Gülsüm

Gülsüm
Roza Tufitullova

Roza Tufitullova
Gülsüm

Bu eser, döneminin önemli kadınlarından birisi olan, Petersburg’un ünlü sayılan Bestujev Enstitüsünde öğrenim gören, 1912 yılında Balkan Harbine Osmanlı Ordusunda hemşire olarak katılıp, İstanbul’da büyük kahramanlıklar gösteren, Tatar kadınlarının şanını uzaklara yayan Çistay kızı Gülsüm Kamalova’nın hayatının hikâyesidir.
Gülsüm Hanım, Tatar halkının Abdullah Tukay, Ayaz İshakî, Musa Bigiyev, Fatih Emirhan, Fatih Kerimî, Yusuf Akçura, Türkiye’de ise Enver Paşa, Halide Edip, Ziya Gökalp gibi ulu şahsiyetleriyle görüşen biridir. Ayrıca onun Tukay’a olan sonsuz şairane sevgisi, kader göğünde, uzakta parlayan bir yıldırım gibi aydınlık ve gizemlidir. Gülsüm Kamalova Akçurina’nın hayatı genellikle inanılmaz derecede karmaşık, ibretli ve tarihî vakalar açısından zengindir.
Bu eseri tek başıma yazdım dersem, pek haklı sayılmam. Çünkü çok sayıda görüşme, söyleşi ve birçok yazarın tarihî malumatları esere temel oldu. Onların hepsine çok teşekkür ediyorum.

    Yazardan

Roza Tufitullova’nın “GÜLSÜM” Romanına Giriş

Şeyh Kızı
Yirminci yüzyılın başı, Tatar halkının sosyal hayatında uyanış devridir. Bu, elbette Rus İmparatorluğunda meydana gelen değişikliklerden de kaynaklanıyordu. 1905 yılında Çar’ın vicdan özgürlüğü, ifade özgürlüğü ve başka özgürlükler veren manifestosu çıkınca diğer ezilen halklar gibi Türk Tatarlar da özgürce nefes alıp millî haklarını savunmaya başlar. Bu, özellikle Tatar halkının büyük edipleri Ayaz İshakî, Fatih Emirhan, Derdmend, Abdullah Tukay’ın eserlerinde belirgin bir şekilde görülür. Sosyal hayatın her alnında olağanüstü şahıslar ortaya çıkar. Onları arasında birçok kadın da vardır. Rus imparatorluğunda yaşayan tüm Türk (ve diğer) halklarının arasında böyle bir fenomenin olmadığını belirtmek gerekir. Bunun sonucunda, 1917 devriminin ardından İç Rusya ve Sibirya’nın dinî yönetimine kadı olarak Müslüman dünyasında ilk defa bir kadın (Muhlise Bubıy) seçildi.
Roza Tufitullova’nın “Gülsüm” romanı, o dönemde Tatar hayatında önemli bir rol oynayan Gülsüm (Ümmü Gülsüm) Kamalova hakkındadır. Romanı okuduğunuzda onun, neşeli, mutlu günleri ve sonrasında da yaşadığı sıkıntılar, talihsizlikler açıkça gözler önüne serilir. O, halkımızın bir parçasıdır. Burada, iki Rus devriminden sonra ortaya çıkan umutlar, bağımsızlık arzusu, daha sonra o umutların yıkılışı, millî bir facia olarak anlatılmaktadır. Bu açıdan bakıldığında roman, modern Tatar edebiyatında ibretlik bir eserdir. Bugünü anlamak için geçmişi bilmek gerekir.
Bu dönemde Rus İmparatorluğundaki Türk halkları, siyasî arenada Türk Tatar adıyla birlikte hareket ettiler. Hatta ortak bir edebî dil oluşturma arzuları da biliniyordu (Örneğin, İsmail Gaspıralı Bey’in Projesi). Ancak Rus hükümeti bu arzuları kökünden kesti. 1917 Ekim devriminden sonra da Türk halklarına karşı uygulanan siyaset, Bolşevik komünist hükümet tarafından ayrı bir dehşet ile devam etti. Ancak, bugün de Türk halklarının işbirliğine karşı olan güçlerin, kendileri için faydalı işler yaptığını kabul etmek gerekir.
Bu dönemi incelerken Tatarların Kazaklar ile ilişkilerinin sağlamlığına hayran kalırsınız. Onuncu yıllarda bile “Kazak edebiyatı bağımsız olmalı mı?” sorusu etrafında tartışıldı. Yani, Kazak edebiyatının Tatar edebî dili temelinde geliştirilmesi olasılığı tartışıldı. Modern Başkurt edebiyatı gibi…
Medreselerde, özellikle Ufa’daki “Galiye” Medresesinde yüzlerce Kazak genci eğitim aldı. Bunların arasında, gelecekte Kazak şiirinde ün kazanacak Mağcan Cumabay da vardı. Ünlü Tatar yazarı Mağcan’ın medresedeki hocası Alimcan İbrahimov, 1918 yılında “Çulpan” adındaki ilk derlemesini Kazan’da Kerimovların matbaasında neşreder.
Mağcan’ın kaderi, o dönemdeki pek çok millî aydınınki gibi sona erdi. 1929 yılında milliyetçilikle suçlanarak tutuklandıktan sonra zindana atılıp sürüldü ve 1938 yılında vurularak öldürüldü.
Mağcan’ın dilinin saflığına, öz Türkçe ahenginin yankılanışına şaşıracaksınız. Hatta, Tatarca’ya tercüme etmek bile gerekmez. Onun dili, Tukayların, Derdmendlerin, Babiçlerin dilidir. Mağcan, boşuna Derdmend’i kendisinin şiirdeki en büyük ustası olarak görmemişti.
Şair, 1920 – 1922 yıllarında Kızılyar Pedagoji okulunda müdür olarak çalıştı. Aynı zamanda burada, Gülsüm Kamalova adındaki Tatar kızı da öğretmenlik yapıyordu. Elbette, onu buraya devrimin korkunç dalgaları atmıştı. O, kocası Abdullah Akçurin’le komünistlerden kaçıp Kazaklar’ın arasına sığınmıştı.
Ancak ateş yürekli Kazak şaire, Gülsüm’ün evli bir kadın olması engel olamadı. Gönüle söz geçer mi? Şair gönlü biraz arsız oluyor galiba. Şair, soylu Tatar kızına sırılsıklam âşık oldu. Genellikle o yıllarda, Tatar kızlarla evlenmek Özbek, Kırgız, Kazak delikanlıları arasında aydınlık göstergesi sayılmış… Mağcan da daha sonra bir Tatar kızı ile evleniyor.
Mağcan’ın Gülsüm’e olan hisleri elbette samimi, içten ve gönüldendi… Yoksa gönül tellerini sızlatan o aşk şiirleri doğmazdı:
Deve göz , sihirli söz, hanım Gülsüm,
Gökte gün gülmesin, Gülsüm gülsün,
Gülsüm, Güneştir, gökte yavaş yüzmesin bilir,
Sevdirerek yaktığını nereden bilsin?
“Gülsüm Hanıma”
Şair sevdiğinin kocasına kalacağını da, sevdasının karşılıksız kalacağını da çabucak anlar. Bu büyük aşk şiirleri başlarda alev saçsa da daha sonra umutsuzlukla kaplanmıştı. Ancak onlarda epey açık, erotik sahneler de yer alıyordu. Güzel Tatar kadını şairin sevdasına az da olsa karşılık vermiş mi yoksa “Canım! Canım! Çabucak değsin göğüs göğüse, Gözler kapalı hızlı hızlı nefesini alıp…” satırları Mağcan’ın hayali miydi, şimdi sadece romanlarda kaldı. Gülsüm ve ailesi çabucak vatanlarına döndü:
Biliyorum bugün, beni bırakıp gidiyorsun,
Gümüş sulu Akidil’i geçersin.
Kara gözlüm, öldürüp git beni!
Sağ iken nasıl bırakıp gidersin?
Diyerek üzülüyor şair.
Peki, kim bu Gülsüm Kamalova?
1912 yılında Balkanlar’da Türkiye’ye karşı bir savaş başladığı bilinmektedir. Rusya basınında hemen şovenist bir gürültü yükseldi. Güya Bulgar, Sırp ve Karadağlı kardeşlerimize “Türk boyunduruğuna” karşı mücadelelerinde yardım etmek gerekiyordu! Bu mücadeleyi hükümet de destekleyip yardım ediyordu. Sonuç olarak, yüzlerce Rus askeri Balkanlar’a giderek Türklere karşı savaşmaya başladı.
Gülsüm, o zaman Petersburg’da Rus asilzadelerinin kızlarının okuduğu Bestujev okullarında eğitim alıyordu. Onlar arasından da birçok Rus kızı Bulgaristan’a hemşire olarak gitti.
Gülsüm, kız arkadaşlarını topluyor ve Türkiye’ye gidip yaralı Türk askerlerini tedavi etmek için “Hilal-i Ahmer” cemiyetine katılmayı teklif etti. Arkadaşları kabul etti. O dönemde, Rus okulunda okuyanlar, ilk önce millî terbiye alıyordu. Rus basının harekete geçirdiği şovenist kışkırtma, onları aksi yönde cesurca bir adım atmaya itti. Böylece, Gülsüm Kamalova, Meryem Pataşeva, Rukiye Yunısova, ve Meryem Yakupova İstanbul’a gittiler.
Gülsüm Kamalova’nın adı, Tatar basınında ilk defa bu olayla ilgili olarak anılmaya başladı. Türk kardeşlerimize yardım etmek için gelen Tatar kızlarından meşhur “İstanbul Mektupları” adlı eserinde Fatih Kerimî de bahseder.
Elbette, İmparatorluğun başkenti Petersburg’da bir üniversitede, istese de çoğu sıradan Tatar kızı okuyamazdı. Gülsüm, Tataristan’ın ünlü şeyhi Zakir Kamal’ın (1804-1893) en küçük kızıdır.
Şeyh, Gülsüm’ün annesi Fatma’yı ikinci eş olarak aldığında, kız yalnızca on dört yaşındaydı. Genç abıstay, evliliği boyunca şeyhe sekiz kız, bir erkek evlat verdi. Bu Fatma’nın, Tatar yazarı Atilla Rasih’in annesinin babası ile kardeş olduğunu da söylemek gerek. Annesi ise Zeytune Mevlüdova, Tukay’ın gizli sevdasıdır…
O dönemde, kız alıp kız vermenin kendine özgü kural ve kaideleri vardı. Mollalar kendi aralarında dünür olur, zenginler birbirleriyle akraba olurdu. Ancak biz son yıllarda yine bu geleneğe geri döndük, gazetelerden bakanın parlamento başkanıyla, bankacının yönetici ile dünür olduklarını her zaman okuyoruz.
Mal sevdadan önce gelir.
Ancak, şeyh Zakir, Fatma’nın yetimliğine yoksulluğuna bakmadan ilk görüşte âşık oldu ve dünürcü gönderdi. Doğrusu kız okumuş bir soydandı.
Şeyhin kızları, birer birer Tatarların ünlü ve zengin adamlarıyla evlendiler. Esma’sıyla Petersburg mollası, tüm dünyada tanınan din âlimi Musa Bigi evlendi. Öğrenci olan Gülsüm, kız arkadaşlarıyla birlikte onları çok sık ziyaret ediyordu. 1912 yılının Nisan ayının sonlarında Ufa’dan Bigilere Abdullah Tukay geldi. Gülsüm, bu haberi duyar duymaz önce arkadaşlarına ve ablalarına koştu. Ancak şair tabiatı nedeniyle kızların güzelliğini değerlendiremiyor. Hastalığa tutulduğu için onları kabul etmedi. “Biliyorsunuz ki kadın kısmı, özellikle başkent gibi bir yerde büyük okullarda okuyan hanımlar, çok nazik ve kontrolcü oluyorlar” diye bu “kabalığını” arkadaşlarına anlatıyor.
Gördüğümüz kadarıyla Kazak şairi bu tür komplekslerle mustarip değildi.
1912 yılının Kasım ayında, kendisinin çıkardığı “Vakıt” gazetesinde Balkan savaşını anlatmak için Orenburg’tan gelen Fatih Kerimî, kızları Yusuf Akçura’nın yanına götürdü. Yusuf Akçura, “Genç Türkler” hareketinin üyelerinden biridir. Kızları ünlü Enver Paşa ile tanıştırdı. Birlikte fotoğraf da çekiniyorlar. Dört hafta sonra “Genç Türkler” iktidara gelecek ve Enver Türkiye’yi yönetmeye başlayacaktı. O yıllarda, Tatarlar arasında Enver Paşa’nın adı o kadar ünlüydü ki, bu ismin halkımız arasında yayılması tamamen bu kişiyle ilgilidir. Şefkat, Talgat, Cevdet isimleri de o yıllarda Tatarlar arasında yayıldı.
Tatar kızları, sadece sıradan hemşireler değildi. Bir süre sonra Gülsüm Kamalova, Türk savunma fonuna, kadınlardan bağış toplamak gerektiği konusunda bir öneride bulundu.
Belirlenen gün, üniversiteye İstanbul’un ünlü kadınları toplandı. Onlar, vakıf için yüzüklerini, bileziklerini ve diğer kıymetli ziynet eşyalarını getirdiler. Toplantıyı, baş vezirin eşi açtı. Fatma Aliye Hanım ve Halide Edip gibi tanınmış yazarlarla birlikte Gülsüm Kamalova da konuşma yaptı. Onun ateşli sözleri neredeyse tüm Türk gazetelerinde yayınlandı.
Görünüşe göre, Gülsüm doğuştan liderdi. Tatar yazarı Atilla Rasih, şöyle yazmış; “Gülsüm Hanım, coşkulu ve güçlü tabiatlı biri… ayrıca güzel bir kadındı. Uzunca bir yüz, sürmeli, iri, kara gözler, göğsünden çıkan kalın bir ses” (“İşan Onıgı” (Şeyh Torunu) TKN, 199 s.)
İkinci Balkan savaşı Türkiye’nin bir başka yenilgisiyle sonuçlandı. Tatar kızları vatanlarına döndü. Elbette, Çar’ın polisleri, kızların nerede olduklarını çok iyi biliyordu. Kızlara, yükseköğretim kurumlarına giden tüm yollar kapandı.
Gülsüm’ü Simbir’deki (Şimdiki Ulyanovski, orada A. Kerensky, Ulyanov Lenin, Y. Akçura doğdu.) milyoner Akçurinlerin biriyle evli olan Şemsi Nisa ablası misafirliğe çağırdı. Bu vatansever kızı ağırlamak için Akçurinler büyük bir meclis düzenlediler.
Hem güzel, hem cesur, hem de eğitimli bu kızı görünce kim âşık olmaz ki… Abdullah Akçurin Gülsüm’ü kendisine istedi.
Eskiden, gençleri kavuşturmak için yengeleri çok özenle çalışırlardı. Burada da Şemsi Nisa, boş durmamıştır…
Sovyet hâkimiyeti yıllarında Gülsüm ve onunla birlikte Türkiye’ye giden kız arkadaşları, gözlerden uzak, gölgede yaşamaya çalıştılar. Mesela Meryem Yakupova, Termez yakınlarında bir köyde, aile bile kuramadan hayatına acı bir şekilde son veriyor… Diğerleri de büyük ıstıraplar çekerek, Sovyet iktidarının baskısı altında ezilip bu dünyadan ayrıldı.
Oysa bu kadınların hayatı maceralı bir romandır. Sonunda, onlardan biri hakkında yazılan, kıymetli yazarımız Roza Tufitullova’nın bu eseri çıktı.
Eserin, Türk okuru için de ilgi çekici ve ibretli olacağını düşünüyorum.

    Rkail ZEYDULLA,
    Tataristan Halk Şairi
Kara Gecenin Beyaz Meleği
Hastalık ruhun ceketi, vücudumu devanın türlüsüyle
Her gün yamıyorum, ertesi gün yine yırtık görüyorum.
Vardı, yalnız kalıp, şiirle, şarkıyla avunduğum zamanlarım, Şarkının, şiirin yarısında göğsümü tutup öksürürüm!
    “Hasta Hali” A. TUKAY
Petersburg, yine beni eşsiz güzelliği, sihirli beyaz geceleri ile karşıladı. Tabiatın bu mucizesi, şehre ayrı bir hava ve ilahî bir güzellik katıyor sanki. Ondan mıdır bilinmez, insanın onun sokak ve meydanlarından geçerken sadece parmak uçlarında yürüyesi ve sohbet ederken fısıldaşarak konuşası gelir. Sanki öyle yapılmazsa, bu mağrur şehrin gizemli ahengi hissedilmeyecektir.
Petersburg’da kalbe dokunan yerler az değildir. Buraya her gelişimde, şehrin merkezî caddelerinden sayılan Kazan Caddesinde gezinmeyi seviyorum. Hem ismiyle hem de görüntüsüyle dikkatleri üzerine çeken bu cadde, nice sırlar ve değerli hatıralar saklıyor. Zamanında, bu cadde üzerindeki 39 numaralı evde Polonyalı büyük şair Adam Mintskeviç yaşamış. Onun yanına ara sıra büyük Rus şairi Aleksandr Puşkin ve yakın arkadaşlarından şair Anton Delvig de uğrarlarmış. Daha sonra bu ev, Petersbug seferlerinde Nikolay Gogol’un sığındığı ev olmuş.
Kazan caddesinin sol tarafındaki ara sokakta yer alan 37 numaralı eve, kardeşi Olga Freydenburg’un yanına Moskova’dan ara sıra genç âşık şair Boris Pasternak da gelirmiş.
Bir süre de, caddenin 3 numaralı evinde ünlü Rus şairi Anna Ahmatova yaşamış. Onun eşsiz görünümünü taş duvarlar bile hatırlıyor sanki… Kısacası, Kazan Caddesine, hiç şüphesiz, şairler caddesi denilebilir.
Mimarî açıdan herhangi bir özelliği dikkat çekmese de bu caddede bulunan benim aradığım 5 numaralı ev de gösterişli ve nurlu bir binadır. “Kazan Misafirhanesi” olmuş bu evde, çok eskiden tanınmış şahıslar kalıyorlarmış. Bundan yüz yıl evvel, daha doğrusu 1912 yılının Nisan ayının sonunda, o evde Tatarların meşhur genç şairi Abdullah Tukay da kalmış.
…Tukay da kalmış…
…Petersburg’un beyaz gecelerine sarılıp dertli, hasretli duygularla içim dışım donmuş, ağlamaklı bir hâlde sessiz sedasız misafirhane katını izliyorum. Tüm huzursuz düşüncelerim sadece asırların küçük Abdullah’ını satan, ağlatan, “Tukay“ yapıp kederlendiren, içini döktüren, “milletim” diye can attıran acı kader, dermansız hastalıklarla acı çektiren tarafa doğru yöneliyor… İşte düşüncelerimin ne kadarı gözümün önünde saçılmış “yerde” yatıyor. Teker teker topluyorum. Ruhuna bağışlar gibi hangi rahatlatıcı ve eşsiz duaları bulacağım? Kalplerini parçalayarak şairin ruhu acıyor:
Anneciğim, en son kez sen öptüğünden beri,
Her kapıdan sürdü oğlunu sevda bekçisi.
Ey sevda bekçisi! Sen o kadar taş kalpli misin? Sen hâlâ burada nöbet mi tutuyorsun yoksa? Belki senin için “geçmiş” diye bir şey de yoktur. Öyleyse, şimdi sen, elinde bir buket zambak tutan, ak gönüllü, Tukay için can veren, soylu Tatar güzeli Ümmü Gülsüm Cokonda[1 - Cokanda: Mona Lisa demektir. Ümmü Gülsüm’le birlikte kullanılması onun güzelliğini pekiştirmek içindir. En güzel manasını vermektedir.]’yı hatırlıyor musun? Elbette hatırlıyorsun! Cevap vermek yele savurmak gibi, diyorsundur. Ansızın düşüncelerimi sıkıştırmak istercesine, işte şu rüzgâr, yani kader rüzgârı, inanılmaz bir hız ve kuvvetle kararan bulutları buraya sürüklüyor. Göz açıp kapayıncaya kadar, soğuk ve dondurucu bir yağmur yağıyor. Muhtemelen bundan bir asır önce yaşanmış olayları hatırlatmak içindir…
…Ne yazık ki, Rusya’nın başkentini boydan boya gezmek, mücevher kaplamalı saraylarını, müze ve tiyatrolarını görmek nasip olmuyor şairimize. Petersburg’a gelince, onun ciğerini yakan verem daha da güçleniyor. Şehrin iliklere işleyen nemli, soğuk havası, şairi günlerce misafirhanede kalmaya mecbur bırakıyor. Herhâlde, burada yaşayan arkadaşları onu yalnız bırakmamaya çalışmışlardır. Şairi görüp onunla tanışmak isteyenlerin sayısı da günden güne artıyor.
Ancak, şair şimdilik kimsenin kapıyı çalmasını istemiyor. O, her zamanki gibi ellerini başının altına koyup, gözlerini yumup Musa Bigiyevler’de[2 - M. Bigiyev: Önemli din âlimi, yazar, filozof.] geçirdiği kara gecenin beyaz meleğini gönlünden geçirip, tekrar avunmak istiyor. Ne hikmetse, bu gizli ve ilginç hayal, sanki onun lanet öksürüğünü ve hastalığını bir an için unutturuyor.
…“Dünya kafesinden” uçup gitmeye hazırlanan çaresiz şairin yüreğine aniden, beyaz meleği gelerek şefkatle “dokunmak” istedi. Eğer melek göze görünüp yürümeye başlarsa, tabii ki… Gece meleği “beyaz sisler” içinden “süzülerek çıkıp” dile geldi. Ne kadar yumuşak, hüzünlü, sevgi dolu bir ses:
– Tukay Bey, lütfen bağışlayın. Daha fazla dayanacak gücüm kalmadı. Öksürüğünüz çok şiddetli. Sizin için yüreğim parçalanıyor… Şu kekikli sıcak sütü bir için. Mutlaka şifa olacaktır. Sağlığınıza kavuşunuz, diyerek nasıl ortaya çıktıysa, öylece “eriyip” yok olmuş.
Ümmü Gülsüm, şairin o denli azap çekmesini sadece duvarın ardından nasıl sakince dinlesin. Onun, yasak ve sınırlarına boyun eğmeyen, kaç ömür sevda ateşinde yanan sıcak bir kalbi var. Sevgili Tukay’ını iyileştirmek için onun bir fikri, bir sözü, bir nefesi yeterliydi sanki. Ah, hayal ile gerçek arası ne kadar derin bir uçurumsun.
Ümmü Gülsüm’ün dünürü, arkadaşının kızı Meryem’in de yüreği parçalanıyor, teni ürperiyor, çıt sesinden bile irkilip, kapının önünde nöbet tutuyor. Ümmü Gülsüm hane halkının gözüne görünmesin ve aman Musa Efendi uyanmasın. İnşallah, o bugün çocukların yanında uyuyor. “Utanmaz arlanmaz sen nasıl cüret ettin?” diye gözünü bile açtırmazlar. Tukay’ı da zor duruma sokarlar. Anlatmaya da aklanmaya da vakit bulamazsın…
– Hakikaten melek, diye düşündü Tukay, kendini yaşam ile ölüm arasında tutan boğucu öksürüğü azalınca. Ancak her şeye rağmen bu “gereksiz” duygu tüm hücreleri ve bedeniyle karıştı.
– Şu cesur ve kararlı kız öğrenciye bak! Acımış… Siz değil hanımefendi, kader acımamış. Gerekmez de. Benim maksadım, yolum başka. Benim için üzülenleri sevmiyorum ben hanımefendi, siz çok yanıldınız…
Bu ne ses yine, ilkbahardaki çimler gibi kesekli yol kenarında baş mı kaldırıyor?
– Şairim, sen bu anlarda yanında sevdiğin birinin olmasını istemiştin, değil mi? İşte “sevda bekçisi” onu senin huzurundan esirgemedi.
Ne var ki, “hikmetli gece” yine tekrarlanacaktı. “Son nefesinde yine bu “beyaz melek” indi. Bir sihir yaptı, sessizce fısıldadı ve yine öyle nur içinde çabucak eriyip kayboldu. Yeniden düşünceler birbiriyle savaştı. “Hükümdar sevda bekçisi” peyda oldu ve bu şiir sayfasını “açtı”:
Derdime benim ilaç var: Ya ölüm, ya kavuşma;
Bunların her biri bu sorgucuyu mutlu eder.
Ya canım ol, ya canımı al; Anladın mı ey güzel!
Beni yanında ölmek ile talihe eriştir.
– Ölüm meleği o kadar yakın mı ki?
– Hayır…
– E sen yanılıyorsun, benim “hayat meleğim” o değil ki.
– Biliyorum.
– Benim son şiirim de, gökyüzünün ahengi ile başka türlü yankılanacak.
– Belli, “vasiyetin” de senin gibi mukaddes ve uludur. Sen dünyaya ağlayarak gelsen de giderken şarkı söyleyerek gitmeye niyetlisin. Doğru değil mi?
– Belki. Sevda meleği, sen son günlerde çok değiştin sanki. Ama ben bu evden çabucak kaçmak, senin tarafından hayattan sürülmek istiyorum. Sen kendi aslına ihanet etmezsin değil mi?
…İşte, nihayet, Tukay dilediğince “özgür”. Arkadaşları onu Bigiyev’lerden alıp misafirhaneye götürdü. Ama o burada da soğuktan, öksürükten ve meleklerden kurtulamaz, muhtemelen.
– Yine de sağ ol, karanlık gecelerin beyaz meleği…
Şair birden irkildi, işte yine biri odanın kapısını çaldı.
– Kapı açık giriniz, dedi Tukay, belirsiz bir iç sıkıntısıyla.
Kapıdan gülümseyerek giren Avrupaî giyimli, çok güzel, uzun boylu kızı görünce bir an için şairin dili tutuldu. Kız ise o sırada şairi selamlayıp içeriye geçti. Elindeki yeni açılmış zambak buketini masaya koydu ve Tukay’ın çiçeklere şaşkınlıkla baktığını görünce:
– Çiçekler nereden mi diyorsunuz? Kavşakta Finliler satıyordu. Bu çiçekleri sizin de sevdiğinizi biliyorum. Baksanıza, Petersburg’a da bahar gelmiş, diyerek gülümsedi.
Odaya kendisi ile birlikte baharın, çiçeklerin kokusunu ve fışkıran gençlik enerjisini getiren bu kız, “Beyaz Melek” şairinin çok iyi tanıdığı biri. O, arkadaşı Fatih Emirhan’ın[3 - F. Emirhan: yazar, gazeteci.] sevdiği kız Şemsi Nisa’nın küçük kız kardeşi, Çistay kızı Ümmü Gülsüm Kamalova idi. Abla-kardeş bu kızlar, sık sık “El Islah” gazetesine Fatih’in yanına gidiyorlardı[4 - Emirhan R. Emirhannar. –Kazan: “Megarif” Neşriyatı. 2005.].
Bazen onların peşine Şemsi Nisa’nın ortanca kardeşi Hetime de takılıyor. Birbirinden güzel ve okumuş bu kızlar gazeteye gelince Fatih, kendini gökyüzünün yedinci katındaymış gibi hissediyor. Daha çok da sevgilisi, soylu Şemsi Nisa’nın edebiyata yönelmesini Rusça ve Fransızca hikâyeler tercüme etmeye başlamasını tüm yüreği ile destekliyor.
Kızlar arasında, cesareti ile diğerlerinde ayrılan Ümmü Gülsüm’ün kendine hevesle geldiğini biliyordu Tukay. Kazan’ın okumuş kızları arasında ona can atanlar az mı ki? Ama Tukay her zaman, kızı görmemiş gibi yapıp odadan çabucak çıkıp gitmenin bir yolunu arıyordu. Sadece bugün, misafirhanede baş başa, göz göze kalınca, görmezlikten gelmek mümkün olmadı. Duyduğuna göre, Ümmü Gülsüm Petersburg’un meşhur Bestujev Enstitüsü’nde okuyor. Bak ya, nasıl değişmiş! Rusların soylu kızlarına benzemez o… Yok yok ona en yakışanı beyaz melek suretinde gezmesi.
Ümmü Gülsüm de Tukay’ı süzüyor. Şair biraz iyileşmişe benziyor. Öksürüğü de önceki kadar korkunç değil. Yoksa diğer gecelerde Tukay’a üzülüp az mı kederlendi Gülsüm.
Odayı kaplayan rahatsız edici sessizliği Tukay bozdu:
– Sizi buraya Musa Bey mi gönderdi, dedi şair, ona oldukça katı bir tavırla.
– Hayır, hayır. Benim sizin yanınıza geldiğimden Musa Bey haberdar değil. Ben onların dairelerinde unuttuğunuz eşyalarınızı getirdim, diyerek kız, küçük çantasından masaya sigara kutusu ile saç tarağı çıkarıp koydu.
– Boşuna zahmet etmişsiniz, bir öğrenci gelip alırdı.
– Ne zahmeti, Tukay Bey, dedi kız özel bir ihtimamla.
Ama kızın şaire söylemek istediği başka şeylerin olduğu hissediliyordu. O, nihayet tüm cesaretini toplayıp söze başladı:
– Eğer sevgili şairimizin üç gece boyunca Musa Beylerde azap çektiğini görmesem buraya gelip sizi rahatsız etmezdim. Sizin gecikmeden Kırım’a gitmeniz gerek Tu-kay Bey. Kırım havası ile deniz suyu sizi çabucak ayağa kaldıracaktır. Kırım’da benimle aynı okulda okuyan Meymüne adlı bir kızın anne ve babası yaşıyor. Onlar çok iyi insanlar, bu günlerde sizi kabul etmeye hazırlar, deyip şaire telgraf kâğıdını uzatıyor. “Eğer izniniz olursa, biz Meymüne ile sizi Kırım’a kadar uğurlarız…”
Tukay’ın yüzünün birden değiştiğini gören kız sustu.
Bu okumuş zengin kızlar da adet haline getirmişlerdi. “Efendim” diye diye can sıktıkları yetmezmiş gibi birbirleriyle yarışıp beni tedavi ettirmek istiyorlar, deyip şair gayrî ihtiyarî yumruğunu sıktı. Ardından yine sert görünmeye çalışarak, sözlerine devam etti:
– Boşuna endişeleniyorsunuz hanımefendi. Bana Kırım da, İsviçre ile Finlandiya da lazım değil. Dün beni Petersburg’un en ünlü doktoruna gösterdiler. O hastalığımın geçici olduğunu söyledi.
– Bu habere ziyadesiyle sevindim. Yalnız benim buraya gelmem sizi pek memnun etmedi, deyip Ümmü Gülsüm yerinden kalktı.
Tukay “Kara gecelerin beyaz meleği, teşekkür ederim, gerisini söyleme, gerekmez, hoşça kal!” demek istedi. Ama onları söylemek nerde! O sözler dilinin ucunda kaldı.
Ümmü Gülsüm yine samimiyetini kanıtlamayı düşündü:
– Tukay Bey, söyleyeceklerim sizi canından çok seven, şiirlerinizi duaya denk gören temiz kalpli kızlarla ilgilidir. Siz onlardan yüz çeviriyorsunuz. Denize sırt çevirmeniz de şaşırtıcı. Ancak deniz size ne kadar çok ilham verirdi.
Tukay’ın gözünde zehirli kıvılcımlar gören Gülsüm, yine susmak zorunda kaldı.
– Hanımefendi, Allah size Rusya’nın başkentinde eğitim alma fırsatını hasta şairin yanında oturmanız için vermemiştir diye düşünüyorum. Sizin gibi bilim ateşiyle yanan kızlarımızı ben başka duygu ve düşüncelerle yanıyorlar diye düşünsem de sizin genellikle ufak tefek meselelerle ilgilendiğiniz ortaya çıkıyor. Milletimizin büyük değişimlerin arifesinde olduğunu az çok tahmin ediyorsunuzdur, değil mi? Şimdi halkımıza hizmet için çok fedakâr kadın ve erkek öğretmenler gerekiyor.
– Kusura bakmayın, dedi kız, duyulur duyulmaz bir sesle. Ne derseniz deyin size yardım etmeye çalışmayı ufak tefek bir iş olarak görmüyorum. Sernovodski’den size arkadaşınız Fatih Emirhan Bey vasıtasıyla yolladığım mektubumda öğretmen olduğumu ve nasıl bir öğretmen olmaya çalıştığımı açıkça yazmıştım. Öğretmen olmak benim de en kutsal hayalim.
Kızın bu sözlerinden sonra kendini aşırı gergin hisseden Tukay, ona gözlerini dikip baktı. Ümmü Gülsüm’ün yanaklarından süzülen gözyaşları onu derin bir çaresizliğe sürükledi. İçten içe, kendi kendini azarlamaya da, haklı çıkarmaya da vakit kalmadan, kapı çalındı.
– Giriniz, dedi şair, kendi sesini tanımayışına şaşırarak. Odaya gürültüyle Petersburg’da okuyan bir grup Tatar öğrenci girdi.
– Müsaade var mı, Tukay Bey?
– Selamünaleyküm, şairimiz!
–Hoş geldiniz, Tukay Bey!
–Sağlığınız nasıl? Sizi göremeyeceğiz diye o kadar endişelendik ki…
–Biz meşhur Tukay’ımızın yanındayız, ne büyük şans!
– İşte, nasip olunca…
Her biri öyle kendince sevinip, Tukay’ı yüceltip tokalaşarak şiir ile selamladı:
Bir mukaddes his ile herkes hayran bugün;
Çalıyor sazım da bayram ezgisini: bayram bugün!
Dinledim usulca eserken bayram rüzgârını,
O da söylüyor sanki; Bayram bugün, bayram bugün!
– Cokonda, sen de mi buradasın? Sen her zamanki gibi mahir ve güzelsin, dedi delikanlılar arasından en cesuru, Ümmü Gülsüm’e hitap ederek.
???Tukay zor bela hafifçe nefes aldı.
– E biz tüm şehirde seni arıyoruz. Musa Beylere de gittik. Senato meydanında gerçekleştirilecek “Ak Çeçke”[5 - Ak Çeçeke: Beyaz Çiçek”] eylemi yarına ertelendi. Meryem Hanım ile ikinize önemli bir görev veriliyor. Biliyorsundur zaten, dedi ciddi ve yaşça daha büyük görünen delikanlılardan biri.
Ümmü Gülsüm “biliyorum” der gibi başını salladı ve aceleyle kapıya yöneldi. Vedalaşmadı bile…
– E, siz neden ona “Cokonda” diye sesleniyorsunuz, diye sordu Tukay, kız çıkıp gidince.
“Ümmü Gülsüm” diye, içi sızlayan, hayal kurarak gülümseyen delikanlılardan birisi cevabı uzatmadı.
– Niye… gizemli gülümsemesi yüzünden. Ayaz İshakî[6 - A. İshakî: Önemli gezgin, yazar, dramaturg, yayımcı.] Ağabey, Petersburg’da olduğu dönemde ona her zaman “Cokonda” diye sesleniyordu. O: “Meşhur İtalyan ressamın portresini hatırlatıyor” demişti.
–Evet, Ümmü Gülsüm’de Leonardo da Vinci’nin portresindeki gibi gizemli bir görüntü diyorsun, dedi gözlüklerinin ardından mavi gözleriyle gülümseyen Tukay.
– Onun kendi ismi yine de daha çok yakışıyor bence, dedi Tukay, delikanlılara bakmamaya çalışarak.
– Evet, yemin ederim öyle!
– Öz Tatarca!
– Çok güzel bir isim, diyerek diğerleri, gürültüyle şairi destekledi.
Tukay’ın da yüzü canlanıp pembeleşti. Gençler arasından söz ustası olanlar, şairin moralini yükseltmek için epey konuştular. Tevazu ve sabırlı olanları bu önemli görüşmeye içten içe sevindi. İnce ruhlu olanlarının yüreği kan ağladı. Tukay ve şiir ile yatıp kalkanlar şiir okudu:
Ayrılsam da senden ömrün şafağında ben,
Ey Kazan ardı! Döndüm sevip yine de sana ben.
O tanıdık kırlar, çayırlar önce duygumu çekti;
Çekince bırakmadı, geri verdi son cismimi.
……………………
Büyüktür orman: sınırları görünmez deniz gibi;
Uçsuz bucaksız, hesapsızdır, Cengiz’in askeri gibi.
Ansızın akla düşer, namları, devletleri,
Görürsün atalarımızın tüm kuvvetini.
Açılır önünde tarihten tiyatro perdesi.
Ah, dersen, biz neden böyleyiz, biz de Hakkın bendesi.
Tukay anladı ki; bunlar saf Tatar çocukları çünkü Tatarların gönlü hiçbir zaman kedersiz, hasretsiz olamıyor. İşte onlar Tukay’ı da sıcak, hasretli, sevdalı hislere büründürdüler. Şair bu gençlere minnettar kaldı. Görüşmeyi tamamlayıp onlara hediye olarak şiirsel bir ruh ekleme isteği de bu yüzdendi.
Seviyorum ben sizi, siz hakiki genç yiğitlersiniz;
Ümit var sizde, siz gerçek münevverlersiniz.
***
Tüm fikrim gece gündüz sizin hakkınızda milletim:
Sağlığın, benim sağlığım, hastalığın benim hastalığım.
Sen karşımda her şeyden kutsal ve hürmetli:
Dünyaları verseler de satmam milletimi, milliyetimi.
Tukay bir süre alkışlara ve hayranlık dolu seslere gömüldü…
– Tukay Bey, sizi yarınki “Ak Çeçek” bayramına davet ediyoruz.
– Sabahleyin gelip sizi alırız.
– Etkinlik tüberküloz hastalarına yardım etmek için düzenleniyor.
– Petersburg’daki tüm Tatar gençleri toplanacak orada.
Öğrenciler, Tukay ile görüştüklerine çok memnun olarak, ertesi gün görüşmek üzere vedalaşarak gittiler. Şair, bayrama gelmeye söz verdi.
Oda sessizleşti. Yalnız nedendir “özlem vakitleri” hâlâ huzur vermiyordu:
Uyuyorsun rahatça; geceleyin uyansan bir an,
Etrafın sessiz sedasız hiç ışık yok, atmamış tan.
O vakit gençlerin nazarında: candan üzülüp, candan sızlanıp
Ağlıyorsun, Can Zühre ile Can Tahir’e acıyıp.
Şair ağlıyordu.
Ayıp vallahi! Petersburg’daki gazeteci arkadaşları Kerim Sagid ile Kebir Bekir’e bu “meleği” şikâyet etmişti değil mi? Güya, Musa Bigiyev’lerin dar evlerini, kız öğrenciler sarmış. Doğrusu şairin fiziksel ve ruhsal durumu, onların aşırı hürmetini ve fazla iltifatlarını kabul edecek derecede değildi.
İşte yine onun çelişkili ruhu, karakteri, hastalığı, acı kaderi, sayılı günleri, sevda ve talih hakkındaki düşünceleri, sözün birleştiği gibi göğsüne gelip yapıştı… Tukay’ın ruhunda acımasız dokuz tonluk bir dalga yükseldi. Kızgın ak köpüklü, dalgalı hisler titredi, çalkalandı, dalgalandı.
– Kırım diyorsun sen “tabiatın nazlısı”. Sen ise iyi biliyorsun; o suyun sadece güneşli ve sığ yerinde yüzenler için sıcak olduğunu. Benim gibi hakikat denizinde yüzenler için durum daha farklı. Daha derinlere inildiğinde onun suyu daha soğuk ve basıncı daha güçlü. Şairin gönlünde kopan duygusal fırtınaların şiddetini, duygu ve düşüncelerimi hayat isimli en sığ denizin yuttuğunu da daha sonra anlarsın…
Ümmü Gülsüm, o anda gözyaşlarına gömülüp merdivenden inerken yalnızca bir şeyi düşünüyordu: Çabucak buradan gitmeyi! Çabucak! Ayakları onu kendi kendine Neva nehri kıyısına çekti. Bahar baharlığını yapıyor. Neva’da buzun kalktığı dönemdi. Ayna gibi su üstünde birbirinden gösterişli saraylar, evler dalgalanıyor. Buzlar eriyor. Yalnız şairin yüreğindeki buz tabakasının kaldırılması mümkün değildi.
Kaderin ebedî buzunu kırmaya, donunu eritmeye Ümmü Gülsüm’ün sıcak hisleri bile yetmez sanki. Tukay, büyük bir buz dağı gibi. Onun için senin beyaz yelkenli gemine çarpıp gitmek hiçbir şey ifade etmiyor belki. Öyle değil mi?
– Hayır, hayır, hiç öyle değil, deyip hararetlenerek gözyaşları ile kendi kendine ispatlamaya koyuldu Ümmü Gülsüm. Çünkü o, bu zamana kadar Kazan’daki Dvoryanlar kulübünde geçen edebiyat ve müzik gecesinin tatlı “düşü” ile yaşıyordu[7 - Kazan’da ilk defa düzenlenen edebiyat ve müzik gecesinde Gülsüm, Tukay ile görüşüyor. Tukay’ın akranı, yazar, din âlimi, gazeteci Galiesgar Gafurov Çıgtay kendi günlüğünde bu olayı tam vakti ile kaydeder. 1908 yılının 8 Mart akşamı oluyor O akşam Çıgtay şairin Çistay şeyhi kızlarının etrafında dolaştığını yazıyor. Ertesi gün sabah Tukay tarafından yazılan “elin” şiirinin o kızların birine ithaf edildiğini de hatırlatıyor (Gafurov –Çıgtay G. Saylanma Eserler. Kazan: “İhlas” Neşr., 2013. -331 -333, 342-345 s.). A. Tukay ile Zeytunenin ilk karşılaşmalarına gelirsek o 1908 yılının Mayıs ayı başına denk geliyor (Aliyeva E., İbrahimova F. Gabdulla Tukay: Tormış hem İcat Yılyazması. Kazan: Tatar. Kit. Neşr. 2003).]. “Posta oyunu” onları nasıl yakınlaştırmıştı o akşam. Âşık “postacı Ümmü Gülsüm”, fırsattan istifade Tukay’a birbiri ardına mektuplar yazar ve gizemli şekilde şairin avucuna bırakır. Neden başka bir kızın mektubunu versin! Tukay da bu zamana kadar görülmemiş bir sıcaklıkla: “işte mektupları ile sevindiren güzel kız, sadece tek bir kız mı oldu, diye dalga geçiyor. Size postacı olmak çok yakışıyor. E, mektupları okumak da bayram sayılır”, diye fısıldıyor ve Ümmü Gülsüm’ün elini nazikçe tutup bir an bırakmıyor. Kızın yanakları al al olup yanıyor, bakışı yakıyor, gülümsemesi okşuyor. O mağrur, enfes boy pos, küçücük incili kalpak[8 - Kalfak: inci ile işlenmiş, kadifeden dikilen kadın şapkası.], beyaz inci dişler, vişne gibi davetkâr dudaklar…
Şairin yüreğini her nasılsa belirsiz bir huzur hissi kaplıyordu.
– Tukay Bey, mektupları yüksek sesle okuyunuz, diyen gençlerin şamataları onu ancak gerçek hayata döndürdü.
– Müsaade ederseniz, ben mektubun sahibine bir şiirimi okuyayım.
Gençler, Tukay’ın ağzından çıkacak mucizevî sözleri bekleyerek, sustular.
Can feda eden fakirim, aşkın kelebeğiyim;
Gel, güzel, görkemin göster: Yanayım, gel, yanayım.
Ey Allah’ım, akıl ver, zindanda kalmayayım.
Bu kıza aşkımdan divaneyim, divaneyim.
İşte şimdi ise o gün kendine mektup getiren “şairi tedavi ettireyim” diye çırpınıyor. “Kırım’a gitmek için para topluyorum” diye kendine ait olan tüm süs eşyalarını, kıymetli incili kalpaklarını sattı. Ondan görüp, yine birçok kız sevdiği küpe ve bileziklerinden vazgeçti. Şair bu durumu bilse, onu odasından kovardı. Ümmü Gülsüm de nasıl aşk dolu bir ruhla yaşadığını göstermek istemiyor o şair. Bir hafta önce ise, ondan daha mutlu kimse yoktu herhalde. Beklemediği, hayal etmediği bir anda Tukay’ın Petersburg’a geldiğini kendi gözleri ile görünce, sevincinden ne yapacağını bilememişti. Hem de kimlerde kalacakmış? Ümmü Gülsüm’ün eniştesi, Petersburg’un mollası, tanınmış din âlimi Musa Bigiyev’lerde!
Tukay’ı Petersburg’a çağıran yazar Musa Bey olduğu için şair, tren istasyonundan doğru onlara geliyor. 1912 yılının başında Petersburg’un bir grup aydını Petersburg’da “Söz” ya da “Haber” isimli gazete çıkarmak için toplanıyorlar. Yeni gazeteye editör olarak Tukay’ı çağıran bir mektup yazıyorlar. Ancak gazete yayınlanamıyor. Tukay, bahar başında Petersburg’a gelince bu mesele gündemden kalkmış oluyor. Yalnız önceden haber verilmemesi sebebiyle biraz huzursuzluk çıkıyor. Tabii ki, evde kargaşa kopuyor. Musa Bey’in çalışma odasını misafir için boşaltıyorlar. Güneşli divanda yatak hazırlanıyor. Yolda mı hastalandı yoksa daha önce mi olmuş, Tukay durmadan öksürüyordu. Ağzına hiçbir şey almıyordu. Ümmü Gülsüm, sabah yandaki lavaboya girerken şairi görüp hayran kalıyor. Kızın gözlerini istemsizce gözyaşları kaplıyordu. Dışarıdan zayıf ve delikanlı gibi görünen şair, bu dakikalarda ona son derece yakın ve acınacak hâlde geliyordu. Konuşmak, teselli etmek istiyordu onu, ancak Esma ablası onu da Ümmü Gülsüm’e çöpçatan olacak Meryem’i de Tukay’ın yanına yöresine yaklaştırmıyordu. Esma Hanım’ın emri kesindi: “Edepsizleşmeyin”, şairi rahatsız etmeyin! Ablasından duyduğu, durdurmaya yeter mi Ümmü Gülsüm’ü? O şimdiden, şairin dikkatini çekecek iyi planlar kurup onu iyileştirmenin yollarını aramaya başlamıştı bile. Mesela, şair iyileşmeye başlayınca o, ona Puşkin’in gezdiği sokakları gösterecek. Çabucak meşhur şarkıcı Şalyapin’in konserine götürecek. O da sabahın ilk ışıklarıyla bilet almak için sıraya girecek… Derslerden sonra böyle güzel hayallere dalıp Bigiyev’lere gittiğinde, açık kapıdan boş divanı görünce Ümmü Gülsüm sessiz kalkaldı.
–Nerede o?
– Nerede mi? Bayazitov’un adamları geldi ve onu alıp gittiler, dedi ablası Esma. Eniştenin dönmesini de beklemek istemediler. Ablasının keyfinin kaçtığı görünüyordu. Eskiler boşuna: “İyilik yap, kötülük bul” dememişler…
– Abla, ne söylüyorsun? Ne kötülüğü yine? Tukay çok hasta. Onu doktora götürmüşlerdir herhalde değil mi?
– Enişten ne ile uğraşıyor sanıyorsun? Üç gündür Yahudi bir profesörün ardından koşuyor. İşte o, şimdi profesör ile gelse, ne yaparız? Misafirimizin yerinde yeller esiyor.
O, keyifsizce çıkmış. Eniştesinin misafiri ayağa kaldırmak için canını verecek kadar çabaladığını Ümmü Gülsüm görmedi mi? Petersburg Tatarları arasında Musa Bey gibi okumuş, itibarlı birini bulmak zordur. Şehirdeki Tatar öğrenciler için o vazgeçilmez bir danışman ve hocadır. Onun bulunduğu yere, âlimin vaazını dinlemek için şehrin en uzak köşelerinden toplanıyorlar. Tukay, belki onun ne derece bilim sahibi olduğunu düşünmemiştir. Yoksa Musa Bey ile konuşmadan bu işi yapmazdı. Ayaz ağabeyin Petersburg’da zamanı olsaydı, üç büyük şahsın görüşmesi tamamen başka türlü olurdu. Birkaç ay önce, Ayaz İshakî varken Petersburg kaynıyordu. Şehir gerçek bir Tatar hayatı yaşıyordu. Yazarın yeni yazılmış eserlerini birlikte okumak mı dersin, müzikal geceler düzenlemek mi… Hapishaneden kaçıp Petersburg’da saklanan Ayaz İshakî’yi çok geçmeden tekrar yakaladılar. O, hapishaneden Ümmü Gülsüm’e mektuplar yazıyordu. Petersburg haberlerini soruyor. Ah, bu Tatarların kaderi! Ah, bu acı kader rüzgârları! …
Ümmü Gülsüm, boş divana oturup hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Neden, neden onun mukaddes düşünce ve niyetleri yıkılıp duruyor? Neden böyle? O, hasta şair için canını feda etmeye bile hazırdı. Şimdi onun tek çaresi kalıyordu: Nur Gazetesinin ofisine gidip, Tukay’ın nerede kaldığını öğrenmek. Onun aceleyle çıkıp gitmek için toparlandığını görünce, ahretliği Meryem, ona şairin unuttuğu sigara kutusunu ve saç tarağını uzattı. İnce ruhlu Meryem! Tukay’ın yanına gitmek için bunlar harika bir bahaneydi tabii ki.
Bahane… O, Tukay ile görüşünce, utancından ölecek gibi oldu ve yine Bigiyev’lere döndü. Meryem ile ablası Esma’ya ne söyleyecek şimdi? Tukay beni dinlemek istemedi mi diyecekti? İyi ki evdekiler onun hâlini görünce, gereksiz sorularla sıkıştırmadılar.
– Üzülme nazlı ceylanım. Alnına yazılmamışsa, ne yaparsan yap olmaz. Çistay’da Tukay ile ilgili: “Bizim Haydar ağabeyin kızı Zeytune’yi seviyormuş” diye laflar dolaşıyordu. Hiç kulağına çalınmadı mı ?
– Zeytune, Zeytune mi dedin, abla? Ne zaman, hangi arada başarmış ki o Tukay’ın gönlünü fethetmeyi?
– Pek yaman kız, senin gibi okuma arzusunun büyük olduğunu ve okumak için Egirci bölgesindeki Bubiylar okuluna gittiğini söylüyorlar.
Ümmü Gülsüm için bu daha da öldürücü bir haberdi. Uzaktan akrabası olan Zeytune’yi küçük bir kız çocuğu gibi görüyordu. O ise, işte büyüyüp yetişmiş, Tukay gibi bir şairi de kendine âşık etmiş. O sevimli kız, Haydar Ağabey’in küçük kızı. Onun okuma hevesini görünce, Ümmü Gülsüm ona düzenli olarak dergi ve kitap veriyordu. Aşırı yoksul yaşantılarını bildiğinden giyim kuşam yardımı da yapıyordu. Son döndüğünde onlar Çulman’da doyasıya suya girdiler. Bak hele, Tukay’ı bir kez diline alsın! Ne, ne, sadece böyle bir dönüş beklememişti Ümmü Gülsüm.
Ertesi gün o Senato Meydanına gidip gitmemek arasında uzun süre ikilemde kaldı. Bu halde kimseye görünesi gelmiyordu. Ancak kendi başladığı işi sonuna getirmeye alışmış kız, gitmeden nasıl yapsın?
O gün, tüberkülozdan mustarip insanlara yardım etmek isteyen çoktu. Tukay’ı da alıp geldiler. Avrupaî giyimli şair, bugün hiç tanınacak gibi değildi. Etrafını saran öğrencilerini sakince dinliyor, ara sıra öksürüyordu. Ümmü Gülsüm’ün tarafına yanlışlıkla bile göz atmadı. Ondan sonra onu alıp kim bilir nereye götürdüler. Tukay ile en son görüşmesi kız için böyle beklenmedik ve hüzünlü bitiyordu.
Ümmü Gülsüm, birkaç gün sonra Musa Bigiyev’den, Tukay’ın Petersburg’dan ayrılmak için hazırlandığını duydu. Musa Bey, Tukay’ın yanına gidip görüşmüş. Şairi uğurlama meclisine de katılmış. Ama nedense, onu uğurlamak için tren garına gelmemişti. Kız arkadaşları ne kadar çağırsalar da Ümmü Gülsüm de tren garına gitmemişti. Daha sonra Nevskiy caddesinde karşılaşıp, Tukay’ı Petersburg’dan Moskova’ya kadar uğurlayan gazeteci Kebir Bekir ona:
– Tukay, kendisini uğurlayanlar arasında seni görmeyince çocuk gibi huysuzlandı. “Çok gururlu bir kız oldu sizin “Cokonda’nız” dedi.
– Başka bir şey söylemedi mi?
– Onun günleri sayılı. Dua et… Bunu doktor da söyledi.
– Nasıl? Dua mı?…Söyle ne olur? Allah aşkına söyle. Onu nasıl bulabilirim?
– Sen geç kaldın “Cokonda”. Biz, hepimiz geç kaldık…
Bu sözleri ile Kebir Bekir, kızı caddenin ortasında, yüzlerce kişi arasında yapayalnız bırakıp gitti. Bu haberden sonra enstitüye gidip nasıl oturulabilir? Ümmü Gülsüm, çok yakınındaki postane binasını görüp oraya girecek oldu. Çabucak durumu anlatıp, Fatih Emirhan’a mektup göndermeliydi. Ne de olsa o düşünüp bir şeyler yapardı. Dur, neden Fatih Emirhan’a? Dünyada hâlâ saf bir çiy damlası gibi Zeytune var ya. Sarsın sıcacık sevdası ile şairin yüreğini. Bütün her şeyi biliyor. Şairin ruhundaki tüm öfke ve kırgınlıkları yok etsin! Sadece Tukay sağ olsun! Beyaz kâğıda “Zeytune, nazlı ceylanım” yazınca Ümmü Gülsüm gözyaşlarını tutamadı. Yok, o bu mektubu yazamadı. En yakın sırdaşı, ablası Şemsi Nisa’yı araya soktu. Ondan Zeytune’yi çabucak hazırlayıp yol ve yaşam masrafları için para verip Tukay’ın yanına Troitski’ye göndermesini istedi. Şemsi Nisa’nın cevabı çok bekletmedi. Ablası, Ümmü Gülsüm’e Zeytune’yi Çistay’da da Kazan’da da bulamadıklarını haber veriyordu. Kaderin sinsi bir oyunu mu bu? Senato Meydanında Tukay’ı son görüşü müydü Ümmü Gülsüm’ün? Hayır hayır, öyle olamaz…
Sanki aşkın, bir kilise, ben de onun çanıyım.
Ben sesimi yükselterek ah vah edip yanayım
Bizim aramız ayrılık perdesi ile kaplanmış;
Ey Allah’ım! Kaldır üzerimizden bu karanlık perdeni.
Şair böyle kederlenip yazmış. Ümmü Gülsüm, onları öyle tükene tükene tekrarlıyor ve Tukay için yalvarıyordu. “Sevda bekçisi” bu kez, kaderin yumuşak rüzgârı olup, Ümmü Gülsüm’ün güzel kestane rengi saçlarını sevgiyle okşamak istiyordu.
***
…Günlerden bir gün bu karanlık perde gerçekten de yükselir. Şair sonsuzluk seferine çıkmadan önce uzun seferlerden sabırsızlanıp hasret çekip dönen beyaz melek peyda olur. Ve…
Ama şimdi önümüzde son beyana götüren sınavlarla dolu uzun bir yol ve elini uzatsan tutacak kadar yakın hüzünlü bir yıl bekler.
Hemşire
Ey Allah’ım! Yeryüzünden al lütfen bu altını, al,
Bu yakıcı kutsal toprak, al bu alevleri al!
Gülsüm, gerçekten de Tukay’ın tahmin ettiği gibi “kara gecenin beyaz meleği”dir belki de. İşte o “sevda bekçisi”nin kendi dilinde düşünüyor. Saf, samimi, sevgi ve merhamet sahibi olmak, meleklerin dili, meleklerin sıfatı, meleklerin eylemleridir. Şairane sevgi ve aşklar, çoğu zaman gökteki melekleri yere, yerdeki melekleri göğe ulaştırır. Yine de güz mevsiminin, karlı buzlu yağmuru onların yoluna da engel olabilir. Rüzgârı da boydan boya eser, boydan boya keser. Canlısı, cansızı hepsi donar. Öyle zamanlarda Gülsüm’ün aklını farkında olmadan Tukay kuşatır. “Belki o da üşüyordur. Yine öksürüğü içini, bağrını yakıyordur. Hemşire ise hiçbir şey yapamıyor. Hemşire kader karşısında güçsüz…”
Güçsüz mü? Düşünürsen şaşılacak şey: “Kara gecelerin beyaz meleği” yaralı kara geceleri, yaralı tenleri, yaralı yürekleri tedavi etmek için savaşa gidiyor.
Ümmü Gülsüm’ün beklenmedik bu ani karara varması kaderin bir sınavı, bir macerası mı? Yoksa onu daima heyecanlandıran yenileşme, kahramanlık ve kendini daima ispatlamak, millî bağımsızlık duygusu mu barındırıyor? Belki, belki… Yoksa Petersburg’da kadınların yüksek pedagoji okullarına girmek için ne kadar büyük zorluklarla mücadele ettiklerine rastlamadı mı? Gece gündüz demeden Rus, Fransız ve Alman dillerini öğrendi. Klasikleri susamışçasına okudu. Çabucak ezberleyip, Tukay şiirlerini gönlünün en değerli köşesinde biriktirdi. İlham aldı, rüya kanatlarında uçtu.
Ümmü Gülsüm, önce Çistay’ın Rus Kız Lisesinde okudu ve ardından Kazan’daki ünlü Aleksandra Kotova Lisesinin dışarıdan imtihanlarına girdi.[9 - Dönemin ve okulun eğitim sistemi gereği, Ümmü Gülsüm, okulun sadece sınavlarına girmiş. Orada örgün olarak eğitim görmemiş. (Çevirmenin notu)] Büyük ve tanınmış Kamalov ailesinde liseyi bitiren ilk kız o idi. Ailede küçük kız kardeşleri için kendi okulunu kurup kendi derslerini veren ağabeyi İbrahim de küçük kız kardeşinin bu kadar zeki ve yetenekli oluşuna hayret ediyor ve içtenlikle seviniyordu. İşte şimdi gayritabii bir hevesle fizik ve matematik bölümünün üçüncü sınıfında okuyan Ümmü Gülsüm, okulundan gözünün görmediği tehlikelerle dolu bir memlekete gitmek niyetindeydi.
Seyahati şöyle başladı. Birkaç gün önce onu, Petersburg Müslümanlarının şehir idaresinde düzenlenecek toplantısına çağırdılar. O, buraya geldiğinde kürsüde Nur Gazetesi yazarı Kebir Bekir, Balkan savaşında yenilgiye uğrayan Türk Müslümanlarına yardım etmek için gençlik grubu oluşturma zarureti hakkında hararetli hararetli konuşuyordu.
Elbette Ümmü Gülsüm, Balkan Savaşlarından haberdardı. Balkan savaşının başlamasıyla: “Hıristiyanlara Yardım için” diye burada “halk milisleri” toplanmaya başlamıştı. Gerçekte ise bu, Rus askerlerini Türkiye’ye sokmanın bir yoluydu. Balkan yarımadası her zaman böyle Osmanlı Türkiye ile Rus emperyalizmi arasında savaş ve çekişmeye neden olmuştur. Bununla ilgili tüm gazeteler kendi taraflarından bakarak tehlike çanlarını çaldılar. İşte “Yalt Yult”un 13 Ekim sayısındaki karikatürün altında “Balkan’da” diye isimlendirilmiş ve şu sözler yazılmıştı:
Korkmuyorum, hatta sallanmıyor bile fes püskülü;
Al, gerekiyorsa, dördüne dört yumruğum!
Kız o satırları okuyunca: “Tukay!” demişti. Nedense aklına yeniden Tukay gelecek oldu, hatta sitemli sözlerine kadar yankılanır gibi oldu.
Kebir Bekir’in son cümlesi ise onu yere serdi:
– Hemşireleri de bu kutsal davaya çekebilsek, Türk kardeşlerimizi çok sevindirirdik, deyip etkilenip salona göz attı ve bakışları Ümmü Gülsüm’de durakladı.
Sonra birbiri ardına III. Devlet Duma’sının Müslüman Grubu milletvekilleri konuşmalar yaptılar. Onlar da bu kutsal iş ve eylemleri, canı gönülden desteklediklerini bildirdiler. Konuşmalar tamamlanınca Türk kardeşler için yardım toplandı.
Kebir Bekir’in “‘Kızıl Haç cemiyetinin yaralı askerlere yardıma gelmeleri gerekli” sözlerini daima tekrarlamasında kendine has bir hususiyet vardı. İstanbul adındaki rüya şehri görmek, oradaki aydınlar ile görüşüp tanışmak onun en mukaddes dileğiydi ve onu hayata geçirmek için fırsat da çıktı. Tatarların cesur gençlerini, özellikle de soylu, yardımsever, Avrupaî tarzda eğitim görmüş, aydın hemşirelerini Türklere tanıtma fikri tamamen olgunlaşmıştı. O yine kürsüye çıktı ve bu kez kendisi ile üç delikanlının Balkan Savaşına gitmeye hazır olduğunu haber verdi.
Tukay’ı Musa Bigiyev’lerden izinsiz götürdüğü için Ümmü Gülsüm, bu delikanlıdan pek hoşlanmasa da o anlarda kendisini onun yanında hissetti. Sanki görünmez bir güç onu yerinden kaldırıp kürsüye doğru ittirdi. Bu sevimli, mağrur sıfatı, güzel boyu posu görünce salon bir anda sessizleşti.
– Ben Ümmü Gülsüm Kamalova. Bundan iki ay önce “Tsarskoye Selo” Hastanesinde iki aylık hemşirelik kursunu tamamladım. Türkçeyle de biraz anlaşabiliyorum. Beni de gidecekler grubuna yazınız, dedi yankılı ve kendinden emin bir sesle.
Salon, kızı alkışa boğdu. Bazıları hayranlıktan “ah” etti, bazılarının kalbi “patlayacak” gibi acıdı. Ümmü Gülsüm, yerine tekrar döndüğünde, ikinci sırada oturan eniştesi Musa Bigiyev’i görünce başından aşağı kaynar sular döküldü. Ne söyleyecekti ona Musa Bey? Karşı partinin vekili Kebir Bekir’e takılıp savaşa gitmeme müsaade eder mi? Musa Bey her zamanki gibi büyüklüğünü gösterdi. İlim, edep ve entelektüellik kazandı.
– Yolun açık olsun, Gülsüm[10 - Tüm akrabaları Ümmü Gülsüm ismini kısaltıp “Gülsüm” diye hitap etmişler.], diyerek kızın ellerini sıktı.
Ama Esma ablasının Petersburg’da olduğu dönemde olsa, Ümmü Gülsüm’ün hayatında böyle bir değişiklik olabilir miydi? Yok, göndermezdi ablası onu böyle korkunç ve tehlikeli bir yola!
Esma Hanım çocukları ile Çistay’da annesi Bibifatma’nın yanındaydı. Musa Bey ailesine bakmak için iş bulduktan sonra o, buraya uçup gelecekti. Eniştesine üniversitenin Doğu Dilleri Fakültesinde bir görev vaat ediyorlar etmesine ancak ne zaman olur o? Musa Bey’in hizmetlerini kabul etmeyenler oraya da ulaşmaz mı? Gülsüm, Sak ile Sok[11 - Tatar Halk edebiyatı örneği olan Sak Sok beyitinde iki kardeş annelerinin bedduası sonucu kuş olup ömür boyu ayrı yaşamaya mahkûm olmuşlardır. Sak ile Sok bu kuşların isimleridir.] gibi hasretle ayrı ayrı yaşamaya mecbur kalan ablası ile eniştesine çok üzülüyordu. Musa Bey’in ağarmaya başlayan saçlarına gözü takılınca, yüreği sıkıştı. O topu topu sadece 34 yaşındaydı. Birbirlerini ne kadar seviyordu onlar! Ayrı yaşamaları ne kadar ağır gelir.
Çocukları ile Çistay’a dönmeden önce Esma ablası ile Gülsüm arasında ağır bir konuşma olmuştu. Sebebi, Tukay idi. Şair, Petersburg’dan Kazan’a döner dönmez Yalt Yult Dergisinde (1912 yılının eylül sayısı) “Makale-i Mahsusa” ismi ile seyahatnamesini yayınlatıyor. Petersburg hayatını anlatırken Bigiyev ailesini de atlamıyor. Elbette ki Tukay, kendine has dikenli kalemini de göstermiştir. Bu duruma çok üzülen Esma ablası, Gülsüm’ü fazlasıyla eleştirmiş:
– İyiliğe kötülük ile cevap veren bu adam için hala mı yanacaksın? Sen yoksa kendinin Şeyh Muhammed Zakir’in kızı olduğunu da mı unuttun, demişti, o öfkesini dizginleyince.
Gülsüm dört yaşında bir bebekken yetim kaldığı için babasını tam olarak hatırlamasa da , Gülsüm kimin evladı olduğunu tüm hücreleriyle hissederdi. Ne kadar hissediyordu acaba! Sahip olduğu enerjisi, çoğu insanı hayran bırakacak kararlılık ve cesareti babasından gelmiyorsa nereden gelecekti ona? Muhammed Zakir’in kızı olmasaydı, bugün burada oturabilir miydi? Savaş, oyun değil. Genç olsa da Gülsüm ayrılık acısını bilir. Gülsüm’ün savaşa gideceğini duysa, Tukay ne derdir? Onun ateşler içine gitmesini “ufak tefek bir iş” diye mi düşünürdü?
Salonda yine alkış sesleri yankılandı. Gülsüm düşüncelere dalıp oturduğu sırada kürsüye yine üç kız çıktı. Gülsüm bu kızların üçünü de iyi tanıyordu. Geleceğin doktoru Rukiye Yunısova, Petersburg mollası Muhammed Zarif Yunısov’un kızıydı. Taşkent kızı Meryem Yakupova da onun gibi yüksek tıp kursları alıyordu. Postav şehrinden gelen Meryem Pataşova da doktor olacaktı. O, Nöropsikiyatri Enstitüsünde okuyordu. Gülsüm elinde olmadan: “Onlara da bana da kolay olmayacak” diye düşündü.
Sabahtan yola koyulmak için sözleştiler. Tarih, 7 Kasım 1912 idi.
Şehrin Müslümanları, sabahleyin bayram namazını kıldıktan sonra tren garında toplandılar. O gün Kurban Bayramının birinci günüydü. Sarıklı adamların çokluğundan dolayı diğer yolcular birbirlerine garipseyerek baksalar da şüphelenen olmadı. Uğurlamaya gelenler arasında Musa Bigiyev de vardı[12 - Tagirzyanova, A. (2009). Kniga o Muse Efendi, Yego Bremeni i Sovremennikah. Kazan.]. Uğurlayanlar adına o da, bu yardımsever ve oldukça zorlu bir sefere çıkmaya cesaret eden yolculara minnettarlıklarını bildirip, her birinin onlara hayır dualarda bulunduğunu iletti.
Gülsüm, eniştesinden savaşa gideceğini akrabalarına söylememesini rica etti. Musa Bey, “Öyle daha doğru olur” der gibi, yalnızca başını salladı ve razı olduğunu bildirdi.
… Düşünceler, epeydir yolda. Onlar bir uçarlar, bir koşarlar, bir dururlar, geçmişe geri dönmek için çırpınırlar. Akıl dedikleri ise onları gözünün önünden bile ayırmadan koruyordu sanki.
8 Kasım günü onlar Odessa şehrindeydiler. Burada Türkiye’ye yardıma gelen gençleri Orenburg’un Vakıt Gazetesi yayıncısı, editörü, yazarı, âlim Fatih Kerimî karşıladı. Yaklaşık kırk gencin önünde duran bu adamın etkileyici bir yüzü vardı. Sesi, konuşma tarzı yüreğe hoş geliyordu. O, kızları Fransızca selamladı ve onlara birbiri ardına sorular yağdırmaya başladı. Amacı, onların bu dile ne kadar hâkim olduğunu anlamaktı sanırım. Kerimî’nin Gülsüm ile sohbeti çok uzadı. Kızın Fransızcasına laf edilecek gibi değildi.
Seslerinin kendine özgü yankısı, melodik söylenişinden dolayı özellikle severek öğrenmiş bu dili Gülsüm. Fransızcayı onlara bütün Petersburg’da tanınmış Lyarond Hoca öğretmişti. Almanya’dan gelip Alman dilini okutan Profesör Kleynber de tanınmışlardandı.
– Siz Kazan kızı mısınız, matmazel, diye sordu Fatih Bey. O, memnuniyetle gülümseyip Tatarca’ya geçmişti.
– Çistay’danım ben, Mişer kızıyım.
– Durun hele, Çiştay’ın ünlü şeyhi Muhammed Zakir Kamalov hazretlerinin kızı mısınız yoksa?
– Ta kendisi!
– Hangisi?
– En küçüğü, Gülsüm’üm ben.
– Maşallah! İşte görüştük! Ben Çistay’a gelmeyeli çok uzun yıllar oldu…
– Siz “Komedi Çistay’da” eserinin yazarısınız. Sizi Çistay’da iyi tanıyorlar.
Kerimî, rahatlayıp güldü: “Epey tanınacak olay oldu ama onların çoğu henüz yazılmadı” diyerek Ümmü Gülsüm’ün gözünü boyamaya çalıştı ve “gülümsemesi ne kadar gizemli ve kederli” deyip, kendisine hayran olarak onu gönül defterine yazdı.
Kızlar gönüllerince gemiye yerleştikleri sırada Fatih Kerimî, Çistay’ı, Gülsümlerin ailesini tek tek aklından geçiriyordu. Muhammed Zakir Gabdilvahab oğlu, Rusya çapında meşhur şeyh, önemli eğitimci ve II. Lonca tüccarıdır. 1882 yılında Çistay’da kendi parası ile medrese yaptırmıştı. İki cami onarıp ömür boyu imamlık yaptı. Rızaeddin Fahreddin, Ayaz İshakî… ve Fatih Kerimî’nin kendisi de orada okumuştu. Ailedeki sekiz kız ve anne babanın gururu olan İbrahim, bugünkü gibi hatırındaydı.
Mükemmel derecede terbiye ve ilim alarak yetişmeleri harikulade. Arap, Fars, Türk, Tatar ve Batı klasiklerinin toplandığı zengin kütüphaneleri de dünyalara bedeldi! Halk doğrusunu söylüyor: “Yuvasında ne görürse, uçtuğunda o olur”. İbrahim de ilk eğitimini babasının medresesinde aldı. Ondan sonra Kahire’de Şark dünyasının en tanınmış El Ezher Üniversitesinde okudu. Musa Bigiyev ile dostlukları da o yıllardan geliyordu. İşte şimdi İbrahim’in sevgili kardeşi Esma ile büyük Tatar aydını Musa Bigiyev’in evlenmeleri talih değil de nedir?
İbrahim için kız kardeşleri, gözü gibi kıymetliydir. Onlar, her zaman sevgili ağabeylerinin kanatları altındadır. Şemsi Nisa, Hetime, Gülsüm ve yine eğitim alanında tanınmış isimleri olacak Çistay’ın başka birkaç kızını da İbrahim kendisi okutuyordu.
“Dağ dağa kavuşmaz, insan insana kavuşur” derler ya. Bu kavuşma, yazarın gönlünü ansızın kanatlandırıp Çistay’ı kuşatıp, gençliğinde seyahat ettirip döndürdü. Bak hele sen, deniz gibi farklı yönlere serilmiş Çulman da, onun kıyılarını ara sıra okşayan dalgaları da, martıların durmadan uçup oynamaları da canlandı diyorsun. Eskiden Cistav’ın üstünde, göz alıcı yıldızlı gökyüzünde tam yıldız kaydığında kabul olacağına inanılan, dilek ve hayallerin parlak görünümleri yoktu elbette.
Hesaplasan, görünüşe göre, yirmi yıldan fazla zaman geçmişti. “Kamaliye”[13 - Şeyh Muhammed Zakir, şakirtken gizlice Rus dilini öğrenmek ve “tercüman” gazetesini düzenli okumak için medreseden çıkardı.] medresesinden kovulsa da Fatih, o yıllara, o aileye çok minnettardı. İşte dünya ne garip, İbrahim’in gözünden sakındığı küçük, nazlı kardeşi, güzel matmazel savaş meydanına gidiyordu.
İnşallah Fatih, kızlar için elinden geleni yapar.
Fatih Kerimî, yurtdışında gezip çok şey öğrenmiş, saygın, asil bir aydındı. Tatarların tanınmış zenginlerinden olan arkadaşı Şakir Remiyev[14 - Zakir, Şakir Remiyevler, Ural bölgesindeki altın madenlerinin sahibidir. “Vakıt” gazetesi ve “Şura dergilerinin yayıncılarıdır.] Bey ile birlikte, tercüman ve gazeteci olarak beş ay süren sadece “Avrupa Seyahati” bile çok önemliydi: Moskova, Petersburg, Berlin, Brüksel, Paris, Nisa, Monte Carlo, Milan, Viyana, Budapeşte, İstanbul. Her biri şehir hakkında geniş ölçekli, resim ve tasvirli, çok yönlü yazılarla Tatar dünyasını dalgalandıran şahıs. İstanbul’a giden vapur kalkmadan önce, konuşup görüşmek için vakit yeterliydi. Yazar, kızlara Türkiye’nin nasıl bir memleket olduğunu, örfünü âdetini, en önemli hassasiyetini kısa ama akılda kalacak şekilde anlatmaya çalıştı. Söz bazen, Türk ya da Fransız edebiyatına gelince de Gülsüm’ün onların edebiyatını tanıyor olması yazarı tekrar tekrar şaşırttı. “Bunlar bizim Tatar kızları mı ?” der gibi Kerimî, sürekli kıza şaşkınlık ve hayranlıkla baktı.
Kızların Avrupaî tarzda kıyafetleri ve birbirlerine karşı davranışları da onun kalbini gurur hissiyle kaplıyordu. Ama bakıldığında, Türkiye’ye gidenlerin hepsi de imam çocuklarıydı. Dinini, imanını koruyarak kolları yeniliğe sıvamak ve bu sonsuz karmaşık dünyayı anlamaya çalışmak. Bunların hiçbiri kolay olmayacaktı. Evet, yıllar önce o da ilk kez denizleri aşıp İstanbul’a gitmişti. İstanbul’a iner inmez limandan dosdoğru ünlü yazar Ahmet Mithat’ı aramıştı. Delikanlı, Çistay’ın Kamaliye Medresesinde okurken ona sürekli mektuplar yazardı. Ne garip, yazar da onların her birine cevap verirdi. İstanbul’a geldiğinde ise bu öğrenciyi evinde akrabası gibi misafir etti. Ahmet Mithat Efendi, okuma arzusuyla dolup taşan Fatih’i İstanbul’un en tanınmış çocuklarının okuduğu Mülkiye Mektebine yerleştirdi. Nezaket, yabancı dillere ve Türkiye’ye saygı, sevgi nereden gelir! O burada edebiyat işini de sürdürüyordu. Şimdi burada onun arkadaşları fikirdaşları yaşıyor. O, bu kez Türkiye’ye Vakıt Gazetesi için makaleler hazırlamak niyetiyle geliyordu. Daha doğrusu, bir zamanlar kendisini yetiştiren memleketin yenilme sebeplerini açıklamak, ona destek olmak ve içinde bulunduğu bu ağır durumu paylaşmak için geliyordu. Ama bu dönem yalnız Türkiye’nin kaderinde değil, belki de Tatarlar da dâhil, bütün Türk halklarının kaderini belirleyen tarihî bir devirdi.
Gazeteci, filozof, siyasetçi, yazar Fatih Kerimî’yi[15 - Kerimi F. Biografiyesǐ hem hǐzmetlerǐnnen ürnekler (Tözüçǐsǐ: Mesgud Gaynetdin). Kazan: “İman” Neşr, 1432/2011.] kadın özgürlüğü, geleceğin yetenekli annelerinin kaderi; iktisadî, askerî, siyasi meseleler kadar hatta onlardan daha fazla ilgilendiriyor. Bu nedenle de o, bu cesur Tatar kızlarını gözünün önünde ayırmamaya çalışıyordu.
…Şimdilik… Şimdilik yol. Karadeniz akşamı. Gülsüm, gönülden dualar okuyup dilekler diliyordu: “Allah’ım, Ya Rabbi, sağ salim varıp, sağlıkla dönmeyi nasip et!” Yok, yok karanlıkta aklından kötü düşünceler geçiyor. Tukay’ın söylediğine göre:
Gökte ne olmaz, dersen, o uçsuz bucaksız gök!
Ey, ey aziz Tukay’ım, sadece sen iyi ol. Bahane çıktı: Gülsüm’ün yanaklarından dizi dizi yaşlar süzüldü. “Ah, gönül şairini alıp Kırımlara götürüp iyileştirecekti… Gülsüm yine son görüşmelerini gözünün önüne getirdi. Lütfen sonuncu olmasın! O, şaire iğne ucu kadar bile kızgın veya öfkeli değildi. Tukay gibi biri, kızların ellerinden tutup Kırım’a gider mi hiç! Gülsüm’ün yanaklarını yine dizi dizi sıcak yaşlar yıkadı. İyi ki sen varsın Tukay! İyi ki gönül yandığında, sevgiye susayınca, özleyince “söyleyip söyleşmek” için sen ve bağrında saklanan şiirlerin var.
Gülsüm yavaşça kabin kapısını açarak güverteye çıktı. Yüzüne hemen soğuk Karadeniz rüzgârı, kaderin rüzgârı çarptı. Deniz de epey dalgalanıyor, sallıyordu. Yakında Karadeniz’in milyonlarca yıldan beri süregelen hikmetli kanunu yine yürürlüğe girecekti. Deniz acımasız bir güç ile altını üstüne getirir, çalkalanır, rüzgâr eser, dalgalar birbirine beyaz köpüğe batırıp koşar, yoluna çıkan her şeyi yok eder…
Çıktı rüzgâr,
Koptu tufan
Milletin gemisini yel sürer!…
Hangi yollar,
Nasıl girdaplar
Çeker bizi can isteyip!
Tuhaftır, Gülsüm’ün ruhu bugün şiirsel dalgalardaydı. İşte kederli, hüzünlü Derdmend’in Gemi’si karşıdan geliyor ve gönlü, derin felsefî düşüncelerle, kederlerle doluyordu. O da Gülsüm’ün sevdiği bir şairdi: Derdmend, Zakir Remiyev de İstanbul’da okumuştu. Tukay’ın “İstanbul’a gidip bir görsem iyi olurdu” diye bir düşüncesi varmış. Çoğu aydının gönlünde yatan, sığınacak liman, kardeş ülke. Zor zamanlarda yardıma gelmek, büyüklük ve asalet timsalidir. İşte öyle seyahat süresince isyan ettiler. Şimdi sakinleşip dinlenmek gerek.
Gülsüm’ün dikkatle kabin kapısını açmasıyla Meryem’in iç çekerek ağlaması duyuldu:
– Gülsüm, burada ölüp kalsak? …
– Kim sana ölmeye gittiğimizi söyledi? Canım arkadaşım, bizim ölüleri diriltmemiz gerekiyor, öyle değil mi? Bu yüzden bizi orada dört gözle bekliyorlar. Bu çirkin düşünceleri güzel başından at deyip yumuşacık saçlarını okşayıp anne şefkatiyle kucaklayıp, Meryem’i sakinleştirmeye çalıştı.
– Ah ah Gülsüm, Allah sana öyle bir irade gücü vermiş ki sen her zaman hayret verici, mukaddes bir ruhsun.
– Ben de sana hayranım.
– Sadece sen böyle söylüyorsun, Gülsüm kardeşim. Teşekkür ederim.
– Meryem, Tukay’ın şiirlerini okuyayım mı sana?
Meryem’in gönlü yine doldu taştı. Kız sadece başını sallayarak cevap verdi ve gözlerini kapatıp Gülsüm ile birlikte şiir deryasına daldı.
Sevda
Yer yeşermez, çiçek açmaz, düşmezse yağmur damlası,
Nereden bulsun şiiri şair, olmazsa ilham meleği.
Bir güzelden hangi şair, söyleyin ilham almamış?
Bayron mu, Lermontov mu, Puşkin mi, hangisi?
Faydasız bir et parçasından ibarettir yürek,
Pare pare kesmezse aşk sevda makası,
Dişlerinin cevherinden yaktım işte,
Ben bu şiiri, söylesenize inciden neresi eksik kalır?
– Tukay o kadar âşık bir şair mi, Gülsüm?
– Dinle, sorular sonra:
Olmasa
Kim bilir kıymetini, canım, dertli gönül olmasa?
Naz eder kimlere çiçek, karşısında bülbül olmasa?
Suretinin en gerçeği bil ki, şairin gönlündedir.
Aynalardan gerçek görüntünü göremezsin o olmasa.
Vermedi Leyla gibi sevdiğine dünya değeri;
O sadece bir kız olur, karşısında Mecnun olmasa.
Hiç yakıştırmıyorum sen gibi güzellik şahına,
Hiç değilse, duygusal bir şair gelip kul olmazsa.
– Gülsüm, bu şiir sana mı yazılmış?
– Yok, Meryem. O kalbinde sevda olan herkese ithaf edilmiş. Bana göre gerçek şiir işte tam da böyle olur.
– Petersburg’a gelince Tukay bizimle görüşmek istemedi ki.
– Ah, ah Meryem, Tukay o günlerde çok hastaydı. Ben o günleri aklıma getirince hala yüreğim kan ağlıyor.
– Sen Tukay’ı gerçekten seviyorsun galiba, Gülsüm?
– Eğer Tukay’ı da sevmezsek, biz kimiz, nasıl millet oluruz? Ancak hiç yardım edemiyorum. Yaşasın yeter… O benim yüreğimin yarası…
– Sen gerçek bir evliyasın, dedi Meryem. Çünkü şimdi onun gönlünde de sevdaya çeken bir nur parlıyordu.
Komşu kabindeki?? Meryem ile Rukiye’nin de duygu ve düşünceleri, sohbet koyulaştırarak, bir arada devam etti. Onlar da uzun süre sohbet edip, sonra biraz ağlaşıp birbirlerine gönül sırlarını açtılar. Şimdi o büyülü dalganın kucağında huzurla yüzüyorlardı.
Fatih Bey, delikanlılara ve kızlara iyi geceler diledikten sonra namazını kılıp duasını edip yatsa da gözüne hiç uyku girmedi. Karadeniz de hatıralarını dalga dalga gönül kıyılarına çıkardı. Bundan on üç yıl önce Avrupa seyahatinin on üç gününü İstanbul’a ayırmıştı. Gezip gördüğü yerlerden, görüşüp tanıştığı insanlardan çok memnun bir şekilde Mayıs ayının güneşli bir sabahında Karadeniz kıyılarına dönüş yolunda, vatana doğru yüzdüler…
Bugün ise, gidilecek yola doğru. Bu taraf için söz edilen düşünceler de kişiler de, durumlar da daha başka. Balkan Savaşının ateşi sarmış. Memleketin selameti pamuk ipliğine bağlı. Neden, niçin, bu sayısız soruya cevap aramak, bulmak ve halkın gönlüne girmek? Gerçek bir aristokrat, asil insanlar sınıfından savaşçı tabiatlı Fatih Kerimî tam o vakitte, kendine işte böyle büyük bir sorumluluk yükleyip ateş hattına gidiyordu.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/roza-tufitullova-32669014/gulsum-69499234/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Cokanda: Mona Lisa demektir. Ümmü Gülsüm’le birlikte kullanılması onun güzelliğini pekiştirmek içindir. En güzel manasını vermektedir.

2
M. Bigiyev: Önemli din âlimi, yazar, filozof.

3
F. Emirhan: yazar, gazeteci.

4
Emirhan R. Emirhannar. –Kazan: “Megarif” Neşriyatı. 2005.

5
Ak Çeçeke: Beyaz Çiçek”

6
A. İshakî: Önemli gezgin, yazar, dramaturg, yayımcı.

7
Kazan’da ilk defa düzenlenen edebiyat ve müzik gecesinde Gülsüm, Tukay ile görüşüyor. Tukay’ın akranı, yazar, din âlimi, gazeteci Galiesgar Gafurov Çıgtay kendi günlüğünde bu olayı tam vakti ile kaydeder. 1908 yılının 8 Mart akşamı oluyor O akşam Çıgtay şairin Çistay şeyhi kızlarının etrafında dolaştığını yazıyor. Ertesi gün sabah Tukay tarafından yazılan “elin” şiirinin o kızların birine ithaf edildiğini de hatırlatıyor (Gafurov –Çıgtay G. Saylanma Eserler. Kazan: “İhlas” Neşr., 2013. -331 -333, 342-345 s.). A. Tukay ile Zeytunenin ilk karşılaşmalarına gelirsek o 1908 yılının Mayıs ayı başına denk geliyor (Aliyeva E., İbrahimova F. Gabdulla Tukay: Tormış hem İcat Yılyazması. Kazan: Tatar. Kit. Neşr. 2003).

8
Kalfak: inci ile işlenmiş, kadifeden dikilen kadın şapkası.

9
Dönemin ve okulun eğitim sistemi gereği, Ümmü Gülsüm, okulun sadece sınavlarına girmiş. Orada örgün olarak eğitim görmemiş. (Çevirmenin notu)

10
Tüm akrabaları Ümmü Gülsüm ismini kısaltıp “Gülsüm” diye hitap etmişler.

11
Tatar Halk edebiyatı örneği olan Sak Sok beyitinde iki kardeş annelerinin bedduası sonucu kuş olup ömür boyu ayrı yaşamaya mahkûm olmuşlardır. Sak ile Sok bu kuşların isimleridir.

12
Tagirzyanova, A. (2009). Kniga o Muse Efendi, Yego Bremeni i Sovremennikah. Kazan.

13
Şeyh Muhammed Zakir, şakirtken gizlice Rus dilini öğrenmek ve “tercüman” gazetesini düzenli okumak için medreseden çıkardı.

14
Zakir, Şakir Remiyevler, Ural bölgesindeki altın madenlerinin sahibidir. “Vakıt” gazetesi ve “Şura dergilerinin yayıncılarıdır.

15
Kerimi F. Biografiyesǐ hem hǐzmetlerǐnnen ürnekler (Tözüçǐsǐ: Mesgud Gaynetdin). Kazan: “İman” Neşr, 1432/2011.
Gülsüm Roza Tufitullova

Roza Tufitullova

Тип: электронная книга

Жанр: Современная зарубежная литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Gülsüm, электронная книга автора Roza Tufitullova на турецком языке, в жанре современная зарубежная литература

  • Добавить отзыв