Cengiz Aytmatov 90 Yaşında Samsun′da

Cengiz Aytmatov 90 Yaşında Samsun'da
Anonim

CENGİZ AYTMATOV
90 YAŞINDA SAMSUN’DAıssık göl’den karadeniz kıyılarına…

SUNUŞ
Kırgızistan-Türkiye Manas Üniversitesi’nin adını ilk olarak 2001’de işitmiştim. Bu üniversite Türkiye ile Kırgızistan arasında yapılan bir anlaşmayla kurulmuş özel statülü bir yüksek öğretim kurumudur. Kırgızistan-Türkiye Manas Üniversitesi’nin misyonu, Türk Dünyası’na hizmet etmek, Türk Dünyası’nın her yanından gelen gençleri kaynaştırıp onlar arasında bir altın köprü oluşturmaktır. 2005-2006 eğitim-öğretim yılında bu üniversitede bir yıl çalışabilme imkânı elde edebildim. O tarihte Kırgızistan’ın başkenti Bişkek’e bu üniversitede çalışmak üzere eşim ve küçük kızımla küçük bir aile olarak gidebilmiştik.
Bu ülkede geçirdiğimiz o bir yıla Kırgızistan’da yapılması gerekenlerin birçoğunu sığdırmaya çalıştığımızı çok iyi hatırlıyorum. Biz geniş zamanlar umuyorduk ama vakit kısa ve dardı, bunun farkındaydık. Bir yıla az şey sığdırmadık biz o yıl.
Kırgızistan Manas’ın ve Cengiz Aytmatov’un yurdu, Manas ile Aytmatov Kırgızistan’ın ruhuydu. 2005-2006 eğitim-öğretim yılında Aytmatov, henüz hayattaydı ve diplomatik görevlerinden arta kalan vakitlerde hem ülkesine hem Kırgızistan Türkiye Manas Üniversitesi’ne uğruyordu. Bişkek’te onu birkaç kere dinleyebilmiştim. 2006 yılı baharında Cengiz Aytmatov’un kızlarım ve eşimle fotoğraflarını çekebildiğim için kendimi talihli, o fotoğraf karesinde yer alamadığım için de talihsiz hissediyorum. Ne garip! Aynı durum hem talih hem de talihsizlik olabiliyor.
O zaman Bişkek’te Türk Dünyası, Türk Dünyası edebiyatı gibi kavramları yansıtan kelimeler çok sık kullanılmıyordu. Buna rağmen Kırgızistan Bilimler Akademisinde bildiriyle katıldığım bir Türk Dünyası Edebiyatı toplantısı yapılabilmişti. Bu toplantının şeref konuğu Cengiz Aytmatov’du. O bir büyük yazar olarak eserleriyle ülkesini şereflendirdiği gibi bütün Türk Dünyasını da şereflendiriyordu.
2017 yılında sevgili öğrencilerim ve dostlarımla birlikte yapmayı başardığımız “Cengiz Aytmatov 90 Yaşında Samsun’da Çalıştayı” benim epeydir hayallerimi süsleyen ve zihnimi işgal eden bir projeydi.
Bişkek uzun zamandır Samsun’la kardeş şehirdir. Bu proje için ben uzun yıllar Samsun Büyükşehir Belediyesi Kültür ve Sosyal İşler Daire Başkanlığı yapan Necmi Çamaş’a ve başka kişilere Türk Dünyası edebiyatı konusunda bir toplantı yapma fikriyle gittim. O zaman doğrusunu söylemek gerekirse fikrim vardı ama somut bir projem yoktu. Somut bir projenin bir fikirden başka bir şey olduğunu unutmamak gerekir. Yine de fikirler projeler için çıkış noktası oluşturduğundan değerlidirler. Bir fikri olanlar bunu elbet bir projeye dönüştürebilirler. Fikri olanların saygıyı hak etmediği söylenemez.
Üniversiteler fikirlerin önemsendiği, geliştirildiği ve projeye dönüştürüldüğü yerlerdir. Böyle olmayan üniversiteler var mıdır? Doğrusu bu soruya “yoktur” diye cevap verebilmeyi çok isterdim. Ayrıca üniversitelerden fikirleri takdir de etmeleri beklenir. Fikirleri takdir etmek, düşünenleri takdir etmek demektir.
2016 yılında Kırgızistan Türkiye Manas Üniversitesi’nde ikinci defa görevlendirildim ve 2017 temmuzunda Cengiz Aytmatov’la ilgili bir anma programı için Necmi Bey’e bir daha gittim, bu defa çok ısrar ettim ve onu ikna ettim. Sunduğum somut bir projeydi ve bütçe gerekiyordu. Sonra Eğitim Fakültesi Türkçe Bölümü’ndeki arkadaşlarla ayrıntıları konuştuk ve ardından Bişkek’e gelip derhâl kolları sıvadım. Manas Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Layli Ükübayeva’ya projeyi anlattım ve çok sevinerek bunun için uygun olabilecek kişilerle iletişim kurmamı sağladı. Manas Üniversitesi İletişim Fakültesi Dekan Yardımcısı Doç. Dr. Yusuf Yurdigül’ün de bu tür programlardaki maharetini görmüştüm. O da var olsun, seve seve programa katkıda bulunmayı kabul etti. Elbette projenin hayata geçmesi kesinleşince Manas Üniversitesi rektörlüğü ile de iletişim kurdum. Oradan da tam destek aldığımı söylemeliyim.
Benim Kırgızistan’da bunları yaptığım sırada elbette Türkiye’deki paydaşlarım, öğrencilerim, dostlarım boş durmuyorlardı. Bir takım olarak onlarla sürekli yazışıyor, her ayrıntıyı tartışıyor ve her adımı paylaşıyorduk. Merhume Doç. Dr. İlknur Karagöz, Doç. Dr. Şeyma Büyükkavas Kuran, Dr. Öğretim Üyesi Mediha Mangır, Dr. Öğretim Üyesi Atiye Gülfer Gündoğdu ve sevgili asistanlarımız, öğrencilerimiz bu takımdaydı.
Toplantıya Kırgızistan’da yedi kişi katılacaktı, Türkiye’den o kadar veya biraz daha fazla. Karabük Üniversitesi Cengiz Aytmatov Araştırmaları Merkezi Müdürü öğrencim Doç. Dr. Cıldız İsmailova da severek takımımızın bir parçası oldu. Doç. Dr. Cıldız İsmailova Türk Dünyası müzikleri yapan ve farklı üniversitelerdeki öğretim üyelerinden oluşan bir grubu bizim programımıza dâhil etti.
Sonuçta birçok kişinin ve kurumun değerli katkılarıyla Ondokuz Mayıs Üniversitesi Atatürk Kongre Kültür Merkezi’nde 13-14 aralık 2017 tarihlerinde Cengiz Aytmatov 90 yaşında Samsun’da Çalıştayı’nı gerçekleştirdik. Samsun Büyükşehir Belediyesi özellikle katılımcıların yol ve konaklama giderlerini karşılayarak çalıştayımıza en büyük maddî desteği sağlayan kurum oldu. Ondokuz Mayıs Üniversitesi’nin gerek rektörlük düzeyinde gerekse farklı birimler düzeyinde faaliyetimize sağladığı destek asla göz ardı edilemez. Aynı şekilde Kırgızistan Türkiye Manas Üniversitesi de çalıştayımıza destek veren önemli kurumlardan biridir.
Aynı salonda gerçekleşen programda çok ilgi çekici bildiriler sunuldu. Elinizdeki kitap, bu çalıştayda sunulmuş olan bazı bildirilerin bir araya getirilmesiyle oluşmuştur. Doç. Dr. Zerrin Eren’in Aytmatov’un kadın kahramanlarıyla ilgili bildirisini alkışlıyorum. Dr. Öğretim Üyesi Atiye Gülfer Gündoğdu ve Dr. Mustafa Çetin de çok güzel bildiriler sundular. Mustafa Çetin’in bildiri metninin bu kitapta yer almaması eksiklik. Doç. Dr. Bekbolot Aydaraliyev’in “Benim Sözümü Benim Canım Bil” adlı Aytmatov belgeseli ile Kırgızca Sayakbay filminin Türkçe altyazılı şekliyle gösterimi de Türk seyirciler açısından ilgi çekiciydi. Yusuf Yurdigül Cengiz Aytmatov’un Kırgız sinemasına katkısını ele aldı. Necmi Çamaş’ın, Rektörlerimizin ve Manas Üniversitesi Edebiyat Fakültesi dekanı Prof. Dr. Layli Ükübayeva’nın belekleri ve konuşması anlamlıydı. Sevgili öğrencim Dr. Zarina Kulbarakova, bildirisi ve komuzuyla çalıştayımıza renk kattı. Elbette en büyük alkışı hak edenlerden biri de Cengiz Aytmatov’un kız kardeşi şeref konuğumuz Roza Aytmatova’dır. Roza Aytmatova rahatsızlıklarına ve ilerlemiş yaşına rağmen ülkesi ve ağabeyinin hatırası için uzun olduğu kadar yorucu bir yolculuğu göze alarak Samsun’u teşrif etti ve yaptığı şeker gibi konuşmayla çalıştayımızı tatlandırdı. Var olsun. Çalıştayımıza destek veren kurumlar ve kurumların yöneticileri var olsunlar. Çalıştayımızın düzenlenmesinde emeği geçenler, bildiri sunanlar, oturum yönetenler, dinleyenler var olsun. Türk Dünyası var olsun, bir olsun.
Her programın, çalıştayın, toplantının hikâyesi vardır. Bu hikâyeler çoğu zaman örtük kalır, yazılı olarak paylaşılmaz. Aslında bu hikâyelerin aktarılması da anlamlıdır.
Bir Türk Dünyası vardır ve var edilmelidir. Dolayısıyla bir Türk Dünyası edebiyatı da vardır. Aytmatov bu edebiyatın dünyaya sesini duyurabilmeyi başarmış en güçlü seslerinden biridir. Aytmatov’un doğduğu topraklarda, yani Orta Asya’da veya başka bir ifadeyle Türkistan’da atalarımız 9. yüzyıldan 15. yüzyılın ortalarına kadarki dönemde bütün zorluklara rağmen kayıp bir aydınlanma gerçekleştirmeyi başarabilmiştir.
Meseleyi S. Frederick Starr inci, istiridye metaforuyla yorumlamakta haksız değildir: “Orta Asyalıların Hindistan ve Orta Doğu’dan uzun süre ithal etmeye devam ettikleri inciler bir anda büyümemişti. İstiridyelerin çoğunun içinde daha sonra inciye dönüşecek bir kum tanesi bile yoktu. Çoğu istiridyenin içine kum girer ama bir etki gösteremez. Orta Asya medeniyetinin şaşkınlığa uğratıcı tarafı, asırlar boyunca hem yabancı kum tanelerine açık olması hem de bu kumlardan inci üretme kapasitesine sahip olmasıdır. Bir başka ifadeyle bu medeniyet bir yandan dış dünyaya açıkken bir yandan da yeni olanı basit bir şekilde taklit etmek yerine yeniden düzenlemek ve uyumlu hâle getirmek için sağlıklı bir yapı ortaya koymuştu. Bu yapının hâkimiyeti sürdüğü müddetçe Orta Asya entelektüel hayatın en ön safında yer almıştı. Yabancı olana yapıcı bir şekilde yaklaşma ve onu inciye çevirme kabiliyetini kaybettiğindeyse medeniyeti çökmüştü.”(Kayıp Aydınlanma, s. 642). Mesele yeni ve yabancı olana bigâne kalmak değil onu alıp dönüştürmektir. Aytmatov yeni ve yabancı olana sırt çevirmemiş, onları alıp yoğurup özümsemiş ve dönüştürmüştür. Onu niçin takip etmeyelim…

    Mehmet Aydın
    Ocak 2020/ Bişkek

ROZA AYTMATOVA’NIN AÇILIŞ KONUŞMASI:
Şeker Atamızın Cengiz Ağabeyime Tevarüs Eden Hikayesi[1 - Ses kaydını çözümleyen ve çeviren: Mehmet AYDIN, Prof. Dr., KTMÜ-OMÜ Öğretim Üyesi.]
Var olunuz, değerli katılımcılar, hepinizi selamlıyorum. Kıymetli Samsun Belediyesi Kültür ve Sosyal İşler Daire Başkanı, değerli Ondokuz Mayıs Üniversitesi rektörü, değerli öğretim üyeleri, sevgili öğrenciler, saygı değer misafirler hepinize böyle bir toplantıya katıldığınız için sonsuz teşekkürler ediyorum. Ben de böyle bir bilimsel toplantıya Aytmatov ailesinin bir üyesi ve temsilcisi olarak katılmaktan onur duyuyorum. Ağabeyim yazar Cengiz Aytmatov’u anmak için düzenlenen bu toplantıya katkıda bulunanlara ailem adına teşekkür ediyorum, var olsunlar.
Bizim ailemiz Talas şehrindeki Kıtay boyundandır. Bütün Kırgızlar belli boylara mensuptur. Biz Kırgızlar bu boylar için uruu diyoruz. Kıtay boyu Kürküröö[2 - Kürküröö deresi Aytmatov’un Birinçi Mugalim (İlk Öğretmenim) adlı eserinde de geçmektedir. Hatta Aytmatov’un bu uzun hikâyesini Türkçeye çevirenler romandaki köyün adını Kürkürö ve Kurkuruğ şeklinde yorumlamışlardır.] adlı akarsuyun vadisine yerleşmiştir. Bu akarsu Kırgızistan’la Kazakistan arasındadır. Zamanla bizim bağlı olduğumuz Kıtay boyu kendi arasında iki kola ayrılmış Töñtögör ve Kıyra. Biz Kıtay boyunun Töñtögör kolundanız.
1700’lü yıllarda Kazak komşuları Kırgızlara saldırarak onların ellerinden mallarını ve topraklarını alıyorlarmış. Bundan zarar gören Töñtögörlerin ileri gelenleri bir araya gelerek Kazakların mallarını yağmalamasına nasıl engel olabileceklerini kara kara düşünüyorlarmış. Bu konuyu konuşmak üzere sonunda bir kurultay toplamışlar. O toplantıya Töñtögörlerden yalnız bir kişi katılmamış. Orada yaşayan halk toplantıya katılmayıp toplantıya katılanlara yemek hazırlayan bu kişiye çok öfkelenmiş.
Talas’ta Köksay ve Aksay diye adlandırılan iki yer var. Savaşmak için Kırgızlar Köksay’da Kazaklar Aksay’da toplanıyor, savaş hazırlığı yapıyor ve iki cephe oluşturuyorlar. Birbirlerine kız alıp veren, akraba olan Kazaklarla Kırgızlardan herhangi birinin saldırıyı başlatmaya eli varmıyor ve karşılıklı olarak bekleşiyorlar. O zaman beyaz bir at üzerinde Töñtögörlerden o genç adam ortaya çıkıp iki tarafa sesleniyor “Bizler kardeşler ve akrabalarız. Dolayısıyla bizim paylaşamayacak hiçbir şeyimiz yok. Biz bugüne kadar aynı kışlada kışlayıp aynı yaylada birlikte yaylamadık mı? Biz bizimle iyi geçinen komşularla iyi geçiniriz, bize el kaldıran komşulara da aynı şekilde karşılık veririz.”
İki taraftan savaşmak üzere saf tutanlar o gencin sözleri üzerine mahçup olurlar. O zaman o beyaz atlı Töñtögör genç iki tarafın adamlarını hazırladığı sofralara davet eder. “Buyurun, sofralara, sofrada konuşalım” der. Sofralara birlikte oturan Kazaklarla Kırgızlar birbirleriyle barış içinde yaşamaya karar verirler. Bu genç adamın yalnızca yemekleri değil sözleri de tıpkı şeker gibi tatlıdır. Zamanla o yörede yaşayan Kazaklarla Kırgızlar arasında barışın sağlanmasına katkıda bulunan bu genç adamın gerçek adı unutulup yeni adı Şeker olarak halk arasında ünlenmiş, bu ünü yayılarak nesilden nesle aktarılmış ve efsaneye dönüşmüş…
Biz kan akıtmadan, savaşmadan halklar arasında barışı sağlayan Şeker atamızla her zaman gurur duyuyoruz. Şeker atamız dolayısıyla bizim köy Şeker olarak adlandırılır, mektebimizin adı da Şeker’dir. Burada yaşayanların tamamı Şekerliler olarak tanınır. Benim bunların tamamını size anlatmamın sebebi, bu yörenin Şeker atamızdan tevarüs eden insanî taraflarının Cengiz ağabeyime geçmiş olabileceğini düşünmemdir. ‘İnsan için esas olan her zaman insan olarak kalmasıdır’ düşüncesinde olan Cengiz ağabeyim 1986 yılında dünyadan önemli yazarların, sanatçıların ve fikir adamlarının katıldığı bir Isık Köl Forumu düzenlemiştir.[3 - 1986 yılında Cengiz Aytmatov tarafından düzenlenen Işık Kol Forumu’na Türkiye’den Yaşar Kemal (2013) ile Ömer Zülfü Livaneli katılmıştır. Bu toplantıya dünyadan da birçok yazar, düşünce adamı ve sanatçı katılmıştır. Amerikalı yazarlar Arthur Miller, James Baldwin, Alvin Toffler; İngiliz yazar ve oyuncu Peter Ustinov; Fransız yazar Claude Simon, Habeşli ressam Afewerk Tekle; UNESCO temsilcisi Federico Mayor ve İtalyan bilim adamı Augusto Forti, Aytmatov’un 1986 yılında düzenlediği Issık Köl forumuna katılanlardan bazılarıdır.] Bu toplantı da Cengiz Aytmatov’un ‘İnsan nasıl insan olur?’ fikrine uygun bir faaliyettir. Ben bu konferansın başarılı geçeceğine yürekten inanıyorum. Bu inançla konferansı düzenleyenleri kutluyor ve katılımcıların tamamına başarılar diliyorum. Bu vesile ile bütün dinleyicileri Aytmatov ailesi adına yeniden selamlıyorum.

Cengiz Aytmatov’un Cemile ve Toprak Ana Adlı Yapıtlarına Ekofeminist Bir Yaklaşım
Zerrin Eren[4 - Doç. Dr. OMÜ Eğitim Fakültesi Yabancı Diller Bölümü Öğretim Üyesi]

Özet: Hem eylemci (activist) bir akım hem de eleştirel bir kuram olan ekofeminizm, kadının ve doğanın erkek egemen toplum tarafından sömürüldüğünü ileri sürer. Ekofeministler hem savaşa hem de insanla insan, insanla insan olmayan varlıklar arasındaki ilişkilerin hiyerarşik yapılar olarak algılanmasına karşı çıkar; kadın-erkek eşitliğinin sağlanabilmesine ve sürdürülebilir bir çevre için; doğanın tahrip edilip yağmalanmasının önlenebilmesi için uğraşırlar.
Bu çalışmada Cengiz Aytmatov’un Cemile ve Toprak Ana adlı yapıtlarının ekofeminist bir yaklaşımla incelenmesi amaçlanmıştır.
Çalışmada, bu yapıtlarında yazarın, savaşın insan ve doğa üzerindeki yıkıcı etkilerini gözler önüne sermenin yanı sıra, liderlik özelliklerine sahip, kararlı, özgüvenli, güçlü ve akıllı kadınlar betimlediğini; yazarın insanların doğadaki insan dışındaki varlıklar olmadan yaşamlarını sürdüremeyeceklerini gösterirken, insanla insan, insanla insan olmayanlar arasındaki ilişkileri düzenleyen hiyerarşik yapıların olmadığı, insan olan olmayan bütün varlıkların eşit derecede değerli ve önemli oldukları bir toplum sunduğu sonucuna ulaşılmıştır.
Anahtar Kelimeler: Aytmatov, Cemile, Toprak Ana, ekofeminizm, çevre, toplumsal cinsiyet
Abstract: Ecofeminism which is both an activist movement and a critical theory asserts that women and nature are exploited by patriarchal society. Ecofeminists oppose both war and the perception of the relations between human and human or between human and nonhuman as hierarchal structures; they strive for gender equality, environmental sustainability and for preventing devastation of nature.
This paper aims at an ecofeminist reading of Chinghiz Aytmatov’s Jamila and Mother Earth.
This study concludes that besides displaying the devastating effects of the war on human and nature, the writer depicts determined, self-confident, strong and clever women having leadership abilities. While illustrating that human cannot survive without nonhuman nature, he presents a society in which there are not any hierarchical structures organizing the relations between human-nonhuman or human-human, and humans and nonhumans are equally important and valuable in these works.
Key words: Aytmatov, Jamila, Mother Earth, ecofeminism, environment, gender.
Ekofeminizm terimi ilk kez Fransız feminist Francoise d’Eaubonne tarafından 1974 yılında kullanılmıştır. Bununla birlikte, bazı ekofeministler, 1970’lerde Hindistan’ın Himalayalar bölgesindeki köylü kadınların ormanlarını korumak için başlattıkları hareketi (Chipko Hareketi) ekofeminizmin başlangıcı olarak kabul ederler (Mack-Canty, 2004, s.168-169). Ekofeminizm kadının ve doğanın erkek egemenliği altında olduğu görüşünü savunur; başka bir deyişle, ekofeminizm erkek egemen toplumun kadına karşı tutumuyla doğaya karşı tutumu arasında bağ kurar ve hem kadının hem de doğanın erkek egemen toplum tarafından sömürüldüğünü ileri sürer. Bu nedenle ekofeministler bir yandan kadın ve erkek arasında eşitliğin sağlanması diğer yandan da sürdürülebilir bir çevre için, doğanın tahrip edilip yağmalanmaması için uğraşırlar.
Bu çalışmanın amacı, Cengiz Aytmatov’un Cemile ve Toprak Ana adlı yapıtlarında, okurlarına ekofeministlerin özlemini duydukları, kadın ve erkeğin eşit olduğu ve doğayla barışık yaşadıkları, insanlar arasında ya da insanla insan-olmayan arasında herhangi bir hiyerarşik yapının olmadığı; daha da önemlisi, insanın kendisinin de doğanın bir parçası olduğunu unutmadığı bir toplumun yaşantısını sunduğunu ortaya koymaktır.
Aytmatov’un her iki yapıtında da muhteşem doğa betimlemeleri dikkatimizi çeker; anlatılan hemen her olayda doğa da mutlaka betimlenir. Bu nedenle, bu yapıtlar okunurken, “…belirsiz bir ufuk üzerinde, portakal kırmızısı fırtına bulutları”nın toplanmasına (Aytmatov, 1958/2011, s.57), “…bir çaylağın bozkırda döne döne süzülüşü” ne (Aytmatov, 1958/2011, s.43) tanıklık edilir; rüzgârın bozkırdan getirdiği “…çiçeklenmiş pelinlerin kekremsi kokusu” (Aytmatov, 1958/2011, s.39) duyulur. Ancak bu yapıtları dikkatlice okuduğumuzda, yazarın bu betimlemeleri yalnızca estetik amaçla yapmadığını, doğayla insan arasındaki bağı okuruna sezdirmeye çalıştığını söyleyebiliriz. Aytmatov’un incelediğimiz iki yapıtında da ağaçlar, yıldızlar, kuşlar, hava koşulları; diğer bir deyişle, doğanın her bir parçası, aşağıdaki örneklerde de görüleceği gibi, insanların sevinçlerini, kederlerini, her türlü deneyimlerini paylaşırlar. Toprak Ana’da Tolgonay’ın eşi, üç oğlu ve geliniyle sürdürdüğü mutlu yaşamı savaşın patlak vermesi ile altüst olur. Üç oğlu ve eşi savaşa giden Tolgonay önce eşinin ve büyük oğlu Kasım’ın ölüm haberlerini alır. Bir yandan acısını bastırıp gelini Aliman’a destek olan Tolgonay, diğer yandan da ekipbaşı olarak sorumluluklarını yerine getirir. Kitaptaki “Savaşın üçüncü ve dördüncü yılları bize hem büyük sevinçler hem büyük acılar getirdi” tümcesinden (Aytmatov, 1963/2017, s.78), Suvankul ve Kasım’ın ölümleri üzerinden birkaç yıl geçtiği çıkarımını yapabiliriz. Bahar geldiğinde Tolgonay, Suvankul’un kendi eliyle diktiği elma ağacının çiçeklendiğini fark eder ve bunu şöyle aktarır okurlarına: “O bahar, Suvankul’un kendi eliyle dikip yetiştirdiği elma ağacı öyle güzel, öyle çok çiçek açtı ki, sanırsınız yeni güç kaynaklarına başvurmuş, gençleşmiş, yeniden güçlenmiş o büyük elma ağacı” (Aytmatov, 1963/2017, s. 90). Tam bu sırada Tolgonay, oğlu Maysalbek’in savaşta öldüğü haberini alır. Oturduğu yerden köylü kadınların yardımıyla kalkabilen Tolgonay’ın başına elma ağacı çiçeklerini döker (Aytmatov, 1963/2017, s.93). Bu betimlemeden, elma ağacının, Suvankul’un ölümden bir süre sonra, ardında bıraktığı diğer yakınları gibi, toparlandığı ve güçlendiğini ancak Maysalbek’in ölüm haberine çok üzüldüğünü, bu nedenle çiçeklerini döktüğünü; yazarın elma ağacının çiçeklerini Tolgonay’ın başına döktüğünü belirterek, elma ağacının Tolgonay’ın acısını paylaştığını sezdirdiğini söyleyebiliriz. Bir başka örneğe ise romanın başlarında rastlarız. Tolgonay, gençliğinde, Suvankul’la ilk kez baş başa kaldığı tarladaki geceyi şöyle betimler: “Serin ve berrak suda, dağlardan esip gelen rüzgârın kokusu vardı… O aydınlık gecede, bizim gibi toprak da mutluydu. O da bizim gibi sessizliğin ve serinliğin tadını çıkarıyordu. Tatlı bir huzur yayılıyordu bozkırdan. Arkta su şırıl şırıl akmaya devam ediyor, iyice açılmış yoncaların özsuyundan sarhoş oluyorduk” (Aytmatov, 1963/2017, s.13). Tolgonay ve Suvankul hem ekinleri biçmenin, işlerini tamamlamış olmanın hem de aşklarının mutluluğunu yaşarken, toprak da ekilmiş olmanın, hasadın mutluluğunu yaşar. Ekilmenin, ürün verebilmenin toprak için ne denli önemli olduğu, Toprak Ana’nın ağzından şöyle anlatılır romanda: “Yaz boyunca o çıplak tarla beni deşilmiş bir yara gibi yaktı, uzun zaman acılarım dinmedi. Tarlaları ekinsiz bırakmak, benim kanımı boşaltmak demektir Tolgonay” (Aytmatov, 1963/2017, s.89). Toprak Ana’nın bu sözleri, o gece toprağın hasat edilmenin mutluluğunu yaşadığı yönündeki görüşümüzü destekler. Toprağın o gece mutlu olmasının bir başka nedeni de Tolgonay ve Suvankul’un aşkları ve evlenme kararları olabilir. Evlilik, yeni çocukların doğması umudu demektir ve doğan her çocuk toprağın da çocuğudur aynı zamanda. Toprak Ana, Tolgonay’ın savaşta ölen öğretmen oğlu Maysalbek’in “toprağı”, “vatanı” olmakla övünür (Aytmatov, 1963/2017, s.93). Tolgonay ise biraz büyüyünce tarlada çalışmaya başlayan Aliman’ın oğluyla “yeni bir ekinci, yeni bir çiftçi gelmişti” (Aytmatov, 1963/2017, s. 133) diyerek gurur duyar, mutlu olur. Çünkü hasatta çiftçilere yardım etmeye başlayan Aliman’ın oğlu Canbolat, büyüyünce bir ekinci olacak, böylece doğadaki canlı, cansız tüm varlıklardan oluşan büyük zincirin bir halkası olacaktır.
Doğadaki canlı cansız tüm varlıkların büyük bir zincirin halkaları olduğu düşüncemizi, Tolgonay’ın, Aliman’ın gelin geldiği ilk yazın bereketini anlatışı da destekler: o yıl baharda çok yağmur yağar; yağan yağmur, dağlardaki karları da eritir, sel oluşur, çayın suyu yükselir. Ancak sel ekinlere zarar vermez; tam tersine yağmurdan sonra açıp iyice ısınan hava başakların dolgun, ürünün bereketli olmasına neden olur (Aytmatov, 1963/2017, s.22). “Hasadın ilk günü her yıl bir bayram gibi geçer” (Aytmatov, 1963/2017, s. 23). Yağmur, toprak, toprağa ekilmiş olan tohum, toprağın verdiği ürün ve bu ürünü hasat eden insanların büyük bir zincirin halkalarını oluşturduğunu düşünmekteyiz. Aralarında bir hiyerarşinin olmadığı, her bir halkanın aynı derecede eşit ve önemli olduğu bir zincir. İnsanlarsa bu zincirin bir halkasıdır, tıpkı toprak, su, ürün gibi önemli bir halka. Tolgonay’ın şu sözleri de onun çevreyle insan arasındaki iç içe geçmiş ilişkinin farkında olduğunu gösterir: “Gerçek mutluluk, yavaş yavaş, azar azar gelir ve bu bizim hayata bakış açımızla, çevremizle, çevremizdekilere karşı davranışımızla doğrudan doğruya ilgili ve orantılıdır. Mutluluk, birbirini tamamlayan ufak tefek şeylerin birikmesinden doğuyor” (Aytmatov, 1963/2017, s.22). Tolgonay’ın sözünü ettiği çevre yalnızca insanlardan oluşan bir çevre değildir. Aytmatov, Tolgonay’ın bu sözlerinin hemen ardından, yukarıda sözünü ettiğimiz Aliman’ın gelin geldiği ilk yazın bereketini anlatan paragrafları yazarak, okurlarına, insanın doğadaki zincirin yalnızca bir halkası olduğunu; mutluluğunun zincirin diğer halkalarıyla olan ilişkisine bağlı olduğunu sezdirmek istemiş olabilir.
Batı kültüründe, kökeni antik çağlara kadar giden, dünyadaki canlı ve cansız bütün varlıklar arasında hiyerarşik bir ilişki olduğu düşüncesi vardır. Bu düşünce, Aristoteles tarafından “hiç mükemmel olmayandan en mükemmele doğru giden” basamaklar olarak tasarımlanmış ve ‘Doğanın Skalası’ (Scale of Nature) olarak adlandırılmıştır (Strickberger, 2000, s.6)[5 - Bu çalışmada kullanılan İngilizce yayınların çevirisi çalışmanın yazarına aittir.]. “ … bu kavram Avrupa düşünce tarihinde uzun süre varlığını sürdürmüş, Doğanın Merdiveni (Ladder of Nature) ve Büyük Varlık Zinciri (Great Chain of Being) düşünceleriyle birleşmiştir” (Strickberger, 2000, s.6). Adı ‘Zincir’ olmasına rağmen, Büyük Varlık Zinciri, Aytmatov’un yukarıda tartıştığımız yapıtlarında olduğu gibi yatay, her parçanın birbiriyle eşit ve aynı derecede önemli olduğu bir zincir değildir. Tam tersine Büyük Varlık Zinciri, üst basamakta olanın alt basamakta olandan daha mükemmel, bu nedenle daha önemli olduğu bir merdiven olarak tasarımlanmıştır. Bir başka deyişle, Büyük Varlık Zinciri hiyerarşiktir. Ortaçağda bu yapının en üst basamağında Tanrı’nın olduğu, insanın yerinin ise meleklerin biraz altında ancak doğadaki diğer varlıkların üstünde olduğu kabul edilmiştir. Bu yapı Rönesans’ta, insanın doğadaki diğer varlıklardan “üstünlüğünün simgesine dönüşmüştür” (Manes, 1996, s.20). Christopher Manes, “… zamanımızda, düzenin en üst basamağını türümüze bırakarak kutsalların bu zincirle bağının çözülmüş olabileceğine” işaret ederek, “Homo sapiens’i, “daha düşük yaşam biçimleri” doğal sıralamasının tepesine yerleştiren modern görüşün doğrudan doğruya doğanın merdiveni (scala naturae)’ninden kaynaklandığını” (Manes, 1996, s.21) belirtir. Günümüzde de insanların doğadaki diğer varlıklara karşı tutum ve davranışları üzerinde etkisini sürdüren, insanın en üst basamağa yerleştirildiği bu hiyerarşik yapının en alt basamağında en değersiz olduklarına inanılan toprak, taş gibi cansız varlıklar yer alır. Ekofeminist ilkelerden biri de dünyada böyle bir hiyerarşik düzen olmadığı inancıdır. Ynestra King bu inancı şöyle anlatır: “Dünya üzerindeki yaşam, hiyerarşi değil, birbirine bağlı (interconnected) bir ağdır. Doğal hiyerarşi yoktur; insan yapısı olan hiyerarşi doğaya da yansıtılır ve sonra sosyal egemenliği (social domination) gerekçelendirmek için kullanılır. Bu nedenle, ekofeminist kuram, insan-olmayan (nonhuman) doğanın egemenlik altına alınması dâhil, egemenliğin bütün biçimlerinin arasındaki bağlantıyı göstermeyi amaçlar ve kesinlikle hiyerarşiye karşıdır” (1995, s.151). Aytmatov, özellikle Toprak Ana’da, bir yandan Tolgonay’ın yaşamını anlatırken, diğer yandan da doğadaki herhangi bir varlığın diğerinden daha üstün olmadığını, insanın bunun ayırdına vardığında huzurlu ve mutlu bir yaşam sürebileceğini gösterir.
Aytmatov, Toprak Ana’da insan-doğa ilişkisine ayrıntılı olarak yer verir. Bu ilişkide insan, doğa üzerinde üstünlük kurmaya çalışmaz; tam tersine doğadaki canlı-cansız her varlığın kendisiyle eşit olduğunun, eşit derecede önemli olduğunun farkındadır; örneğin Tolgonay sık sık Toprak Ana’yla dertleşir; Toprak Ana da onu dinler, yardımcı olmaya çalışır. İnsan-doğa uyumlu birlikteliğinin en güzel sonucu ekmektir. Bu nedenle “hasadın ilk gününde ilk üründen elde edilen” (Aytmatov, 1963/ 2017, s.26) ekmeğin güzelliği romanın hem başlarında hem de sonlarına doğru vurgulanır. Tolgonay bu ekmeğe verdiği değeri şöyle anlatır: “Hayatımda pek çok yıl, hasadın ilk gününde ilk üründen yapılan ekmeği yedim. Her defasında ilk lokmayı ağzıma götürürken bir ibadeti, kutsal görevi yerine getirmiş gibi duygulanmışımdır… Bu kara ekmeğin hafif şekerli bir tadı, çok güzel bir kokusu vardı: Güneş kokusu, taze saman kokusu ve duman kokusu karışmıştır hamuruna” (Aytmatov, 1963/2017, s. 26-27). Ekmek; yağmur, güneş, toprak, buğday ve insan gibi dünyadaki canlı cansız varlıkların ortak katkısının sonucunda elde edilir. Ekmek doğadaki varlıkların oluşturduğu zincir var olduğu sürece vardır.
Toprak Ana’da bu uyumu ve huzuru bozan savaştır. Savaş kendini üstün görenin, kendinden daha zayıf gördüğünü egemenliği altına alma, baskı kurma çabasıdır. Eko-feminizm savaşa ve silahlanmaya karşıdır (Kirk, 1997, s. 2-7). Romanda savaşın neden olduğu tüm acılar ayrıntılı bir biçimde işlenir; savaş, halkalarını insanın ve diğer canlı-cansız varlıkların oluşturduğu büyük zincirin kırılmasına neden olur; ekinler kaldırılamaz, yeni ekin ekilemez. Toprak Ana savaşa karşı oluşunu şöyle dile getirir: “Savaş süresince nice nice tarlalar ekinsiz kaldı! Benim en büyük düşmanım savaş başlatandır” (Aytmatov, 1963/ 2017, s.89). Romanda savaşı başlatanla toprağını, vatanını korumak için savaşa katılan birbirinden ayrılır. Vatan toprağı her ne pahasına olursa olsun savunulur.
Doğayla olan ilişkilerinde, canlı ve cansız varlıklar üzerinde üstünlük kurmaya çalışmayan Cemile ve Toprak Ana’daki kişiler, aynı özeni birbirleriyle olan ilişkilerinde de gösterirler; örneğin, aileler çocuklarının kiminle evleneceğine karışmazlar, baskı yapmazlar. Cemile’de anlatıcı Seyit, ağabeyi Sadık ile yengesi Cemile’nin nasıl evlendiklerini şöyle anlatır: “Söylentiye göre, bir ilkbahar günü at yarışında Sadık, Cemile’yi geçememiş, bu ona pek ağır gelmiş ve bu yüzden Cemile’yi kaçırmış. Ama onların sevişerek evlendiklerini söyleyenler de vardı” (Aytmatov, 1958/2011, s. 13-14). Bu alıntı Cemile ve Sadık’ın nasıl evlendiklerini kimsenin, hatta kardeşinin bile, tam olarak bilmediğini gösterir. Anlatıcı Seyit, Cemile ile aralarındaki yaş farkının büyük olmadığını (Aytmatov, 1958/ 2011, s. 9) söyler. Buradan da Seyit’in Sadık ile Cemile’nin nasıl evlendiklerini bilmemesinin nedeninin, yaşının küçük olması olmadığı sonucuna varabiliriz. Bu sonuçtan yola çıkarak, Sadık’ın kimseye haber vermeden Cemile ile evlendiği çıkarımını yapabiliriz. Bu durum yalnızca Cemile ve Sadık’ın evliliğine özgü değildir; benzer bir durumu Toprak Ana adlı romanda da görürüz. Tolgonay, oğlu Kasım’ın Aliman ile evliliğini şöyle anlatır bizlere: “Nasıl tanıştıklarını, bu evliliğe nasıl karar verdiklerini hiç sormadım. Herhalde Kasım’ın yaz boyu Zareçye köyünde biçerdöver sürücüsü olarak çalıştığı günlerde karşılaşmış, birbirlerini sevmişlerdi” (Aytmatov, 1963/2017, s. 21). Bu örneklerden yola çıkarak, anne-babaların kendilerini hiyerarşik olarak çocuklarından daha üst bir konuma yerleştirmediklerini; çocuklarını kendilerine ait birer eşya olarak görmediklerini; tam tersine onların birer birey olduğunu kabul ettiklerini ve onların kararlarına saygı duyduklarını söyleyebiliriz.
Anne-babaların çocuklarının kararlarına karışmamaları, yaşlıların görüşlerinin değersiz olduğu, yaşlılara saygı gösterilmediği anlamına gelmez. Tam tersine hem Kırgız toplumunda hem de Aytmatov’un romanlarında yaşlılara ve görüşlerine değer verilir. Toprak Ana’da ekipbaşı olan Suvankul askere çağrıldığında, ekipbaşılık görevi, o sıralarda artık yaşlı bir kadın olan Tolgonay’a verilir. Başkarma Usanbay, ona “Tolgonay teyze” (Aytmatov,1963/2017, s.51) diye hitap eder. Ekipbaşılık görevi verilmek üzere Tolgonay kolhoz idare merkezine çağrıldığında, köyün birkaç yaşlısı da oradadır ve Tolgonay’a öğütler verirler. Tolgonay’ın, “Hem onları nasıl reddedebilirdim ki?” (Aytmatov, 1963/2017, s.51) sözünden, Tolgonay’ın ekipbaşılığı kabul etmesinde yaşlıların öğütlerinin de etkili olduğu çıkarımını yapabiliriz. Yaşlı bir kadın olan Tolgonay’a ekipbaşılık görevinin verilmesi, bu görev verilirken köyün yaşlılarının da idare merkezinde bulunmaları ve Tolgonay’a öğütler vermeleri yaşlıların değersizleştirilmediğini, tam tersine deneyimleriyle topluma yol gösterebilen bireyler olarak ne denli saygı gördüklerini gözler önüne serer. Bu durum, toplumu, hatta dünyayı, birinin diğerinden daha üstün olarak kabul edildiği ikili karşıtlıklar olarak algılayan Batı düşünce sisteminin (Plumwood, 1986, s. 121) yaşı da, gençliğin yaşlılıktan daha değerli olduğu hiyerarşik bir yapı olarak (Woodward, 1991, s. 6) kabul etmesiyle çelişirken, bu düşünce sistemini her türlü baskının, sömürünün, ayrımcılığın ve değersizleştirmenin kaynağı olarak gören ekofeminizm için, arzulanan bir ekofeminist toplumsal düzen örneğini oluşturur.
Bu noktada, Toprak Ana’da yaşlanan kadının konumu üzerinde biraz durmak istiyoruz. J. Dianne Garner, Batı’da, yaşlanan kadının toplumda ne ölçüde değersizleştirildiğini şöyle anlatır:
Batı toplumlarında yaşlanmak değerini yitirmektir. Yaşlandıkça hem kadın hem de erkek değerini yitirmesine rağmen, arada belirgin bir fark vardır. Birçok Batı toplumunda kadının değeri, gençliği güzellikle, gençlik güzelliğinin değerleriyle, erkekleri cezbetme gücüyle açıkça eş tutan toplumsal olarak tanımlanmış fiziksel çekicilikle ilişkilendirilir. Bu nedenle kadınlar yalnızca yaşlandıkları için toplumsal değerlerini yitirirler. Erkeklerse daha çok yaptıklarıyla değerlendirilirler ve ödüllendirilirler Erkekler başarılı oldukları sürece, tek başına yaş toplumsal konumlarını çok az etkiler (1999, s.4).
Batı toplumlarında yaşlandıkça fiziksel güzelliğini ve çekiciliğini kaybeden kadının değerden düşmesini, erkeğinse toplumsal işlevlerini başarıyla sürdürdüğü sürece değerini korumasını, Batı düşüncesinde var olan akıl/beden ikili karşıtlığıyla (dichotomy) açıklayabiliriz. Batı düşüncesinde zihin gücü, akıl ve zekâ erkek ile özdeşleştirilirken; fiziksellik, beden kadınsı özellik olarak (Plumwood, 1986, s. 131) kabul edilir. Toprak Ana’da Tolgonay’ın yaşlandığında değerini kaybetmemesi, tam tersine ona liderlik görevinin verilmesi, Aytmatov’un kadın algısı ile ilgilidir. Böyle sahneler çizerek, yazar kadının yalnızca fiziksel özellikleri nedeniyle değerli olmadığını, yalnızca cinsel bir nesne olarak görülemeyeceğini, zekânın, aklın yalnızca erkeğe ait özellikler olmadığını, yaşlanan kadının aklı ve deneyimleriyle topluma önderlik edebileceğini göstermiştir. Bu çalışmada incelediğimiz yapıtlardaki kadınların özellikleri ile ilgili aşağıda yapacağımız tartışmaların Aytmatov’un kadınlarla ilgili düşüncelerini daha belirgin hale getireceğini düşünmekteyiz.
Her iki yapıtta da erkekler kadınlardan daha üstün olarak gösterilmezler. Suvankul ve Tolgonay evlenmeye karar verdikleri gece Suvankul, Tolgonay’a “Artık her zaman, her şeyde, aynı ve tek kişiymiş gibi eşit ve beraber olacağı[z]” der (Aytmatov, 1963/2017, s.15). Bir evlilikteki eşit ilişkinin bundan daha güzel anlatılamayacağını düşünmekteyiz.. Kadınla erkek arasındaki eşitlik yalnızca ev yaşamında değil, çalışırken de görülür: birlikte hasat kaldırırlar, birlikte eğlenirler ve birbirlerine şakalar yaparlar.
Aytmatov hem Cemile’de hem de Toprak Ana’da güçlü kadınlar sunar okurlarına. Cemile’de anlatıcı Seyit, annesini “Aile ocağının bekçisiydi o…. Evde her şeyi annem idare ederdi” diye anlatır (Aytmatov, 1958/ 2011, s.10). Köylüleri onu ailenin gerçek reisi olarak kabul ederler (Aytmatov, 1958/ 2011, s.10). Seyit’in annesi- büyük ana-doğru bildiğini savunmaktan çekinmeyen ve düşüncelerini değiştirmesi için kolay ikna edilemeyen bir kadındır. Onbaşı Orozmat, onu Cemile’nin at arabasıyla tahıl çuvallarını istasyona taşımasına ikna etmek için oldukça uğraşmak zorunda kalır. Seyit annesinin “hükmeden, hükmetmesini bilen bir kadın” (Aytmatov, 1958/ 2011, s.14) olduğunu söylemesine rağmen, asla Cemile’ye baskı yapmaz, Cemile’nin sözünü sakınmadan söylemesinden rahatsız olan komşularına karşı daima onu korur. Cemile de haksızlığa tahammül edemeyen, haksızlık karşısında “kaplan” (Aytmatov, 1958/ 2011, s.14) kesilen bir kadındır. Toplumsal cinsiyet kalıp yargılarıyla ilgili Batı’da yapılan çalışmalar, hükmetmenin, doğru bildiğini çekinmeden söylemenin, haksızlıklara karşı çıkmanın, baskın karaktere sahip olmanın erkeksi özellikler olarak kabul edildiğini göstermiştir (Lueptow, Garovich ve Lueptow, 1995, s.519; Bem, 1974, s. 156; Broverman, Broverman, Clarkson, Rosenkrantz, Vogel, 1970, s.3).
Toprak Ana’da da yine çok güçlü bir kadın çıkar karşımıza: Tolgonay. Tolgonay da “baybişen”dir, “evin reisi”dir (Aytmatov, 1963/2017, s.50). Daha önce de söz ettiğimiz gibi, ekipbaşı olan kocasının savaşa gitmesi üzerine, onun yerine ekipbaşı olur. Tolgonay ekipbaşı olmayı istemez ama başkarma Usanbay, kocası Suvankul ve köyün yaşlıları onu ikna ederler çünkü topraklarını, sularını, köylülerini en iyi o bilir, en iyi o tanır (Aytmatov, 1963/2017, s.51). Ekipbaşı olmak köyün lideri olmak demektir; hem ekinlerden sorumlu olan, hem de köydeki herkesi koruyup gözetmesi gereken bir lider. Yapılacak çok iş vardır ancak köyde hasta ya da yaşlıların dışındaki tüm erkekler savaşa gitmiştir. Bir lider olarak çoğu zaman tatlı dille, bazen de otoriter davranmak zorunda kalarak kadınları, genç kızları ve çocukları daha çok çalışmaya ikna eder. Kaldırılan ürünlerin hepsi orduya gönderildiği için köyde açlık başlar. Tolgonay son derece akıllı, sorunlar karşısında pes etmeyen, tam tersine çareler düşünen bir kadındır. Açlığa çare olarak, anıza bırakılan küçük bir tarlayı ekip ürünü açlık çeken ailelere dağıtmayı planlar. Ancak bu Stalin’in kolhozlar için koyduğu kurala aykırıdır. Tolgonay “Canı cehenneme o kuralın!” (Aytmatov, 1963/2017, s.82) diyecek kadar cesur, doğru bildiğini savunan bir kadındır. Planını uygularsa sürgüne gönderilebileceğini bilmesine rağmen, bütün sorumluluğu üzerine alarak bölge merkezini ikna eder (Aytmatov, 1963/2017, s.82-3). Tolgonay gözüpek bir kadındır. Hem kolhozun saban çekecek üç atı çalındığında, hem de açlığı önlemek için ekecekleri tarlada kullanılmak üzere zorluklarla topladığı tohumluk buğdaylar çalındığında, gecenin karanlığında atının sırtına atlayıp hırsızların peşine düşmekten çekinmez. Tüm bunları yaparken kocasını ve oğullarını savaşta kaybeder ancak büyük acısını içine gömerek çalışmaya devam eder. Kadınsılık ve erkeksilik özellikleriyle ilgili özellikle Batı’da yapılan araştırmalar, liderliğin, otoriterliğin, aklın, cesaretin, sorumluluk almanın, doğru bildiklerini savunabilmenin ve gözü pekliğin erkeklerde var olan (Lueptow, Garovich ve Lueptow,1995, s. 519; Bem, 1974, s. 156; Broverman, Broverman, Clarkson, Rosenkrantz ve Vogel, 1970, s.3) özellikler olarak kabul edildiğini, kadınlarınsa uysal ve duygusal olarak (Basow,1992, s.4) tanımlandığını ortaya koymuştur. Bu kabullerse kadınların erkeklerin egemenliği altında yaşamasının gerekçesi olarak kullanılmıştır. Aytmatov bu yapıtlarında akıl, cesaret, liderlik gibi özelliklerin yalnızca erkeklere değil, tüm insanlara ait olduğunu; bu özelliklere erkekler kadar, kadınların da sahip olduğuna dikkat çekmiştir. Dahası, Cemile’nin ilk kez 1958, Toprak Ana’nın ise 1963 yılında yayımlandığı; yukarıda Batı’nın kadınsılık ve erkeksilik kalıp yargıları ile ilgili gönderme yapılan çalışmalardan ikisinin 1970’lerde yapıldığı; 1995’de yürütülen ve Batı toplumlarında cinsiyet kalıp yargılarının durağanlığına vurgu yapılan (Lueptow, Garovich ve Lueptow, s. 515) çalışmada ise, “otoriterlik, atletik yapıya sahip olmak, saldırganlık, hükmetmek, rekabetçilik, gözü peklik, özgüven, kararlılık” sıfatlarının hala “erkeksiliği temsil ettiği”nin (Lueptow, Garovich ve Lueptow,1995, s. 519) ortaya koyulduğu göz önüne alındığında, Aytmatov’un Cemile ve Toprak Ana’da okurlarına sunduğu kadın karakterlerin özelliklerinin Batı toplumlarının cinsiyet kalıp yargılarının ne denli ilerisinde olduğu ortaya çıkar. Bunun nedenin ise, bir düşün adamı olarak Aytmatov’un kadın-erkek eşitliğine olan inancı olduğunu söyleyebiliriz.
Nitekim, Toprak Ana’da, Cenşenkul adlı bir erkek karakterin varlığı da bu görüşlerimizi doğrular niteliktedir. Yazar bir yandan Tolgonay’ın toprağı için, insanlar için canla başla çalıştığını gözler önüne sererken, diğer yandan da asker kaçağı Cenşenkul’un toprağı sürecek atları, ekilecek tohumları çaldığını göstererek, kadın ve erkek değil, çeşit çeşit insan olduğunu ortaya koyar. Tıpkı bize Tolgonay’ın ağzından seslendiği gibi: “Halk bir denizdir, derin yeri de vardır, sığ yeri de…” (Aytmatov, 1963/2017, s.42). Böylelikle Aytmatov’un insanları kadın ve erkek olarak ikiye ayırmanın yanlışlığını işaret ettiğini; okurlarına karşılarındaki kişilerin gerçek kişiliklerini görmelerini engelleyen kalıp yargılarından sıyrılarak, herkesin kendine özgü özellikleri olan bir birey olduğunu kabul etmelerini anıştırdığını söyleyebiliriz.
Yazarın her iki yapıtında da kadına değer vermeyen erkekler vardır: Cemile’de Cemile’nin kocası Sadık ve aynı köyden Osman, Toprak Ana’da çoban. Cemile askerdeki kocasından mektup bekler ancak Sadık yalnızca mektubun sonunda selam söyler Cemile’ye. Cemile bu duruma üzülse de sesini çıkarmaz. Köye dönmesine kısa bir süre kala, kendisiyle aynı hastanede kalan köylüsü Kerim’in isteği üzerine Cemile’ye mektup yazar. Ancak artık çok geçtir çünkü Cemile Danyar’a âşıktır ve onunla kaçar. Anlatıcı, bir gün Sadık’ın sarhoşken söylediği şu sözleri işitir: “Gitmekle iyi etti, nasıl olsa bir yerlerde geberip kalacak! Biz sağ iken karı mı bulunmaz! Altın saçlı bir kadın bile en aşağı bir erkekten daha aşağıdır” (Aytmatov, 1958/2011, s.64). Anlatıcı, Sadık’ın bu sözlerine rağmen Cemile’nin kaçışına çok üzüldüğünü söyler (Aytmatov, 1958/2011, s.64). Aytmatov, kadını aşağılayan bir adamı, kaybetmeye, üzüntü çekmeye mahkûm eder. Sadık’ın yokluğunda Cemile’ye sarkıntılık etmeye çalışan ve Cemile’nin sert tepkisiyle karşılaşan Osman, Cemile kaçtığında Sadık’ı kışkırtmaya çalışır. Osman’ın ne kadar değersiz bir adam olduğu anlatıcının aracılığıyla şöyle iletilir okura: “Ot yığını arasında Cemile’nin seni nasıl terslediğini unutmuş olamazsın, adi herif! Sen mi namus taslıyorsun!” (Aytmatov, 1958/2011, s.65). Toprak Ana’da, Tolgonay Kasım’ın ölümünden bir süre sonra, Aliman’ın uygun biriyle evlenip yeni bir yuva kurmasını ister. Bu nedenle Tolgonay Aliman’ın bir çobanla görüştüğünü fark ettiğinde sesini çıkarmaz. Ancak çoban için Aliman yalnızca bir cinsel nesnedir. Aliman’ın bir gece perişan halde eve gelişinden çobanın Aliman’a tecavüz ettiği izlemini ediniriz. Aliman’ın hamile olduğu anlaşılınca komşu Ayşe, çoban ile konuşur “Namus, şeref yok mu sende?” (Aytmatov, 1963/2017, s.121) diye sorar. Yazar romanda böyle bir cümleye yer vererek, namusun ve şerefin yalnızca kadında aranılan özellikler olmadığını; namusun yalnızca cinsellikle ilişkilendirilemeyeceğini, insanların yaptıklarını ve bunlardan ortaya çıkan sonuçların sorumluluklarını kabul edip, üzerlerine düşen sorumlulukları yerlerine getirmelerinin de namus kavramının içerdikleri arasında olduğunu anıştırır okurlarına. Ama çoban her şeyi inkâr eder, Ayşe’ye göre çobanın “ne vicdanı var[dır] ne imanı” (Aytmatov, 1963/2017, s.121). Burada, çoban da Ayşe aracılığıyla değersizleştirir. Böylelikle, Aytmatov, kadınların değil, kadınları değersizleştiren, onları cinsel nesne olarak gören erkeklerin değersiz olduğu iletisini verir okurlarına.
Aytmatov bu yapıtlarında okurlarına savaşın neden olduğu yıkımların yanı sıra, kadınların da erkekler kadar liderlik özelliklerine sahip, kararlı, özgüvenli, güçlü ve akıllı olduklarını; insanların doğadaki diğer varlıklar olmadan yaşamlarını sürdüremeyeceklerini; bu nedenle canlı-cansız bütün varlıkların eşit derecede değerli ve önemli olduklarını; mutlu ve huzurlu bir yaşamın kadını ve doğayı değersizleştirmeden, hiyerarşik yapılar oluşturarak insanları baskı altına almadan kurulabileceğini gösterir. Böylelikle yazar, bu yapıtlarında ideal bir ekofeminist toplum örneği sunar. Bu da Aytmatov’un yalnızca güçlü bir yazar değil, aynı zamanda çok önemli bir düşünce adamı olduğunu ortaya koyar.

Kaynakça
Aytmatov, C. (2011). Cemile. (Çevirmen Adı Yok ) (13. Baskı). Ankara: Elips Kitap. (Özgün eser ilk kez 1958 yılında yayımlanmıştır).
___________ (2017) Toprak Ana. Refik Özden (Çev.). İstanbul: Ötüken. (Özgün eser ilk kez 1963 yılında yayımlanmıştır).
Basow, S. A. (1992). Gender Stereotypes and Roles (3. Edition). California: Brooks/Cole.
Bem, S. (1974). The measurement of psychological androgyny. Journal of Consulting and Clinical Pscyhology, 42 (2), 155-162. Doi: dx.doi.org/10.1037/h0036215.
Broverman, I.K., Broverman, D.M., Clarkson, F.E, Rosenkrantz, P.S, Vogel, S.R. (1970). Sex-Role stereotypes and clinical judgments of mental health. Journal of Consulting and Clinical Psychology, 34 (1), 1-7. Doi:10.1037/h0028797.
Garner, J. D. (1999). Feminism and feminist gerontology. Journal of Women and Aging. 11 (2-3), 3-12. Doi: 10.1300/ J074v11n02_02.
King, Y. (1995). The ecology of feminism and the feminism of ecology. Mary Heather MacKinnon, Mino McIntyre (Ed), Readings in Ecology and Feminist Theology içinde (s.150-159). Kansas City: Sheed and Ward. https://books.google.com/books.
Kirk, G. (1997). Ecofeminism and environmental justice: bridges across gender, race, and class, Frontiers: A Journal of Women Studies. 18(2), 2-20. Erişim adresi: http://www.jstor.org/stable/3346962.
Lueptow, L.B, Garovich L., Lueptow, M.B.(1995). The persistence of gender stereotypes in the face of changing sex roles: evidence contrary to sociocultural model. Ethology and Sociobiology, 16, 509-530. Doi:10.1016/0162-3095(95)00072-0
Mack-Canty, C. (2004). Third-Wave feminism and the need to reweave the nature/culture duality, NWSA Journal, 16(3), 154-179. Erişim adresi:http://www.jstor.org/stable/4317085
Manes, C. (1996). Nature and silence. Cheryll. Glotfelty, Harold Fromm (Ed.), The Ecocriticism Reader: Landmarks in Literary Ecology içinde (s: 15-29). Athens: University of Georgia Press.
Plumwood, V. (1986). Ecofeminism: an overview and discussion of positions and arguments. Australasian Journal of Philosophy, 64 (1), 120-138. Doi: 10.1080/00048402.1986.9755430.
Strickberger, M. W. (2000). Evolution. Third Edition, London: Jones and Bartlett. https://books.google.com/books
Woodward, K. (1991). Aging and its Discontents: Freud and Other Fictions. Bloomington: Indiana University Press. https:// books.google.com/books

Cengiz Aytmatov Edebiyatı ve Kırgız Sineması
Yusuf Yurdigül[6 - Prof. Dr., Atatürk Üniversitesi/Kırgızistan-Türkiye Manas Üniversitesi İletişim Fakültesi, Radyo Televizyon Sinema Bölümü.]

Özet: Türk dünyasının büyük yazarı olarak bilinen Cengiz Aytmatov, aynı zamanda sinema alanında da önemli işler yapmıştır. Sovyet sinemasında “Kırgız Keremeti” olarak adlandırılan sinema mucizesinin ortaya çıkmasında etkisi büyüktür. Hem film yapım süreçlerinde hem de sinemaya içerik sağlanmasında önemli bir isimdir. Eserlerinden kırka yakın film ve televizyon yapımı uyarlanmıştır. Bunlar içerisinden pek çoğu Kırgızistan’ın dışında uluslararası yapımlardır. Türkiye, Almanya, Özbekistan, Kazakistan ve Tacikistan gibi birçok ülkede eserlerinden uyarlama filmler yapılmıştır. Cengiz Aytmatov’un sinema ile olan ilişkisi hem film yapım sürecinde hem de filmlere içerik sağlama noktasında değerlendirilmektedir. Çalışmada eserlerinden yapılan uyarlama filmlerin içerikleri ve Aytmatov’un bizzat sinemaya olan katkısı ortaya konulmaktadır.
Anahtar Kelimeler: Cengiz Aytmatov, Sinema, Edebiyat
Abstract: Cengiz Aytmatov, known as the great writer of the Turkish world, has also made important work about cinema. His influence is great in the emergence of the miracle of cinema called “Kirghiz Keremeti” In Soviet cinema. He is an important figure both in filmmaking processes and in providing content to cinema. Nearly forty of his works have been adapted into film and television production. Many of these are international productions outside Kyrgyzstan. Adaptations of his works have been made in many countries including Turkey, Germany, Uzbekistan, Kazakhstan and Tajikistan. Cengiz Aytmatov’s interest in cinema is evaluated both in the film production process and in the point of providing content to films. In this study, the contents of the adapted films made from his works and Aytmatov’s contribution to cinema are revealed.
Key words: Chingiz Aitmatov, Cinema, Literature

Giriş
Görüntü ve sesin birtakım teknik ve içeriksel anlatım yöntemleriyle muazzam birleşimini ifade eden sinematografi tarihi süreç içerisinde edebiyatla iç içe olmuştur. İki sanat dalı da görüntü ve sese dayalı oldukça geniş bir anlam sisteminin bağdaşık parçalarını oluşturarak benzerlikleriyle birbirlerini beslemektedir.
Jules Verne romanından esin “Aya Yolculuk” (George Melies, 1902) filminden bu yana sinema tarihine bakıldığında pek çok başarılı uyarlamanın gerçekleştiğini görmekteyiz. Cengiz Aytmatov romanları da edebiyat ve sinema ilişkisinden ortaya çıkan önemli eserlere kaynaklık eden yapıtlardır. Eserleri onun üzerinde sinema filmi ya da televizyon serisine uyarlanan Aytmatov, edebiyat alanında olduğu gibi Kırgız Sineması için de önem arz etmektedir. Aytmatov eserlerinin sinema filmlerinin önüne geçtiği, edebiyat uyarlamalarında yaşanan sıkıntılar, yönetmenin yazarın gölgesinde kalarak bağımsız çalışamadığı ve edebiyat uyarlamalarının yeniden yapım olarak değerlendirilmesi gerektiği gibi tartışmalar ilgili literatürde oldukça geniş bir alanı kapsıyor olsa da, bu çalışmanın merkezinde Aytmatov eserlerinin sinematografik anlatısı yer almaktadır.
Sinematografi, edebiyat sinema ilişkisi, uyarlama, Aytmatov’un sinema uyarlamaları, sinematografi literatüründe Aytmatov ve Aytmatov sinema uyarlamalarına yönelik film çözümlemeleri konuları bağlamında bir kavramsal çerçeve belirleyen çalışmada literatür taraması yöntemi kullanılmaktadır.

Sinematografi
Sinematografi kavramı Latince kökenli Kino ve graphius’un birleşiminde oluşmaktadır. Harekete yazmak, harekete çizmek gibi (Brown, 2011:17 ). Photography ise kavramın arkaik kökeni. Yani ışığa yazmak. Sinematografi ışığa duyarlı maddeler üzerine hareketli görüntü kaydetmek ve yansıtmak işidir. Literatürde pek çok sinematografi yaklaşımı var. Bu yaklaşımların en meşhuru Andre Bazin’in yaklaşımı. Sinemayı modern çağın dini olarak gören yaklaşım. Bir diğeri ise Fisher’in sinemayı büyücülük olarak gördüğü yaklaşımdır (Bazin, 1966:78).
Sinematografi her şeyden önce yine Bazin’in ifade ettiği gibi bir anlatım ya da ifade aracıdır. Görüntü ve sesin pek çok yöntemle buluşması sonucu ortaya çıkan sanatsal anlatımdır. Kamera açıları, kamera hareketleri, geçiş türleri, çerçeveleme ışık, ses, renk ve senaryo gibi tekniklerden kurulu bir anlatım aracıdır.

Sinema Edebiyat İlişkisi
Tıpkı sinema gibi edebiyat da bir anlatım ya da ifade etme aracıdır. Edebiyat sinemadan çok daha eski ve sinemayı da etkileyen ve ilişki içerisinde olan bir anlatım aracıdır. Bu ilişki de akla gelen ilk kavram uyarlama olsa da o konuya geçmeden önce önemli olduğunu düşündüğüm birkaç başlıktan bahsetmekte fayda var.
Başta da belirtildiği üzere öncelikle edebiyat ve sinema bir anlatım ya da ifade aracıdır. Edebiyat yazıyla sinema ise daha çok görüntü ve sesle ifade etmeye yarar. Ancak burada önemli bir farktan bahsetmek gerekir. Anne ve Oğul, Güneş ve Faust filmlerinin Rus yönetmeni ve edebiyatçı Alexander Sukarov sinemaya giden yolun mutlaka edebiyattan geçtiğini söylemektedir. İkiside insanların heyecanlarını coşkularını harekete geçirir. Ancak önemli bir fark bulunmaktadır. Yazar belli bir noktaya geldiğinde uç noktayı koyar ve geriye kalanı okuyucunun hayal gücüne bırakır. Ancak sinematografer kamerayı alıp objektiften baktığında güneşin doğuşundan ve batışına kadar insanlara gösterir. Kafalarda oluşması gereken her şeyi sonuna kadar seyirciye bir bakıma empoze etmiş oluyor (Sukarov, 2008:247).
Sinema ve edebiyat ilişkisine baktığımızda karşımıza çıkan ikinci konu “tema ve konu” belirlenmesidir. Edebiyat sinemaya, tema ve içerik konusunda en başından bu zamana kadar malzeme vermiştir. Buna da literatürde en genel anlamıyla uyarlama denmektedir. İlgili literatürde film adaptation ya da screen adaptation olarak geçen kavram edebiyat içinde tiyatro için hazırlanan bir metni sinematografik anlatıma uygun hale getirme işi olarak bilinmektedir (Rentschler, 1981:311).
Sinemanın ilk yıllarından itibaren bu ilişkiden bahsetmek mümkündür. “A trip of the moon” (Ay’a yolculuk 1902 George Melies) filmi, Jules Verne’nin aynı romanından (1865) uyarlamadır. Dünya sinemasına damga vuran sinema akımlarına baktığımızda da bu ilişkiyi pek çok uyarlamayı görmekteyiz. Dışavurumcu Alman sinema akımını temsil eden pek çok film sinema uyarlamasıdır. Der Golem-Henrik Galeen, Gustav Meyrink’in aynı eserinden uyarlamadır. Yine meşhur Faust (1926), F. W. Murnau’nun filmi, Goethe’nin eseridir. Bu filmlerden Robert Wiene’in Das Kabinett des Doktor Caligari filmine bakıldığında Binbir Gece Masalları’ndan tutun da Çarlık Rusya’sının Korkunç İvanı’na, oradan da Karındeşen Jack’le sisli Londra sokaklarına bir yolculuk görülebilecektir.
Örnekleri çoğaltmak mümkündür. İtalyan yeni gerçekçi akımında da, Fransız yeni dalga akımında da Kara film örneklerinde de bu ilişki görülebilir. Hatta sinemanın ilk yıllarında olduğu gibi yakın zamanda da pek çok uyarlama filmi görmek mümkündür. Coen kardeşlerin yönettiği Oscar ödüllü “No Country for Old Man” (İhtiyarlara Yer Yok ) filmi Cormac McCarthy’nin eseridir. Ford Coppola, The God Father (Baba) serisi, Mario Puzo’nun yazdığı bir eserdir. Bunlara ilaveten Yüzüklerin Efendisi ve Zindan Adası gibi sinemada birçok başarılı uyarlama bulunmasına rağmen eserin gölgesinde kalmış sinematografik anlatım olarak başarılı sayılamayacak filmler de mevcuttur. Bunlardan birkaç tane sıralamak gerekirse akla hemen gelenleri şunlar olabilir.
Koku: Bir Katilin Hikayesi. Yönetmen: Tom Tykwer, eser: Patrick Süskind.
Uçurtma Avcısı. Yönetmen: Marc Forster, eser: Khaled Hosseini
The Cat in The Hat. Yönetmen: Dr.Seuss, eser: Bo Welch
Da Vinci Şifresi. Yönetmen: Ron Howard, eser: Dan Brown
Bu filmler uyarlama yapıldığı eserin gördüğü ilgiyle karşılaşmamış ya da eserin edebi anlatısının önüne geçememiştir. Örneğin Dr. Seuss’un eseri 11 milyon satarken filmin IMDb puanı ancak üçtür.
Sovyet Sinemasında da pek çok uyarlama eser görmek mümkündür. Tarkovsky’nin başyapıtı “Stalker” kült filmi, birebir olmasa da Ştrugatski kardeşlerin Uzayda Piknik adlı eserinden uyarlamadır. Tolstoy’un Kafkas Esiri adlı eser Sergey Bodrov tarafından filme çekilmiştir.
Aynı şekilde Türk sinemasına bakıldığında Türkiye’den de uyarlama eserler olduğu görülecektir.
Bir Millet Uyanıyor-1932, Muhsin Ertuğrul, Nazım Hikmet
Yılanların Öcü -1962, Metin Erksan, Fakir Bozkurt
Susuz Yaz -1963, Metin Erksan, Necati Cumalı
Hababam Sınıfı-1975, Ertem Eğilmez, Rıfat Ilgaz
Bütün bu filmlere bakıldığında edebiyat ve sinema ilişkisinden kaynaklanan uyarlamaları birkaç başlıkta toplamak mümkündür (Can ve Uğurlu, 2010: 77).

• Edebi eserin çok etkisinde kalmış filmler.
Film burada sinematografik anlatımın yerine edebi anlatıma sahiptir. Çok fazla diyalog bulunmaktadır.
• Edebi eserin temel yapısına bağlı kalarak olay örgüsünde ve karakter tasvirinde bir takım değişikliklere gitmek
• Yazarın senarist olarak bizzat yapımında yer aldığı filmler
Tema ve içeriğin yanında edebiyat ve sinema ilişkisinde karşımıza çıkan diğer konu senaryo konusudur. Edebiyat, hazırlanacak senaryoya temel metin noktasında da malzeme vermektedir. Kamera, oyuncu ve geçiş hareketlerini anlatan betimleme ve tasvir cümlelerinin yanı sıra oyunculara açılan diyaloglar noktasında da edebiyatın izini görmek mümkündür.
Sinema ve edebiyat ilişkisinde konuşulmaya değer bir diğer konu ekonomidir. Film yapımcılarının edebi eserlerden uyarlama yapmalarındaki önemli nedenlerden biri eserin ya da yazarın kamuoyunca mevcut olan ilgi potansiyelidir. Bu ilgi haliyle filmin gişe hasılatını da etkileyecektir.

Cengiz Aytmatov Uyarlamaları
Yazarlığın yanı sıra gazetecilik, devlet adamlığı, diplomat, politikacı ve senaristlik de yapan Aytmatov’un eserlerinden sinemaya uyarlanan pek çok roman ve hikaye bulunmaktadır. Bu eserler Kırgızistan dışında Türkiye, Türkmenistan, Kazakistan, Tacikistan, Almanya, Ermenistan ve Fransa başta olmak üzere farklı ülkelerde sinemaya uyarlanmıştır. Ancak bazı eserler Kazakistan-Kırgızistan ya da Kırgızistan- Almanya gibi ortak yapım olarak çekilmiştir. Yine birkaç eser de birden fazla yönetmen tarafından uyarlanmıştır. Örneğin bunlardan en meşhur olanı Cemile; 1969 yılında Rus yönetmen Irina Poplavskaya tarafından, 1994 yılında Alman yönetmen Monica Teuber tarafından ve 2008 yılında Fransız yönetmen Marie-Jaoul de Poncheville tarafından sinemaya uyarlanmıştır. Filmlerin birçoğu Kırgızistan’da çekilmiş olmasına rağmen daha çok Rus yönetmen uyarlaması bulunmaktadır. En çok uyarlama yapan isim ise Kırgızistan’ın önemli yönetmenlerinden biri olan Bolotbek Şamşiyev’dir. Aşkın Yankısı (1974), Beyaz Gemi (1975), Erken Gelen Turnalar (1980) ve Fujiyama (1988) gibi filmler Şamşiyev’in yönetmenliğini yaptığı Aytmatov uyarlamalarıdır.


Cemile (1969)


Elveda Gülsarı (1970)


Mankurt (1990)

Literatürde Kırgız edebiyatçısı olarak geçen Aytmatov Türk dünyasının önemli yazarlarındandır. Bağımsızlık öncesi ve sonrasında birçok eser üreten yazar genel olarak eserlerinde; Kırgız mitolojisine ait unsurlar, halk hikayeleri, savaşın yıkıcı etkisi, aşk, Sovyet kolhoz çalışmaları ve çevre sorunları gibi konuları ele almıştır. Kendisinin de ifade ettiği gibi eserlerinde insanı merkeze yerleştiren yazar geçmiş, şimdiki zaman ve geleceğin çizgisinde birey olarak bulunan insanın beşere dönüşmesi sürecinde varlık sebebinin altını çok kalın olarak çizmektedir (Arslan, 1998: 47). Ancak bu vurguda geçmiş dönem atfı çok daha yoğundur. Geçmiş, geleneksel değerleri olan sembolik ifadelerle daha güçlü vurgulanır. Bazı eserlerin sinema uyarlamasında da bu vurguyu görmek mümkündür. Filmlerde karakter analizi, ya da olay örgüsünün kurulmasında flashback yönteminin çok sık kullanılmasının ya da bir narratörün geçmişe atfen olayları anlatmasının sebebi de budur.
Aytmatov’un eserlerinden uyarlama filmleri ise şöyle sıralamak mümkündür.
Kırgızistan (İsmailov, 2001)
1. Geçit (1961) Kızıl Cooluk Calcalım (Al Yazmalım) adlı öyküden uyarlanan Kırgızfilm. Yönetmen: Alexey Saharov
2. Ateş (1963) Deve Gözü eserinden uyarlama.
Yönetmen: Larisa Şepitko
3. Ben Tiyenşan (1973) Kızıl Cooluk Calcalım (Al Yazmalım) adlı öyküden uyarlanan Mosfilm.
Yönetmen: Irina Poplavskaya
4. İlk Öğretmen (1965) Aynı adlı eserden uyarlama.
Yönetmen: A. Mikhalkov-Konçalovskiy
5. Toprak Ana (1967) Aynı adlı eserden uyarlama.
Yönetmen: Genadiy Bazarov 6. Cemile (1969) Aynı adlı eserden uyarlama.
Yönetmen: Irina Poplavskaya
7. Elveda Gülsarı (1970) Aynı adlı eserden uyarlanan Mosfilm.
Yönetmen: Ş. Urusevskiy
8. Aşkın Yankısı (1974), Kırgızfilm.
Yönetmen: Bolotbek Şamşiyev
9. Kızıl Elma (1975) Aynı adlı öyküden uyarlanan Kırgızfilm.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/anonimnyy-avtor/cengiz-aytmatov-90-yasinda-samsun-da-69499291/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Ses kaydını çözümleyen ve çeviren: Mehmet AYDIN, Prof. Dr., KTMÜ-OMÜ Öğretim Üyesi.

2
Kürküröö deresi Aytmatov’un Birinçi Mugalim (İlk Öğretmenim) adlı eserinde de geçmektedir. Hatta Aytmatov’un bu uzun hikâyesini Türkçeye çevirenler romandaki köyün adını Kürkürö ve Kurkuruğ şeklinde yorumlamışlardır.

3
1986 yılında Cengiz Aytmatov tarafından düzenlenen Işık Kol Forumu’na Türkiye’den Yaşar Kemal (2013) ile Ömer Zülfü Livaneli katılmıştır. Bu toplantıya dünyadan da birçok yazar, düşünce adamı ve sanatçı katılmıştır. Amerikalı yazarlar Arthur Miller, James Baldwin, Alvin Toffler; İngiliz yazar ve oyuncu Peter Ustinov; Fransız yazar Claude Simon, Habeşli ressam Afewerk Tekle; UNESCO temsilcisi Federico Mayor ve İtalyan bilim adamı Augusto Forti, Aytmatov’un 1986 yılında düzenlediği Issık Köl forumuna katılanlardan bazılarıdır.

4
Doç. Dr. OMÜ Eğitim Fakültesi Yabancı Diller Bölümü Öğretim Üyesi

5
Bu çalışmada kullanılan İngilizce yayınların çevirisi çalışmanın yazarına aittir.

6
Prof. Dr., Atatürk Üniversitesi/Kırgızistan-Türkiye Manas Üniversitesi İletişim Fakültesi, Radyo Televizyon Sinema Bölümü.
Cengiz Aytmatov 90 Yaşında Samsun′da Анонимный автор
Cengiz Aytmatov 90 Yaşında Samsun′da

Анонимный автор

Тип: электронная книга

Жанр: Историческая литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 16.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Cengiz Aytmatov 90 Yaşında Samsun′da, электронная книга автора Анонимный автор на турецком языке, в жанре историческая литература

  • Добавить отзыв