Sessiz Göç
Anonim
Kaşgarlı Mahmut’un
SESSİZ GÖÇDoğumunun 1000. Yılında 1000 Hikaye Uluslararası Kaşgarlı Mahmut Hikaye YarışmasıDereceye Giren Hikayeler 1
SUNUŞ
İki cilt halinde yayımlanan bu kitap, Avrasya Yazarlar Birliği öncülüğünde; Büyük Türk âlimi Kaşgarlı Mahmut’un doğumunun 1000. Yılı anısına düzenlenen “Kaşgarlı Mahmut Uluslararası Hikâye Yarışması”nda, kendi ülkelerinde birinci olan ve uluslararası jüri tarafından değerlendirilen onbir eserden oluşmaktadır. Türkçenin konuşulduğu ülke ve bölgelerde oluşturulan jüriler tarafından yüzlerce hikâye arasından seçilip gelen bu eserlerin; okuyucuları Türk coğrafyasının farklı iklimlerine götüreceğinden ve büyük bir beğeniyle okunacağından hiç kuşkum yok.
Bu yarışmada birinci olan eser: Türkiye’den Asuman Güzelce’nin “Sessiz Göç” adlı hikâyesi. Milletimizin binlerce yıldır yaşadığı “göç” olgusunun dramatik bir yansıması “Sessiz Göç.” “Göç” varsa, kuşkusuz ona eşlik eden bir hüzün de vardır: “Yola çıktıktan üç hafta sonra, gecenin bütün sessizlik ve karanlığıyla ortalığı kapladığı sırada, doğum sancılarım tuttu… Ne gökte bir yıldız, ne yerde bir kandil ışığı… Yalnız uzaktan uzağa uluyan kurtların sesi… Sabaha karşı Çinlilerin istediği olmuş; çocuğum ölü doğmuştu…” Bu hikâyeyi okurken Doğu Türkistan’da zulme uğrayan ve vatanını terk etmek zorunda kalan bir kadınla birlikte, zorlu tabiat şartlarına göğüs gererek Tanrı Dağları’nı aşıp Türkiye’ye sığınacaksınız…
İkinci olan eser: Uygur yazar Ablekim Zordum’un “Raişçan Koşulimenof” adlı hikâyesi. Ne ilginçtir ki, ikinci olan bu hikâye, “Sessiz Göç” adlı eserde Doğu Türkistan’ı terk edenlerin arkalarında bıraktıkları vatanın ve orada kalan insanların hikâyesi. Satır aralarında, Doğu Türkistan’daki Türk ayaklanmasının nasıl bastırıldığını ustaca anlatan Zordum, Çin komünist sisteminin bürokratik işleyişini, ironik biçimde yansıtıyor: “…Elbette bu kavunu ilk bakışta kabağa benzetebilirsiniz. Fakat onu kabak zannedenler yanıldığını anlayacak. Biz, araştırmalar yoluyla kavunun aslen kabak olduğunu kanıtladık. Artık kabak pişirilmeden yenilecek bir meyve durumuna geldi… Devletimizin bize yüklediği “ilerleme ödevini” yerine getirdik… Elbette bu denemeye vali bey çok büyük bir özen gösterdi. Onun doğru direktifleri olmasaydı, bu büyük başarılar elde edilmezdi…” Zordum’un bu hikâyesi, insanlara, “kabağı” “kavun” diye kabul ettiren komünizmin, gerçekleri nasıl bertaraf ettiğinin ipuçlarını veriyor aslında.
Üçüncü olan eser: Azerbaycanlı yazar Zakir Sadatlı’nın “Selam Baça” adlı hikâyesi. Bu hikâyede zulmün sahnesi Afganistan, Kandahar, Bedehşan, Herat… Zulmün aktörleri hiç değişmiyor… Hikâye, Afganistan işgalinde Sovyet ordusunda yer alan bir Azerbaycan Türkünün gözünden, Asker Mehmedaskeri’yi anlatıyor:
“Ne zaman Afganistan ismini duysam, gözlerimin önüne Herat gelir. Sonra o kadim ve gizemli şehrin, gözümle çektiğim ve belleğimde kalan donuk resimleri arasından, telaşlı bir genç, mezardan kalkar gibi boy verip karşıma dikilir. Bir müddet yüzüme bakıp garip garip gülümser. Nurlu çehresinde, baktıkça ağlanacak bir ölüm hüznü; mahzun bakışlarında, düşmemek için yonca yaprağına tutunan çiğ taneleri…” Bir Azerbaycanlı Türk aslında Mehmedaskeri: Ya “göç” etmiş ya bir “göçe” yetişememiş… Vatanını, milletini, dilini kaybetmiş Herat çöllerinde… Mehmetaskeri’nin çarpıcı hikâyesi “Selam Baça.”
Mansiyona layık görülen eserlerden ilki, Kırgız yazar Elmira Acıkanova’nın “Aysanat” adlı hikâyesi. Aysanat, altı çocuklu, babasız bir ailenin en büyük kızı. Aysanat, istikbalini ararken istikbali kararan bir genç kızın boşluğa yuvarlanışı… Bir hayalin ardından gidip bir girdapta kaybolan kız: “Aysanat.”
Mansiyona layık görülen eserlerden ikincisi, Kırımlı yazar Seyran Süleyman’ın “Ana Kaygısı” adlı hikâyesi. Garip bir tesadüf belki de ama bu hikâye de bir “göç” hikâyesi. Kırım’dan zorunlu göçe tabi tutulan ve o hengâmede ailesini kaybeden bir genç kızın annesini bulma sahnesi insanın kanını donduruyor: “Açlıktan öleceğim diye korkmaya başladım. Şansım yaver gitti, komşumuz Hatice teyzeye rastladım. Hatice teyze bana, babam ile ağabeyimin savaşta öldüklerini, kız kardeşimin Ural’a götürüldüğünü, anamın ise Fergana’da, Lenin Kolhozunda çalıştığını söyledi…” Lenin Kolhozuna giderek annesini bulan ve yıllar sonra Kırım’a gelip yaşamına bir huzurevinde devam eden kadının paramparça olan hayatı: “Ana Kaygısı.”
Mansiyona layık görülen eserlerden üçüncüsü, Kerküklü yazar Kemal Bayatlı’nın “İstanbul’da Bir Kerküklü” adlı hikâyesi. Kendisini Türkiye’nin bir parçası olarak gören ve “adına sınır denilen kalın çizgilerin” ardında kalan Kerkük Türklerinin Türkiye özlemi: “Geceleri kulağımızı transistorlu radyolara dayayarak, Türkiye Radyosundan Yurttan Sesler Korosunu dinlerdik. Yaz aylarında damda yatarken, pırıl pırıl yıldızları seyrederdik. Bu yıldızlar acaba İstanbul’ un hangi evinin üzerinde diye düşünürdük.” Yıllar sonra Türkiye’ye gelen bir Kerküklünün derin hayal kırıklıkları bu hikâye: “En beteri de; patronuma defalarca, “Ben Irak Türkmenlerindenim dememe rağmen, onun bana sürekli “İranlı” diye seslenmesiydi… Kimi dükkân komşularına “Ben Kerküklüyüm” dediğimde, onlar da hep “Kelkitli” anlarlardı…”
Kazakistan birincisi olan, “Kitapların Ölümü,” Özbekistan birincisi olan “Kultay”, Türkmenistan birincisi olan “Doğmamışların Portresi,” Başkurdistan Muhtar Cumhuriyeti birincisi olan “Gün Ortasındaki Rüya” ve İran-Türkmen Sahra Bölgesi birincisi olan “Katarda Ner Olursa” adlı hikâyeler en az dereceye giren hikâyeler kadar güzel. Öyle ümit ediyorum ki, bu hikâyeler de okuyucunun gönlünde birinci olacak, mansiyon alacaktır…
İmdat AVŞAR
AZERBAYCAN
SELAM BAÇA
Zakir Sadatlı
‘‘Selam, baça![1 - Baça: Afganistan Farsçasında delikanlı.]..’’
Bu sesi ilk duyduğumda, önce bir rüyada olduğumu sandım.
‘‘Selam, baça!..’’
Sonra bunun bir rüya olmadığını anladım. Bu ses, uzaklardan, ıssız çöllerin hülyaları içinden kopup gelen bir çığlık, bir feryattı. Biz hepimiz, ordumuz, askerimiz, ekmeğimiz, mataramız… O rüyalarda kaybolmuş, unutulmuşuz meğer. Biz buralarda değiliz; o çöllerde kalmışız…
‘‘Selam, baça!..’’
On yıl süren bu savaş biteli yıllar olmuştu. Kendisi orada yoktu ama yakınları, tanıdıkları, bu savaşın onuncu yıldönümünü kutluyorlardı. O savaş, bu kutlama merasimlerini görse, gülmekten ölürdü şüphesiz. Bu törene katılan misafirler, korkunun, heyecanın, ölümlerin, yok oluşların acı şerbetini, tatlı bir şarap gibi başlarına dikip içiyorlardı…
Herkes kahramanlığını, yiğitliğini, cesurluğunu anlatıyordu.
Herkes sadakatliydi.
Öyle şeyler vardır ki, siperde bile konuşulmazdı; ama onlar sahnede, televizyon kameraları karşısında anlatıyorlardı.
Herkes konuşuyordu…
Sonra sahnenin yarı karanlık köşesinde, askerî üniformalı yolun yarısına gelmiş bir adam, gitarını göğsüne yaslayarak Rusça bir şarkı söylemeye başladı:
‘‘Selam, baça!..’’
Sanki tanklar yürüdü o an. Çöldeki kızgın güneş sırtımı yaktı. Ağır bir kan kokusu doldu genzime. Bir sigara… Bir yudum su… Kulağımın dibinden ıslık çalarak geçen kurşunların kahkahası…
Kadim toprak… Kutsal toprak… Cennetten kovulup cehenneme dönmüş toprak… Burada her şey birbirine girmişti; her şey karma karışık…
Melek yüzlü insanlar… Şeytan yüzlü insanlar…
Ay kişi! Bütün bunların senin için bir farkı var mı? Burada hiç kimse kendi dilinde konuşmak istemiyor; ama herkes silahların konuştuğu dili ezbere biliyor. Burada en masum istekleri bile ölümün diline çevirmek istiyorlar…
‘‘Selam, baça!..’’
Yoksa bu bir mucize mi? Senin sesin on yıl sonra yeniden mi dirildi? Senin dilin başka bir milletin dudaklarında yeniden mi canlandı? Neden şimdi Afganistan’da savaşmış bu askerin ruhu, yorgun bir kelebek gibi, senin orduların aşamadığı o dağlarından aşıp, vadilerinden geçerek küçücük bir erkek çocuğunun, baçanın, her tarafı çatlamış ellerinin üstüne konmak istiyor? Neden?
“Selam, baça! Haydi, nasırlı ellerini ver bana. Ellerini yüreğimin üzerine koyayım. Ellerini ver, göğsüme bastırayım!”
Afganistan’da savaşmış bir asker sahnede çığlık atıyor:
“Ey yerle bir ettiğim ovalar! Ey harabeye benzeyen şehirler! Nasılsınız? Ey ölümün ağır yükünü küçücük omuzlarında taşıyamayan baça! Sen şimdi nasıl yaşıyorsun?”
Ne yazık ki, o uzak başkent televizyonunun, yarı karanlık sahnesinde yüreğini parçalayarak marşlar, şarkılar söyleyen, o askere sesimi ulaştıramıyorum. Eğer sahnedekilere sesim ulaşsaydı, onlara:
“Ölüm adresine gönderdiğiniz sevgi mektuplarına, benden de bir selam yazın,” derdim. Deyin ki:
“Selam, Ferah!..”
“Selam, Şindand!..”
“Selam, Kandahar!..”
“Selam, Herat!..”
“Selam, Asker Mehmedaskeri!..”
Ne zaman Afganistan ismini duysam, gözlerimin önüne Herat gelir. Sonra o kadim ve gizemli şehrin gözümle çektiğim ve belleğimde kalan donuk resimleri arasından, telaşlı genç bir oğlan, mezardan kalkar gibi boy verip karşıma dikilir. Bir müddet yüzüme garip garip bakıp gülümser. Nurlu çehresinde, baktıkça ağlanacak bir ölüm hüznü, mahzun bakışlarında, düşmemek için yonca yaprağına tutunan çiğ tanesi…
Adı: Asker.
Soyadı: Mehmedaskeri.
Ben, Afganistan savaşında soydaşımız Asker ile Herat’ta karşılaşmıştım. O gün bu gündür de nerde bir garip soydaşımızla karşılaşsam, Asker Mehmedaskeri de gelip o garibin yanı başına dikilir…
Lanet şeytana!..
Onunla tanıştığımızda mevsim bahardı. Fakat şimdi bu soğuk kış günlerinde, buz tutan dallarda büzüşüp cıvıldaşan serçelere bakınca da onun ruhunu görüyorum. Sanki onun ruhu uçup gelmiş bu taraflara…
1980 yılının ilkbaharıydı. Afganistan silahlı kuvvetleri Herat’ta bir askeri operasyon gerçekleştirecekti… Beşinci taburun bölüklerinden oluşan çok sayıda asker, hava kuvvetlerine bağlı jetler, topçu bataryaları, tank birlikleri ve bizim istihbarat taburunun “Müslüman” ve “Sakallılar” diye adlandırılan birlikleri de operasyona katılacaktı. Aslına bakılırsa zayıf ve başıbozuk Afgan ordusunun, kendisinden kat kat güçlü, iyi silahlanmış, tecrübeli ve çevik mücahit gruplarını yenerek zafere ulaşması mümkün değildi. Bu düşünce, savaş şakasından başka bir şey değildi. Tabii ki, ağırlık Sovyet ordularının üzerindeydi.
O gün “Halk Ordusu” diye tabir edilen Afgan gönüllüleri de bize katılmıştı.
Operasyonların ne zaman başlayacağını hiç kimse bilmiyordu.
O gün, askerler Herat şehrinin güney kısmında bulunan çölde toplanıyorlardı. Ortalık ana baba gününe dönmüştü. Sivil üniformalı Afgan gönüllüleri, bizim askerî teçhizatlarımıza büyük bir merakla bakıyor; subay ve askerlere özel bir yakınlık gösteriyorlardı. Bu içten davranışların doğal bir sonucu olarak da bizim Sovyet askerleriyle Afgan gönüllüleri arasında alışverişler başladı.
Onlar bize tırnak makası, sakız, kuru üzüm, tesbih armağan ediyor; karşılığında da bizden kazak, tabak, kaşık, ayakkabı, şapka gibi hediyeler alıyorlardı.
Tercümanlar, Afgan gönüllülerden yakasını kurtaramıyorlardı. Her biri bir tercümanı kolundan tutup bir yerlere çekiştiriyordu. O hengâmede ağızdan çıkanı kulak duymuyordu. Farklı dillerde konuşan insanlar birbirlerini anlamak için can atıyorlardı. Tercüman kıtlığı vardı. Bu kargaşadaki insanların derdini, başkasına aktaracak tercüman bulmak zordu.
Dostum, Bakir Gamberov’la bir tankın gölgesine oturmuş, kendi dilimizde sohbet ederek bir şeyler atıştırıyor, şakalaşıyorduk…
Bakir’in alaylı sözlerinin, yaptığı esprilerin ardı arkası kesilmedi, sohbet hayli uzadı. O, âdeti olduğu üzere “Vağzalı” oyun havasını ıslıkla çalmaya başladı. Sonra da hatırladığı türküleri mırıldandı.
Etrafta hiç kimse birbirine aldırmıyordu. Sanki herkes kendi iç dünyasına çekilmişti. Sabahtan beri oraya buraya koşuşturup duran Afgan gönüllülerinin sesi de kesilmişti. Birden baktım ki, yanı başımızda duran Afganlardan bir tanesi yerinden fırlayıp tercümanımız Şerifov’a doğru koştu. Bakir’le beni göstererek ona bir şeyler anlattı. Otuz otuz beş yaşlarındaki bu gencin, deminden beri bizim etrafımızda dolandığını hatırladım. Az ileride oturmuş sessizce bizi dinliyordu.
Bu hengâmede, bu kargaşanın içerisinde oğlanın davranışlarının normal olduğunu zannetmiş ve önemsememiştik. O, tercümanın kolundan tutup yavaş yavaş bizim yanımıza getiriyordu. Bakir’le ben şaşkınlıkla birbirimize baktık: Acaba ne olmuştu?
Afganlı ile göz göze geldik.
Afganlı, Şerifov’a Peştunca bir şeyler söyleyip sustu. Şerifov öksürüp boğazını temizledikten sonra “Peki, peki,” diyerek başını salladı, tasdikledi ve güldü. Ardından bize Rusça sordu:
“Onun ne söylediğini anladınız mı?”
“Elbette anlamadık,” dedim.
“Deminden beri sizi dinliyormuş. “Ben de Azeriyim,” diyor. Fakat Azerbaycan dilini bilemediği için size hiçbir şey soramamış. Sizinle daha yakından tanışmak istediğini söylüyor.”
“Peki, o bizim Azerbaycanlı olduğumuzu nerden anlamış?”
Şerifov, söylediklerimizi ona tercüme etti. O, tercüman aracılığı ile hiç beklenmedik bir cevap verdi bize:
“Öyle tatlı konuşuyorlardı ki… Kalbim yerinden oynadı. Hayatım boyunca sadece bir kez duydum bu dili… O zaman küçük bir çocuktum…”
Biz şaşkınlıkla birbirimize baktık. Onun yüzünde, savaşın yakıp soldurduğu renkler içinde bir çocuk saflığı boy veriyordu. Anlayamıyorduk. Bu ilkbaharda, bu Herat çöllerine, bu savaşın ortasına nerden düşmüştü bu çocuk…
“Sadece babam konuşmuştu bu dilde… Ölümünden bir gün önce… Vasiyet etti, hepimizle helalleşti. Sonra da dedi ki: “Atımı getirin!” Getirdik. O, atının boynuna sarılarak ağladı. Hepimiz donup kalmıştık. Babam atıyla, bizim hiçbir zaman duymadığımız bir dilde konuşuyordu… O zaman ben, babamın ölümlü bir yere değil de, o an konuştuğu dilin konuşulduğu yere doğru bir sefere çıktığını zannetmiştim.”
Ben yavaş yavaş kendimi kaybediyordum. Burada, bu ucu bucağı görünmeyen bomboz Herat çölünde, tankın gölgesinde Bakir’e baktım ve onun yüzünde kendimi gördüm. Her gün şakalaştığımız, konuşup gülüştüğümüz bu dilde meğerse bizi koruyan kollayan bir şeyler varmış. O dil burada değil, çok uzaklardaydı… Buralarda o dilden geriye kalansa, atına sarılarak onunla hellaleşen bir ihtiyarın garip duasıydı…
“Babam son nefesini veriyordu. Bense çocukça hevesimi bir türlü yenemiyordum. Babamın, uzun ömrü boyunca gizlediği sihirli bir sandığı olduğunu; o sandığı kaybedeceğimizi düşünüyordum. Hiç olmazsa babama o sandıkta neler sakladığını sorup öğrenmek istiyordum. O, ise ağır ağır nefes alarak birkaç söz fısıldadı: ‘Tebriz… Bakü… Guba… Gence… Erdebil…’ ”
Tercümanımız Tacik Şerifov, bize yardım ediyordu. Allah da onun yardımcısı olsun. Doğrudur. Onun asıl görevi bize savaşın dilini aktarmaktı. Fakat o, bu vadilerin, çöllerin, dağların içinde yatan bambaşka bir hikmetle tercümanlık yapıyordu.
Asker Mehmedaskeri, hayretler içinde bize bakıyordu. Bulduğunu kaybetmekten korkan bir çocuk gibi telaş ve heyecanla durmadan bize sarılıyor, bizi koynunda bir yerlerde saklamak istiyordu sanki…
Ansızın gök gürlemesini andıran bir ses çıkararak ağlamaya başladı. Kollarını genişçe açarak bana ve Bakir’e sarıldı.
Bu manzarayı anlamak için tercümana da, tercümeye de gerek yoktu…
Ben orada, bu manzaranın içindeyken anladım ki, bu savaşın bizimle hiç bir alakası yoktu. Burada yalnız feleğin bir oyunu vardı. Ama biz niye bu oyunun içine düşmüştük?
Kendi kendime diyorum ki, hiçbir soru sorma. Belki bütün bu başımıza gelenler, bu savaş, beni nişangâha götüren, benim kurşunlarıma hedef olan insanlar, bu garip He-rat çölü… Kaderin bir bahanesidir. Peki, amaç neydi?!..
Belki de kırılmış, parçalanmış bu diyarda, sahipsiz ruhlar gibi başıboş dolaşan garip bir soydaşımızın duasına sahip çıkmak?
Belki de geçmişle gelecek arasındaki zaman adlı ilahî şifre, rakamlarda değil, yaşanan olaylarda gizliydi…
Ansızın, bundan beş ay evvel, bir seher vakti Herat’ı ilk gördüğümde dilimin tutulduğunu, büyülendiğimi hatırladım. Fakat bu topraklarda ne zaman doğduğumu ve ne zaman öldüğümü bir türlü hatırlayamadım…
Onunla beraber fotoğraf çektirdik, yemek yedik. Asker, o gün hep bizimle kaldı, arkadaşlarının yanına bile gitmedi, onlara bakmadı bile…
İkindi vakti, biz ona: “Dön, evine git,” diye ısrar ettik. O, önce kabul etmedi, sonra:
“Bir şartla giderim,” dedi. “Siz de gelirseniz… Hiç olmazsa bir gecelik misafirim olun.”
Biz asker olduğumuzu, kendi başımıza hareket edemeyeceğimizi, emre tâbi olduğumuzu anlattık ona…
Asker Mehmedaskeri’ye gitmesi için hayli ısrar ettik, daha yol yakınken evine dönmesi için hayli yalvardık.
“Tamam, gidiyorum; ama yarın sabah buradayım ve size yemek getireceğim,” dedi.
Vedalaşıp ayrıldık…
Biz sabaha kadar orada kalamadık. Gece yarısı bizi uykudan uyandırdılar. Bedahşan dağlarına doğru gittik…
Asker Memmedaskeri, kim bilir kaç yıldır, heybesinde Bakir ve bana getirdiği yemek, dilinde “Kardeşlerim!” çığlığı ile divane ruhlar gibi Herat çöllerinde dolaşıyordur.
Asker’in saçı sakalı da ağarmıştır mutlaka…
BAŞKIRTİSTAN
GÜN ORTASINDAKİ RÜYA
Gülsire Gizzetulina
Aktaran: Ahat Salihov
Doğal olun: Hep çiçek açarsınız.
Çcuan-Tszı
Çıplak ayakları ile ahşap zemine basınca bir rahatlık hissetti. Birden çocukluğunu, kaygısız ve rahat geçen üniversite yıllarını ve annesinin evini hatırladı. Rüzgâr, hüzünlü bir özlem dalgası gibi yüzüne çarpıp geçti.
Sıcak bir duş aldı, sonra bir parça ekmeğe biraz bal sürüp yedi ve yatağa uzandı. Az sonra içi geçti, bebekler gibi mışıl mışıl uyudu. Sabahleyin geç kalktığı için biraz mahcup oldu, telaşlandı; ancak zemini yemyeşil çimenlerle örtülü avluda, imece hazırlıklarının devam ettiğini görünce sakinleşti. Makineler köylülerin işini çok kolaylaştırmıştı, köylüler artık eskisi gibi fazla yorulmuyorlardı. Dünürü az ileride, avlunun ortasında, tüm maharetini göstererek ot biçme zamanı için ayırdığı koyunu kesiyordu. İmeceye davet edilen komşu kadınlar, işkembeyi temizlemek için hazırlanıyorlardı. O kadınlardan, şehirdeki gibi beyaz pantolon giymiş biri, merdivenlerde dikilen Safuan’а baktı. Kadın, kendisinden daha büyük olan yengesinin omzuna dokunarak yerdeki işkembe leğenini alalım diye işaret etti. İşkembe leğenini almak için eğildiğinde, elbisesinin açık yerinden göğüsleri göründü. Safuan ile ilgilendiğini saklayamayan bu genç kadın, kapıdan çıkarken dönüp bir kez daha baktı.
Köylüler için Safuan’ın yaşamı mucizeden de öte bir şeydi.
Dün, biri diğerlerine anlatıyordu:
“Onun bir şoförü var, pazar günü gelip onu alacakmış. Çok rahat bir yaşantısı var. Arabayla getiriyorlar, arabayla götürüyorlar. Öyle güzel bir arabası var ki, o arabaya binmeye gerek yok, seyretmek yeter.”
Safuan’ın dünürünün hanımı, bunları, gülümseyerek ve memnuniyetle dinlemişti. Çünkü o, bu arabaya binmişti. Büyük oğlu Sibirya’dan arabasıyla getirmişti onu.
Yıllardan beri dünyanın yükünü tek başına omuzlayan, bir zamanlar ağabey, sonra baba, şimdi ise büyükbaba olan Safuan, bir günlüğüne de olsa kendisinin aziz bir misafir olarak ağırlanmasından çok memnundu. Dünürünün karısı, avludaki yazlık evden koşarak çıkıp kendisini büyük bir saygı ile kahvaltıya davet edince, yeniden annesini hatırladı.
Etrafa, taze kaymak ve az önce kesilen koyunun ciğerinden yapılan kavurmanın nefis kokusu yayıldı.
Safuan, dün aniden yolunu değiştirerek bu köye uğradığına bir kez daha sevindi. O, bu iyi aileyi çoktan beri tanıyordu. Safuan, eşi ve çocukları ile de gelmişti buraya, tek başına da… Bu aileyi de defalarca kendi evinde ağırlamıştı. Ev sahipleri, işlerin en yoğun zamanı, ot biçme zamanı olmasına rağmen onu en iyi şekilde ağırlamak istiyorlardı. Ev sahipleri, ona gösterdikleri hürmetin on katını Safuan’ın da kendilerine göstereceğinden emindiler. Ancak Safuan, bu saygı ve hürmetin, kendisinin önemli bir görevde olduğu için ya da bu aileye yaptığı ve yapacağı yardımlar karşılığında olmadığını da çok iyi biliyordu… Bu aile, Safuan’ı bir insan olarak seviyor; samimi, yakın kabul ediyordu ki, bu da Safuan için çok önemliydi.
Evet, dün yaban kazları gibi arka arkaya dizilip Başkırdistan yollarından süzüle süzüle hızla geçen pahalı arabalar arasındaki bir araba, Safuan’ın Toyota’sı, Höyöndök Köyü’ne ayrılan toprak yola sapmıştı. Safuan bu yola aniden sapmıştı, çünkü yola devam edecek takati kalmamıştı. Bu uzun yolculuktan iyice bıkmış, canı burnuna gelmişti. Sıkılmış, boğulmuştu… Safuan, son zamanlarda sık sık böyle oluyor, endişeleniyor, bunalıyordu. Bu, onun artık tüm insanlarla çok haşır neşir olmasından kaynaklanıyordu belki. Safuan, sadece insanlardan değil, hayattan da doymuş gibiydi…
Birçok insana göre her şey güzeldi, onların işleri iyi gidiyordu, hiçbir sıkıntıları yoktu belki; ancak o, hayattan hiç de memnun değildi. Bu düşünce, bulaşıcı bir hastalık gibi sarmıştı bedenini ve hayatın bütün güzelliği de kaybolmuştu. Belki de bu dünyada, onun ilgisini çekecek hiçbir şey yoktu. Her şeyi öğrenmişti o, her şeyi biliyordu. Herhangi bir olay başladığında, o olayın nasıl sona ereceğini; insanlar konuşmak için ağzını açtığında ise onların neler söyleyeceğini, hatta gizli niyetlerini de biliyordu. Safuan son zamanlarda, zihnindeki, “Bu hayatın anlamı nedir?” sorusuyla dolaşıyordu… “Neden?”, “Niçin?” gibi sorular boşu boşuna ortaya çıkmazdı, hayat insanın istediği gibi akıp giderken, zihninde böyle sorular olmazdı elbette…
Önceleri, “Yaşlanıyorum; ihtiyarlık kendini hissettiriyor artık” diye düşünmüştü. Bu düşüncesinden kurtulmak için önceleri bir sevginin arkasına gizlenmek; yeni bir sevgili bulmak istemişti. Yeni bir sevgili bulmak çare miydi? Daha önce aşk yaşamamış mıydı? Aşk başlangıçta büyülüydü tabii… Fakat bir zaman sonra, bala konmuş yaban arısı gibi oluyordu insan, kanatlarını güçlükle taşımaya başlıyor ve bundan kurtulmanın yolunu da bulamıyordu… Kadınlar ona kene gibi yapışırdı üstelik; ama o hiç ilgilenmezdi.
Hayatta onun ilgisini çekecek, hayatı anlamlı kılacak başka şeyler var mıydı? Eskiden yüksek makamlara ulaşmak isterdi. Yüksek mevkilerde çalıştı, hatta milletvekili de oldu…
Aslında, her şey yolundaydı. Onun hiçbir şikâyeti yoktu, şikâyet edecek bir şeyi de… “Hayata karşı ilgim azaldı, zevk almıyorum,” diye başkalarına nasıl anlatacaktı? Hayatının sonuna kadar var gücüyle çalışıp çabalayan ama buna rağmen zar zor geçinen birçok yaşlı: “Ne oldu kardeşim, buldun da bunaldın mı?” demezler miydi?
“Bu güzel yaz gününde bu düşüncelerle kafa yormamak gerek, bu düşünceler insanı yoruyor, bunaltıyor,” diye düşündü. Rüzgâr hafifçe esiyordu. Safuan, bu düşüncelerinden sıyrılmayı denedi. İmece hazırlıklarını izledi bir müddet. Kadınlar, telaşla at arabalarına yiyecekleri taşıyordu, sanki ot biçmek için değil, bir düğün için hazırlanıyorlardı. Dünürünün iki oğlu ve kızı da bahçedeydiler, onlar kırlara gitmeyi, temiz hava almayı ne kadar istiyorlardı kim bilir. Dünürünün karısı seslendi:
“Bu kımızı nereye koyalım, oğlum? Biriniz elinizde tutsanız iyi olur, dökülüp ziyan olmasın.”
“Anne, kımız eklemleri gevşetir, ayran daha iyi olurdu, kefir yok mu anne?
“Kefir de koydum; kımızı da alın, siz taşımayacaksınız ya, araba var…”
Bu arada kapının önüne bir at arabası daha durdu. Avluda toplananlar, kapıdan içeri giren adam ve kadını pek de umursamadılar, Safuan da onların gelişini fark etmemişti önce.
İkisi de yaşlıydı, elbiseleri de çok eski… Adam ucuz bir kot pantolon ve eski bir gömlek giymişti. Kadının zayıf yüzü, güneşten iyice kavrulmuş, “simsiyah” olmuştu. “Simsiyah!” Safuan’ın aklına, çoktan unutulmuş bu kelime geldi. Bu kadın, öylesine giyinmek için eski, koyu renk bir elbise giymişti. Sadece başörtüsü beyazdı. Avludakilerin hepsi onlara baktı, onlar gülümsediler. Gülümsediklerinde ağızlarında dişlerinin kalmadığı da anlaşılıyordu.
Adam, onları karşılayan dünürünün Moskova’dan gelen ve doktor unvanını kazanan kızı Mestüre’ye “Gözümüz aydın kardeş,” diye seslendi. “Zabihulla ağabeyin büyükbaba oldu! Erkek torunum oldu, üç kilo yedi yüz gram…”
Adamın yanında duran ve kendisi gibi neşeli olan karısı, Safuan’ın şaşkın bakışlarını hissedip başörtüsünün ucu ile ağzını kapattı hemen.
“Dilenci artışına da bu kadar sevinir mi insan!”
Safuan, ansızın zihnine takılan bu düşünceye kendisi de şaşırdı. Ancak bu neşeli halleri ile kötü kıyafetleri uyuşmayan bu insanlardan niçin hoşlanmadığını da pek anlayamadı. Daha ziyade adamın o “simsiyah,” çirkin hanımını beğenmemişti.
Dünürü, onun düşündüklerini anlamış gibi elindeki tırpan ve tırmıkla Safuan’ın yanından geçerken:
“Çok fakirdir bunlar,” dedi. “Altı tane oğulları var. En büyüğü geçen sene evlendi ve bunlardan ayrı yaşıyor. İşte bugün bir torunları olmuş. İkinci oğullarını da bu sene evlendirdiler. Üçüncü oğulları askerde, ikizleri de askerliğe hazırlanıyorlar. En küçük oğulları okula gidiyor. Çocuklarının hiçbiri kendi ayakları üzerinde durabilecek durumda değil…”
“Bunlar da ‘Bu dünyada yaşıyoruz’ diyorlar,” herhalde diye düşündü Safuan. Kendisinden bir az genç olan bu çifte bakıp anlaşılmaz bir duygu geçti içinden, söylendi: “Hiç rahat yüzü görmemiştir bu zavallılar?”
Kendisi de bir köy çocuğuydu Safuan. Azıcık da olsa onların durumunu anlıyordu. Yaz-kış lastik ayakkabılarla hayvan otlatırlar, hastalanmaya bile zamanları olmazdı. Hayvanları doysun, sığırları zamanında sağılsın yeter… Hayatları boyunca bir köle gibi hayvanlara bakarlar, kışın karda, ilkbahar ve sonbaharda ise çamurda çalışırlardı. Ancak üç ay devam eden yaz mevsimini beklerler hep ve yazın da ot biçip odun hazırlamakla uğraşırlardı. Yaz mevsimi çok kısadır ve üstelik de sinek, sivrisinek, atsineği ve sığırkuyruğu…
Köylülerin hayatını küçümsemesi, gönlünün bir ağaç gövdesi gibi kuruduğu için miydi? Safuan bunu anlayamadı. Birden bir fıkra geldi aklına.
“… Tüm liderler ölmüş. Öbür dünyada hepsi de çamur içindeymiş. Stalin boynuna kadar çamura batmış. Lenin beline kadar, Andropov da diz kapağına kadar çamur içindeymiş. Sadece Brejnev topuğuna kadar çamura batmış. Diğerleri Brejnev’i böyle görünce: ‘Vay, sen de en az bizim kadar günahkârsın ama çamura batmamışsın,’ diye şaşırmışlar. Brejnev: ‘Susun,’ demiş, ben Kruşçev’ in kafasına basıyorum.’ ”
Safuan, “Ben de gönül bataklığımdan kurtulmak için bu köylü kadının kafasında durmaya çalışıyorum galiba,” diye düşündü.
Nihayet, bütün hazırlıklar tamamlandı. Yiyecekleri, tırpanları, dirgenleri at arabalarına yerleştirdiler.
“Ağabey, hangi arabaya oturacaksın?” diyen gençlere Safuan:
“Ben eskiden iyi at arabası sürerdim…” diye takıldı ve dünürünün arabasına bindi. Safuan babasız büyümüştü. Küçükken odun kesmeye ve ot biçmeye, arkadaşları gibi at ile gitmek istediğini hatırladı birden.
“Samiga yenge, haydi, arabaya bin, ” diye çirkin yaşlı kadını çağırdılar. Kadın önce Safuan’ın bindiği arabaya binmek istedi, sonra da diğer arabaya tırmıkları koyan eşine bakıp vazgeçti:
“Ben öbür arabaya bineceğim, siz devam edin,” dedi.
“Yoksa bu zavallı eşim beni kıskanır diye mi düşünüyor?” diye geçirdi içinden, gülümsedi Safuan.
Yaşlı kadın onun bu düşüncelerini anlamış gibi:
“Sağol, kardeş, bensiz ağabeyin canı sıkılacak ama, ben diğer arabaya bineyim,” dedi.
Avludakiler arabalara binerken Safuan, “simsiyah” kadının baldırlarına baktı. Teni simsiyahtı ve damarları da morarıp kalmışlardı. Bacakları korkunç görünüyordu. Dünürü Safuan’ın kadına baktığını farketti ve:
“Evet,” dedi, başını salladı. “Bazıları da ‘Güzelim’ diye bunu seviyor…”
Atları sürüp yola düştüler. Dünürünün arabası önde, Zabihulla’nın arabası arkadaydı. Safuan, tıkır tıkır giden at arabasında etrafı seyretmeye başladı. En son ne zaman böyle çiçekli ovalardan geçtiğini unutmuştu. Oysa araba camlarının arkasından dünya tamamen farklı görünüyordu, hoş kokuları kayboluyordu dünyanın.
Dünürü köydeki sorunlardan bahsetti:
“İl kaygısı, halk menfaati denen şey yok artık, bitti…”
Safuan, dünürüne baktı: “Bu sözler çoktan beri kendi cebini düşünenlerin bayrağına dönüştü, değeri kayboldu artık?” dedi. Sonra kimin arabasına oturduğunu düşündü. “İl kaygısı, halk menfaati!” Demek bu düşüncelerin hâlâ geçerli olduğu yerler var diye düşündü.
“İş için gidiyorsun küçük bir mevki sahibi rüşvet bekliyor senden, yoruyor seni. Göreve gelenler hırsızlığa başlıyorlar.”
“Memlekette benim gibi adamların olduğunu bilse ne diyecekti acaba?” diye içinden düşündü Safuan. “Ama işin diğer tarafı da var,” diye kendi kendine tartışmaya başladı. “Yüksek makamlarda tutunmak pek de kolay değildi.”
Safuan, yüksek makamlarda göreve gelmek için başarılı olmak ve her işi yapabilmek gerekmediğini anlayıp, taa Brejnev devrinde bilimsel çalışmaları bırakıp kamu dairelerine geçmek istediğini söylediğinde, annesi ona:
“Bilemiyorum, oğlum. Müdür olmak için koyunlar arasında kurt, kurtlar arasında koyun olabilmek gerekir,” diye şüphesini bildirmişti. Ancak annesi bilmiyordu ki, kurtlar arasında, kuyruğunu ayakları arasına sıkıştıran bir kurt değil, dişlerini kullanıp diğerlerini böğürtmeye hazır olabilmek önemliydi. Aksi halde Rusların: “Bu sefer kime karşı birleşiyoruz?” dedikleri duruma düşerdi insan. Kurban seçilen birini yeyip bitirdikten sonra, herkes kendi yoluna devam eder, başka bir zaman, bu kurbanın kendin olabileceği fikri de hep kafanda olur, her zaman bu korku ile yaşarsın…
İktidar, mal, mevki hırsı; bunlar ölümcül hastalıklar… Bu hastalığa yakalandı mı iflah olmaz insan. İktidarını ve mevkini ne zaman kaybedeceği belli olmadığı için en azından biraz kendi, çocukları, torunları için mal toplamak ister…
Safuan artık bunlara kafa yormuyordu. Zamanında her şeyi düşünmüş, kendi işlerini yoluna koymuştu. Tabii ki, işlerini kanunlara, nizama göre kurmuştu. Şimdi ise her şey saat gibi, tık tık çalışıyordu.
“Nasıl görmezler, hırsızlığı, yolsuzluğu nasıl görmezler?” diye devam etti dünürü. “Neden görmüyorlar? Herkesin cebindeki kuruşa kadar biliyorlar oysa. Ama haddini aşmazsan, toparlanıp kendine çeki düzen verirsen, gerekli kişilere yalakalalık edersen, en önemlisi de çaldığını paylaşabilirsen, elbette bir az da vazifeni yaparsan, görev süreni uzattırabilirsin…”
Büyük bir dikkatle, çiçekler, güller dolu ovayı seyrederek giden Safuan:
“Baksana dünür,” dedi. “Şu bitki sarına değil mi?”.
“Evet,” diye başını salladı dünürü. “Savaş yıllarında bizi açlıktan kurtaran sarına. Savaş yıllarında çok az rastlanıyordu, nerdeyse kaybolmak üzere idi, son senelerde yine çoğalmaya başladı.”
Dünürü, öfkeyle buraların tabiat harikası denebilecek doğal güzelliklerini, yabancı zenginlere satmak isteyen başkanlar hakkında söylenmeye başladı.
İlgisizliğinin sebebini, dünürünün yanlış anlamasını istemeyen Safuan, nihayet:
“Hayat arabası fazla hızlı gidip devrilmesin diye ‘Tekerleklere çomak sokulsun!’ emri göklerden gönderilmiş değil midir, dünür? Son zamanlarda böyle düşünmeye başladım,” dedi.
Dünürü mavi gözlerini Safuan’a dikti:
“Tekerleklere çomak sokanlar iyice çoğaldılar,” dedi. “Arabayı tamamen kırmalarından korkuyorum.”
“Sen, hiçbir şeyden korkmazsın!”
Safuan’ın dünürü ilginç bir adamdı. İsmi cismine o kadar uygundu ki: Adilgerey.
Adilgerey, hayatı boyunca başkanlara muhalefet etti, onlarla hiç geçinemedi. Yanlış gördüğü her şeyi başkanların gözlerinin içine bakarak söyler; doğru kabul ettiklerini yapmaktan hiç çekinmezdi. Başkanlar önce ona biraz tahammül eder, sonra da işten çıkarırlardı. Onun müdürlük yaptığı dönemde işler çok iyi giderdi, o görevinden ayrılınca da her şey aksamaya başlardı. İşler yolunda gitmeyince onu yine işin başına çağırırlar, o da gelip yoluna koyardı her şeyi. Son zamanlarda okul müdürlüğü yapıyordu. Birkaç defa müdürlük görevinden almışlar, ama yalvar yakar tekrar göreve dönmesini rica etmişlerdi.
Dünürü önceki gün anlatmıştı:
“Beni en son göreve çağırdıklarında çekinmeden sordum: ‘Bu sefer neyi beceremediniz, neye ihtiyacınız var?’ ‘Okulun çatısını yaptırmak için ayrılan para yeterli değil,’ dediler. Bir hayırsever buldum, yaptırdık. Kazan dairesini de tamir ettirdim. Bu arada okula küçük bir ekmek fırını kurdum. Eski öğrencilerim arasından yüksek mevkilerde çalışanlar çok, onlar yardım ettiler.
Okulun çiftliği var, sürüleri, arıları… Çiftlik sayesinde, bu sene öğrencilere sene boyunca bedava yemek verildi, fakir öğrencilere kitap, defter, elbise alabilecek kadar paramız oldu…”
Safuan, onun dün dediklerini hatırladı, “Memleket vicdansızların eline kalmış demek doğru olmaz, yapabilirim, çalışırım diyenler de az değil, işte: Adilgerey,” diye düşündü.
Safuan, Adilgerey ile gerçekten de gurur duyuyordu. Değer verdiği, saygı duyduğu nadir insanlar arasında ilk başta Adilgerey vardı. Milletvekili adayı olduğunda, arkası güçlü, zengin, hayâsız rakiplerini Adilgerey sayesinde kolayca alt edebilmişti. Seçim çalışmaları için gittikleri her köyde: “Adilgerey teklif ettiği için, Safuan’ı seçiyoruz,” diyordu halk.
Safuan, seçim sırasında verdiği sözleri yerine getirebilmiş miydi? Dünürü onun verdiği sözleri yerine getirememesinin nedenini anlıyor muydu acaba?
Safuan, kafasını ağrıtan bu düşüncelerden yoruldu ve arkadaki arabaya binip gelen yoksul çifte dönüp baktı. Zabihulla çok ilginç biriydi. Çocuklar gibi kahkahalı gülmeye başladığında, ona katılmaktan başka çare kalmıyordu. Şimdi de çirkin karısı ona bağırarak bir şeyler anlatıyor, o da kafasını arkaya atarak kahkahalarla gülüyordu. Karısı ona ne anlatıyordu acaba? Safuan, o kadının anlattıklarını dinlemek, kahkahalarla gülmek istedi.
Adam birden dizginleri çekip atı durdurdu, arabadan inip dağın eteğine doğru koşarak gitti. “Adam orada ne gördü acaba?” diye baktı Safuan. Adam bir demet papatya ve gelincik toplayıp arabaya doğru koştu. Şaşırdı Safuan: “Yoksa bunlar gerçekten birbirlerine âşık mı?” diye sordu kendi kendine ve gülümsedi.
Onun şaşkın bakışlarını izleyen Adilgerey’in yüzüne hafif bir tebessüm kondu. Adilgerey, bu kurnaz tebessümü ile: “Aşk sadece kısa etekli, kırmızı tırnaklı sekreter ile hep ‘Ben’ diyen, ‘Ben Muhametemin’ diye böbürlenen şişman müdürler arasında mı oluyor?” demek istedi.
Adilgerey’in otlağı çok güzel bir yerdeydi. Safuan, dünürünün çocukları, yiyecekleri, içecekleri, diğer malzemeleri arabadan indirirken onlara dönüp ikide bir: “Siz olmasanız, bu ovanın güzelliği bir hiçtir?” diye söylemesinin sebebini düşündü.
Zabihulla, balık tutmayı severmiş. Tabiata susayan köylüler onun etrafına toplandı. O arabanın alt tarafındaki sandıktan bir ağ çıkardı. Yan taraftaki pırıl pırıl akan ırmağı gösterip, etrafındakilere bir şeyler anlattı. Zabihulla şakacı, güzel konuşan, ama çenesi düşük biriydi. Karısı Samiga ise sessiz, çalışkan… Gelir gelmez bütün yiyecekleri yerleştirdi. Yağı, peyniri, yoğurdu pınarın gölge bir yerine, soğuk suların kenarına bıraktı. Eti yıkayıp kazana doldurdu, ekmekleri de farelerin ulaşamayacağı bir ağacın dalına astı. Hiç konuşmuyordu Samiga, etraftakileri dinliyordu.
“Samiga yenge, senin bu orduya başkomutan olman gerek,” diye takıldılar ona.
“Doğru, böyle becerikli bir başkomutan boşu boşuna harcanıyor bu otun tezeğin arasında,” diye düşündü Safuan da…
İnsanın nefes alışından onun hâlini, neler düşündüğünü ve ne istediğini iyi bilen Zabihulla, bir dikenin yaprağını koparıp Safuan’a uzattı:
“Ağabey, bunu şapkanın içine koy, başının ağrısını keser,” dedi.
Pek önemsemeyerek baktığı bu “baykuşların” bu ovada aniden ipleri ele almaları, gittiği her yerde ilgi odağı olmaya alışmış Safuan’ın sinirine dokundu:
“Eh, ne de olsa, bu onların dünyası,” diyerek kabullendi sonra.
Bu arada Samiga, neşesiz, sıkılgan bir şekilde duran Safuan’а:
“Аğabey, bak ilerde yabani çilek çoktur, bize Akdağ’ın ikramı, bir tadına bakın, buyurun,” dedi. “ Torunlarınıza da toplayıp götürmek isterseniz, işte bir güzel sepet de var…”
Nihayet, tırpanları alıp ot biçmek için toplandılar, sıraya dizildiler. Safuan kendine uzun saplı, büyük bir tırpan almak istedi. Samiga ona hafif tırpan uzattı:
“Bunu al ağabey, o tırpanın sapı sana uygun değil.”
Biçilecek yer, eğimli bir yamaçtı. Sıraya dizilip tırpanları sallayarak yamaçtan aşağı doğru inmeye başladılar. Safuan da tırpanı alıp onların yanına geldi. Önünde rengârenk çiçekli bir kilim gibi uzayan otlara hayran hayran baktı bir süre. Önce bu güzelliği tırpanlamaya cesaret edemedi, seyretti biraz. Sonra tırpanı salladı. Tırpanı otların dibine doğru daldırınca, hoş kokulu çiçekler topluca hışırdayıp, ayakları altına serildi.
Tırpanın en keskini Safuan’a düşmüştü. Eski gücünden bir şey kaybetmediğini düşünüp tırpanı sallamaya devam etti. Kolları, ayakları, bütün bedeni, çok eskiden kazandığı bu hüneri hiç unutmamıştı. O, dul kalan annesine yardım etmek için daha çok küçükken tırpan sallamayı, ot biçmeyi öğrenen bir çocuktu.
Önce küçük bir yamacın otlarını biçtiler. Bir süre sonra, yıl boyunca kalemden ağır bir şey kaldırmayan Safuan, tırpan ile ot biçmenin bir oyun olmadığını anladı.
Gençler, hepsi aynı anda hızlı hızlı tırpan sallayıp:
“Ağabey, ayağına dikkat et!” deyip onun yanından geçip gidiyorlardı.
Safuan’ın bu kez biçilecek alanı fazla uzun, sonu yokmuş gibi hissetti. Alnından su gibi akan ter gözlerini acıtıyor, terini silmek için bir dakika bile durmuyordu. Kulakları çınladı, gözü kararmaya başladı ama o yorulduğunu belli etmek istemiyordu. Ancak, zihnindeki bir düşünce, örümcek ağına takılan sinek gibi vızıldıyordu: “Burada yıkılıp kalmadan bu işi nasıl bitirebilirim?”
İyi ki, en arkada kalan o değildi. Birkaç adım arkasından tırpanını aheste aheste sallayarak otları biçip gelen Samiga vardı. O hiç acele etmiyor, ara sıra durup masat ile tırpanının ağzını düzeltiyor, bazen de eğilip yabani çilek toplayıp yiyordu… Safuan en geride kalmadığı için daha hevesli çalışıyor, kollarındaki tüm gücü tırpana veriyordu. Çok hızlı tırpan sallayan gençler sıranın başına varmışlar, oradaki ağacın gölgesinde oturmuş sigara içiyorlardı. Sağ olsunlar!
Tırpanın ağzını bilemek bahanesiyle biraz dinlenmek mümkün diye düşündü. Bir yandan tırpanını bilerken geriye dönüp biçilen yerlere baktı. Kendi biçtiği yerler; kör bir makasla acemi bir berberin tıraş ettiği çocuğun başına benziyordu. Otların kökü bazı yerlerde uzun, bazı yerlerde kısa kalmıştı.
Canı burnuna gelse de, Safuan sıranın sonuna varabildi sonunda. Hatta yere oturmamak için bir süre dayandı. Çok yorulduğu belli olmadığı için sevindi. Samiga ise çok geride kalmıştı, “Yorulmuş,” diye düşündü.
Biraz ayran içip, etrafa bakındı, rahatladı. Sonra, az önce otlarını biçip geldiği yerlere bir daha baktı ve yanıldığını anladı.
Samiga yorulduğu için değil, Safuan mahcup olmasın diye arkada kalıyormuş. İyice baktığında ise, önce kendi biçtiği bölgeyi çok geniş olarak götürdüğünü, yorulunca da yavaş yavaş biçtiği alanı daralttığını anladı. Samiga tek başına iki kişilik yeri biçerek geliyordu. Hatta Safuan’ın beceriksizliğinden dolayı biçemeyip bıraktığı otları biçmek de Samiga’ya kalmıştı.
Samiga sıranın başına ulaşınca, tırpana dayanıp terini sildi ve o an Safuan’la göz göze geldi. Samiga, Safuan’ın “Affedin” der gibi sakin bir şekilde gülümsemesinden etkilenmişti sanki. Safuan’ın bu gülüşü onun işini de yapan Samiga’ya bir teşekkür müydü?
Samiga’nın da iyi niyetli gülümsemesi, akıllıca bakışı, Safuan’a çok sevimli göründü. O, uzun zamandır kimsenin gözüne bu şekilde bakmamıştı. Samiga’nın gözlerinde parlayan çok küçük ışıltıları dahi fark etti.
Bu arada, bakır kazana kepçe ile vurarak ot biçenleri yemeğe çağırdılar.
Öyle yemeğinden sonra, biraz kımız içen Safuan’ın, tüm bedeni çözüldü adeta. “Kımız gerçekten de eklemleri gevşetiyormuş,” diye düşündü. Safuan otların üstüne uzandı, gözkapaklarına söz geçiremez oldu ve birden uyku bastırdı. Parmağını kıpırdatacak hali kalmamıştı, garip bir haz alıyordu bu yorgunluktan. Bir sevgilisinin “Nirvana” dediği hâldeydi. Kayın ağacının serin gölgesinde içi geçti, uykuya daldı. Yanı başında tırmıkların dişlerini tamir eden dünürünün çalıştığını hissediyor; onun çıkardığı sesleri duyuyordu.
Hanımının, bugün nedense başka insanlardan geri kalışının sebebini tırpanın körlüğüne yoran ve bundan dolayı kendisini suçlu sayan Zabihulla, bütün tırpanları toplayıp örsün yanına gitti ve tırpanların ağzını çekiçleyip eğelemeye başladı. O, örsün üzerindeki tırpanlara çekiçle vurdukça ahenkli bir ses yayılıyordu ovaya. Demirin o ahenkli sesi, Safuan’ı çok eski ve güzel hatıralara götürüyordu. Irmak kenarından gelen gençlerin neşeli sesleri, kadınların yüksek sesle konuşmalarına karışıyordu.
“Aysuvak’ın dönmesini bekliyoruz,” dedi Samiga, kendisine çocuklarını soran Mestüre’ye. “Geçen gün telefonla konuştuk. Orada kalmasına istiyorlarmış.” Aysuvak: “Yanımda komutanım duruyor. Ne yapayım, anne?” dedi…
“ ‘Ağabeyin Çeçenistan’dan dönünceye kadar dişlerimi sıkmaktan ağzımda dişim kalmadı. Senden mektup beklemekten de gözlerim yolda kaldı,’ dedim. ‘Denizaltında asker Aysuvak, bir giriyorlar denizin dibine, altı ay boyunca ne haber, ne mektup… İçime dert oldu. ‘Başka bir iş bulunur elbet, dön oğlum!’ dedim. Razı oldu, beni dinledi, sağ olsun.”
“Oğullarınız size çekmiş, çalışkanlar, akıllılar maşallah yenge. İş bulurlar, boşta kalmazlar,” diye onu teselli etti Mestüre.
“Şimdi Aynur ile İlnur askere gitmeye hazırlanıyorlar. Geçen gün askerlik şubesine gittim. ‘Çocuklarımı birbirinden ayırmayın!’ dedim. ‘Hayır, ikizler birbirinden ayrılmayacak diye bir kanun var, endişe etme,’ dediler. İkisi birlikte olurlarsa zorlanmazlar diye avunuyorum işte.”
“Bu ne kadar kaygı, bu ne kadar hasret!” Safuan, Samiga’nın sofranın başında herkesin önündekilere baktığını, bütün yemekleri herkesin uzanıp alabileceği mesafeye koyduğunu hatırladı. Düşünmeye başladı, daldı.
“Neden, tüm memleketin yükü, hasreti Samiga’nın omuzlarına yüklenmişti? Ya başkaları…? Hiçbir iş yapamayan çocuklarına, askerlikten kaçan oğullarına kocaman kocaman lüks villalar inşa ettiriyorlar. Samiga! Neden sizin askerliğini yapan ve vatan borcunu namusuyla yerine getiren oğullarınız için başlarını sokacak bir ev yapmıyorlar? Nerede adalet? Samiga’nın da bu dünyada azıcık da olsa rahat bir hayat yaşamaya hakkı yok muydu?”
Safuan, mecliste konuşuyordu, yumruğuyla kürsüye vurdu, bağırdı. Sesi etrafta yankılandı, tüm binaya yayıldı. Salonda oturan şişman beyler birbirine bakıp:
“Samiga da kim? Nerede yaşıyor Samiga?” diye şaşırdılar.
Büyük kürsüde, Samiga’nın menfaatlerini korumaya cesaret etmesine, bu söylediklerinin bir temenniye, bir gönül talebine dönüşmesinden çok etkilenen Safuan’ın, gözleri yaşardı; göz yaşları yanağından çenesine doğru süzülüp akıyordu…
Safuan uyandığında, baş ucundaki küçücük bir buluttan yağmur yağıyordu. Hatta, gök gürültüsü vardı. Safuan, bir yandan güneş parladığı halde bu yıldırım gürültüsüne şaşırdı, yeni doğmuş, dünyaya ilk kez gelmiş bir bebek gibi bir süre hiç kıpırdaman bekledi. Yağmur damlalarının, gök kuşağının tüm renklerinde ışıldayıp döne döne yere inişi, eşsiz bir manzaraydı.
Safuan, çok eskiden de burada böylece uzanmış olduğunu hissetti. Bu akça kayının dalındaki sallanan yaprağı tanıyordu sanki. O, buradaki her şeyi daha önce de görmüştü, işte bu kuşun bülbüle benzeyen ötüşünü de, at sineğinin vızıldayıp uçmasını da çok önceden duymuştu. Duyduğu bu sesler, gördüğü bu manzaralar, onun zihnine yıllar önce kaydedilmişti. Ama o, önceleri bu güzelliklerden uzak kaldığını, bu güzellikleri fark edemediğini düşündü. Şimdi nedense, Safuan gördüklerinin, duyduklarının bir parçasına dönüşmüş, onlarla bütünleşmişti: İlerideki otun tüylü yaprağında titreyen inci gibi damlada, dev ağaçlarda, mavi gökte mağrurca kanatlanıp uçan kuşlarda kendi ruhu da vardı. O, dünyanın içindeydi, dünya da onun içinde…
Safuan, “Yoksa hâlâ rüyada mıyım?” diye elini alnına koydu, telaşla doğruldu, etrafına baktı. O anda dünyanın yine eskisi gibi döndüğünü hissetti. Tüm varlıklar, dünya, tekrar eski haline döndü, damarlarındaki kan yeniden akmaya başladı.
O uyurken bir su molası verecek kadar ot biçenlerin, tırpanlarını omuzlarına koyup ıslak otlar arasından kendisine doğru geldiklerini fark etti. Bu rüya değildi, gerçekti. Uyanmıştı ama bal kokusunu andıran o büyülü kokuyu hâlâ hissediyordu. Aniden bu güzel dünyada, Zabihulla ile Samiga’nın samimi gülüşmeleri yankılandı. Bu mucizenin hiçbir zaman kaybolmayacağını anladı.
GAGAUZ YERİ
MEVSİMLER
Kusursuz Vasileoğlo
Çeviren: Lokman Baran
“İşte geldi sonbahar,
Sarıya boyandı tüm dallar.
Cevizler, meşeler, kavaklar,
Sepet sepet yaprak döktüler
Havada sarı, kızıl yapraklar
Bir kuş gibi uçarlar, uçarlar…
Ve yapraklar uçuşurken
Bağırır köyde çocuklar.”
V. Kusursuz
Çocuk bahçesinde dünyadan habersiz, neşeyle oynayan Goguş, babasının her zamankinden daha erken geldiğine şaşırmıştı. Çaresizce, oyunu bırakıp babasının elinden tutarak eve gelen Goguş, sanki başka bir eve gelmiş gibi şaşkın şaşkın etrafına bakındı. Evdeki bütün eşyaların yeri değişmişti, her şey darmadağınıktı. Duvarlardaki ikonalar[2 - Hristiyan kültürünü, inancını yansıtan resimler, figürler.], aynalar, resimler, halılar… ne varsa sökülüp yere indirilmiş, duvarlar çırılçıplak kalmıştı. Evdeki tüm eşyaları bohçalara, karton kutulara, çuvallara ve sandıklara doldurmuşlardı. Goguş, oyuncaklarını göremeyince annesine sordu:
– Anneciğim, benim atım ve traktörüm nerede?
– Evladım, oyuncakların kırılmasın diye onları güzelce paketleyip bir kutunun içine koydum. Sabahleyin bir kamyon gelecek ve biz uzaklardaki köyümüze gideceğiz.
– Köyümüz neresi anne, nereye gideceğiz?
– Vasi dedenin yanına gideceğiz. Onun köpeği, kedisi, tavuğu ve horozu var… Üstelik sana ceviz, elma, armut hazırlamış. Vasi dedene gitmek istemez misin?
– Hey! Hem de çok isterim!
Goguş, o zaman üç, üç buçuk yaşındaydı. Amcasının oğlu Todi’yi de köye geldiklerinde görmüştü. Todi, sokakta bir yığın sonbahar yaprağının üstünde oturmuş, o yaprakları avuç avuç yukarıya atıyordu. Todi’nin babası ise eşyaların taşınmasına yardım ediyordu. Goguş daha ilk günden Todi’yi çok sevmiş, onunla hemen dost olmuş ve o günden sonra Todi’den hiç ayrılmak istememişti.
Todi ve Goguş, her akşamüstü, güneş batarken, kıpkızıl gökyüzünde, alev alev yanan bulutların içinde uçup giden turnaları seyrediyorlardı. Turnaların sesini duyar duymaz, saatlerce gökyüzüne doğru bakarlardı. Gökyüzünde katar katar uçan turnaların sesleri uzak ufuklarda kaybolunca, Goguş ve Todi turna sesine benzer sesler çıkarırlar, göç eden turnalara seslenirlerdi.
Güneş batarken tutuşan ufuklarda sadece bulutlar değil turna sürüleri de kıpkırmızı görünürdü. Goguş ve Todi, çoğu zaman turnalar gözden kaybolana kadar gözlerini ufuklara diker, onları seyrederlerdi…
Vasi dede, sevgili torunu, oğlu ve gelini için çok önceden hazırlığını yapmıştı. Goguş, bütün kış boyunca dedesinin yetiştirdiği tatlı elmaları, şirin armutları, güzel cevizleri yiyip boy verdi, büyüdü… Goguş dört yaşına bastığı gün, komşu ve akraba çocukları onun doğum gününü kutlamak için toplandılar. Annesi doğum günü için türlü türlü pastalar, yemekler hazırladı. Dedesi de büyük bir sepetin içinden taze bir elma çıkarıp:
– Evladım, bu elmaları senin doğum günün için saklamıştım. Senin de tıpkı bu elmalar gibi güzel olmanı istiyorum! Bak bu güzel elma geçen sonbahardan kaldı. Zamanı gelince, bahçemizdeki elma ağacında yeni elmalar yetişecek. O elmalar olgunlaştığında onlardan da yiyeceksin.
– Elmalar ne zaman büyüyecekler dedeciğim.
– Önce ilkbahar gelecek, elma ağaçları çiçek açacak. Sonra da o çiçekler büyüyecek ve kocaman kocaman elma olacaklar…
Vasi dedenin bahçesinde sadece elma ağacı değil, başka meyve ağaçları da vardı. Elma ağacının birisi evin yanında, tam pencerenin önündeydi. O elma ağacının dallarına çoğu zaman sürü sürü kuşlar konardı. Goguş pencereden bu kuşları seyrederken içi içine sığmazdı. Kuşların adlarını bilmese de, elma ağacının üzerindeki kuşları gördüğünde onlar gibi kanat çalıp uçmak isterdi…
Birkaç ay sonra güneş parlamaya, karlar erimeye başladı. Karların erimesiyle birlikte dört bir yanda çimenler yeşermeye başladı. Turnalar da gittikleri sıcak ülkelerden geriye dönüyorlardı. Her yer kuşlarla doluydu. Kuşlar sanki birbirleri ile yarışırcasına ötüşüyorlardı. Elma ağacının tepesinde bu kuşlardan ikisinin yuvası vardı. Bu kuşlar her gün yuvalarına çöpler, kumlar ve yünler taşıyorlardı. Karakargalar da havada uçuşuyorlar, “Gaaak! “Gaaak!” sesleri ile ortalığı inletiyorlardı.
Goguş, bir gece o elma ağacını rüyasında gördü. Çiçek açmış elma ağacının dallarında iri iri elmalar vardı. Elini uzatıp kırmızı yanaklı elmalardan koparacağı sırada, kapı gıcırtıyla açıldı. Dedesi onu uyandırmak için gelmişti. Dedesinin sesini duyunca, düşlerine giren o iri elmaları koparamadan uyandı.
O sabah, güneş daha doğar doğmaz yaz mevsimiymiş gibi her yeri ısıtmıştı. Gökyüzü pırıl pırıl, masmaviydi. Gökte bir tane bile bulut yoktu. Goguş, dedesiyle beraber dışarı çıktığı zaman bembeyaz çiçeklerle bezenmiş, telli duvaklı bir geline benzeyen elma ağacını gördü. İçine sonsuz bir sevinç doldu. Aslında elma ağacının güzelliğine değil, bu güzellikten sonra büyüyecek olan elmalara seviniyordu. Çünkü Goguş elma yemeyi çok seviyordu. Birden o sabah daha uyanmadan gördüğü rüyayı hatırladı. Dikkatlice elma ağacını seyretti. Ağaca, rüyasındaki gibi iri elmalar var mı diye bakıyordu, ama bembeyaz çiçeğe duran elma ağacında bir tane bile elma yoktu.
Birkaç gün sonra elma ağacı çiçeklerini döktü. O çiçekçilerin yerinde ufacık, kiraz büyüklüğünde elmacıklar oluşmuştu… Elma ağacının dallarında ufacık ufacık tomurcuklar oluşmaya başlamıştı, ama elmalar hala görünmüyordu. Dedesi, Goguş’a sürekli bilgi veriyor, elmaların nasıl büyüyeceğini anlatıyordu:
– Goguş, görüyor musun? Bak, ne kadar çok tomurcuk var? Dallarda bu tomurcuklar kadar da elma olacak.
– Tomurcuk ne demek dede? Ben dallarda bir tane bile tomurcuk göremiyorum.
Dedesi, Goguş’un aslında tomurcukları gördüğünü ama tomurcuğu bilmediğini fark etti. Yaprakların arasında o ufak çekirdek kadar elmacıkları bulup, torununa gösterdi. Ama o elmacıklar, Goguş’un kışın yediği güzel ve tatlı elmalara hiç benzemiyordu. Goguş o tomurcuklardan koparıp birkaçını ağzına attı, ama bu tomurcuklarda hiç elma tadı yoktu… Goguş, sıcak yaz günlerinde o elma ağacının gölgesinde oturup dedesinin uzun ve bitip tükenmez masallarını dinlerdi.
Dedesi, Goguş susayıp su isteyince torununa sorardı:
– Elmaları da sulayacak mıyız?
Goguş hemen kabul ederdi.
– Haydi, sulayalım dede!
Günler geçtikçe elmalar büyüyordu. Goguş elmaların nasıl büyüdüğünü hiç anlayamıyordu. Elmalar ilk önce erik kadar, sonra ceviz kadar, daha sonra da Goguş’un yumruğu kadar oldular. Önce renkleri yeşil, tatları da ekşiydi. Ama günler geçtikçe, elmalar güneşe baka baka önce tatlanmaya, sonra da pembeleşmeye başladılar…
Artık zamanı gelmişti, elma ağacını tanımak mümkün değildi. O bembeyaz çiçeklere bürünen ağaç değişmiş, Goguş’un düşünde gördüğü ağaca benzer hale gelmişti. Ağacın dalları, artık iri iri elmalarla doluydu. Uzaktan bakınca, ışıklarla süslenmiş büyük bir Noel ağacına benziyordu. Rüzgâr esince ağacın elmayla yüklü dalları iki yana sallanıyor, tık, tık sesler çıkararak pencerenin camlarına dokunuyor ve geceleyin odada uyuyan Goguş’u korkutuyordu… Bahçenin kenarından gelip geçenler bu elmaları görünce hayran hayran bakıyor ve o elmalardan yemek istiyorlardı. Goguş, artık elma çiçeklerinin nasıl değişip kırmızı kırmızı elmalara dönüştüğünü öğrenmişti. Oysa şehirdeki çocuklar, bütün bunları büyüklerinden ya da kitaplardan öğreniyorlardı. Ama anlatılanlar görülenlere hiç benzemiyordu. Goguş bütün bu olanları izlerken dedesine yardım da ediyordu. Dedesiyle birlikte sık sık elma ağacını suluyor, dallarını okşuyor, seviyordu…
Dedesinin, başkalarına: “Goguş bana hep yardımcı oluyor,” demesinden çok hoşlanan Goguş, bir tırtıl gibi her işin ucundan tutuyor, bütün gün dedesine yardım ediyordu. Bahçede elma, erik, kiraz, kayısı, şeftali, ayva, armut… Çeşit çeşit meyve ağaçları vardı. Goguş bu ağaçlar içinden en çok armut ağaçlarını severdi. Bahçedeki iki armut ağacının ikisi de upuzundu, ikisinin de dalları gökyüzüne kadar uzanıyordu. Rüzgârlı havalarda, armut ağaçlarının yaprakları hışırdar, sanki o ağaçlar eğilerek birbirinin kulaklarına gizli bir neşeyle fısıldarlardı. Yaprakları küçük ve parlaktı. O ağaçların her ikisinde de ta güz bitimine kadar sarı sarı armutlar asılı dururdu. Kasabadaki elektrik direklerinde birçok lamba asılıydı, o lambalar da tıpkı bu ağaçların armutlarına benziyordu. Ama bu armutlar geceleyin sokakları aydınlatamıyorlardı. Ağaçlardaki sarı armutlar tıpkı güneş gibi parlarlardı. İlkbaharda armutlar çiçek açınca Goguş’un dedesi armut ağaçları ile söyleşirdi. Onların kulağına:
– Armut ver! Armut ver! diye fısıldardı.
Armutlar, her yıl Vasi dedenin söylediklerini anlıyormuş gibi bol bol armut verirlerdi. Armutların bereketli dallarında büyüyen meyveler toplamakla bitmezdi. Her iki ağaçta da iri, güzel, hem de çok tatlı armutlar olurdu. Bu armutlar, ısırınca insanın ağzında şeker gibi eriyiverirlerdi…
Vasi dede ilkbaharın sonlarına doğru torunuyla bahçeyi geziyordu. Bahçe cennetin bir köşesiydi sanki. İlk önce ağaçların olduğu yere gittiler. Vişne ağaçları artık yemyeşil ve çok güzeldiler. Bahçenin içi sürülmüş, temizlenmişti. Bahçede ne bir ot, ne bir çöp kalmıştı, her yer tertemizdi. İşçilerin bahçeyi bu hale getirinceye kadar ne çok zahmet çektikleri hemen belli oluyordu.
Vasi dede de o bahçeyi çok severdi. Ama onun asıl gururu meyve ağaçlarıydı. O meyve ağaçlarından birisi kapının tam önüne dikilmişti ve bu ağaç buram buram kokusuyla, güzelliğiyle sadece ev sahiplerine değil, mahallede yaşayanlara, sokaktan geçenlere de mutluluk verirdi. Çiçek açtığında kokusuyla bütün mahalleyi adeta sarhoş ederdi. Ağaçlar güzelce budanmıştı ve hepsi de çok bakımlıydı.
Vasi dede, torunuyla o ağaçtan bu ağaca geziyor, ağaçların her bir dalını sıvazlayarak seviyordu. Çünkü her fidanı kendi elleriyle dikmiş, onları vaktinde sulamış, onlara gözü gibi bakmıştı. Ağaçları, zarar verecek her şeyden korumuştu. Kayısı ve kiraz ağaçları öyle güzel meyveye durmuşlardı ki insan şaşırıp kalıyordu…
Vasi dedenin kiremit çatılı, ufacık, güzel evi, bahçenin tam ortasında duruyordu. Vasi dede o evi de çok severdi. Evin ortasında ise masa ve masanın etrafında da uzun iskemleler vardı. Çamur olmasın diye evin zemini tahta döşeme yapılmıştı. Evin etrafı parmaklı çitle ve çalılarla kaplıydı. Vasi dede, hava çok sıcak olduğunda ya da çok yorulduğunda bu küçük, şirin evin içinde otururdu. Akrabalarının ve misafirlerinin çoğu da bu evde oturup dinlenirler, Vasi dedenin ikram ettiği bir fincan kahveyi içerek dertlerini anlatır, sorularına cevap ararlardı.
Evin yanında zerdali, elma, armut, kiraz ve şeftali ağaçları vardı. Bahçede, kapının önündeki çiçekler ta ilkbahardan güze kadar açar, etrafa sevinç ve neşe saçarlardı. Leylak, lale, zambak, sümbül, papatya, karanfil, altıncık ve gülfatma… Bahçede her çeşit çiçek vardı. Kırmızı, beyaz, sarı ve mor güller, burcu burcu kokularıyla insanı adeta sarhoş ederdi. Bu çiçeklerden bazıları, güz mevsiminde, Meryem Ana’nın güzelliğini görmek için geç açarlardı. Güz çiçeklerinin güzelliği, yılın son renkli cömertliği olurdu.
Bahar geldi mi, elma, armut, kiraz, zerdali, şeftali… Bütün ağaçlar çiçek açar, bu büyülü çiçekler köyü beyaz bir gelinlik gibi kuşatırdı! Gagauzların, Bulgarların, Moldovanların evleri, sanki bu beyaz çiçekler arasına saklanırdı. Bu uçsuz bucaksız çiçek denizi içinde, akşamları köydeki evlerin sadece pencere gözleri parlardı. Evler bu çiçek deryasının büyüsü bozulmasın diye sessizce dururlar, kıpırdamaya korkarlardı adeta. Ancak zalim rüzgâr ikide bir hırçınlaşıp uğuldar, bu ilkbahar gelinliğinin duvağını savururdu. Rüzgâr, bu beyaz köpüklü denizi andıran bahçeleri dağıtır, ağaçların duvaklarını yolar, o gelinlerin bembeyaz saçlarını, takılarını, süslerini, saçlarını dağıtır ve büyülü kokularını dört bir yana savururdu…
Köydeki her evin, her ailenin, her bahçenin ayrı bir sesi, ayrı bir kokusu vardı. Sadece evlerin yanında yer alan ahırlardaki hayvanların kokusunu tahmin etmek çok zordu. Çünkü her ahırın ayrı ayrı sakinleri vardı. Bu sakinler at, eşek, inek, domuz, koyun ya da keçiydi. Bu hayvanların sesleri birbirine karışınca ineklerin iri sesleri, kuzuların, oğlakların ince seslerine karışır ve bir hayvanlar senfonisi başlardı… Kuşların sesi de bu seslere karışarak gökyüzünü doldururdu. Leylekler damın üstündeki yuvalarında “Tak tak!” takırdar, güvercinler saçak boylarına dizilip gugurdarlardı. Horoz kendi sesiyle hepsini bastırmayı ister; ama öfkeli hindinin karşısına çıkamazdı. Ördekler suyun içinde yüzerek bağırırlar, ama kime bağırdıkları belli olmazdı. Hepsi de gevezedir, akşama kadar “Vrak! vrak! vrak!” öterler. Köydeki bütün evler, bütün bahçeler çeşit çeşit canlılarla, türlü türlü seslerle, rengârenk çiçeklerle, farklı kokularla doluydu…
***
Bu bahçeler, bu köy kokusu, rüzgâr esince kır kokularıyla karışıp tazelenir, ama unutmayın, o kır kokularını hissetmek daha ana evinden, ana eşiğinden başlar. Ana evi ki, bu dünyadaki en güzel evdir… İşte bu ev, ana evin!… Uzun boylu, kıvırcık saçlı gür üzüm asmaları, bu evi ta sokaktan itibaren sarar, sarmalar… Evden biraz uzaklaşınca serin sulu pınarın yanından geçip bir daracık patikaya düşersin. Bu patika seni sürülmemiş bir tarlaya çıkarır. Hep traktörlerin, biçerdöverlerin ve türlü makinelerin hırıltısını duyarsın. Çiftçilerin sesleri gelir kulağına. Çiftçiler ki, kendi alın terleriyle başkalarını da doyurur. Onların içinde senin de ağabeyin, kardeşin, amcan, dayın, enişten ya da başka bir akraban vardır. Bu köyde ise sana hiç de yabancı olmayan deden, ninen, halan ya da teyzen, kardeşlerin veya dostun, akraban, komşun yaşar. Dünyadaki tüm insanlar akrabalarının arasında doğar ve yaşar. Bu hayvanların, bu kuşların, bu seslerin, bu ağaçların, bu çiçeklerin, bu yeşilliklerin arasında da hayattan feyz alır… Bütün bunlar insanın tüm hayatı boyunca onu sarar, kuşatır, olgunlaştırır… İnsan daha doğuştan alışır bunlara, alışır ve daha sonra köyden, vatanından ayrı yerde, gurbet illerde yaşayamaz olur…
Sadece ana evinde, sadece kendi köyünde çocukluğunla, küçüklüğünle buluşursun. Sadece ana evinde çocukluktan kalan elbiselerin, ayakkabıların, kızak ve başka oyuncakların vardır. Sadece bir cevize, bir elmalı şekere, bir sakıza sevinirsin. Şimdi Audi’ye, Mersedes’e sevinemiyorsun. Şimdi nerede ana evinin, ana koynunun büyüsü? Bir an bile unutulmaz o anlar. Her sabah bir kısa gömlekle yalınayak çıkardın eşiklerin üstüne… İlk önce sen selamlamak isterdin doğan güneşi. Kalaylı bir tepsi gibi parlayan sabah güneşini görmeni bu ağaçlar engellerdi. O ağaçlar nasıl da dallarını, kollarını uzatıp evin üstüne kapanmıştılar. Hele bir ağaç vardı ki, sanki başka yer bulamamıştı da yapraklarıyla evin bacasına sarılmıştı.
Bu köyün manzarasını güzün seyretmek ne kadar da güzeldi. Asmalara üzüm salkımları asılı dururdu. Kara, üzümler, beyaz üzümler, kehribar gibi sarı üzümler… Üzümler ki, güneşin ışığını, rengini alırlar, şekerin, balın tadını alırlar ve görenlerin ağızlarını sulandırırlardı.
Bu ev, bu kapılar, bu üzümler, bu kırlar, bu serin pınar, bu salkım söğütler, bu çiçekler, bu dedenin masalları, bu annenin türküleri, bu köyün âdetleri, gelenekleri, bu… Bunlar senin ana ocağın, ana toprağın, ana yurdun. Unutma! Bu kutsal yere dönmemek mümkün mü?! Hem başka yolu da yok! Nasıl olsun ki! Çünkü sen bu köyde, bu evde ilk sözünü söyledin, ilk adımını attın, okula ilk burada gittin, annene, babana ilk karneni burada getirdin. Bu evde, bu köyde seni tanırlar, bilirler. Yalnız evdekiler, akrabalar değil, komşular da, yabancılar da bilir, tanır seni. Akrabalar, köylüler büyütürler burada insanı. Elinden gelen ne varsa yaparlar. Sen ne zaman iyi, güzel bir iş yapsan sevinirler, gururlanırlar; ne zaman kötü bir iş yapsan gücenirler, üzülürler. Sadece ana ocağında, memlekette değil, uzak illerde, uzak diyarlarda da sizin ilerlemenizi akrabalar, köylüler hep uzaktan seyrediyorlar. Çünkü vatandan daha kıymetli bir şey yok. Belki de o yüzden her insan kendisini akrabalarına, komşularına iyi göstermek için hep çalışmalı…
***
Sıcak yaz da geldi geçti. Serin sonbahar işe koyuldu. Eylül ayı… Birden hava karardı. Tabiatın beti benzi attı, yeşillikler sarardı… Bir ay daha geçti. Güneş artık arada bir göstermeye başladı o sıcak yüzünü. Yer gök kızardı. Her yer tan yeri gibi kızıl bir renge büründü. Belliydi, bu güzden, bu kızıllıklardan kurtuluş yok. Sadece ağaçların, çiçeklerin yaprakları yanmazdı güzün, gökyüzündeki bulutlar da yanardı. Sarı yapraklar, tıpkı kıvılcımlar gibi bütün dünyayı kapladı. Rüzgâr, yaprakları, kâh koparıyor, kâh çukurlar içine yığıyor, kâh kırlara, bayırlara savuruyor, renkli bir kilim dört yana dağıtıyor. Bulutları da yapraklar gibi örseleyip sürüklüyor rüzgâr. Bulutlar sanki kendilerine gökte yer bulamamış gibi sağa sola kaçışıyorlar. Deli rüzgâr, göğün en yükseğinde bile bulur bulutları. Bulutlar büyük bir korkuyla gece gündüz ağlarlar, durmadan yaş dökerler bu mevsim.
Yalnız bazı günler hava sanki gülümser, güneş parlak yüzüyle şöyle bir bakar dünyaya ama sonra yine uzun bir uykuya dalar, sönüp gider. Sonra bulutlar yine hasta bir kadının taranmamış saçları gibi, bütün gökyüzüne yayılırlar. Gölgeleri yeryüzünü kaplar ve gene gece gündüz ağlarlar, tıpkı bir ananın hasta çocuğunun başında ağladığı gibi.
Kış yaklaştıkça, güneş yeryüzünden uzaklaştıkça, tabiat önce sararır, sonra kararır, zindan gibi koyu bir siyahlık çöker. Tabiat artık sırtındaki rengârenk elbiselerden soyunur. Havanın nefesi günden güne soğur. Tabiatın başına, zülüflerine kırağı düşer. Havanın bakışı donuktur. O zaman sadece, yaşlı çamlar ve taze çam fidanları çıkarmaz yeşil elbiselerini. Çamlar, uzaktan tabiatın ne kadar derin bir uykuya hazırlandığını seyrederler. Onlar da uyurlar kışın, ama elbiselerini soyunmazlar. Çünkü utangaçtır çam ağaçları.
Üzülmeyin çocuklar! Ağlamayın! Tabiat ölmedi. Ölmez! O, dokuz ay çalıştıktan sonra tıpkı biz insanlar gibi yoruldu. Dinlenmek için sonbaharın gelişiyle beraber o da uyumaya başladı. Biz nasıl uyuyoruz akşamdan sabaha kadar. Hadi biz ona ninniler söyleyelim. Annelerimiz bize nasıl ninni söylerdi?
– Tatlı uykular sana tabiat! Uyu rahat rahat! Biz seni hiç uyandırmayacağız! Ee! Ee! E! Biz de artık susacağız, hiç konuşmayacağız. Sen rahat uyu, dinlen. Ee! Ee! e!..
Bir kış sabahı Goguş erkenden kalktı. Dışarı çıkınca gözlerine inanamadı. Akşam dışarıda yağmur çiseliyordu ama şimdi!?
Kapıya çıktığında pırıl pırıl yanan güneşi gördü ama güneş hiç ısıtmıyordu. Yerler bembeyaz karla kaplıydı. Karlar öyle parlıyordu ki güneş ışığı Goguş’un gözlerine yansıyordu. Kara bakamıyordu Goguş. Bütün tabiat bembeyaz bir örtüye bürünmüştü. Dışarıda hava dingindi, hiç rüzgâr yoktu ama soğuktu. O lekesiz beyazlık, o pırıl pırıl güneş insanı sarhoş ediyordu… Dışarıda kuş izlerinden başka hiçbir iz yoktu. Kuş izleri ise karın üzerindeki yıldızlar gibiydi… Goguş, büyük bir şaşkınlıkla, hiç kıpırdamadan kapının önünde durdu. Her tarafın, bütün dünyanın gözleri kamaştıran bembeyaz bir yorganla örtündüğünü gördü.
Goguş birkaç yıllık hayatında böyle bir güzellik daha görmemişti. Dışarı çıkmak istedi, ama eşiğe gelir gelmez durdu. Bu büyülü güzelliği bozmaktan, bu bembeyaz karları lastik ayakkabılarıyla kirletmekten korktu belki de… Çevrede hiçbir ses yoktu. Goguş bu güzelliği seyrediyor, hiçbir ayrıntıyı gözden kaçırmak istemiyordu. O anda sokaktan bir adam geçti. Karlar o adamın ayakları altında gırç gırç sesler çıkarıyordu, adeta kar ağlıyordu. Goguş o beyazlığı, o temizliği kimsenin çiğnemesini, kimsenin kirletmesini istemiyordu. Birden bire her taraf kuş sesleriyle doldu. Bir sürü serçe uçarak dallara kondu. Anlamak çok zordu bu serçeleri. Seviniyorlar mıydı? Yoksa üzülüyorlar mı? Büyük bir şamata kopardılar. Daldan dala uçup konuyorlar, sanki kim daha hızlı uçuyor diye yarışıyorlardı. Zil çaldığında daha öğretmen sınıfa gelmeden önce çocuklar da böyle şımarırlardı. Kapı açılıp öğretmen içeri girince de hepsi susardı. Kuşlar da birden sustular. Sanki öğretmenleri gelmişti. Aşağıdaki ağacın dallarına, nereden geldiyse saksağan gelip kondu. Saksağan, hiç kimseyi beklemeden, hiç kimseye sormadan, hiçbir yere bakmadan, kâğıttan okur gibi okumaya; sanki nasihat etmeye başladı. Sanki bu güzelliği, kışın bu ilk karını kutluyor gibi ötüyordu. Saksağan, bu güzelliği herkesin görmesi, duyması için, söylediklerini her tarafa döne döne sürekli tekrarlıyordu. Serçeler hep beraber cıvıldaşıyor, saksağanın sesini bastırıyorlardı. Saksağan, buna çok öfkelendi. Uçup birkaç metre aşağıdaki ağaca kondu. Serçelerin yanına varıp onlara sert sert baktı, serçeleri sessiz olmaları için uyardı, azarladı.
Saksağan, Goguş’u görünce ona doğru dönüp kuyruğunu sağa sola sallayarak etrafta gördüklerini anlatmaya başladı. Goguş’u, bütün bu güzellikleri kendisinin yaptığına inandırmak istiyordu. Goguş’u inandırmak için türlü türlü yollar denedi, “Gak, gak,” öttü, çalıştı, didindi, ama boşuna…
IRAK
İSTANBUL’DA BİR KERKÜKLÜ
Kemal Beyatlı
“İstanbul Fatih’te, rutubetli bir bodrum katında yaşayan Kerküklü dostuma”
Biz dünyaya gelir gelmez, Türkiye’ye sevdalanırdık. İlk aşkımız Türkiye’yi sevmekle başlardı hayat. “Oraları görmek kısmet olur mu?” diye hasret çekerdik hep. Bizim topraklar ile Türkiye topraklarının bir olduğunu, kurnazca bir oyun sonucu araya bir kırmızı çizgi çekildiğini ve adına da sınır denildiğini bilir ve bu kırmızı çizginin ardındaki Türkiye’yi özlerdik. Oraları görmek başka bir sevda, başka bir arzu, başka bir umuttu… Hele İstanbul! İstanbul’u görmek, bambaşka bir heves, bambaşka bir aşktı.
Oradaki havayı bir teneffüs etsek… Sokaklarında bir gezip, dolaşsak… Bir şehir ki, iki kıtaya yayılmış, her tarafı surlarla kaplanmış, tarih boyunca birçok komutanın rüyalarına girmiş, sonunda da Türklerin olmuş… İstanbul’un ne denli büyük ve muazzam, tılsımlarla dolu bir şehir olduğunu hayal edip dururduk.
İstanbul’da, kimlerle görüşmek için can atmazdık ki! Bırakın ünlüleri, medyatik kişileri, futbolcuları… Bir bilseniz, orada yolda yürüyen insanlarla bile selamlaşıp, yanaklarımızı sonuna kadar gererek güler yüzle: “Ben geldim,” demek; içimizin ta en derin hücrelerinden, daha içten, gülen bir yüzle; “Abi ben geldim,” “Abla ben geldim,” demek; umutların zirvesinde oturan bir umuttu bizim için. Irak’ta yaşadığımız işkencelerin ana sebebi bu aşktı; bu sevgiydi. Bu, gözle görünmez bir bağlılıktı. Kerkük’te birçok Türkmen’in zindanlara atılması, ağır işkencelere tâbi tutulması, hatta idam sehpasına çıkarılmasının ana nedeni de bu aşktı.
Türkiye’den Irak’a veya Körfez ülkelerine mal götüren kamyonlara, tırlara kollarımızı olabildiğince kaldırıp el sallar, akşamları da evde herkese anlatırdık:
“Bugün Türk kamyonlarını gördüm, Türk şoförlere el salladım, onlar da bana el salladı…”
“Seninki de bir şey mi, ben mola verirlerken Türk şoförlerin yanına gittim. Onlarla konuştum bile…”
Diğeri böbürlenerek cevap verirdi. Bir de koynundan bir Türk gazetesi çıkarıp:
“Bakın, bakın Türk şoförler bana gazete bile verdiler,” diyerek ortalığı kızıştırırdı.
Bir diğeri:
“Bana da Barış Manço’nun resmini verdiler,” derdi. Muhabbet böyle uzayıp giderdi.
Baas rejimi, Türkçe basılmış her şeyi yasaklamıştı. Kamyon ve tır şoförlerinin verdikleri yırtık pırtık gazete kâğıtları, sanatçıların resimleri kaç Türkmen’in başına belâ oldu. Bu yüzden tutuklananlar oldu, aileler Kerkük’ü terk etmeye zorlandı, Irak’ın güneyine, sürgüne gönderildiler. Baas rejimi, Türkmenleri baskı ve zorla Irak’ın güneyine göç ettirerek, Türkiye sınırlarından olabildiğince uzaklaştırmak istiyordu. Belki de amaçları, bizleri Misak-i Milli sınırları dışına çıkartmaktı…
Türkiye semalarında dolaşan havanın, es kaza Kerkük semalarına gelmesi ve Türkmenlerin o havayı teneffüs etmesi bile, Irak yönetimine büyük bir endişe; büyük bir korku verirdi! Belki korku denilen şey de buydu.
Evkaf Caddesi’nde terzilik yaparak geçimini sağlayan Abdülhadi ve arkadaşlarının, yedişer yıl hüküm giymelerinin nedeni, adamcağızın dükkânında Türkçe gazete parçaları bulundurmasıydı. Abdülhadi, sıradan bir müşteri kılığında, dükkânına gelip sipariş veren, gözleri dört dönen ve etrafı süzen adamın, bir şeylerin peşinde olduğunu sonradan anlamıştı. Bu sebepten Abdülhadi Vedüd, Fatih Şakir ve birçokları, yedi yıl hapiste yattılar. Fatih Şakir’in mahpushanede sağ ayağının kangren olması, akabinde kesilmesi ve aylarca askeri hastanede yatması bile onun affedilip mahpushaneden çıkarılmasına yetmedi. Fatih Şakir yatalak bir şekilde mahpushanede can verdi. Fatih Şakir de o aşk uğruna ölenlerdendi.
Geceleri kulağımızı transistorlu radyolara dayayarak, Türkiye Radyosundan Yurttan Sesler Korosunu dinlerdik. Yaz aylarında damda yatarken, pırıl pırıl yıldızları seyrederdik. “Bu yıldızlar acaba İstanbul’un hangi evinin üzerinde,” diye düşünürdük. Kerkük ile İstanbul arasında yıldızlar birer iletişim aracı olurdu. Yıldızlar çöpçatanlık yapardı, Kerkük ile İstanbul arasında. Bu hayal, bu kurgu, her gencin kafasındaydı, zihnindeydi.
İstanbul bir hayal ülkesiydi bizim gençler için. Beyaz atlı prensi dört gözle bekleyip dururlar ve hiç göremedikleri o sevgiliyi görmek için can atarlardı…
***
Yıl 1991… Körfez savaşı patlak verdi. Savaş, Ortadoğu’da birçok dengeyi bozdu. İşte İstanbul’u görme fırsatı doğdu. O büyük aşkın vuslat zamanı geldi. Aşık ve maşuk artık yan yana, diz dize oturacaklar, dertleşeceklerdi. Biri diğerine: “Nerede kaldın?” diye sitem edip soracak; diğeri ise “Senden, gel diye bir işaret alamadım ki!” diyecek. Yıllarca süren ayrılığın acısını birbirlerine anlatacaklardı…
1991’in Mart ayında, Irak’ın birçok şehrinde otorite boşluğu doğdu. Halk ayaklandı, Baas rejimi ayaklanmayı bastırmak için orduyu kullanarak, askerleri halkın üzerine sürdü. Çok kayıplar oldu. O günlerde ben de Kerkük’ten çıkıp İstanbul’un yolunu tuttum. Büyük aşkımı görmek için yasadışı yollara başvurup, kaçakçılara para vererek yollara düştüm.“Fırsat bu fırsat,” dedim. O aşk canlandı kalbimde. O büyük hayal gerçek olacaktı. O umut yeşerdi artık, meyvesini alma zamanı gelmişti.
Otobüsle, Derecik, Hakkâri, Van ve diğer birçok şehirden geçerken, zihnimde hep bir türkü dolaşıyor ve o türkü, aralıksız yankılanıyordu kulaklarımda.
“Burası Muş’tur, yolu yokuştur,
Giden gelmiyor, acep ne iştir?”
Muş neresiydi acaba? Bu türkü niçin bu kadar acılı, dertli söyleniyordu? Türk şairlerin ezbere bildiğim şiirleri geldi aklıma. Birden Faruk Nafiz Çamlıbel’in kızına yazdığı nasihat şiirinin bir dörtlüğü döküldü dudaklarımdan.
“Ömrünün dört faslı var,
Üçü kış, biri bahar.
Çalış ki görmesin kar,
Sendeki nisan kızım.”
Belki de bu dörtlüğü hatırlamamın nedeni nisan ayında olmamızdı. Otobüsün camından dışarı baktım, Türkiye’nin, göz alabildiğine uzanan yemyeşil ovalarını, heybetle yükselen dağlarını, o güzelliklerini seyrettim uzun uzun. Otobüste, kimsenin bana aldırış etmemesi dikkatimi çekti. Herkes kendi halindeydi. Kimi yatmış, kimi gazete okuyordu… Gözüm gazete okuyan birine ilişti. Az kalsın gidip:
“Ağabey, bu gazeteyi ben de okuyabilirim. Ben bunu okumak için nelere katlandım, neler çektim. Bizler bu gazeteleri okumaktan dolayı mahkemelere çıkartıldık. Bu sebeple cezaevlerine atıldık. Sen öyle bacak bacak üstüne atıp bu gazeteye hor bakma, sayfalarını yavaşça katla,’ demek istiyordum…
Muavin yolculara su ikram ederken yanımdan geçiyordu. Göz göze geldiğimizde, ona gülümseyerek; “Ben seni tanıyorum, ben Kerkük’ ten geldim. Hani kendi hayalimde, kendi dünyamda sana selam verirdim. Sen de selamımı alırdın. Sohbet ederdik. Burada oturan yolcularla da tanışıklığım var. Hepsiyle, hemen hemen hepsiyle konuşmuşluğum vardır,” demek istiyordum.
Biz zannederdik ki, İstanbul’a vardığımızda herkes bizi tanıyacak, oradaki insanlar bize kucak açıp, çiçeklerle karşılayacak. Yürüdüğümüz sokaklarda, caddelerde herkes bizi parmakla gösterecek: “Bakın bakın, işte Kerküklü kardeşimiz geldi,’’ diyecekler. Kahvelerde çay yudumlarken konu sadece biz olacağız. Kimse bizden başkasını konuşmayacak…
Yıllar önce, 50’li, 60’lı, hatta 70’li yıllarda Türkiye’deki üniversitelere okumaya gidenler, yaz tatilinde Kerkük’e döndüklerinde bize pek değişik bir şey söylemezlerdi. Biz ise tam tersine öğrencilere gıptayla bakardık; “Vay be! Bunlar Türkiye’yi, İstanbul’u görmüş adamlar,’’ derdik. O öğrencilerden bazıları özel araba ile gelirlerdi. Arabalarıyla Kerkük’te gezerlerdi. O arabalar, caddelerde 34 numaralı plaka ile dolaşırken herkesin gözü o plakaya dikilirdi. Sanki kutsal binek, “Burak” yeryüzüne inmişti! Büyük bir heyecanla o arabayı seyrederdi herkes. Öğrenci ise, hiç oralı olmazdı, havalı havalı direksiyonu çevirip ne sağa, ne de sola bakardı. Biz de hasret dolu bir bekleyiş içinde dikilip kalırdık yolda.
Otobüste, yolcuların tamamı kendi âleminde, kendi hülyalarına dalmış uzun bir boşluğa bakıyorlardı. Otobüsün tekerlekleri zaman zaman yolcuların hülyalarını çiğniyordu. Otobüs kâh bir çukura dalıyor, kâh bir tümsekten geçiyor; herkesi sarsıyordu. O anda yolcuların hülyaları da paramparça oluyordu.
Ankara’dan geçtik. Ne büyük başkentmiş Ankara. Kimleri ağırlamadı ki, hangi hükümdarlar bu yollardan geçmedi ki? Ben, şimdi o hükümdarlar kadar başı dik geçiyordum Ankara’dan. Ankara’yı fethetmiş gibi başımı biraz daha yukarı kaldırıyordum. Ne bahtı açık bir insanmışım ben! Ankara’yı da gördüm! İstanbul, ah İstanbul! İşte ben geldim. Aç kollarını, görmek için rüyalara daldığım İstanbul. Her gece rüyalarımda, kollarını açıp beni çağırdığını duyardım. Ama gelemezdim, bir sürü canavar yolumu keserdi. Zebaniler gibi beni ateşe atmak isterlerdi. Rüyalarımdaki buluşmamıza bile engel oluyorlardı. İstanbul, senin için ne canlar feda oldu bilsen… Bitti artık. Her şey bitti. Şimdi özgürce senin yollarına düştüm, bekle, geliyorum…
Otobüsün tekerleğini ne kadar küçük yapmışlar. Ne biçim mühendis bunlar? Tekerlek dediğin, her döndüğünde şehirlerden şehirlere, kıtalara varmalı. Bu mühendisler, galiba aşkın ne olduğunu bilmiyorlar, çırpınan gönüllerin hâlinden anlamıyorlar. Bu yüzden de tekerlekleri ufacık ufacık yapmışlar. Tekerleğin çapı beş yüz metre hatta bin metre olmalı. Her döndüğünde yüzlerce kilometreyi devirmeli. Yoksa İstanbul’a geç ulaşırım. İstanbul üzülür. İstanbul’daki insanlar üzülürler. Onlar beni bekliyorlar. Yıllardır, birbirimize hasret kalmışız. Bu kadar üzüntü ve bekleyişe artık son verilmesi gerekir.
İstanbul! Ah İstanbul! İşte yaklaştım, az kaldı, geliyorum…
Otobüs Harem’de durdu. Bağrışmalar, çağrışmalar, yolcuların kimi otobüslerden iniyor, kimi biniyor… Simitçiler, ellerinde termosla çay satanlar… Camdan diğer tarafa baktım. Deniz…! Denizi gördüm! Gemiler limana yanaşmış, tırlardan gemilere vinçlerle aktarma yapılıyor. Belki, Kerkük’te gördüğümüz tırlar bu tırlardı. Belki şoförlerin yanına gitsem beni tanırlar… Beni hatırlarlar… Yerimde oturup hiç kımıldamadım. Muavin yanıma geldi: “Ağabey nerede ineceksin? Yolda da sordum yine söylemedin. Bak, bir burası var, bir de karşıya geçip, Avrupa yakasında duracağız. Orası son duraktır.” Hiç beklemeden: “Avrupa yakasında ineceğim,” dedim. Sanki Asya yakasını gezdim de Avrupa yakası kaldı! Ne ilginç bu insanoğlu?
Muavinden başka kimse bana yanaşmadı, kimse benimle konuşmadı. Herkesin gözünün içine bakmaya çalıştım. Herkesi süzdüm. Bakışlarımla herkese: “Ben buradayım,” dedim. Ne kimse baktı, ne de kimse dinledi… Otobüs Avrupa yakasına doğru yol aldı. Asma köprüye yaklaşırken Fatih Sultan Mehmet Köprüsü’nün adını köprü girişindeki tabeladan okudum. Köprünün üzerinden geçerken içim bir tuhaf oldu. İlk defa deniz görüyorum; ilk defa denizin üzerinden geçiyorum. Resimlerde gördüğüm asma köprü bu olsa gerek,” dedim. “Fakat soluma döndüm, uzakta, mesafeyi kestiremediğim bir uzaklıkta bir köprü daha vardı. O da neyin nesi? Demek ki İstanbul’da iki asma köprü varmış…
Otogarda indim. Yüzümü ne tarafa çevireceğimi bilmiyordum. Otobüs şirketlerinin servisleri varmış. Bizde böyle bir şey yok. Hoşuma gitti doğrusu. Ama nereye gidecektim? Servis şoförüne sıkı sıkı sakladığım bir kâğıt parçasını uzattım. Bir arkadaşımın kardeşinin adresi yazılıydı o kâğıtta. Adres sahibini ben tanımıyordum. Fakat Kerkük’teki arkadaşım bana, kardeşinin adresini verirken göğsünü gererek: “Sen ona git, o senin için her şeyi halleder,” demişti. İşte, can simidim o ufacık kâğıttı. Şoföre uzattım:
“Bu adrese nasıl gidebilirim?” diye sordum.
“Merak etme, oraya yakın bir yere kadar gidiyor servisimiz,” dedi…
Sora sora buldum adresi…
Yolda herkesin gözünün içine bakıyordum. Yıldızlarla bu kadar haber göndermiştim. Hiçbirini almamışlar. Hiçbiri benim geleceğimden haberdar değil. Yanımdan vızır vızır gelip geçiyorlar. Erkeği kadını bir telaş içindeydi. Şaşırdım, “Ne oluyor bunlara?” dedim. Büyük bir pazar kurulmuştu. Hafta Pazarı diyorlardı. Pazarda ne ararsan var.
Adrese zor belâ ulaştım. Aksaray’da idi. Gündüz vaktiydi. Daire en üst kattaydı. Kapıya vurdum, açan olmadı. Tekrar tekrar vurdum, yine açan olmadı. Kapıya defalarca vurmamdan dolayı alt katta oturan yaşlı bir teyze dışarı çıktı. Kimi aradığımı sordu.
“Timur Hadi,” dedim. “Timur abiye bakmıştım. “
“Bu saatlerde Timur evde olmaz, iştedir, akşam sekizden sonra gelir,” dedi.
Öğle olmuştu. Saat birdi. Timur’un gelmesine yedi saat var. Canım sıkılmaya başladı. Bu büyük şehirde yedi saat nasıl bekleyeyim? Kimseyi tanımıyorum ki, yanına gideyim. En kötüsü de beni kimse tanımıyor!… Kendi kendimi teselli etmeye çalıştım: “Genç ve delikanlısın, ne diye hemen panikledin?” diye söylendim içimden. Apartmanın dışına çıktım. Aynı caddede, belki yüz defa gelip gittim. Kimse yüzüme bakmadı bile. Susadım. Bir kasap dükkânının önüne gelmiştim. Bir bardak su rica ettim. Adam, yüzüme şaşkın şaşkın baktı. Galiba beni dilenci sanmıştı, duygularını tam anlayamadım. Ama bir bardak su verene kadar, tepeden tırnağa süzdü beni. Kılık kıyafetime baktı. Elimdeki valizden dilenci olmadığımı, bir yolcu olduğumu ve bu şehrin yabancısı olduğumu anlamış olmalıydı. Suyu içtim ve teşekkür ettim. Ne kim olduğumu, ne de nereli olduğumu sordu. Anlaşılan onu pek ilgilendirmiyordum! “Hey, kasap amca, seninle her gece yıldızlar aracılığıyla konuşurdum. Sende mi beni tanımıyorsun?…” Aylar sonra anladım ki, kasabın bana şaşkın şaşkın bakışının nedeni; suyun bakkallarda satılıyor olmasıymış! Suyu, bakkaldan parayla almak gerekiyormuş. Öyle önüne her gelenden su istemek olmazmış. Bedava su içmek yok, her şey parayla, sadece parayı veren düdüğü çalar.
Caddede dolaşıp durdum, akşam oluyordu, saat yediyi birkaç dakika geçer geçmez hemen apartmana çıktım. Dairenin kapısının önüne oturup bekledim. Her üç dört dakikada bir saatime bakıyor, Timur’u dört gözle bekliyordum. Saat sekize yaklaştıkça kalbim de küt küt atmaya başladı.
Akşam oldu. Saat sekizi epeyce geçti, telaşlandım. Artık saate bakamıyordum. Gözlerim, aşağı katlardan kıvrılıp gelen basamaklara dikildi. Apartman kapısının açıldığını ve birilerinin basamaklardan ağır ağır çıkmaya başladığını gördüm. Büyük bir ihtimalle gelen; Ahmet Haşim idi! Çünkü ‘Merdiven’ şiirinde yansıttığı o duygu ancak şu an bu basamakları çıkan kişide olabilirdi. Herkül’ün taşıdığı kürenin ağırlığından daha ağır bir yükü taşıyordu bu adam sanki… Kerkük’teki arkadaşım bana bu adresi verirken bir de kardeşinin fotoğrafını göstermişti. Kıvırcık saçlı birisi göründü merdivenlerden. Yorgun bir hâli vardı. Ayağa kalktım. O, beni görünce son basamağa ayağını atmadı. Durdu. Resimdeki adamdı. Ama saç şekli değişmişti. Bana baktı; “Sende kimsin?” diye sordu. “Ben Orhan’ın arkadaşıyım,” der demez, yavaşça ama duyabileceğim bir sesle: “Yine mi?” dedi, “Hoş geldin, içeri buyur.” Oh be, dünya varmış! İşte bu kapının açılışı, benim hayalimdeki umutlarımın kapısının da açılışı olabilirdi.
Ev, daracık, bizim Kerkük evlerinin bir odası kadardı. Salon dedikleri odada oturduk. Memleketten, aileden, eş dosttan konuştuktan sonra, hiç beklemediğim bir soruyu, bir anda soruverdi:
“Niçin geldin?”
Kerkük’te, Büyük Pazar’da, yan yana sıralanan demirci dükkânları önünde durup demirci ustaları seyrederdim. Kıpkırmızı demirleri, fırından maşayla tutup çıkarırlar, örsün üstüne koyarlar, karşılıklı iki kişi, kocaman kocaman balyozlarla “Vur babam vur” ha bire döverlerdi. İşte bu soru, o balyozlar gibi indi kafama. Fırından çıkan demir gibi kıpkırmızı kesildi yüzüm. Tekrarladı sorusunu.
“Niçin geldin? ”
“Ağabey,” dedim, “Bizim orada hayatın ne olduğunu ve ne kadar zor olduğunu bilirsin. Bizim de hep hayal ettiğimiz şeydi burayı görmek ve içimizi buradaki insanlara dökmek… Gece gündüz, gizliden gizliye bu topraklara, bu insanlara nasıl âşık olduğumuzu da bilirsin. Bu bayrak için nelere katlanmadık ki! Kerkük’te her evde, her dükkânda konuşulan sözlerin arasında mutlaka buralardan, bu insanlardan konu geçmez miydi? Tüm bunları bilirsin. Sınırdan geçerken o tepelerde dalgalanan bayrağı görünce gözyaşlarımı tutamadım; kalbim bayrağın dalgalanmasına göre atmaya başladı. Bu heyecanı, bu aşkı, bu sevgiyi, yılların umudunu da bilirsin. Orhan, bana anlatmıştı seni. Sen de bu aşk uğruna buralara gelmişsin…”
“Beni bırak sen, kendinden söz et.”
Bu çıkışı tuhafıma gitti ama ben bildiğimi, gerçek duygularımı anlatmaya devam ettim. Saat, yeni günden dakikalar almaya başlamıştı.
“Kusura bakma, sabah işe gideceğim, uyumam lazım,” dedi.
“Sahi, siz ne iş yapıyorsunuz?”
“Bir depoda hamallık! Beraber kaldığımız bir arkadaşım vardı. Yurtdışına kaçtı. Yatağı duruyor, sen orada yatabilirsin.”
O gece kafamı karıştıran şey, Timur’un hamal olarak çalışmasıydı. Duvar kâğıtları yer yer yırtılmış, havasız, rutubetli bir odada yattık. Ben yerde yattım, o da karyolanın üstünde… Karyola çok ses çıkartıyordu. Mübarek Timur, yatakta çok sık dönüyordu. Üstelik de horluyordu. O gece nasıl uyuduğumu bilmiyorum, ama kalktığımda Timur evde yoktu.
Yastığımın yanına bir kâğıt parçası üstüne; “Yorgun olduğunu bildiğim için seni uyandırmadım. Biraz dinlen. Mutfakta bir şeyler var, yiyebilirsin. Bugün erken geleceğim. Ben gelene kadar dışarı çıkma.” Bu sözler biraz canımı sıktı. Niye beni bıraktı gitti? Ne olurdu yani bugün işe gitmeseydi, benimle ilgilenseydi? Erken gelecek… Saat kaçta gelecek ki? Onu da yazmamış. Evi dolaştım. Mutfakta temizlenmesi gereken bulaşıklar vardı. Belki iki, belki de üç günden beri yıkanmamış bulaşıklar. Tavanlar, bölük pörçük kireçle boyanmıştı. Evde acayip bir koku vardı. Rutubet mi kokuyordu, bilmiyorum. Buzdolabını açar açmaz genzime bir küf kokusu doldu. Yemek yiyemedim. Pencereden dışarı baktım. Karşı apartmanda, bir daireden kadının biri vücudunun yarısını dışarı sarkıtmış, demir askılara tutturduğu bir ipe çamaşır seriyordu! Rengârenk giysileri ipte teşhir ediyordu. İpe asılan çamaşırlardan ev ahalisinin giyim zevklerini anlamak mümkündü. Kocasının yaşlı ve klasik tarzda giyindiği gömlek ve pantolonlardan anlaşılıyordu. Timur’un penceresinin önünde de o ipten vardı. “Demek burası böyleymiş,” dedim kendi kendime. Apartmanların mahyaları da çok ilginçti. Her apartmanın bir zirve noktası olduğunu da görüyorum. Bazı apartmanlar az katlı olmasına rağmen mahyasını daha yüksek ve dik tutmuştu! Bazıları ise apartmanın yüksek olmasına rağmen mahyaları apartmana yüksekliğiyle doğru orantılı değildi. Bu işte mütahitlerin bir cinliği vardı ama…
Çatlayacaktım. Evde dört dönüyordum. Ne zaman dışarı çıkıp bu insanlarla tanışacağım? Nereden geldiğimi, kimlerin selamını getirdiğimi bu insanlara ne zaman söyleyeceğim? Oturup dizlerinin dibine, oraları anlatıp, insanlarımızın beslediği o aşkı, o sevgiyi ne zaman duyuracağım bu insanlara… ?
Bir gün Kerkük’te, Peyami Safa’nın “Dokuzuncu Hariciye Koğuşu” adında bir romanı elime geçmişti. Romanı bana getiren kişi tir tir titriyordu. Babası pek çok kez emniyet nezarethanesinde gecelemişti. Babası evde bu kitabı görür görmez; “Bir kitap yüzünden bizi perişan etme oğlum, parçalayıp yakmaya gönlün el vermiyorsa, bari evden uzaklaştır,” demiş. Arkadaşım babasının bu sözlerinden sonra kitabı bana getirmişti. Evde, gece yarısına kadar kitabı parçalayıp her bir beş sayfasını ayırdım. Diğer arkadaşların onu okuması için iç çamaşırımın arasında saklayıp götürürdüm. Bu beş sayfalık bölümleri okuyan diğerine verirdi. Böylece bir kitabı okumak belki günler, belki haftalar sürerdi! Bunu nasıl buradaki insanlara anlatırdım ki?!
Peyami Safa’nın o romanına, her Türk gencinin hevesle, şevkle sarılması gerekirken, o esere yeterince değer verilmediğini ve Beyazıt Meydanı’nda yerlerde sergilenip ucuz fiyata satıldığını görünce kahroldum.
O gün Cumartesi idi. Timur eve daha erken geldi. Çok yorgun olduğu halinden belliydi… Akşam oldu. Ne zaman dışarı çıkacağımızı sormak isterken, “Niye geldin?” sorusu balyoz gibi kafama indi. Dayanamadım… Kendi kendime, “Topu topu iki gün oldu, iki gün bile değil yahu, bu soruyu kaç defa sordun? Üstelik adam gibi üç beş saat oturup konuşmadık ki!” diye içimden söyleniyordum ki, kafamdan geçenleri okur gibi konuşmaya başladı:
“Darılmıyorsun değil mi? Benim bunu sormamdaki neden, bizim orada kurduğumuz hayal ile buradaki gerçeklerin çok farklı olmasıdır. Biz oradayken hep; şimdi Türkiye’de herkes işini gücünü bırakmış, dünya Türklerinin geleceğiyle uğraşıyor, hele hele Kerkük meselesini, yediden yetmişe kadar herkes ezbere biliyor, zannederdik. Öyle değil mi? Bizim orada, Türk kamyon şoförlerine beslediğimiz sevgi ve yakınlığa karşı onların bize dağıttığı gülücüklerin arkasında yatan şey neymiş biliyor musun? O şoförler, bizi garip bir yaratık olarak gördükleri için öyle sırıtıp gülüyorlarmış… Bizim hayata bakış tarzımız; örf, âdet ve tarihimizi, bir gelenek mirası olan millî duygulara dayandırarak sürdürmektir. Daha doğrusu, hayatı millî duygularla eşleştiriyoruz. Oysa dünya, bu kıstaslara göre dönmüyor. Dünya tek bir eksende dönüyor: O da ‘çıkar’ ekseni! Bu çıkarlara kavuşmak için de türlü türlü entrikalara başvuruyorlar. Millî varlığı elde etmek için bilginin yanında gücün de olacak. Bileklere veya silaha dayalı bir güçten bahsetmiyorum. Güçlü olmak: Paranın yanında siyasî bir güce de sahip olmak, siyaseti de dünyada oynanan oyunun kurallarına göre kavrayıp uygulamaktır…”
Konuşmasını kestim:
“Ağabey, bizde bu fırsat yoktu ki…”
“Haklısın” dedi ve sustu.
Uzun bir sessizlikten sonra devam etti.
“Senin hissettiklerini anlıyorum. Belki biraz fazlası bende de vardı. Ama buraya geldikten sonra, gerçeklerle karşılaştıktan sonra, şunu anladım ki, dünyada tüm milletler hesaplarını bize göre yapıyor… Biz ise duygusallığı bir türlü bırakamıyoruz… Ya biz millî hissi yanlış anladık ya da bize yanlış anlatıldı…”
Sözünü tamamlamadan atıldım.
“Çünkü biz insanız. İnsanda duygu önemli bir olgudur…” dedim.
Başını salladı, daha konuşmadı. Sanki “Hâlâ bu kafada mısın?” der gibi geldi bana… Biraz sonra;
“Şimdi bunları bir tarafa bırakalım,” dedi. “Önemli olan, Pazartesi günü itibarıyla sana bir iş bulmak. Yoksa böyle boş boş dolaşmak mı istiyorsun?”
“Hayır, ağabey,” desem de bu insanlara içimi nasıl dökeceğimin ve duygularımı ne zaman anlatacağımın heyecanını bir türlü üzerimden atamıyordum…
Ben de bir firmada hamal olarak işe başladım. İyi ki annem, babam ve memleketteki dostlarım, çalıştığım yerde beni görmüyorlardı. En beteri de patronuma defalarca, “Ben Irak Türkmenlerindenim” dememe rağmen, onun bana sürekli “İran’lı” diye seslenişiydi… Kimi dükkân komşularına “Ben Kerküklüyüm,” dediğimde onlar hep “Kelkitli” anlarlardı. Ben onlara Türkmen’i, Kerkük’ü anlatana, kabul ettirene kadar, atı alan Üsküdar’ı geçmişti…
Haftalar, aylar böyle geçti. Her iki üç haftada bir iş yerim değişiyordu. Kimi firmalar iflas edip işçiyi kapı dışarı ediyordu. Kimisi de geçici işçi çalıştırıyordu. İstediği zaman da bize kapıyı gösteriyordu… Paramızı da kolay kolay alamıyorduk. Timur’a yük olmamak için, çalıştığım yerde bir hemşerimle beraber bir apartmanın bodrum katını kiraladık. Bu bodrum katın elektriği; borcundan dolayı kesilmişti. Arkadaşım, işi halletti. Araya bir kablo sokuşturdu ve elektrik problemimiz çözülüverdi. Tabiî ki elektriği kaçak olarak kullanmaya başladık. Sabahları işe çıkarken o kabloyu söküyor, akşam eve döndükten sonra tekrar bağlıyorduk…
Kaldığımız bodrum katı çok havasızdı, evde tahtakurusu, güve ve daha adını bilmediğim ve hiç görmediğim haşereler cirit atıyordu. İş yerinde vücudumuzu kaşımaktan doğru dürüst iş yapamıyorduk.
İstanbul’un meydanlarında, kaldırımlarında o kadar çok kitap; yerlere serilip satılıyordu ki, o kitapların önünde durup, Kerkük’teki günlerimi hatırlıyordum. Türkçe bir sayfa yazı bulsak dört elle sarılır, defalarca okur, birçok paragrafını da ezberlerdik. Oysa Türkçe kitaplar burada…
Kerkük’teyken, bir gün arkadaşımla beraber bir diş doktoruna gitmiştik. İkimizin dişlerinde de problem vardı. Kerkük’te, Doktor Fikret’in muayenehanesi idi. Doktor, benim dişlerime bakıp ilaç yazdıktan sonra, arkadaşımı muayene koltuğuna oturtmuştu. Hasta bekleme odasının yanında ufacık bir alan vardı, orada kitaplarla dolu bir dolap görmüştüm. Kitaplara göz attım, çoğu tıp mesleğiyle alakalı kitaplardı. İngilizce kitaplar da çoktu. Bunca kitabın arasında birkaç Türkçe kitaba gözüm takıldı. Doktor Fikret, Türkçe kitapları öyle kurnazca dizmişti ki, her beş on mesleki kitap arasına bir Türkçe kitap… Türkçe kitaplar, hep adlarını duyduğumuz ve kulaktan kulağa eserlerinin içeriğini öğrendiğimiz yazarların eserleriydi. En çok dikkatimi çeken de Ziya Gökalp’ın “Türkçülüğün Esasları” adlı kitabı olmuştu. Kitabı hiç tereddüt etmeden aldım, belime soktum ve gömleğimi üzerine indirdim. Tekrar bekleme salonuna geçip yerime oturdum. Arkadaşımın muayenesi bitince ücretlerimizi ödeyip çıktık. Yolda arkadaşıma kitaptan hiç bahsetmedim. O gece yeni bir âleme tanık olmuştum… Yıllar sonra İstanbul’da Dr. Fikret ile karşılaştım. Utanarak o olayı anlattım. Tebessüm ederek: “Kitap çalan hırsız sayılmaz,” dedi ve beni affetti. Büyük bir vicdan rahatlığı duymuştum o an, üzerimden büyük bir yük kalkmıştı.
Burada günün büyük bölümünü çalışmakla geçiriyorduk, arkasından leş gibi yatağa bırakıyorduk kendimizi. Ne okuyabiliyor, ne de adam gibi oturup düşünebiliyorduk. Ekmek atlı biz yayan, çalış babam çalış… Memleket haberlerini eşten dosttan alıyorduk. Vefat eden bir kişinin haberini aldığımızda vefat edenin oğlu aramızda ise işte o zaman dayanılmaz bir acı başlıyordu yüreklerimizde. İnsanoğlunun anne babasına yapacağı son vazife; vefat ettiklerinde vefalı bir evlat gibi davranmak, onları gerektiği şekilde uğurlamak olmalıydı. Ne yazık ki, gurbet denilen şey buna mani oluyordu.
Apartmanların bodrumunda yaşamaktan dolayı, rutubet denen melanet bazılarımızın göğsüne yaman saldırırdı. Bodrumdaki ev, güneşin ne olduğunu bilmiyor, güneş onun kapısından, penceresinden hiç geçmiyordu. Bu nedenle türlü türlü hastalıklara yakalanıyorduk. Hastalıklar, kimi yakalasa onu hemen yere sererdi. Nefes darlığı, öksürük ve türlü hastalıklar feci şekilde yatağa deviriyordu insanı. Beraber kaldığımız arkadaşım grip salgınına yakalandı. İlk günlerde hastalığı ihmal etti. “Ne olacak ki, biraz üşütmüşüm,” diye geçiştirmeye çalıştı. Onun bu davranışının asıl nedenini biliyordum; parasızlık. Muayene ve ilaç fiyatlarının yüksek olması her hastanın kâbusu haline gelmişti.
Arkadaşım: “Bir atkı ve bir yün kaşkol yeter!” dedi ve çalışmaya devam!..
Ne yapsın? İşe gitmediğin gün yevmiyen kesilir!
Birkaç gün sonra, arkadaşın öksürüğü iyice arttı. İş yerinde kolileri taşıyamaz oldu. Patron durumu gördü, ama umursamadı. “Akşam bir sıcak çorba içersen, turp gibi olursun,” diyerek geçiştirdi.
Arkadaşım hastalığa yakalanalı beş gün olmuştu. O sabah uykudan kalktığımda; karşıdaki yer yatağında yatan arkadaşımın tir tir titrediğini gördüm. Önceleri uyandırmaya çalıştım. Beni duymuyordu bile! İş yerinde göğüs hastalıkları tedavisi ile ünlü Zeytinburnu’nda bulunan Rum Hastanesinin adı geçmişti bir keresinde. Hemen bir taksi çağırdım ve arkadaşımı oraya götürdüm. Heyhat! Fiş kesmeden, para ödemeden hiçbir hastaya bakmıyorlar! Şükür ki, üzerimde yeteri kadar para vardı. İçeri aldılar. Doktor muayenesini yaptıktan sonra; hastanın kontrol altında tutulması için hastanede birkaç gün kalması gerektiğini söyledi. Hastane masraflarını sordum, maaşımızın birkaç katına bedel bir rakam söylediler. İşin daha da garibi, hasta yanında ona yardım edecek bir refakatçi kalırsa ondan da ayrı ücret alınıyormuş.
Arkadaşımı tek başına hastanede bıraktım, işime döndüm. Patrondan iyi bir azar da işittim, ama olsun, arkadaşım için değerdi.
Akşam hastaneye gittim, görüşmek için izin vermediler. Durumu kötüymüş. Çaresizlikten eve döndüm. O gece yalnızdım. Gözlerim odanın tavanına ilişti. Göğsümün daraldığını hissettim.
İçimden bir ses: “Gözünü sevdiğim Kerkük, sen neredesin?” diyordu.
Bağırmaya başladım…
TÜRKMENSAHRA-İRAN
KERVANDA NER OLURSA
Berdi Salur
Aktaran: Pena Toylıyev
Ner[3 - Ner: Yetişkin erkek deve.], diğer develer arasında hemen farkedilirdi, heybetli boynu diğerlerinden daha yüksek ama sırtı biraz alçak, küreği ise genişti. Büyük gözleri biraz korkulu görünür; sallanan koyu kahverengi tüyleri ise ona başka bir güzellik katardı. Boynu uzun, kafası ise hayli büyük olduğundan ona herkes yular takamazdı…. Ama o da kendinden yaman olanı bilir, Töre amcam ile Yazlı ağabeyim yuları alıp nerin yanına varınca, başını onların önüne eğer ve yular takılırken hiç sesini çıkarmazdı.
Töre amcam; “Bu nere, yük yükleneceği zaman hiç “ık” demeye gerek yok, kendisi gelir ve yükün yükleneceği yere çöker. Bu hayvanın dizini aldığımız görülmemiştir, yani bazı develer ağır yüke dayanamaz, yük yüklenirken kalkar ve yükü yükletmemek için sahibine eziyet verir. Bu nedenle devenin ön ayakları bükülerek hayvan yerinden kalkamayacak şekilde ip ile bağlanır. Çavralar[4 - Çavra: Konar- göçer, göçebe.] buna devenin dizini almak derler. Bizim ner ise çok akıllı olduğu için yük yüklenirken sahibini asla sinirlendirmez. Yükün varsa yükleyip yularını başına sarıp bıraksan, peşindeki develeri de alır gidilecek yere kadar kendisi gider. Yokuşlardan yavaş yavaş iner çıkar. Yeğenim Yazlı, bu nerin üstündeki yüke kafasını koyup, salıncakta yatar gibi yatar uyurdu. Bu ner dönülecek yerden kendisi döner, mola verilecek yeri de kendisi bulur. Yükü indirince develeri peşine takıp otlamaya gider ve çabucak da döner; yük yükletmek için hazır bekler. Kervandan tesadüfen bir şey düşse, bizim ner hemen anlar ve durur. Bir eşyanın düştüğünü sahibine bildirir. Bu ner, sadece yük taşımaz, bizim vefalı bir arkadaşımızdır. Rahmetli babam anlatmıştı; bizim Salırlar atalardan gelen göreneğe göre, bir hayvan, at veya deve sahibine vefalı olur, onun yanında hayatını sürdürürse ya da sahibini savaşta kurtarırsa, hayvan öldükten sonra onun kellesinin derisini yüzüp sahibine köpün[5 - Köpün: Kefen.] ederlermiş. Bu ner sahibine çok vefalıdır,” diyerek nerin huyundan, akıllılığından kıvançla bahsederdi.
***
… 1335’in kışı çok sert geçiyordu. Tükürsen tükürüğün yere değmeden donardı. Esen soğuk rüzgâr gökten düşen karı o tarafa bu tarafa öyle savuruyordu ki, karın gökten mi yağdığı, yoksa daha önce yağan karların mı savrulduğu anlaşılmıyordu. Soğuktan dolayı, bütün canlıları yer yutmuş gibiydi. Dışarıda rüzgârın sesinden başka ses seda yoktu.
Ben kavurmalı çorba ile karnımı iyice doyurup, bir miktar ekmeği de yanıma alıp dışarı çıktım. Develerin yanına doğru gittim. Önlerine atılan yandağın[6 - Yandak: Dikenli bir bitki.] yanında geviş getirerek duran develere bakınca, onların bu can alıcı soğukta dışarıda kalmalarına üzüldüm. Yerde yatan ner, benden ekmek istiyormuş gibi geldi. Hemen ekmeğimi bölerek nerin sarkık dudaklarına doğru uzattım. Ner ekmeği yedi ve bana teşekkür eder gibi başını salladı. Ben elimdeki ekmeği koltuğuma soktum ve iki elimi açıp başka yok dercesine avuçlarımı gösterdim. Ellerimi birbirine sürterek, “Gitmezsem olmayacak, çok soğuk,” dedim. Çizmeli ayaklarımı dizime kadar çıkan karlardan zorlukla çıkartıp, eve doğru gittim. O sırada; “Kardeş, Yusup Ağa evde mi?” diye soran kalın sesle irkildim. Boylu poslu, yaşı kırkı geçmiş bir adamdı. Soruyu tekrarladı. Ben soruya cevap veremeden dedem evin kapısından: “Sen buralara gelir miydin Abdı Han?! Bu dondurucu soğukta, yolunu mu kaybettin? Hadi içeriye gel, bekleme dışarıda,” diye seslenerek adamı eve davet etti. Misafir eve girdikten sonra sobaya yaklaşarak ellerini ısıttı ve:
“Valla, Yusup Ağa, bir ricam var, işim biraz acil. Kaybedecek vakit yok,” dedi.
Dedem: “Bizden bitecek bir işse lafı olmaz Abdı Han. Neymiş bu iş, söyle bakalım?” dedi.
“Yusup Ağa, bu kapıya işimin hallolacağı ümidiyle geldim. Dükkanın malzemelerini getirirken kamyon arızalandı. Orasını burasını kurcaladım ama çalışmadı. Kamyondaki yükü Yahek Dağı’ndan bu gece indirmezsek, eşkiyalar yarına kadar bırakmazlar. Yükün yanında sadece şoför kaldı. Devecileri toplayıp, yükü köye getirmemiz gerek.”
“Bu soğukta, bu ayazda… Nasıl olur bilmem ki? Senin de işini bitirmezsek ayıp olur. Develeri toplayıp, çocuklar yola koyuluncaya kadar da hava kararır. Nasıl yapsak acaba?” diye dedem bazı sözleri sesli, bazılarını da sessiz düşündü. Aniden Abdı Han’a bakarak:
“Yükü köye getirmek için kaç tane deve lazım olur?” diye sordu.
“On beş, on altı deve yeter Yusup Ağa.”
“Bu havada develere yükü yükleyebilirsek, getirmemiz en az iki gün sürer. Neyse, lafı fazla uzatmaya gerek yok. Töreee, Guuurt, Yazlıııı, dışarı çıkın! Develeri hazırlayın, urganları da alın,” diye emir verici, azimli sesi ile etrafındaki kubbeli evlere bakarak bağırdı.
Gurt dedem, Töre amcam ve Yazlı ağabeyim gelip misafirle selamlaştılar, hal hatır soruştuktan sonra dedem onlara:
“Abdı Han’ın bizden bir ricası var. Siz develeri alın. Vakit kaybetmeden yola koyulun. Yağmır Pehlivan’a da söyleyin, o da develerinden üç tanesini alsın ve sizinle gelsin. Giysilerinizin kalınlığına dikkat edin, yol azıklarınızı çokça alın! ‘Tok başa belâ gelmez’ demiş atalarımız. Üşüyecek olursanız çayçorba[7 - Çayçorba: Bir tür yemek.] yeyin, soğuk yanınıza bile yaklaşmaz,” dedi.
Dedemin lafını ikiletmemek için, “Bu soğukta bizi bırak, develer bile gidemez,” diyemeden aceleyle çizmelerini ayaklarına geçirdiler, ayak bezlerini sarıp, bulabildikleri kalın giysileri üzerlerine giydiler ve develerini nerin peşine takıp yola koyuldular.
Develerin boyunundaki çan sesleri, onlar uzaklaştıkça rüzgâr sesine karışarak kayboldu.
“Berdimıraaat!”
Bu sesle kendime geldim. Dedemin bana da bir şeyler söyleyeceği ses tonundan belliydi. “Allah’ım, beni bu soğuk havada uzak yerlere göndermesin,” dedim içimden.
“Efendim dede?”
“Oğlum koş, Beki dayına söyle. Bu gece konser erken başlayacak. Komşuları erkenden toplayıp gelsin.
Karanlıktan ne kadar korksam da “Hayır,” diyemedim. Çaresizce babannemin yüzüne baktım. O, “Sen gidedur, ben peşinden gelirim,” diye işaret edince biraz rahatlayıp, dışarı çıktım.
Evimizdeki siyah radyonun etrafında toplanmış komşulara çay yetiştirmeye çalışıyordum. Çaylar sanki kuyuya dökülüyor gibiydi. Hemen bitiyordu. Komşular dinledikleri aydımların[8 - Aydım: Türkmen halk türküsü.], türkülerin zevkinden ya da günün yorgunluğundan çayı terliye terliye içiyorlardı. Radyoda dedemin en sevdiği bağşılardan[9 - Bağşı: Türkmenlerde türkünün bir çeşidi.] Oraz Salır’ın “Gelemen” türküsü çalıyordu.
“Ey ağalar Diyarbekir yurdundan
Gayıbana şehrinize gelemen.”
Bağşının mülayim sesi evin içinde yankılanıyordu. Dedemin yüzü epeyce endişeli görünüyordu. Aslında Oraz Salır’ın bu türküsünü her duyduğunda kafasını sallayıp, gözlerini süzer, türküyü zevkle dinlerdi. Bugün dedemin aklı fikri develerle giden oğullarında idi. Komşularımız da dedemin durumundan haberdar olduklarından, konser bittiğinde evlerine dağılmadılar. Ordan burdan laf açıp dedemin dikkatini başka yöne çekmeye, endişesini dağıtmaya çalıştılar, ama olmadı. Dedeme moral vermeye çalıştılar.
“Yusup Ağa! Maşallah senin oğlanlar böyle kış, kıyamet, zorluk görmemiş adamlar değil. Kaygılanma, nasip olursa yarın öbürgün çıkıp gelirler.”
“Allah esirgesin, aslan gibi oğullarım var. Onların kendi başların çaresine bakabileceklerini biliyorum. Ama onlar aceleyle yanlarına silah almayı da unutmuşlar. Böyle karlı, rüzgârlı gecelerde kurtlar adama düşmandır. Yollar izler de kaybolmuştur. İnşallah çocuklar yollarını kaybetmezler.”
Dedem her ne kadar komşularının yanında sır vermek istemese de, endişeleri ve endişelerinden dolayı yaşadığı korku her hareketinden belli oluyordu.
“Yusup Ağa, çocukların kurt gibiler maşallah. Yanlarında eşek de götürmemişler, iyi de yapmışlar. Yoksa eşek de onlara ayrı bir dert olurdu. Develerin içinde ner olursa kurt bile yaklaşmayı göze alamaz.”
Biraz sonra eşeğin acizliği, nerin cesurluğu hakkındaki efsaneleri anlatmaya başladılar…
Dedem, beni gece yarısından sonra kaldırıp “Kalk oğlum, döşeğine yat,” dedi. Ben oturduğum yerde uyuyup kalmışım. Komşular ise çoktan dağılmışlar.
***
Kervan gideli beş beş gün olmuştu. Beşinci günün sonunda köyün ilerisinden çan sesleri duyuldu. Beş gündür zamanının çoğunu dışarıda geçiren dedem çan sesini duyar duymaz gür sesiyle bağırmaya başladı:
“Çıkın da kervanı karşılayın. Kadınlar yemek işlerine baksın. Develerin otunu suyunu hazırlayın. Ateşi yakın, evi ısıtın.”
Kervanın geldiği haberini alan komşular kollarını sıvazlayıp işe koyulmuşlardı bile. Etrafa doğrama[10 - Doğrama:Bir tür et yemeği.] çorbasının kokusu yayıldı. Kadınlar ise hamur yoğurup petir[11 - Petir: Yufka ekmeği.] pişirmeye başladılar. Alevler tandırın içine sığmıyor, dışarıya taşıyordu. Bizim evin etrafı bayram yerini andırıyordu.
O sırada kervan geldi… Töre amcam ile Yağmır Pehlivan’ın bıyıkları buz tutmuştu. Töre amcamın eline nerin dizginleri öyle yapışmış ki sıcak suyla ayırdılar. Kervancılara sıcak yemek verip doyurdular. Onlar dinlendiler ve siyah radyoda çalan Türkmen aydımlarını dinledikten sonra, komşuların hâlâ dağılmadan kervanın başından geçenleri dinlemek için kendilerini beklediklerini anladılar. Töre amcam çayını yudumlayarak her zamanki rahatlığıyla söze başladı:
“Evet… O gün köyden çıktığımızda yerler post döşenmiş gibiydi. Ortalıkta kararıp duran tek bir şey bile yoktu, yolumuzu kaybettik. Allah’tan şu ner varmış yanımızda. Onu önden yürütüp, develeri de peşine taktık. Gökten yağmakta olan kar ise dinecek gibi değildi. Gözlerimizi açamadığımız için başımıza oyluklarımızı[12 - Oyluk: Keçeden yapılan giyecek.] geçirip, Allah deyip devenin üstünde yatıyorduk. Ner ise yola devam ediyordu. Ben kafamı kaldırarak ‘Abdı Han, araba ne civarda idi?’ diye sordum. Abdı Han oyluktan kafasını çıkararak etrafına bakındı. O, Yahek dağındaki arabanın nerede olduğunu tahmin etmeseydi, bulunacak gibi değildi. Sonra o, arada bir ‘Seyitcemal diye bağırın. Arabanın bekçisi var. Yaklaştığımız zaman o bize cevap verecektir.’ deyip, oyluğunu tekrar kafasına geçirdi.
Arada bir ‘Seyitcemal’ diye bağırıp giderken kamyonu farkettik. Bizi görüp, arabadan inen kara yağız şöför şaşa kaldı. Şoför, Farsça bir şeyler mırıldandı. Sonra:
‘Abdı Han delirdin mi? Allah aşkına, arabanın yürüyemediği yoldan deve yürüyebilir mi? Siz de hemen donmadan geri dönün,’ diye bize baktı. Gurt amcam gula[13 - Gul: Burada Fars anlamında.] bakarak:
‘Biz Abdı Han’ın bir dediğini iki ettirmeyiz. Onun için de arabadaki yükü develere yüklemeli ve köye götürmeliyiz,’ dedi.
Deveciler yükleri hemen develere, biraz ağır olanlarını da nere yüklediler ve yola koyulduk. Seyitcemal: ‘Biz ne yapalım? Kamyonla bu dağların içinde kalalım mı?’ diye ağlamaklı konuştu.
Yağmır Pehlivan Seyitcemal’a bakarak gülümsedi ve: “Seni burada bırakıp gitmeyiz, merak etme. Bu Türkmene yakışır mı? Ayrıca bizim nerin, tek başına senin on arabana bedel olduğunu gözlerinle görmen lazım. Gel,’ dedi.
‘Teşekkür ederim ağalar! Size başka türlüsü yakışmazdı zaten,’ diye Seyitcemal yaltaklandı.
Ner, on altı tane yüklü deveyi peşine taktı, en önden gidiyordu. Bazı yerlerde çukurlardan savulup geçiyor, bazı yerlerde ise burnunu göğe tutup bir şey tespit etmeye çalışır gibi bir süre duruyor ve yoluna devam ediyordu. Şafağın sökmesine yakın Abdı Han:
‘Çocuklar, şu köyde bir tanıdığım var. Oraya gidip biraz dinlensek, karnımızı doyursak, en azından ısınırız. Ne dersiniz? Develer de dinlenmiş olurdu.’ dedi.
Abdı Han’ın dediği kulağımıza hoş geldi ve makul bulduk. Köye vardık ve Abdı Han’ın tanıdığı adamın evinin kapısına vurmaya başladık. Ne kadar vurduysak kapıyı açan olmadı. Abdı Han bana;
‘Töre, kapıya tekme at, aç. Yoksa dışarıda donarız.’ dedi.
Hemen omuzumla kapıya vurdum, açtım. Kibriti ateşleyip evin içine baktım. Bir tane eski kilim serilmiş. Evin ortasında ise bir soba kararıp duruyordu. Hemen odun aramaya çıktım, ama bulamadım. Odun bulamayınca evin arka tarafına geçtim. O sırada bir tane köpek korkudan ürpertici bir sesle bağırarak oradan kalkıp kaçtı. Benim de o an ödüm patlıyacaktı. Çabucak kendimi toparladım ve etrafa baktım. Köpeğin kalktığı yerin arka tarafında bir yığın odun gözüme ilişti. Odundan bir kucak alıp eve girdim. Yoldaşlarım bütün yükleri indirip, eve girmişlerdi. Ateş yakıp ibriği suyla doldurup çay koyduk. Islanmış ayak sargılarımızı ve ayakkabılarımızı kuruttuk. Ayakkabımı başımın altına koyup uyumuşum. Böyle tatlı uykuyu ancak benimle yola gidenler bilir…”
Töre amcam çaydanlığın içinde kalan son damlaları da bardağına doldurup, güldü ve sözüne devam etti.
“Ne kadar yattığımı bilmiyorum. ‘Töre, kalk bakalım. Çay hazır. Karnımızı doyuralım, yola koyulalım,’ diye seslenen Abdı Han’ın sesine zor uyandım. O sırada bir gul gelip konuşmaya başladı ve yüksek tonlu sesiyle yatanları da uyandırdı: ‘Siz kimsiniz? Buraya kimden izin alıp girdiniz?’ diye bağırmaya başladı.
O arada yan tarafına yaslanıp yatan Abdı Han’ı görüp: ‘Gözlerime inanamıyorum. Bu Abdı Han değil mi? Bağışlayın tanıyamamışım. Siz olduğnuzu bilememişim. Bilseydim…’
Abdı Han ev sahibi sözünü bile bitirmeden: Tanıyamazsan da misafir atandan büyüktür, diye söz var, bizim Türkmenlerde, böyle mertlik ne arasın bunlarda” diyerek mırıldandı.
Gul, Abdı Han’dan özür diledi. Ev sahibi eksiksiz ağırladı bizi. Biz ev sahibinden izin isteyip yine yola koyulduk. O günkü soğuk önceki günkünden beş beterdi. Soğuk elimizi, yüzümüzü bıçak kesmiş gibi acıtıyordu. Yolda da dağın içinden geçtiği için arada sırada develerin ayakları kayıyordu ve düşen develeri kaldırma, ağan yükü tekrar yükleme işi Yağmır Pehlivan’la bana düşüyordu.
Hem soğuktan, hem yorgunluktan Abdı Han iyice halsizleşti ve:
‘Çocuklar, bende hiç hal kalmadı. Önümüzde bir tane daha köy var. Orada dinlenelim. Zaten günün de yarıdan çoğu geçti. Kış günü bir avuç, çabucak da güneş batar,’ dedi.
Biz bir an önce işimizi bitirip, evimize gitmek istiyorduk. Bu sebepten Abdı Han’a, köye gitmek istemediğimizi, yükü hemencecik köyüne aşırmak istediğimizi, eğer isterse kendisinin köyde kalıp dinlenebileceğini söyledik.
Abdı Han ile Gurt amcam o köye gidip, bize yardım göndereceklerini söylediler. Gurt amcam bana: ‘Yükün sahibi burada, siz ondan ayrılıp nereye gideceksiniz?’ der gibi gözleriyle işaret yapıp Abdı Han’ı gösterdi. Ama biz yola devam etme konusunda ciddi idik. Han ile Gurt amcam köy taraftaki tepeyi aşıncaya kadar bekledik ve sonra hareketlendik. Ner ise benim çabalarıma da aldırış etmeden Abdı Han’ın gittiği köye doğru dönerek yol almaya başladı. Biz de mecburen onun peşine takıldık. Ner yürüyüşünü yavaşlattığı için diğer develer de yavaşladılar, artık ayakları da kaymıyordu. Biz de biraz rahatladık, ama mesafenin yakın olmasına rağmen köye varabileceğimize inancımız azaldı. Benim gözlerim kapanıyor ve gözlerime ekmekle çay gözüküyordu. Hatta yanıp duran ateşin sıcağı bedenimi ısıtıyor gibi oluyordu. Aniden Yazlı’nın ‘Töre ağabey yoldan çıktın, sıraya girsene!’ demesiyle kendime geldim. Hemen nere baktım, ner ise Yağmır Pehlivan’a doğru bakıyordu. O, donup kalmış gibiydi. ‘Yazlı, hadi çabuk ol. Pehlivan kendinde değil, getir onu buraya,’ diye bağırdım. Yağmır Pehlivan tamamen donmasa da vücudunu kımıldatamıyordu. Belimdeki kuşağı çözüp bir ucunu nerin havuduna, diğer ucunu da Yağmır Pehlivan’a bağladım.
Bütün ümidimiz ilk önce Allah, sonra da nerde idi. Ner bizi köye götürmezse bizim ulaşacağımız yoktu, iyice halsizleşmiştik. Azıklarımız da bittiğinden midemiz zil çalıyordu. Birden, ner ağzından köpük saçarak azıtmaya başladı.
‘Yazlı arkadaki develerin hepsi yerinde mi bir bak,’ dedim. O sırada Yağmır Pehlivan;
‘Töreee! Şu taraftaki kurtlara baksana. Onları, elinizdeki sopalarla korkutarak hemen kovun ve yardım edin, diye bağırın,’ dedi.
Telaşla etrafa baktım ama hiçbir şey göremedim. Korkarak: ‘Yazlı, sen görüyor musun kurtları?’ dedim.”
Yazlı: “Hayır, hiçbir şey görmüyorum. Yağmır Ağa’ya ne oldu acaba?! Yağmır ağabey, güzel sesinle ‘Kim bilir?’ türküsünü çağırsana. Belki Abdı Han’ın gönderdiği adamlar sesini duyup, bizi bulurlar. Onların, şu ana kadar bizim yanımıza gelmesi gerekirdi. Bu fırtınada bağırmazsak bizi bulamazlar,’ dedi.
‘Sözünü yeni bitirmişti ki, ner ön ayaklarıyla karı eşeleyerek ‘Benim olduğum yere kurt gelemez,’ der gibi öyle bir hareket yaptı ki biz biraz rahatladık. Kurtların, Yağmır Pehlivan’ın gözüne gözüne bakıp mı yoksa nerin heybetinden korkarak mı bize yaklaşamadıklarını anlayamadık. Kurtların yaklaşmadığını görünce biraz rahatlayan Yazlı’nın bir şeyler alarak ağzına attığını gördüm. ‘Allah Allah, bu bizden gizleyerek bir şey mi yiyor?’ diye düşünerek yavaşca arkasından vardım. O, benim geldiğimi görüp: ‘İşte şu devenin üstündeki yükte hurma var. Acıktığım için biraz almıştım,’ dedi.
Bunun üzerine Yağmır Pehlivan: ‘Hiç hâlim kalmadı. Git, al, getir. Yiyelim,’ dedi. Yazlı bu sözü bekliyormuş gibi hemen hurmaları avuçlarına doldurup geldi. Biz doğramaya[14 - Doğrama:Bir tür et yemeği.] saldırır gibi hurmaya saldırdık. Ondan sonra bedenimize yeni bir güç geldiğini hissettik. O sırada köy de gözüktü. Bacalardan çıkan dumanları görüp, ısınır gibi olduk. Bize yardım için gönderilen atlılar da önümüzden çıkıp geldiler.
‘Bize yardımınız böyle mi olacaktı? Bari siz biraz daha yatsaydınız sıcacık evinizde, kendimiz gelirdik. Zahmet oldu size,” diye Farslara kendi dillerinde biraz kinayeli konuştuk. Onlar da bize köyden çıkmanın hatalı olduğunu, dışarıda aç kurtların sürü halinde dolaşmakta olduklarını, bazen de köye bile saldırdıklarını söylediler. Konuşmalarından onların Abdı Han’ın sözünden geçemeyip yola çıktıklarını anladık. Onlar sadece biz üç tane Türkmenin on altı tane deveyi nasıl alıp geldiğimizi görüp, kendi aralarında bize duyurarak, ‘Bu Türkmenler verdiği sözün arkasında durmak için ölümü bile göze alırlar,’ diye aralarında Farsça konuştular.
Bizi kapının önünde Abdı Han ile Gurt amcam karşıladı. Onlar gururla bize bakıyorlardı. İçlerinden, ‘Görüyor musunuz bizim çocukları?! Hiçbir şeyi heder etmeden yükü sağ salim getirmişler,’ dedikleri gözlerinden okunuyordu.
Ev sahibi: ‘Siz içeriye girin. Yükleri bizimkiler indirir,” dedi etrafındakilere: “Hemen develeri ahırlara salın!”
Biz sıcacık eve girdik. Donmuş olan ellerimiz, ayaklarımız istediğimizi yapmıyordu. Abdı Han biz iyice ısındıktan sonra:
‘Çocuklar, haydi kendi elimizle Türkmen pilavı yapalım. Bunların yaptığı yemekten ben bir şey anlamadım,’ dedi ve kollarımızı sıvayıp yemek yapmaya giriştik.
Öyle uyumuşuz ki güneşin doğduğunun bile farkına varmamışız.
Evin penceresinden dışarı baktım. Güneş parlıyordu. Güneş ışıklarının donmuş karlardan yansımasıyla gözlerim kamaşıyordu. Ben sevinçten: ‘İnanılır gibi değil. Kış günü kırk türlü,” dedim.
Gurt amcam hemen: ‘Kırkı da karaktersiz demiş atalar. Hadi, şimdi emaneti yerine götürelim. Yerin donu çözülürse çamurda gitmek daha zor olur. Kışa iman olmaz,’ dedi.
Ev sahibi Gurt amcamla Abdı Han’a birer at; bizim de her birimize birer ekmek verdi; “Ekmek yoldaşınız olursa, zorluk çekmezsiniz,’ diyerek bizi yolcu etmeye gelen köylülerine: ‘Görüyor musunuz bu Türkmenleri?! Bunlar Zaloğlu Rüstem’in ta kendisidir,’ diye bize baktı. Biz onların gözünde âfeti, tufanı yenen kahramanlar idik. Biz başımızı dik tutup, biraz da böbürlenerek köylülerin meraklı bakışları arasında yola koyulduk.
Yağmır Pehlivan’ın keyfi yerindeydi. Kirpik isimli devenin üzerinde “Yok menin,” türküsünü söylüyordu.
“Yarimin mezarına uçup yeteyim
Yar yar deyip bu dünyaden geçeyim
Ömrüzaya yıldızı gibi batayım
Senden başka sahibim yok.
Yok menin eeeey! Yok menin…”
Onun seslendirdiği türküyü sedece biz değil, Kirpik de gözlerini süzerek dinliyor gibiydi. Biz uzaktan kecebenin[15 - Kecebe: Gelini baba evinden koca evine taşıyan devenin süslü hali.] başını çekenleri andırıyorduk. Develer iyice dinlendiği için hızlı yol alıyorduk.”
…Töre amcamı dinleyen komşularımız tek kulaktılar sanki. Onlar devecilerle Abdı Han’ın yükünü beraber getiriyormuş gibi, havanın gevşediğini duyunca rahat nefes alarak” Allah’a şükür!” deyip mırıldandılar. Töre amcam ise mendiliyle terini silerken evin köşesinde yastığına yan gelip yaslanarak yatan Yazlı ağabeyi görünce: “Haydi gel, Yazlı, tek ben anlatmıyayım. Sen devam et,” dedi.
Yazlı ağabey gülümseyerek: “Bana anlatacak bir şey bırakmadın. En güzel yerlerini sen anlattın,” dedi ve yerinden doğrularak bağdaş kurup oturdu.
“Devecilik kolay iş değil. Sadece kış ayları değil, yılın diğer mevsimlerinde de kendine göre zorlukları var. Ama daha zoru kış ve yaz aylarında oluyormuş. Ben size birkaç yıl evvel başımızdan geçeni anlatmak istiyorum. Töre Bey lafına daha sonra devam eder,” dedi; oturanlara baktı. Onların dinlemek istediklerini gözlerinden okuyarak anlatmaya başladı:
“Biz kavurucu, sıcak yaz aylarının birinde Artık Bay’ın yükünü alarak yola koyulduk. O seferde sen yoktun Töre Bey. Hastalanmıştın, gelmemiştin. O seferde ‘İt Gıran Çölü’nde giderken çok büyük bir tufan oldu ki, insan, ‘Yer ile gök kavga mı etti acaba?’ diye düşünüyordu. Gözünü açsan içi kumla doluyordu. Yolumuz gözükmediği için çaresiz develeri yelin tersine çöktürdük. Kendimiz ise oyluğumuzu kafamıza geçirip develerin arasına girip yattık. Bütün gece esen tozlu rüzgâr ertesi sabaha kadar devam etti. Sabah parlayıp doğan güneş, akşamki olayı unutturuyordu. Oylukların üstünü kum bastığı için, başımızdan zor çıkarttık. Develer de ayağa zor kalktılar. Yükümüzü kumun altından çıkartarak develere yükledik.
Kervanbaşı Mülkaman Ağa bize su verdi ve: ‘Çocuklar, yolumuz çok uzun. Şu görünen dağa varmamız lazım. Siz pek bir şey yemeyin. Suyumuz iyice azaldı. Aksi halde suyumuz biter ve susuz kalırız. Gayret edelim çocuklar,’ deyip, bize yol göstererek hareketlendi. Peşimizi bırakmayan Alacabars isimli köpeğimiz de iyice susamıştı.
Bunu farkeden Mülkaman Ağa: ‘Şu ağızsız dilsiz hayvana da acıyın. Herkes kendi suyundan bir yudum da şu köpeğe versin,’ dedi. Kervanbaşının dediğini yaptık. Dilini çıkartarak gelen Aalacabars, teşekkür eder gibi kuyruğunu sallayıp, bizimle yola koyuldu. Kervandakilerin büyüğü olan Merdan Ağa bana: ‘Yazlı, sen yola dikkat ederim dersen, hataba başımı koyarak biraz gözlerimi dinlendireceğim,’ dedi.
Ben de: ‘Rahatına bak, Merdan Ağa dikkat ederim,’ dedim.
Kum tepeler, nehrin dalgalarını andırıyordu. Sıcaktan her yer suyla örtülmüş gibiydi. Böyle durumlarda çöle yabancı olanların öldüklerini de duymuştuk. Biz ise Mülkaman Ağa’nın söyelediği dağın tepesini bellemiştik. O sırada Alacabars yan taraftaki tepeliğe doğru gitti. Ner de onun arkasından oraya doğru yöneldi. Nerin yularından tutup zor durdurduk. Köpek ise gözden kayboldu. Merdan Ağa kafasını kaldırarak: ‘Ne oldu, yol kesiciler mi var?’ diye telaşla sordu.
‘Hayır, Merdan Ağa. Köpek yoldan ayrıldı koşup gitti. Ner de onun peşine takılıp gitmek istedi. Durdurduk. Ben bir bakayım, Alacabars ne görmüş?’ deyip, nerin üzerinden indim. Ben iner inmez köpek döndü. Ellerimle onun sırtını okşadım. Onun tüylerinin ıslanmış olduğunu far-kettim ve: ‘Mülkaman Ağa, Merdan ağa, bu civarda su var ki köpeğin sırtı su olmuş, bakın!’ diye bağırdım.
Köpeğin gittiği tarafa koştuk. Gerçekten de su vardı. Hemen ağzımızı suya dayadık. Susamış olan develerimizi de suya doyurduk. Aslında ner ile köpek, orada suyun olduğunu sezmiş olmalılar. İşte yoldaşın köpek ile ner olursa onlar insanı her türlü zorluktan kurtarırlarmış. Onlar vefalı birer arkadaştır. Benim, Töre Bey’in bu ayazlı kışta nerin başımızı kurtardığı konusundaki sohbetini, yaz aylarında da nerin ve köpeğin bizi kurtardığını anlatan sohbete çevirmem boşuna değildi. Yani asil hayvanların her yerde her zaman insanların dostu olduğunu söylemek istiyorum. Ama bu kış, nerin bizi kurtarışı başkaydı. Sözüne devam edebilirsin Töre Bey, benim sözüm bitti.”
“…Komşular, biz yola devam ederken arkada bir devenin böğürmeyisle ona doğru koştuk. Devenin ayağı buzu delip suya girmiş, hayvan ayağını çıkartamıyor, bağırıyordu. Bütün gücümüzle çektik ama devenin ayağını çıkartamadık. Yağmır Pehlivan, baltayla devenin ayağının etrafındaki buzları kırdı. Hayvanın ayağını tekrar çektiğimizde çıkardık. Gidip develerin arasına sokuldu, ama bazı yerleri su olmuş ve oraları da donmuştu. Deve titriyordu. Bizim de giysilerimiz su olduğundan buz tutmuştu. Buzdan çıkan devenin yükünü nere yükledik. Artık hiç halimiz kalmamıştı. Ellerimiz ve ayaklarımız da donmuştu. Yükünü indirerek boşalttığımız havudu yakıp ısınalım derken tepelerin arkasından atlılar göründü. Yanımıza gelip: ‘Töre Bey, Yazlı, Yagmır Pehlivan sağ salim geliyor musunuz?’ dediler. ‘Sizden beklediğim de budur Beşim, Gurbangeldi, Batır, Beğmırat, Recep.”diye onlarla teker teker tokalaşıp, hal hatır sorduktan sonra köye doğru gittik. İçimiz rahatlamıştı. Biraz yürrüdükten sonra tepeyi aşınca köyün bir ucu göründü. Köylüler bizi dört gözle bekliyorlarmış. Onlar toycu görmüş gibi etrafımızı kaplıyarak köye doğru yürüdüler. Bizi karşılayan Abdı Han’a yüklerini teslim ettik. Yanımızda asasına yaslanıp duran Tağan ağa: “Bizden öncekiler boşuna dememiş ‘Kervanda ner olursa, yük yerde kalmaz,’ diye. Kamyonun yapamadığı işi yapan nere maşşallah!’ dedi.”
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/anonimnyy-avtor/sessiz-goc-69499264/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
notes
1
Baça: Afganistan Farsçasında delikanlı.
2
Hristiyan kültürünü, inancını yansıtan resimler, figürler.
3
Ner: Yetişkin erkek deve.
4
Çavra: Konar- göçer, göçebe.
5
Köpün: Kefen.
6
Yandak: Dikenli bir bitki.
7
Çayçorba: Bir tür yemek.
8
Aydım: Türkmen halk türküsü.
9
Bağşı: Türkmenlerde türkünün bir çeşidi.
10
Doğrama:Bir tür et yemeği.
11
Petir: Yufka ekmeği.
12
Oyluk: Keçeden yapılan giyecek.
13
Gul: Burada Fars anlamında.
14
Doğrama:Bir tür et yemeği.
15
Kecebe: Gelini baba evinden koca evine taşıyan devenin süslü hali.