Elçine Armağan

Elçine Armağan
Anonim


Doğumunun 80. Yılında Elçin’e Armağan

Takdim

Edebiyat, tiyatro, resim ve sanatın diğer türleri meydana geldiği toplumun kültürel belleğinden önemli izler taşır. Özellikle yazılı edebiyatın beslendiği kaynaklar arasında halk kültürü önemli bir yer tutar. Bazı sanatçılar ise eserinin iz taşımasından öte yapıtını bu kültür birikiminin üzerine inşa eder. Elçin, Azerbaycan Türk edebiyatının önemli bir evresi olan 60 Nesri’nin mühim kalemlerindendir. Sovyet sisteminin dikte ettiği katı ve tekdüze edebiyatı yıkan ve millî değerlere bağlı, insanlığın temel meselelerini, bizzat insanın kendisini edebiyatın odağına alan bu kuşakta Elçin, sembol bir isimdir.
Elçin’in edebiyatında coğrafyasıyla, geleneğiyle ve insanıyla Azerbaycan Türklüğü vardır. O, kültür düzeyi yüksek biri olarak roman ve hikâyelerinde folklorik unsur olarak sözlü kültür, maddi kültür ve manevi kültür gibi kültürün farklı boyutlarına sıkça yer vermiştir. Elçin metnini kurgularken özellikle sözlü kültürden bir hayli faydalanmış; efsane, menkıbe, ağıt, masal, halk hikâyesi türkü ve mâni gibi sözlü kültür ürünlerine başvurmuştur.
Çok yönlü ve üretken kişiliğiyle Elçin; roman, hikâye, povest, senaryo gibi çeşitli tür ve alanlarda eser verirken millî kimlik ve millî kültür hususiyetlerinde hassas bir yaklaşım sergiler. Elçin, milletinin kültürünü, Türk kültürünün bilinen halk hikâyelerinden Kerem ile Aslı’nın alt metni üzerine oturttuğu Mahmut ile Meryem romanı ve kültürel imgelerle dolu Ak Deve adlı romanında, Azerbaycan toplumunun sosyo-kültürel yaşamını Gümüş Beyazı Karavan hikâyesiyle gözler önüne serer.
Elçin, yalnızca Türk kültürünün folklorik zenginliğini yansıtmakla kalmaz, Azerbaycan’daki sosyal ve kültürel yaşamı, toplumsal çatışmaları, ayrıca II. Dünya Savaşı’nın toplumda yaşattığı travmaları, bıraktığı izleri de eserlerinde yansıtıp tarihsel bilinç oluşturmak ister. Metinler, yaşadığı coğrafya ve kültüründen bağımsız olarak düşünülemez ve Elçin de yaşam sürdüğü coğrafya ve bu coğrafyanın tarihini bilmek önem arz eder ve Mahmut ile Meryem ve Kafa romanlarını tarihî bilgilerden de faydalanarak kaleme almıştır.
Türkiye’de Elçin üzerine yapılan çalışmalar sınırlıdır. Yukarıda da ifade edildiği üzere gayet üretken bir kalem olan Elçin’in eserleri, birçok bakımdan incelenmeye açıktır. Bu eser ise, bu büyük yazarın 80. yaşına armağan olarak hazırlanırken bu boşluğu bir nebze olsun doldurmayı amaçlanmıştır. Eserde Elçin’in hem romancılığı hem de hikâyeciliği irdelenmiştir. Bu itibarla eserin oluşmasında payı olan her yazarı ayrı ayrı tebrik ederken eserin yayıma hazırlama işini üstlenen Prof. Dr. Salim Çonoğlu, Doç. Dr. Mehdi Genceli, Dr. Yasin Yavuz ve Dr. Cem Sevinç’e de ayrıca teşekkür ederim.

    Doç. Dr. Yakup Ömeroğlu
    Avrasya Yazarlar Birliği Başkanı

I.BÖLÜM
ELÇİN’E DAİR

ELÇİN’E MEKTUP: ÖLÜM HÜKMÜ! KİME? NEYE?
Bahtiyar Vahapzade Türkiye Türkçesine Aktaran: Serdar Acar[1 - Doktora Öğrencisi, Ankara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Çağdaş Türk Lehçeleri ve Edebiyatları Anabilim Dalı.]
Hürmetli Elçin!
Ölüm Hükmü romanını hevesle ama acele etmeden, her noktayı, her imayı içe içe, akıl ve duygu süzgecinden geçire geçire okudum. Yaşadığım acı günleri, korku ve endişe dolu yılları, yeniden yaşadım ve hemen senin yaşını düşünüp hayrete düştüm. Çünkü acı, işkence, korku ve endişe dolu yılları sen bir insan olarak yaşamamışsın ama yazar olarak yazmışsın. O acımasız ve korkunç yılların bu kadar doğal ve bu kadar inandırıcı şekilde kaleme alabilmene şaşırdım. Sen o yılların talihsizliklerini o kadar doğal kaleme almışsın ki bunların senden yaşça büyüklerin sohbetlerinden değil yalnız kişisel gözlemlerin ürünü olabileceği sonucuna varmamak elde değil. Eğer bu romanı benim yaşıtlarımdan biri yazsaydı ben buna şaşırmazdım. Örneğin, ben “İki Korku” şiirimi yaşadığım şahsi korku hissimden yola çıkarak, gözlemlerime dayanarak yazdım. Bunun için de burada hayret edilecek hiçbir şey yoktur.
Okuyucu benim şaşkınlığımı “O zaman edebiyatımızda yaratılan birçok tarihî romanın doğallığına neden şaşırmıyorsunuz?” diye yorumlayabilir. Kuşkusuz başarılı tarihî romanlarımız da var. Ancak o romanların başarısı, kaleme aldıkları dönemin genel tutkusunu umumî olarak düzgün yansıtılmasından kaynaklanmaktadır. Tarihî romanlarda dönemin, zamanın hadiseleri, ortamın atmosferi gibi ayrıntılardan ziyade hayatın öncelikli tutkusunda genel olarak yansıtılır. Bu başka türlü mümkün değil.
Ölüm Hükmü romanının ilk sayfaları 30’lu yıllardan, Stalin repressiyasının şiddetli döneminden bahsediyor. Ancak genel bir şekilde değil, özellikle mühim detaylarıyla romanı okumak beni dehşete düşürüyordu. Lisans ve lisansüstü öğrencisi olduğum 40’lı yıllar, beraber okuduğumuz Gülhüseyn, İsmihan, Hacı, Azer gibi düşünen gençlerimizin başına gelen talihsizlikler aklıma geliyor, o yılları nasıl bitirdiğimize, o dönemin kasırgalarından nasıl sağ kurtulabildiğime şaşırıyorum.
Sevgili Elçin, sen kaleminin gücüyle o yılları bir daha kalbimden geçirip beni okur olarak sarsabildiysen o zaman burada tasvir ettiğin hadiselerin doğallığına istinaden sanatının büyüsüne ve yeteneğinin gücüne şaşırmak lazımdır. Böylelikle sen beni bir kez daha kaleminle yeteneğin gücüne ve sanatın kudretine inandırdın. Bak, bu Ölüm Hükmü’nün esas başarısıdır. Bu başarından dolayı seni tebrik ediyorum.
Romandan birkaç örnek vermek istiyorum. Tepesinden tırnağına kadar kendi döneminin yetiştirdiği biri olan Eflatun’un okul müdürü Elesger muallime “Cemaat birdenbire 10 tane düşman ifşa ediyor… Biz ise var yok iki tane.” demesi, böylece Elesger muallimin 10 yaşındaki pioner[2 - Sovyet Dönemi’nde gönüllü çocuk komünist teşkilatı üyesi.] kızı Arzu’nun ziyafetten sonra Hüsrev muallimi duvar gazetesinde ifşa edeceğini bildirmesi, “Üzeyir Bey ‘Köroğlu’nu bu yüzden yazmış ki yani modern hayattan yazması” yargısıyla büyük sanatçıyı ifşa etme niyeti, onları değil günümüzü ifşa ediyor. Böylece o zamanın masumlarını ifşa etme eğilimi, bugün o zamanın ifşası hâline geliyor. O dönemde insanları ifşa etme yiğitlik, güzellik ve namus sayılıyor, vay o dönemde yaşayanların hâline! Böyle bir zamanda hangi güzellikten, hangi yücelikten söz edilebilir?
İkinci örnek: roman boyunca insanperver ve necip bir insan olarak tanıdığımız Elesger muallim tutuklanma korkusuyla karşı karşıya kaldığında sevdiği, derin hürmet beslediği, Eflatunlar ve Hıdırlardan koruduğu Hüsrev muallimi “ifşa etmesi” okuyucuyu sarsıyor. Bu romanın sonu da eserin en başarılı kısımlarındandır. Romanın başında güzel ve kibar bir insan olarak tanıdığımız Elesger muallimin bu uygunsuz hareketi için de biz onun kendi tabiatını değil yine zamanı sorumlu tutuyor, “Bak zaman iyi insanları da nasıl çirkinleştirebiliyormuş?” diye döneme lanet okuyoruz. Biz roman boyunca Eflatun ve Hıdırların çirkin tabiatına, “iftiralarına”” şaşırmıyoruz. Çünkü zaman mihenk taşı gibi onların tabiatındaki sahtekarlığı, alçaklığı gün yüzüne çıkarmıştır. Ancak Elesger muallim gibi iyi insanların vicdansız davranışlarının suçu onların değil sadece zamanın omuzlarına düşer. Iago, Iago’dur. Onun elinden zamanına göre her türlü fenalık gelebilir. Peki, ya Othello? Onun katilliği tabiatındaki masumiyetten değil düştüğü durumun çaresizliğinden kaynaklanır. Bu yüzden de biz Othello’dan nefret etmiyor, sadece ona acıyoruz. Aynı şekilde biz Elesger muallimin ihanetini haklı çıkaramasak da onun bu ahlaksız davranışının suçunu Othello’da olduğu gibi durumunun çaresizliğinde görüyoruz. Shakespeare’in ustalığı, Iago’nun aşağılık eylemlerini betimlemesinde değil, Othello’nun katil olmasına üzülmemizi sağlama becerisindedir. Elesger muallimin alçakça davranışıyla okuyucuyu incitmemesi, bu romanda üçüncü zaferidir.
Romandaki Abdül Gafarzade çok ilginç ve orijinal bir karakterdir. Bu karakter de bütün çirkinliği ve dönemin tipikliği ile tam olarak kendi döneminin meyvesidir. Bu adam 30-40 yıl öncesi değil bugün de ortaya çıkan bir mafyanın bütün karakteristik özelliklerini özünde topluyor. Günümüz hayatından kitaba düşen bu insana hepimiz her gün rastlıyoruz, onun tenden tene geçişine ve bütün girdaplardan zarar görmeden çıkabilmesine şaşırmıyoruz. Çünkü bu durum günümüz toplumunda basit bir kuralla norm hâline dönüştü. Bu adamın yaptıklarını izledikçe, insanlık ne kadar alçalmış ki alçala alçala, insana has olan en mukaddes duyguları yitire yitire topladığı serveti evladı için kazdırdığı mezarda sakladığını düşünüyorsunuz. Bu rezaletin son noktasıdır. Servetiyle beraber oğlunu toprağa gömdükten sonra Abdül Gafarzade’nin sık sık kabri ziyarete gelmesi bir insan olarak onun özünde de şüphe uyandırıyor. O, buraya yavrusunu mu yoksa servetini mi ziyarete gidiyor? Onun bu ziyaretini evladını yitiren babanın bu acıyı ağır bir şekilde yaşadığına, bu acıya dayanamadığına bir gerçeğin dayatması ile kendi babalık duygusundan şüphelenmeye başlıyor. Bu noktada azıcık da olsa insanlığı gün yüzüne çıkan Abdül Gafarzade buraya mezara gömdüğü servetini kontrol etmeye değil, çocuğunu ziyaret etmeye geldiğini kendini inandırmaya çalışıyor.
“Ama böyle anlarda sanki bu adamın içine bir şeytan giriyordu ve nefesi kesile kesile nabız gibi aralıksız atıyordu: ‘Hayır, sadece oğlun için gelmiyorsun buraya!’”
Bu korkunç! Bu sahne son derece psikolojik bir buluş ve biz o anda bir kıvılcım gibi yanıp sönünce de Abdül’ün vahşi tabiatına baş kaldıran insanı görüyor ve onun kadar sarsılıyoruz. Elbette ki bu, yarattığı karakteri bütün derinliği ile anlayan, psikolojik durumlardan geçiren kalemin gücüdür.
Şaşırtıcı olan, zamanın ortaya çıkardığı bu insanların yaptıklarına ve iğrençliklerine o kadar alışmışız ki onların alçaklığını, en mukaddes duygulara ihanetini, kısaca, insanlığa yakışmayan çirkinliklerini doğal kabul ediyoruz ve buna şaşırmıyoruz. Niye? Çünkü biz bu çirkinliklerin esas sebebini onların özlerinde değil, çevrede, zamanda görüyoruz. Bu yüzden de biz onlar için değil, onları bu hâle getiren zaman, çevre ve şartlar için ölüm hükmünü arzu ediyoruz.
Böylece, eser bu şekilde adının hakkını veriyor. “Eğer bu ortam, bu şartlar toplumdan kendi ölüm hükmünü almasa bu dönemde yaşayan insanların vay hâline!” diye düşünüyoruz.
Sevgili Elçin, ben romanı tamamıyla tahlil etmeyi amaç edinmedim. Amacım bu romanın üzerimdeki etkisini ve romanın esas başarılarını sana aktarmak ve yazar olarak teşekkürümü bildirmektir.
Derin hürmetle.

    Bahtiyar Vahabzade
    1990 (Azerbaycan Gençleri, 23 Aralık 1990)

ELEŞTİRİ VE DÜZYAZI HAKKINDA
Mir Celal Türkiye Türkesine Aktaran: Muhammet Güntay[3 - Ankara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Çağdaş Türk Lehçeleri ve Edebiyatları Anabilim Dalı, Doktora Öğrencisi.]
Elçin’in edebî hayatı Azerbaycan edebiyatında ilginç ve karmaşık bir dönemdi. Aynı zamanda, özellikle sanatsal nesirimiz, “Abşeron”, “Siyah Taşlar”, “Şamo”, “Uzak Sahillerde”, “Köprü Kuranlar”, “Dostluk Kulesi”, “Gölge”, “Söğütlü Ark “Gülşen”, vs. gibi önemli romanlar olarak, bir dizi anlatı ve hikâye yaratılır. Eserlerin bazı sanatsal kusurları olmasına rağmen, modern tema ve halk yaşamları, literatürümüzün hiçbir döneminde böyle bir ayrıntıyı kapsamamıştır.
O zaman, Azerbaycan edebiyat eleştirisi sanatsal nesir gelişimine ayak uyduramadı ve bazen zayıf ve donuk çalışmalar için zemin hazırladı. Ayrıca “eleştirmenler” yazarları zayıf eserleri övme, iyi işleri görmezden gelme ve literatürümüze zarar verme girişimiyle suçladılar. Bedii yaratıcılığı ve bu sanat literatürünü yaratanları karalamakla uğraştılar. Bazı eleştirmenlerin bilimsel-teorik seviyesi, genel dünya görüşü, sosyolojinin kısıtlanmasına olanak vermiyordu ki, bu yazarlar çağın gereksinimlerini karşılayacak makale ve tezlerle edebî eleştiriyi zenginleştirsinler.
Binden fazla dergi, makale ve bir dizi ders kitabını incelendi ve analiz etti. Savaş sonrası dönem, Azerbaycan nesrinde tüm eserleri inceledi. Şimdiye kadar çalışılmamış önemli noktalara dikkat etti ve önemli kararlar verdi, sonuç olarak Elçin önemli bir çalışma oluşturdu.
Elçin’in eserlerinde aynı zamanda bir dizi önemli sorun da çözüldü: Millî gelenek ve edebî geleneğin birbirine karıştırılması, müspet kahraman ve genellikle karakterlerin edebî eserlerde ortaya çıkması, modernliğin aciliyet, aciliyetinin ise ekonomik yenilik olarak görülmesi, edebî eleştiri konusuna karşı yanlış tutum sergilemesi vs. bu tür önemli konulardır.
Bana öyle geliyor ki… Elçin edebî eser tahlillerini gerçek hayattan kopya tahliller gibi gösteriyor. Açıkçası, sanatsal çalışmanın analizinde sadece tamamen kamuya açık içerikten yararlanmak olmaz. Sanatkârlık konularının analizi kendi hususiyetini korumalıdır. Ne yazık ki bazı kaba sosyoloji makalelerinde Kolhoz başkanının raporlaması ile edebî eser tahlili birbirinden ayırt edilmiyor.
Elçin’in edebî hadiselere objektif yaklaşması, yeri geldikçe keskin tartışmalara girişmesi, işin ağırlığından korkmaması, önemli ilmi problemlere teorik gerçeklerle yaklaşması, eserin kalitesini hayli artırmış, bu eseri iyi bir araştırmaya çevirmiştir.
Elçin henüz üniversitedeyken benim öğrencim olmuş, geniş dünya görüşü ile dikkatimi çekmiştir.
Sonra lisansüstü eğitime devam ederken onun bu özellikleri daha da belirginleşmiş ve o iyi bir edebiyatçı ve yazar olarak yetişmiştir.
Söylemeliyim ki, Elçin bu eseri kesin lisansüstü eğitim zamanında tamamlamıştır. O, konusuyla alakalı Moskova ve Leningrad şehirlerinde tahsil görüp beş makale yazarak yayınlatmıştır. Bu makaleler onun konusunu kapsamakla beraber Elçin’in olanaklarını da göstermektedir. Tesadüf değildir ki onun edebî eserlerinin yanı sıra diğer konulardaki makaleleri de profesyonelliği ile dikkat çekmektedir. Belirtmeliyim ki genellikle Elçin’in eseri yazarın araştırma başarısını, ilmi çalışmadaki hünerini göstermekle dönemin eleştiri ortamına bakışı açısından son derece önemli ve kıymetlidir. Şüphem yok ki genç âlimin bu eseri ilmi şuramızda hak ettiği değeri bulacak ve yayınlanırsa okuyucularımıza, edebiyat meraklılarına önemli bir araç olacak.

    1969
    (Elçin Eleştiri ve Nesir, Bakü, “Güneş” 1999 s.211-213)

ELÇİN’İN EN BÜYÜK MÜTTEFİKİ
Prof. Dr. Abid Tahirli Türkiye Türkçesine Aktaran: Serdar Acar[4 - Doktora Öğrencisi, Ankara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Çağdaş Türk Lehçeleri ve Edebiyatları Anabilim Dalı, e-mail: seerdar.acar@gmail.com]
Azerbaycan edebiyatının yaşayan bir klasiği, seçkin bir devlet adamı olan Elçin ile şahsi olarak tanışıklığım neredeyse 30 yıldır. Açıkça ve samimi bir şekilde söylemem gerekirse Elçin’in yaratıcılığı ve toplumsal faaliyeti hakkında yazmak şimdi olduğundan çok daha rahat idi. Ancak o dönemde, 60’lar edebiyatının temsilcilerinden ve parlak şahsiyetlerinden biri olarak kabul edilen Elçin’in yaratıcılığı çok yönlü ve zengin, faaliyetlerinde de aktif ve dikkat çekiciydi. Yıllar geçtikçe Elçin’in mirasını ve kişiliğini daha sorumlu bir şekilde ele almayı gerekli kılan önemli bir faktör var: Elçin zamanın ilerisindedir, erişilemezdir, toplumun ve edebî çevrenin ön saflarında yer almaktadır. Elçin’in yaratıcılık teknolojisi o kadar cezbedici, renkli hâle gelmiş, aynı zamanda yaratıcılığın hızı o kadar artmıştır ki bazen insana, edebî bir muhitin içinde kendisi bir edebi muhitmiş gibi gelir. Bazen edebî mirası -romanları, povestleri, piyesleri, hikâyeleri, edebî eleştirisel bakış açısı, çevirileri, senaryoları ve gazetecilik örnekleri- bir kişinin değil, bir neslin mirası gibi görülür. Ama bunlarla iş bitmiyor, bu meselenin bir yönüdür. Elçin, aynı zamanda ülkemizde kültür politikasının şekillenmesinde ve yönünün belirlenmesinde önemli rol oynayan şahsiyetlerden biri olarak edebî ve kültürel bir muhitin gelişmesini teşvik eder.
Bu arada, Elçin’in çalışma hayatının, idarecilikte ve teşkilatçılıkta kazandığı zengin deneyiminin onu çalıştığı alandaki en güçlü ve seçkin temsilcilerden biri hâline getirdiğini belirtmek gerekir.
Azerbaycan Milli İlimler Akademisi’nin Edebiyat Enstitüsü’nden başlayarak bu yol Yazarlar Birliği ve “Vatan” Cemiyeti’nde daha da genişler, kollara ayrılır. Azerbaycan sınırlarını aşar. Elçin’in sanatsal, eleştirel ve gazetecilik faaliyetleri, yalnızca onun büyük bir yetenek ve zekaya sahip olduğunu doğrulamakla kalmıyor, aynı zamanda karakterinin ve portresinin ana çizgisini ve göze çarpan özelliklerini tanımlamamıza da olanak tanıyor: ilkeli, kararlı, samimi, sadık, sorumlu, insancıldır. Yalana, kötülüğe, iftiraya karşı, yüzsüzlüğe tahammülsüzdür. Kendi sözleriyle, Elçin’in en büyük müttefiki ise heybetli hakikattir.
Tabii ki Elçin farklı insanların nazarında daha farklı üstün niteliklere de sahiptir. Torununun gözünde Elçin dünyanın en büyük büyükbabası ise çöküşün eşiğinde olan ama Elçin’in yardımıyla ölümden dönen bir insan için O, kurtarıcıdır. Ben belki de Elçin’de herkesin her gün gördüğü, gözlemlediği ama çoğunun farkına varmadığı tükenmek bilmeyen, yıllardır ondan ayrılmayan bir niteliğinden iki üç kelime ile bahsetmek istiyorum.
Elçin hayret etme, şaşırma pınarıdır. O, karşısındaki eserin mi yahut muhatabının mı onu şaşırtmasını, hayrete düşürmesini istiyor, arzuluyor. Elçin’in kendisi ise eseriyle, sohbetiyle karşısındakini hayrete düşürmenin, şaşırtmanın yetenekli ustasıdır. O, Baladadaş’tan bu yana, şimdiye kadar karakterlerinde daima buna yöneldi, bunun için çabaladı ve isteğine ulaştı. O, konu seçiminde, edebî üslup ve düşüncelerinde, eleştirel görüşlerinde olduğu kadar hayatında da böyledir. Buna birçok kez şahit oldum. Dünyanın çeşitli ülkelerinden farklı hayat ve düşünce tarzına sahip, çeşitli iş insanları -yazarlar, şairler, diplomatlar, Doğulu alimler, Batılı alimler, ressamlar, sanatçılar ve hatta doktorlar… daha kimler- Elçin ile görüşmenin unutulmaz, zengin izlenimlerinden uzun müddet ayrılamadıklarını defalarca söylemiş ve yazmışlardır. 1990’lı yılların ortalarında, harici ülkelerden birinin ülkemizdeki sabık büyükelçisi, Elçin’in resepsiyonundan ayrıldığında, şair-gazeteci Dilsuz ile karşılaşır ve gayriihtiyari “Bu adam bir dahi, bu adam bir ansiklopedi.” der ve çevirmen söylediklerini şaire aktarır… Sonrasında Dilsuz, Elçin’in büyükelçiyle din ve vicdan özgürlüğü hakkında konuştuğunu, düşüncelerini büyükelçinin temsil ettiği ülkeden, bununla birlikte dünya edebiyatı klasiklerinin eserlerinden alıntılara dayandırdığını öğrenir.
Ben Elçin’i bugün böyle görüyorum, umarım gelecekte başarılarıyla şaşırtmayı ve büyülemeye devam eder.

YENİ EDEBİYAT VE ÇAĞDAŞ EDEBİYAT ELEŞTİRİSİNİN ÖNEMLİ BİR YARATICISI
Prof. Dr. İsa Habibbeyli[5 - Azerbaycan Milli İlimler Akademisi Başkanı, Akademisyen.] Türkiye Türkçesine Aktaran: Serdar Acar[6 - Doktora Öğrencisi, Ankara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Çağdaş Türk Lehçeleri ve Edebiyatları Anabilim Dalı.]
Azerbaycan toplumunun seçkin halk yazarı, toplumsal şahsiyet ve edebiyat eleştirmeni olarak kabul ettiği Elçin Efendiyev’in çok yönlü yaratıcılık faaliyeti ile ülkemizin ilmî, edebî ve toplumsal çevresinde eşsiz bir yere ve konuma sahiptir. Elçin muallim en yeni dönem Azerbaycan bedii nesrinin, geçiş dönemi ve bağımsızlık aşaması dramaturgisinin ve son yarım yüzyıldan da fazla edebî eleştirinin ana yaratıcılarından biridir. O, Azerbaycan edebiyatında özel bir dalga olarak gelen “altmışlar”[7 - Detaylı bilgi için bk. Sedat Adıgüzel, Azerbaycan Edebiyatında 1960 Nesri (Hikâye ve Roman), Fenomen Yayınları, Erzurum 2007. A. N.] neslinin önde gelen temsilcisi olmanın yanı sıra umumi edebî ve içtimai fikrimizin en sürükleyici simalarından biri olarak tanınmaktadır. Yalnız “altmışlar”ın değil genel Azerbaycan edebiyatının, edebi-içtimai fikrinin son yarım yüzyıldan fazla bir dönemin gelişim süreçlerinde halk yazarı Elçin daima ileriye doğru harekete hem güçlü bedii yaratıcılığı ve ilmî eserleri hem de aktif vatandaşlık görevi ile önemli katkılar sağlamış, edebiyat ve kamuoyu önünde üzerine düşen sorumluluğu onurlu bir şekilde yerine getirmiştir. Bağımsızlık Dönemi Azerbaycan Edebiyatı’nın dünya edebiyatına doğru ufkunun genişlemesinde de Elçin muallimin şahsı ile alakalı unutulmaz sayfalar bulunmaktadır.
Bedii yaratıcılığa 1959 yılında “Azerbaycan Gençleri” gazetesinde yayınlanan “O İnanırdı” adlı hikâyesi ile başlayan Elçin Efendiyev, ilk eserlerinde gerçek hayatı, sıradan insanları ve ilginç kaderleri yansıtmıştır. “Min Geceden Biri” adlı ilk hikâye kitabı (1966) edebî çevrede ilgi görmüş, farklı tepkiler uyandırmış olsa da yazarın bireysel özgünlüğe sahip olan yetenekli bir kalem sahibi olduğu kabul edilmiştir. “Acıg Pencere”, “Sos” (1969) povestlerinde[8 - Kısa roman, uzun hikâye. A.N.] insan maneviyatının iç dünyasının gariplikleri, sıradanlıkları, kendine has oluşu gerçekçi renklerle orijinal bir şekilde yansıtılmıştır. Yazar daha sonraları bu povestlerini arka plana atarak bedii yaratıcılık hazırlıkları olarak adlandırsa da bu eserler o dönemde okuyucunun büyük ilgisini çekmiş, biçim ve içerik açısından yenilikleri olan edebî nesir örnekleri olarak kabul görmüştür.
Halk yazarı Elçin, Azerbaycan altmışlı yıllar edebiyatının ana yaratıcılarından biri olarak kabul edilir. Daha ziyade Azerbaycan’da “altmışlar” edebî akımının sürekli bir edebî harekete dönüşmesinde Elçin’in özel rolü ayrıca belirtilmelidir. Genç yazarın XX. yüzyılın yetmişinci yıllarında yayınlattığı “Gümüşü, Narıncı, Mehmeri” (1973), “Bu Dünyadan Katarlar Keçer” (1974), “Bir Görüşün Tarihçesi” (1977) ve “Povestler” (1979) kitaplarında yer alan hikâye ve povest türünde yazılmış eserler Azerbaycan edebiyatında büyük edebiyat yaratma iddiasında olan orijinal bir yazarın varlığını kesin olarak tasdik etmiştir. Aynı zamanda, Elçin’in yaratıcılıktaki belirleyici konumu yeni edebiyat süreçlerine ciddi bir ivme kazandırmış, edebiyatı ve edebî tenkidi ileri taşımıştır.
Azerbaycan edebiyatında yeni dönem Azerbaycan hikâyesinin yaratıcıları arasında halk yazarı Elçin özel bir yere sahiptir. Onun küçük hacme sahip olan kısa hikâyelerinde hayatın ciddi, derin, kapsamlı hakikatleri canlandırılmıştır. Yazarın hikâye kahramanları basit, sıradan insanların arasında yer alıp halkın hayatını temsil eden akılda kalıcı, renkli karakterlerdir. Elçin’in hikâyelerindeki “aerodrom”[9 - Aerodrom kelime anlamı olarak havaalanı anlamına gelir. Elçin, “Baladadaşın İlk Mehebbeti” (Baladadaş’ın İlk Aşkı) adlı hikâyesinde, anlatı başkahramanlarını Baladaş’ı “aerodrom” kepkalı (kasketli) olarak tasvir eder. Burada “aerodrom” kepkalı havalanı gibi geniş siperliği olan kasket anlamında kullanılmıştır. A.N.] kasketli, biraz iddialı, incirli üzümü bahçelerde sıradan bir hayat süren sıradan insanların iç dünyası gibi dış dünyası da benzersizdir. Elçin orijinal bir ressam gibi kendi kahramanlarının hiç birisi, hiçbir yazarın eserinde olan karakterlere benzemeyen, tüm ana hatlarıyla kişiselleştirilmiş bir resmini büyük bir ustalıkla çizebilmiştir. Çeşitli yıllarda Elçin Efendiyev’in kaleminden çıkmış “Baladadaşın İlk Mehebbeti”, “Baladadaşın Toy Hamamı”, “Gümüşü Narıncı, Mehmeri”, “Beş Kepiklik Motosikl”, “Hotel Bristol”, “Bu Dünyadan Katarlar Geder”, “Bülbülün Nağılı”, “Şuşaya Duman Gelib”, “Karabağ Şikestesi”, “Sarı Gelin”, Ayakkabı”, “Kış Nağılı” gibi hikâyeler küçük türün büyük boyutlarına ve imkânlarına yüksek bedii seviyede cevap veren yenilikler getiren başarılı edebî örneklerdir. “Bala-dadasın İlk Mehebbeti” hikâye serisi Elçin’in Azerbaycan edebiyatındaki bedii mührüdür. Genel olarak Elçin’in bütün yaratıcılığı boyunca hikâye türüne başvurması ve her aşamada diğer edebî türlerle birlikte ilginç, etkili hikâyeler yazıp yayınlaması Azerbaycan edebiyatının bu süreli türünün şekil ve içerik açısından daha da gelişmesine olumlu etki yaratmıştır. Elçin’in küçük çocuklar için yazılmış “Günay, Yalçın, Nigar, Bir de Selim” (1980) adı ile yayınladığı kitabındaki çocuk hikâyeleri bu doğrultuda Azerbaycan edebiyatının yeni döneminde ortaya çıkmış ilgi çekici bedii örneklerdir. Yakın zamanda yayımladığı “Absurd Hekayeler”i tamamıyla orijinal olup Azerbaycan hikâyeciliğinde yeni sayfalar açan benzersiz sanat örnekleridir. Genellikle Elçin “yüzyılın türü” olarak kabul ettiği hikâye türüne karşı daha talepkâr ve sorumlu bir tavır sergiliyor. Onun Azerbaycan hikâyesinin yaşadığı süreçlere dair aşağıdaki düşünceleri hem onun bu türe karşı tavrını yansıtır hem de genel olarak yaratıcılık süreçlerine yön verir.
Povest türünde de Elçin’in kendine özgü ilgi çeken büyük başarıları vardır. Bilindiği üzere Azerbaycan edebiyatında povest türünün tarihi Mirza Feteli Ahundov’un “Aldanmış Kevakib” eseri (1857) ile başlamış olsa da son dönemde bu tür edebiyatta en çok ilgi gören edebî biçimlerinden birine dönüşmüştür. Povest hikâye ile roman arasında “geçiş türü” olduğu için nesrin hem kendinden önceki hem de sonraki işlevlerini yerine getirmek zorunda kalmıştır. Bu anlamda Elçin’in povest türünde yazdığı eserlerin yerinin tespiti ve yenilikçiliğinin ortaya konulması, yazarın hizmetlerine açıklık getirmesi bağlamında önemli bir husustur. İlk olarak Elçin’in povestlerinin türün gereklerini fazlasıyla karşılayan eserler olduğunu belirtmek gerektiğini biliyoruz. Bedii nesrin hem hikâye, povest hem de roman türünde art arda eserler yazdığı için Elçin’in büyük hikâyesini ya da kısa romanını povest adlandırmasına özel bir ihtiyaç olmamıştır. Bu noktadan hareketle Elçin’in çeşitli nesir türlerinde yazdığı eserler ile drama eserleri arasındaki geçiş süreçleri gözlemlenebilir. Yazarın dram eserlerinde bedii nesrine ait bazı olay örgüsü, motif ve benzer karakterler yer almaktadır. Bu da edebiyatın ağır topu sayılan bedii nesirde ifade edilen özel ağırlığa sahip problemleri dram türünde senaryolaştırmakla okuyucu mütalaasından izleyici salonuna geçirilerek kitleleştirilmesi, Elçin’in povest türünde yazdığı eserlerde büyük hikâyenin veya küçük romanın belirli çizgileri olsa da bu bedii örnekler ilk aşamada daha çok povest türünün gereksinimlerini karşılar. Elbette, hikâye yaratıcılığı ile sürekli meşgul olmak Elçin’in povestlerinin ortaya çıkması için temel hazırlık rolü oynar. Bununla birlikte, Elçin povest için seçtiği problem, özellikle de tasvir ettiği olay, hikâyeden ve romandan ayırır. Onun povestlerinde olay örgüsünün çeşitlenmesi ve karakterler dünyasının sunumu da türün boyutundadır. Deneysel povestler olarak düşündüğü “Açık Pencere” ve “Sos”da da aslında povest olay örgüsü ve karakterleri vardır. “Bir Görüşün Tarihçesi” povestinde iki ana istikamet sevmeden aile kuran Mirzoppa – Mesmehanım, geçikmiş bir aşk yaşayan Memmedağa-Mesmehanım satırları vasıtasıyla insanın manevi hayatının iniş çıkışlarını kaleme alarak insanın kendini arayışının çeşitli anlarını gözler önüne serer. Zorlukları, heyecanları, umutları akla getirir. Düşüncemize göre povestin sonunda tasvir edilen “Zukulbanın Göyünde Uçan Humay Kuşu” hem karakterlerin hayallerini hem de yazarın estetik idealini bünyesinde barındırır. Okuyucu talih yıldızının doğması gibi Humay kuşunun gölgesinin de bir gün sahibini bulacağına inanır. Psikolojik boyutlara dayanan “Toyuğun Diri Kalması” povestinde de Ağagül-Nise ve Zibeyde-Zakir ilişkilerinin ibretlik detayları, iç ıstırapların ve derin itirafların gerçek bedii ifadesine yol açar. Yazar ortaya çıkan itirafları manevi arınmanın özü olarak okuyucusuna aktarır. Elçin’in povest yaratıcılığında özel bir yere sahip olan “Dolça” povestinde de olaylar, iki ailenin farklı hayat tarzının tasviri ile geliştirilir. Ağababa ile Beşir muallimin ailesinin yaşam tarzındaki tezatlıkları ortaya koyan yazar, çevrenin olumsuz etkilerinden korunma ihtiyacını dikte eder. Sahibine sadık olan evcil köpeği Dolça’nın kötü çevrenin ve nefsin sayesinde nasıl değiştiğini gösteren yazar, nihayetinde sebatı, tokluğu, manevi bütünlüğü yüceltmenin önemli olduğunu düşünür. “Bayraklar” povestinde ise bağımsızlık yollarında yaşanan süreçlerin arka planında milliyetçilik ve vatanseverlik düşüncesi ön plana çıkarılır.
Bununla birlikte Elçin povestleri, onun romanları için merdivenin bir sonraki basamağı işlevi görür. Hikâye başlangıcı ve povest düşüncesi yazarda roman düşüncesini şekillendirmiştir. XX. yüzyılın altmışlı yılları Elçin’in yaratıcılığının hikâye dönemi, yetmişli yılları povestler aşaması, seksenli yılları ise roman çağı olduğu söylenebilir. Kuşkusuz bu aşamaların her birinde Elçin, ek olarak diğer türlerde de hatta edebî eleştiri alanında da eserler yazmıştır. Ancak her dönemin üstünlük kuran türleri anlamında yıllar merdiven gibi türlerin de gelişimini şart koşmuştur. Bu tür evrimsel süreçler, Elçin’in yaratıcılığında roman türünün doğal görünümünü hazırlamıştır. Geçen yüzyılın seksenli yıllarında yayınlanan “Mahmud ve Meryem” (1983), “Ağ Deve (1985) ve “Ölüm Hökmü” (1989) romanları edebiyatın ağır toplarının tüm silahlarını kullanma yeteneğini geliştirmiştir. Bu romanlarda çok yönlü bir olay örgüsü, zengin bir karakter dünyası ve önemli toplumsal sorunlar yansıtılır. Elçin’in roman tefekküründe estetiğin başı çekmesi yanında bilimsel görüşler de kendince yer almaktadır. Romanlarında bedii düşüncenin tüm olanaklarını sarf ettikten sonra sanki ikinci bir nefes almak için bilimsel anlayıştan ve kavrayıştan gelen enerjiden yararlanır. Böyle anlarda anlayış, bedii düşünceyi destekler ve derinleştirir. Yani zengin gerçeklere ve tarihi kaynaklara sahip olan “Mahmud ve Meryem” ile Büyük Vatanseverlik Savaşı[10 - II. Dünya Savaşı. A.N.] olayları ve insanlarından bahseden “Ağ Deve”yi anlamadan sadece bedii algıyla üst düzeyde yazmak zor olur. Stalin Bağırov döneminin gergin atmosferini gerçek tarihi ve güncel siyaseti bilmeden roman düzeyinde derinlemesine yansıtmak mümkün olmazdı. Çok aktif okuma alışkanlıkları, bilimsel faaliyetlerde bulunma, araştırma makaleleri, adaylık ve doktora tezleri yazıp savunması Elçin muallimin dünya görüşünde, topluma ve insana bakış açısında bedii yeteneğin gerçekleri ile beraber, bilim faktörünü, anlayıştan gelen nitelikleri de benzersiz bir şekilde birleştirir. Elçin’in roman düşüncesi, bedii düşüncenin genişliği ile bilimsel anlayışın derinliğinden örülmüştür. Genel olarak Elçin, hayatın gerçeklerini yüksek bir bedii düzeyde ve anlayışın ışığında sunan mükemmel bir sosyolog yazardır.
Kanaatimizce XX. yüzyılın 70-80’li yıllarında Elçin’in ve onun çağdaşı olan diğer yazarların yaratıcılığında roman türünde yazılmış eserlerin daha geniş ve daha tutarlı bir şekilde ortaya çıkmasında Azerbaycan’da yaşanan süreçlerin önemli rolü olmuştur. Özellikle, önde gelen devlet adamı Haydar Aliyev’in Azerbaycan’a önderlik ettiği 1969-1982 yıllarında cumhuriyette harekete geçen milli uyanış, kendini anlama, tarihe, özüne dönen insanları, tarihi ve toplumu roman ölçeğinde kavramak ve yansıtmak için makul koşullar yaratmıştır. Bu tarihî aşamada edebiyatta sosyalizm realizmi edebî anlayışının gerektirdiği ideolojik çevrenin ötesinde ulusal fikirler, halkın kaderi, toplumsal ve manevi gelişiminde mühim rol oynamış büyük şahsiyetlerin mücadelesini tasvir ve terennüm eden kapsamlı eserler ortaya çıktı. Elçin’in romanlarının ortaya çıkmasında da bu millî uyanış ve öz farkındalık dönemi kendi sözünü söylemiştir. “Mahmud ile Meryem” romanında yaşanan büyük aşkla birlikte Azerbaycan devlet tarihinde özel bir yere sahip olan Şah İsmail Hatâyî Dönemi’nden, Çaldıran Savaşı’nın derslerinden bahsedilmesi ulusal tarihe dönüş döneminin kurguda açtığı olanakların bir yankısıydı. Mahmud ve Meryem’in aşk dünyasının gerçek sunumu da edebiyatta ideolojiden insana doğru hareketin Elçin’in çalışmalarında ortaya çıkan bir gerçekti. “Mahmud ile Meryem” insan ve zaman, aşk ve devran hakkında mükemmel bir macera romanıdır.
Elçin Ak Deve ve Ölüm Hükmü romanlarında da insan ve zaman ilişkisine çeşitli açılardan ışık tutmuştur. Ak Deve romanı büyük vatanseverlik savaşı sırasında cephede meydana gelen olayları bütün sebep ve sonuçlarıyla gerçekçi şekilde yansıtan bir eser olarak büyük önem taşımaktadır. Ak Deve savaş konusunda yazılmış eserler kervanının başını çekmektedir. Ölüm Hükmü romanı adaletsiz bir baskıcı rejime karşı yurttaş bir yazarın adaletli hükmüdür.
Uzun müddetten sonra Elçin’in 2014 yılında okuyucuyla buluşan Baş[11 - Bahsi geçen roman Türkiye Türkçesine Kafa olarak aktarılmış ve İş Bankası Yayınları tarafından yayımlanmıştır.] adlı romanı Azerbaycan edebiyatında en yeni roman akımına önderlik eden önemli bir edebî olaydır. Tarihî bir konuda yazılan bu eserde belgeler kronolojiye çevrilmemiş, zengin bedii malzeme içerisinde eritilerek dönemin, olayların ve şahsiyetlerin objektif sunumu için güvenilir bir dayanak noktası hâline getirilmiştir. Dolayısıyla “Baş” belgesel bir nesir örneği değildir, belgelerden de yaratıcı bir şekilde istifade edilmiş tarihî romandır. Hatta eserdeki farklı şahsiyetlerin birbiriyle yazışmalarını yansıtan mektuplardan hangisinin gerçek bir el yazması veya bedii bir hayal ürünü olduğunu belirlemek için özel bir araştırma gerekmektedir.
Baş romanında XIX. yüzyılın başlarında Çarlık Rusya’sının Kafkasya’yı işgal etme uğrunda verdiği mücadele ve Azerbaycan’daki direniş hareketi geniş bir planda tasvir edilmiştir. Elçin bu eserinde belirli bir zaman çerçevesinde dünyadaki hadiseler düzeyinde Azerbaycan’ın kaderinden bahsetmektedir. Yazar Çarlık hükümetinin Kafkasya’yı fethetme politikasını yürüten tarihî şahsiyetlerin rollerini ve konumlarını doğru bir şekilde belirlemiş ve bunu bedii açıdan güçlü yöntemlerle gerçekçi bir şekilde yansıtmıştır. Rusya, Kafkasya, Azerbaycan ve İran coğrafyasında yaşamış ve çeşitli sorumlu görevler üstlenmiş tarihî şahsiyetlerin bireysel özelliklerini, kişisel niteliklerini ve psikolojilerini derinlemesine anlatmak Elçin’in önemli bir yaratıcılık başarısıdır. Romandaki psikolojik bakış, manevi dünya ile içtimai düşüncenin sentezinin psikolojisidir. Yazar, Kafkasya Genel Valisi General Sisianov’un siyasi yüzünü ve ruhani dünyasını tüm gerçekleriyle sunar.
Elçin’in yazılı beyanında General Sisianov, Rus devletine (Kızıl Çar’ına) sadık olan, aynı zamanda tarihî gerçekliğe uygun olarak, Kafkasya’nın fethine giden yolda kan dökmekten, felaket ve facialara yol açmaktan çekinmeyen zalim bir askeri-politik sima olarak okuyucuya aktarılır. Eserde Bakü’de, İçeri Şehir’in Koşa Gala kapısının önünde Sisianov’un başının kesilmesi hadisesinin İmparatorluk içinde, Azerbaycan’da ve İran’da yarattığı yankıların tasviri, tarihten alınmış ve bedii açıdan bulunmuş detaylarla desteklenmiştir. Bu, Azerbaycan hanlıklarının ayrı ayrı küçük devletler olmasına bakmaksızın milletin toprak ve arazi meselelerinde iç siyasi ve manevi birliğini göstermektedir.
Yazar, bu olayı çok çeşitli açılardan Azerbaycan’daki direniş hareketinin ve ulusal kurtuluş mücadelesinin özünü ortaya çıkarmanın ana aracı olarak değerlendirmiştir. Romanda bu ciddi olayın yarattığı sarsıntılar, heyecanlar, tereddütler, panik ve kafa karışıklığı, ayrı ayrı karakterlerin timsalinde tüm incelikleriyle anlamlandırılır. “Baş”, Kafkasya’nın temel problemi olan işgal, direniş ve özgürlüğü konu alan bir romandır.
Halk yazarı Elçin’in Baş romanı Azerbaycan’ın devlet bağımsızlığı uğrunda geçtiği onurlu ve sorumlu, zorlu ve karmaşık yolu derin bir edebiyat anlayışıyla yansıtan mükemmel bir bedii eserdir. Ancak Azerbaycan hanlıklarının birleşmesi ihtiyacı, hususen tüm özellikleri ve süreçleriyle Bakü hanlığının kaderi ilk defa ve geniş ölçüde Elçin’in Baş romanında yansıtılmıştır. Eserde Car-Balaken hadiseleri ve General Sisianov’un çizgisinin tasviri de tarihî ve renkli olayların aynı zamanda cezbedici karakterlerin esasında ilgi çekicidir. Romanda Karabağ Hanlığı ile ilgili anlatılan olaylar, özellikle İbrahim Han ve aile bireylerinin kaderinin yansıması, tarihî gerçeklerin doğru bir şekilde aktarılmasına hizmet ettiği gibi Azerbaycan edebî düşüncesindeki mevcut yanlışlıkları da gidermeye hizmet etmektedir. Böylece Elçin, Azerbaycan tarihinin çok zor ve karmaşık bir aşaması olan hanlık döneminin bütün tablosunu edebiyata kazandırmış ve nihayet ülkemizin XIX. yüzyılın başlarında içinde bulunduğu sıkıntıları, halkımızın şerefli mücadelesini, büyük şahsiyetleri tamamen edebî bir olaya dönüştürmeyi başarmıştır. Yazar aynı sürecin Gürcistan’daki gidişatını ve Rusya’daki yankılarını ayrıntılı olarak gösterebilmiştir. Eserde Azerbaycan hanlıklarının İran ile ilişkilerine geniş yer ayrılmıştır. Böylece Elçin’in Baş romanı bütün bir tarihsel dönemi geniş bir ölçekte yansıtır. Şüphesiz, Elçin muallimin yazma tecrübesinin yanı sıra görevli olarak devlet işlerinde uzun yıllar çalışması ve dünya olaylarına uluslararası ilişkiler düzeyinde bakabilme imkânı da romanın başarısında önemli rol oynamıştır. Bütün bunlardan dolayı tür açısından Baş romanı modern tarihî-psikolojik romanın en güzel örneği sayılabilir.
Halk yazarı Elçin, Baş romanında, Azerbaycan tarihinde adları belli olan ve haklarında fazlaca bilgiye sahip olmadığımız tarihî şahsiyetlerin kusursuz bedii karakterlerini oluşturmuştur. Ayrıca yazar Elçin Efendiyev’in Baş romanında bedii fantezisinin bir mahsulü olarak yarattığı akılda kalıcı karakterler dönemi, zamanı, tarihi-içtimai süreçleri zenginleştirir ve tamamlar.
Elçin’in Baş romanı olay örgüsü, kurgusu, dili ve üslubuyla yönüyle de ilgi çekicidir.
Kısaca, Baş romanı Azerbaycan millî kimliği açısından yazılmış, millî ruhu güçlü olan büyük bir edebiyat örneğidir. Aynı zamanda bu eser, tarihsel süreçlerden ders çıkarması için modern okuyucuya yol gösterici olabilecek mükemmel bir tarihî-psikolojik romandır. Büyük bir dönemi, tarihî ve bedii bakımdan gerçekçi ve genel düzeyde yansıtması nedeniyle Baş romanı Azerbaycan edebiyatında edebî bir olaydır.
Bahsettiğimiz gibi halk yazarı Elçin’in yaratıcılığı tür bakımından zengin ve çok yönlüdür. Onun yaratıcılığında dramaturgisinin ayrı bir yeri vardır. Elçin’in dramaturgisi, Azerbaycan edebiyatında drama türünün gelişmesinde yeni bir aşamadır. Elçin’in “Poçi Şöbesinde Heyal” adlı ilk piyesini XX. yüzyılın yetmişli yıllarında yazmasına rağmen, eseri sahnelenmediği için uzun süre dramaya yönelmediği bir röportajdan anlaşılmaktadır. Yazarın dramaturgiye dönüşü, Azerbaycan edebiyatında bu edebî türde yazılan eserlerin ve tiyatroda dramaturgi eserlerinin az olduğu dönemde olmuştur. Bu nedenle dram eserleri, hayatın gereksinimlerini olduğu kadar edebiyatın ve sahnenin ihtiyaçlarını karşılamaya hizmet eden değerli sanat örnekleridir. Ayrıca Elçin’in dramaturgisi, XX. yüzyılın doksanlı yıllarının başlarında mevcut sosyalist toplumun çöküşü ve başlangıç aşamasında yeni kuruluşun karmaşık süreçlerle yüzleşmesi süreçlerinin yankısı ve de zamanın ısmarlaması olarak ortaya çıkmıştır. Elçin’in dramaturgisi, bağımsızlık döneminin önemli bir edebî olayıdır. Yazarın drama eserlerinde Azerbaycan toplumunun yaşadığı geçiş süreçleri tüm doğallığı ve dramatikliğiyle edebiyata kazandırılmıştır. Tiyatrolarımızda drama eserlerinin eksikliğinin yanı sıra Azerbaycan toplumunun yaşadığı geçiş süreçlerinin zorluklarını yansıtması ve çıkış yollarına ışık tutması Azerbaycan tiyatrosunda Elçin dramaturgisine ciddi bir talep oluşturmuştur.
Elçin’in dramaturjisi, daha çok bir karakterler dramaturjisidir. “Delihanadan Deli Gaçıg” trajikomedisinde de karakterler gösteriyi yönetirler. Karakterlerin bireysel özellikleri o kadar belirgindir ki her birinin toplumdaki konumu sadece karakterlerinden değil, aynı zamanda bireysel özelliklerinden de tanınmaktadır. Aynı zamanda karakterlerin bazılarında destansı işaretler gözlemlenebiliyor. Dolayısıyla şube müdürünün kozmik dünyaya yaptığı gezilerle ilgili bilgileri, Ponteleymon Polikarpoviç’in tanıdığı insanların geçmişiyle ilgili açıklamaları, epik düşüncenin dramatik amaçlara hizmet eden başarılı bir bedii sunumudur. Destansı unsurlar Elçin’in bedii nesrinin bir özelliği olsa da “Delihanadan Deli Gaçıg” oyunundaki psikolojik anların canlandırılmasına, dramatik durumların derinleşmesine uygun koşullar yaratır.
Kanaatimizce, halk yazarı Elçin’in “Delihanadan Deli Gaçıg” trakomedisi ile “Menim Erim Delidir” piyesi birbirini tekrar etmemek şartıyla organik olarak birbirini tamamlamaktadır. Bu eserlere Azerbaycan dramaturjisinde bağımsızlık dönemindeki ilk diyaloglar demek mümkündür. Her iki eser de hem ayrı ayrı hem de birlikte yaşadığımız yakın tarihin, çevrenin ve toplumun sanat anlayışının etkili ve edebî dersleridir. Dolayısıyla bu eserler, halk yazarı Elçin’in sosyolog bir oyun yazarı olduğunu kesinlikle doğrulamaktadır. Bu oyunlarla Azerbaycan toplumunun içinde bulunduğu kaos döneminin eksiksiz ve objektif bir tablosu yeniden canlandırılmış ve doğru sonuçlara varılmıştır. Son yıllarda sahnelenen “Cehennem Sakileri” piyesi de biraz daha erken bir dönemin -baskı yıllarının- olaylarını canlandırsa da korku, şüphe ve kafa karışıklığının doğasına ışık tutan bir dram eseri olarak mevcut diyaloglarda ifade edilen temaların tüm sistemini yansıtır.
Dramaturgi yaratıcılığının sonraki dönemlerinde Elçin toplumda yaşanan içtimai süreçleri sahnede canlandırmayı tercih etmiştir. Bu eserlerde modern toplumun çelişkileri ve maneviyattaki değişimler çatışmanın temelini oluşturur. Yeni dönem dramaturgisinin sorunları, ülke ve dünya arasındaki ilişkileri de yansıtır. Modern çağın olaylarını ve süreçlerini genel olarak yansıtan “Teleskop” piyesinin ve “Şekspir” dramının ülkemizin yanı sıra yurt dışında da özellikle Londra sahnesinde başarıyla sahnelenmesi ve büyük yankı uyandırması Bağımsızlık Dönemi Azerbaycan Tiyatrosu’nun önemli bir başarısıdır.
Edebî yaratıcılık sahnesindeki uzun süreli ve verimli etkinliği nedeniyle “Halk Yazarı” onursal unvanını kazandı. Elçin Efendiyev aynı zamanda usta bir eleştirmen ve edebiyatçıdır. Eleştirmenlik ve yazarlık Elçin’in yaratıcılık faaliyetinde her zaman yan yana ilerledi. Bunların her ikisi de Elçin’e özgüdür, nasıl derler, onun yaratıcı düşüncesinin çift kanadıdır. Elçin’in eleştirmenlik faaliyetinin başarılı olmasının esas sebeplerinden biri sanatsal yaratıcılığın doğasına derinden aşina olmasıdır, yani yazarlığıdır. Yahut onun yazar olarak edebiyatta özgün bir konuma sahip olmasının, tutarlı ve üretken bir şekilde faaliyet göstermesinin ana nedenlerinden biri de tecrübeli bir eleştirmen olarak edebiyatın yüksek taleplerine aşina olması, her zaman canlı edebi süreci yaşaması, gelişen çevre ile uyumlu nefes alması, yani eleştirmenliği ile alakalıdır.
Elçin Efendiyev’in “Azerbaycan Bedii Nesri Edebi Tengidde” konusunda yazıp başarıyla savunduğu adaylık tezi onun eleştirmenlik faaliyetinin mükemmel bir başlangıcıdır. Bu model ve yapıda, o zamana kadar herhangi bir bilimsel çalışma yazmamıştı. Elçin Efendiyev seçtiği bilimsel problemin sadece fikir içeriğini değil, yapısını da kendisi belirlemiştir. Daha sonra farklı dönemlere ait nesri, drama ve şiirin edebiyat eleştirisindeki yankılanması, değerlendirilmesi hakkında bilimsel eserler yazanlar, edebiyat bilimimizin temelini oluşturan “Elçin Modeli”nden yararlanmışlardır. Bu prestijli bilimsel çalışmada, Azerbaycan nesrinin yenilik ruhu, karakter arayışları ve bedii özellikleri gibi problemlerine yönelik tutumu ön plana çıkarmak önemli bilimsel-teorik ehemmiyete sahip bir konuydu.
Nesirde ve dramaturjisinde olduğu gibi, bilimsel araştırma eserlerinde de Elçin’in kendine özgü kişisel üslubu, yaklaşım metodu ve anlatım tarzı açıkça görülmektedir. Güçlü bir edebiyat eleştirmeni olarak Elçin’in üslubu için bedii-publisist[12 - Sosyoekonomik konularda eserler yazan, güncel yazar.] ögelerinin bilimle kaynaşması, genelleme noktalarının betimlemesi olarak her zaman dikkat çekmiştir. Doktora tezi olarak yayımlanan “Edebiyyatda Tarih ve Müasirlik” eserimde ortaya konulan sorunlar, ileri sürülen bilimsel düşünce ve tezler bağımsızlık döneminde yeniden hazırlanmakta olan millî edebiyat tarihimizin ve edebiyat ders kitaplarının zenginleşmesine katkı sağlamaktadır. Şimdiki aşamada bu, çağdaş eleştirmen ve edebiyat bilimciler için güvenilir bir rehber işlevi görmektedir.
Elçin’in “Müasir Dövrde Azerbaycan Edebi Tengidinin Yaradıcılıg Problemleri” adlı bir dizi bilimsel eserleri bağımsızlık dönemi Azerbaycan edebî eleştirinin seçkin örnekleridir. Derin bilimsel düşünce ile aktif edebî deneyim ve gözlemin birlikteliğinden oluşan bu bilimsel makalelerde yeni aşamadaki millî edebiyatın ve çağdaş edebî eleştirisinin görevleri, hedefleri, mevcut durumu ve perspektifleri tam olarak özetlenmiştir. Elçin’in eleştiri faaliyeti ile vatandaşlık sorumluluğu aynı fiilin ifadeleridir. Her iki durumda da büyük edebiyatın ve modern toplumun gelişiminin koyucusudur.
Bağımsızlık yıllarında Elçin eleştirmen, edebiyat bilimci ve aydın olarak daha aktif ve tutarlı bir şekilde çalışır. Daha çok eleştirel bir edebiyat eleştirmeni olan Elçin, bu dönemden itibaren edebiyatın teorik konularıyla da ilgilenir. Onun Vilayet Guliyev ile birlikte yayınladığı “Öhümüz ve Sözümüz” kitabı (1993) edebiyat teorisini yeniden yazılmasına çağrıdır. Elçin’in “Sosrealizm Bize Ne Verdi. Sovet Dövrü Edebiyyatı Meselenin Goyuluşuna Dair” eseri (2010) eski SSCB halklarının edebiyatının ana yaratıcı yöntemi olan sosyalizm realizminin tek taraflı bakış açısı yerine, sanatsal metodun edebiyat üzerindeki etkisinin yanı sıra önemli niteliklerine de dikkat çekmektedir. Bu eski Sovyetler Birliği’nden ayrılarak bağımsızlık kazanmış cumhuriyetlerde yeni tarihsel çağda sosyalist gerçekçiliğe kapsamlı bir yaklaşımı yansıtan ilk bilimsel çalışmadır. Sosyalist gerçekçiliğin sert bir şekilde eleştirildiği yıllarda, bu ideolojik görüşün siyasette ve edebiyatta kabul görmediği bir dönemde, bu yöntemin avantajlarından bahsetmek bir bilimsellik ve cesaret örneğiydi. Azerbaycan edebiyat araştırmacılığı biliminde Elçin’in “Sosrealizm Bize Ne Verdi” adlı eseri “toplumsal gerçekçiliğin iç mekanizmasını teorik bir yöntem olarak, tarihsel misyonunu açıklayan bir risale” (Yusif Seyidov), “bizi ortak geçmişimizden ortak geleceğe seslenen bir manifesto” (Gezenfer Paşayev) olarak değerlendirilmiştir.
Elçin’in “Agoniya” yohsa Tekâmül” eseri de XIX. yüzyıl Azerbaycan edebiyatının deneyimine dayanarak yazılmış teorik bir bilimsel eserdir. Eserden aldığımız aşağıdaki alıntı edebiyatla ilgili sadece vatandaşlığın sorumluluğunu yahut yazar bağnazlığını değil, aynı zamanda gerçek bir bilimsel kanaatin derin bir teorik yorumunu sunar. “Edebiyatın tarihinde ‘anlamsız dönem’ yoktur, herhangi bir zaman diliminde büyük şahsiyetler ve edebi olaylar yoksa o zaman bir hazırlık ve yetiştirme süreci vardır, edebiyat ‘muhteşem olmayan edebi şahsiyetleri tecrübeden deneyimler, mükemmel için verimli bir zemin yaratır.”
Edebiyat teorisi konularına aktif ilgi Elçin’in geniş bilimsel bakış açısının ve yazarlık deneyiminin göstergesidir.
Devletin bağımsızlık döneminde Elçin, Azerbaycan edebiyat tarihinin önde gelen simalarını millî çıkarlar ve kriterler esasında yeniden kamuoyuna sunmuştur. “Mehemmedemin Resulzade” (1994), “Neriman Nerimanovun Şehsiyyeti ve Fealiyyeti” (1997), “Cefer Cabbarlı Şehsiyyet ve İstedad” (2000) kitaplarında türün “küçük” olmasına bakmayarak ele alınan edebî-tarihî şahsiyetlerin ölçüsü ve hizmetleri açıklanmış ve savunulmuştur. Halk yazarı ve edebiyat bilimcinin 2013 yılında Bakü’de “Tehsil” yayınevinde Rusça çıkan “Arzu, Heyat ve Edebiyyat” adlı büyük hacme sahip makale derlemesinden sunulan teslim kitabı Elçin’in bilim ve faaliyetinin ana hatlarının özetlenmiş bir tarihidir.
Bugün halk yazarı Elçin’in sanatsal yaratıcılığı birçok yönden kendisinden sonraki kuşağın genç yazarlarına örnek teşkil etmekte olup onun edebiyat eleştirisi ve kuramsal çalışmaları edebiyat bilimciler için değerli, eleştirmenler için anlamlı bir örnektir. Eleştirmen Elçin, yeni nesil eleştirmenlerin öğretmeni ve ustasıdır. Ayrıca dün olduğu gibi bugün de edebi sürecin doğrudan merkezinde yer alan yazar ve eleştirmen Elçin, sadece edebî ve bilimsel çevremizin kaygılarıyla yaşamakla kalmayıp aynı zamanda usta bir eleştirmen misyonunda bu sürece yön ve istikamet vermektedir.
Kısa bir süre önce büyük hocalarımız Memmed Arif Dadaşzade, Mammad Cafer Caferov, Mir Celal, Mehdi Hüseyn, Cafer Jafarov, Abbas Zamanov, Bakir Nabiyev, Aziz Mirahmedov, Yaşar Garayev’in yaptığı çalışmalar ve taşıdığı ilmî ve edebî yük şimdi de halk yazarı Elçin’in sorumluluğu ve misyonuna dönüşmüştür.
Çağdaş dönemde Elçin, Azerbaycan’da absürt tiyatronun yaratıcısı olarak öne çıkar. Elçin tiyatrosu, modern sahnenin ve yeni yaşamın tiyatrosudur.
Dolayısıyla Elçin Efendiyev yazar, aydın, eleştirmen ve drama yazarı gibi çok çeşitli alanlarda esas söz sahibidir. Halk yazarı Elçin’in sözü, türlere ve zamana bağlı olmayarak yalnızca edebiyatı, cemiyet-toplum düşüncesini, bilimsel düşünceyi ve sanatı ilerletmeye ve modernleştirmeye hizmet eder.
Yeni edebiyatın ve modern edebiyat eleştirisinin seçkin yaratıcısı halk yazarı Elçin’in 80. yaşı gününü kutluyor, sağlık ve başarılarının devamını diliyorum.

AÇIN PERDEYİ ELÇİN GELİYOR
Meryem Alizade Türkiye Türkçesine Aktaran: Muhammet Güntay[13 - Ankara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Çağdaş Türk Lehçeleri ve Edebiyatları Anabilim Dalı, Doktora Öğrencisi, m.guntay@hotmail.com]
Emektar, sanat hizmetkârı, sanat ilmi üzerine profesör doktor
Açın perdeyi Elçin geliyor…
Bu ifadeyi hiç de sade, gelişigüzel bir ifade gibi düşünmeyin. O, bir benzetmedir.
Ancak Elçin yavaş yavaş sahneye çıkmadı, aslında o, tiyatronun sahnesine piyesler buketi ile atıldı.
Bu olayın Azerbaycan edebiyatçılığında ve tiyatroculuğunda muhtelif farklı ifadelerle ancak aynı doğrultuda aynı tonda çok sayıda açıklaması var. Ben Elçin’in oyunlarını ve oyunlarının sahne görünümünü araştırırken farklı farklı tarihlere, olaylara denk geldim. Birçoğu yazdığı makale ve tezlerinde çoğunlukla kendi zihinlerindeki Elçin’i konuşuyorlar, kendi etkilerinden ve birliğinden ayrılarak onun oyunlarını ve tiyatro tarihine girişini tanımlıyorlar. Lakin objektif tarihi olaylar mevcuttur ve onlara istinaden fikir belirtmek araştırmacı için önemli bir şarttır.
Aksine, babası İlyas Efendiyev’in tiyatro başarıları onun gözleri önünde gerçekleşmişti, fakat öyle ki Elçin uzun bir süre hiç bu sahaya girmeyi düşünmemişti. Çünkü Elçin nesre vurgundu ve henüz genç yaşta olmasına aldırış etmeksizin bütün SSCB coğrafyasında Lenin Komsomolu ödülüne layık görülmüştü. Sovyet edebi muhitinin “Smena”, “Nedelya” dergileri “Edebiyat Gazetesi” ve bunun gibi en muteber matbu organların ödüllerini almıştı ve nesrin zirvesine doğru güvenle ilerliyordu. O, 1983 yılında “Mahmut le Meryem”, 1985 yılında “Ak Deve”, 1989 yılında ise “Ölüm Hükmü” geniş hacimli romanlarını yazarak muhteşem bir üçlemeye imza attı. Nen bu süre zarfında (1983-1989) kaleme aldığı ve yayınlattığı hikâye, povest, eleştiri makalelerini (onlar hakkında edebiyatçılar çok sayıda makale ve tahliller yazıyorlar) hatırlamıyorum.
Farz edelim ki, bahsi geçen bu faaliyet son derece üretken, yaratıcı ilmi bir faaliyettir ve ilk bakışta bu verimli çalışmalar arasında tiyatroya yer yoktur ve sanki Elçin bunu hiç denemiyor.
Lakin, çok önemli konuların gizlendiği önemli bir noktayı unutmayalım. Aslında Elçin yaratıcılığa “Bin Geceden Biri” adlı ilk hikâye kitabının gün yüzüne çıktığı 1966 yılında başlıyor. Doğru, henüz 1959 yılında “Azerbaycan Gençleri” gazetesinde onun ilk hikâyesi yayınlanmıştı. İlk kalem tecrübesi olmasına rağmen büyük yaratıcılık eylemi diye kaleme almak doğru sayılmaz. Bu yüzden 1966’da ısrar ediyorum, çünkü Elçin’in kendisi hakkında bir yaratıcı olarak Azerbaycan edebiyat çevrelerine açıklama yapması bu tarihte olmuştur. Ancak sadece dört yıl sonra Elçin, “Posta Şubesinde Hayal” piyesini yazıyor ve onun türünü trajikomik olarak tanımlıyor. Bu 1970 yılıdır.
“Posta Şubesinde Hayal” kahramanın hayalleri etrafında ilmek ilmek örülmüş. Oyunun merkezinde posta şubesinde çalışan Adile adlı bir kadın bulunuyor. O, eserin eğer söylemek mümkünse enerji merkezidir, diğer personelleri posta şubesine sanki onun aurası çekip getiriyor. Piyesteki bütün ilişkiler Adile ile başlıyor, Adile ile sona eriyor. Onun monologları bu esrin omurgasıdır. Diğerleri sanki bu monologlara ara sıra dahil olup çıkıyorlar ve piyesin konuşma ağlarını temin ediyorlar. Müellif kendi eserini realist bir bakış açısıyla hazırlamış, çağdaşlarını, çağdaşlarının kaygılarını gerçek bir üslupla yansıtmıştır. Fakat Elçin kolaylıkla bu komedyada hayalin, tasavvurun, fantezinin koşullu dünyasına da değiniyordu, oyun koşullarını zorlaştırıp maksimal bir seviyeye taşıyordu, personeli birisine gösterirken diğerleri ise onu görmüyordu. Aslında sanatçı bununla kendi tiyatro idealini, kendi tiyatro zevkini, kendi tiyatro üslubunu ortaya koyuyordu. Öyle ki Elçin’in 90’lı yıllarda yazacağı piyeslerinin faturasında da “Posta Şubesinde Hayal” eseri için karakteristik üslup çizgileri çeşitli varyantlarında tekrarlanacak ve aksine göreceğiz ki gerçek hayat parçaları hayali fantastik sahnelerle seslendirilecek.
Elçin “Posta Şubesinde Hayal” komedyasını bitirdikten sonra piyes yazmaya bir de 1973 yılında hevesleniyor ve “Altın” adlı, küçük hacimli yapıt kaleme alıp edebiyat ve tiyatro dünyasına takdim ediyor. Aslında Elçin bu oyunu yayın için planlamıştı, bir televizyon oyunu olarak düşünmüştü ve onu Cafer Cabbarlı’nın hatırasına ithaf etmişti. Ne yazık ki birçok araştırmacı Elçin’in yaratıcılığını tanımlarken analiz edecek çok sayıda materyale rastladıkları için “Altın” gibi son derece etkili dramatik etikete sahip bir eserin şahane özelliklerini görememişlerdir.
“Altın” özlü bir piyestir, çok somuttur, hedefi tam vurur. Bu piyesi neredeyse E. Hakverdiyev’in, N. Vezirov’un güldürü esaslı tek perdelik piyesleriyle mukayese etmek mümkündür. Eserin başlangıcı şöyle ki: Eve doktor çağrılıyor, Kabala Muhtar kendisinin muayene olmasına bir türlü razı olmuyor, sürekli “hayır” deyip duruyor. Tüm isteklere rağmen doktorun Kabala Muhtar’ı muayene etme şansı sıfıra iniyor, hastanın durumu ise an be an kötüleşiyor, ateşi yükseliyor. Sonunda Kabala Muhtar’ın oğlu babasını zorla da olsa doktora göstermeye, muayene için imkan yaratmaya karar veriyor.
Hastanın başında toplanan erkek personeller onun itirazlarını, kızmalarına, hay-huyuna rağmen Aslan Bey’in izniyle onun ellerini tutup büküyorlar. Cübbesini ve kaftanını çıkarmaya çalışıyorlar, o an Kabala Muhtar dayanamıyor, kalbi sıkışıyor ve ölüyor. Personellerden Hacı Kazımağa Kabala Muhtar’ın göğsünde bir kese fark ediyor, altın kesesi… Hepsi birbirini dürtüyor, Kabala Muhtar rahatsızlığını duyunca sabah erkenden bodruma inip altın kesesini boynuna asıp yatağına geri dönmüş ve kimsenin ona yaklaşmasını istememiş değil mi? Ancak Kabala Muhtar’ın ölümü ile anlaşıldı ki hastanın etrafına toplananlar hiç de kurbanın durumunu düşünmüyorlarmış, onun durumuna üzülmüyorlarmış. Çünkü onlar altınların keseden yere dağıldığını görünce Kabala Muhtar’ı hemen unutmuşlar. Ölüye insan gibi, Müslüman gibi davranmaktansa dörtnala koşup altın toplamayı daha iyi sanıyorlar… Olaya şahit olan Doktor Mahmut Bey ise uzun uzun çığlıklarla orayı terk ediyor.
Tıpkı eğitimciler gibi… Tıpkı aydınların acıklı eleştirileri gibi… Tıpkı Celil Memmetguluzade gibi… Tıpkı Abdurrahim Hakverdiyev gibi… Necefbey Vezirov gibi… Kendisi de 70 yıl sonra… Elçin, gerçekten Azerbaycan maarifçilerine ve geleneklerine layık bir dram eseri ortaya çıkarmıştır. Azerbaycan’a bir kere daha maarifçilerin gözüyle bakmıştır. Gerçekten de Elçin’in bir perdelik piyesini okuduğunuzda onun dramatik istidadının gücünü açık ve net hissedersiniz.
Elçin bir de 1989 yılında, tam 16 yıl sonra, yeniden piyes yazma zahmetine katlanıyor ve toplam üç yıl dolaylarında 8 küçük hacimli piyes yazıyor.
Onun “Değerli Yazarla Buluşma” adlı Farsça türde yazdığı bir perdelik piyesi bir dalkavukluk piyesi olarak yorumlanır ve en ilginci budur ki bu dalkavukluğun paradigmasında bütün SSCB vatandaşlarının hayat tarzı görülür.
1990 yılında yazdığı bir diğer oyunun adı ise “Otel Odasında Buluşma” Bu sefer tür absürt olarak belirlenmiş, Oyun, tüm işaretleri ve sanatsal özellikleriyle absürttür. Otel odasında tesadüfen iki misafir karşılaşır: Biri otel odasını terk ediyor öbürü geliyor neredeyse çok komik olaylar başlıyor. Bu trajikomik oyun özünde tekrarlardan oluşuyor. İlk misafir, kapı kapalı olmasına rağmen düzenli olarak odaya geri döner ve kırılan, bazen çalışmayan şemsiyesini burada bıraktığını söyleyerek özür diler. Şemsiyeyi alır, otel odasıyla ilgili diğer küçük meseleler hakkında sohbet eder ve dışarı çıkar. İkinci konuk rahatlamaya ve kendini evinde hissetmeye başlarken, ilk konuk odaya aynı bahaneyle, aynı şekilde, bir hayalet gibi, bir gölge gibi girer ve eskisi gibi hemen hemen aynı şeyleri, kırık bir gramofon şaftı gibi, sadece biraz farklı bir biçimde tekrarlar. Sonunda konuşma o kadar çarpık bir hâl alır ki, birinci yolcu katil, ikinci yolcu da kurban gibi görünür ve oyun bu ilişkiye bir son vermeden biter.
“Otel Odasında Buluşma” korkunç ve tüyler ürpertici bir oyundur. Bunun nedeni, Elçin’in okuyucuyu veya izleyiciyi durumun gerçekliğine, iki misafir arasındaki iletişime ve ilişkiye ikna etmesidir. Bu gerçekten olabilir mi? Belki bu bir kabus, ikinci misafirin yorgunluğunun bir işareti, bozuk ruhunun bir tezahürü? Çünkü ilk misafir otel odasına girer girmez kimi zaman arkadaşı Natig’i, kimi zaman da istekli eşi Ofelya’yı aramak ister. Fakat “neler oluyor?” absürt oyunlarda soru cevaplanmaz.
Doğrusu, hiçbir absürt oyunun somut bir sonucu ya da anlamı yoktur. Her şey söz konusu, hepsi benim yorumuma bağlı. “Otel Odasında Buluşma” oyununun yapısı ve müzikal tonu “Hayvanat Bahçesinde Ne Oldu?” oyunuyla hemen hemen aynı gibi duruyor.
Açıkçası yazıyı yazmaya başladığımda Elçin’in tek perdelik oyunları hakkında bu kadar geniş bir yelpazede düşüncelere sahip olacağımı düşünmemiştim. Kısa bir duyuru yapıp isimlerini sıralayıp hızlıca üzerinden geçerim dedim. Ama öyle olmadı, nedeni bu küçük ölçekli oyunların birbirinden ilginç olmasıydı. “Hovsam Soğan” dahil… Yine 1990 yılında, bu kez Ağustos ayında (lütfen bu tarihe özellikle dikkat edin), Zugulba pansiyonunda yazılan bu oyun, farklı dönemleri, farklı ideolojileri, farklı tarihsel ve efsanevi kişilikleri iskambil kartları gibi karıştırıp tek trende sergiledi. Elçin, “Hovsan Soğanı” nın türünü absürt olarak tanımladı. Yazar, oyunla ilgili açıklamalarında, karakterlerin ait oldukları zaman ve mekânı belirtmeye dikkat çekmiştir: “Zaman 1990, Ağustos, sıcaklık 38 dereceydi; mekân: “Bakü-Buzovna” elektrikli treni” Bu cümleyle Elçin, sanatsal dünyasını pencerenin arkasından görülen gerçeklikle sıkı bir şekilde ilişkilendirdi ve okuyucuyu (izleyiciyi) karakterlerin gerçek olduğuna tamamen ikna etmeye çalıştı.
“Hovsan Sogani” oyunundaki olay “Bakü-Buzovna” treninin hareketidir. Bu gerçek bir hareket ve gerçek insanlar onun içinde oturuyor ve bir yerden bir yere gidiyorlar. Ancak Elçin, sanki farklı zaman dilimlerinden geçiyormuş gibi bu treni Buzovna köyüne gönderir. Trenin yolcularını trende yaşayan ruhlarla ustalıkla karıştırır, oraya Nadezhda Krupskaya, Anastas Mikoyan, Karl Marx, Mihail Gorbaçov figürlerini getiriyor. Yani bu elektrikli tren sadece bir Buzovna treni değil, aynı zamanda Sovyetler Birliği’nin tarihi geçmişinden bir zaman treni.
“Hovsan Soğanı”nda tüm bölümler uzaktan bir sesin anlattığı komik bir hikâye etrafında mozaikleniyor. Ses seyircileri ve aynı zamanda trenin yolcularını bilgilendirir: “Büyükbabam 1914’te dinlenmek için Kislovodsk’a gitti. Bir gün soğanı hatırladı. Mokarini’yi Bakü’den bir torba Hovsan soğanı getirmesi için göndermişti… Hizmetçi de gitmiş soğanları getirmişti. Bakın bu hikâyenin devamı oyun boyunca uzaktan bir ses ile anlatılacak: Dede her seferinde soğanı beklememiş. Bakü’ye gelecek ve ardından efendisinin peşinde Bakü-Kislovodsk yolu boyunca soğanı taşıyacak. Sonunda dede Bakü’de oturup hizmetçiyi bekler, hizmetçi soğanı efendisine getirir, torbanın ağzını açtığında soğanın çürük olduğunu görür. Sonra, “Dedem hizmetçinin yüzüne tükürdü ve ey “aptal oğlu aptal” dedi. Tanrım, saçmalığından dolayı harika bir hikâye. Kendisi “Posta Kutusu” (J. Mammadguluzade), “Bamba”, “Çeşmak” (A. Hagverdiyev) öykülerine benzer bir öyküdür. Öte yandan “Gittim, bir vadide bir berber gördüm, bir berber bir berberi kesiyordu, teker teker, teker teker” ritmik yapısında işlenmiş bir öykü. Bunlar sadece dernekler olmasına rağmen. Oyundaki habercinin öyküsünü Azerbaycan edebiyatının gelenekleri ve ulusal folklor ile ilişkilendirme girişimidir.
Aslında Bakü-Kislovodsk güzergahında yaşanan soğan hikâyesi Bakü Buzovna güzergahına bir göndermedir, her güzergâh yıllar içinde tekrarlanır ve hatta tekrarlar absürtlüğün simgesi hâline gelir.
“Hovsan Soğan” oyunu, Bakü-Buzovna güzergahında çalışan elektrikli trendeki absürt sohbetler çerçevesinde dönemleri, insanların yaşam tarzlarını, toplumsal acılarını, dertlerini, aile içi komedileri resmetti. Unutulmamalıdır ki, bu tek perdelik absürt oyunlar, Elçin’in yaşadığı döneme, çağdaşlarına, çevresinde gelişen olaylara, bir sosyo-politik oluşumdan diğerine geçişin anti-hümanist özelliklerine karşı refleksiydi.
Elçin ayrıca “Özel Sipariş” oyununu absürt olarak nitelendirdi ve aynı yıl (1990) Ağustos’ta yazdı: İki adam arasındaki bir diyalog olarak yazdı, sahnede kalkınmanın küreselleşmesi kupasını açtı ve bunların insan ruhu üzerindeki etkilerinden, sanallaştırmanın olumsuzluklarından bahsetti ve onlarla internette konuştu. Bunlardan sonra Elçin, 1991’de “Tiyatro”, 1992’de “Yalan”, “İntikam”, “Su” ve 2006’da “Gece Penceresinden Görülen Dağlar” adlı tek perdelik oyunlarını yazıp yayımladı. Bu oyunlar arasında yazarın Araz Dadaşzade’ye adadığı “Su” oyunu, sanatsal mükemmelliğiyle öne çıkıyor.
“Su” oyunu yapısı itibariyle bir tek oyunculu, metin ise yapı itibariyle bir kadın monoloğudur. Ancak bu monologda tüm hayatı bir filmdeki kadar canlı görünüyor.
Bir kadın kendi eski çoktan tamir yüzü görmemiş evinde oturmuş çorap dokuyor ve ilk cümlesinde okuyucuya anımsatıyor. Üç gündür evlerinde su yok Kadın şikayetçi ve hayatından bezmiş bir durumdadır çorap dokuya dokuya söylendiği anda musluktan su damlamaya başlar kadın karşılaştığı bu olaya sadece sözle tepki verir. Bir iş yapmak için Yerinden kımıldamaz, musluğu kapatsın, suyu durdursun, evi toparlasın… Su ise olduğu gibi durmadan damlar su kovasını doldurur yere dağılır ve durmadan artar ve kadının topuklarına kadar yükselir. Kadın ise sanki su ile konuşup suya hayatını anlatır suya dünyadan bahseder ve bir anda anlaşılıyor ki kadının su ile kendi hesabı var.
Elçin, bu defa da folklor denizine bir taş atar ve oyunun (piyesin) başlangıcına bir eğigraf gibi atasözü yazar. “Su harda dirilik orda (Su nerede dinamik orada)” Eser ise bu düşüncenin tam tersini yansıtır “Su harda ölüm orda” (Su nerede ölüm orada) Elçin atasözünü inceler ve suyun her zaman pozitifliğin algılanmasını dağıtmaya çalışır gerçekten de su odayı basar ve anbean kadını daha çok içine alır. Elçin oyunda sanki bir şiir ortaya koyar ahirette ateşin değil suyun yardımıyla gerçekleştirir böylelikle su kadına ölüm getiren bir unsur olarak anlaşılır. Oyundaki kadının monoloğu size ulaştığında Elçin burada bir romancı olarak mükemmel bir yorum yapar ve bu yorumda hayatın bütün anlamının ötesinde hala tüm anlamlara sahip bir su olduğunu gösterir bu anlamda kadının durumunu belirterek Elçin bunları kaydeder “Ağzı burnu da suyun altında kalır. Sadece gözleri etrafa bakar ve kadının bembeyaz saçları suyun yüzeyine yayılır. Suyun içinden bir telefon sesi duyulur kısa bir süre içinde kadının kafası tamamen suda kaybolur telefon çalmaya devam eder.
Bu bir kadının intihardır, hayattan bıkmış, yorgun yaşama umutlarını yitirmiş yeryüzünde gezmekten bacaklarında ağrı hisseden birinin intihar etmesidir.
Kadını intihar öncesi monoloğu ise onun yaşadığı hayatını gözlerinizin önünde ve hayal gücünüzde yeniden yaşayabilirsiniz kadını anlamaya, onun dertlerine ortak olmaya çalışırsınız. Bu makaleyi yazmaya hazırlanırken şunu açıkça belirttim ki Elçin’in bir perdelik oyunları( piyesler) eğitim niteliğindedir. Elçin teoride sırlarının edebiyat eleştirmeni gibi iyi bilse de doğrudan bu sırların farkına varmaya çalıştı. Büyük hacimli piyesler yazmadan önce bu alanda başarılı olmak için kendini eğitti bu konunun önemli olduğuna kanaat getirdi.
Bu doğrudan Elçin’in kişiliği ile ilgilidir hem yaratıcı bir insan gibi Elçinin kendisine karşı talepler bir maksimalist olduğunu bildirir.
Elçin bunu açıkça belirtir: O “Edebiyat Gazetesinde verdiği röportajında “Sizin için yazar kimdir?” sorusunu böyle cevaplamış: Tereddüt etmeden sadece kendi çıkarlarını düşünmeyen kişidir. Onj hem halkın kaderi rahatsız eder ne zaman her şey kökünden yok edilir onu şüpheler yer. Bunu o zaman doğru olup olmadığını anlarsınız
Diyelim ki 90’lı yılların ocağında bu kadar insan neye göre yok edildi. Bu kurbanların anlamı nedir? Böylece olayların azap ve eziyetle felsefi ve ruhsal olan sürecini belirtir. Tereddüt eden insan şüphelenen insan denektir. Kesinlikle elçinin şüphe ve tereddütleri onun geniş hacimli piyesler yazma arzusundandır. Posta Şubesinde Hayal’den sonra yavaşladı.
Hiç şüphesiz ki bu konuda bir tiyatro eleştirmeni olarak bunları çıkarılmasına dayanarak söylüyorum. Elçin bu sonuçlarına kesinlikle katılmayanlar ve onları hiç kabul etmeye bilir bu duruma bağlı olarak tamamen başka deliller getirsin.
Ancak her durumda, inkar edilemez bir gerçek su ki yaratıldığı 16 yıl boyunca (1973-1989) zamanları arasında drama türüne müracaat etmiyor doğru etmiyor. Ancak büyükelçinin yaratıcılığına geriye dönük bakıldığında bu dönemde sadece dramatik değil tiyatro eğitimi aldığı tiyatro eleştirmenliği yapmayı planladığı ve zorlu bir göreve hazırlandığı bir dizi ünlü oyun yazarının eserlerinin dilimize çevirdiği açıktır. 1989 yılında Elçin’in 3 yıl boyunca aralıksız küçük ölçekli oyunlar yazması tesadüf değildir. İnanıyorum ki bu 3 yıl “büyük Elçinin büyük çalışmaları “gibi Azerbaycan Edebiyat dünyası için sınıflandırsam hiç hata yapmam Elçin drama doğru uzun bir yol gidiyordu. Ben bizzat gözlemleyip, hem de birçok eleştirenlerin makale ve monografilerinden okudum ki onlar özellikle Elçin eserlerinden bahsederken, bu da kesinlikle doğrudur onun Dünya görüşünün duygu dünyasının, sanatsal ve bilimsel yaratıcılığının özünü 60’lı yıllarda görürler. Hatta ben de birkaç yıl önce Elçin’in “Piyesler” koleksiyonuna yazdığım “Ön Söz” de düşüncelerimin dayanak noktasını 60’lı yılların tiyatrosunu makale için odak noktası olarak aldım ve buradan 90’lı yıllara getirdim ama şimdi biraz farklı düşünüyorum. Anlıyorum ki onu bir eleştirmen, yayıncı ve yazar olarak şekillendiren 60’lı yıllardı 60’lı yılların deneyimleri 60’ların ilerici fikirleri, 60’ların edebiyat ve sanat ortamı olmuştur. 20. yüzyılın 60’ları muhteşem bir nesir elçin yarattı ve 90’lar da muhteşem bir oyun yazarı yarattı.
Düz yazısının ve dramın birbiriyle ilişkili olarak yabancı gezegenler gibi olması tesadüf değildir. Birbirine çok az benzerlikleri var haberci tehdit ve yiyecek anlamında çok yumuşak ve akıcı bir anlatıma sahip nesir sınırları içinde tüm karakterlerini övüyor hatta bende uzak olmayın derim (belirli karakterlerin olumsuzluklarına rağmen) onları sever, arkadaşları, akrabaları onu tanır. Onlarla aynı yatay düzlemde olmaya karar verdi bu insanlarla kendi akrabası gibi konuşur ya da kenarda durup onları heyecanla izler ve hep bir şeylerin dikkatini dağıtacağından korkar gibi görünür geri planda kalır. Yazarın merceğine düşmez nesir Elçin hep kahramanlarıyla beraberdir
Karakterlerin romantik çırpınışlarını lirik ve psikolojik durumlarını ve cesaret duygularını paylaşıyor. Onun neresinde garip akıcı bir müzik var bu müzik hangi notalarda? “Bitless” grubunun şarkıları, hangi notalarda ise Fransız Paul Moria’nın besteleri bazı notalarda muğamların mutlu tasnifini ve renklerini hatırlatır. Elçin kendi romanlarında, hikâyelerinde, povestlerinde 60’lı yıllara, o yıllarda yaşamış insanların romantik dünyasına ramazan aşikardır Ve o yıllarda gerçek dünyaya pembe gözlük camlarının arkasından bakar. O insanlara gerçeğe, iyiliğe, sadakate, bencil olmayan nezakete Adalete ve ahlaki saflığa inanmak istiyor sadece inanmak istemekle kalmıyor hatta inanıyor.
Başka bir deyişle Elçin nesrinin mayası 60’lı yılların inkılabının samimiyetinde, isyanlar asi saflığında yatıyor kökleri de oradan beslenip boy atıp dallanmış bir ağaca dönüşür. Şunu da not etmeliyim ki Elçin nesrin hatta “Mahmut ile Meryem” romanında görünen bazı fantastik bölümlerin varlığına rağmen son derece gerçekçi bir romandır Düz yazısında Elçin azami ölçüde şeffaftır. Bu nesirde alaya, ironiye karamsarlığa, koyu renklere yer yoktur. Elçinin yazısı güneşin şafağında parlayan bir Gökkuşağı gibidir.
Halbuki Elçin’in drama unsuru elbette ki “Posta Şubesinde Hayal” ve “Kızıl” piyeslerini çıkarmak şartıyla tamamen başkadır. Onun bütün draması yeniden yapılanma (perestroyka) dönemine, doksanlı yıllara yansımıştır. Doğrusu bu ifadeyi Azerbaycan edebiyatının bir sıra temsilcileri konusunda ele almak mümkündür. Lakin Elçin diğerlerinden şöyle ayrılır, onun piyeslerinde 90’lı yılların ayrı ayrı durumları güzel şekilde şekillendirip esere alınmaz; devir, zamanın özü sembolik tarzda gösterilir. Sanki 90’lı yıllar ona 60’lı yıllardan tanıdık karakterleri muhtemelen farklı bir takvimle tanıtır. Sanatkârın gözündeki gözlüğün pembemsi renkli camları kırılır. Elçin’in karakterleri delirir, ahmaklaşır, gergedanlaşır, robotlaşır. Onlar para, rütbe oyuncaklarına çevrilirler. Aşırı derecede düşüp alçalırlar, itibarsızlaşırlar. Yazarın sevimli kahramanları ise hasta durumda olup kendi romantik alemlerine kapılırlar, ilaçsız durumları ile barışırlar. Elçin’in sanatçılığı için 90’lı yıllara kadar özgün olmayan satirik durum, iğneleme, acı kinaye, karamsarlık notları, koyu boyalar onun piyeslerinde kendine özgü şekilde yer almaya başlar. Elçin’in yazı sayfalarına zamanın kiri çıkar. Düz yazısında hiçbir zaman filozof olmaya can atmayan Elçin kendi draması çerçevesinde filozoflaşır, ciddiliğin zirvesine ulaşır, zaman ve mekân çerçevelerinin dışına çıkar, her tür mantık sınırlarını vurup dağıtır.
Evet, Elçin dramaturjiye, tiyatroya tamamen yeni bir Elçin gibi geliri. Yeni edebi hazine ile yeni düşüncelerle, yeni fikirlerle, yeni güzel marifetlerle gelirdi. Drama ve tiyatro tecrübesine belli surette sahip olarak gelirdi ve büyük nesir deryasını piyes yazarlığı ile karşılardı. Niye ben burada “karşılamak” sözcüğünden faydalandım? Niye 60’lı yılların Elçin’i için özgün edebi, estetik dünyayı 90’lı yılların Elçin’i için özgün estetik yazarlıktan bu kadar farklılaştırdım. Bu yüzden de bu fikrin konular doğurabileceğine inanıyorum. Hiç şüphesiz ki 90’lı yılların Elçin draması hiç de onun nesrindeki karakteristik işaretlerin yeni edebi estetik ölçüde 60’lı yılların ideali ile yaşayan Elçin eğil 90’lı yılların Elçin’i tamamen farklı, tamamen yeni bir Elçin’dir! Ve eğer geniş mukayeseler ve sembolik sınıflamalar düzlemini götürürsek Elçin’in “Edebi düşüncelerine dayansak göreceğiz ki Elçin 90’lı yıllarda ruha Leo Nikolayeviç Tolstoy’dan daha çok Samuel Bekketo yakındır.
Tesadüf değildir ki Elçin Azerbaycan sahnesine tuhaf gelir, absürt piyeslerden elinde kurşun toplayıp gelir!
Elçin’in ilk dram eseri “Posta Şubesinde Hayal” (1970) trajikomedisidir.
Elçin’in 1989-1992’li yıllar arasında birbiri ardına yazdığı bir perdelik piyesleri drama materyalin esas benimsemeyi asıl dramaturg adetlerine sahiplenme, bu alanda üstat olmak girişimlerinin gerçekliğidir.
Elçin’in drama sahnesine gelişi hemen “Ah, Paris Paris” (1992) piyesiyle kayda alınmalıdır. Çünkü bu, artık yazarın drama ile bağlı kalem tecrübesi değil, yazarın dramaya olan iddiasının gerçekliğidir.
Elçin’in tiyatroya gelişi ise yazarın 1995’li yılda “Ben Senin Dayınım” komedisinin Azerbaycan Devlet Rus Dram Tiyatrosundaki sahne boyutunun prömiyeri ile tarihe geçer.
Ve bundan sonra Elçin’in piyeslerinin önü bir bir açılıp Azerbaycan tiyatrolarının sahnesine konar oradan da büyük bir inanç duygusuyla duvarları aşıp Avrupa sahnelerine gider, dünyaya yayılır ve yayılmaktadır.
Bu yüzden de ben Elçin’in dram sanatçılığının, tiyatro faaliyetinin güzelliğini, büyüklüğünü, miktarını özel olarak vurgulamak amaçlı deniyor ki “AÇIN PERDEYİ: ELÇİN GELİYOR!” Tamamen haklıyım…

II.BÖLÜM ROMANCI YÖNÜYLE ELÇİN

USTA BİR ROMANCININ TARİH YORUMU: KAFA ROMANI
Prof. Dr. Bilge Ercilasun
21. yüzyılda Modern Türk edebiyatı oldukça gelişmiştir ve pek çok türde orijinal eserler vermektedir. Türk edebiyatının en çok eser verdiği türün roman olduğu görülüyor. Roman, bütün dünyada 19. yüzyıldan itibaren en çok örnek veren, toplum tarafından en çok ilgi gören bir edebî türdür. Teknolojinin ilerlemesiyle, bu tür daha da yaygınlaşmış ve kolay ulaşılır bir hâle gelmiştir. Roman, bütün toplumun çeşitli meselelerini, duygu ve düşünce dünyasını, ferdî ve sosyal problemlerini ifade edebilen çok yönlü kompleks bir türdür. Eğlendirme ve eğitme amaçlarını da taşıyan roman, insanların en çok okuduğu, ihtiyaç duyduğu bir tür hâline gelmiştir. İnsanlar romanlarda kendilerini bulmakta, pek çok konunun kendilerine tanıdık geldiğini görerek daha çok okumaya heves etmektedirler.
Batı dünyasında roman 18. yüzyıldan itibaren gelişmeye ve pek çok örnek vermeye başlamıştır. 20. yüzyılda Türk dünyasında da aynı gelişme olmuştur. Artık geniş bir coğrafyaya yayılan çeşitli Türk topluluklarında da değişik ve orijinal romanlar yazılmaktadır. Zengin bir geçmişe sahip bulunan Azerbaycan edebiyatı bu konuda başta gelen örneklerden biridir. Azerbaycan edebiyatının Anar ve Elçin gibi büyük ve usta romancıları bulunmakta ve ilgi çekici ve zengin muhtevalı, modern ve orijinal eserler vermektedirler.
Bu yazıda Elçin Efendiyev’in son romanı olan Kafa üzerinde durmak istiyoruz. Eserde ele alınan tarihî konuları ve yazarın tarihe bakışını, olayları sorgulayışını ve yönelttiği eleştirileri, bakışı ve eleştirileri ile aslında neyi anlatmak istediğini ortaya koymaya çalışacağız.[14 - Kafa, Elçin, Türkiye İş Bankası, İstanbul 2018, 278 sayfa. Alıntılar bu baskıdandır.]
Tarih 6 Şubat 1806’dır. Hüseyin Kulu Han Bakû’da Danışma Meclisi toplamış, konuşulanları dinlemektedir. Canı çok sıkkındır, ağzını bıçak açmaz. Pek fazla seçenekleri yoktur. Rus ordusu Bakû’nun surlarına dayanmıştır. Hüseyin Kulu Han daha önceki yılları hatırlar. Kaçar Hanı Ağa Muhammet Şah Kaçar, Bakû’nun bütün varlığını alıp gitmiş, Bakû’nun hazinesi tamtakır kalmıştır. Mütercim Şerif Bey, Rusların aydınlanma çağını yaşadıklarını, onların ilminden faydalanabileceklerini, bunun için de Rus tebaası olmayı kabul etmek gerektiğini söylemektedir. Şerif Bey konuşurken Mahmut onu uşaklıkla suçlar. Son sözü Hüseyin Kulu Han söyler ve teslim olmaktan başka bir çareleri olmadığını belirtir.
Rus ordusu ilerlemekte ve Azerbaycan hanlıklarını birer birer yutmaktadır. Buna karşı yapılacak bir şey yoktur. Çünkü Rus ordusu modern ve düzenlidir ve iyi yönetilmektedir.
Knez Sisianov ordusuyla beraber yürümektedir. Bakû’ya girmek üzeredir. Yanında Hüseyin Kulu Han vardır. Fakat bir anda beklenmedik bir olay olur. Knez Sisianov’la Yarbay Emir Subayı Elizbar Elistov, şehrin anahtarını Şerif Beyin elinden almak üzere iken iki kurşun sesi işitilir. Sisianov’la Elistov yere düşerler ve ölürler. Kurşunlar Mahmut Bey’in süvarileri tarafından atılmıştır.
8 Şubat’ta danışma meclisi Bakû’da olağanüstü toplanır. Hüseyin Kulu Han Mahmut’a bağırır, o da cevap verir. Şerif Bey ortada yoktur. Şimdi ne yapacaklardır? Hüseyin Kulu Hanın bu sorusuna Molla Muzaffer Ağa cevap verir ve Kaçarlarla iyi ilişkiler kurmalıyız, der. Hediye olarak da Feth Ali Şaha Sisianov’un kellesini göndermeyi teklif eder.
Bir heyet hazırlanır ve Tahran’a doğru yola çıkar. Heyette Molla Muzaffer Ağa, Mahmut Bey ve süvarileri, Lal Gaffar Oğlu bulunmaktadır. Yol uzundur, bu yüzden kafanın mumyalanması gerekmektedir. Hacı Muhtar Beye uğrarlar ve Tabip Selahattin vasıtasıyla bu işi hallederler.
Güzergâhları üzerinde genç Veliaht Abbas Mirza da vardır. Kafayı Feth Ali Şaha teslim etmeden önce Abbas Mirza’ya da göstermek istemişlerdir. Fakat Abbas Mirza, onların yollarına devam etmelerine izin vermez. Kafayı teslim alır ve kendi adamlarıyla Tahran’a, Feth Ali Şaha gönderir.
Abdurrahman Ağa’nın ve Kurt Kerim’in öncülüğünde bir heyet, kafayı Tahran’a ulaştırmışlar ve Feth Ali Şaha teslim etmişlerdir. Feth Ali Şah bu yapılanın son derece tehlikeli olduğunu düşünür. Bunun bir faydası olmayacağından emindir. Ruslar Kafkasya’daki ordularını çekmeyeceklerdir.
Sisianov’un başsız bedeni 27 Kasım 1911’de Bakû Kalesi’nden çıkartılarak Tiflis’e götürülür ve törenle gömülür. Kafa yoktur ve nerede olduğu da bilinmemektedir.
***
Romanın genel olarak tahliline geçmeden önce bazı karakterleri tanıtmak ve üzerinde durmak gerekmektedir. Çünkü bunlar, olayların içinde aktif olarak yer alan ve olaylara yön veren işlevsel karakterlerdir. Romanda yalnızca birer kişilik olarak değil, olayların gidişinde de önemli derecede rolleri bulunan karakterler olarak yer almışlardır.
Hüseyin Kulu Han: Bakû Hanıdır. Oynak karakterli, güvenilmez bir adam olduğu belirtilir. Güçlü bir karaktere sahip olmadığı, korkak mizaçlı olduğu söylenir. Kimseyi dinlemeyen, kendi başına hareket eden, sabırsız bir yaradılıştadır. Buhranlı zamanlarda sorumluluktan kaçma isteği ağır basar. Olayları kaldıracak ve taşıyacak güçte olmadığı anlaşılıyor. Şiirlere merakı vardır. Hafızası kuvvetlidir. Pek çok şiir bilir ve ezberden söyler. Problemli zamanlarda şiir tutkusu depreşir. Böyle zamanlarda şiiri bir kaçış olarak gördüğü, içinde bulunduğu buhranlı anlardan kaçmak istediği, sorumluluk duygusundan kurtulmayı düşündüğü anlaşılıyor. Böyle anlarda çözüm üretmek yerine şiire sığındığı görülüyor. Şiir, onun için bir kaçış duygusunu ve arzusunu ifade ediyor. Hüseyin Kulu Hanın bu tutkusu romanda şöyle anlatılıyor:

“Yine aniden, inanılmaz bir şey oldu, hayatının en zorlu ve gergin o anlarında Hüseyin Kulu Hanın içinde bir şiir yazma tutkusu belirdi, hiçbir zaman şiir yazmayan, bunu aklından bile geçirmeyen, fakat fırsat buldukça şiir okumayı seven ve güçlü hafızasıyla okuduğu şiirlerin çoğunu aklında tutan Hüseyin Kulu Han’a bir vahiy indi sanki. İçinden, Molla Penah’ın şiirine nazire tarzında mısralar geçer oldu. Büsbütün şaşırmış olarak, içine doğan o mısraları yüksek sesle söylememek için kendini zor tuttu.”[15 - Elçin, Kafa, Türkiye İş Bankası Yayınları, İstanbul 2018, s. 41.]
Mahmut Bey: Mahmut, 30 yaşlarındadır, Hüseyin Kulu Hanın yeğenidir. Türkçü ve Turancıdır. Türklerin birbirlerini kırmalarına son derece üzülmekte ve bu duruma mani olmaya çalışmaktadır. Mahmut şöyle tanıtılıyor:

“Otuzuna gelmiş olan ömrünü Türklerin tarihini öğrenmeye ve bu tarihten ders çıkarmaya harcamış, tüm varlığını bu dersin gereğini yapmak üzere çalışmaya adamıştı. Abşeron halkı yediden yetmişe, Hüseyin Kulu Hanın, yiğitliği, mertliği, iyi günde kötü günde herkesin yardımına yetişmesiyle nam salmış olan yeğenini kendinden sonra hanlık tahtına çıkaracağı konusunda emindi. Buna rağmen Mahmut Bey hiçbir zaman tahta geçmenin hayalini kurmamış, hatta hanlığın geleceğini düşünmemişti bile. Çünkü Mahmut Bey’in gözünde yeryüzündeki tüm Türklerin ve öncelikle aralarında düşmanlığın son bulmadığı, irili ufaklı savaşların bir türlü dinmediği Osmanlılarla Kaçarların birleşerek ortak bir Türk devleti kurmasından daha kutsal bir amaç olamazdı.”[16 - Elçin, Kafa, s. 75-76.]
Mahmut Bey bu bakışla Türk tarihini gözden geçirir. Burada tarih boyunca birbirleriyle çarpışan Türk beylikleri, hanlıkları ve devletleri sayılır. Osmanlılarla Şah İsmail, Osmanlılarla Uzun Hasan Karamanoğlu, Timur’la Yıldırım esefle hatırlanıyor. Romanda Mahmut vasıtasıyla tarihin muhasebesi yapılmakta, Türklerin birbirleriyle birlik olmak yerine çekiştikleri, savaştıkları söylenmekte ve yapılan savaşlar ve mücadeleler hatırlanmaktadır.
Mahmut’un bu düşünceleri herkes tarafından bilinmektedir. Mahmut, herkeste saygı ve sevgi uyandıran bir karaktere sahiptir. Hüseyin Kulu Han yeğenini çok sever, ancak onu fazla atak ve sabırsız bulmaktadır. Fakat Mahmut Bey’i hazin bir son beklemektedir. Romanda Sibirya’ya sürüldüğü ve aklını kaybettiği belirtiliyor.
Molla Muzaffer Ağa: Molla Muzaffer Ağa yaşlı bir adamdır. Çok dindardır. Ölmüş bir adamın kafasını kestirmek konusunda yaptığı tekliften dolayı günaha girdiğine, Allah’a karşı geldiğine inanır. Devamlı azap çeker ve Allah’ın kendisini bağışlaması için yalvarır. Fakat başka bir çare olmadığının da farkındadır. Romanda onun iç dünyasına yer verilmiş, duyguları tahlil edilmiş, yol boyunca yaptığı iç muhasebeler anlatılmıştır.
Hacı Muhtar Bey: Çok zengin bir adamdır. Uçsuz bucaksız arazileri ve halı atölyeleri vardır. Buralarda hayvan yetiştirmekte ve atölyelerinde halı dokutmaktadır. Hacı Muhtar halıları çok ünlüdür. Hacı Muhtar, Mahmut’un çocukluğunu bilir ve onu sever. Romanda Mahmut’un onun elinde büyüdüğünü ifade eden satırlara rastlanıyor. Gençliğinde pek çok kan döktüğü, acımasız bir adam olduğu belirtiliyor.
Hacı Muhtar Bey odasına çekilmiş ve düşüncelere dalmıştır. İki dev arasında kalmışlardır. Bunlar Rusya ve Kaçar hanedanıdır. Şirvan Hanlığı da diğer hanlıklar gibi elbet bir gün yutulacaktır. Şirvan hanlığının başına kendisi gibi güçlü birinin geçmesi iyi olur. Kendisi bu güce ve nüfuza sahiptir. Mugam ovasında Nadir gibi bir kurultay toplamayı (kendisini seçeceklerinden emindir), Şirvan Hanı olmayı, kafayı da Ruslara göndermeyi (bunun için gelen grubu uykularında öldürtmesi lazımdır) hayal eder. Artık Doğu bitmiş, Batı yükselmektedir, ilim ve fen Batıdadır. Hacı Muhtar Bey hanlığın başına geçse, Rusya vasıtasıyla Batının gelişmişliğinden halkını faydalandırsa, dokuttuğu halılarını yine Rusya üzerinden bütün dünyaya pazarlasa (Hacı Muhtar Bey, kafanın verileceği Feth Ali Şahın da pek bir yardımı ve desteği olamayacağını düşünmektedir)… Sonra bu düşüncelerinden utanan Hacı Muhtar atına atlar ve gider. Ancak onlar gittikten sonra çok geç vakit eve döner. O arada Mahmut Bey ve ekibi hava karardıktan sonra daha fazla bekleyememiş ve yola çıkmışlardır.
Abbas Mirza: Feth Ali Şahın oğludur. Veliaht Abbas Mirza romanda kadınlara düşkün bir adam olarak tanıtılıyor. İnsanlara olan davranışlarına bakılırsa onun da oldukça zalim biri olduğu anlaşılmaktadır. Bakû’dan gelen heyete kötü muamele etmesi ve katı davranması bunu göstermektedir.
Abdurrahman Ağa: Abdurrahman Ağa, “Feth Ali Şahın sarayında vezir düzeyinde bir makam sahibidir.” Feth Ali Şahın ve Abbas Mirza’nın üzerinde hatırı sayılır bir etkiye sahiptir. Saraydaki fitne ve tuzakların tanığıdır ama bunlara katılmaz. “Her şeyi gören keskin gözleri, her şeyi duyan keskin kulakları” vardır. Abdurrahman Ağa’nın, çok küçük yaşlarda Nadir Şah tarafından (tahta çıkamasın diye) hadım ettirildiği belirtilir. Bu yüzden hep eksik kalmış, eksik yaşamış, hep içinde nedeni belirsiz bir acı hissetmiştir. Romanda Abdurrahman Ağa’nın bu duyguları da tahlil ediliyor.[17 - Elçin, Kafa, s. 167.]
Molla Penah: Azerbaycan edebiyatının güçlü ve tanınmış şairlerindendir. Vakıf mahlasıyla şiirler yazmaktadır. “Muktedir bir şair olduğu kadar akıllı ve kurnaz bir devlet adamıdır.” Ağa Muhammet Şah Kaçar’ın veziri iken onun hışmına uğramış, hakkında idam fermanı çıkarılmıştır. Fakat o sabah Ağa Muhammet Şah katledilir. Suikasti düzenleyenler arasında Molla Penah’ın da bulunduğu söylenir.[18 - Elçin, Kafa, s. 10-11.]
İbrahim Halil Han: Karabağ Hanıdır ve “deneyimli ve Kafkasyalı yöneticilerin tamamı gibi kurnaz biri” olduğu, “keyif ve eğlence meclislerine düşkün” olmadığı, “gerçek bir devlet adamı” olduğu belirtilir. Kaçarlardan korktuğu için kızını Feth Ali Hanla evlendirmiştir.[19 - Elçin, Kafa, s. 239.] Romanın sonunda Binbaşı Lisaneviç tarafından kendisinin ve bütün ailesinin katledildiği anlatılıyor.
Feth Ali Şah: Kaçar Hanedanının başına geçen devlet adamıdır. Romanda kendisinden Baba Han diye de bahsediliyor. Ağa Muhammet Şah Kaçar’ın yeğenidir. Rusya’ya karşı İngiltere ile anlaşma yaptığı, fakat bunun da bir işe yaramadığı belirtiliyor. Azerbaycan hanlıklarının birer birer Rusya’nın eline geçmesi onu çok düşündürmekte ve buna karşı çareler aramaktadır.
Ağabegüm Ağa: Karabağ Hanı İbrahim Halil Hanın kızıdır. Babası hanlığını kurtarmak için onu 1801 yılında Tahran’a gelin göndermiştir. Feth Ali Şahın baş kadın efendisidir. İyi bir şairdir. Romanda onun yetenekleri şöyle anlatılıyor:

“Kuran-ı Kerim’i baştan sona ezbere bilen, Azerice dışında Farsça da şiirler yazan -nitekim kendisi İbrahim Halil Han’ın veziri, meşhur şair ve devlet adamı rahmetli Molla Penah Vakıf’tan ders almıştır- bunun dışında Arapçayı, Fransızcayı ve Rusçayı da çok iyi derecede öğrenmiş olan Ağabeyim Ağa Rusya’nın ve Avrupa’nın imparatoriçeleri; Napolyon’un zevcesi Josephine ve Aleksandr’ın zevcesi Elizaveta’yla mektuplaşıyordu. Nitekim İmparatoriçe Elizaveta St. Petersburg’dan yolladığı mektuplardan birinde Ağabeyim Ağa’ya şunu yazmıştı: -Siz kendi zekânızla Şah’ın talih yıldızı oldunuz.”[20 - Elçin, Kafa, s. 262-263.]
Ağa Muhammet Şah Kaçar: Nadir Şahtan sonra devletin başına geçen ve Kaçar hanedanını kuran adamdır. Zalim ve acımasız, kötü ruhlu bir insan olarak tasvir ediliyor. Şuşa Kalesini alamayınca Tiflis’e yönelmiş ve orayı işgal etmiştir. “Yaptığı vahşetin korkusu halen Tiflis halkının aklından çıkmış değildir.” 1797’de- Şuşa Kalesini almış, fakat gece uykusunda orada suikaste uğramıştır. Romanda da korkunç bir adam olarak tasvir ediliyor: “Mavi gözleri pırıl pırıl yanıyordu ve mavi gözlerin derinlerinden kıvılcımlar saçılmaktaydı, parlak yüzünü de müthiş bir intikam hırsı sarmıştı.”[21 - Elçin, Kafa, s. 10.]
Nadir Şah: Büyük bir imparatorluk kurduğu fakat çok merhametsiz olduğu, çok zulüm yaptığı söylenir. 19 Haziran 1747 tarihinde suikasta uğramıştır. Öldürüldükten sonra imparatorluğu parçalanmış, küçük küçük hanlıklara bölünmüştür.
Lazarev: Tiflis Polis Şefi Tümgeneral Petroviç Lazarev, Kazan’a iltica eden Polonyalı bir asilzade ailesine mensuptur. 1799 yılında Güney Kafkasya’da görevlendirilmiş ve Tiflis’e yerleşmiştir. Gürcü prenslerin aralarındaki çekişmeleri önlemek amacıyla onları etkisiz hâle getirmek için Rusya’ya göndermeye çalışmıştır. 17 Nisan 1803 yılında öldürülmüştür.
Yüzbaşı Suharyov: Gerçek bir Rus olan Suharyov, Rus politikasına eleştirel bir bakış yöneltiyor. Rusya’nın gerçek Rus kanından gelenlere, safkan Rus olanlara ilgi göstermediğini düşünmektedir. İşte bunun için kendisi otuz yıldır yüzbaşılık rütbesinden öteye gidememiştir. Yabancı asıllılar daima en üst mevkilere getirilmektedirler. Buna dair bir yığın örnek ve isim aklından geçer. Bunlardan biri de Gürcü asıllı General Sisianov’dur. Suharyov, “Avrupa’nın geliştiğinin, bilim, kültür ve silah açısından Rusya’nın önüne geçtiğinin” farkındadır ve buna dair önlemler alınması gerektiği düşüncesindedir.[22 - Elçin, Kafa, s. 177.]
Sisianov: General Sisianov Gürcü bir aileden gelmektedir. Çocukluğu Tiflis’te geçmiştir. Sonra ailesiyle beraber Moskova’ya göç etmişlerdir. Kendisine çok tesir eden insanlardan biri olan dedesinin yakın dostu Babua Arçil’i her vesile ile anmaktadır. Yaptıklarının onun tarafından beğenildiğini, bu şekilde ona layık olduğunu düşünmektedir.
Sisianov’un hatırladığı olaylardan biri 10 Ocak 1775 tarihinde Moskova’da Yemelyen Pugaçev’in idam edilmesidir. Bu, Sisianov’a çok tesir eden olaylardan biri olmuştur. Romanda o gün yaşananlar çok canlı ve etkileyici bir biçimde anlatılmaktadır. Üzerinden otuz yıl geçmiştir. Sisianov henüz o zamanlar genç bir subaydır. Bir hainin cezalandırıldığını düşünmektedir.
Sisianov’un hatırladığı olaylar arasında Bakû’ya yürümeden hemen önce gördüğü bir rüya da vardır. Uykusuz geçirdiği bir gecede gördüğü bir rüyada Sisianov’un karnına bir hançer saplanmış, o da hemen uyanmıştır. Bu rüya onu çok etkilemiş, Sisianov bu etkiden kurtulamamıştır. Sık sık bu rüyayı düşünmektedir.
Sisianov’un katıldığı muharebeler yine onun anlatımıyla romanda yer alıyor. 1804 Mayısında Knez Sisianov, 20.000 kişilik ordusuyla İrevan Hanlığına saldırmış, kalenin kuşatması üç ay sürmüş, fakat kaleyi alamamıştır. 2 Aralık 1805 tarihinde yapılan Austerlitz savaşı ve Rusya’nın bu savaşta yenilmesi de Sisianov’u etkileyen muharebelerden biridir. Sisianov, Napolyon’un Rusya’ya tekrar saldıracağını düşünmektedir.
Sisianov’un hayatı savaş meydanlarında ve orduda geçmiş, bu arada birtakım duygusal beraberlikler yaşamışsa da bir aile kuramamıştır. Bunlar arasında unutamadığı bir kadın vardır. Bu, daha sonra Lafoncen’le evlenen Natalya’dır. Sisianov, onun kendisine yazdığı mektupları hatırlar. Sisianov bir mektubunda Gence Hanı Cevat Hanla yaptığı muharebeyi ve onu nasıl yendiğini anlatıyor. Sisianov, bu savaş sonunda Gence’yi Rusya’ya bağlamıştır. Sisianov’un hatırladığı savaş sahnelerinden biri de İzmail kalesi için Osmanlılarla vuruşmasıdır. Pis Türkleri yok edelim, diyerek Hasan Paşa’yı yenmişlerdir. Kaleye Rus bayrağını asan da kendisidir.[23 - Elçin, Kafa, s. 175.] Romanda yine onun vasıtasıyla, Bakû’nun son yüzyıllarda Osmanlılar ile Safeviler arasında nasıl el değiştirdiği anlatılır. Rusya birkaç kere Bakû’yu ele geçirmeyi başarmış ama her defasında da terk etmek zorunda kalmıştır. Sisianov Bakû’yu almak konusunda nasıl büyük bir gayret gösterdiğini ayrıntılarıyla anlatmaktadır.
Romanın kuruluşu enteresandır. Romanın çerçeve kahramanı General Sisianov’dur (Tam adı Pavel Dmitriyeviç Tsitsianov’dur). Romanın başında Sisianov, Bakû hanlığını teslim almak üzere Bakû kalesine gittiğinde atılan kurşunlarla öldürülüyor. Sisianov’un ruhu, bedeninden ayrılıyor ve roman boyunca cereyan eden olaylar, Sisianov’un bakışıyla anlatılıyor. Bu arada Sisianov, öldükten sonra hayatının önemli olaylarını hatırlar ve onları anlatır, diğer taraftan kendi kafasının kesildiğini ve Tahran’a götürülüşünü izler.
Roman zamansız ve mekânsız bir yerin tasviriyle başlıyor. Bu, sanki düşünce dünyasında, zihinde yaratılmış ütopik ve fantastik bir görüntüdür. Bu tasvir insanda, ruhun boşlukta gezinmesi veya insanın rüyada gezinmesi gibi bir duygu yaratıyor. Kesik başı uzaktan seyreden bir ruhun hatırlamaları ile roman başlar.
Bu ruhun başlangıçta hafızası yoktur, hiçbir şey hatırlayamaz. Fakat bir müddet sonra hafızası yavaş yavaş yerine gelir. Ve hafızası yerine geldikçe görünen mekândaki sahneler birbirini takip eder. “Hafızasında yeşermeye başlayan ve hafızasının dışında kalan, kendisinin doğrudan doğruya tanık olmadığı, fakat bir vesileyle görünen ve hemencecik de tanıdığı (Kim, ne, neresi, geçmiş mi yoksa gelecek mi?) sahneler de bunlarat” karışmıştır. “O, görünen mekândaki tüm bu sahneleri görmek” istemez, “ne var ki yerine gelen hafızası şeffaf ve yerçekimsiz varlığının neyi isteyip neyi istemediğine bağlı” değildir.[24 - Elçin, Kafa, s. 20.]
Romanda Sisianov’un ruhu, iç dünyası çok tesirli bir şekilde verilmektedir. Bakû’ya girerken taşıdığı gurur, büyüklenişi, ilerisi için yaptığı planlar çok canlı anlatılıyor. Fakat aniden kendisine ateş edilmiş ve Sisianov hayatını kaybetmiştir. O andan itibaren ruhu bedeninden ayrılmış, bedeni uzaktan seyretmeye başlamıştır. Olayları görmekte ama artık müdahale edememektedir.
Romanın bundan sonraki kısmı, Sisianov’un hatırladıklarına göre düzenlenmiştir. Sisianov’un hayatı gözünün önünden geçer ve kendisine tesir eden hadiseler hatırlanır ve anlatılır.
Sisianov’a tesir eden şeylerden biri de kesilen kafalardır. Pugaçev’in idamının giyotinle yapılması ve Pugaçev’in kafasının kesilmesi onu düşündürmüştür. Bir de çocukluğunda gördüğü iki kesik kafanın etkisinden kurtulamamaktadır. Onları daima hatırlar ve onların gözlerini üzerinde hisseder. O iki kesik kafanın alkollü kavanozlar içindeki duruşlarını ve birbirine baktıklarını unutamaz.
Sisianov’un ruhu roman boyunca kafilenin peşindedir. Kendi kafasının bir heyet tarafından Tahran’a götürülüşünü sessizce izler. Böyle bir şeye rızası yoktur ama artık onun neyi isteyip neyi istemediği hiçbir şeyi etkilememektedir. O “şeffaf ve yerçekimsiz varlık” olarak tanımlanır. Bu varlık yeryüzünde olanlara, dünyada olup bitenlere karışamaz ve engel olacak güçte değildir. Dünya “görünen mekân” diye isimlendirilmiştir. Sisianov, içinde bulunduğu ortamla dünyadaki mekânı karşılaştırır ve birbirlerinden çok farklı olduğunu düşünür. İçinde bulunduğu yerde, dünyadaki ölçülerin ve kavramların hiçbir manası bulunmamaktadır. Bu ayrılık ve farklılık şöyle tasvir ediliyor:

“Zavallı ve cahil insan, çok ne demek, büyük ne demek biliyor musun?
Görünen mekânda bu çokluğu karşılayacak bir rakam ya da sözcük yoktu ve asla da olmayacaktı.
O’nun şeffaf ve yerçekimsiz varlığından geçen tüm düşüncelerde tam bir kesinlik vardı.
A sersem ihtiyar molla, böylesi çokluğa kıyasla, görünen mekân, Abşeron kumsalındaki bir kum taneciğinin sonsuz rakamlara bölünmüş olan parçacığından daha küçüktür.
Fakat kendisi böyle bir bilgiyi nereden edindi?
Bunca büyüklük ve bunca küçüklük ne anlama geliyor?
Bu ne zaman açıklık kazanacak?
Lakin bu şeffaflık ve yerçekimsizlikte zaman da yok…”[25 - Elçin, Kafa, s. 80.]
Bu anlatımda azlık çokluk, büyüklük küçüklük, mekân zaman gibi kavramların yalnızca bu dünyaya ait olduğu, öldükten sonra hiçbir anlam ifade etmediği anlatılıyor.
Sisianov’un hatırlamaları devam eder. Bu arada savaş alanlarının çok etkili ve canlı tasvirleri yapılıyor. Sisianov görünen mekânda ne çok vatan var ve bunları savunmak ve bunlara sahip olmak uğruna ne çok savaş yapılıyor ve ne çok kan dökülüyor, diye düşünür.[26 - Elçin, Kafa, s. 163.] Fakat bütün bunlar kendisi için artık anlamsızdır, bunlara müdahale etmek imkânı da bulunmamaktadır. Ayrıca içinde böyle bir istek de duymamaktadır. Şimdi tek istediği, buralardan kaçmaktır. Onun bu arzusu şöyle anlatılıyor:

“Varlığını tamamen sarmış olan duygu, uçup gitmekti, ne var ki görünen mekândaki geçmişe, şimdiye ve geleceğe ait olaylardan kopamıyor, uçup gidemiyordu. Görünen mekân O’nu bırakmıyordu sanki…
Şeffaf ve yerçekimsiz varlığı, görünen mekândan uzak bir sahaya, tertemiz bir kubbeye uçmayı istiyordu ve o kubbenin tertemiz olduğu konusunda şeffaf ve yerçekimsiz varlığında kuşku yoktu. Yalnız duygulardan müteşekkil varlığı, böyle bir sahanın, böyle bir kubbenin varlığını, uçarak bu kubbeye yükselmesi gerektiğini söylüyordu. Yükselecekti elbette, ama bir türlü yükselemiyordu…”[27 - Elçin, Kafa, s. 163-164.]
Romanın sonunda çok canlı ve tesirli bir tabiat tasviri yapılıyor. Artık ilkbahar gelmiş, tüm varlıklar uyanmıştır. Kelebeğin kozasından çıkışı ve uçmaya başlamadan evvel bülbülün onu yutuşu lirik bir şekilde anlatılıyor. Tabiatın acımasız kanunu böylece hükmünü icra etmektedir. Sisianov’un havada uçan ruhu, yani “şeffaf ve yerçekimsiz varlığı”, bütün bunları seyreder. Ama artık bu mekânda kalması mümkün değildir, uçar gider. Bu uçup gitme, tam da bülbülün kelebeği yuttuğu anda gerçekleşmiştir. Böylece yazar tabiatın kanunu ve devamlılığı konusunda bir uyum ve düzen, bir bütünlük olduğunu hatırlatmak istemiştir:

“Yine aynı anda, görünen mekân hızla uzaklaşmaya başladı, uzaklaşarak kayboldu ve O, aslında görünen mekânın uzaklaşmadığını, şeffaf ve yerçekimsiz varlığının, kendisini baştan beri çeken güce doğru yükselmekte olduğunu sonradan anladı. Görünen mekân artık kendisini tutamadı, artık uçuşuna engel olamadı ve O, uçtu gitti…”[28 - Elçin, Kafa, s. 269.]
Romanın özelliklerinden biri, ölüm ve hayat olgularına bakışa, felsefi boyut kazandırılmasıdır. Bu felsefî bakış ve düşünüş, Sisianov’un “şeffaf ve yerçekimsiz varlık” diye tasvir edilen ruhu vasıtasıyla yapılmaktadır. Hayatta da, görünen mekânda da tek gerçek ölümdür ve insan bütün hayatı boyunca sadece ölüme ulaşmak için didinmekte, ölüme doğru koşmaktadır. Onun dışında her şey boş ve anlamsızdır.

“Şeffaf ve yerçekimsiz varlığında, insanoğlunun, görünen mekânda doğduğu andan başlayarak anlamadan ve bilmeden, bilinçaltında yalnızca ölüme ulaşmaya çalıştığına, çünkü insanoğlunu görünen mekândaki boşluktan, birbirini takip eden anılardaki ve sahnelerdeki anlamsız çekişmelerden, anlamsız tutku ve isteklerden, anlamsız mutluluklardan ve yine mutsuzluklardan, anlamsız neşelerden ve acılardan bir tek ölümün kurtarabileceğine dair bir duygu vardı.
Fakat görünen mekân böylesine bir anlamsızlıktan ibaretse, kendisinin orada ne işi vardı ve şimdi de bu yerde (bu yer nereyse artık) böylesine şeffaflık ve yerçekimsizlik dinginliği içinde bulunmasının nedeni neydi?
O, neden hem yok, hem de vardı?
Şeffaf ve yerçekimsiz varlığı, birbirini takip eden anılardaki, manzaralardaki insanları da günün birinde böylesi bir şeffaflık ve yerçekimsizliğin beklediğine emindi.
Fakat bunun anlamı nedir?
Neden önce oradaydı ve neden şimdi burada (burası neresiyse artık)?”[29 - Elçin, Kafa, s. 109-110.]
Yukarıdaki metinde yokluk ve varlık meselesinin de tartışıldığı görülüyor. Bir şeyin aynı zamanda hem yok hem de var olması mümkün değildir. Ama bu imkânsız görünen şey, Sisianov’un ruhu vasıtasıyla gerçekleşmiş bulunuyor. İşte bu anda o “hem yok hem de vardır.” Fakat artık bu durumun anlamını kavrayacak durumda değildir.
Sisianov artık hiçbir şey hissetmez. Tamamen bilinmezlik içindedir. Hiçbir şeyin anlamı kalmamıştır. Ama bu anlamsızlık arasında yine de “niçin” diye düşündüğü bazı şeylerin varlığını hissetmiştir.

“Hiçbir şey hissetmiyordu. Ne ağrı, ne açlık, ne susuzluk, ne acı, ne huzursuzluk.
Bu durum şeffaflığını ve yerçekimsizliğini daha dingin, daha özgür kılıyordu sanki.
Bir tek, gitgide şaşkınlığa dönüşen bir ilgi ve aynı şaşkınlıkla beraber giderek artan hüzün aynı dinginlik ve özgürlüğe asla uymuyordu. Şimdi büsbütün uyanmış olan hafızasından geçen her şeyde, görünen mekândaki tüm anılarında bu şaşkınlık ve hüzün bir anlamsızlığa dönüşüyor, O’nu niçin’in bilinmezliğine çekiyordu”[30 - Elçin, Kafa, s. 142.]
Romanda anlatılan diğer siyasi ve tarihi olaylar şunlardır: Nadir Şah 1747’de öldürüldükten sonra ülke hanlıklara bölünmüştür. Karışıklık ve çatışma uzun süre devam eder. 1789’da Ağa Muhammet Şah Kaçar devletin başına geçer ve Kaçar hanedanını kurar. Ama bölgedeki karışıklık ve çatışmalar devam eder. Bakû, Gence, Karabağ, Guba, Şirvan, Lenkeran, Şeki hanlıkları ortaya çıkmıştır. Ayrıca Gürcistan’da da karışıklıklar vardır ve Gürcü prensleri taht kavgalarına devam etmektedirler. Sisianov Gürcistan’ın tamamını zapt etmiş, ayrıca Gence, Karabağ gibi Azerbaycan hanlıklarını da ele geçirmiştir. Kuzey Azerbaycan’da kurulan bu hanlıklar, Ağa Muhammet Şah Kaçar’dan korkuları yüzünden Rusya’dan medet umar hâle gelmişlerdir. “Kuzey Azerbaycan’ı sarmış olan Ağa Muhammet Şah Kaçar korkusu yüzünden o yıllarda en beceriksiz ve acemi Rus generaller bile çoğu zaman hiç kan akıtmadan küçük yerel zaferler” kazanmakta, “bu küçük zaferler büyütülerek Majestelerine birer kahramanlık örneği olarak” sunulmakta “ve bunlar sayesinde büyük mevkiler elde” edilmektedir.[31 - Elçin, Kafa, s. 24.]
Bu olaylar Sisianov’dan başka Hacı Muhtar Bey, Hüseyin Kulu Han, Mahmut Bey vasıtasıyla da anlatılıyor. Romanda Hüseyin Kulu Hanın düşünceleri vasıtasıyla siyasi durum ve içinde bulundukları çıkmaz verilmektedir. Han yıllardır Rusya ile Kaçarlar arasında bir seçim yapmaya zorlanmış ve bu baskılar arasında bunalmıştır. Hafızası birkaç yıl öncesine gider: Ağa Muhammet Şah Kaçar, hanedanını kurunca bütün Kuzeydeki Azerbaycan hanlıklarının da güneydekiler gibi kendi emrine girmesini istemiştir. Hüseyin Kulu Han onu oyalayarak zaman kazanmak ister. Fakat gaddar ve çok akıllı olan Muhammet Şah Şamahı’yı zapt ederek yağmalar. “Bakü’den de o kadar yüklü bir tazminat, para, altın ve mücevher aldı ki hanlığın top atsan yıkılmayacak olan hazinesi tamtakır kaldı.”[32 - Elçin, Kafa, s. 8.]
Romanda devrin havasını verebilmek için bazı küçük ve önemsiz olaylardan da bahsedildiği görülüyor. Bunlar o devrin halkını, o yıllarda hâkim olan ortamı hissettirmek için anlatılmış olaylar gibi görünüyor. Bunlardan birinde Cafer adlı birinden bahsediliyor. At hırsızlığı yapan Cafer, çaldığı atları satarak geçimini temin etmektedir. Rus ordusu geldikten sonra da işine devam eder. Yakalanmamak için hep uzak yerlere gitmeyi tercih eden Cafer bir gün Ruslara yakalanır. İyice bağlanarak uyuz bir eşeğe bindirilir. Köyüne yaklaştığı bir sırada Cafer debelenir ve eşekle beraber uçuruma yuvarlanarak hayatını kaybeder. Bir diğeri Harami Ovasında yaşayan Sarı Çoban’dır. Sarı Çoban’ın kızını Abbas Mirza almıştır. Sarı Çoban’ın daha sonra sık sık ovada melekle karşılaşması anlatılır (Burada Tepegöz hikâyesini hatırlatan bir başlangıç bulunuyor ama yazar bu hikâyeyi burada bırakmış, devam ettirmemiştir).
Kafa İmajı: Burada kafa kelimesinin yarattığı anlamlar üzerinde düşünmek lazımdır. Yazar romanına da bu adı koymuştur. Kafa kelimesinin burada birden fazla anlam taşıdığını düşünebiliriz. Kafa ölümün sembolü olarak, ölümü çağrıştıracak biçimde kullanılmıştır, çünkü aynı zamanda idamı hatırlatmaktadır (Bu yıllarda idamların giyotinle yapıldığını hatırlamak lazımdır). Aslında burada kafa, kelle manasına gelmektedir. Ama bir roman adı olarak kelle kelimesi çok itici olurdu. Burada kafa kelimesi yerinde görünüyor. Ayrıca kafa kelimesinin hem fiziki hem de mecazi bir manası bulunuyor. Romanda “kafa”, gerçek manasıyla kullanılmakla beraber, ona bir imaj anlamı da yüklenmiş olmaktadır.
Romanda ölüm olgusu ile kafanın gövdeden ayrılması konusunun birbirinden farklı olduğu söylenmek istenmiştir. Ölüm bir bakıma normal karşılanabilecek bir olgudur. Özellikle böyle bir tarihî romanda, savaşların ve çatışmaların hâkim olduğu bir olaylar zincirinde ölüm, alışılmış ve sıradan karşılanabilen olağan bir durumdur. Ama öldükten sonra veya ölüm anında kafanın kesilmesi insana bambaşka duygular verebilir ve insanın düşünmesine ve irkilmesine yol açabilir. Kesilen bir kafa daima insanı ürküten ve insana dehşet duyguları veren bir olgu, bir görüntüdür. Romanda idamların olması ve bunların giyotinle yapılması da bu dehşeti artıran bir durum olarak karşımıza çıkıyor.
Romanda Sisianov’un kesik başı, insana dehşet ve korku veren görüntüsünden çok daha derin ve felsefî anlamlar yüklenmiştir. Onu gören her insanın bütün korkuları, düşünceleri, duyguları ve hırsları ortaya dökülüyor. Dünyanın faniliğini, her şeyin geçiciliğini, bütün isteklerin önemsiz ve anlamsız olduğunu düşündürmektedir. Kafayı gören insanın bütün iç dünyası ortaya dökülmekte, hiçbir şeyi gizli kalmamaktadır. Bu bakımdan kafa, insanın beynine tutulmuş bir röntgen makinası görevini taşımaktadır. İnsanlar bu kafanın karşısında kontrollerini kaybetmiş ve çözülmüş bir durumda kalmışlardır. Kafa, onların iç dünyalarındaki kötülükleri ve fırtınaları gösteren, sınırsız ihtiraslarını itiraf ettiren bir obje hâline gelmiştir. Bütün bunlara rağmen bu insanların bu tavırlarından hızla kurtulmuş ve kendi ihtiraslarına kaldıkları yerden devam etmiş olduklarını da görmekteyiz. Kesik kafanın görüntüsünden etkilenmeyen tek kişi Ağabegüm Ağa’dır. O, dehşete kapılmamış, şaşkınlığa uğramamış, ne düşünüyorsa onu söylemiştir.
Sisianov’un kafası karşısında etkilenenlerden biri Abbas Mirza’dır. Herkesi dışarı çıkardıktan sonra çadırda yalnız kalmış, Sisianov’un kesik kafası karşısında düşünmeye başlamıştır. Onun düşünceleri ve yorumları şöyle anlatılıyor.

“Büyük Rusya ülkesinin büyük komutanının kesik kafası aylarca, yıllarca devam eden bu savaşların, bu uykusuz gecelerin, bu iktidar hırslarının, bu toprak kavgalarının, kırda, bayırda, dağda kurulan kamplarda günlerce, hatta aylarca kalmak zorunluluğunun miskinliğini anlatıyordu sanki. Bazı geceler uykuya dalmadan önce kendini babasının tahtında hayal edişi ve bu hayalin sıcaklığı içinde uykuya dalışı şimdi şu kesik kafayla çadırda yalnız kalan Veliaht’in gözünde yeryüzünün en saçma rüyasına dönüştü. Sonrası nedir? Er ya da geç ölüp gideceksin. Senden hiçbir şey kalmayacak geriye. Ne kalacak? Saltanat mı? Dünya yaratıldığı günden beri nice saltanatlar kuruldu, sonra da yok oldu gitti… Az önce çadırdan çıkan şu Bakülü genç, tüm Türklerin bir araya gelerek büyük bir Türk devleti kurmasından bahsediyordu. Türk birliğinden bahseden aptal Bakü beyi! Azerbaycan’ın şu cüce hanlıklarının birbirine neler yaptığını görmüyor musun? Ağa Muhammet Şah gibi bir fatih tüm Azerbaycan hanlıklarını birleştirmek için çalıştı da ne oldu, Şuşa’da kendisini öldürenler kimlerdi? Şimdi senin gibi hastalıklı bir cahil muhayyilesinde Türk devleti kuruyor! Senin Türkçülüğün kadın düşkünlüğü, şarap düşkünlüğü, kuşbazlık gibi bir bağımlılık a sersem!
Abbas Mirza’nın kesik kafayla yalnız kaldığı o anlarda çadırın içinde ağır bir hava vardı sanki, yanan mumların kokusu bu havayı daha da ağırlaştırıyordu.”[33 - Elçin, Kafa, s. 200-201.]
Abbas Mirza bir taraftan da Mahmut Bey’in Türk dünyası ve Türklerin birlik olması gerektiği konusunda biraz önce kendisine söylediklerini düşünür. Aynı aileden olanların birbirlerine düşman olduğu, taht kavgaları yüzünden kardeşin kardeşi boğazladığı bir dünyada Mahmut’un birlik sözlerinin anlamsızlığını düşünmektedir.

“Aptal Bakülü Bey! Aynı babadan olan kardeşler iktidar için birbiriyle ölüm kalım savaşına girerken, birbirinin gözünü oyup, birbirini astırırken, o yeryüzündeki tüm Türkleri bir araya getirmeyi düşünüyor. Bakalım dünyanın işleri buna izin verir mi? Türkler hiçbir zaman bir araya gelemez, çünkü dünya yaratılırken, iktidar hırsı da dünyayla beraber yaratılmıştır.
Gözünün teki belererek yuvasından fırlayacakmış gibi duran, diğeri büzülerek küçülen kesik kafa gümüş tepsinin üzerinde dimdik Abbas Mirza’ya bakmaya devam ediyordu. Çadırın mum kokulu ağır havası içinde Abbas Mirza, bu kesik kafayı bir süre sonra Tahran’a göndereceğini, arkasından sabah olacağını ve zihnini işgal eden düşüncelerin silinip gideceğini, mücadelesine devam edeceğini, Güney Kafkasya uğruna Rusya’yla girilen savaşın süreceğini de çok iyi biliyordu.”[34 - Elçin, Kafa, s. 202.]
Sisianov’un kesik kafasından etkilenenlerden bir diğeri Hacı Muhtar Beydir. Sisianov’un kafasını görmek ve karşısında bulunduğunu bilmek, onun da asabını bozmuş, sinirlerini oynatmış, farklı ve kötü şeyler düşünmesine, zalim duygulara kapılmasına sebep olmuştur. Hacı Muhtar geleceğin pek de iyi şeyler getirmeyeceğinin farkındadır. Türk Hanlıkları Nadir’den sonra bölünmüşler, birbirleriyle kıyasıya mücadele etmektedirler. Ruslar çok güçlenmişlerdir. Bu bölünen hanlıkları sırasıyla ele geçirirler. “Bu topraklarda o kadar çok kan akıtılmıştır ki artık insanların öldürülmesi sıradanlaşmıştır.” Her şeye rağmen Muhtar Bey torbaya bakınca tüyleri diken diken olur. “Kesik kafanın o torbanın içinden kendisini gözetlemekte olduğunu”[35 - Elçin, Kafa, s. 115.] vehmeder. O kesik kafa onu çok etkilemiş, bu düşünceleri aklına getirmiştir. Dehşete kapılmasına sebep olmuştur. Aklına kötü düşünceler getirmiş, gelenleri öldürmeyi bile düşünmüştür.[36 - Elçin, Kafa, s. 118-119.]
Abbas Mirza’nın ordugâh reisi Kurt Kerim, kafa karşısında tepki gösterenlerden biridir. Ama onun tepkisi fizikseldir. Kurt Kerim kafaya tükürmüş, bunun için de Abbas Mirza ona bir tokat atmış ve kafayı temizlemesini emretmiştir.
Romana baştan sona kadar Sisianov’un hissettikleri hâkimdir. Sisianov kendi kafasına tükürülmesini, görülmesini, seyredilmesini hiç istemez. Ama bütün bunlara mâni olacak bir güçte değildir, olanları çaresizce uzaktan seyretmektedir. Sisianov sadece Abdurrahman Ağa’nın gözlerindeki derin bir kederi fark etmiştir.

“Lala hemen koşturarak yeşil ipek örtüyü kaldırdı. Kafanın gözleri yine O’na dikildi.
Yeşil ipek örtünün altındakinin kafa olduğuna tamamen emindi ve örtüyü kaldırmalarını, kafanın açılmasını hiç mi hiç istemiyordu.
Ne var görünen mekânda hiçbir şey O’nun isteyip istememesine bağlı değildi. Kendisinin görünmeyen varlığının görünen mekânda hiç hükmü yoktu, görünen mekânda O da yoktu zaten.
Şeffaflığı ve yerçekimsizliği, varlığındaki huzur hâli görünen mekâna sığmamaktaydı ve kendisi tamamen farkındaydı elbette. Yine de çadırın içindekilerden biri kafanın suratına tükürünce, yüzünü yana çevirmek istedi, ama böyle bir şey elbette mümkün değildi, çünkü şeffaf ve yerçekimsiz varlığı yalnızca duygulardan ibaretti, bu varlıkta hiçbir hareket yoktu…
Çadırdakilerden biri kafanın suratına tükürünce, yeşil ipek örtüyü kaldıran Lala irkildi ve O, Lala’nın gözlerinin derin katlarına, en dibine sinmiş olan nihayetsiz bir keder gördü, daha sonra aynı gözlerdeki şeytani bir parlama kederi kovdu, ne var ki şeytani parlama şimşek gibi çakarak hemen de kaybolmuş ve Lala’nın gözlerinin dibine sinen keder geri gelmişti yine.”[37 - Elçin, Kafa, s. 222-223.]
Sisianov’un kafası karşısında kendisini kaybetmeyen bir tek kişi vardır, o da Ağabegüm Ağa’dır. Ağabegüm Ağa, babası İbrahim Halil Hanın ve bütün ailesinin Ruslar tarafından katledilmesi üzerine büyük bir yasa bürünmüş ve şu mısraları yazmıştır:
Azizim can Karabağ,
Şeki, Şirvan, Karabağ,
Tahran cennete dönse,
Gitmez baştan Karabağ.[38 - Elçin, Kafa, s. 260.]
Sisianov’un kesik kafası Tahran sarayında bir odada muhafaza edilir. Odaya kimsenin girmesine izin verilmez. Oraya sadece Abdurrahman Ağa girebilmektedir. Ağabegüm Ağa bir gün oraya girer ve yalnız kalmak istediğini söyler. Kafaya bakarak şu yakarışta bulunur:

“-Allahım, dedi, parmağını kesik kafaya doğrulttu: Bu emir kulu. Şuşa felaketinin cezasını bunların hükümdarına ver! Duyuyor musun? Rusya hükümdarı da evlatları ve eşiyle beraber, birbirlerinin gözü önünde kurşunlansın diye hayatımın sonuna kadar dua ederek sana yakaracağım. Ağabeyim Ağa sesini yükseltti, şimdi sesinde yakarıştan ziyade bir buyruk edası vardı: Ve sen bunu yapacaksın! Duyuyor musun? Sen bunu yapacaksın!”[39 - Elçin, Kafa, s. 267.]
Romanda Ağabegüm Ağaya söyletilen bu ifadeler, 110 yıl sonra Romanovların Bolşevikler tarafından katledilişini hatırlatmaktadır.[40 - Romanda “Ağabegüm” kelimesinin yanlış bir imla ile “Ağabeğim” veya “Ağabeyim” şeklinde yazıldığı görülmektedir. Aynı yanlış ifade, Vikipedi’de de mevcuttur. Doğrusu “Ağabegüm”dür (“Begüm” kelimesi kız çocuklarına konulan eski Türk adlarından biridir).]
Sonuç
Roman 26 bölümden oluşuyor. Her bölümün sonunda italik harflerle parantez içinde gösterilmiş olan bir kısım bulunuyor. Bu italik satırlar, Sisianov’a aittir. Olaylar Sisianov’un gözleriyle ve onun bakışıyla veriliyor. Böylece romanın çerçevesi Sisianov’un ruhunun gözlemleriyle çizilmiş olmaktadır. Roman başladığı zaman Sisianov ölmüştür. Roman boyunca, Sisianov’un bakışıyla olaylar anlatılmaya devam eder, bu arada önemli olaylar da geriye dönülerek verilmiştir.
Romanın çekirdek konusu, 19. yüzyılın başında Güney Kafkasya’da cereyan eden olaylar ve yapılan savaşlardır. Nadir Şahın ölümünden sonra 18. yüzyılın ortalarından itibaren bölgede çıkan karışıklıklar ve Azerbaycan hanlıklarının ortaya çıkması ayrıntılarıyla anlatılıyor.
Romanda felsefî bir bakışın, düşünüşün ve yorumun hâkim olduğu görülüyor. Yazar pek çok meseleyi ele almış, onları sorgulayıcı ve eleştirel bir bakışla ortaya koymuştur. Bunlar hem ferdî hem de sosyal meselelerdir. Bunların başında hayat ve ölüm, Türk devletlerinin bölünmesi meseleleri geliyor. Sisianov’un ölüm ötesinden bakan ruhu vasıtasıyla ölümün gerçekliği, hayatın anlamsızlığı, dünyadaki çekişmelerin boşluğu sorgulanmaktadır. Diğer taraftan Türk devletlerinin birbirleriyle yaptığı amansız çekişmeler, hanlıklara bölünmeleri ve Rusya tarafından yutulmaları meselesi eleştirel bir bakışla ele alınmış ve Türk birliğinin önemi hatırlatılmıştır.
Yazar ölümü ve ölüm ötesini çok canlı ve etkileyici bir şekilde anlatmaktadır. Burada bazı anahtar kelimeleri kullandığı görülüyor. Bunlar arasında “şeffaf ve yerçekimsiz varlık” ve “görünen mekân” ifadeleri dikkati çekmektedir. “Şeffaf ve yerçekimsiz varlık” ifadesiyle ruhun kastedildiğini anlıyoruz. “Görünen mekân” tabiri ise dünyayı, yani yeryüzünü ifade etmektedir. Ayrıca “zaman”, “mekân”, “yer” gibi kelimelerin yalnızca dünya için geçerli kavramlar olduğu, ölüm ötesinde bir anlam ifade etmedikleri de sık sık hatırlatılıyor.
Romanda hayat, ölüm ve sonsuzluk duyguları, zaman ve mekân kavramları felsefî boyutta ele alınmakta ve tartışılmaktadır. Dünyada, uğrunda kavga edilen pek çok şeyin geçiciliği ve anlamsızlığı üzerinde durulmuştur. Ama yine de insanlar bu dünyadaki hırslarından vazgeçmemekte, mücadelelerine kaldıkları yerden devam etmekte, hırsları ve ihtirasları uğrunda kötülük ve zulüm yapmaktan çekinmemektedirler. Romanda bu duygular, çoğunlukla Sisianov’un kesik kafası karşısında ortaya çıkmış ve tasvir edilmiştir. Romanda ele alınan konulardan birinin de kesik kafanın insanlar üzerinde yarattığı etki ve korku ve iç muhasebe olduğunu söyleyebiliriz.
Eserde tarihî kişiliklerin ele alınmasında ve işlenmesinde de farklı bir bakış ile karşılaşmaktayız. Romanın ilk sayfasında yazar tarihî karakterleri işlerken onları değiştirdiğini söylemiştir. Bunda yazarın bir maksadı vardır. Bu maksat, romanı okuyunca anlaşılıyor. Yazar tarihî kişilikleri değiştirmek ve onları kurgu şahsiyetler hâline getirmek suretiyle okuyucuya bazı şeyler anlatmak istemiştir. Karakterler vasıtasıyla yaptığı eleştirilerle ve sorgulamalarla, ortaya koyduğu tezatlı bakış tarzlarıyla yazar, gerçek düşüncelerin ne olması gerektiği konusunda okuyucuyu uyarmakta ve ipucu vermektedir. Bu ipucu, milliyet konusunda insanların hassasiyet göstermek zorunda olduklarıdır.
Yazar millî kimlik hakkındaki görüşlerini özellikle Mahmut üzerinden vermektedir. Mahmut’un modern bir milliyet anlayışına sahip olduğu görülüyor. O devirde henüz böyle bir düşüncenin mevcut bulunmadığını söyleyebiliriz. Mahmut ile Suharyov’un millî kimlik hakkındaki düşüncelerinin benzerlikleri, romanda dikkati çeken noktalardandır. Bu suretle yazar, millî kimliğin önemine işaret etmiş bulunmaktadır. Yazar her iki kişiliğin milliyetçi bakışından hareket ederek, okuyucunun ilgisini bu noktaya çekmek istemiş ve gerçek bakışın ve düşünüşün bu olması gerektiği hakkında bir eleştiri de getirmiş olmaktadır. Bu suretle tarihi sorgulamış, yanlış yapılan olaylara dikkat çekmek istemiş, okuyucunun bu olaylar üzerinde geriye dönerek yeniden düşünmesini sağlamaya çalışmıştır.
Mahmut’un Türk birliği hakkındaki düşünceleri romanda Abbas Mirza tarafından sorgulanır ve manasız olduğu, hayata ve gerçeğe uymadığı belirtilir. Yazarın Abbas Mirza’ya söylettiği eleştiriler, aslında bugünkü dünyaya ve insanlara, gerçekler hakkında yapılan uyarılar olarak kabul edilebilir. Burada iki zıt düşüncenin ortaya konulmasıyla gerçekler hatırlatılmakta ve bu konuda yapılan yanlışlar sorgulanmış olmaktadır.
Üzerinde durulması gereken bir başka nokta, mitlerin kullanılmasıdır. Yazar, Feth Ali Şahın Sisianov’a büyü yaptırdığına dair bir söylentiye de romanında yer vermiştir. Azerbaycan hanlıklarının Rusya tarafından birer birer işgal edilmesini duyan Feth Ali Şah, inanmadığı hâlde büyüye başvurur. Mirza Muhammet Ekbari Azerbaycanî’yi huzura çağırır ve Sisianov’u büyüyle öldürtebilir misin diye sorar. Kafasını kestiririm, cevabını alır. Mirza kendisinden 40 gün mühlet istemiş ve odaya kapanmıştır. Aradan 30 küsur gün geçtikten sonra Sisianov’un kesik kafası kendisine getirilir. Feth Ali Şahın, Mirza Muhammet’in büyüsünün tesirinden korktuğu ve onu ülke dışına sürdüğü belirtiliyor.
Elçin usta bir yazardır ve Azerbaycan edebiyatının tanınmış romancılarından biridir. Eserlerinden, onun zengin ve derin bir felsefî birikimi olduğu anlaşılıyor. Yazar burada da o felsefî derinliğini gösterecek nitelikte bir yaklaşım tarzı kullanmıştır. Romanında felsefi bakışın ve düşünüşün hâkim olduğu görülüyor. Bu durum yalnız Azerbaycan edebiyatından ve sanatından değil, Rus kültüründen de gelen bir birikimin neticesidir. Romanda derin ruh tahlilleri yapılmış, karakterlerin psikolojileri, iç dünyaları ustaca yansıtılmıştır. Kafa, alışılan ve bilinen tarihî romanlardan çok farklı, orijinal ve yer yer fantastik boyutlarda bir eserdir. Tarihî olayları sorgulayan ve eleştiren, tarihe yeni bir bakış getiren orijinal bir eserdir.
Roman, günümüzde sadece edebiyatın bir ürünü değil, içinde bulunduğumuz dünyanın her türlü değerini kapsayan, psikolojik, sosyolojik problemleri de içine alan bir eser olma vasfını kazanmış, edebiyatın dışına taşarak araştırma ve inceleme boyutlarına varan bir tür olmuştur. Romanların, bu özellikleriyle yazarlar ve toplum tarafından gittikçe artan bir ilgi görmeye devam edecekleri, açık bir hakikat olarak görünmektedir.
Kaynakça
Elçin. Kafa, Türkiye İş Bankası Yayınları, İstanbul 2018.

ELÇİN’İN AK DEVE ROMANI ÜZERİNE BİR DEĞERLENDİRME
Prof. Dr. Alev Sınar Uğurlu[41 - Bursa Uludağ Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü. alevsinar@uludag.edu.tr]

Stalin tarafından uygulanan baskıcı rejim, onun ölümünden sonra git gide hafiflemiş, bu yumuşama edebiyata da yansımış ve 1960 itibarıyla Sovyetler Birliği’nde bazı yazarlar güdümlü edebiyat çizgisinden uzaklaşmaya başlamışlardır. Bu yazarlardan biri de Elçin Efendiyev’dir. Çağdaş Azerbaycan edebiyatının “en önemli ve en üretken yazarlarından biri”[42 - Sedat Adıgüzel. “Azerbaycan Edebiyatının Postmodernist-Yeni Tarihselci Yaklaşımın Romanı: Kafa” Türk Dünyası Dil ve Edebiyat Dergisi, S. 48., s. 10.] olan, hikâye-roman-tiyatro-eleştiri türlerinde verdiği eserlerle Azerbaycan’da “edebî sürecin de önemli bir parçası”[43 - Sedat Adıgüzel. “Azerbaycan Edebiyatının Postmodernist-Yeni Tarihselci Yaklaşımın Romanı: Kafa”, s. 10.] olarak değerlendirilen Elçin Efendiyev, II. Dünya Savaşı’nın tüm şiddetiyle dünyayı kasıp kavurduğu bir tarihte, 1943’te Bakü’de dünyaya gelmiştir. II. Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkan yeni dünya düzeni içinde iki büyük kutuptan biri hâline gelen Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nde bir yandan edebî eser kaleme alırken bir yandan da aktif olarak siyasetin içinde yer almış, milletvekilliği, başbakan yardımcılığı yapmış ve Bakü Devlet Üniversitesi’nde öğretim üyesi olarak ders vermiştir. Gerek siyasî konumu gerek Sovyetler Birliği içinde yer alan tüm ülkelerin edebiyatlarında geçerli olan sosyalizm realizmi dolayısıyla dikkati sosyal meseleler üzerinde olan Elçin Efendiyev, Azerbaycan’da gelenek ile moderni birleştiren bir kalemdir. N. L. Bayramova, onun hikâye ve romanlarında ahlâkî değerlerin ve psikolojik tahlillerin ön planda olduğunu belirtir.[44 - Laden Nergiz Bayramova. Elçin Nesrinin Poetikası, Ozan Neşriyat, Bakü 2003, s. 39.] Elçin Efendiyev, sosyalist rejimin içinde siyasî aktör olarak yer almakla birlikte edebî eserlerinde “Sovyet ideolojisine hizmet etmektense Azerbaycan edebiyatına hizmet etmeyi amaçlamış”[45 - Mehmet Öztürk. Elçin Efendiyev’in Romanlarında Sosyal ve Kültürel Meseleler, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Celal Bayar Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Manisa 2016, s. 14.] usta kalemi sayesinde bu amacını başarıyla gerçekleştirmiştir. “Eserlerinde Azerbaycan Türklerine özgür olma bilinci ve millet olma duygusu aşılamaya çalışmıştır. Romanlarında ve hikâyelerinde Azerbaycan Türklerinin yaşamları, hayat hikâyeleri, çektiği sıkıntılar, Sovyetler Birliği döneminde yaşanılan zulümler bütün objektifliği ile okuyucuya sunulmuştur. Eserlerinde Azeri Türklerine mesajlarını simgeler yoluyla ve halk kültürüne ait unsurları kullanarak ulaştırmayı amaçlamıştır. Azerbaycan Türklerine ait kültürel unsurları çok iyi bilen Elçin, kültürel unsurlarını edebi eserlerine yerleştirirken büyük bir ustalık göstermiş; insanların bu kültürün bir parçası olduğunu hissettirmiştir.”[46 - Mehmet Öztürk. Elçin Efendiyev’in Romanlarında Sosyal ve Kültürel Meseleler, s. 14.] Bu romanlarından biri de Ak Deve’dir. Romanda Bakü’de geleneksel çizgide bir mahalle II. Dünya Savaşı öncesi, savaş sırası ve savaş sonrasındaki hayatıyla anlatılmıştır. Bu yazıda, Elçin’in 1985 yılında yayınladığı ikinci romanı olan ve sosyolojik açıdan zengin veri içeren Ak Deve[47 - Elçin Efendiyev. Ak Deve, Akt. Ali Duymaz, Ötüken Neşriyat, İstanbul 1999.], romanın merkezinde yer alan mahallenin ve mahallelinin II. Dünya Savaşı öncesinde yerleşmeye başlayan sosyalist rejimden ve ardından savaştan etkilenmesiyle yaşadığı değişmeye odaklanılarak değerlendirilecek ve bireyin hayatına etkisiyle cephe gerisindeki yıkım yansıtılacaktır.
Cemil Meriç’in ifadesiyle “[h]er edebi eser sosyal bir olaydır.”[48 - Cemil Meriç. Kırk Ambar, C.1, İletişim Yayınları, İstanbul 1998, s. 448.] Bu bağlamda Ak Deve romanı da yazıldığı toplumun, Bakü odaklı Azerbaycan’ın, II. Dünya Savaşı sırasındaki adıyla Azerbaycan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’nin, savaş öncesi, savaş sırası ve savaş sonrası sosyal yapısını yansıtmak bağlamında sosyolojik veri içermektedir. Roman savaş edebiyatı açısından da dikkat çekicidir. 1917 Bolşevik devriminin ardından Sovyetler tarafından bölgede asırlardır yaşayan Türk halkı üzerinde uygulanan Ruslaştırma politikasının şiddetini arttırdığı bir sırada patlak veren II. Dünya Savaşı sırasında özellikle “Bakü şehrinin yer altı kaynakları bakımından zenginliği, stratejik ve jeopolitik konumundan dolayı”[49 - Erhan Yoksa ve Aydın Mağara. “Kızılordu’dan Azerbaycan Lejyonu’na Fatalibeyli Düdengski ve Almanya’daki Basın Faaliyetleri”, Karadeniz Uluslararası Bilimsel Dergi, S. 51, s. 62.] Azerbaycan toprakları Alman hükümetinin önemli hedeflerinden biridir. “Führer hükümetinin Barbarossa Harekatı’nda özel bir yeri”[50 - Erhan Yoksa ve Aydın Mağara. “Kızılordu’dan Azerbaycan Lejyonu’na Fatalibeyli Düdengski ve Almanya’daki Basın Faaliyetleri”, s. 62.] olan Azerbaycan, “Almanya’nın bu planına karşı” “Her şey cephe için, her şey zafer için!” sloganı ile savaş aç”an[51 - Erhan Yoksa ve Aydın Mağara. “Kızılordu’dan Azerbaycan Lejyonu’na Fatalibeyli Düdengski ve Almanya’daki Basın Faaliyetleri”, s. 62.] Sovyetler Birliği’nin ordusunda, Rus üniforması içinde Almanlarla savaşmışlardır. “Azerbaycan halkı da bu savaşta bir kısmı gönüllü olarak, bir kısmı da gerçekleştirilen sert müdahalelerle “Halk Ordusu” gruplarına ve “Savaşçı Taburlara”
iştirak etmiştir.”[52 - Erhan Yoksa ve Aydın Mağara. “Kızılordu’dan Azerbaycan Lejyonu’na Fatalibeyli Düdengski ve Almanya’daki Basın Faaliyetleri”, s. 62.] “II. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla birlikte Azerbaycan’da genel seferberlik kararının ilanı ile 18-47 yaşları arasındaki eli silah tutan erkekler askere alınmıştır. Genel olarak 1941- 1945 yıllarında Azerbaycan’dan 700.000 bin kişi ortak düşman Almanya’ya karşı savaşa katılmıştır.”[53 - Erhan Yoksa ve Aydın Mağara. “Kızılordu’dan Azerbaycan Lejyonu’na Fatalibeyli Düdengski ve Almanya’daki Basın Faaliyetleri”, s. 62.] Bir kısmı ölen, bir kısmı esir düşen, bir kısmının akıbeti meçhul olan bu 700.000 kişi arasında Ak Deve romanında başkahraman Aliekber’in çocukluğunun geçtiği mahallenin 18-47 yaş arası erkekleri de yer almaktadır. Roman bu bağlamda da Sovyet ordusu içinde Almanlara karşı çarpışan bu insanların geride bıraktıkları yakınlarının durumlarını, dolayısıyla cephe gerisinde yaşanan krizi, cephe gerisindeki bireysel ve sosyal gerçekliği yansıtmasıyla dikkat çekicidir.
Ak Deve romanında kronolojik olarak ilerleyen ya da geriye dönüşler içinde takip edilebilecek bir olay örgüsü yoktur. Romanda Bakü’deki bir mahalle merkez konumundadır. Bu mahalle sakinlerinin hayatlarından kesitler sunulur. Mahalle sakinlerinin savaştan önce, savaş sırasında ve savaştan sonra yaşadıkları romanda anlatıcı konumunda bulunan Aliekber’in gözünden verilir. “Anlatıcı, bir kurgu metnin en temel figürü”[54 - Yavuz Demir. Anlatıcılar Tipolojisi, Dergâh Yayınları, İstanbul 2002, s. 18.] olarak kabul edilmektedir. Romanın başında yetişkin Aliekber, mezarlıkta bir kabrin başında gördüğü tanıdık simaların ve bir mezar taşının üzerinde yazılı olan “Sen benim hayatımdın” cümlesinin zihninde yaptığı çağrışımlarla geçmişi hatırlar. “Olayları hatırlama süreci geçmişte çekilen fotoğrafları albümlerden çıkarıp bakma şeklinde gerçekleşmez. Olayları oldukları gibi hatırlamayız, çünkü beyinde tek bir “hafıza merkezi” yoktur. Olayların farklı duygusal ve fenomenolojik özellikleri beynin farklı bölgelerinde “depolanır” ve anıyı her çağırdığımızda bu özellikler o anda yeniden birleştirilir.”[55 - Merve Mutfaoğlu, “Otobiyografik Bellek ve Kültür İlişkisi”, https://www.ontodergisi.com/sayilar/ otobiyografik-bellek-ve-kultur-iliskisi] Bu açıklama doğrultusunda bakıldığında çocukluğuna, çocukluğunun geçtiği mahalleyi hatırlayan anlatıcı kahraman Aliekber hatırlama sırasında anılarını yeniden inşa eder; karakterini şekillendiren, hayata bakışını belirleyen aslî unsurun bu mahalle ve mahalleye ruh veren mahalleli olduğunun idrakiyle, geçmiş ve şimdi arasında gel gitler yaşayarak ailesinin ve komşularının hikâyelerini anlatır. Romanın ana konusu bu insanların yaşamlarıdır. Bir mahallede yolları kesişen bu farklı yaşantılar bir araya geldiğinde, özellikle 1920-1950 arası Bakü’den insan manzaraları ve bu insan manzaralarının oluşturduğu geleneksel sosyal yapı ve bu geleneksel yapıda görülmeye başlayan kırılmalar ortaya çıkmaktadır.
Romanın başkahramanı anlatımı da üstlenen Aliekber’dir. “Başkişiler, iç dünyaları ve hayatları en ayrıntılı bir şekilde belirtilen karakterlerdir. Bunlar, (…) daha karmaşık bir şekilde, hikâyenin akışı içinde çatışmalar ve değişme süreçleri yaşayan, tepkilerimizi sürekli ve tam olarak yönlendiren karakterlerdir. Başkişiler (…) bizde inanç, sempati ve ani duygusal değişiklikler yaratır, bütün romanda ifade edilen ahlâk felsefesinin somutlaştırılmasına hizmet ederler. Bu anlamda roman başkişileri, romancının esas ürünleridir, romanın varoluş sebebidirler; roman onlara hayat vermek için yazılır.”[56 - Philip Stevick. Roman Teorisi, Çev.: Sevim Kantarcıoğlu, Akçağ Yayınları, Ankara 2004, s. 173.] Aliekber de çocuk kimliğine dönerek tek tek mahalleli hakkında bilgi verip onların hikâyelerini aktarırken onlarla birlikte kendi kişiliğinin de nasıl şekillendiğini anlatır. Geçmişe zihnen ve kalben yolculuk yapıp, kırk yıl öncesine giden 1934 doğumlu Aliekber santimantal kişilik özelliğiyle savaş öncesi ve savaş sırasındaki mahalle halkını hafızasından yansıyanlarla tanıtırken aslında onların kendisi üzerinde bıraktığı izlenimlerle kendi iç dünyasını tahlil eder. Aliekber’in yaşam boyu çocukluğundan ayrılamadığı, çocukluğunu şekillendiren ve anlamlı kılan mahalleliyi daima yüreğinde ve zihninde taşıdığı görülür. Kırk yıl önce ayrıldığı mahallede gezerken gözüne ilişen her nesnede çocukluğunu arar:

“O sıra bu tanıdık ve aynı zamanda yabancı binalar, sokak pencereleri, çeşit çeşit renklerde boyanmış, yeşil, mavi, kahverengi, pembe, sarı sokak kapıları, yavaş yavaş filizlenmeye başlamış asmalar bürümüş sokak kapıları bana bakıyor ve beni azarlıyordu. Tabiî ki bu histe de bir çocuksuluk vardı, ama ne olur ki? Ben… Ben kendi çocukluğuma dönmek istiyordum…”[57 - Elçin Efendiyev. Ak Deve, s. 223.]
Yetişkin Aliekber’in çocukluğunun geçtiği mahallede bütün hayatına bu mahallenin şekil verdiğini idrakle çocukluğuna dönmesiyle belleğinde kalanlar anlatıya dönüşür.

MAHALLELİ
Roman, her biri müstakil bir anlatının malzemesini oluşturacak farklı hayatları yansıtan hikâyelerle kurgulanmıştır. Bu hikâyelerin ortak noktası kahramanlarının komşuluk bağıyla birbirlerine bağlı olmaları, aynı mahallede ikamet etmeleridir: Anlatıcı Aliekber’in Tebriz’den çocukken Bakü’deki petrol madenlerinde çalışmak üzere babasıyla birlikte Bakü’ye gelen, babasının bir petrol kuyusunda boğulması üzerine çocuk yaşta kendi sorumluluğu üstlenen kondüktör olarak şehirlerarası trende çalışıp ailesini geçindiren babası Ağakerim’in hikâyesi; Aliekber’in fedakâr, becerikli, duygusal, kocasına saygıda kusur etmeyen annesi Suna Bacı’nın hikâyesi; kocası Gülağa’nın savaşta öldüğüne inanmayan, taziye kabul etmeyen, evdeki tüm saatleri susturarak zamanı dondurmaya çalışan, kocasının büyük boy resmi ile konuşan, sonunda aklını kaybeden ve günün birinde mahalleden kaybolan gelin Suna’nın hikâyesi; biricik oğlu Mehmetbakır’ın ihanetine uğrayan Aksakal Aliabbas Kişi’nin hikâyesi; altı yetim oğlunu tek başına büyüten baskın karakterli otoriter Hanım Teyze’nin hikâyesi; Koca’ya gönlünü kaptıran ancak Hanım Teyze tarafından evlenmeleri engellenince Muhtar’a varan ve kısa bir süre sonra intihar eden Adile’nin hikâyesi; doğsun diye eşiyle birlikte dut ağacını adak olarak diktikleri tek oğlu İbadullah hayırsız çıkan gözleri görmez Emine Teyze’nin hikâyesi; içip içip kör annesi Emine Teyze’yi para için tartaklayan, daima çevresine korku saçan ancak Rus ordusu Voronej’de direnirken sevinç çığlıkları atan İbadullah’ın hikâyesi; kavalıyla ve anlattıklarıyla mahalleye huzur saçan Balakerim’in hikâyesi; hasta karısı Kübra’ya özenle bakan, onun ölümünden sonra Kübra’nın çok değer verdiği çiçekleri devamlı sulayan ancak bu insanî tarafını silerek kafası kızdığında görevini ego tatmini için kullanan sosyalist rejimin maşası Muhtar’ın hikâyesi; çocuğu olmadığı için mahallenin çocuklarına hamur pişirerek ve saksıdaki çiçeklerine tüm ilgisini yönelterek kendisini teselli etmeye çalışan hasta Kübra’nın hikâyesi; aşık olduğu Adile’yi annesi istemeyince sesini çıkaramayan Tıp fakültesi öğrencisi Koca’nın hikâyesi; savaş başlayınca Amerika’da yaşayan oğlu Gavril’in yanına giderken gözyaşları içinde mahalleden ayrılan çekirdekçi Ziba Teyze’nin hikâyesi; bir türlü gerçek mutluluğu yakalayamayan, sonunda Balakerim ile evlenen Şevket’in hikâyesi; Hanım Teyze’nin kardeşi Abuzer ile evlenmek yerine gönül verdiği Ebulfeth’e varan ve kızı Adile’yi kaybetmenin acısını yaşayan Fatma’nın hikâyesi; karısı Fatma’yı, kızlarını ve torunlarını geçindirmek için gece gündüz kalpak diken papakçı Ebulfeyz’in hikâyesi; Adile’nin sırdaşı Tamara’nın hikâyesi; horoz şekeri, sakız, oyuncak gibi şeyler satarak ailesinin geçimini sağlayan ve tek oğlu İbrahim’e adeta kutsiyet atfeden ve oğlunun savaşta ölmesiyle yıkılan Meyrankulu Emmi’nin hikâyesi; ölmüş büyük şairlerin şiirlerinin kendisine ait olduğunu iddia eden Meyrankulu’nun oğlu İbrahim’in hikâyesi ve bu kimi trajik, kimi dramatik olan bu hüzünlü hikâyelerin kahramanlarıyla birlikte büyüyen, pek çoğuyla övünen, kişiliği ve hayata bakışı bu hikâyelerle şekillenen Aliekber’in hikâyesi.
Mahalleli hem mahalleye şekil verir hem de mahallenin ürünüdür. Bütün bu kalabalık şahıs kadrosu içinde anlatımı üstlenen Aliekber başkahramandır. Ancak romanın bir başkahramanı daha vardır. O da mahallenin kendisidir. Mahalle romanda sadece geçmişin yaşandığı bir mekân olarak yer almaz; cansız gibi görünen bu mekânın bir ruhu vardır; geçmişle birlikte bütün hayatı topladığı gibi hayata bakışı şekillendiren etkisiyle canlı bir hüviyet taşır. Aliekber de vak’a zamanı olan 2. Dünya Savaşı yıllarının üstünden 40 yıl geçtikten sonra, 1980’li yıllarda hafızasının tanıklığıyla geçmişi anlattığı anlatma zamanı içinde çocukluğunun geçtiği mahalleyi canlı bir varlık olarak gördüğünü ifade eder:

“ (…) çünkü sokaklar yalnız binalardan, yalnız asfalttan, taştan ibaret değildi. Bence sokakların da hafızası vardı, insanlar gelir gider, ama sokaklar kalır, sokakların ömrü insanların ömründen çok uzun oluyor, sokaklar yüz yıl, iki yüz, üç yüz yıl yaşıyor. Bu hususta düşününce bazen bana, karınca adında, fil adında, insan adında mahlûk olduğu gibi sokak adında da bir mahlûk varmış gibi geliyor”[58 - Elçin Efendiyev. Ak Deve, s. 221-222.]
Sokağın yaşanmışlıklara tanıklık eden canlı bir varlık olarak kabulü beraberinde canlıların unutma özelliğine sahip olduğu realitesini de getirir. Romanın anlatma zamanı içinde Aliekber’in sarf ettiği şu sözler bu duruma dikkat çeker: “Eğer sokağın hafızası varsa, sokak canlıysa, bir şeyleri de unutuyor, hatırlamıyor demektir.”[59 - Elçin Efendiyev. Ak Deve, s. 222.]
Aliekber 11 yaşında ayrılıp kırk yıl boyunca görmediği mahallesi ile ellili yaşların başında karşılaştığında bir yabancılık hissettiği gibi duyguların karşılıklı olduğunu, mahallenin de kendisini yadırgadığını düşünür; içini bir hüzün kaplar. Önündeki yılları aşıp geçmişe baktığında, gelecek mazi hâline geldiğinde aynı yabancılaşmayı hissedeceğini düşünmek hüznü derinleştirir: “Bu sadece kırk yılın ayrılık hüznü değildir. Bu sadece kırk yılın ebedî bir geçmişte kalışının, dönülmezliğinin hüznü değildir. Bu hüzün aynı zamanda geleceğin, daha doğrusu gelecekte kalmış beş yılın, on yılın, hatta kırk elli yılın ebedî bir geçmişte kalacağının şimdiden hissolunan hüznüdür.”[60 - Elçin Efendiyev. Ak Deve, s. 222.]

ALİEKBER’İN HAFIZASINDA OLUMLU İZ BIRAKANLAR
MAHALLEYİ DAİMA YADIRGAYAN TEBRİZLİ AĞAKERİM: Aliekber’in babasıdır. Oğluna, büyüyünce yazar olacağını hissetmişçesine kalem ehli Mirza Aliekber’in adını vermiştir. Aliekber babası Ağakerim’i daima sıkıntılı, hüzünlü çehresiyle, sevincine bile hüznün karıştığını yansıtan çehresiyle, endişeli bakışlarıyla hatırlar. Ağakerim, daha çocukken babası ile Tebriz taraflarından gelip Bakü’deki petrol madenlerinde çalışmış, baba bir petrol kuyusunda boğulunca Ağakerim çocuk yaşta kendi sorumluluğunu üstlenmiş, Bakü’ye yerleşmiş, ömrü boyunca da bu şehre ve bu halka yabancı olduğunu hissederek yaşamıştır. Son derece uysal bir adamdır. Evlenince iç güveysi olarak karısının evine yerleşen Ağakerim mahallenin diğer erkeklerinin yaptığı gibi tavuk kesemese de, telaffuzu farklı olsa da, konuşmalarına Farsça sözcükler karıştırsa da mahalleli onu yadırgamaz. O da hiçbir sosyal görevini aksatmaz; cenaze ve düğünlere daima katılır. Bakü-Rusya hattında işleyen trende kondüktör olarak çalıştığı için ondan Rusya’ya dair haber sorarlar. Ağakerim sefere çıkınca haftalarca evinden uzak kalır. Tek amacı ailesini geçindirmektir; hasır sepeti ağzına kadar doldurarak eve geldiği zaman çok mutlu olur. Bu hasır sepet aile saadetini, huzurunu temsil etmektedir. Sepetin dolu olması bu bakımdan anlamlıdır. Bakü’den sık sık işi gereği uzaklaşması ve kendisini mahalleliye yabancı hissetmesi nedeniyle yaşadığı mahalleden “sizin mahalle” ifadesiyle bahseder. Babasının mahalleyi ötekileştirmesi Aliekber’i çok üzer: “Bu benim canımı sıkardı, çünkü ben bizim mahallenin aynı zamanda babamın da mahallesi olmasını isterdim.”[61 - Elçin Efendiyev. Ak Deve, s. 53.] Ağakerim’in en büyük derdi çocukluk arkadaşı Fetullah Hatem’in sık sık gazetelerde fotoğrafı basılan meşhur ve sosyalist rejim içinde nüfuzlu biri olması ve bir zamanlar aynı ekmeği bölüştüğü bu çocukluk arkadaşının kendisiyle görüşmeyi dahi reddetmesidir.
Askerî demiryolcu olarak 1943 yılının sonuna doğru savaşa katılır ve 1944’ün aralık ayında ölüm haberi gelir.
AĞAKERİM’İN DUYGUSAL EŞİ SUNA: Aliekber’in annesi Suna kocasına karşı saygıda kusur etmez. Onunla aynı sofrada yemek dahi yemez. Önce kocasının yemeğini verir, Ağakerim yemek yerken yanına oturarak zevkle onu seyreder. Evin işlerini aksatmaz. Evde işi bitince vaktini komşularla geçirir.
MAHALLELİNİN EVLADI GÜLAĞA: Saat tamircisi Gülağa mahallenin sevilen gençlerinden biridir. Küçük yaşta önce babasını, ardından annesini kaybeden Gülağa’yı mahalleli büyütmüştür. Gülağa’nın babası da, anası da, kardeşleri de mahalledir. Gülağa mahallenin kızlarını beğenmemiş ve mahalle dışından bir kızla, Suna ile evlenmiş, Suna’yı hayatının odak noktası yapmış, gece gündüz tüm vaktini Suna ile geçirmeyi tercih etmiştir. Onun bu tavrı başta mahalleliyi gücendirse de zamanla bu çifte alışırlar. Gülağa, savaşta ölür.
MAHALLEYE GELİN GELEN SUNA: Aliekber’in annesinin adaşı Suna saatçi Gülağa ile evlidir. Aliekber onu gamlı güzelliği ile hatırlar. Suna mahalleye dışardan gelin gelmiştir. Mahalle halkı onu tanıyınca sever ve kabullenir. Mahallelinin alışık olmadığı şekilde Suna ve Gülağa her yere birlikte giderler, gündüz vakti kol kola-el ele dolaşırlar. Evde birlikte zaman geçirirler. Geleneksel çizgiden uzak olan ve eşlerin eşit oldukları ilkesine dayanan bu birliktelik mahalleliyi rahatsız etmez. Hiç alışkın olmadıkları bu modern ilişkiyi yadırgamayışları mahalle sakinlerinin değişime ve yeniye açık olduklarını göstermektedir.
Gülağa savaşa gidince onun fotoğrafçı Ali tarafından büyütülen fotoğrafı ile avunur. Gülağa’nın gittiği günden itibaren evdeki bütün saatleri kaldırarak zamanı dondurmaya çalışır. Onun saat tamiri yaptığı dükkâna adımını atmaz. Cepheden Gülağa’nın ölüm haberi gelince inanmaz, mahallelinin onun için yas tutmasına izin vermez, akıl dengesini kaybeder ve gözlerden kaybolur.
EVLAT HASRETİ ÇEKEN KÜBRA: Muhtar’ın eşi Kübra nefes almakta dahi zorlanan, hasta bir kadındır. Çocuğu olmamıştır. Evlat hasreti ile yanar kavrulur. Muhtar evden çıktıktan sonra mahallenin çocuklarını eve çağırıp onlara kendi eliyle yaptığı peraşkileri ikram eder. Balkonundaki çiçekleri sevgiyle sular. Ölümünün yakın olduğunu bilir ve çiçeklerinin ölümünden sonra kendisini özleyeceğini söyler.
MAHALLEYE SONRADAN GELEN ŞEVKET: Evli bir adama kaçmış, ondan ayrılınca bu mahalleye yerleşmiştir. Tatlı fabrikasında çalışan Şevket, Ziftçi Mirzagil’den satın aldığı iki odalı evde tek başına yaşar. Çevresindekilerle teklifsiz konuşur, şakalaşır. Çok rahat davranır. Sadece Hanım Teyze’den çekinir. Muhtar ile ilişkisi vardır ama bir türlü mutluluğu yakalayamaz. Sonunda mahalleliyi şaşkınlık içinde bırakarak Balakerim ile evlenir. Balakerim’e kendi evinde baakr.
OĞLUNDAN EZİYET GÖREN EMİNE TEYZE: Faytoncu Hamidullah ile evlidir. Çok istemelerine rağmen çocukları olmayınca adak adarlar. Oğulları İbadullah doğunca da kara dut ağacını adak olarak ekerler. Hamidullah öldükten sonra oğlu İbadullah, babasından para kaldığını iddia ederek Emine Teyze’ye kötü davranır. Artık gözleri görmez olan, mahallelinin, özellikle de Aliekber’in annesi Suna ve Hanım Teyze’nin pişirdikleri ile karnını doyuran annesini tartaklar. Hanım Teyze, İbadullah’ın karşısına dikildiğinde “Biz ana oğuluz, biz biliriz, neyinize kalmış, sizinle ne alâkası var, neden karışırsınız herkesin işine…?”[62 - Elçin Efendiyev. Ak Deve, s. 34.] diyerek oğluna arka çıkar.
ZİBA TEYZE: Yahudi’dir. Bir Yahudi köyünden göç ederek mahalleye gelmiştir. Kocasını kaybettikten sonra mahallede yalnız yaşar. Amerika’da bir oğlu olduğu söylenir. Güler yüzlü, tatlı dillidir. Mahallede herkes Ziba Teyze’nin hatırını sayar. Savaş başlayana kadar kendi kavurduğu çekirdekleri satarak geçinir. Çocuklarda para olmadığını anlayınca ceplerine yarım bardak bedava çekirdek döker. Savaş başlayınca cepheden ölüm haberi gelen gençlerin yas meclislerinde bulaşık yıkar, yarı aç yarı tok hayatını sürdürmeye çalışır; bir süre sonra da Amerika’da yaşayan oğlu Gavril Bakü’ye gelerek Ziba Teyze’yi Amerika’ya götürür.
ADİLE’NİN ANNESİ FATMA TEYZE: Gençliğinde Hanım Teyze’nin kardeşi Abuzer’in evlenme teklifini reddederek Papakçı Ebulfeth’e varmıştır. Kardeşini reddettiği için öfke duyan Hanım Teyze ne Fatma ile ne Ebulfeth ile ne de onların kızları ile konuşur. Bu nedenle Fatma Teyze de Hanım’ın bulunduğu yerlerde olmaktan çekinir.
TALİHSİZ ADİLE: Mahallenin en güzel ama en talihsiz kızıdır. Mahallenin enstitüde okuyan ilk genci olan ve bütün annelerin çocuklarına örnek gösterdikleri Koca’ya sevdalıdır. Koca’nın Aliekber, Adile’nin de sırdaşı Tamara ile birlikte 1941 baharında geldikleri sirkte Adile ve Koca mektuplaşırlar. Bu mektuplaşmaya çocuk Aliekber aracılık eder. Adile’nin güzelliğine ve zarafetine hayran olan Aliekber, kızın kendisine verdiği şekerleri kutsal bir emanet olarak saklama kararı alır. Ancak sirk çıkışında Adile ve arkadaşı Tamara’nın karşısına çıkan Hanım Teyze “Ne hayasız kızsın sen, a kız!”[63 - Elçin Efendiyev. Ak Deve, s. 79.] haykırışıyla mahallelinin önünde Adile’ye oğlundan uzak durmasını emreder. Adile’nin yapabildiği tek şey koşarak oradan uzaklaşmaktır. Koca’nın bu ilişkiye sahip çıkmaması üzerine, yaşça kendisinden çok büyük Muhtar’ın evlenme teklifini kabul eder. Ancak ne sevdasını unutabilir ne bu evliliği benimseyebilir. İntihar ederek çileli hayatına son veren Adile’nin ölümü anne ve babası kadar Hanım Teyze’yi de üzer ve Hanım Teyze, Adile’nin ölümü üzerine vicdan azabı çeker.
AĞAHÜSEYİN EMMİ VE SAFURE TEYZE: Aliabbas Kişi’nin komşusudurlar. Oğulları Aynullah’ın savaştan yaralı dönmesi üzerine Safure Teyze’nin bütün altınlarını satarak Ağahüseyin koyun alır ve yarımşar kilo olarak pay ettikleri eti uzun süredir et yiyemeyen mahalleye dağıtır. İyileşince tekrar savaşa giden Aynullah bir daha geri dönmez.
OTORİTER VE BİLGE KADIN FİGÜRÜ HANIM TEYZE: Romanın en güçlü karakteridir. Kocası ölmüştür. Altı oğlunu tek başına yetiştirmiştir.1915 doğumlu Cafer, 1917 doğumlu Adil, 1919 doğumlu Abdülali, 1923 doğumlu Cebrail, 1925 doğumlu Ağarahim ve doğum tarihi belirtilmeyen Koca adını taşıyan oğullarıyla birlikte yaşar. Oğullarını o idare eder. Sadece oğullarını değil mahalleyi de idare eder. Mahallede sadece babasının arkadaşı Aliabbas Kişi’ye özel saygı gösterir; ona yemek gönderir, sağlığı ile yakından ilgilenir. Evi, anlatıcı Aliekber’in yaşadığı ev ile aynı avluya bakar. Otoriterdir, adildir, soğukkanlıdır, sözünü esirgemez, asidir, aklına koyduğu şeyi mutlaka yapar. Dedikodu sevmez, yanında dedikodu yapılmasına izin vermez. Çaresizin, yoksulun yardımcısıdır. Haksızlığa tahammül edemez. Tek başına bir ordu gibidir. Komşusu Emine Teyze’nin hayırsız oğlu İbadullah para vermediği gerekçesiyle annesini tartaklayınca mahalleli gibi seyirci kalmaz, bir amir edasıyla İbadullah’a haddini bildirir. Oğullarından Abdülali kamyonu ile Muhtar’ın arabasını geçtiği için hapse düşünce mahallenin erkeklerinin işe karışıp başlarını derde sokmalarına engel olduğu gibi meseleyi kendi halleder. Muhtar’ın arabasını takip eder, onun çalıştığı yeri öğrenir, günlerce karda-tipide-ayazda bekler, kapıdaki Ermeni bekçiyi kendinden emin tavrıyla haklılığına inandırır, onun yardımıyla Muhtar’ın amirini bulur, sosyalist rejimin üst düzey resmi görevlilerinden olan bu şahsa “Sendendir şikâyetim!.. Bir de senin memurlarından.”[64 - Elçin Efendiyev. Ak Deve, s. 117.] diyerek oğlunun haksız yere hapiste tutulduğunu anlatır. Muhtar’ın cezalandırılmasını sağlar.
Kendi doğrularının dışına çıkmayan Hanım Teyze çoğu zaman akl-ı selim davransa da kindarlığı zaman zaman aklın hükümlerine göre hareket etmesini engeller. Örnek olarak Tıp fakültesinde okuyan oğlu Koca, yıllar önce erkek kardeşini reddedip başka biriyle evlenen Fatma’nın kızı Adile’ye gönlünü kaptırınca duruma müdahale eder. Koca ve Adile’nin sadece birbirlerini görebilmek ve mektup alışverişinde bulunabilmek için gittikleri sirkin çıkışında Koca’nın ve mahallelinin yanında Adile’yi azarlar ve oğlundan uzak durmasını emreder. Duygularını dışa vurmaz. Adile’nin sevmediği biri ile evlendirilmek üzereyken intihar etmesi Hanım Teyze’yi üzer ve vicdan azabı verir; ancak bu üzüntüyü dile getirmez.
Oğullarını savaşa gönderdikten sonra asla gözyaşı dökmez. Derdini, kederini içine atar. Hep metin görünür. Oğullarının sağ salim dönüp geleceklerine inanır. Gerçekten de Hanım Teyze’nin oğulları dönebilenler arasındadır. Ancak Cafer, Adil, Abdülali, Cebrail, Ağarahim ve Koca savaştan döndüklerinde annelerinin mezarı ile karşılaşırlar.
AKSAKAL ALİABBAS KİŞİ: Mahallede saygınlığı çok fazladır. Evinin kapısı gece gündüz sürgüsüzdür. Sosyalist rejim hakim olana kadar mahalledeki hamamın sahibidir. Özel mülkiyet kaldırılınca kendi hamamının müdürü olur; yaşlanınca emekliye ayrılır. Kızı Nisa’yı evlendirmiştir. Karısı Halime ve 18 yaşındaki oğlu Mehmetbakır ile yaşar. Çok değer verdiği biricik oğlunun evde para gizlendiğini söyleyerek kendisini ihbar etmesi Aliabbas Kişi’yi yıkar. Bu ihbar üzerine gece yarısı hükümet adamlarının yaptığı baskın sırasında Aliabbas Kişi’nin en çok üzüldüğü karısı Halime’nin yabancı erkeklerin karşısına başı açık, gece kıyafetiyle çıkmak zorunda kalması ve bu duruma oğullarının sebep olmasıdır. Oğlunun ihaneti karşısında taş kesilen Aliabbas Kişi onun cezasını Allah’a havale eder. Yıllarca oğlunun yüzünü görmez. Mehmetbakır kumarbaz arkadaşları tarafından öldürülünce Aliabbas Kişi şükreder, yas tutmaz, cenazeye katılmaz, taziye kabul etmez. Karısının ölümünden sonra tek başına yaşar. Mahallelinin gönderdiği yiyecekleri kabul etmez; mahalleli de ona asla kırılmaz. Aksakal Aliabbas sadece Hanım’ın gönderdiklerini yer, hatta canının çektiği bir şey olursa Hanım’dan ister.
KASAP DADAŞBALA: Savaş başlayınca et satamayan Dadaşbala kasap dükkanını kapatmak zorunda kalır. Ama kafası ticarete çalıştığı için Gürcistan’dan aldığı çayı semaverde demleyerek yas çadırlarının etrafında çay satarak para kazanır.
MAHALLENİN MECZUBU BALAKERİM: Belki 40, belki 50 yaşındadır. Gündüzleri kırda, bayırda olur. Geceleri Sarı Hamamın avlusunda kümes gibi küçük bir yerde yatar. Mahalleli Balakerim’e saygı duyar, karnını doyurur, onu sever ve korur. O da mahalleliye odun yarar, dam aktarır. Çevresindekilere insanın kâinatta ne kadar küçük ve aciz olduğunu, insanın bir başka insanı gözünde büyütmesinin ve kibirin abesliğini anlatır: “Her adamın arada bir gökyüzüyle baş başa kalması gerek, göğe bakması gerek…İşte şu yıldızlara bakmalı, şu aya bakmalı… O zaman kendinin ne kadar küçük olduğunu anlar. O zaman başkalarının da ne kadar küçük olduğunu bilir.”[65 - Elçin Efendiyev. Ak Deve, s. 37.]
Balakerim karadut altında kaval çalar. Onun kavalı mahalleye huzur, saflık, temizlik getirir. Çocuklara Ak Deve hakkında hikâyeler anlatır. Çocuklar onun Ak Deve ile ilgili anlattıklarını tam olarak anlamasalar da dünyada “bembeyaz bir Ak Deve” olduğuna inanırlar. Balakerim’in anlattıklarından o kadar etkilenirler ki özellikle Balakerim’in “Ölenleri Ak Deve götürür ve kimi öbür dünyaya götürmek isterse gece gelip o adamın kapısının önünde yatar”[66 - Elçin Efendiyev. Ak Deve, s. 40.] cümlesinin etkisiyle 7 yaşındaki Aliekber’in rüyalarına boynunda çıngırağı ile Ak Deve girer.
Kimsesiz ve meczup Balakerim, kendisini Sarı Hamamın avlusundaki kümes gibi yerden çıkarıp üstünü başını temizleyen, karnını doyuran Şevket’e minnet, saygı ve sadakatle bağlanır.

ALİEKBER’İN HAFIZASINDA OLUMSUZ İZ BIRAKANLAR
SOSYALİST REJİMİN İŞBİRLİKÇİSİ FETULLAH HATEM: Ağakerim’in çocukluk arkadaşı Fetullah Hatem, sosyalist rejimin maşalarındandır. Özellikle rejim aleyhinde yazan ya da yazdığını düşündüğü edebiyatçıların eserlerinden anlamlar çıkararak sosyalist rejime muhalif oldukları gerekçesiyle üst makamlara şikâyet eder. Fetullah Hatem’in hükümete bildirdiği isimlerin kurtulma imkânı yoktur. Bu nedenle etrafına korku saçar.
SOSYALİST REJİMİN ADAMI MUHTAR: Mahalleye sonradan gelen Muhtar’ın ne iş yaptığını mahalleli bilmez. Hükümet onu bu mahalleye yerleştirmiştir. Mahallelinin arasına karışmaz, kaldırımda komşularıyla tavla oynamaz, dut ağacının dibinde çay içmez. Sadece kuru bir selam verir. Yaz kış sırtında uzun ve kara meşin bir ceket, belinde tabanca, başında meşin şapka, ayağında kara deri çizme vardır. Boğazına kadar düğmeli koyu kahverengi gömlek ve koyu kahverengi pantolon giyer. Mahallede kimsede telefon yokken Muhtar’ın evine telefon çekilmiştir. Kara bir araba onu işe getirip götürür. Mahalleli ne iş yaptığını bilmese de ondan çekinir: “Aslında Muhtar’dan çekinmek o telefondan, o kara “emadin”den, o kara meşin ceketten çekinmek demekti.”[67 - Elçin Efendiyev. Ak Deve, s. 88.] Siyasî gücünü kullanmayı sever. Mahallenin gençlerinden Abdülali’yi kamyonu ile kendi aracını geçtiği ve emadine çamur sıçrattığı gerekçesiyle hapse attırması üzerine mahalle ayaklanır. Hanım Teyze mahallelinin başını derde sokmadan tek başına Muhtar’a haddini bildirir ve hem mahallelinin önünde azarlar hem de daima amirlerinin emriyle hareket eden Muhtar’ı şikâyet eder. Şahsi öfkesi yüzünden Abdülali’yi hapse attırdığını öğrenen amirleri onun rütbesini indirirler ve onların emriyle Muhtar Abdülali’nin annesi Hanım Teyze’den özür diler.
Hasta bir kadın olan Kübra ile evlidir; ona çok iyi davranır ancak hafifmeşrep bir kadın olan Şevket ile ilişkisi vardır. Kübra ölünce dinî tören yaptırmadan gömer ama gizlice Molla Esadullah’a para verip Yasin okuttuğu söylenir. Kübra’nın ölümünden sonra son derece güzel ve hassas bir genç kız olan Adile ile evlenir. Bu evlilik gönlü, Hanım Teyze’nin oğlu Koca’da olan Adile’nin intiharına sebep olur.
HAYIRSIZ EVLAT İBADULLAH: Gözleri görmeyen Emine Teyze’nin tek oğludur. Uzun süre çocukları olmayınca baba Hamdullah adak adamış ve İbadullah doğunca yolun dibine kara dut ağacı dikmiştir. İbadullah için adak olarak dikilen ağaca İbadullah ağacı denmiştir. Ama baba öldükten sonra İbadullah kendisinden on beş yaş büyük bir Ermeni ile evlenmiş; domuz eti yemeye, içki içmeye, küfretmeye başlamıştır. Yaşlı annesine bakmak şöyle dursun sürekli para ister, olumsuz cevap alınca annesini tartaklar. Etrafa korku saçar. Mahalleli bu davranışları nedeniyle İbadullah’tan nefret eder. Karadut ağacı İbadullah’ın adıyla anılmaz olur. Kendisi için dikilmiş olan bu ağacı kesen yine İbadullah olur. Yaptığı çirkinliklerin farkındadır ve zaman zaman gözlerinden yaş akarak hayatının mahallelinin bilmediği tarafından söz eder:

“Beni alçak bir adam sanıyorsunuz değil mi? Biliyorum otuz yıl sonra büyük adam olacaksınız. O zaman da hatırınıza gelecek benim bu ağacı kestiğim. Mezarıma söveceksiniz benim. Bir rezil adam vardı diyeceksiniz, İbadullah’tı o rezilin adı. Kemiklerim çürümüş olacak o zaman benim!… Ancak bilmeyeceksiniz ki İbadullah bu ağacı kesecek, odun yapıp satacak, anaları ölmüş evlâtlarını geçindirecek… Bilmeyeceksiniz ki, rezil olan İbadullah değil, dünyadır…”[68 - Elçin Efendiyev. Ak Deve, s. 202.]
Sol elinin başparmağı olmadığı için orduya çağrılmayan İbadullah bir erkek olarak savaşa katılamamanın ezikliğini yaşar. Cepheden gelen haberleri düzenli olarak takip eder. Alman işgali altında olan Voronezh’in Rusların eline geçmesi üzerine “Hurra-aa-aa!… Hurra-aa-aa!… Faşistleri kovduk Voronej’den! Hurra-aa-aa!…”[69 - Elçin Efendiyev. Ak Deve, s. 204.] naralarıyla, sanki tek başına Voronezh’i kurtarmış gibi gurur ve heyecanla mahallede koşar. Kendi payından vererek mahalledeki sarı kediyi doyurması, onunla dertleşmesi, kedinin ölümü üzerine ağlaya ağlaya “Niye dünyada insanlar insan olmuş? Niye kediler insan olmamış?”[70 - Elçin Efendiyev. Ak Deve, s. 233.] diye söylenmesi bu mahallede yetişen İbadullah’ın mayasının aslında temiz olduğunu gösterir. Ama bu maya işlenmemiştir. Sonunda annesinin beyaz bir bez parçasının içinde sakladığı bir avuç altın sikkeyi gasp ederek mahalleden kaçar; mahalleli onun karısını da terk ettiğini öğrenir.

AİLESİNE İHANET EDEN SOSYALİST REJİMİN İŞBİRLİKÇİSİ MEHMETBAKIR:
Evde döşemenin altında gizli bir bölme olduğunu fark edince babasının para sakladığını düşünerek rejimin yetkililerine babasını ihbar eder. Bu ihbar üzerine bir gece yarısı evleri meşin montlu askerler tarafından basılır. Her yer, odalar, mutfak, hol, döşekler didik didik aranır. Döşemenin altındaki gizli bölmeden para yerine Kur’an-ı Kerim çıkar. Asılsız ve hain ihbarından sonra bir daha babasının ve annesinin gözüne görünmeyen Mehmetbakır esrarkeşlere, sarhoşlara, kumarbazlara dadanır. Babasına ve annesine yaşattığı trajediden sonra kendi akıbeti de son derece trajik olur. Kumarda kaybettiği parayı ödememek için kaçınca 1923 yılının kışında yoldaşları tarafından bıçaklanır ve cesedi mahalledeki dut ağacının dibine atılır. Babası onun ölüsünü görmeyi reddeder ve cezasını bulduğunu söyleyerek Allah’a şükreder.
MEYRANKULU EMMİ: Dövmecilikle hayatını kazanırken Hanım Teyze’nin vücuda yazı yazıp şekil çizmesine şiddetle karşı çıkması üzerine sakız, çiledi, horoz şekeri, bülbül kafesi, oklava, tahta kaşık ve kendi yaptığı tahta oyuncakları satarak geçinmeye başlar. Yüzü hep asıktır ve yaptığı işten hoşnut olmadığını hissettirir. Daima söylenir. Kendisine uzatılan paraya daima dikkatle bakar. Tek derdi altı kızdan sonra dünyaya gelen biricik oğlu İbrahim’in en iyi şekilde yaşaması, rahat etmesidir. Şair zannettiği oğlunun yazdıklarıyla övünür. İbrahim’in ölüm haberi onu yıkar.
MEYRANKULU EMMİ’NİN OĞLU İBRAHİM: Şair olduğunu iddia eder. Eski tanınmış şairlerin mısralarını kendisi yazmış gibi gösterir, onların şiirlerini sahiplenir. Mahallede tek başına yaşayan Şevket’te gönlü vardır. Kendisine aitmiş gibi gösterdiği çalıntı şiirleri Şevket’e ithaf eder. Savaşa giden gençler içinde ilk olarak İbrahim’in ölüm haberi gelir.
KOCA: Mahallenin yüksek tahsil gören ilk gencidir, Tıp fakültesi öğrencisidir. Bütün anneler çocuklarına onu örnek gösterirler. Mahallenin en güzel kızı Adile ile mektuplaşır. Ancak annesi Hanım Teyze’nin sert müdahalesinin önüne geçemez. Annesinin Adile’ye hakaret etmesini durduramaz ve Adile’nin yanında yer alamaz. Şahsiyetsiz davrandığı için Aliekber daha önce hayran olduğu Koca’dan soğur:

“Ben, Koca’nın bana bakmak istemediğini hissediyordum. Ama artık bunun bir manası yoktu. Koca bana isterse baksın, isterse bakmasın; ben artık Koca’yı sevmiyordum. (…) Koca’nın yanından uzaklaşıp Ağarahim’in yanında yürümeye başladım, sadece bunu yapabildim. Koca da kendini tutamayıp bana baktı, ben ise ona doğru bakmadım. Ben aslında Hanım teyzeden çok Koca’ya kırılmıştım.”[71 - Elçin Efendiyev. Ak Deve, s. 80.]

FARKLI HAYATLAR ORTAK KADER: SAVAŞ-YOKLUK-ÖLÜM
Geleneksel yaşam çizgisini sürdüren insanların yaşadığı bir mahallenin sakinleri arasında sosyo ekonomik bir denge vardır ve bu anlamda mahalle homojen bir yapı arz eder. Bu homojen yapının içinde farklı hayat hikâyeleri yer alır. Bu romandaki hikâyelerin de her birinde farklı hayatlar, farklı dramlar vardır. Bu farklı hayatların ortak noktası II. Dünya Savaşı öncesi ve savaş esnasındaki Bakü’den insan manzaralarının parçaları olmasıdır. Bu insan manzaraları, siyasal ve sosyal çizgide sosyalist rejimin halkı ezmeye başladığı süreç ile savaşın hayatları ezip alt üst ettiği sürecin izlerini taşır. Özellikle mahallenin değişim ve dönüşümü II. Dünya Savaşı ekseninde yansıtılır.
Bu mahalle cephe gerisini temsil eder. Bu temsiliyet Bakü özelinde olmakla birlikte genel anlamda Azerbaycan, Sovyetler Birliği ve II. Dünya Savaşı sırasında ateş hattına sevdiklerini gönderen ve savaşın sebep olduğu yokluk, yoksulluk, sefalet ve ölümden payına düşeni alan her mahalleyi kapsar.
Aliekber’in birinci sınıfa başladığı sene savaş çıkar. Aliekber, aradan geçen uzun yıllar nedeniyle savaşın başladığını ilk kez kimden işittiğini ve işitince ne tepki verdiğini hatırlamaz. Belki ilk kez annesinden, belki Balakerim’den, belki Caferkulu’dan işitmiştir. Bu farklı isimlerden işitme ihtimali bir gerçeğe işaret etmektedir. O da bütün mahallelinin savaş başlar başlamaz felaketi öğrendiğidir. Savaşın daha başında mahalle boşalmaya başlar:

“Bazen de savaşın başladığını ilk defa mahalleden işitmişim gibi geliyor, sanki bu haberi bana bomboş sokağımız fısıldamıştı, bomboş ara yolumuz fısıldamıştı, göze çarpacak kadar yetimleşmiş Sarı Hamam fısıldamıştı… Ama sokağımız savaş başladıktan sonra boşalmıştı, kimsesizleşmişti.”[72 - Elçin Efendiyev. Ak Deve, s. 142.]
Mahalleden ilk giden Aksakal Aliabbas Kişi olur. Kızı Nisa hayatında ilk defa babasına karşı çıkar, onu alıp kendi yaşadığı Maştağa’ya götürür. Mahalleden ikinci ayrılan çekirdekçi Yahudi Ziba Teyze’dir. Amerika’da yaşayan oğlu Gavril, Bakü’ye gelir ve annesini alıp Amerika’ya döner. Aliabbas ve Ziba’nın evlerinin kapısına asılan ve zamanla paslanan kilitler savaşın sembolü olur. Bu arada önce mahallenin gençleri, bir süre sonra da orta yaş grubundaki erkekleri orduya alınır. Cafer, Adil, Abdülali, Cebrail, Ağarahim, Koca, İbrahim, Gülağa, Aliekber’in babası, Hasanağa emmi, Ağahüseyin emmi, Azizağa emmi, Safure teyzenin-Firuze teyzenin-Sakine teyzenin-Meşhedihanım teyzenin oğulları, kocaları, kardeşleri ve mahalleden pek çok erkek savaşa gider. Geride kalanlar gözleri yaşlı, cephedekilerin yaşadığını haber veren üç köşeli asker mektubunun gelmesini dört gözle beklerler. Herkes endişelidir. Kadınlar birkaç ay içinde çökerler. Savaşla mahallelinin evine et girmez olur. Bir süre sonra yiyecek ekmek dahi bulamaz olurlar. Açlık, kıtlık kol gezer. Kuyruklar başlar. Kadınlar gece boyunca fırının önünde kuyruğa girerler. Sabah erkenden açılan dükkânın önündeki uzun kuyruk kısa sürede biter. Az sayıda ekmek çıktığı için fırın hemen boşalır. Çocuklar da ellerine kap alıp gaz kuyruğuna girerler. Ancak bir süre sonra cephe gerisinde gaz da bulunmaz olur. Evler karanlığa bürünür. Kışın soğuktan titrerler. 1943-1944 yıllarında açlık ve kıtlığın boyutu öyle artmıştır ki minicik ve cılız olmalarına aldırmadan avlanan serçeler ile doymaya çalışırlar. Bir başka beslenme yolu da Amerika’dan gelen kaplumbağa yumurtasının sarımsı mavimsi tozudur. Bu tozu suyla pişirip bu ağır kokulu bulamaçla çocuklar beslenir. Kümesteki hasta güvercinler, kesilip satılmak amacıyla çalınır. Sıçanlar azalır, kediler zayıflar. İbrahim’in, Gülağa’nın, Aliekber’in babasının ölüm haberleri gelir. Safure teyzenin oğlu Aynullah yaralı gelir, iyileşip tekrar cepheye gider ama bir daha geri gelmez. Ulaşan her acı haberin ardından gözyaşları dökülür, evlerin önüne taziye çadırları kurulur, Kur’an okunur, Hitler’e beddua edilir, ölümün Hitler’in kapısını da çalması niyaz edilir, Stalin yüceltilir.
Roman, iki zaman dilimini bünyesinde barındırır. Bunlardan biri Aliekber’in 7-11 yaş arasındaki çocukluğu, diğeri mahalleden ayrılmalarının üstünden 40 yıl geçtikten sonraki zamandır. 50’li yaşlardaki Aliekber çocukluğundan kalan simalarla (Hanım Teyze’nin artık yaşlanmış oğulları) mezarlıkta karşılaşınca ve çocukluğunun geçtiği mahalleye giderek kapı önlerinden geçtikçe bu mahalleye ruh veren ve kendi ruhunda derin izler bırakıp karakterinin şekillenmesinde etkili olmuş mahalleliyi birer birer hatırlar. Ancak bu hatırlayış Aliekber’i sadece maneviyatta geçmişe götürür; realitede böyle bir dönüş mümkün değildir. Üstelik mahalleliyi sadece hatırasında kaldığı şekliyle yaşatsa maziyi canlandırabilecekken değişimin soğuk yüzüyle karşılaşır ve artık hafızasındaki mekân güvenli bir sığınak, huzurlu bir yuva olma özelliğini kaybeder; evler ona hem tanıdık hem de yabancıdır:

“Ben şu anda bu mahallede kimi arıyordum? “Geçmişe yolculuk”, bu sadece bizim kitaplarda yarattığımız bir ifadedir. Aslında geçmiş hiç kimseyi kabul etmiyor, geçmiş kendi işini görüp bitirmiş, kapısında da ebedî bir kilit var. Ziba teyzenin kapısındaki o paslı kilit gibi, Aliabbas kişinin kapısındaki o kocaman kilit gibi…”[73 - Elçin Efendiyev. Ak Deve, s. 222.]
Paslı kilidi açmak nasıl kilidin kırılmasını gerektirecek kadar zorsa ve kolayca paslı kilidi açıp kilidin koruduğu nesnenin içine girmek mümkün değilse mazinin kilidini açıp eskiye dönmek de aynı şekilde mümkün değildir. Sosyal zaman değişmiştir. Sadece iki katına mahallelinin sığabileceği on bir katlı kocaman bir bina yapılmıştır, eski binalarda farklı insanlar oturmaktadır, bu mahallede şimdi başka insanların gündelik hayatları yaşanmakta, bu binalarda oturan çocuklar kırk yıl öncesinin çocukları gibi otomatik kaleme mucize nazarıyla bakmayıp sıradan bir yazma aracı olarak çantalarında yer vermektedirler. Çocukluğundan kalan mahalleli, şimdinin ellisini devirmiş Aliekber’ini tanımaz. Örnek olarak Safure Teyze, kendisini tanıtmasına rağmen onu hatırlamaz.
Aliekber’in anlatısında sadece tanıdık simaları anmak, mahalle ruhunu yansıtmak ve mahallelinin kişi üzerindeki etkisini ortaya koymak adına maziye gidiş söz konusu değildir; romanda II. Dünya Savaşı sırasında Azerbaycan’da cephe gerisini yansıtmak suretiyle yakın siyasî ve sosyal tarihe de temas edilir. II. Dünya Savaşı cephe gerisi ile yansıtılırken arka arkaya mahalleye gelen ölüm haberleri romanda ortak bir kaderin de belirleyicisi olur. Bu ortak kader romana adını veren ve Balakerim’in dilinden düşürmediği Ak Deve ile temsil edilir. Romanda leitmotif olarak karşımıza çıkan Ak Deve ölülümün sembolüdür. Bahattin Ögel’in Türk Mitolojisi adlı kitabında “Erkem Aydar” adlı Kırgız destanında yer aldığı şekliyle Allah u Teala’nın ak devesinin sütünün öleni diriltecek derecede güçlü bir şifa kaynağı olarak gösterilir; ancak ak deveyi gören kişinin hemen öldüğü belirtilir.[74 - Bahattin Ögel. Türk Mitolojisi, C. II, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 2010, s. 539.] Balakerim’in anlattığı hikâyelerde Ak Deve önünde durduğu her kapıya ölüm getirir. Bir gün herkesin kapısında duracak olan Ak Deve, romanda ölümle özdeşleşmiş ve aynı mahallede farklı hayatlar yaşayan insanlar için ortak kader olmuştur.

Sonuç
Ak Deve romanının aynı mahallenin sakini olan kahramanları geniş bir ailenin mensupları gibidirler. Herkes birbirini tanır, herkes birbirinin derdini bilir. Kendi içine kapanmış, yabancıyı kolay kabullenmeyen mahalle, savaş başlayana kadar adeta kendi kendini yöneten bir yapıya sahiptir. Bağlı olduğu ülke ya da şehrin varlığı sosyalist rejimin adamlarının mahallede ikamet etmeye başlamasıyla ya da mahallenin bazı sakinlerinin rejime hizmet etmeyi ailelerine tercih etmeleriyle hissedilir. Baskın bir karakter olan altı erkek çocuk annesi Hanım Teyze oğullarının yanı sıra tavrıyla, az ve öz konuşmalarıyla, olayların seyri sırasında verdiği sert ve otoriter, disiplinli ve tavizsiz tepkilerle, mahalleliyi yönlendirmesiyle bu mahallenin yöneticisi konumundadır. Balakerim de anlattığı hikâyelerle, çaldığı kavaldan yaydığı duygularla mahallenin manevi önderi gibidir. Mahalleli savaş başlayana kadar Hanım Teyze’nin liderliğinde ortak bir kimlik sergiler. Sadece Muhtar, İbadullah ve Aliabbas Kişi’nin oğlu Mehmetbakır bu ortak kimliğe dahil olamazlar.
Mahallenin en belirgin yerleri Aliekber ve Hanım Teyze’nin aynı avluya bakan evleri, Aliabbas Kişi’nin işlettiği hamam ve oğlunun ihbarıyla sosyalist rejimin adamları tarafından basılan evi, mahallenin çocuklarının toplaşıp Bala-kerim’in çaldığı kavalı dinledikleri kara dut ağacı, Muhtar’ın balkonda çiçekler olan evidir. Burası çoğunluğun Müslüman olduğu ve geleneksel hayatın yaşandığı bir mahalle olsa da merkezde cami yoktur. Geleneksel çizgideki bir Müslüman mahallesinin merkezinde bir camiin olmayışı, Kuran-ı Kerim’in evde gizli bir bölmede saklanması, sistemin kölesi Muhtar’ın ve Mehmetbakır’ın davranışları, Kübra’nın dinî tören yapılmadan gömülmesi sosyalist rejimin savaş öncesinde kendisini nasıl hissettirdiğini ortaya koymaktadır.
Savaşla birlikte mahallenin homojen yapısı bozulmaya başlar. Mahallenin yaşlıları uzaklaşır, fiziksel engeli olmayan erkekleri cepheye gider. Kalanlar cephe gerisinde yaşanabilecek her türlü sıkıntıyla mücadele ederler. Ak Deve teker teker mahallelinin kapısını çalar ve cepheden arka arkaya ölüm haberleri gelir.
Romanın yazarı Elçin Efendiyev her ne kadar rejimin üst düzey siyasi aktörlerinden biri olsa da Ak Deve sosyalist rejime angaje olmuş, güdümlü bir kitap değildir. Özellikle santimantalist bir kahramanı anlatıcı olarak kullanıp bu başkahramanın gözünden ve kabullerinden hareketle hem onun hem de mahalleli ile mahallenin iç dünyasına psikolojik bir dikkatle nüfuz etmesiyle, insanı tamamen iyi ya da tamamen kötü göstermeyip olumlu ve olumsuz taraflarını birlikte vererek gerçek insan kimliğiyle yansıtmasıyla, belli bir olay örgüsü olmadan kahramanların akıbetleri hususunda okuyucuda uyandırdığı merak duygusuyla ve içerdiği sosyolojik verilerle başarılı olduğunu söylemek gerekir

Kaynakça
Adıgüzel Sedat. “Azerbaycan Edebiyatında Postmodernist-Yeni Tarihselci Yaklaşımın Romanı: Kafa”, Türk Dünyası Dil ve Edebiyat Dergisi, S 48, 2019, s. 7-26.
Bayramova Nergiz Laden. Elçin Nesrinin Poetikası, Ozan Neşriyyatı, Bakü 2003.
Demir, Yavuz. Anlatıcılar Tipolojisi, Dergâh Yayınları, İstanbul 2002.
Efendiyev Elçin. Ak Deve, Akt. Ali Duymaz, Ötüken Neşriyat, İstanbul 1999.
Meriç Cemil. Meriç, Kırk Ambar, Cilt I, İletişim Yayınları, İstanbul 1998.
Mutafoğlu Merve (y.t.y) “Otobiyografik Bellek ve Kültür İlişkisi”, Onto Psikoloji Dergisi, Sayı 19, https://www.ontodergisi.com/sayilar/otobiyografik-bellek-ve-kultur-iliskisi.
Ögel Bahattin. Türk Mitolojisi, Cilt II, Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumu, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 2010.
Öztürk Mehmet. Elçin Efendiyev’in Romanlarında Sosyal ve Kültürel Meseleler, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Celal Bayar Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Manisa 2016.
Stevıck Philip. Roman Teorisi, Çev. Sevim Kantarcıoğlu, Akçağ Yayınları, Ankara 2004.
Yoska Erhan-MAĞARA Aydın. “Kızılordu’dan Azerbaycan Lejyonu’na Fatalibeyli Düdengski ve Almanya’daki Basın Faaliyetleri”, Karadeniz Uluslararası Bilimsel Dergi, Volume 51, 2021, s. 59-70.

ELÇİN’İN ÖLÜM HÜKMÜ ROMANI ÜZERİNDEN SOVYET SİSTEMİNE BAKIŞ[75 - Bu yazı 2020 yılında Marmara Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Dergisi’nin 7. cildinin 2. sayısında yayımlanmıştır. Genceli, M., Abir, F. “Elçin’in Ölüm Hükmü Romanı Üzerinden Sovyet Sistemine Bakış”. Marmara Türkiyat Araştırmaları Dergisi 7 (2020 ): 343-360.]
Doç. Dr. Mehdi Genceli[76 - Marmara Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü, İstanbul/Türkiye,] Furkan Abir[77 - Doktora Öğrencisi, Marmara Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü, İstanbul/Türkiye,]

Giriş
Bu çalışma Azerbaycan edebiyatında Sovyet dönemi devlet ve toplumunu farklı açılardan detaylı olarak anlatan Ölüm Hükmü romanını tarihsel gerçekliğin edebiyata yansıması bağlamında ele almaktadır. Doğu Bloku ülkeleri yazarları Sovyet döneminde sansür ve kısıtlamalardan dolayı özgürce yayın yapamaz. Bu durum Sovyet devlet ve toplum sisteminin eleştirisinin Batılı yazarların tekeline girmesine sebep olur. Soğuk Savaş döneminin ardından Doğu Bloku ülkelerindeki yazarlar yetmiş yıllık bir dönemin öz eleştirisini yapma gereği hisseder. Ölüm Hükmü bu anlayışın tezahürüdür ve sunduğu tarihsel perspektif birçok açıdan analize müsaittir. Çalışmamızın ana noktası Ölüm Hükmü romanında baskı ve yozlaşmanın sistemi hangi vasıtalarla ele geçirdiğinin anlaşılmasıdır. Sistemin iliklerine kadar işleyen bir yandan da farklı şekillerde sürekli yeniden üretilen baskı ve yozlaşma unsurlarının bireysel-toplumsal bazda yarattığı çatışma da çalışmamızın ele aldığı bir diğer problemdir.

Tarihî Roman ve Tarihsel Gerçeklik
Tarihî romanın kurmacayla ilişkisinin ne olduğu/olması gerektiği ve objektif tarih yazımının ne kadar mümkün olduğu, üzerinde durulması gereken meselelerdir. İngiliz tarihçi Carr’a göre, “Tarihin olguları bize hiçbir zaman arı olarak gelmezler, çünkü arı biçimde var olmazlar: Her zaman kayıt tutanın zihninden kırılarak yansırlar.”[78 - Aktaran: Ahmet Oktay, Romanımıza Ne Oldu, Dünya Yayınları, İstanbul 2003, s. 46.] Bilimsel tarih yazımının dahi gerçekliği tam olarak yansıtması söz konusu olamazken tarihî romanın her anlamda gerçeği yansıtmasını beklemek yersiz bir arayış olur. Bu yüzden tarihî roman yazarının da ele aldığı olay ya da döneme tamamen nesnel yaklaşabilmesi güçtür. Olaylar ve kişiler yazarın bakış açısından, dünya görüşünden okuyucuya yansır. Bu durum, roman karakteri hâline gelmiş olan tarihî şahsiyetlerin idealleştirilmesi yahut düşkünleşmesi sonucunu da getirir.
Tarihî roman kavramı 19. asırda ortaya çıkmıştır.[79 - György Lukacs, Tarihsel Roman, Epos Yayınları, Ankara 2008, s. 21.] Üzerine tartışmalı tanımlar yapılan bu kavram, en genel ifadeyle konusunu ve karakterlerini tarihten alan roman olarak bilinmektedir. Bu türün ilk örneği İngiliz edebiyatında Walter Scott tarafından verilmiştir.[80 - György Lukacs, Tarihsel Roman, s. 35.] Tarihsel romanlarda kişiler gerçek veya kurgu olabilir, ancak konu tarihsel bir gerçekliğe dayanır. “Scott ilk kez bilinen bir tarihsel gerçekliğe, ana dokusunu değiştirmeden, kurmaca bir öykü monte etmeyi denemiştir. Onun bu denemesi tarihsel romanın fiksiyonla[[81 - Fiksiyon “kurmaca”.]] belki de ilk tanışması olarak nitelendirilebilir.”[82 - Aktaran: Turgut Göğebakan, Tarihsel Roman Üzerine, 1. bs., Akçağ Yayınları, Ankara 2004, s. 24.] Scott’a göre tarihsel roman ya gerçek bir tarihsel olayın içine kurmaca bir öykü monte edilerek ya da bilinen tarihsel bir gerçeklik üzerine bütünüyle kurmaca figürlerin ve figürler etrafında anlatılan olayların aktarılmasıyla oluşturulur.[83 - Turgut Göğebakan, Tarihsel Roman Üzerine, s. 25.] Ölüm Hükmü, konusunu tarihten almakla beraber tarihî gerçeklikleri düşsel karakterler üzerinden işlemesiyle Scott’un ikinci tanımına uygundur. Tarihsel romanın en belirgin özelliği, geçmişi bugüne getirmesi ve geçmişi bugünün gözüyle değil, o günlerin gözüyle, o günlerin havasıyla vermesidir.[84 - Ömer Türkeş, “Romana Yazılan Tarih”, Edebiyatın Omzundaki Melek Edebiyatın Tarihle İlişkisi Üzerine Yazılar, Haz. Zeynep Uysal, İletişim Yayınları, İstanbul 2017, s. 81-148.] Kurgu, çoğu zaman tarihî romanlarda tarihsel olayların ve dönemin zihniyetinin halkın bilincinden aktarılmasında araç olarak kullanılmıştır. Burada önemli olan tarihî olaylar karşısında halkın düşüncesinin aktarılmasıdır ve Ölüm Hükmü romanında da bu dikkatin gözetildiği görülür. İyi bir tarihsel romanda tarihî malzemeler ve tarihî atmosfer roman içi bir yaşantıya dönüştürülebilmelidir.[85 - Emin Özdemir, Yazı ve Yazınsal Türler, Karacan Yayınları, İstanbul 1981, s. 239.] Elçin, bir devrin sosyal hayatı ile roman karakterlerini bütünleştirerek roman içi yaşantıyı oluşturur ve tarihsel gerçeklik-kurgu ilişkisini kurar.
Ölüm Hükmü ve Sovyet Sisteminin Eleştirisi
Roman, Bakü’de bulunan Tilki Geldi Mezarlığı’nın tasviriyle başlar. Okur, mezarlığı Salakça adlı köpeğin gözünden izler. Yazar, bu köpeğin mezarlığa geliş hikâyesi vasıtasıyla mekânın çalışanları ve müdürü Abdul Gaffarzade hakkında bilgi verir. Yapılan tasvir ve verilen bilgiler romanın ilerleyen bölümleri için temel teşkil eder. Çünkü Tilki Geldi Mezarlığı işleyişi ve çalışanlarıyla Sovyetler Birliği’nin minyatürü gibidir.[86 - Rahim Tarım, “Ölüm Hükmü Romanında İnsan İlişkilerine Psikolojik Bir Yaklaşım”, Uludağ Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi, S. 31, 2016/2, s. 300.] Mezarlığın bekçisi Eflatun; çıkarcı, yalaka ve ahlâkî değerlerden yoksun bir adamdır. Yazar, Eflatun’un fizikî çirkinliğini de betimleyerek onun maddi ve manevi özelliklerini birleştirir. Mezarlık müdürü Abdul Gaffarzade ilk bölümde güçlü ve sözünü geçiren bir karakter olarak karşımıza çıkar: “Tilki Geldi Mezarlığı’nın Abdul Gaffarzade gibi bir sahibi varken kimden korkacaktı ki? Brejnev’in mi yoksa Abdul Gaffarzade’nin mi daha güçlü olduğu bile tartışılırdı aslına bakılırsa.”[87 - Elçin, Ölüm Hükmü, Akt. Azad Ağaoğlu, Ötüken Yayınları, İstanbul 2018, s. 14.]
Pasaj, bekçi Eflatun’un gözünden Abdul Gaffarzade’yi göstermesi bakımından dikkate değerdir. Abdul Gaffarzade, çalışanlarının gözünde Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği başkanıyla boy ölçüşebilecek kadar güçlüdür. Bu güç sayesinde korkulan bir adamdır ve sözünden asla çıkılmaz. İlk günler Abdul Gaffar-zade’nin ilgisine mazhar olan ve bekçi Eflatun tarafından bakılan Salakça, zaman içinde müdür tarafından unutulur. Gaffarzade’nin ilgisini kestiği köpeğe bekçi tarafından zaman zaman eziyet edilir ve Salakça doğumundan beri ilk kez mezarlıktan çıkarak kendisini bekleyen meçhul dünyaya doğru yol alır.
İkinci bölüm Bakü’nün fakir bir mahallesinin ve burada yaşayanların tasviriyle başlar. Romanın başkarakterlerinden filoloji öğrencisi Murat Yıldırım’ın ev sahibi Hatice Kadın ölmüştür ve onun cenaze merasimiyle uğraşılmaktadır. Murat Yıldırım içine kapanık bir insandır. Kalabalıklardan hoşlanmaz ve şehir yaşantısına uyum sağlamakta güçlük çeker. O, birçok kişiyi tanır, ancak kendisini tanıyan insan sayısı çok azdır. Yalnızlığını din ile ilgili araştırmalar yaparak gidermeye çalışsa da kendisini Allah’ın bile terk etmiş olduğuna inanır. Yazar, Murat Yıldırım vasıtasıyla Sovyet döneminde dinlere olan olumsuz bakışı da sezdirir: “Devrimden sonra Kuran’ın Azericeye tercümesi yayınlanmamıştı, bu nedenle de kütüphanelerde Azerice Kuran bulmak imkânsızdı. Rusça neşirden yararlanmak için bile özel bir izin gerekiyordu ve talebe Murat Yıldırım büyük bir zorlukla o izni almayı başarmış bulunuyordu.”[88 - Elçin, Ölüm Hükmü, s. 30.]
Din, tarihsel gerçekliğe uygun olarak eserde de Sovyet yönetimi tarafından komünist topluma ulaşma yolundaki büyük bir engel olarak görülür. “Yeni Sovyet insanı, kendini burjuva etkilerinden arındırarak, verimli bir şekilde komünist bir toplumun inşa edilmesine katkı sağlayacaktır ve bu değişimin bir parçası olarak eski batıl inançlarından kurtulacaktır.”[89 - Hanife Saraç, “Kutsalı Topyekûn Dönüştürme Çabası: Lenin ve Stalin Döneminde Sovyetler Birliği’nin Din Politikası”, Kafkas Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, S. 23, s. 78.]
İşçi ve köylü sınıfını sömürü düzeninden kurtaracağını ve insanlara, öteki dünyada değil bu dünyada cenneti yaşatacağını vadeden düzen giderek yozlaşır. Hanedan ve aristokrat sınıfı lağvedilerek eşitlik getirildiği söylense de sistem kendi içinde yine ayrıcalıklı ve üstün bir zümre yaratır. Bu zümre, Komünist Parti ve onun yönetici sınıfıdır. Devlet ve ideoloji adeta yeni bir din hâline gelerek bireyselliği yok eder, farklı bir sömürü düzeni ortaya çıkarır.
Murat Yıldırım’ın benliğine dünyanın geçiciliği ve ölüm duygusu hâkimdir. O, bütün mahalleli cenaze hazırlıkları yaparken kendi kendine hayallere ve düşüncelere dalar. Mahalleli, Hatice Kadın’ı mutlaka Tilki Geldi Mezarlığı’na defnetmek ister. Çünkü bu mezarlığa tek alternatif olan Yeni Mezarlık’ta Müslüman, Yahudi ve Hristiyan mezarları beraber bulunur ve Hatice Kadın’ı oraya gömmek mahallenin aşağılanması anlamına gelir. Toplumun asırlardır yerleşmiş olan hayat görüşünden tamamen kopamadığı açıktır.
Romanın bu bölümünde eğitim ve liyakat sisteminin nasıl ayaklar altına alındığı da gözler önüne serilir. Her alanda olduğu gibi eğitimde de rüşvet ve adam kayırma olağan hâle gelir. Liseyi bitirip üniversite sınavına hazırlanan Murat Yıldırım, yazılı sınavlarda başarılı olmasına rağmen sözlü sınavlarda bir türlü başarılı olamaz. Sınava birinci girişinde bütün soruları yanıtlamasına rağmen Azizimin Cefası adlı romanın yazarını bilemediği için elenir. Romanı kütüphanelerde araştırır, ancak bulamaz. Dahası böyle bir roman yazılmamıştır. Murat Yıldırım bir sene hazırlıktan sonra şansını tekrar dener. Yazılı sınavdan tam not alır. Sözlü sınavda da tüm soruları yanıtlar: “Geleceğin üniversite talebesi anlatmayı bitirince, hoca ‘Çok güzel!’ deyivermişti. ‘Sen iyi bir edebiyat bilgini olacaksın ileride! Şimdi ünlü Rus şairi Aleksandr Sergeyeviç Puşkin’in büyük oğluyla küçük kızının isimlerini söyle bakalım.”[90 - Elçin, Ölüm Hükmü, s. 41.] Murat Yıldırım yine elenir ve bir daha beş sene Bakü’ye adımını atmaz. O, üniversiteye girerken bile uygulanan rüşvet zincirinden henüz haberdar değildir. Köy kütüphanesinde çalışmaya başlar. Bu sırada Bakü’de polislik yapan bir hemşehrisi köye geri gelir ve onu aydınlatır:

“Üniversiteye gitmek istiyorsan boşu boşuna kalkıp Bakü’ye gitmenin ne anlamı var? Boşu boşuna üniversite mi olur be adam? Her şeyin bir bedeli var. Seninkinin bedeli on iki bin ruble mesela! Fiyatı elli bin ruble olan bölümler de var! Başkanın küçük oğlu yok mu, işte onun girdiği bölüm mesela!”[91 - Elçin, Ölüm Hükmü, s. 43.]
Polisin anlattığı rüşvet zincirine göre bu on iki bin ruble profesöre gidecek, profesör bir kısmını alıp kalanını bir üst makama verecek, o da aynı şekilde yapıp parayı bakanına verecek, o da bir kısmını alıp geri kalanını Komünist Merkez Kurulu’ndaki yöneticilere verecek, onlar da bir kısmını alıp kalan parayı Moskova’ya göndereceklerdir. Çünkü rejimin işleyişini sağlayan aslında bu kirli çarktır. Polis bu sistemi garipsemek veya eleştirmek yerine Murat Yıldırım’ın torpil veya rüşvet olmadan sınavlara girmesine şaşırır. Bu sert ve soğuk atmosferde romantik/ idealist davranışlar büyük hayal kırıklıklarıyla neticelenir.
Bürokrasideki yozlaşma topluma da yansır. Bireyler; çıkarcı, iş bilir, kurnaz kimseler hâline gelir. Para ve güç ahlâkî değerlerin yerini alır. Toplumun en alt katmanından devletin en üst kademesine kadar her şey maddiyatın etrafında şekillenir.
Ahlâksızlıkla zengin olan kişilere karşın halkın geneline yoksulluk hâkimdir. Geriye dönüş tekniğiyle Hatice Kadın’ın henüz hayattayken, oğlu Balaniyaz’dan bir tabak eti kıskandığı için ona yalan söylediğine şahit oluruz. Meteliğe kurşun atan üniversite talebesi Murat Yıldırım ve onun yaşadığı mahalle fakirliğin sembolüdür. İnsanlar temel beslenme ihtiyaçlarını bile zor karşılar duruma gelmişlerdir:

“Devlete ait mekânlardan et almak zaten sorundu üstelik. Bakü’de et kişi başına bir kilo karneyle satılıyordu uzunca zamandan beri. Tereyağı da kişi başına yarım kilo olmak üzere karneyle satılıyordu yine (son kez 7 Kasım kutlamaları dolayısıyla tereyağını kişi başına bir kilo olmak üzere satmışlardı). Mahalle halkı hem et hem de tereyağı konusunda bayağı sıkıntı çekiyordu yani, ama böyle günlerde her ne suretle olursa olsun, bir deve fiyatına bile mâl olsa (fırıncı Ağabala gibi durumu iyi olan insanların sayesinde pek tabii) taze et bulmak icap ederdi.”[92 - Elçin, Ölüm Hükmü, s. 50.]
Romanda dikkat çeken bir husus, devlet tarafından kurulan örgütler aracılığıyla küçük yaşlardaki çocukların sisteme ve ideolojiye bağlılığının sağlanması yolundaki gayrettir. Oktyabryat ve Pioner adlı bu örgütlere yaşları 7 ile 15 arasında değişen çocuklar dahil edilir. Nazilerin HitlerJugend (Hitler Gençliği) adlı yapılanmasını hatırlatan bu örgütler, birer beyin yıkama vasıtasıdır. Eserde vurgulandığı gibi, sisteme doğrudan veya dolaylı en ufak bir eleştiride bulunan kimseler halk düşmanı damgasıyla sürülmekte ya da idam edilmekte iken bu beyin yıkama merkezleri aracılığıyla sistem kutsanır ve gençlik eleştirel düşünme kabiliyeti olmayan, mankurtlaşmış kişiler olarak yetiştirilir. Yazarın, Brejnev’in Bakü’ye gelişini betimlediği sahnede bu örgütlerde yetişen çocukların müstakil şahsiyetlerinin olmadığına, adeta bir makinenin dişlisi gibi hareket ettiklerine tanık oluruz. Öte yandan Brejnev’in Bakü ziyareti elbette bazı fırsatları da beraberinde getirir:

“Yoldaş Brejnev’i herkesten daha coşkulu alkışlayıp herkesten daha sevinçli olduğunu gösterebilen bir talebenin önünde birtakım olanaklar açılması ihtimali yok değildi: onu fakülte (hatta üniversite) komsomol kuruluna üye yapabilirlerdi mesela (yani rektörlüğe çağırarak komsomol kuruluna üye olduğunu söyleyebilirlerdi kendisine!), bu ise ileride Bakü’de bir göreve atanabileceği, komsomol örgütü içinde mesafe kat ederek oradan partiye atlayabileceği, daha sonra ise hem kendi işlerini, hem de bütün sülalesinin durumunu düzeltebileceği anlamına gelirdi.”[93 - Elçin, Ölüm Hükmü, s. 73.]
Romanın üçüncü bölümü başkarakterlerden Abdul Gaffarzade’ye ayrılmıştır. Abdul Gaffarzade’nin oğlu Orduhan altı yıl önce ölmüş ve Abdul’un eşi Karatel bu ölümün etkisiyle hayattan ümidini adeta kesmiştir. Abdul ve Karatel’in diğer çocuğu Sevil, Ömer isminde bir piyanistle evlidir. Sevil ve Ömer’in Abdul Ali isminde bir de çocukları vardır. Abdul Gaffarzade; zengin, nüfuzlu ve güçlü bir adamdır. Ailesi ve hatta dünürü Mürşit Gülcihani için imkânlarını kullanmaktan kaçınmaz.
Abdul Gaffarzade, Komünist Parti yöneticileri tarafından takdir edilir, ancak onların arkasından iş çevirmekten de geri durmaz. Aylık geliri 135 ruble olmasına rağmen Karun kadar zengindir. Zenginliğini sistemin bozukluğuna borçludur ve yozlaşmış değerlere en ufak bir bağlılık duymaz. Sistemin kutsadığı ilkeleri kendi lehine kullanır:

“Abdul Gaffarzade o mücerret gelecek uğruna çalışmayı (ve ölmeyi) en anlamsız ve en aptalca bir iş olarak görüyordu; bazı geceler, uykuya dalmadan önce dünya işleri ve o aydınlık gelecek hakkında düşündükçe, ‘İnsanoğlu masallar ve efsaneler uydurduğu gibi, işbu rejim de mücerret bir gelecek mefhumu uyduruvermiş ve bu mefhum sayesindedir ki yüz milyonlarca insanı yönetebilmektedir’ diye bir karara varıyordu adam. Toplumun bu kadar bozulmasının nedeni de buydu işte. Abdul Gaffarzade’nin herkesten daha iyi bildiği bir şey vardı: işte bu kürsüde partiyle de, hükümetle de, rejimle de böyle alay edebiliyorsa üstelik salondakilerden -ki çoğu parti ve komsomol örgütü mensubu insanlardır- alkış da alıyorsa, bundan daha büyük bir toplumsal ahlâk bozukluğu düşünülemez. Böyle bir şey kölelik düzeninde bile mevcut olmamış, Roma İmparatorluğu’nda bile görülmemiştir. Kürsülerden atılan nutukların, gazetelerde yazılan yazıların gerçek düşüncelere ve davranışlara böylesine zıt olduğuna hiçbir toplumda rastlanmış değildir.”[94 - Elçin, Ölüm Hükmü, s. 107.]
Sovyetler Birliği’nde devletten maaş alan insanların en az yüzde altmışının kapitalist bir ülkede açlıktan öleceğini düşünen Abdul Gaffarzade, köy muhtarlığından parti üyeliğine bütün makamların rüşvetle alındığını, bütün toplantı ve kurultayların tiyatro olarak sahnelendiğini düşündükçe ülkeye acıyacak gibi olur, fakat Gaffarzade’nin kişiliği aslında sistemin tam da kendisidir.
Romanın dördüncü bölümü Murat Yıldırım ve ev arkadaşı Hüsrev Hoca’nın Hatice Kadın’a mezar yeri ayarlayabilmek amacıyla Tilki Geldi Mezarlığı’na gidişiyle başlar. Hüsrev Hoca; zayıf, uzun boylu eski bir Rusça öğretmenidir. Bu ikili mezar yeri için mezarlık çalışanlarıyla konuştuklarında kendilerinden rüşvet istenir. Bunun üzerine mezarlık müdürü Abdul Gaffarzade’nin odasına girerler. Gaffarzade içeride polis binbaşısı Memmedov ile oturmaktadır. Murat Yıldırım polis binbaşısının da orada olmasını fırsat bilerek mezarlıktaki yolsuzluğu müdürün yüzüne çarpmak ister. Ancak Gaffarzade tarafından alaylı bir tavırla kovulur. Talebe, kendilerine haksızlık yapıldığını ve bu durumun Sovyetler Birliği yasalarına aykırı olduğunu haykırır. Mezarlık müdürü, polis binbaşısına: “Kalk da Sovyetler Birliği’nin yasalarını anlat şuna”[95 - Elçin, Ölüm Hükmü, s.136.] diye emreder. Hak arayan talebe, kanunları uygulamakla yükümlü olan polis tarafından sertçe dışarı atılır ve bir kez daha hayal kırıklığına uğrar. Romanın atmosferinde kanunlar kâğıt üstünde yazılı olan maddeler değil, gücü elinde bulunduran kimselerin ağzından çıkan sözlerdir.
Romanın beşinci bölümünde geriye dönüş tekniğiyle 1929 yılına gidilir. Bu bölümde yine romanın aslî kişilerinden olan Hüsrev Hoca’nın geçmişi hakkında bilgiler verilir. Üç çocuk babası Hüsrev Hoca’nın mutlu bir evliliği vardır. Rusça öğretmenliği yapmaktadır, yardımseverliğiyle Hadrut halkının saygısını kazanmıştır.
Yazar, Hüsrev Hoca’nın öğretmen olması vasıtasıyla eğitim sistemi hakkındaki görüşlerini dile getirir. Hüsrev Hoca her sene onlarca hatta yüzlerce okulun açılmasına bir yandan sevinse de niceliğin niteliği etkilediğini ve eğitimin kalitesinin düştüğünü görerek üzülür. Bu yüzden işini hakkıyla yapan öğretmenlerin sayısı da azalmakta ve gerçek öğretmenler git gide köşeye sıkıştırılmaktadır. Hüsrev Hoca, hükümetin eğitim politikalarının yanlış olduğunu düşünmektedir: “Lenin, ‘Eğitim, eğitim, yine de eğitim!’ demişti gerçi, ama ‘Nasıl bir eğitim?’ konusu bugün cahil ellerde şekilleniyordu.”[96 - Elçin, Ölüm Hükmü, s.144.]
Hüsrev Hoca bir konferans için Hadrut’tan ayrılır. Bir gün sonra kasabada bir taun salgını baş gösterir. Bölgeye hemen idarî temsilciler ve sağlık profesörleri sevk edilir. Rejimin siyasî temsilcisi distopyaları aratmayacak şekilde taunu kasabada yayan halk düşmanlarının, geceleri mezarları açarak cesetlerden parçalar aldığını ve taunu daha da yaydıklarını söyler. Bölgedeki en yetkili sağlık görevlisi olan Prof. Zilber’in böyle bir şeyin gerçekleşemeyeceğine dair yaptığı bilimsel açıklamaları kat’i surette reddeder: “Siz çok iyi bir profesörsünüz ama halk düşmanlarının neler yapabileceğinden haberdar değilsiniz.” der. “Olup bitenler hep düşmanlarımızın başının altından çıkıyor. Bu işlerin arkasında İngilizler bulunuyor! Hadrut’taki taun salgını doğal bir afet değil, sınıflar arasındaki çatışmadan kaynaklanan bir sabotajdır.”[97 - Elçin, Ölüm Hükmü, s. 153.]
Fanatizm ve körü körüne bağlılık yükseldiğinde insanların gerçekle olan bağları kopmaya başlar. İnsanlarıyla, hayvanlarıyla neredeyse bütün bir kasaba taun salgınından telef olmuşken Baş Siyasi İdare Yetkilisinin aklından şu düşünceler geçer: “Hiçbir taun salgını komünizmin zaferini önleyemezdi! Gelecek, komünizm rejiminin ellerinde olacaktı! Vladimir İliç Lenin beş sene önce ölmüştü ama bunun da hiçbir önemi yoktu ve gelecek Vladimir İliç Lenin’in ellerinde olacaktı!”[98 - Elçin, Ölüm Hükmü, s. 170.]
Taun salgınının daha fazla yayılmaması için ölenler bir meydanda yakılır. Alınan bütün önlemlere rağmen halk ateşin başına kadar gelir. Ailelerinin, akrabalarının cesetlerinin yakıldığını gören insanlar çılgına döner. Ancak askerlerin mukavemetiyle ve Baş Siyasi İdare Yetkilisinin olağanüstü çabasıyla halk ateşe yaklaştırılmaz ve felaket önlenir. Bu kalabalık içinde eşinin ve üç çocuğunun cesetlerinin yanışını dizlerinin üstüne çökmüş vaziyette inleyerek izleyen Hüsrev Hoca da vardır.
Romanın altıncı bölümünde yine güncel zamana, 1983 yılına dönülür. Tilki Geldi Mezarlığı’ndan ayrılarak Bakü sokaklarına atılan Salakça’nın bir macerası anlatılır. Salakça önce bir sarhoştan ilgi ve şefkat görür gibi olur, ancak sonrasında bu sarhoş yüzünden bir mahalle kavgasının ortasında kalır. Burada da dayak yiyen ve hor görülen hayvanın meçhul, büyülü bir diyar olarak gördüğü Bakü sokaklarındaki macerası da hayal kırıklığıyla başlamış olur.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/anonimnyy-avtor/elcine-armagan-69499285/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Doktora Öğrencisi, Ankara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Çağdaş Türk Lehçeleri ve Edebiyatları Anabilim Dalı.

2
Sovyet Dönemi’nde gönüllü çocuk komünist teşkilatı üyesi.

3
Ankara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Çağdaş Türk Lehçeleri ve Edebiyatları Anabilim Dalı, Doktora Öğrencisi.

4
Doktora Öğrencisi, Ankara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Çağdaş Türk Lehçeleri ve Edebiyatları Anabilim Dalı, e-mail: seerdar.acar@gmail.com

5
Azerbaycan Milli İlimler Akademisi Başkanı, Akademisyen.

6
Doktora Öğrencisi, Ankara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Çağdaş Türk Lehçeleri ve Edebiyatları Anabilim Dalı.

7
Detaylı bilgi için bk. Sedat Adıgüzel, Azerbaycan Edebiyatında 1960 Nesri (Hikâye ve Roman), Fenomen Yayınları, Erzurum 2007. A. N.

8
Kısa roman, uzun hikâye. A.N.

9
Aerodrom kelime anlamı olarak havaalanı anlamına gelir. Elçin, “Baladadaşın İlk Mehebbeti” (Baladadaş’ın İlk Aşkı) adlı hikâyesinde, anlatı başkahramanlarını Baladaş’ı “aerodrom” kepkalı (kasketli) olarak tasvir eder. Burada “aerodrom” kepkalı havalanı gibi geniş siperliği olan kasket anlamında kullanılmıştır. A.N.

10
II. Dünya Savaşı. A.N.

11
Bahsi geçen roman Türkiye Türkçesine Kafa olarak aktarılmış ve İş Bankası Yayınları tarafından yayımlanmıştır.

12
Sosyoekonomik konularda eserler yazan, güncel yazar.

13
Ankara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Çağdaş Türk Lehçeleri ve Edebiyatları Anabilim Dalı, Doktora Öğrencisi, m.guntay@hotmail.com

14
Kafa, Elçin, Türkiye İş Bankası, İstanbul 2018, 278 sayfa. Alıntılar bu baskıdandır.

15
Elçin, Kafa, Türkiye İş Bankası Yayınları, İstanbul 2018, s. 41.

16
Elçin, Kafa, s. 75-76.

17
Elçin, Kafa, s. 167.

18
Elçin, Kafa, s. 10-11.

19
Elçin, Kafa, s. 239.

20
Elçin, Kafa, s. 262-263.

21
Elçin, Kafa, s. 10.

22
Elçin, Kafa, s. 177.

23
Elçin, Kafa, s. 175.

24
Elçin, Kafa, s. 20.

25
Elçin, Kafa, s. 80.

26
Elçin, Kafa, s. 163.

27
Elçin, Kafa, s. 163-164.

28
Elçin, Kafa, s. 269.

29
Elçin, Kafa, s. 109-110.

30
Elçin, Kafa, s. 142.

31
Elçin, Kafa, s. 24.

32
Elçin, Kafa, s. 8.

33
Elçin, Kafa, s. 200-201.

34
Elçin, Kafa, s. 202.

35
Elçin, Kafa, s. 115.

36
Elçin, Kafa, s. 118-119.

37
Elçin, Kafa, s. 222-223.

38
Elçin, Kafa, s. 260.

39
Elçin, Kafa, s. 267.

40
Romanda “Ağabegüm” kelimesinin yanlış bir imla ile “Ağabeğim” veya “Ağabeyim” şeklinde yazıldığı görülmektedir. Aynı yanlış ifade, Vikipedi’de de mevcuttur. Doğrusu “Ağabegüm”dür (“Begüm” kelimesi kız çocuklarına konulan eski Türk adlarından biridir).

41
Bursa Uludağ Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü. alevsinar@uludag.edu.tr

42
Sedat Adıgüzel. “Azerbaycan Edebiyatının Postmodernist-Yeni Tarihselci Yaklaşımın Romanı: Kafa” Türk Dünyası Dil ve Edebiyat Dergisi, S. 48., s. 10.

43
Sedat Adıgüzel. “Azerbaycan Edebiyatının Postmodernist-Yeni Tarihselci Yaklaşımın Romanı: Kafa”, s. 10.

44
Laden Nergiz Bayramova. Elçin Nesrinin Poetikası, Ozan Neşriyat, Bakü 2003, s. 39.

45
Mehmet Öztürk. Elçin Efendiyev’in Romanlarında Sosyal ve Kültürel Meseleler, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Celal Bayar Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Manisa 2016, s. 14.

46
Mehmet Öztürk. Elçin Efendiyev’in Romanlarında Sosyal ve Kültürel Meseleler, s. 14.

47
Elçin Efendiyev. Ak Deve, Akt. Ali Duymaz, Ötüken Neşriyat, İstanbul 1999.

48
Cemil Meriç. Kırk Ambar, C.1, İletişim Yayınları, İstanbul 1998, s. 448.

49
Erhan Yoksa ve Aydın Mağara. “Kızılordu’dan Azerbaycan Lejyonu’na Fatalibeyli Düdengski ve Almanya’daki Basın Faaliyetleri”, Karadeniz Uluslararası Bilimsel Dergi, S. 51, s. 62.

50
Erhan Yoksa ve Aydın Mağara. “Kızılordu’dan Azerbaycan Lejyonu’na Fatalibeyli Düdengski ve Almanya’daki Basın Faaliyetleri”, s. 62.

51
Erhan Yoksa ve Aydın Mağara. “Kızılordu’dan Azerbaycan Lejyonu’na Fatalibeyli Düdengski ve Almanya’daki Basın Faaliyetleri”, s. 62.

52
Erhan Yoksa ve Aydın Mağara. “Kızılordu’dan Azerbaycan Lejyonu’na Fatalibeyli Düdengski ve Almanya’daki Basın Faaliyetleri”, s. 62.

53
Erhan Yoksa ve Aydın Mağara. “Kızılordu’dan Azerbaycan Lejyonu’na Fatalibeyli Düdengski ve Almanya’daki Basın Faaliyetleri”, s. 62.

54
Yavuz Demir. Anlatıcılar Tipolojisi, Dergâh Yayınları, İstanbul 2002, s. 18.

55
Merve Mutfaoğlu, “Otobiyografik Bellek ve Kültür İlişkisi”, https://www.ontodergisi.com/sayilar/ otobiyografik-bellek-ve-kultur-iliskisi

56
Philip Stevick. Roman Teorisi, Çev.: Sevim Kantarcıoğlu, Akçağ Yayınları, Ankara 2004, s. 173.

57
Elçin Efendiyev. Ak Deve, s. 223.

58
Elçin Efendiyev. Ak Deve, s. 221-222.

59
Elçin Efendiyev. Ak Deve, s. 222.

60
Elçin Efendiyev. Ak Deve, s. 222.

61
Elçin Efendiyev. Ak Deve, s. 53.

62
Elçin Efendiyev. Ak Deve, s. 34.

63
Elçin Efendiyev. Ak Deve, s. 79.

64
Elçin Efendiyev. Ak Deve, s. 117.

65
Elçin Efendiyev. Ak Deve, s. 37.

66
Elçin Efendiyev. Ak Deve, s. 40.

67
Elçin Efendiyev. Ak Deve, s. 88.

68
Elçin Efendiyev. Ak Deve, s. 202.

69
Elçin Efendiyev. Ak Deve, s. 204.

70
Elçin Efendiyev. Ak Deve, s. 233.

71
Elçin Efendiyev. Ak Deve, s. 80.

72
Elçin Efendiyev. Ak Deve, s. 142.

73
Elçin Efendiyev. Ak Deve, s. 222.

74
Bahattin Ögel. Türk Mitolojisi, C. II, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 2010, s. 539.

75
Bu yazı 2020 yılında Marmara Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Dergisi’nin 7. cildinin 2. sayısında yayımlanmıştır. Genceli, M., Abir, F. “Elçin’in Ölüm Hükmü Romanı Üzerinden Sovyet Sistemine Bakış”. Marmara Türkiyat Araştırmaları Dergisi 7 (2020 ): 343-360.

76
Marmara Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü, İstanbul/Türkiye,

77
Doktora Öğrencisi, Marmara Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü, İstanbul/Türkiye,

78
Aktaran: Ahmet Oktay, Romanımıza Ne Oldu, Dünya Yayınları, İstanbul 2003, s. 46.

79
György Lukacs, Tarihsel Roman, Epos Yayınları, Ankara 2008, s. 21.

80
György Lukacs, Tarihsel Roman, s. 35.

81
Fiksiyon “kurmaca”.

82
Aktaran: Turgut Göğebakan, Tarihsel Roman Üzerine, 1. bs., Akçağ Yayınları, Ankara 2004, s. 24.

83
Turgut Göğebakan, Tarihsel Roman Üzerine, s. 25.

84
Ömer Türkeş, “Romana Yazılan Tarih”, Edebiyatın Omzundaki Melek Edebiyatın Tarihle İlişkisi Üzerine Yazılar, Haz. Zeynep Uysal, İletişim Yayınları, İstanbul 2017, s. 81-148.

85
Emin Özdemir, Yazı ve Yazınsal Türler, Karacan Yayınları, İstanbul 1981, s. 239.

86
Rahim Tarım, “Ölüm Hükmü Romanında İnsan İlişkilerine Psikolojik Bir Yaklaşım”, Uludağ Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi, S. 31, 2016/2, s. 300.

87
Elçin, Ölüm Hükmü, Akt. Azad Ağaoğlu, Ötüken Yayınları, İstanbul 2018, s. 14.

88
Elçin, Ölüm Hükmü, s. 30.

89
Hanife Saraç, “Kutsalı Topyekûn Dönüştürme Çabası: Lenin ve Stalin Döneminde Sovyetler Birliği’nin Din Politikası”, Kafkas Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, S. 23, s. 78.

90
Elçin, Ölüm Hükmü, s. 41.

91
Elçin, Ölüm Hükmü, s. 43.

92
Elçin, Ölüm Hükmü, s. 50.

93
Elçin, Ölüm Hükmü, s. 73.

94
Elçin, Ölüm Hükmü, s. 107.

95
Elçin, Ölüm Hükmü, s.136.

96
Elçin, Ölüm Hükmü, s.144.

97
Elçin, Ölüm Hükmü, s. 153.

98
Elçin, Ölüm Hükmü, s. 170.
Elçine Armağan Анонимный автор
Elçine Armağan

Анонимный автор

Тип: электронная книга

Жанр: Сборники

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 16.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Elçine Armağan, электронная книга автора Анонимный автор на турецком языке, в жанре сборники

  • Добавить отзыв