki rahatınız/ biz hâlâ.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/yavuz-nufel/zer-mi-hic-mi-69499297/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
Zer Mi? Hiç Mi? Yavuz Nufel
Zer Mi? Hiç Mi?

Yavuz Nufel

Тип: электронная книга

Жанр: Стихи и поэзия

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 16.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Zer Mi? Hiç Mi?, электронная книга автора Yavuz Nufel на турецком языке, в жанре стихи и поэзия

  • Добавить отзыв