Hayyam'ın Konukları Matematik ve Şiir
Anonim
HAYYAM’IN KONUKLARI MATEMATİK VE ŞİİRKaşgarlı Mahmut’un Doğumunun1000. Yılında 1000 HikayeUluslararası Kaşgarlı Mahmut Hikaye YarışmasıDereceye Giren Hikayeler – II
TÜRKİYE
HAYYAM’IN KONUKLARI MATEMATİK VE ŞİİR
Orhan Seyfi Şirin
Kimin bu yerler gökler? Hepimizin!
Gözleriyiz, ortak akıl denen denizin.
Bir yüzük gibi kuşatıcıysa da evren.
Işıklı taşında nakışlarıyız o yüzüğün!
I
Dört bir yana koşturulan atlardan yükselen nal sesleri, haykırışlar gecenin sessizliğini bozuyordu.. İsfahan ayaktaydı. Avdan dönmekte olan dünyanın en kudretli sultanı Melikşah, İsfahan Gözlemevi’nin bulunduğu tepenin yamacında bulunan Ömer Hayyam’ın minyatür köşküne hırsız girdiğini duyunca, üç bölükten oluşan üç yüz atlısına ‘ol uğruyu tez tutun!’ diye buyruk vermişti.
Hayyam’ın nikahlısı Sılahan, Dumankır adlı atıyla geldiğinde yasaların işlemesinden ve şehrin güvenliğinden sorumlu Subaşı ve iki askeri evden çıkıyorlardı. Askerler Subaşı’na Yasavulbaşı diye hitap ediyorlardı. Hırsızın yalnızca birkaç kitap, bir iki risale aldığı konuşuluyordu. Sılahan, yalnız kaldıklarında dövünmekte olan Hayyam’ı teselli etti.
“Bir yana kaçamaz. Melik’in atlıları her yanı tuttu!” dedi.
“Fakat bu kitap uğrusu, akçe uğrusu değil ki!”
“Fark eylemez! Kimi görseler tutacaklar bu gece İsfahan’da.”
“Gün ağarırsa iş işten geçer!”
“Neden? Kitapların mürekkebi solacak değil ya!”
“Bir ilacın terkibi beş dakikada ezberlenebilir! Bir varak, bir sahifeydi hepsi!”
Sılahan daha fazla sorup Hayyam’ı büsbütün kızdırmak istemedi. Hayyam’ın endişeli yüzünden meselenin ciddi olduğunu sezmiş, sırtı ürpermişti. Kuyuya sarkıttığı bal şerbeti aklına gelip seğirtti. Döndüğünde Hayyam geziniyor, hızını alamayıp öfkeyle duvarları omuzluyordu.
Kapı sert sert vuruldu. Ardından hoyratça itilerek açılan kapıdan kaftanı eski, çizmeleri çamurlu, kirli sakallı bir Selçuklu subayı sallanarak girdi.
Ömer Hayyam “Dokuz davar bir kürk, kaba saba bir Türk!” diye yüksek sesle mırıldandı. Aynı anda sarardı. Sılahan’la göz göze geldi. Sılahan da aynı şaşkınlıkla dizlerinin üzerine çökmek üzereydi. Bir an, Melikşah sanmışlardı geleni.
Saçı sakalı karışmış perişan subay, daha fazla merakta bırakmadı.
“Adım Yüzbaşı Sungur” dedi. “Selçukîler birbirini andırır Hayyam Ata!”
Hayyam isyan halindeydi. Kendinden ancak sekiz on yaş küçük olduğu gözlenen subayın kendisine “ata” diye hitap etmesiyle biraz yatışır gibi olmuştu.
“Yüzbaşı!” dedi gezinirken… “Bir kitaplarımı koruyamadı bak sizin Selçukîler!”
Sözlerinde sızılı bir sitem vardı.
Yüzbaşı mahcup, başını eğdi. Koltuğunun altından bir imbik çıkarıp uzattı.
“Yolda buldum. Sizin mi bu imbik?”
Hayyam, içinin kalayı yeşile çalan konik biçimli bakır imbiği burnuna götürdü.
İsfahan’da, bilginler, eczacılar, seramikçilerin işliklerinde, lâboratuarlarında kaynayan yüzlerce imbik içinde bu imbiği kokusundan derhal tanıdı. Sevinçten bir çığlık attı.
“İmbiği götürememiş dümbük!” dedi. “Cübbesinin altında belli olur diye! Başka ne buldunuz?”
Yüzbaşının Gazne işi, kavı silinmiş zırhının gergedan göğüslüğüne, çamurlu pelerinine, kaybolan buruşuk kağıtlardan, bir iz bulmak ümidiyle baktı. Göz göze geldiler. Yüzbaşı, başını iki yana salladı. Hayyam’ın sevinci kısa sürmüştü. Beynine kan sıçradı. İmbiğin bulunması önemli değildi. Asıl önemli olan tek sayfalık formüldü. Kötü bir insanın eline geçerse, bir dizi tatsızlığa, hatta felakete yol açabilirdi. Bu yüzbaşıyı da bir an önce defetmenin bir yolunu bulmalıydı. Hayyam, böyle düşünerek tekrar gezinmeye başladı. Yüzbaşı kollarını açıp gevrek sesiyle kükredi.
“Hayyam Ata! Berü gelgil, sana ne diyem. Bilgil ve âgâh olgıl; kim, ol uğruları buluruz gam yimegil! Yalıngız senden bir nesne soraram, haber vir gil!”
Hayyam ve Selçuklu’nun diğer bilginleri; ilmi Arapça, edebiyatı Farsça takip ettikleri gibi saray ve ordu dili olan Türkçe’yi de bilirlerdi. Hayyam taşralı ve kaba bulduğu bu şiveye aynı üslupla cılız bir yanıt verdi.
“Sorgıl!”
“Kimler gelir otağınıza? Bize haber vergil!”
Hayyam hırsızı unutup kendi derdine düştü. Dehşetli ürperip, çaresizlik içinde yutkundu. Kocakarılar gibi ellerini yanlarına vurdu. Yan döndü.
“Sormagıl!”
Son konuklardan birisi Başvezir Nizamülmülk, diğeri ünlü Hasan Sabbah’tı. İkisi de herkesten ve birbirlerinden habersiz gelmişlerdi. Üstelik artık can düşmanıydılar. Hayyam bunu, helede bu hırpani küçük rütbeli subaya nasıl söyleyebilirdi? Böyle bir bilginin sızması demek; ihanet, pusu, hatta cinayet demekti. Bir daha hanesine böyle renkli kimselerin uğramama ihtimali de cabasıydı. Fakat eprimiş giyimli yüzbaşı ısrarlıydı. Kendi aklınca yorum yapıyordu.
“Bu uğru, yedi başlı ejderha değil ki!” diyordu. “Âdem oğludur. Sen hele bir söylegil. Göresin ana ne işler idem, bilgil!”
Hayyam, böyle gezinerek caka yapan yüzbaşıya acıdı.
‘Yedi başlı ejderhaya düğüm atar bunlar!’ diyecekti… Yutkundu, diyemedi.
Tekrar “Sormagıl! ” diye inledi.
Kaşgar dokumaları, paha biçilmez el yazmaları, ipek perdeler, gümüş takımlar, sedef kakmalı sandıklar; velhasıl her şey yerli yerindeydi. Yüzbaşı etrafa baktı.
“Altın ve akça almış mı uğru?” diye sordu.
“Bir iki kağıt parçası, risale ve bir küpecik macun.”
Yüzbaşı’nın gözleri faltaşı gibi açıldı. Tekrar kükredi.
“Buları uğru çalmaz ki Hayyam Ata! Konukları tiz söylegil bana! Hikayetleri nedür? Kanden gelürler?”
Hayyam yan dönüp ‘fesupanallah’ çekti.
“Ne yapacaksın?”
“Değnek vuracağım. Yiğreği budur!”
“Hangi devirde yaşıyoruz yahu? Bu medenî devirde insanlığa sığar mı konuklara değnek vurmak. Hem benim konuklarım ilim sahibi insanlardır!”
“Ne olmuş bu çağa?” dedi yüzbaşı küstahça. “Her nesil kendini son nesil sanır, derdi bibim! Bizim dahi çağımız geçince, İskender misali tozumuzu savuracak zaman!”
Hayyam bilge sözler söyleyen yüzbaşıya baktı.
“Ona bakarsan ben de hep başkaları ölecek kendime bir şey olmayacak sanırım!” dedi.
Hayyam’ın sözü hafif kalmıştı. Pek de boş konuşmayan yüzbaşının sözleri; gökkuşağı gibi, aralarında asılı duruyordu. Hayyam’a yaşadığı çağ, en son, en ileri çağ gibi geliyordu gerçekten de. Gitmeyecekmiş gibi durduğu dünyaya ürpererek baktı. Bu anı kendince ölümsüz kılacak mısralar kulaklarında yankılandı: “Niceleri geldi neler istediler. Sonunda dünyayı bırakıp gittiler. Sen hiç gitmeyecek gibisin değil mi? O gidenlerde hep senin gibiydiler!” Yüzbaşıya, aldığı ilhamın minnetiyle bakmak için döndü. Yüzbaşı, söylediği sözlerin büyüklüğünden habersiz, evin konuklarından olduğundan emin bulunduğu, meçhul uğruya verip veriştiriyordu.
“Değil mi ki uğruluk etmiş? Okusa ne çıkar? Vezir olsa fark eylemez! Zaten bu mollalar değil mi ki, yüz bulsalar İran’da, Turan’da şarabı bile yasak eylerler,” dedi.
Hayyam’ın tepesi attı. Yüzbaşıyı tersledi.
“Şarabın icat olduğu İran torpağında şarabı yasak eylemek kimin haddine düşer?” dedi. “Sen benimle eğleniyorsun yüzbaşı! Bize kavga ve fitne gerekmez! İsa’dan bin yıl, Muhammed’den beş yüz yıl sonra böyle bedeviyet, böyle yabanilik kimin haddine düşer?”
Orta boylu, ablak yüzlü, yiğit çehreli yüzbaşı Hayyam’a baktı. Hayyam, bu dik bakışlardan ürktü. “Konuklar” konusunu değiştirmek için yüzbaşıya hürmetlice yer gösterirken, yiğit çehreli bu yoksul subaya onun üslubunca, meşrebince hitap etmekte tez davrandı.
“Yüzbaşı izzet idelüm, yiyip içelüm,” dedi.
“Yalıngız Hayyam’ın konukları kimdir dime! Yiğit, medet eylegil! Satranç kuralım. Kuyudan kavun çıkartalım. Şeker, tarçın, limon ezelim. Hele bir otur soluklan!”
Hayyam, bir yandan da, evin baş köşesini gösteriyordu. Yüzbaşı durakladı. Eğer ısrar ederse Hayyam’a kötü bir haller olacaktı.
Sılahan, Hayyam’a kaş göz edip “Melikşah” diye fısıldadı.
Yüzbaşı’dan yılgın olan Hayyam, öfkesini Sılahan’a boşalttı.
“Her nabekar bizi Melikşah-ı Selçukî ile korkutur…” dedi. “Evdeşi olacak o at suratlı Terken Hatun, bırakır mı Melik’i böyle viranelere?”
Sılahan, evdeşi Melikşah’ı dişi sineklerden bile kıskanır, bu nedenle onunla ava gittiği bile olurdu. Bu durum İsfahan’ın kibar çevrelerinde eğlence konusuydu. Yüzbaşı sarsılıp durakladı. Kaşlarını çattı.
“Hayyam Ata! Bes!” dedi. “Sultanımızın biricik gözde hatununa söz söyletmezüz. Şahımızın hem evdeşidir, hemi de yoldaşıdır!”
“Biz de söyletmezüz yoldaştır beli! Ata biner, ok çeker, lakin aslan yavrusunun başını çevirtmez ya bir yana!”
Sonra soluklanıp gülümsedi.
“Gerçi duysa canımıza okur, o da ayrı!”
Böyle derken yüzbaşıya bakıyor, tepkisini ölçüyordu.
Yüzbaşı derin bir soluk aldı.
“Hayyam Ata latife edersin bilirim,” dedi.
“Yeryüzü Melikşah’tan sorulursa gökyüzü de senden sorulur. Sen de yıldızların beyisin! Ay ve güneş ne zaman tutulacak bilirsin. Dedem Korkut gibi ad verirsin cümle yıldızlara!”
Hayyam başını iki yana sallayıp mırıldandı. Sılahan’ın adet üzere kuruverdiği ikram sehpasından bal şerbeti sürahisini aldı. Cam kadehlere şerbet döküp sundu.
“Biz yıldızların izlerini süreriz o kadar.” dedi, hüzünle. Bir rübai söyledi.
“Yoksa, feleğe dön dersem muradımca döner mi? Çoban Yıldızı’na sön dersem söner mi? Madem ki döndüremiyoruz, söndüremiyoruz!… Daha parlak hale getiriyoruz biz de.”
Yüzbaşı, beş yüz yıllık bağ kütüklerinin bulunduğu Keşân Bağları’nın, iri nazlı güllerinin kokusu sinmiş bal şerbetini yudumladı.
“Ehil olanın katında zehir olsa içerim ben,” dedi.
Hayyam, konudan konuya tez geçmek için aceleyle satranç kurdu.
Satranç, ancak dengiyle oynanınca keyif verirdi. Turan’da ve İran’da Hayyam’ın dengi Nizam ya da Sabbah olabilirdi. Hayyam, satranca ayrılacak zamanı ziyan kabul eder, satranç oynamak yerine satranç bulmacaları yapıverir, bunları hizmetini gören İsfahan sahaflarına bahşiş niyetine hediye eder, onları ziyadesiyle sevindirirdi. Satranç bulmacaları Semerkant, Kaşgar, İskenderiye, Gırnata gibi medeni şehirleri diyar diyar gezer, kendisini dört gözle bekleyen meraklılarına kavuşurdu.
Satranç sahnesinin iki yanında, yüksek tepelerden savaş alanını izleyen iki eski zaman hükümdarı gibiydiler. Atları, filleri, savaş meydanındaymış gibi deviriyorlardı. Yüzbaşı dişliydi, özel bir üslup geliştirmişti. Hayyam, onu güçlükle yenebildi, fakat takdir etmekten de kendini alamadı. Bu zorlanmasını hırsızdan dolayı kafasının karışık olmasına yordu.
Yenilmeye doymayan yüzbaşının üçüncü oyunun yarısında umutları tükenmeye başladı.
“Hayyam Ata! Beri bak!” dedi.
“Satrançta ustasın. Ama bil ki, ben de er meydanında ustayım. Sen beni çevgan oynarken gör. Atın üzerinden değneği topa vururken bir bak!” diye caka sattı.
Hayyam yüzünü ekşitti.
“Çevgan, top, av, silah, at! Ne boş işler bunlar! Biraz hesap, hendese bilmeli insan bu devirde.”
“Herkes hendese bilirse, binlerce mühendis çizdikleriyle nasıl geçim yapar Hayyam Ata?”
“Sen de haklısın!” dedi Hayyam. “Fakat evinin avlusuna bir fıskiyeli havuz yapacak kadar da hendese ve hesap bilmeli insan! Gökteki yıldızlardan birkaç yüzünün adını ve konumlarını bilecek kadar da astronomi öğrenmeli. Koskoca devlet büyüklerinin ava gitmesi bana tuhaf geliyor!”
Yüzbaşı yutkundu.
“Ava gitmesek atlarımız semirir, çeriler göbek bağlar. Ava gideriz çünkü yiğidin hası avda seçilir. Hem yoksul ahali av etini sever ve yolumuzu gözler.”
Hayyam dahi av etini, kuş etini, hatta Kuzgun Denizi’nin, Samur Nehri açıklarından gelen ak balık etini bile pek severdi. Nizam başta olmak üzere vezirler, nazırlar, danişmend unvanlı genç yardımcılardan Melikşah’ın ünlü sürek avlarına katılanlar, avdan hediyeler getirirlerdi. Hayyam, değişik besinlerle daha zinde ve daha üretken hissederdi kendini.
Yüzbaşıya av konusunda haksızlık ettiğini düşündü.
“Hadi av neyse!” dedi. “Koskoca şahlar, sultanlar elinde değnekle ata binip topun peşinde seyirtiyor! Olacak iş mi bu? Onbaşılara, yüzbaşılara sözüm yok iki gözüm!”
“Şahlar da sırım gibi gerektir askerin önünde. Romen Diyojen gibi at arabasına binse o şah, askerin katında maskara olur Hayyam Ata!”
“Bakarım da sultana toz kondurmuyorsun. Melikşah bunları duysa binbaşı oldun demektir.”
Yüzbaşı eğildi. Gözlerini belerterek ihtiyatla sordu.
“Bu Melikşah’la Terken Hatun, karganın kocamışını bilirler, kişinin gönlündekini anlarlar, derler. Sen korkmaz mısın?”
Neşeli bir kahkaha patlattı Hayyam.
“Değirmende doğan sıçan gök gürültüsünden korkar mı?” dedi.
Kaykılıp, kasıldı. “Hangi devirde yaşıyoruz! Bedeviyet çağları gerilerde kaldı çok şükür! Onlar dünkü çocuk! Aklımın zekatını versem onlara akıl olur, bilgin olurlar”
“İki yüz kırk veziri binden artuk danışmanı vardır. Biri bilmezse biri bilir?”
“O da doğru! Bana da danışırlar!” dedi Hayyam. Gözlerinde zeka şerrareleri parıldadı.
“Lakin ‘Dolma akıl, akıl olmaz!’ diye de bir söz var,” demekten kendini alamadı.
“Ben Melik’in babası merhum Alparslan’ı da yakından tanıdım. O nedenle bunlar biraz hafif geliyor,” diye sözlerini tamamladı. Sohbet ilerliyordu. Konuklar bahsi geçildiği için Hayyam rahatlamıştı.
“Bir daha cihana gelsek de ot olarak gelsek.” diye göğüs geçirdi Hayyam. Yüzbaşı anlamadı. Bomboş nazarlarla baktı. Fakat halindeki huşu içinde dinleme edebi Hayyam’ı dile getirdi. “Eskiden yalnızca ölümden korkardım,” dedi. “Bahçeleri kuşları bir daha göremeyeceğimden. Sonra takvim bitmeden ölürüm diye korkar oldum. Şimdi de okuduğum kitaplar ziyan olacak diye korkarım. Postu pahalıya satmak diyebiliriz buna. Bir gün fazla yaşamak, feleğin oyunlarını bozmak.”
Yüzbaşı derin bir iç çekti.
“Ben de çok haksızlığa uğradım. Garip beylerden olmasam şimdi tümen başı olurdum! Bizim elimiz, arkamız; emmimiz, dayımız azdır.”
Hayyam kahkaha attı.
“Vay! Beyimizin hakkı yenmiş demek! Ben de yalnız kalem sahiplerini bunlu sanırdım. Selçukiler kabadır, lakin incelik yapmışlar seni göndermekle. Âlimler kadar arifler de makbuldur nazarımda.”
“Çoğunu tanırım ilim ehlinin! Böyle olunca da hisse kaptık biraz.”
“Kimi mesela?”
“Cüveyni, Ahmed el-Batır, Gazalî!”
“Gazali dengesini bulamadı daha. Akılcı mı sezgici mi ne olacak bilemem. Beyhaki ve Batır üstadları ben de severim. Akla hürmet ederler. Mutezile düşmanlığı yapmazlar. Zannımca da dünyayı dosdoğru görmekte akıl, yegane kılavuzdur. Düşünce hamuru da kağıt hamuru gibi çok kişiyle çok taraftan yoğrulunca kıvamına gelir.”
Yüzbaşı “Fitne ve kavga var pek çok âlimler arasında! Sizin gibiler müstesna!” dedi.
Bu söz Hayyam’ın hoşuna gitti. “Sınırlı bilgiyle gururlanmak da, kısa yoldan tasavvufa sapıvermek de eringenlik, tembellik gelir bana! Bu dünya dosdoğru görülürse dünyadır. Sarhoş ya da sezgi ehli dünyayı dosdoğru göremez. Göremeyen düzeltemez!”
“Dünya işleyişi nice olmalıdır ki, her şey mükemmele doğru gitsin Hayyam Ata?”
“İnsanın bir yere mensubiyetiyle, birinin oğlu olmakla değil de; kendi özüyle, eseriyle değer kazandığı bir dünya! Kula kulluk etmenin hüner sayılmadığı bir dünya!”
Yüzbaşı heyecanlandı.
“Öyleyse devleti böyle işletmek için vezaret isteyin şahımızdan.”
“Siyasetten nefret ederim. Hesap, heyet gibi ilimler yetiyor bana! Hem ilim adına halktan vefa ummak toyluktur genç dostum. Halkı bir korkuturlar cehennemde yanarsınız diye, kafamıza taş yağdırırlar.”
“Nizamülmülk’ün medreselerine ne diyorsun?”
“Şimdilik iyi gidiyor. Lakin insanlara gerçek değerleri verilmeyip iltimas yolu açılırsa medreselerden de ziyankârlık doğabilir, vakıf lokmasından da gönül karanlığı kazanılabilir.”
“Hayyam Ata, senin için de çılgındır, kabına sığamaz derler…”
“Gençliğimde neşeliydim biraz. Artık öyle hesaplarla boğuşuyorum ki kendimden geçmeye vaktim yok. Aksine herkesten fazla uyanık ve ayık olmanın yolunu ararım.”
“Binlerce âlimi var Selçuki’nin. Her birinde bir tafra var. Senden sakini, akıllısı yok Hayyam Ata!”
“Doğru dersin lakin bugün ne akıl alan var ne de akla rağbet eden!”
Bir süre daha hoş sohbet ettiler. Sabaha karşı dışarıda at kişnemeleri duyuldu. Yüzbaşı aniden izin alıp çıktı.
Hayyam ile Sılahan yalnız kaldılar.
“Edepli bir yiğit! ” dedi Hayyam. “Başını kaldırıp sana bir kez bakmadı!”
Sılahan “Melikşah’ın aynısıydı. Eğer ikiz kardeşi değilse!” dedi çekinerek.
“Varsın olsun!” dedi Ömer Hayyam.
“Hırsızı da aramayı unuttuk bu arada.”
“Olan oldu!” dedi Hayyam “Kimin ne işine yarar görürüz ömrümüz varsa! Bazı şeyler aramakla bulunmaz!” dedi.
Son günlerde yaşadığı olaylar gözünün önünden geçti.
İki hafta önce kudretli Başvezir Nizamülmülk’ün istihbarat amirliğinden kovduğu Sabbah gelecekti. Memuriyetten açığa alınan Sabbah, sıkıntılı günler yaşıyordu. Boşluktaydı. O çaptaki bir dehaya zerzevat ticareti, müderrislik hafif gelirdi. Aslında kaçacak delik arıyordu lakin, belki sohbet ederken kendime bir yol çizerim, diye düşünüp Hayyam’ın davetini kabul etmişti.
Hayyam’ın rasathane yakınındaki köşküne güngörmüş, ünlü sazendeler, körpe rakkaseler, ressamlar, cariyeler ve köleler doluşmuşlar, arka bahçede bir cennet sahnesi hazırlıyorlardı.
Bütün bu hazırlıklar cerbezeli kişiliği, keskin zekâsı ve iddiacı tutumuyla tanınmaya başlayan Hasan Sabbah içindi.
II
Düşünce göğünün ilk köşkü sevgidir, sevgi!
Gençlik destanının ilk yaprağı sevgidir sevgi!
Ey sevginin sırrından yoksun çabalayanlar
Bilin ki tüm varlığın ilk kaynağıdır sevgi!
Sabbah’ı beklerken Nizamülmülk çıkageldi. Devlet işlerinden bunaldığında soluklanmak için arada bir yaptığı gibi sıradan bir tahtırevanla Hayyam’a uğramış ya da uğramış gibi davranıyordu.
“Hayyam bağışla beni pek daraldım!” dedi, kapıdan girerken.
Hayyam “Viranemizi ruşen ettiniz! Buyrunuz!” diyerek heyecanla karşıladı.
“Rahatsız etmiyorum ya! Sende ne var böyle beni çeken bilmiyorum!”
“Dehaların da bir cazibesi vardır!” dedi Hayyam. “Dünyanın bir ucundan çekerler birbirini.”
Nizam, alt katta kaynayan imbikleri görünce kaşlarını çattı.
“Ne bu yağlı duman böyle Hayyam? Zehirlenir insan bu ağır kokudan yahu! Tilki mi kovalıyorsun? Nedir bu imbiklerde kaynayan?”
“Bu beyaz köpüklü yeşil mayi, acıları dindiren hayaller ilacıdır Nizamülmülk Hazretleri!”
“Haşhaş sakızı mıdır acep?”
“Kendir yaprağı tozu da var. Farklı bir karışım.”
“Razî gibi kimyacılığa mı başladın!”
“Razî’nin, Beyrunî’nin Hindistan kaynaklı maddelerden bahseden kitapçıklarını bilirim. Fakat bu hepsini aşmış bir terkip. Çeşitli madde ruhlarıyla inceltiyorum.
“İnce bir terkip ha!” dedi, Nizam. Derin bir iç çekti. “Bana da ver o ilaçtan öyle ise…”
Hayyam inanmaz nazarlarla baktı.
“Cihan hükümdarı olan Selçuklu Sultanı Melikşah’ın atabeyi koca Nizamülmülk’ü hayallerin ötesinde bir ikbal dairesinde bilirdik! Kuruda ve yaşda bütün limanlarda ve menzillerde gölgeniz var efendim.”
Nizam, Hayyam’ın kendisini aç gözlü biri gibi algılamasına alınmıştı.
“Şahsi değildir muradım!” dedi. “Dünyaya barış getirmektir. Endülüs’ten Mısır’a, Ceneviz’den Çin’e… Yoksa dört yüz yılda parlamış medeniyetimiz, bedeviyetin hücumlarıyla yerle bir olabilir! Medeniyet yayılmazsa, bedeviyet yayılır ve fanus gibi medeniyeti örter ve boğar. Medeniyet dediğin bir camdan köşktür ki güç kurulur, tez dağılır. Yere geçer bu şehirler, bu abideler!”
“Sizin muradınız hepimizin arzusudur!” dedi Hayyam. “Lakin bu ilaç ihtiraslarına gem vuramamış bedbahtlar için!”
Nizam’ın çipil gözlerinde sarı bir ışık parladı. Hayyam’ın ağzını aramak vakti geldi diye düşündü.
“Sabbah gidisine içir o zaman!”
“Aynen efendim! Hasan Sabbah tilkisine içireceğim!” Sabbah büyük bir yaratılış. Ne çare ki Selçuklu’daki yüksek makamlar layıkıyla dolu. Farkında değil! Şu dünyada bütün alacağı bomboş bir nefes, farkında değil!”
Nizam, derin bir nefes aldı. Demek aldığı istihbarat doğruydu. Sabbah’ın ziyaretini gizlemediğine göre Hay-yam, Sabbah’ın safında değildi. Ayartılamamıştı. Hâlâ kendi yanındaydı. Derisini yüzdürmek için kendini zor tuttuğu Sabbah’tan safça söz açan Hayyam’a gülümsedi.
“Şarap içmez, şerbeti nadiren içer, çokça su içer!” dedi.
“Fark eylemez!” dedi Hayyam. Yeşil sıvıyı gül suyu şişelerine boşaltırken.
“Mangal ateşinde, tütsülerde, mumlarda, şuruplarda hep aynı mai olacak!”
“Âlâ, âlâ!” dedi Nizam. Bu ifadede ziyaretin bu gece olacağını öğrenmenin keyfi vardı. Açıkça sormak, aşikâr etmek yakışmazdı. Hayyam, hiç gizlemeden belli ediyordu zaten. Yapılacak tek şey, Sabbah’ın adı geçtikçe artan öfkesine gem vurup, duygularını gizlemekti.
“Balık suda ama gözü dışarıda!” diye söylendi. “Geldiğinde katip olmaya razıydı. Vezir yapsan başvezir, şah yapsan peygamber olmak ister. Sınır yok yahu!”
“İhtiras, en büyük acıdır efendim. Gemi azıya almış bir kaplanın sırtında olmaktır. Benim ilacım, işte bu acıyı dindiriyor!”
“Seni de ayartır o! Uzak dur Hasan Sabbah gidisinden!”
Hayyam’ın ateşli mizacı; kalender, rindane halinin bütün perdelerini yırtarak görünür oldu. Kendi meşrebince kükredi.
“Sabbah’dan uzak dur! Zemahşeri’den uzak dur! Bunlar yaşadığımız medeni devre uygun değil ey dünyanın gördüğü en büyük vezir! Büyüklerimiz bağışlayıcı olmasaydı memlekette mevlana kalmazdı. Dehalar, allameler, bilgeler çılgın olur.”
“Doğru söze ne denir?” dedi Nizam. Hayyam’ın bu keskin cevabı hoşuna gitmişti. Sabbah’ın bir çılgın olduğunu, suçu olsa bile tahammül göstermek zorunda olduğunu haykırıyordu. Akıl ve zekâdan yana olduğu için Sabbah’la merhabası olduğu anlaşılıyordu.
Sabbah’ı öldürtmediğine pişman bir halde sıkıntılı günler geçiren Nizam’ı rahatlatan işte bu andı. Belki de Sabbah’ın kellesini kurtaran, bütün çılgınları savunan işte bu sözlerdi. Nizam, zihnini kemirip duran, Sabbah’ı öldürtmek fikrinin bu sözlerle bir anda buhar olduğunu hissetti. Zorlu bir azaptan kurtulmuş gibi, çok derin bir nefes aldı. Yüreğindeki kin, tortulu bir şefkate dönüşmüştü. Hayyam’a minnetle baktı. Artık sakin görünmüyor, gerçekten sakin konuşuyordu.
“Rahmetli hocam Nişaburî” dedi. Nizam “Söz alırdı talebelerinden. ‘Hanginizin hâli vakti yerindeyse yek diğerine destek olacaksınız.’ diye. Nitekim yardımlaştık da arkadaşlarla. Lakin bu Hasan Sabbah ‘Medresede sözleştik.’ demiş. “Be hey gafil! Akranım mısın sen benim?”
Nizam, yerden göğe kadar haklıydı. Aynı rahlede eğitim görmüşlerdi fakat yirmi yıl arayla. Yine de farklı nesillerden talebeler, bir araya geldiklerinde, hocaları Nişaburî’nin huylarından, üslubundan söz açarlar, danışmanlarını, yardımcılarını yad ederlerdi. Nizam, içinde yeniden birikmeye başlayan öfkede boğulmamak için doğrulup ayağa kalktı.
“Senin gibi iyi huylu ve kalender görünüyordu geldiğinde, kedi gibiydi. Böyle olacağını bilsem Hasan’ı kapıma yaklaştırmazdım.”
“Biraz ihtiras olacak. Devletin başına getirdiğiniz kişiler benim gibi hırstan azade olursa o da olmaz!”
“Doğrusun! Lakin kesemizden okuttuğumuz, makam verdiğimiz insanlar kaplan gibi ürkütücü bir hırsa bürünüyorlar. Hasan’a el uzattım, kolumu hatta boynumu koparmak istedi. Sen de ne yakın ne de uzak duruyorsun benden!”
Hayyam’dan “Ben size daha yakınım.” cevabını almak istiyordu. Hayyam beklediği cevabı başka kelimelerle verdi.
“Benim için her yer Şiraz bahçeleri, her yapı Keşân köşkleridir.” dedi. Kesenin en şişkinini Melikşah yollar. Hizmetimi ak sakallı İsfahan Sübaşısı görür. Cihanın yüce veziri gönderir hediyelerin en âlâsını. Söyleyin bana ey vezirlerin şahı! Şu hakir Hayyam bendenizin sürdüğü saltanatı, acaba halife Harun Reşit sürdü mü?”
Sarayda hep ciddi olan Nizamülmülk kahkahalarla güldü. Hayyam gibi bir allameden, bir mevlanadan, bir cihan bilgininden ‘cihanın yüce veziri” iltifatını almak ne hoş, ne keyifliydi!…
Vezarete gelen hediyelerden hazineye uygun olmayanları, özellikle nadide yiyecek ve içecekleri dağıtırken Hayyam’ı birinci sıraya koyacaktı artık.
“Lafı mı olur canım!” dedi.
“Sabbah’ı da dünya nimetlerine boğardım, ama o kimsenin iktidarını beğenmiyor.”
“Hayallerini değiştireceğim onun. Tartışmacı, huysuz kişiliğini azıcık yontacağım.”
Hayyam’ın yürekli halinden umutlanır gibi olan Nizam’ın yüzünde alacalı bir gülümseyiş parladı.
“Gerçekten de hayallerini değiştirebilecek misin? Yoksa Hekim Razî gibi musiki marifetiyle mi tedavi edeceksin Sabbah’ı? Dumanı bile çarpıyor insanı. İşe yarayacak belki de!”
“İhtimal siyasi ihtirasından eser kalmayacak. Ölmeden önce ölecek, doğduktan sonra bir daha doğacak! Bu ilaçla ona öyle bir iş edeceğim ki!”
Nizam başını salladı.
“Bu formül tutarsa ileride ateşli mizaçlı olan herkes bu ilaçla avuçta tutulabilir.”
Yaklaşan nal sesleri ile birlikte bir at kişnemesi duyuldu. Nizam toparlandı.
“Bu gelen Hasan Sabbah gidisi olmasın!”
“Hayır!” dedi Hayyam “Bu gelen Tamgaç Han’ın süt kardeşi Selvihan Hatun’un kızı Sılahan! Benim nikahlımdır. Siz şöyle kafesin arkasına geçiniz!”
Nizam kafese benzeyen, çıtalardan yapılmış paravana girip tülü içerden hırsla çekti.
Kaftanı, çizmeleri, başındaki kürkle çevrili külahı, yüzünün yarısını kaplayan sakal bıyık hissi uyandıran gür perçemleriyle Sılahan içeri girdi. Kılığı gibi yürüyüşü de feci idi. Hayyam’ın bakışları yere indi. Attan inmiş süvarilere has sarsak adımlarla yürüyordu Sılahan. Arkadan hatta önden ve uzaktan bakınca erkek olmadığını söylemek için bin şahit gerekirdi. Nerede şehirli kadınları kayar gibi yürüten o zarif, minik adımlar? Sılahan, böyle inceliklerden nasipsiz gibi gelirken, Hayyam bahçeye fırladı. Sert el kol hareketleriyle Sılahan’a ve diğerlerine yapacağı işleri tembihledi. Nizam’ın yanına doğru gelirken ara yerde durdu. Sıla’yı seyretti.
Sılahan; ayva, nar, kayısı, Hindistan cevizi, portakal gibi meyveleri uygun ağaçlara kemik tutkalıyla yapıştırırken, badem ağaçlarına yöneldi.
Hayyam, yay gibi gerildiği yerden, belirsiz bir öfkeyle çıkışıp üstüne yürüdü.
“Badem ağaçlarına dokunma! Bademlere yeni güller aşıladım daha!”
Sılahan korkusuz, melodili bir yanıt verdi. Bir annenin, haylaz çocuğuna hitabına benziyordu olgunca sesi…
“Söylemedin ki a iki gözüm! Ben ne bileyim!”
“Nereden bileceksin? Yeryüzünde bunu kim bilir? İran sanatıdır.”
Güya cehaletini ve başka özelliklerini Sıla’nın yüzüne vurmuştu. Bak ben ne kadar ‘ali kıran, baş kesenim hanemde’, demeye getirerek konuğuna da yaranma gereği duymuştu. Bir yandan da girdiği bu tuhaf ruh haline şaşmakla kalmıyor, utanıyordu.
Sıla yanıt vermedi. Bir sehpanın üzerine çıkarak yanda, salkım söğüdün yanında duran nar ağacının uygun yerlerine meyveleri yapıştırmaya, ince dalları sarmaşıklarla örtmeye başladı.
III
Dünya adlı bir kukla sahnesindeyiz;
Kuklacı felek usta, kuklalar da biz.
Oyuna çıkıyoruz birer ikişer;
Bitince oyun, sandıktayız hepimiz.
Hayyam geriye döndüğünde, Nizam nefret dolu gözlerle Sılahan’a bakıyordu.
“Beni burada görmesin! Melikşah’ın, Terken Hatun’un sırdaşıdır dikkat et!” dedi.
Hayyam, sohbeti değiştirecek bir konu düşünerek başını salladı. Nizam’ın yüzünde alaycı ifadeler belirdi. Hayyam’a bakarak kendine göre tatlı tatlı söylendi.
“Cilveli İran dilberleri, ateşli Arap kısrakları, ağzı var dili yok onca Kıpçak cariyesi dururken bu eli kamçılı, at kokulu, kaba saba Selçuklu kadınını neylersin?”
Hayyam yutkundu.
“Ben onu değil, o beni aldı efendim” dedi. Özel hayatını didikleyen bu sohbetin bir an önce bitmesini, binlerce defa, canı gönülden temenni ederek ekledi.
“Bin tutsak kadının râm olmasına değişmem bir hür kadının gönülden gelen sevgisini…”
Nizam kısa, kuru bir kahkaha attı. Bilgiç bilgiç, dişlerinin arasından tısladı.
“Gümüş kamçısıyla girişirse görürsün o zaman hür kadını… Terken Hatun da hür!” dedi.
Karahanlı Tamgaç Han’ın nazlı kızı Terken Hatun, Harezm’den Melikşah’a gelin gelirken bin kişilik saray halkını da getirmişti. Sılahan’ın ailesi de bu kafiledendi. Sarayın eski sakinleri, kadınları yerine gelinle birlikte gelen harem halkı yerleşmişti. Terken Hatun’un eşini kıskanması, İsfahan’ın yüksek çevrelerinde eğlence konusuydu. Nizam, Hayyam’a yüklendikçe, Hayyam da yaşına hürmeten ses etmiyor bilakis üzülmüş gibi duruyordu.
“Benden söylemesi” diye tekrar başladı Nizam.
“Terken Hatun’dan beter bu kız!.. Selçukî kadınları, Arap ve Acem geleneklerine uymaz, seni paylaşamaz. Ne buldun bunda? Bunlar yılda bir kere açılırlar Nevruz gülleri gibi…”
Hayyam baktı konu uzadıkça uzuyor, Nizam’ı susturmak için kendisi konuşmaya karar verdi.
“Saray kaleminde avunmak için bezeme yaparken yazmayı, yazarken okumayı öğrenmişti. Nefes almadan hamle yapan bir pençe kıvraklığı vardı kalem tutuşunda.” dedi.
Nizam ayrı telden çalıyordu.
“İsfahan’ın yarısı ikta olarak verildi. Hala burunlarını sokmadıkları yer yok! Senden umdukları bir şey olmasa nikaha izin vermezlerdi.”
Hayyam’ın alnından terler fışkırdı. Nizam, kızı bırakmış, sülalesini yeriyordu. Cennet sahnesine baktı. Diğer tutsak kadınların şaşkın ve hantal davranışlarına karşılık Sılahan, keşif askeri kadar uyanık, dişi pars gibi sessiz ve hızlı yapıyordu işini. Tepesi attı. Bu yergileri cepheden savunma kararı aldı. Sesini yükseltti.
“Bu hatunda vefa var.” dedi. “Ak gününde, kara gününde yanında yer alır. Güzelliği ay ışığı gibi görülür fakat gösterilemez!”
Kestirip atmıştı. Nizam acılı bir gülümsemeyle baktı.
“Sen âşık olmuşsun Hayyam! Kan dökücü bir cellada âşık olmakla aynıdır böyle bir güzele meyletmek.”
Böyle anlarda en doğrusu yüreğindekini haykırmaktı. Hayyam’ın sesi buz gibiydi.
“Hürriyet içinde beni seçmesinden kıvanç duydum. Cariye almaya benzemiyor bu!”
Sonra bir dörtlük söyledi.
“Bir yürek ki yanmaz yürek denir mi ona? Sevmek haram! Yüreğinde ateş olmayana! Bir gününü sevgisiz geçirdinse yazık! En boş geçen günün o gündür inan bana!
“Kusuruma bakma!” dedi Nizam. “Ben Türkleri savaşta, kervancılıkta severim en çok!”
“Bilirim!” dedi Hayyam kaşlarını çattı.
“Bunca zahmetli işi gören bu mübarekleri bırakalım da bunlar dilediği gibi davransınlar öyleyse. İsyan çıkardılar medreselerde okuyabilmek için. Az kan dökülmedi. Fakat bu istekleri karşılanınca kimseye bir zararları olmadı!”
“Evet, ben dahi alıştım, hoşnudum, lakin saray kalemi dahil her yere doluşuyor kadınları. Bereketi kalır mı bilmem şah devletinin?”
Nizam durakladı. Hayyam’ı boş yere örselediğinin farkına varmıştı. Sabbah konusu çözülmüştü. Melikşah’la aralarında şimdilik ciddi bir mesele olmadığı halde sırf saraya yakın olma ihtimali olduğu için bir kadına karşı Hayyam’ı soğutmaya çalışmak anlamsızdı.
“Benim de zaaflarım var, her insan gibi!” dedi. Ardından ekledi. “Ay ışığı gibi görülür fakat gösterilemez diyerek, ne de güzel tarif ettin gönül iklimini Hayyam! Takdir ettim! Sen bana bakma! Sana latife etmezsem kime edebilirim?” dedi.
Güvenlik hariç, her işte Melikşah’tan fazla kudreti olan Nizam, gerçekten de yalnızca Hayyam’ın katında ciddiyetinden sıyrılabilir, aklına eseni söylerdi.
Dostça bakıştılar.
Hayyam’ın işaretiyle sâzendeler bir Meraga havası çaldılar. Nizam, musikiyi içer gibi dinlerken sordu.
“Hasan Sabbah gidisi için bunca altını saçtığına değer mi?”
Hayyam’ın uzun zamandır gerilmiş yüzünde ilk defa küçük bir tebessüm belirdi.
“Bazen, bin geceyi bir geceye sığdırmak içindir altın, hayatı hızlandırmaya yarar. Ne dermiş merhum İbni Sina ‘Ancak harcadıkların senindir. Sakladıkların başkaları içindir.’ ”
Hayyam normale dönmüştü. Nizam derin bir nefes aldı. Merak ettiklerini de öğrenmişti. Vedalaşma anı da çoktan gelmiş, geçiyordu.
Nizam, müzik eşliğinde giderken Hayyam, yüreğinin ferahladığını hissetti. Nizam’ı, Sabbah’ın geleceğinden haberdar etmekle iyi yapmıştı. Zaten duyacağı bu ziyareti eğer bildirmeseydi esas tehlike o zaman belirecekti. Can düşmanıyla gizlice buluşan bir hain olarak algılanacaktı, Nizam’ın nazarında. Sabbah’ın ihtirasının tedavi edilebileceği fikri de kudretli vezirin öfke şimşeklerini yatıştırmış olmalıydı.
IV
Ah Yaratan, dünyayı yeniden yarataydı,
Yaratılırken beni de yanında tutaydı,
Derdim “-Ya benim adımı sil şu defterden,
Ya da, benim dileğimce yarat dünyayı!..”
Hayyam, kendi tasarısı olan cennet sahnesinde; sâzendelere, rakkâselere şadırvanın, kameriyelerin arkasında duruma göre gizlenecekleri yerleri, neşe içinde ayarlıyordu. İsfahan’ın ünlü köşklerinden, dillere destan geniş bahçelerinden ödünç alıp getirdiği tavus kuşu, keklik gibi cennet sahnesine yakışır mahlukları, uygun yerlere iliştiriyordu. ‘Tavus kuşları çiçek tarlalarının arasında rahatça gezinebilirdi ama sükuneti bozup dikkat dağıtacak kadar zinde ve hızlı kekliklerin ancak palazları, yani yavruları yani kalemkaşlarına gezinme izni verilebilirdi!’ Etrafın kirlenmesini istemiyordu. Çünkü bu sahn-ı cennet gecesi uzun olacaktı. Hayyam’ın talimatları yağmur gibi bu minval üzere yağarken, sâzendeler başı Pervin, Hayyam’dan aldığı keseyi açarak dağıtınca, neşeli kahkahalar büsbütün arttı.
Hayyam, bir fırsatını bulup, biraz önce kaba davrandığı Sıla Hatun’un gönlünü almak için yanına geldi. Bir bahaneyle etrafında dolaştı. Beklediğinin aksine Sılahan darılmış gibi durmuyordu.
“Misafirimin dikkatini dağıtmak istedim!” dedi Hay-yam.
“Başvezirdi gelen değil mi?”
“Nereden anladın?”
Sılahan’ın kömür gözlerinde parlayan mecalsiz şimşekler, ‘Sen beni ne sandın?’ diyor gibiydiler. Utanıp sıkılarak usulca fısıldadı.
“Beni haksız yere paylaman ele verdi seni.”
Hayyam’ın gönlündeki yıldızları yele verdi bu eda, bu naz.
“Boş ver siyaset ehlini.” dedi. “Bunlar aç kaplandan daha yırtıcıdır!” Bu bülbüller niye böyle içli içli şakır sana hikayet eyleyeyim.”
Sılahan’ın geniş yanakları, masala acıkmış bir çocuk yüzü gibi aydınlandı. Tünekten tüneğe zıplayan bir bülbülün kafesine sokuldular.
“Bülbüller!” dedi Hayyam.
“Sabah erkenden bağa gelirler. Üzüm ya da erik gibi birkaç meyveyi gagalarıyla yaralarlar. Akşam geldiklerinde, aynı meyvelerde yaralar kararmış, genişlemiş, özleri hafiften alkole dönüşmeye başlamıştır. Bu özü gagalarıyla didikleyip katre katre yudumlarlar. Bu da onların parmak kadar canlarının sermest olup şakımalarına yeter. Şarabı, bülbülleri izleyerek bulmuş olmalı Cem. Belki de birlikte buldular Dianisos’la! Üzümün özü, şaraba dönüşür, bizim özümüz ruha. Şarap o yüzden ruha yakındır. Şarabın kıvamı üzümün macerasına bağlıdır, ruhun usaresi de hayat tecrübemize…”
Sılahan’ın korku bilmediği gibi küskünlük de bilmeyen kömür gözleri esmer bir aydınlıkla harelendi. Bunca güzel körpe rakkasenin, onca işin arasında kadife gibi yumuşak bir sesle kendisine böyle ince, büyülü sözler sarf eden Hayyam’a yalın bir sevgiyle baktı.
“Sen anlatınca her şey ne kadar güzelleşiyor!” dedi. Kafesteki bülbüle ince parmaklarıyla yarısı kararmış bir üzüm tanesini uzatarak. Bakışları kenetlenmek üzere ısrarla birbirini aradı. Yüz yüze geldiler. Sılahan’ın kömür gözleri Hayyam’ın şair gönlünün karanlığına sonsuza dek simsiyah ışıklar düşürecek başka kanunlara sahip bir çift büyülü yıldız gibi parladı.
“Gönlümü zaten almıştın. Sanki seninle doldum ve sana taştım!” dedi Sılahan.
Sabbah’ın tahtırevanı ufukta göründüğünde Hayyam son hazırlıklarını yapıyordu.
Sabbah, ihtiraslı sert yüzü ve sivri sakalıyla tahtırevanın penceresinden sarkmış gelirken, öndeki hamalları azarlıyor aynı boyda olmadıklarından dolayı tahtırevanın sağa yattığından yakınıyordu!
Hayyam konuğunu heyecanla karşıladı. İltifatlar etti. Baş köşeye oturttu. Satranç kurdular. İlk oyunu Sabbah kazandı. İkinci oyuna başladılar. İkisi de şimşek gibi hızlı hamlelerle sonuç arıyorlardı. Bu halleriyle satranç oyununu da ciddiye almadıklarını, dahası ötesinde olduklarını gösteriyorlardı.
Sabbah, oyun aralarında taşları dizerken Nizam’a söyleniyor, Hayyam her defasında geçiştirmeye, susturmaya çalışıyordu. Nizam gitmişti fakat gölgesi yerli yerinde duruyor gibiydi. Hayyam’ın içinden, biraz önce orada Nizam’ın oturduğunu, Sabbah’a söyleyivermek geliyordu.
“Nizam velinimetim.” dedi Hayyam.
“Selçukileri bilemem ama Nizam pek cömert!”
“Beş bin yıl hata yapmayacak bir takvim için sana ödenen çok mudur?” dedi Hasan Sabbah.
Hayyam mahçup boynunu büktü.
“Pek o kadar da doğru değil!” dedi. “Belki iki bin, üç bin yıl sonra birkaç saatlik bir sapma, düzeltme gerektirebilir.”
“O zamana kadar dünya kalır mı?” dedi Hasan Sabbah.
“Her yıl kâhinler birkaç kıyamet alametinden söz edip dururlar.”
“Dünya belki kalır da bizim kalmayacağımız neredeyse kesin!” diye derin bir iç çekti Ömer Hayyam! “Buna da şükür!” dedi.
“Ay gibi bir sevgiliyle, yıl gibi geceler yaşadım. Bundan sonra da şiş yapacak bir koyun budu, bir somun ekmek olursa sevgilimle bana. İstemem fazlasını!”
“Gaflet uykusundan uyan artık Hayyam!” dedi, Sabbah öfkeyle! Tenhalarda gezerek düşündüğü için hep kavrukmuş hissi veren yüzündeki hatlar büsbütün keskinleşti. Sivri sakalı, çenesinin ucunda kurbanına eğilmiş merhametsiz bir aybalta gibi işliyordu.
“Nizam’a bu kadar güvenme!” dedi.
“Nizam bir yandan sana hediye testiler gönderir, diğer yandan ‘ayyaş’ diye, adını çıkartır, rezil olmanı ister. Ortalıkta gezen her şarap rübaisini senin hesabına yazar.”
“Siyasi bir rakip değilim ki ben. Siyaset sohbetini boş ver. Gönlümüzü oyalayacak o kadar çok şey var ki cihanda. Üç bilinmeyenli denklemler mesela! Yedi ülkeyi yönetmek kadar haz verip oyalar insanı!”
Sabbah’ın dili deha yayıyla gerilmiş bir mancınık olmuş, ağır eleştirilerle yüklü sözcüklerini ateş ve zehirden mamul gülleler gibi savuruyordu. Hayyam ürperdi. Sab-bah gibi adamlarla konuşmak tehlikeliydi. Ne yapar yaparlar insanın damarına kinin ve hasedin yakıcı zehrini boşaltırlardı.
Sabbah kükrüyordu.
“Bostan alaçığı kalır senin köşkün, Nizam’ın sarayının, köşklerinin yanında” Ardından ekliyordu.
“Ben de senin gibiyim. Parada pulda, köşkte kervanda gözüm yok bilirsin! Sadece benden daha aciz birini tepemde görmeye dayanamıyorum. Hükmetmek istiyorum. Sana da bu tevazuu yakıştıramıyorum. Senin tırnağın etmez, miadı dolmuş Nizam’ı o makama nasıl lâyık görürsün?
“Onun işi de zor. Kolay mı Selçuklu sultanına çalışmak? Hem sen ondan gençsin. İkbal için sıranı beklersin bir köşede!”
Sabbah uzun uzun esnedi.
“Burası ne kadar sakin!” dedi. “Tütsülerin dumanı genzimi yaktı! Kendimi yüzen bir balık gibi akışkan hissediyorum.”
Hayyam, hemen sürahiye davrandı.
“Demirhindi şurubu iyi gelir. Şifalıdır. Derince bir nefes al! Şu köşe yastığını al arkana! Emin ellerdesin.”
“Nizam’ın yanındayken sırtım kedi gibi kambur olurdu. Senin yanında huzur ve keyif var.”
“Keyfine bak öyleyse!” dedi Hayyam.
“Zekânın fersah fersah dolaşıp birbirini araması, bilginin ve düşüncenin onaylanması ihtiyacıdır. Nizamülmülk de kemale ermiş bir âlim, lakin siyaset işleri her insan gibi onu da sığlaştıracak belki zamanla!”
Sabbah kendinden geçmişti. Hayyam, emin olmak için sarstı.
“Hasan Sabbah! Hasan Sabbah! Sabaha çok var uyan yahu!”
Sabbah, uyanmak yerine keçeye büsbütün uzandı. Bir güvercin gibi göğsüyle yattığı yerde bir yuva oluşturmak için debelendi. Hayyam keyifle içeriye seslendi.
“Kızlar taşıyın bakalım şu mutsuz adamı! Şu hırs küpünü!”
Rakkase kızlar, Sabbah’ın uzandığı keçeyi cennet sahnesinin tam ortasına taşıdılar.
Herkes köşesine geçip istirahata çekildi. Birkaç saatlik derin, çok sesli, homurtulu bir uykudan sonra Hayyam’ın gayretleriyle Sabbah’ta uyanma belirtileri görüldü.
Hayyam’ın işaretiyle, sazendeler tellere dokunduklarında, bülbüller de musıkiye eşlik etmeye başlayınca bahçe şenlendi. Pervin ile Hayyam uygun yerlere kandiller yerleştirerek hoş bir ışık gölge dokusu oluşturdular. Eşin dostun bahçesinden ödünç alınmış tavus kuşları cennetin renklerine havi yelpazelerini açtılar. Keklikler kafeslerinde gakkıldaşıyor, kalemkaşlar ise sarsak adımlarıyla şaşkın şaşkın dolaşıyordu.
İsfahan’da bağ bozumu zamanıydı. Elbruz dağlarından serin bir tül gibi esen rüzgar, dalgalanan gümüş tenlerin, miski amber kokusunu yüklenerek ıslak bir buse gibi yüzleri okşayıp ciğerlere doluyor, herkesi hükmü altına alıyordu. Yasemin kokulu saçlar; mücevher parıltılı kıvrak bedenler üstünde, sonsuza kadar anılacak büyük bir gecenin nişaneleri olan tuğlar gibi, Meraga nağmeleriyle uyum halinde, şevkle dalgalanıyordu.
Duvardaki iki nişin birinde bir Uygur ikonu vardı. Diğeri boştu. Hayyam, Sılahan’ı boş olan nişe götürdü ve orada hareketsiz durmasını istedi. Sılahan bir heykel sessizliği içinde durmak fikrine şaşkın ve mahçup direnmeye çalıştı.
‘İnanır mı ayol? O kadar saf mı arkadaşın?’ diyecekti, caydı. Boş olan nişin içinde heykel sessizliğine gömüldü.
Hasan Sabbah kımıldadı. Gözlerini açtı. Hayyam kaçarken Sıla’yı oracıkta unuttu.
Sabbah’ın ilk gördüğü, burnunun ucundan paytak paytak geçen kalemkaşlar, bembeyaz nişin içinde canlıymış gibi duran heykeller oldu.
Ünlü sazende Pervin, Sabbah’ın yüzüne bir melek gibi eğildi. Misk ve amber kokusu sinmiş bir merhem ile şakaklarını şefkat ile ovmaya başladı.
“Çileli dünya hayatınız bitti!” diyordu, gülmemek için kendini zor tutarken.
“Artık cennetin sınırlarında konuğumuzsunuz. Hizmetinize amadeyiz efendimiz!”
Sabbah’a tanıdık ve dost geliyordu Pervin’in güzel yüzü. Kim bilir hangi mecliste karşılaşmış, pek büyük bir ihtimalle de uzaktan yutkunarak bakmıştı Pervin’e daha önce. Çok da genç olmayan Pervin, ay ışığı ve kandillerin yumuşak aydınlığında bir peri kızı gibi görünüyordu. Yaşlılık mefhumu, Sabbah’ın kanına karışan hayaller ilacının kıvılcımları sayesinde, en uzak yıldızların ardına saklanmış gibiydi.
Ömrü, insanları eğlendirmekle geçmiş Pervin, yalnızca sözleriyle değil oyunculuktaki ustalığıyla da Sabbah’a artık cennette olduğunu hissettiriyordu.
Sabbah, tavus kuşlarını da fark etti.
“Biz, dünyanın renklerine beyhude yere hayran kalmışız! Gerçek renkler böyle olurmuş!” diye mırıldandı. Türlü meyveler sarkan ağaçlara göz attı. O zamana kadar şadırvanın önünde salınan rakkaseler canlanan müzikle birlikte en kıvrak hareketlerle yaklaştılar.
Sabbah doğrulup oturdu. Pervin’in sunduğu nadide meyvelerden tattı. Ayağa fırlayıp haykırmak istiyordu fakat vücudunun ağır olduğunu hissediyordu. Belki vücudu hafifti de görünmez bir güç kendisini yere çekiyordu.
Bir başkası olsa, bu muhteşem sahnede kaderine razı olurdu. Lakin koca Hasan Sabbah çetin cevizdi. İyice cesaretini ve gücünü topladıktan sonra aniden ayağa kalktı. Nar ağacından bir portakal kopardı. Etrafına bakındı. Sonra Pervin’e döndü.
“Üç beş tane huriyle, bir iki sahte ağaçtan kurulu cennete kanar mıyım ben?” diye çıkıştı.
“Herhalde!” diye omuz silkti müzik ve gösteri meclislerinin ustası hazırcevap Pervin. “Biz de biliyoruz olmayacağını!.. Lakin böyle huysuz bir edayla sormasaydın açıklayabilirdim.”
Sonra misvakla parlattığı sedef dişleriyle güldü.
“Cennet, tıpkı Kaşan bağının iri gülleri gibi katmer katmerdir. Burası henüz sonsuz cennetin eşiği, daha başlangıç! İyi halin görüldükçe daha geniş köşeler açılacak ufukta! Kademe kademe, yavaş yavaş!” dedi.
Hasan Sabbah, Pervin’e tamamen inandığından değil lakin vücut kimyasındaki değişiklikten dolayı şaşkındı.
“Renkler katmer katmer! Her şey canlı!” diye kekeledi.
İran’ın, Turan’ın en kıvrak melodileri Elbruz dağlarından esen serin rüzgarla çalkalanıp kalplere doluyor, allı turnaların aşk mevsimi peşrevlerine benzer bir zarafetle rakkaseler dönüyor, parmaklarında ziller, ayaklarında halhallar, bileklerindeki altın halkalar en şuh çınlamalarla bu müstesna şölene eşlik ediyordu.
Beyaz ayak bilekleri üstünde uçuşan tüller arasından kıvrak bedenler, çiğ düşmüş tenler, kuğu boyunlar hayal gibi görünüyordu. Semerkant, Fergana vazolarının kulpları gibi ince kolların ucunda belli belirsiz hissedilen pembe parmaklar, dalga dalga ritimle yükseldikleri göklerin derinliklerindeki yıldızlardan yalnızca hissedebilenlere has olan şiir ve aşkı, şevkle sağıyordu.
Tenler gümüş, dudaklar altın, gerdanlar fil dişindendi. Rakkaseler döndükçe ince ipek şallarından savrulan hoş kokuları yüklenen serin rüzgar kalplerde uğulduyor, başları döndürüyordu.
Sabbah, imbikten bizzat süzmüştü ilk gençliğinde Tibet geyiğinin misk keselerinden elde edilen miski ve amber balığının karnından elde edilen amberi… Şimdi bütün hayatı bu tesirle birlikte sahne sahne açılan ufuklarda canlanıyordu.
“Cennette olduğun için mutlu değil misin?” diye soran Pervin’in yüzünde sahte bir hüzün vardı.
Sabbah ‘Yerimden bir kalksam ben sorarım sana!’ der gibi baktı. Gücünü iyice topladıktan sonra kalktı. Sendeledi fakat düşmedi. Kül yutmaz olduğunu yeniden göstermek gayretiyle doldu.
“Ağaçlara meyve yapıştırmakla olmuyor!” dedi.
“Nerede billur gibi sular, akikten merdivenler, altın gibi köşkler, zümrüt gibi bağlar, gümüşten geceler?” dedi.
Bunları söylerken duvarlar fildişine, gölgeler altına, sular billura, ay ışığı gümüşe dönüşüyordu. Yürüdü. Duvardaki nişin içinde duran birinci heykele tutundu. Heykel soğuk ve duygusuzdu. Duvar, bildiği duvarlardan olmalıydı. Birkaç adım daha attı. İkinci nişin önüne gelmişti.
Gizlice seyrettiği sahn-ı cennette; şaşkın, sarsak dolaşan Sabbah’ın haline gülmeye hazırlanan Hayyam’ın aklı başından gitti. Sılahan, Sabbah’ın yanıbaşındaydı ve her an tatsız bir şey olabilirdi. Halbuki Hayyam, Sıla’yı oraya kısa bir süre için, kendisi seyretmek üzere dikmişti. Diğer heykelle çok hoş bir simetri oluşturduğunu görüp süreyi uzatmıştı. Aynı gün ikinci haksızlığa uğrayan Sılahan artık ne dese haklıydı. Hayyam, bu korkulu düşüncelerle dikkat kesildi.
Sabbah, birinci heykelden uzaklaştı. İkinci heykele, yani üç eteği ile heykel sükutuyla taş kesilmiş duran Sıla’ya yönelmek gibi bir fikre sahip olduğuna dair en küçük bir belirti bile yoktu. Fakat sendeledi. Geri geri gidip Sıla’nın yanı başında durabildi. O sırada olan oldu. Oracıkta put gibi durmaktan zaten yeterince sıkılmış olan Sıla, bu tuhaf adamın bu derece yaklaşmasından rahatsız oldu. Önce duruşunu bozdu. Sabbah, hareketi fark edip döndü. Sılahan’a yuvasından oynamış dehşetli gözlerle baktı. Etekleri o zaman dikkatini çekti. Sılahan ilk adımını attığında Sabbah, hayatının geriye doğru en çevik sıçrayışını yaptı. Artık Sabbah bir saniye önceki Sabbah değildi. Aklı başından gitmiş, daha doğrusu başka bir boyuta geçmişti.
Sılahan yürüyüp gitti servi revan gibi. Sabbah’ın gözlerinde yürüyen; akıcı, etkileyici yürüyen bir heykeldi. Sabbah, biraz önce incelediği, soğukluğundan ürperdiği heykeli durdurmak için hamle yapacaktı ki Pervin’in gülümseyen yüzü araya girdi.
Şaşkındı Sabbah. Ağzı, damağı kurumuştu. Büyüye inanmazdı. Bu içinde bulunduğu halin ne olduğunu çözemeyeceğini sezerek Pervin’e döndü.
“Nasıl olduğunu bilmiyorum ama heykel yürüyüp gitti!” dedi.
Pervin, neşe içinde kıkır kıkır güldü.
“O da bir şey mi? Kanatlarımız oluşuyor, uçuyoruz bazen!” dedi.
Ne kadar da güzel görünüyordu! Etten kemikten değil de pembe beyaz güllerden yapılmış gibiydi cildi. Sesi ve şuh kahkahaları çın çın geliyordu Sabbah’ın kulaklarına… İşte bu anda Sabbah artık şüphelerinden tamamen arınmış başka kanunlara tabi yeni bir âlemin hava tabakasında, hatta deniz dibinde olduğuna emin hale gelmişti.
V
Nevruz’un incisi çiğ, gülün teninde ne hoş!
Taze çimende, gönlü ışıtan yüzün ne hoş!
Aşkın baharında, hoş değil kıştan söz açmak!
Kara kış say, boş say, dünü; bak bugün ne hoş!
Öfkeden burnundan soluyarak cennet sahnesini terk eden Sılahan, aniden karşısına çıkan Hayyam’a edebinden dolayı tek söz etmedi. Fakat bakışlarında bir şimşek yanıp söndü. Birlikte ayvana çıktılar. Temiz ve demir gibi bir dağ havası etraflarını sardı.
Hayyam; büyük, sabit usturlabın yüksekçe oturağına gülünç bir biçimde tünedi. Şiir söylemeye hazırlandıkça daha da yükseklere çıkmak ister gibi oturağın basamağında ayak parmaklarının üstüne yükselmeye başladı.
Sılahan Hayyam’ın bu garip haline bakıp kıkırdadı.
“Demavent Dağı’na çıksaydın bari!”
“Demavent’in doruğuna çıkanın göreceği duman ve borandır,” dedi Hayyam
“Böyle yükselince dünyadan arınmış bir yıldız gibi olurum ve işime bakarım.”
“Neler fısıldıyor yıldızlar bugün?”
“Yıldızlar, gözlerindekileri kıskanır bugün
Dolunayı soldurur pırıl pırıl gülüşün
Güzeller, bayramı süslenerek karşılar
Seninse bayramları süsler ay yüzün.”
“Yapma!” dedi Sılahan.
“Nazar değdireceksin. Yüzümü bu kadar övme!”
“Nasıl övmem!” dedi Hayyam.
“Uğrunda ölmek, sonsuz yaşamaktan güzel! Işıklı yüzün Cem’in kadehinden güzel!”
“Cem de kim?” dedi Sılahan.
“Cemşid! Kadeh meclislerinin efendisi!
“Benim yüzümün Cem’in kadehiyle ne ilgisi var?”
“Sıradan bir kadeh değil o!” dedi Hayyam.
“Kadehine bakıp dünyanın istediği yerini görürmüş!”
“Bu olamaz! Ancak gönül istediğini görebilir!” dedi.
“Doğru söze ne denir?” dedi Hayyam. Kürsüden indi. Sılahan’ın ince uzun parmaklarını hiç bırakmayacakmış gibi tutkuyla kavradı. Kömür gözlerine sevgiyle baktı. Kışın kitap çoğaltan? bezek yapan, yazın dizgin tutup kılıç sallayan bu sert eller, rakkaselerin ellerinden çok farklıydı ve şimdi boğum boğumdu. Sevgi ve sadakatle dolu öpülesi elleri güller gibi kokladı.
“Çok zarifsin! Parmakların bileklerin ne kadar ince Sılahan!” dedi ve su kuşlarına benzeyen beyaz elleri yüzüne sürdü. Faniliği, bütün bu mutlulukların sonunun geleceğini yine iliklerinde duyuyordu.
“İnce olduğuna bakma, kuvvetlidirler.” dedi Sılahan, inceliği bir kusur olarak algılamıştı. Hayyam’ın içinde sessiz kahkahalar doğal mika cevherinden yapılmış toplar gibi çın çın öterek yankılandı. Sılahan hâlâ kusurunu örtmeye çalışan küçük bir kız gibi anlatıyordu.
“Beni anneme benzetirler. Babamın bile kılıcını düşürmüş bir keresinde!”
“Boş ver şimdi kılıç oyununu!”
Sılahan çıkıştı.
“Kılıcını ihmal etmeyen at da bulur. Kılıcını ihmal eden tutsak olur, hey iki gözüm!”
“Medeniyetin zirvesindeyiz!” dedi Hayyam “Etrafta ne âdem eti yiyen vahşiler var, ne de canlı insan kurban edenler. Artık öyle mühim savaşlar olmaz! Meşveretle çözülür her şey. Hem ben seni savaşta değil, kitaplara nakış yaparken görüp sevdim!”
“Güzel olmak gibi güçlü olmak daha güzel. Nizamülmülk’ün kızı atlanıp gelebilir mi buraya? Erkekler duramaz atım Dumankır’ın üstünde.”
Hayyam yanıt vermedi. Selçukiler, nice nesillerden beri kılıca büyük değer verirlerdi.
Cennet sahnesinden gelen melodiler ve gülüşmeler arttı.
“Âlimler de bir hoş eğleniyor” dedi Sılahan. O gece olanları tuhaf buluyordu.
“Arkadaşıma faydası olur ümidiyle tasarladım her şeyi! İddiacı birisi. Kendine zarar veriyor.”
“Anladım! Arkadaşını kazanmak istiyorsun!”
“Evet! Güç ve iktidar istiyor. Başka bir şeyi gözü görmüyor. Takmış kafasına!”
“Alazlama yaptırsaydın keşke!”
“Alazlama korkutmak üzerine! Bunda korkutmaktan daha fazlası var. Hekime danıştım. Bu yöntemi kendisi denemiş İsfahan’ın berduşları üzerinde. O tavsiye etti. Geçenlerde öldü mübarek. Bu karışımın sırrı artık yalnızca bende!”
“Bir zararı olmasın!”
“Kırk yılda bir ne zararı olacak canım! Tecrübe edilmiş bir ilaç! Bakalım kuru siyaset gütmeyi bırakacak mı Sab-bah? Söyledim anlamadı. Ona şimdi gösteriyorum. Sultan ya da vezir olmadan da hayatına renk verebilir insan.”
Hayyam, Sılahan’ın ışıldayan gözlerine baktı.
“Yüzüne ve sözüne yansıyan bu yalın ruhu sevdim ben…” dedi.“Kadınları hepten tutsak sanırdım. Bin tutsak sevgiyi senin bir bakışına değişmez oldum!”
Hayyam içinde kabaran coşkun selin, Sıla’ya doğru yöneldiğini hissediyor, kendi parçalı yalnızlığını giderebilecek yegâne varlık olan bu munis güzelliğin yaratılmış olmasını Tanrı’nın varlığının en büyük delili kabul edip ürperiyordu o an.
Zaman zaman yalnız kalmaya mahkumdu Hayyam. Bilime daldığında yıldızların birer mercan adası gibi serpildiği gökyüzü denizinde, rakamlardan kürekler, formüllerden kadırgalar yapar, yasalardan ve teorilerden yapılmış yelkenleri, deha rüzgârlarıyla şişirip bilinmezlere yol alırdı. Yol aldığı bir âlem miydi? Yoksa insan aklının sonsuz derinlikleri miydi? Bunların hepsiydi ve bunları da kuşatan, genişlemekte sınır tanımayan gönül ufkundaki hayal menzilleriydi. Böyle bir ilahi zenginliği içinde barındırabilen, duyumsayabilen muazzam bir yapı olan insanın bir turp gibi önce buruşup, kuruyup, çürüyüp yok olması ne büyük bir ziyandı! Hareketli yıldızların, her gün farklı bir noktadan doğan güneşin oluşturduğu sinüsler, açılar, rotalar, define gibi kazdıkça arkası gelen formüller, bilinmezlere kapı aralayan çıkarsamalar, yasalar, ölüm gerçeğini unutmanın yegane yoluydu.
Binlerce yıllık Hint, Yunan, Çin ve İslam matematiğini özümseyip ikiye üçe katlayan, bilime en az bin yıllık bir sıçrama, bir ivme yaptırmak yolunda son rötuşları yapan Hayyam’ın, kendinden geçip yoğunluk içinde çalışırken bir kuşa, bir kediye bile tahammülü yoktu ve olamazdı. Böyle yoğunlaştığında çok sevdiği, hayta dediği, uzun tüylü Afgan kedisinin mırıltısı bile aslan kükremesi gibi gelerek onu rahatsız eder, munis kediyi, ensesinden tuttuğu gibi dışarı bırakırdı.
Sılahan, Hayyam’ın yalnız kalmak istediğini sezer, böyle durumlarda ana ocağına çekilirdi. Bu uyumuyla saygıların en büyüğünü hak ederdi. Dünyada böyle bir ayrı, bir birlikte yaşayan tek çift yaşadıkları çağda belki de Hayyam ile Sıla idi.
Gökyüzü bulutlarla kapandığında müthiş bir sıkıntı basardı Hayyam’ı… Yıldızlarla ilgili yaptığı rutin ölçümleri yapamadığı için diğer hesaplardan da vazgeçer, hatta her şeyden nefret ederdi. İşte tam da o saatte yarinin gül yanağını yanında isterdi.
Sılahan sezmişti, her şeyi, kendiliğinden. Saraya bitişik baba evinden yıldızlara bakar, hava kapalıysa kesinlikle atına binip en hoş yemişlerle, dağ çilekleriyle, koyun budu, yufka, börek, çörek gibi taze yiyeceklerle bu aşka yeni bir nefes vermek için dörtnala at koşturup gelirdi. Kapalı havalarda bulutlara bakarak vuslat anına koşmak kolaydı. Lakin açık havalarda da Sılahan gelirdi bazen. Hayyam her seferinde doğru bir zamanda gelmesine hayret ederdi Sılahan’ın.
Bu boyutuyla dünyadaki bütün büyük aşklardan ayrılan bir zekâ ve ruh flörtüydü aralarında yaşanan. Aniden başlayan, bazen birkaç hafta süren, her seferinde kavurucu hasretlerin, serin vuslatlara dönüştüğü benzeri olmayan, yalnızca yıldızların, her anına tanık olduğu kendine has bir aşktı, bunlarınki. Hayyam yalnızca Sılahan’a değil, ailesine de minnet duyuyordu, her şeyi doğal kabul edip hiç sorgulamadıkları için.
Hayyam, Nişabur’da doğup büyüdüğü evi çok özlemişti, İsfahan’a ilk geldiğinde. Bu özlem nedeniyle rasathane yamaçlarına bilgeler için evler yapıldığında Nişabur’daki evin sevdiği bölümlerinin planını bizzat eliyle çizip yapı mühendislerinin eline vermişti. Küçükken oynadığı sandık odası, kiler, kireç taşından revak sütunları hemen hemen aynıydı. Nişabur’daki sandık, sehpa, rahle gibi eşyalarla büsbütün benzemişti. Merdiven basamaklarının sayısı bile aynıydı.
Bu yeni taklit ev, bir şehir konağı değildi. Soğuklara karşı muhkem bir iki odası olan, temeli taştan, alt katının bir kısmı kerpiç ve tahtadan, üst katı tamamen tahtadan yapılmıştı. Soğukta bir insanın bu ahşap odalarda yaşaması neredeyse imkansızdı fakat Hayyam’a soğuk vız geliyordu. Çünkü Selçuklu devlet hazinesinden hediye edilen, her biri servet değerinde kat kat çinçila kürkler, soğuğa karşı mukavimdi ve aynı işi görecek kumaşlardan beş kat hafif olduklarından varlıklarını unuttururlardı.
Ötelerden gelen müziği bir kervanın ahenkli sadasına benzetti Hayyam. Yüzlerce çeşit ilacı, incelticiyi, sertleştiriciyi, renklendiriciyi taşıyan Semerkant, Musul, Tebriz ya da Konya kervanlarından birine katılmak, medresede dört yıl okumaya bedeldi. Kervan dediğin binlerce devenin üstüne kurulu yürüyen bir şehirdi. Gezgin, bilgin, talebe, si-lahşör ve tüccarlardan halkı olan bir şehir. Böyle düşünme nedeninin Sılahan olduğunu anladı. Sılahan’ın saçlarının rayihasını içine çekti. Şefkatle, sevgiyle kucakladı. Bir tutsak değil aydınlık bir dünyanın diğer yarısıydı yanıbaşındaki güzellik.
“Yasemin kokuyorsun,” dedi.
“ Sizin verdiğiniz mayi ile banyo yaptım.”
“ Banyodan sonra da ıtır sürmüşsün!”
“Bu kokuların terkibini bana öğretiniz de siz zahmet etmeyiniz!”
“Sandal ağacı, amber, biberiye yağı, alkol ve lavanta yağı. Öğretirim bir ara, lakin sen tutturamayabilirsin!”
Sılahan şaşkınlıkla baktı. Hayyam başka yere bakıyordu. Gözleri iri seyyareler gibi hareketli, kıvır kıvırdı. ‘Ben de yapabilirim.’ demek ister gibi masumca bakarak dile geliyorlardı.
“İki damla da Hayyam’ın gözyaşı damlamalı yaparken kavanoza!”
“Gözyaşı mı niye?”
Sılahan aniden döndüğünde, Hayyam’ın dolu dolu gözleriyle karşılaşıp yutkundu. Öylece kalakaldı.
“Niye şimdi bu gözyaşı?” dedi hayretle. Elini Hayyam’ın omzuna koydu.
Herkesin başında olan, fakat Hayyam’ın herkesten fazla hissettiği ölümlü olmanın farkındalığı Hayyam’ın başını önüne eğdi. Yanıbaşındaki beyaz kulplu toprak ibriği kaldırdı.
“Şu testi de benim gibi biriydi. O da bir güzele vurgun dertliydi. Kimbilir, belki boynundaki, kulp da. Bir sevgilinin bembeyaz eliydi.” Dedi.
Sılahan korka korka sordu:
“Yıldızların hareketleri bu konuda bir şey söylemiyor mu?”
“Söylüyor!” dedi Hayyam.
“Milim şaşmadan yürüyor hareketli yıldızlar! Matematik ve geometrinin önemini fısıldadılar bana!”
“Peki o fısıldadıkları işe yarar mı?”
Hayyam, büyük bir inançla kalktı.
“Evet! Bir ilim geliştiriyorum! Bilinenler yoluyla bilinmeyenleri öğrenme ilmi. Verilenler yoluyla verilmeyenleri; görülenler yoluyla görülmeyenleri kavramamızı sağlayacak bir ilim. Yaşamın sırlarını öğreneceğim bir gün. O sayede ölümün sırlarını da çözmüş olacağım. Çözmeden ölürsem gözlerim açık gider.”
“Senden korkulur!” dedi Sılahan. “Yaşamın sırlarını öğrenirsen, ölümün sırlarını da çözersin!”
“Evet!” dedi Hayyam. İhtiraslı bir sesle, “Senin bu kadar kolay anlayacağını ummazdım!”
“Neden şaştın?” dedi Sılahan. “Senden çok şey öğrendim”
“Evrenin yeni bir yasasını keşfediyorum her gün. Yaşadığımı hissediyorum yeni bir şey bulduğumda. Tam yaşıyorum. Herkesten derin yaşıyorum.”
“Böyle coşkulu olursan kendine zarar verirsin!”
“İçimde büyük savaşlar kopuyorsa, bu hesaplaştığım içindir.”
“Benim yerime de düşün!” dedi Sılahan. “Ben düşününce ayrılıklar geliveriyor aklıma. Yıldızlarda neler gözüküyor. Ayrılık var mı?”
Hayyam, on birinci yüzyılın belki de en uzunu olan yıl gibi bir gecenin onca güzelliğine taç olan ay gibi sevgilisine son defa bakıyormuş gibi süzdü. Sılahan’ı kirpiklerinin ucundan öperken fısıldadı.
“Yıldızlarda ne varsa gözlerinde de aynısı var!” dedi.
Sılahan güldü.
“Peki ya saçlarımda!” dedi. “Eskiden saçlarımla da ilgilenirdin!”
Hayyam şiirle yanıt verdi.
“Sevgilimin samur saçlarına ben kavuşamadan. Baktım bir tarak ulaşmış aşkla tutuşmadan. Anladım ki, mümkün değil o saçları okşamak. Tarak gibi diş diş, didik didik olmadan?”
Hayyam Şimşir ağacından tarak oluncaya kadar geçen aşamaları düşünüyordu ki tam o sırada Pervin soluk soluğa yanlarına kadar geldi.
Hayyam ayağa fırladı. “Ne oldu? Bir aksilik mi var?” diye hayretle sordu.
“Yok” dedi Pervin omuz silkerek.
“Saklambaç oynuyoruz!”
“Başka oyun bulamadınız mı?” diye çıkıştı Hayyam. “Çocuk musunuz siz? Diyelim saklambaç oynuyorsunuz. Sen buraya gelip saklanırsan. Arayanlar buraya kadar gelir. Gizli sırlarımız aşikar olur. Yakın bir yere saklan!”
“Ama o zaman buluyor!”
“Bahçede yer çok! Şadırvanın arkasına saklanın! Hadi bakalım. Yallah!”
Pervin çıktı. Hayyam “Ben bir bakayım şunlara!” diye arkasından çıktı. Sılahan da Hayyam’ın peşinden…
Gece çok güzel, ortalık sakindi. Hayyam bir ara sadece sazendelerin görebileceği yüksekçe bir yere tüneyip sazende başı oldu. Saz çalanlara el kol işaretleri yaparak musikiyi gah hızlandırdı, gah yavaşlattı. Sonra Sıla’nın kolunda eski yerleri olan ayvana geçtiler. Her şey yolunda gidiyordu. Fakat daldıkları derin sohbetin etkisiyle mahzundular.
Dehşetli bir sele kapılmış bahtsızların bir kayaya kenetlendiği gibi biri yek diğerine sımsıkı sokuldu. Ruhlarında, insanlığın geçmişinden koparak geleceğine savrulan fırtınanın esrarlı uğultusu olduğu halde, kendilerini Selçuklu gökleri altındaki bu serin gecenin ahengine bıraktılar.
VI
Ey kör! bu yer gök, bu yıldızlar boştur boş.
Bırak yakınmaları, gönlünü hoş tut hoş.
Şu durmadan kurulup dağılan evrende;
Bir nefestir alacağın! O da boştur boş.
Güneş tez doğmuş, öğlen çarçabuk gelip geçmiş, ikindi gölgeleri artık hercai hüzünlere bürünüyordu. Hasan Sabbah gözlerini kapattığı yerde açtığında baş ucundaki Hayyam’a ilk sözü “Biraz kendimden geçmişim!” oldu.
Neredeydi o cennet sahnesi? Sazendeler, rakkaseler, hanendeler, yumuşak ışıklar, baygınlık veren kokulu nadide meyvelerle dolu o cennet köşesi… Endülüs diyarının göğündeki yıldızlardan da uzaktaydı.
Sabbah, irileşmiş göz kapaklarının arasından baktığında Hayyam bir su damlasının, bir elmas kristalinin arkasındaymış gibi görünüyor, kendi nefesini hissetmiyordu.
Hayyam, Sabbah’ın göz kapaklarını ve alnını yasemin kokulu, alkol katkılı özel bir mayiyle sildikçe Sabbah, alnında yitik bir cennetten kalan son esintilerin de hüzünle eridiğini yüreği yanarak izledi.
Sabbah’ın küçülmüş göz bebeklerindeki şaşkınlık, hafifçe doğrulduğunda azalacağı yerde arttı. Halk, haşhaş içenlerde gördüğü bu hayran bakışları derhal tanır, böylelerine “Ağzı açık hayran delisi,” derdi. Hayyam, uzun ve renkli bir yoldan gelen arkadaşına şefkatle yaklaştı. En güzel yiyecekleri eliyle sundu.
Sabbah, kahvaltılıkları, şurupları tadarken etrafa baktı. Yaşadığı renk sarhoşluğundan sonra hayatta her şey ona cansız, yavan ve sönük geliyordu. Uyuyakaldığı viranenin sahibi Hayyam’a acıyarak baktı.
“Bir tuhaf âlemde öylesine canlı hatıralara sahip oldum ki, ne yapacağım bilmiyorum. Her şey bana silik geliyor artık!”
“Rüya görmüşsündür!”
“Rüya olsa bilmez miyim? İliklerim boşalmış, gücüm tükenmiş olmasa ben de rüya diyeceğim! Çok uzak bir diyardaydım. Başka bir âleme gidip geldim.”
“Bir yere gitmedin. Sana izah edeyim!”
Hayyam imbiği, ilacı, kurduğu oyun düzenini tane tane anlattı. Sabbah bir türlü ikna olmuyor, direniyordu. Yarım kalmış bir rüyadan kendi sefil gerçeklerine uyanan bir bedbaht gibiydi.
“Peki sazendeler, rakkaseler, sakiler, yanık ötüşleriyle ruhu kavuran o alev katresi bülbüller? Kakgıldıyarak gezinen keklikler, kalemgaşlar, tutiler, tavus kuşları?”
“Gittiler. Senin uyanmanı bekleyecek değillerdi. İsfahan’ın konakları var olsun. Ödünç getirtmiştim hepsini.”
“Haşhaş sütü haplarından mı yutturdun bana?”
“O hapların papucu dama atıldı çoktan! Medeniyet beklemiyor, gelişiyor!”
“Peki yine yap o zaman! Ancak o zaman emin olayım!”
“Arkadaşlık bir kere olur. Ben senin sazendebaşın, çeşnici başın mıyım?”
O sırada Sılahan, elinde türlü dağ yemişlerinden yapılmış ipek gibi pestiller, reçeller, nadide tadımlıklar bulunan gümüş tepsiyle içeri girdi. Hayyam, bu en güçlü kanıtı işaret etti.
“Heykeli hatırlıyor musun? Giysi bile aynı!”
Sabbah, ürkek gözlerle baktı. Cennet sahnesinde en çok şaştığı şey heykellerin üç etekli olmasıydı.
“Benziyor!” diye yutkundu. “Evet, ama bu çok daha renkli ve daha canlıydı!”
“Sana daha canlı görünür tabii. Sen hapı yutmuştun da ondan!”
Sabbah, ikna olmak yerine isyanlı bir sessizliğe gömüldü.
Hayyam, “Sultanlık, vezirlik gibi mevkiler yalnızca konumdur. Asıl olan bu değil özgül ağırlıklardır. Geliniz bilginlerin sultanı olunuz. İmkanlarımızı bölüşelim. Kısmetinizde varsa ileride devlet görevi de yapar, düşüncelerinizi hayata geçirirsiniz!” dedi.
Sabbah, Nuh dedi, peygamber demedi. Kendi yalnızlığına ve müşkül durumuna bakmadan dünyaya meydan okuyordu.
“Elinde böyle bir güç var. Nizam’a boyun eğiyorsun!” diyordu. “Bu ilaçla krallara diz çöktürülür, ülkeler açılır, dünya fethedilir!”
“Sen buna hangi gücü vehmettin anlamadım!”
Sabbah, Hayyam’a gerçekten de acıyarak, hatta aşağılayarak bakıyor, boğuk bir sesle kükrüyordu:
“Şarabı düşün. İsa’nın kanı dediler şaraba. İran toprağında icat edildi. Barbarların çoğu papazların elinde gördüler ve İsa’nın öğretisinden çok papazların testilerindeki mucize ateş suyuyla ilgilendiler. Madem elinde daha keskin bir madde var. Bu hayal ilacıyla her şeyi yapabiliriz!”
Hayyam, Sabbah’ın sınır tanımayan hırsını daha makul bir yöne çevirmek için beyhude uğraştı.
“Bilimde hiç olmazsa gelecek nesillere bilinmezlerle giden yolda bir katkı sağlamak ihtimali var. Kuru siyasette o da yok. Sonunda alacağın boş bir nefestir!” dedi.
“Niye Nizam için değil de benim için böyle bu kural?”
“Nizam, Selçuklular henüz küçük bir beylikken başlamış işe. Sabretmiş ömrü boyunca. Melik ile Nizam’a müdara edip biraz sabredersen sana da mansıp verirler. Lakin kuru kibiri terk edecek olsan adeta canın çıkar!”
“Benim can düşmanımdır gayrı onlar!”
“Cihan hükümdarına böyle demek akıl kârı mı? Bu zahmetli işe değer mi?” dedi Hayyam. Nizam’ın inadı inattı. Hayyam artık tartışmıyor, nasihat ediyordu.
“Dün gece” dedi Hayyam. “Seni farklı bir biçimde ağırladım. Yaşadığın tatsız olayları unutup yeni bir hayata başlamanı istedim. Sultanların bile tatmadığı bir müzik ve raks ziyafeti çektim sana. Hayatın böyle bir tadı da var demek istedim. Manevi lezzetlere de yönelebilirsin. Siyasetsiz de kâm alınabilir dünyadan. Hele senin mevcut durumda siyasette hiç şansın yok! Bırak bu kuru kavgayı. Gel kendine kıyma! Bir yiğit kırk yılda hasıl olur, seni anan bir daha doğurmaz. Başın kesilirse yonca değildir, bir daha bitmez.”
Hayyam’ın ilmi cömertliği, bazı meselelerin çözümünü sonraki nesillere bırakan özverisi Sabbah’ta yoktu. İçinde bulunduğu duruma bakmadan, tarihte eşi görülmemiş çok boyutlu bir iktidardı onun biricik isteği…
Hayyam’ın gayretleri tam tersi bir sonuç doğuruyor, Sabbah’ın sivri fikirleri büsbütün sivrilip keskin bir hançer gibi mevcut gerçeklere meydan okuyordu.
Soğuk bir biçimde vedalaştılar. Sabbah, Hayyam’ı ikna edememenin öfkesiyle ayrılırken, bakışlarında Hayyam’a acıyan bir ifade vardı. Hayyam’ın yüzündeki de farklı nedenlerden doğan benzer bir ifadeydi.
VII
“Yarım somunun var mı, bir ufak da evin?
Kimsenin kulu-kölesi değil misin?
Kimsenin sırtından geçindiğin de yok ya?
Keyfine bak! En hoş dünyası olan sensin.”
Hayyam, sonraki birkaç gün içinde kendini, üzerinde çalıştığı yıldız haritalarına ve öz icadı olan üç bilinmeyenli denklemlerin çözüm yasalarını geliştirmeye verdi. İçinde tarif edemediği bir sıkıntı vardı.
Evine hırsız girip kitaplarını, risalelerini ve özellikle hayaller ilacının formülünü çalınca bu sıkıntı daha da arttı. Aynı ilacı yine yapabilir, yine formüle edebilirdi. Fakat hayaller ilacı kimbilir hangi ellerde, hangi amaca hizmet edecekti? Bunu düşünmek bile istemiyordu.
Üç gün sonra Selçuklu Sultanı Melikşah’ın özel habercisi gelip saraya davet edildiğini söyledi. Haberci, ziyaretin gizli yapılmasına refakat edecekti. Hayyam telaşlandı. Neden Melikşah? Neden tam da bu zamanda? O meçhul yüzbaşı zaten garip bir biçimde sabaha karşı kaçar gibi çıkmıştı evden. Sılahan’ın yüzüne umutla baktı.
“Sana söylemiştim!” dedi Sıla. Zihninden geçenleri okumuş gibi.
“O yüzbaşı, Sultan Melikşah’tı!”
Özel ulakla birlikte önce İsfahan Bedestanı’ndaki küçük bir kumaş dükkanının arka bölümünde yüzlerini de örten uzun siyah kadın giysileri giyen Hayyam ve Sılahan, oradan kapalı bir arabayla sarayın ahırlarına girip, sarayın gizli geçitlerine ulaştılar.
Hiç durdurulmadan dosdoğru vezirlerin, danışmanların tartıştığı ünlü Divan-ı Âlâ’nın arkasındaki Sultan’ın dinlenme odasına girdiler. Buraya yalnızca sultan girer, diğerleri, kudretli vezir Nizamülmülk bile içeri girmeye çekinirdi. Sultan’ın özel konukları burada kafeslerin olduğu özel bölmelerden Divan-ı Âlâ’daki görüşmeleri dinlerlerdi.
Hayyam ve Sılahan ne yapacaklarını şaşırdılar. Sultanın huzuruna çıkanların diz üstü yürüdüklerini biliyorlardı. Burası da huzur sayılırdı. Sultan belki de bölmelerden birindeydi. Sılahan önde, Hayyam arkada, diz üstü yürüyerek ortaya kadar geldiler. Sonra biraz geride durmanın uygun olacağını düşünüp diz üstü adımlarla geriye yürüdüler. Hayyam, alışkın olmadığı örtüler içinde bunalmıştı. Kendini maskara gibi hissediyordu. Her perdenin arkasında bir cellat, sırıtkan bir soytarı varmış gibi geliyordu Hayyam’a. Yüzündeki peçeyi araladı. Derin bir nefes aldı. Uzaklardan gelen seslerden ürperiyordu. Bunun bir yanılma olduğunu bildiği halde korkuyordu. Bütün bu sancılar kendini Melikşah’a karşı suçlu hissetmesinden ileri geliyordu.
Selçuklu Sultanı, ünlü Divan-ı Âlâ’da yüksek memurlarını ve danışmanlarını toplamış olmalıydı. Belki de ayrı heyetler yüksek yargı, askerlik, rençberlik, hazine ya da ticaret konularını görüşüyorlardı. Hayyam, gerek hazine hesapları gerekse arazi ölçümleri için bu heyetlerde zaman zaman bulunmuş, hatta dünyanın gördüğü en güzel yel değirmenlerini icat ederek hizmete sokmuştu.
“Bize gelen yüzbaşı, sultanımız Melikşah ise ne yapacağız?” diye fısıldadı Hayyam, Sılahan’ın dizine dürterek.
Uğultular yaklaştıkça şiddetini artıran kılıç şakırtıları ve kahkahalara dönüştü. “Al sana Melikşah!” “Karşıla Terken!” gibi nidalar işitildi. Melikşah ile Terken Hatun birlikte olmalıydılar. Hayyam bir umutla Sılahan’a döndü. Sılahan yüzünü ekşitti.
“Dedim ama sen Terken Hatun’a bile söz esledün! Bilge olacaksın bir de!”
Hayyam’ın hepten paçaları tutuştu.
“Bilge olmak ahmak olmaya engel değil ki! Ne yapayım!”
“Titreme yeter şimdilik!”
“Dişlerim. Dişlerim titriyor sadece. Bak ellerim titremiyor. Ne yapacağız? Bu örtüyü niye giymemi istemiş olabilir? Neden kadın kılığına sokturdu beni?
“Bilmem… Daha önce hiç böyle uygulama işitmemiştim. Sultanımız bilir ne yapacağını!”
Hayyam cevap vermedi. Dilini tutamamıştı o gün. Bu gafletinin bedelinin ne olacağını merak ediyor, belirsizlik onu ürpertiyordu.
Vazgeçilmez olmadığını biliyordu. Bağdat, İsfahan, Rey, Merv, Belh, Musul gibi Selçuklu şehirlerinde bulunan Nizamiye medreselerinden binlerce kişi mezun oluyordu. Hayyam kadar olmasa da devletin işini görecek hesap ve hendese bilen mühendisler pek çoktu.
Terken Hatun, kılıç oyununda Melikşah’ı kabul salonuna kadar püskürtmüş olmalıydı. Melikşah soluk soluğa “Bes Terken!” dedi. Terken Hatun kafasını uzatarak bu tuhaf konuklara baktı ve çekildi. Melikşah bu kadar soluklandığına göre Terken zorlu bir silahşördü. Melikşah kısa bir süre sonra, tahtın arkasında kafesler içindeki bölümü gösterdi.
“Hoşgeldiniz. Buyurun şöyle halvet otağına gelin.”
Dizlerinin üstünde kımıl kımıl bir yürüyüş başladı. Melikşah sertçe haykırdı.
“ Kalkabilirsiniz. Bu diz üstü kuralını ben koymadım. Ezelden böyledir.”
‘Ben söylerim ama siz tedbiri elden bırakmayın’ demek ister gibi geldi Hayyam’a bu sözler.
“Siz oturmadan oturmam. Ben sizin kulunuzum.” dedi.
Melikşah’ın işaretiyle Sılahan diz üstü gerilemeye çalışarak Terken Hatun’un göründüğü kapıdan geçip kayboldu.
Melikşah’ın sesi ancak Sıla gittikten sonra daha yumuşak bir tonda duyuldu.
“Estağfurullah! Paravanın arkasında durursanız siz dışarıyı görürsünüz ama kimse sizi dışarıdan göremez. Sürahilerde gül kokulu Şiraz şarabı ve dilbüken şerbeti var.”
“O halde şerbet tercih ederim.”
Melikşah, “Yaptığınız hesaplar şüphesiz huzur, uyanıklık hali ve gönül tokluğu gerektiriyor,” dedi.
“Allah devletinize zeval vermesin. Siz beni herkesten doğru anladınız.”
“Bizim de adaletle hükmetmek için sizlerle meşverete ihtiyacımız var! Hem bizi eleştirmek hem de uzak durmak insaf değildir!”
“Düşünen insanlar pek öyle kolay beğenmezler. Beğenselerdi dünya daha iyi bir dünya olmazdı.”
Melikşah, rahlenin yanındaki nişin üzerindeki raftan bir tomar irili ufaklı kağıt getirdi.
“Bunlar sizinle ilgili şikayet pusuluları. Koca müderrisler, ilim sahipleri sizi beğenmeyip şikayet ederler. İbret için cezalandırılmanı isteyenler pek çoktur!”
Hayyam, kaçacak delik bulmuş da düşmanın gaflet anını bekleyen tetikteki bir av gibi başı önde, gözleri yandaydı.
Melikşah geçti, karşısına oturdu.
“Hayyam Ata!” dedi. “Bizden yüz çevirmeyiniz. Siz dahi böyle yaparsanız biz kiminle söyleşeceğiz?”
Hayyam göz kapaklarını kırpıştırarak baktı.
“Güneşe bakan göz kamaşır. Size dik bakamıyorum.”
Melikşah’ın Hayyam’dan duymak istemediği sözlerdi bunlar. ‘Bu tavrı göstermesi için ona nasıl bir gaddarlık yaptım?’ diye hafızasını yoklamadan edemedi. Hanesinde esip kükreyen Hayyam gitmiş, başka birisi gelmiş gibiydi.
“Böyle söylemen hoşuma gitmiyor,” diyebildi.
Hayyam’ın derdi Melikşah’tan ve Terken Hatun’dan özür dilemekti. Durduk yerde kaba konuşmuş olmak temiz ve çocuksu vicdanını rahatsız ediyordu.
“Viranemize şeref verdiğinizde ben kulunuz, hakir-i pür -taksir kulunuz, size ve…”
Melikşah konuşturmadı.
“Terken Hatun’a anlattım gülüp geçti. Benim yalnız evdeşim değil, can yoldaşım, arkadaşımdır.”
Hayyam kıvrandı.
“Aman sultanımız, duacıdır kulunuz, Terken Hatun’a!”
Melikşah dayanamadı. “Fesüphanallah” çekti. Bu konu açıldıkça sultan da rahatsız oluyor, şaşırtıcı bir giysiyle Hayyam’ın hanesine destursuz girdiğini hatırlayıp mahcup oluyordu.
“Bazen makam, ışığı örten zevksiz bir perde oluyor; o yüzden sizinle aracısız görüştüm. İncinmişliğim yoktur,” diye kükredi.
Hayyam bunu çoktan anlamıştı. Fakat doğal haline bir türlü dönemiyordu.
“Hayyam Ata!” dedi Melikşah! Şefkatli bir sesle, “Hepimiz Allah’ın kuluyuz. Başka bir yol bilmedikleri için kimine sultan derler kimine kul. Biz bize iken saygı gerekmez, ona göre! Evinde nasıl davrandıysan yine öyle davran. Şu örtüyü de çıkar artık!”
Hayyam oturduğu yerden beceremeyince ayağa kalktı. Giysinin içinden sıyrılıp çıktı. Ayaklarının altına düşen kadın giysilerini biraz uzunca çiğnemesi boş yere korkuya kapılmasından ve normale dönememekten kendine duyduğu kızgınlıktı.
“Çaputlar terletmiş seni!” dedi Melikşah. “Saray halkının dokuz tane gözü var derler! Baş başa görüştüğümüzü kimse bilmesin istedim. Kıskanır, size bir ziyan verirler maazallah!”
“Size düşmanlık kim eyleyebilir? Devletiniz Çin’e, Adalar Denizi’ne dayanmışken.”
“Yaparlar. En büyük düşmanlar en yakındadır çoğu zaman. Bıçak keskin de olsa kendi sapını yontamaz. Bugün Divan çalışıyor. Hem devleti yönetelim hem bunları konuşalım.”
Yazıcı, Nizam’ın görüşmek istediğini belirtti. Biraz sonra koca vezir Nizamülmülk çevik adımlarla kapıya geldi. Eşikten ancak bir adım girdi.
“Konstantin şehrindeki Hazar toplumundan haber var!” dedi.
Melikşah “Buyrunuz Ata! Tez bildiriniz” dedi.
“Doğu Roma elçileri Çin’e elçi varıp, ‘siz doğudan biz batıdan Selçuklu’yu vuralım,’ demiş. Konstaninopol’deki Hazar toplumunun ileri gelenleri de elçilik heyetinde hazır bulunmuş. Bu kaynaklardan hep doğru haber alırız!”
“Atam Alparslan çağından beri Çin’i kışkırtır Doğu Roma! Çin Kağanı ne demiş?
“Selçuklular’a düşman olmak akıl kârı değil! demiş, ticareti öğütlemiş!”
“Çin kağanı tatlı canını seviyormuş. Ticaret dediniz de aklıma geldi. Akdeniz’de Mısır Fatimileri ile Doğu Roma bize karşı ticaret işinde birlikte hareket eder. Sedir ağaçlarından gemiler donatalım diye karar etmiştik. Ne oldu neticesi?”
“Teke elinden gemi ustaları gönderdik sultanım!”
“Peki sırada ne var?”
Tam bu sırada Anadolu’dan Kutalmışoğlu’nun yanından geldiğini öne süren yaşlıca bir Selçuklu subayı kendisini durdurmak isteyen memurları yararak içeri girdi.
“Emiceoğlumuz Sultan Melikşah! Sizden gayrısına sözümüz yok!” dedi. Diz üstü çöktü. “Şahım!” dedi. Sesi titreyerek “Bize sözünüz vardı. Deyiniz, buyurunuz. Söylen görelim. Pes nice edelim?”
Nizam, “Bu saygısızı neyleyim?” diye Farsça sordu.
Sultan Melikşah
“Yüzüm tutmaz,” dedi. “Ben haksız olduğum zaman pek çekingen olurum.”
“Aman sultanım. Yüz vermeyiniz. Çekinmenize gerek yok! Kim olurlar?”
Melikşah bu yaşlı, sırım gibi subaya izzet ikramda bulundu. Tahtında yanına oturttu. Ayağa kalkıp gezindi.
“Kutalmış’ın habercisi haklı! Söz verdik, yapmadınız. Beni mahcup ettiniz. Kervansaraylar için kararlaştırdığımız tahsisatı mühendis ve ustaları göndermediniz.”
Melikşah biraz soluklandıktan sonra kükredi.
“Kutalmışoğlu’na bir gümüş kürsü dahi bağışlayınız. Diğer gazi beylere de hoşluklar yapıp, en hasından atlar, donlar, cebeler, mallar veriniz. Maslahatlarını görünüz. Medrese ve kervansarayların tedarikini görünüz. Emiceoğlumu Ahlat’a kadar yirmi günlük yola uğurlayınız! Kılıç beylerinin mollalar, damatlar ve kölelerden daha fazla bu devlette hakkı var!” dedi.
Nizam sarardı; “Buyruk sultanımızındır!” dedi.
Melikşah ‘emiceoğlum’ diye hitap ettiği yaşlı elçiyi kucaklayıp kapıdan uğurladı.
Melikşah, dünya çapında bir devlet adamı ve bilgeliği tartışılmaz olan Nizam’ın bütün akrabaları ve damatlarını kayırmakla kalmayıp sıradan bir kölesini defterdar yaptığına vurgu yapmıştı. Nizamülmülk baba yadigârıydı. Ona “Ata” diye hitap ediyor, bu tür tasarruflarını görmezden geliyordu; fakat bazen de böyle ince bir biçimde paylıyordu.
Ayak sesleri uzaklaşırken Melikşah, devlet işlerinin bir kısmına tanık olan Hayyam’a sokuldu.
“Gazilik hakkını inkâr eden kul hakkını, garip kadrini bilir mi? Bu ihtiras sarsar devleti. Herkes baş kadı baş vezir olmak istiyor. Bir varak yazamayan evrak memuru evrak başı olmak ister. Ne dersin Hayyam Ata?” dedi.
“Devlet çarkını tıkır tıkır işletiyor, adaletle hükmediyorsunuz. Allah devletinize zeval vermesin!” dedi Hay-yam. Sesi ve tavırları normal haline dönüyordu. “Göklerde bin yıl önceki yıldızlar yerli yerinde. Yeryüzü ise düzensiz,” dedi.
Melikşah’ın yüzünde alacalı bir gülümseyiş yanıp söndü.
“Yeryüzü ne zaman düzene kavuşur? Savaşlar ne zaman biter Hayyam Ata?”
Hayyam, ancak Endülüs’le kıyaslanabilecek çağın en medeni ülkelerinden birinde yaşayan büyük bir bilge olmanın kararlılığıyla gözlerini kısıp kısaca düşündü.
“Kırk yıl böyle gitse savaşlar, yobazlıklar, cahillikler biter!”
Bu söz Melikşah’ta umulandan daha büyük bir hayranlık ve sevinç yarattı.
“Selçuklu atalar sözü var!” dedi. “Bibim bilge Altuncan Hatun dahi pek söylerdi. ‘Kırk yıl sonra zengin fakir bir olur!’ diye. Kırk yılı uzun sanırdım. Babam kırk iki yaşında hançerlenmeseydi, belki başarırdı kendi kendine işleyecek, kolay bozulmayacak bir dirlik, düzenlik kurmayı.”
“İnşallah siz başarırsınız sultanım!”
Hayyam bu kadar kutlu temennileri olan Selçukilere, bu kadar yalın ve özlü bir ifadeyi kusursuz dile getiren Melikşah’ın şahsında saygı duydu. Altuncan Hatun’u hatırlıyordu.
Altuncan Hatun’un mübarek hayaline dalıp giden Hay-yam gezinmekte olan Melikşah’ın hitabıyla silkindi.
“Hayyam Ata!” dedi Melikşah. “ ‘Hayalimdeki devlette kişisel nitelik ve değer dışında hiçbir şeye önem verilmez,’ demiştin doğru mu hatırlıyorum?”
“Beli sultanım! Hay atalarınıza rahmet. Unutmamışsınız.”
“Geliniz, o devleti kurunuz! Geliniz, vezirimiz olunuz. Altın diviti ve Selçuklu devletinin mührünü ele alınız. Nizam Ata da destur verir! Birlikte işlersiniz!”
“Baş veziriniz memleketlere nizam vermekle nam salmış”
“Bağdat halifesine biraz altın gönderelim sana da Nizamü’l- Cihân unvanını alırız.”
“Devlet işinin ağır vebali vardır. Baştan başlamak gerektir. Biz şimdi başlasak öğrenmemiz uzun sürer.”
“Bize bir dış göz gerektir. Gizli vezirimiz olunuz. Taşradan bakınız halimize. Milyonlarca altın nereye harcanır bakınız.”
“Yıllar önce devlet vazifesi teklif edildiğinde de red eylemiştik. Ağaç yaşken eğilir.”
Melikşah hırsla doğruldu. Öfkelenmişti lakin belli etmedi.
“Nizamülmülk’ten çekiniyorsun değil mi?”
Sonra yazıcıya seslendi. “Nizam Ata’yı çağır bana!” Yazıcı koşturdu.
Tekrar Hayyam’ın yanına geldi.
“Merak eder misin Nizam senin hakkında ne düşünür? Göreceksin şimdi,” dedi.
Çağrı üzerine Nizam yeniden geldi. Medreselere harcanan 347 bin altınla ilgili bilgi verdi.
Melikşah, “Bu parayla ordu donatır Çin’i, Doğu Roma’yı alırım!” dedi.
Nizam’ın cevabı hazırdı. “Ulemalar ve talebeler de sizin askerinizdir. Sabaha kadar dua ederler sizin için. Kılıcınızın gölgesinde her kavimden insan sığınmıştır! Medreselerden bir şikayetiniz mi var?” dedi.
Melikşah, Hayyam’ın özlemini tekrarladı. “Fitne ve fesat olmasın. İltimas yapılmasın, her kimse öz nitelik ve değeri ile tartılsın. İki kere iki nasıl dört ediyorsa her yerde böyle keskinlikte insanlar da tartılabilsin! Ömer Hayyam’ın da bir fikrini alalım.”
“Temayüllere aykırı efendim. Bilgisi ziyadedir lakin zaafları vardır!”
“Kalender, kanaatkâr, tok gözlü birisi değil mi? Onun terazileriyle çarşıya pazara adalet geldi. Belki başka konularda da böyle hassas ölçüler getirir. ”
“Biraz ihtiraslı, hem buyurgan olmak gerekir. Ders verdiğinde bile her kafadan bir ses çıkıyor. Bir terazi yapmakla olmaz ki!”
“Bir yel değirmeni gördüm. Milini değiştir su çekiyor, değiştir tane öğütüyor!”
“Nişaburlu’nun değirmeni. Evet Hayyam’ın hüneri. Lakin başka hünerli âlimlerimiz pek çoktur. İki ayrı madeni bir potada eriten ve birbirine rapt eden hüner sahiplerimiz vardır ki cihanda yalnız bizde bulunur.”
“Bilirim Nizam Ata! Demem odur ki mehdilik, deccallik peşine düşüp ayrım yapanlar artmakta. Ömer Hayyam meşrebinde âdemler çoğalsın diye üstada bir vazife versek mi?”
“Aşırılıkları vardır diye söylenir. Bir de şair efendim. Şiirleri de bir tuhaftır!”
“Yüzlerce şaire aylık veririz. Hayyam maaş da istemeden yazıyor. Ne mahzuru var?”
“Şairlerin şimşeklerini çekmemek için parayı vereceksin. Ama uzak tutacaksın. Biraz dünyevi şiirler…”
“Bilirim. Dünyanın geçici olduğunu söylüyor. Bunun acısını hissediyorsa neresi kötü bunun?”
“Çağımızı hicvediyor. Hakkındaki şikayet kağıtları iki heybe oldu neredeyse!…”
Melikşah kaşlarını çattı.
“Vazife vermiyorsak ceza verelim öyleyse!”
Nizam, ceza vermeyi uygun görüyor, Hayyam çapında bir dehayı yanıbaşında istemiyor gibiydi adeta.
Melikşah, Nizam’ı yolcu etti. Tartışmayı dinlerken düşüncelere dalmış Hayyam’a yöneldi.
“Boynunun üstünde başın var demeyecekler sana!” dedi.
“Şu şikayetçilere bak. Ben mi zalimim yoksa bunlar mı zalim? Uğruna kan ve can vergisi verdiğimiz âdemlerin en bilgilileri bunlar. Burada bir tane çobanın ya da fırıncının dilekçesi yok! Tamamı ulemadan!”
Hayyam yıkılmıştı.
“Maalesef, sevmeyenim daha çok!” diye inledi.
Melikşah, Hayyam’ın halini görünce gerçekten üzüldü.
“Sen berk dur Hayyam Ata! Sadece seni yermez bunlar. Her biri yek diğerini kovulamaktalar! Biz bunca memleketi, bu ağalar böyle kem işler görsün diye zapt eylemedik.”
Melikşah kederliydi. Hayyam’a kalbinin ve sarayının kapılarını ardına kadar açtı.
“Gerektiğinde ölmeyi bilen askerlerim var. Fakat yaşayan ve yaşatan âlimlerim seyrektir Hayyam Ata.” dedi.
“Eskiden komşu memleketler halkından, bazı gaddar manastır keşişlerinin şerrinden kaçıp bize sığınanlar olurdu. Yakında bizimkilerin şerrinden Çin’e, Maçin’e kaçanlar olacak böyle giderse!” dedi.
Hayyam’ın kılı kıpırdamadı. Melikşah bir ara:
“Meded ya Hayyam Ata! Bizim çağrımızı, imdadımızı duy. Bize bir atalık et. Gel başını birlikte yüceltek koca devletin!” dedi.
Hayyam “Siyaset zor iştir yapamam. Başladığım hesapları bitiremezsem çıldırırım,” dedi.
“O halde medreseleri sana bağlayalım. Senin mizacında âdemler yetişsin. İhtirassız fakat özlü, kendiliğinden değeri olan!”
Hayyam bu tekliflerin hiçbirini kabul etmedi. İlmî çalışmalarını öne sürdü. Lakin asıl neden siyasi rakiplerden duyduğu ürküntü idi. Bu gerçeği itiraf edemediğinden içinin bir yanı küçük de olsa eziliyor, vicdanı rahatsız oluyordu.
Melikşah ile yeniden görüşmek üzere dostça ayrıldılar. Hayyam geldiği gibi gizlice köşküne döndü.
VIII
Bu zamanda az dostun olsun, daha iyi.
Herkesle uzaktan hoş beş edip geçmeli.
Can gözünü açınca görüyor ki insan:
En büyük düşmanıymış, en çok güvendiği.
Hasan Sabbah, İsfahan’dan aniden ayrıldı. Çekingen olmasını gerektiren nedenler vardı, fakat asıl neden kendine verdiği önemdi. Şam kervanına katılmadı. Zahmetli bir yürüyüşle dağları, vadileri, düzlükleri tek başına aşarak önce Şam’a vardı. Sonra denize ulaştı. Fırtınalar arasında Mısır’a indiğinde neredeyse tükenmişti. Fakat Mısır’da şansı döndü. Adeta yeniden doğdu. Fatımiler’in onu tacı tahtı olan bir melik gibi bağırlarına basmalarının nedeni takipçisi oldukları din anlayışındaki paralelliklerin çokluğu idi. Konstaniyye ile ittifak halindeki Fatimiler, bu eski istihbaratçıda Selçukluları yıpratabilecek bir kudret gördüler.
Hasan Sabbah, İran’a altın ve kitap yüklü develerle döndü. Daylam’da Elbruz Sıradağları’nın zirvelerinden Demavend Yanardağı’nın gölgesindeki ıssız, sarp bir vadide kurulu Alamut’a yerleşti. Hakkındaki efsaneler fedailerinden daha hızlı yol alıyordu. Birkaç yıl içinde kendisine körü körüne inanan hançerli müritleri sayesinde valilerden, kadılardan haraç alır oldu. Haraç vermeyenler hançerli fedailerin saldırısına uğruyorlardı. Fedailer cinayetlerini halkın gözü önünde açıkça işliyorlardı. Sabbah dehşet salarak güçleniyor, taraftarlarını arttırıyordu.
Aradan uzun yıllar geçti. Bir gün, Nizamülmülk’ün hançerlendiği haberi duyuldu. Katil anında başına üşüşen askerler tarafından paralanırken kılını kıpırdatmamış, “Elinizi çabuk tutun, beni cennete gönderin,” der gibi bakmıştı.
Selçuklular henüz kudretli vezirlerinin yasını tutarken otuz beş gün sonra bu kez de Sultan Melikşah’ın zehirlenerek öldürüldüğü haberi geldi. Durum öylesine ciddiydi ki, Terken Hatun tahtı akrabalara kaptırmamak için Melikşah’ın cenazesiyle bile ilgilenmemişti.
Sultanın vakitsiz ölümü Selçuklular arasında ilk taht kavgasını başlattı.
Zenginleşen cihan devletinin güçlenen eğitim kurumları, sosyal yapıları boş durmuyordu.
Gerçek âlimler, yıllar süren çalışmalarına gömülürler, pek kimseyi gözleri görmezdi. Bu çalışmaları gözü yemeyen tembeller ve medrese kaçkınlarının vakti boldu. Yarım yamalak bilgileri ile meşreplerine uygun avanak talebeleri ve ayak takımını birer ikişer avlayarak, onların omuzunda kurdukları küçük saltanatlarını genişletir dururlardı.
Böyle kargaşalarda en çok bu sefil manzarayı dillendirmiş ve halkı uyarmış gerçek âlimler zarar görürdü. Şimdi büyük şehirlerde işte bu tür yapıların müritleri ile ayak takımı birlikte yağma yapıyordu. “Gulam” denen paralı askerlerin bir bölümünün de katılmasıyla tehlike büyümüştü.
IX
Vefalı, can dostlarım birer birer gittiler
Ecelin topuğuyla çiğnendiler, bittiler
Sundu felek hayat denen şarabını
Bizden hızlı yudumlayıp, sızıp gittiler.
Hayyam insanlığa, medeniyete sıçrama yaptıracak çalışmalarından ve kıyıdaki yaşama biçiminden emindi. Rasathaneyi birer ikişer boşaltarak kaçan bilginlerin ikazlarına kulak asmadan yeni geliştirdiği bir usturlap üzerinde çalışıyordu. Kimseyi gözünün gördüğü yoktu. Sılahan, hatta ondan olan sekiz yaşındaki oğluna bile vakit ayırmıyordu. Çalışmaları arasında aniden kederleniyor, Melikşah’ın yasını tutuyor, yüksek sesle kendi kendine konuşuyordu.
“Aslanım göçtü! Yavrusunu sen koru ilahi!
Bununla da kalmıyor, Daha da fenası Hayyam kendisini Melikşah’ın ölümünden sorumlu tutuyordu.
“Bilsem zehirleneceğini teklifini kabul eder, bir an bile yanından ayrılmazdım! Allahım ne büyük kayıp. Sen de böyle iki katre zehire yenilirsen dünyada huzur ve barış kalır mı? Ah ne yaptım ben! Kol kanat olmadım arslan yavrusuna!”
Dışarıda bir grup yorgun atın hüzünlü nal sesleri duyuldu.
Silahlı ve zırhlı Sılahan hışım gibi içeri girdi.
“Seni almaya geldim. Çabuk hazırlan. Dakikalarımız sayılı.”
Hayyam acı içinde kıvrandı.
“Melikşah ölüvermiş! Duydun mu?”
“Nedir bu telaşın? Salgın hastalık mı var?”
“Terken Hatun üç yaşındaki oğlunu tahta geçirmeye çalıştığı için işi zor. Elimizi çabuk tutmazsak bu karışıklıkta bizi de öldürürler. Hangi kitap, hangi alet önemli? Tez bildir bana! Yedeğimde bir at getirdim taşımak için!”
Hayyam afalladı.
“Dokuz deve taşımaz benim eşyamı. Hem nereye gideceğiz?”
“Şimdilik seni emin bir köye saklayacağız. Yenilirsek bakarız gayrı!”
Sılahan tedirgindi.
“Tez davran! Yoksa bugün son günümüz olabilir. Yağmacılar geliyorlar bağırarak. Yol üstünde Mutezile taraftarlarının evlerini yağmalıyorlardı. Zamehşeri güçlükle kurtulmuş. Burayı da basarlar birazdan.
Hayyam bir çocuk gibi bahane bulup duruyordu.
“Olamaz! Niye bassınlar benim evimi? Bu devirde olacak iş mi bu canım?”
“Kâşân gibi bağları yaktılar üzümünden şarap yapanlar var diye.”
“Hiç olur mu böyle şey?”
“Biz böyle uyursak şarap da yasaklanır, aşk da yasaklanır. Kaçmazsak diri diri yakarlar bizi!”
“Kim bunlar? Sabbahçılar mı?”
“Berduşlar, çapulcular, medrese kaçkınları Sabbahçılar, dervişler! Doğrudan soymuyorlar da dinsizleri temizliyoruz diyorlar!”
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/anonimnyy-avtor/hayyam-in-konuklari-matematik-ve-siir-69499276/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.