Ahiret
Emirhan Yenikiy
Emirhan Yenikiy
Ahiret
GİRİŞ
XX. yüzyıl Tatar edebiyatının usta kalemlerinden Emirhan Yenikiy, 2 Mart 1909’da Ufa vilayetinin Belebey ilçesinin Yeni Kargalı köyünde doğmuştur. Ailesi Yenikiy’den önceki dokuz çocuğu doğar doğmaz kaybettiği için Yenikiy hasretle beklenmiş ve doğumuyla aileye büyük bir mutluluk yaşatmıştır. 1911’de ailesiyle birlikte doğduğu köyden yaklaşık 40 km uzaklıktaki Devleken köyüne taşınır. E. Yenikiy’in çocukluğu bu köyde geçer ve 1916-1924 yıllarında farklı okullarda eğitim alır.
Erken yaşlardan itibaren edebiyat ve sanata ilgi duyan E. Yenikiy, 1925 yılında Kazan’a gider. Kazan’a gidişi, Yenikiy’ in hayata atılması ve edebi hayatının da başlaması bakımından önemlidir. Kazan’da ilk önce bir kitapçıda çalışmaya başlar. Bir yıl sonra ise Kazan Üniversitesinde Hazırlık Bölümüne girer. 1926’da artık ilk hikâyeleri gazete ve dergilerin sayfalarında görünmeye başlar. İlk hikâyelerinde özellikle kahramanlarının iç dünyalarına yönelik yaptığı canlı tasvirlerle okuyucunun ilgisini çeker.
Emirhan Yenikiy 1927-1933 yılları arasında Donbas’ta okuma-yazma kurslarında öğretmenlik, Kazan’da deri fabrikasında deri ayırıcılık, “Kızıl Tataristan” gazetesinde muhabirlik yapmış, 1931-1933 yılları arasında çalışırken bir yandan da Kazan’da “Çalışmayı İlmi Tertipleme Enstitüsü”nde eğitimine devam etmiştir. 1934-1935 senelerinde Kazan’da öğretmen olarak, 1936-1937 senelerinde Bakü’de “Azer Kino” sinema stüdyosunda özel vekil olarak, 1937-1939 senelerinde ise Kazan’da ve daha sonra Özbekistan’ın Margilan şehrinde öğretmen olarak çalışmıştır. 1941’den 1945’e kadar İkinci Dünya Savaşı’nda orduya hizmet etmiş ve ön saflarda bir asker olarak savaşmıştır.
Yenikiy, askerden döndüğünde önce “Sovyet Edebiyatı” (şimdiki “Kazan Utları”) dergisinde çalışmış, daha sonra Tataristan Radyosunda edebî programlar bölümünde editörlük görevini üstlenmiş, 1950-1952 senelerinde ise Kazan Havacılık Teknik Okulunda Tatar Dili ve Edebiyatı öğretmeni olarak görev yapmıştır. 1953 senesinden itibaren ise sadece profesyonel yazar olarak yazı hayatına devam etmiştir. Emirhan Yenikiy 16 Şubat 2000’de 91 yaşında vefat etmiştir.
Hikâye, şiir, uzun hikâye, makale, eleştiri, anı, siyasi yazı, gibi pek çok türde eser vermiş bir yazar olan Yenikiy, Tatar edebiyatında özellikle usta bir hikâye yazarı olarak ön plana çıkmıştır. 91 yıllık yaşamında zorluklarla mücadele etmiş, Sovyet dönemi baskılarıyla yaşamış, II. Dünya Savaşı’na bizzat cephede şahit olmuş, bütün yaşam tecrübesini eserlerine yansıtmış, insanı ve insanın iç dünyasını iyi gözlemlemiş, toplumdaki aksaklıklara duyarsız kalamamış, gerçekçi tavrıyla okuyucunun gönlünde yer etmiştir.
II. Dünya Savaşı kuşkusuz ki Yenikiy’in yaşamında ve aynı zamanda edebi hayatında bir dönüm noktası olmuştur. Savaşa bizzat cephede şahit olan yazar, bir sınanma ve olgunlaşma dönemine girerek savaşın insan psikolojisindeki yansımalarını derin ve gerçekçi bir biçimde ele almıştır. Onun edebi kişiliğini “savaş öncesi” ve “savaş zamanı-savaş sonrası” olarak değerlendirmek doğru olacaktır. Savaştan önce yazdığı hikâyelerinde insanın iç dünyasına dair tasvirler dikkat çekse de bu hikâyeler, savaş zamanı ve savaş sonrasında yazdığı hikâyelerin edebi tohumlarını taşıyan henüz olgunlaşmamış örnekler olarak kabul edilebilir. Yenikiy’in savaş yıllarında ve sonrasında yazdığı “Çocuk” (1941), “Ana ve Kız” (1942), “Bir Saatliğine” (1944), “Yalnız Kaz” (1944), “Haşhaş Çiçeği” (1944), “Misafirperver Düşman” (1945), “Dağlara Bakarak” (1948), “Türküyü Kim Söyledi?” (1956) gibi hikâyelerinde insan psikolojisi üzerine yoğunlaştığını, adeta kendi içinde derin bir dönüşüm içerisine girdiğini, büyük bir gelişme kaydederek geniş okuyucu kitlelerine ulaştığını görürüz. Yazar Tatar halkının sabrını, zorluklara karşı mücadeleci duruşunu, savaşın insan üzerindeki derin etkilerini ve insanı bir karakter dönüşümüne sevk ettiğini çarpıcı bir biçimde ortaya koymaktadır. Yenikiy’in ele aldığı konular ve seçtiği karakterler o dönemde karşılaşılması mümkün olan olayları ve kişileri yansıtmaktadır. Böylelikle eserlerinin içeriğinin zamanın ruhu ile uyum içerisinde olduğunu söylemek mümkündür.
Yenikiy’in hayatı algılayışı ve şahit oldukları savaştan sonraki yıllarda yazdığı eserlerinde yer bulmaya devam etmiştir. Hikâyelerinde genel olarak toplum içerisinde gördüğü ahlaki meseleleri, memleket sevgisini, inanca bağlılığı, toplumun ve insanın kaderini ele almıştır. Eserlerinde gerçeği somut bir biçimde, işlediği temayı felsefi bir derinlikte okuyucuya sunmuştur. E. Yenikiy savaştan sonraki yıllarda yazdığı eserlerinde zor savaş yıllarını geride bırakan Sovyet insanının sakin bir yaşama geçişini, bu hayatın ne kadar beklendiğini de göstermeye çalışır. Bu dönem eserlerinde aile, sevgi ve samimi ilişkiler büyük bir öneme sahiptir. Yazar sevginin ve ailenin insan hayatında nasıl bir yer edindiğine, insan ilişkilerindeki önemine çeşitli boyutlarda yaklaşır. (“Gençlik Hatası”, “Yalnızlık”, “Yürek Sırrı” gibi) Yenikiy’in psikolojik derinliği olan hikâyelerinin yanı sıra mizahi hiciv tarzında yazdığı hikâyeleri de yaşadığı dönemin toplum hayatını, edindiği tecrübeleri anlatması bakımından önemlidir. Tatar Türkçesinden Türkiye Türkçesine aktarmasını yaptığımız mizahi hikâyeler, yazarın 1971 yılında Kazan’da yayımlanan Saylanma Eserler (Seçme Eserler) başlıklı iki ciltlik kitabının 2. cildinin 427-506 sayfaları arasında yer alan hikâyelerdir. Küñělsěz Meclěs, Küsiye Ḫanım, İkě Baca Turında Ḫikeye, Bökě, Nindiyrek Kěşě İken Ul?, Kěmge Ḳaradı Ul?, Ḳorıtübede, Aḫiret, Sıbızġı, Möslim Ḳart, Yöriy Běr Kěşě, Maybeder Ḳarçıḳnıñ Tuġan Köně, Ḳuyan Meselesě, Köysěz Mesel, Ġadet Ḳolı, Ezěr Ḫikeye, Ecel Digeněñ, Erěm olmak üzere toplam 18 hikâye yer almaktadır. Yenikiy, nükteli ve eleştirel tarzdaki bu hikâyeleri 1953-1969 yılları arasında kaleme almıştır. Bu hikâyelerde hayatın içinden titizlikle seçtiği olay örgüleri etrafında toplumda yaygın olarak karşılaşılan tekrar tiplerin hiciv portrelerini göz önüne getirmiştir.
Yenikiy mizahi hikâyelerinde ahlaki bir sorumluluk içerisine girerek toplumsal sorunları, ahlaki yozlaşmışlıkları ortaya koymaktadır. Hikâyelere genel olarak bakıldığında yanlış çağdaşlaşma, köklerinden ve geleneklerinden koparak modern olduğunu zannetme, görgüsüzlük, Sovyet dönemi uygulamaları, haksız mevki sahibi olma, fırsatçı, çıkarcı ve liyakatsiz idareciler yazar tarafından eleştirilir. Günlük hayatın içinde karşımıza çıkabilecek ve eleştiri oklarının hedefinde bulunan kişiler her hikâyede kendini göstermektedir. Genel olarak “erdem” duygusundan yoksun, hilekâr, kurnaz, görgüsüz, toplumun değer yargılarından uzaklaşarak ahlaki yozlaşma içine girmiş tipler yer almaktadır. Yazar, hayatın içinden kişileri ve meseleleri tüm gerçekliğiyle ve doğallığıyla okuyucuya sunar. Günlük dilden kullandığı yapılar, kültüre özgü unsurlar, deyimler, atasözleri, sıklıkla başvurduğu samimi ve nükteli benzetmeler; Yenikiy’in mizahi hikâyelerindeki samimi ve doğal üslubunu tamamlamaktadır.
Yenikiy, yeniliklere açık, arayış içinde olan, sürekli bir dönüşüm ve gelişim yaşayan bir yazardır. Hayatı boyunca yaşamdaki zıtlıkları çok iyi gözlemlemiş ve bu zıtlıkları birlikte ele alıp derinlemesine düşünmüştür. Hayatın içinde yer alan siyahı ve beyazı, iyiyi ve kötüyü psikolojik temellerde açmaya ve anlatmaya çalışmıştır. Eserlerinde insan psikolojisinin derinliklerini, insanın çaresizliğini, çaresizlikten çıkış yollarını, umutlarını ve umutsuzluklarını okuyucuya gerçekçi bir biçimde sunmuştur. Bireyin iç dünyasını yansıttığı, toplumsal ve ahlaki meseleleri göz önüne serdiği hikâyeleriyle Tatar edebiyatını zenginleştirmiştir.
Kaynaklar:
Davutov, R. N., Nurillina N. B. (1986). Sovet Tatarstanı Yazuvçıları, Tataristan Kitap Neşriyatı, Kazan.
Demir, Ayşe Nur (2020). Emirhan Yenikiy’in Mizahi Hikâyeleri (Giriş-İnceleme-Metin-Dizin). Yüksek Lisans Tezi. İzmir: Ege Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.
Halit, G. (1970). “Talepçen hem Ězlenüvçen Talant” (Ön söz) Emirhan Yenikiy-Saylanma Eserler, İkě Tomda, Běrěnçě Tom, Tatarstan Kitap Neşriyatı, Kazan
Kamalieva, Alsu (2013). “Emirhan Yeniki’nin Bir Saatliğine Hikâyesi ve Tatar Edebiyatında Savaşın İzleri”, Turkish Studies-International Periodical For The Languages, Literature and History of Turkish or Turkic Volume 8/1 Ankara Winter, s. 1781-1792.
Yüziyev, Nil (2001). Yeni Tarihte Yeni Edebiyat (XX. Yüzyıl), (Akt. Dr. İsmail Türkoğlu, Dr. Orhan Söylemez, Hayrat Celal), Türkiye Dışındaki Türk Edebiyatları Antolojisi Tatar Edebiyatı III, C.19, Kültür Bakanlığı Yay., Ankara, s. 13-30.
KEYİFSİZ MECLİS
Söze gerek yok, güzel yaşıyor Fehri Gıymadiyev. Dairesi yeni binada dört odadan, mobilyası – “parizyen”[1 - Paris tarzında olan.]… Giydiği ipek ve yün, yediği kaymak ve bal. Hepsinden önce de, doktora tezini savununca Fehri yoldaşın hayat standardı, ne derler, birden yukarı sıçradı. Fakat yine de meclis onlarda keyifsiz geçiyor. Sofra ne kadar zengin, ikram ne kadar bol olsa da, keyifle gülüşmek ya da canının istediği kişiyle konuşarak oturmak mümkün olmuyor.
Mesele şu ki, Fehri yoldaşın birkaç kız çocuktan sonra dünyaya gelen Ferdinand adında dört yaşında bir oğlu var. Hemen hemen her mecliste şanslı baba bu oğlunu yanına alarak oturur. Sohbet başladığında, ilk kadehlerden misafirlerin yüzlerine pembelik yayılarak gözlerinin parlamasına vakit olmadan, Fehri yoldaş oğlunun zekiliği ile övünmeye başlar. Böylece koca kafalı, semiz yanaklı Ferdinand sohbetin odak noktasına dönüşüverir. Çocuk, anlaşılan o ki, bu durumu zor karşılar, – o, dudağını büzüp misafirlere sıkılarak bakıp oturur. Misafirler ise çocuğa gülümsemeye çalışarak bakarlar, babanın sözlerini onaylayan biçimde kafa sallayıp dururlar, zaman zaman “Öyle mi ha? Bak sen şuna!” diyerek merak etmiş de olurlar ya da yapmacık bir hayranlık ile “Ha, Ferdinand – Ferdinand o!” – deyiverirler. Fehri yoldaş buna çok keyiflenir, gururlanarak çocuğun başını okşar ve onun tabağına tekrar tekrar şekerlemesini, bisküvisini, elmasını, turtasını koyar. Artık biri: “Ferdinand Fehriyiviç babasını da geçer artık!” – deyiverirse, şanslı babanın başı neredeyse göğe değer, – odayı çınlatarak gülmeye başlar o. Elbette sever o oğluna “Ferdinand Fehriyiviç” diye seslenilmesini.
İşte bundan sonra mutsuz çocuğun durumu daha da zorlaşır. Övmek ve övünmek coşkunluğuna teslim olan baba, gözü neye takılırsa, onu göstererek sormaya başlar:
–Oğlum, bu ne?
–Vazo.
–Ne vazosu?
–?
–Haydi , haydi, söyle – sen biliyorsun ya! Çin vazosu mu acaba?..
–Çin vazosu.
Fehri yoldaş, “Duydunuz mu?” der gibi, kaşlarını kaldırıp misafirlere bakar:
–Çin vazosuymış, hı? Çit kazığına geçiriliveren yoğurt çömleği değilmiş o. Moloděts[2 - Aferin (Rus.)] oğlum, her şeyi tanıyıp biliyorsun. Peki bu, bu nedir?
Baba masadaki sürahiye dokunarak gösterir. Ferdinand misafir geldikçe görüp karşılaştığı bu şeye düşmanca bakarak uzunca bir süre konuşmadan durur.
–Haydi, haydi, söyle, nedir o?
–Kristal, – der çocuk.
–Kristal sürahi o, oğlum! Oyuk burunlu çaydanlık değil, bil!
…Çaresiz çocuk vakit geçtikçe daha da üşenerek cevap verir, misafirlere de canlarının sıkıldığını gizlemek hep daha zor hale gelir. Fakat Fehri yoldaşın misafirlerin durumundan bir endişesi yoktur. Onun için, Ferdinand’ın zekiliğine şaşırarak oturmaktan daha keyifli bir şeyin olması mümkün mü ha? İşte o, misafirlerine göz kırpıverir ve çocuğa güzel damgalı bir şişeden kadehe içecek koyarak verir:
–Haydi, Ferdinand oğlum, şu şerbeti iç de bak hele, lezzetli miymiş?
Çocuk suratını asar, fakat öğretilmiş adetten dolayı, ister istemez biçimde kadehi alıp biraz içer.
–Haydi, ne içtin? – der baba. – Söyleyiver hele.
Çocuk kızarır, gözlerine dolu dolu yaş gelir, dudaklarını uzatıp konuşmaya cesaret edemeden oturur. Fakat babası defalarca ısrar edince, önüne bakarak duyulur duyulmaz biçimde:
–Mustafa, – der.
–Azıcık yanıldın, oğlum! A…a...aks… Haydi artık!
–Akstafa.[3 - Bir tür şarap.]
Baba koltuğa yığılarak, keyifle kahkaha atar:
–Ha-ha-ha, hi-hi-hi. İşte sana Akstafa – Mustafa! Ekmek bozası değilmiş o, moloděts[4 - Aferin (Rus.)] oğlum! İşte tabii ki zamane çocuğunun zekası, şarapları tanıyabiliyor elbette o!.. Oysa ben… ben onun yaşlarındayken karnım şişene kadar ekşi ayran içip dururdum.
Misafirlerden biri, koltuğunu sertçe iterek yerinden kalkar. Bir başka arkadaş uzun süredir tuttuğu kadehini: “Merhum babacığımın sağlığına!” diyerek içiverir. Misafirler gülüşürler, bir hanım ise hemen ona soruverir:
–Safa yoldaş, neden şimdi babanızı hatırladınız?
–Ben de bilmiyorum, Halide Hanım, – der Safa yoldaş, utanıp sıkılarak. Eli ağırdı merhumun, toprağı hafif olsun. Akstafa değil, bal rakısı bile içirmedi o bize… Büyüdük artık yine de.
Fehri yoldaş bir şey sezmiş gibi biraz sessiz kalır, sonra meseleye ciddi biri görüntüsü vermek istemiş olmalı ki Safa yoldaşa katılarak kendi çocukluğunu anlatıverir:
–Siz, ahali, yoksullukta büyümenin ne olduğunu bilmiyorsunuzdur, oysa ben biliyorum, – der o, övünerek. – Ben işte bir eksiği olmayan kıyafet, lezzetli yemek, güzel bir oyuncak görmeden büyüdüm. Şimdi Sovyetler Birliği hükümeti bana böyle geniş, bol maddi imkan vermiş ise, benim çocuklarım da canları ne isterse onu yiyip içmeliler. Ben böyle bakıyorum meseleye, bilin isterim!
Misafirler konuşmazlar, çünkü tartışmaya girmenin Fehri yoldaşı tekrardan kudurtuvermek olacağını çok iyi bilirler. Fehri yoldaş, güya aşağılanmış oğlunu teselli etmek ister gibi, ona doğru eğilerek pek tatlı biçimde sorar:
–Ferdinand oğlum, yine pasta vereyim mi?
Ferdinand ise doymuş artık, çok doymuş. Kafasını sallar. Aniden baba oğluna sinirlenir, bir pastayı tutarak çocuğun kırıntılar dolu tabağına koyar ve sert bir şekilde:
–Ye, ye, kapris yapıp durma, – der. Bir zamanlar baban da kılçıklı arpa ekmeğini pek severek yiyip durmuştu.
Yok, dostlar, doğrusunu söylemeli, pek keyifsiz geçer Fehri yoldaşta meclis. Baba acınacak halde, babadan da ziyade çocuk acınacak halde.
1953
KÜSİYE HANIM
Eğer siz üstüne yazlık beyaz ceket giyen, başına kaz tüyü kanatlı şapka takan dolgun vücutlu kadının bir mağazanın kapısından girdiğini görürseniz, bilin ki o Küsiye Hanım’dır. Omuzları kıvrımlı, beli dar, kızılımsı paltonun geniş etekleri bir dükkanın içinde gözünüzün önünden dalgalanarak geçerse, yanılmazsınız, o da Küsiye Hanım’dır. Ayağına beyaz fötr potinler, üzerine kara kedi kürkünden manto giyen kadın büyük mağazanın etrafında gözünüze çarparsa, yanılmazsınız ki Küsiye Hanım’dır o!
Baharda yazda, güzde kışta neredeyse her gün şehrin merkezî caddelerindeki dükkanları gezip dolaşan bu hanım kimdir peki? Yaşam öyküsünü anlatmak gerekli değil, çünkü anlatılacak yaşam öyküsü yok onun. Bir zamanlar orta okulu bitirerek aldığı bir mesleği olsa da, çoktandır onu yapmayı bırakmış. Kırk yaşına yaklaşırken altı ay kadar mı ne bunda çalışmışlığı var, Tatarca okuma yazmayı bilmez, Rusçayı da elinde tuttuğu yok.
Yine de kimdir peki bu Küsiye Hanım?
–Sarmanayev’in hanımı!
Ya da yakın çevrelerinin söylediğine göre:
–Sarmanay’ın hanımı!
İşte bundan başka Küsiye Hanım’ın cemiyette çağrılan başka adı yok, yakından tanıyanlar hatta onun Kevseriya denilen gerçek ismini de cismine denk gelsin diye Küsiye[5 - Tat. küsě “fare” anlamına gelmektedir.] olarak değiştirivermişler. Doğrusunu söylemek gerekirse, Küsiye Hanım’ın kendisi “Sarmanay’ın hanımı” diye bilinen isimle, hindi gibi, dünyaya sığmaksızın böbürlenip durur. Böbürlenmemek de olmaz, çünkü onun kocası yüksek saygınlıkta biri, ilim sahibi ve en önemlisi parayı Küsiye Hanım’a çok miktarda alıp getirir. E böyle kocanın her kadına da “nasip olmadığını” Küsiye Hanım pek iyi bilir!
Aslında hiç sözümüz yok, tamam, iyi adamın sadakatli hanımı olarak yaşayıversin, bir eli yağda bir eli balda olsun, bu bizim ahlakımıza da kanunumuza da sığan bir şey. Ancak bütün bela şunda ki, o – yani Küsiye Hanım durduk yere bir kötü hastalığa maruz kaldı. Belki, küçük yaştan ta şimdiye o hastalığın mayası oluşmuştur, ama son yıllarda iş yokluğundan, para çokluğundan olsa gerek kötü hastalık onun bütün kanına yayıldı. Hastalığın Latince adı neyse ne, bizim dilde basitçe söylendiğinde – açgözlülük. Açgözlülüğün özellikli belirtileri – doyumsuzluk (Bunu yemek içmek ile ilişkilendirmek uygun olmaz, genel olarak mala doyumsuzluk ile ilişkili söze denk gelir.), cimrilik, kıskançlık, korkaklık, arsızlık ve nihayet başını aşmış bencillik.
Bu belirtilerin bazısı Küsiye Hanım’da üstünlük ele geçirmiştir, ama hepsini birlikte toplayınca, demin bahsedilen açgözlülük denen şeyin Küsiye Hanım’ın yüzünde klasik örneğini görürüz. Tam bir fare gibi o: Sağına soluna bakınıp, burnunu uzatarak daima koklayıp durur ve ne görürse, ne bulursa onu yuvasına taşır. Nedense ona günlerden bir gün dükkanlardaki bütün her şey bitiverecek gibi gelir. Ara ara o, kocasının kulağına “ Tükenmeden önce almak gerek.”, “Denk geldikçe alıvermeli.”, “Yedeksiz kalmayalım.” diye üsteleyip durur. Ve, doğrusunu söylemek gerekirse, yedek toplamakta Küsiye Hanım şaşılacak derecede beceri gösterir. Meyve zamanında bulunmaz diye o daha kıştan tenekelerce şekerini taşır. Bir yemekhanenin yıllık ihtiyacına yetecek kadar karabiber toplar. Unu söylemiyorum bile, hususi sandık alarak onu üç kiloluk çuvallarla istifleyip doldurur. Yağ, bulgur, makarnaları taşıyıp durdukça ise, onun sadece kileri değil, dolabının üstleri, karyolasının altları da dolar. Burası dikkate değer yine, o azığı tam bir gerçek fare gibi, dükkanın arka yollarından taşımayı sever; bunun için kendini adeti olduğu üzere “falan kişinin arkadaşı” diye tanıtır ve müdürlerin pek derinde yatan yüreklerini de titretmeye mecbur edecek derecede çokça yağlayıp ballayarak gülümseyiverir.
Ancak bu azık taşımanın Küsiye Hanım’a çokça rahatsızlık veren iki “belası” var: Birincisi, onun beklediği kadar dünyada yiyecek yetişmez, ikincisi, birikmiş yiyeceği ömür boyunca saklamak olmaz. İlk önce yenir (Ne zavallı!), yenilmezse – bozulur. Un çürür, yağ kokuşur, karabiber kıyafete siner (Muhterem eşi, işin sırrını anlamadan hapşırıp durmaya başlar.). Üstelik tahta kutuların sandıkların etrafına dört ayaklı fareler de dadanır.
İşte giyim kuşam – başka mesele! Naftalini bolca serpiverince saklanır. Onun için Küsiye Hanım boston gibi pahalı kumaşı, paltoluk güzel drapı, nadir rastlanan gerçek yünü, kapronu, naylonu, ipeği pusuda bekler durur. Denk geldi mi, vurguncu gibi zorbalıkla alır. Artık ele geçiriverince de, hayatında büyük bir fedakarlık yapmış gibi, tanıdıklarına övünmesi bitmez. Aynı zamanda Küsiye Hanım, kocasından gizli karaborsacılık ile de meşgul olur… dersek daha sert olur, yumuşatarak söylendiğinde dükkan ile bir şeylere ihtiyacı olan insanlar arasında aracılık rolünü yapmayı da sever; yani şu veya bu şeyi, görünüşünü ya da süsünü sevmemiş olarak, biraz kazanç ile başka birisine yamayıverir. Ne dersin böyle becerikli kadına!
Küsiye Hanım’ın bir şeyler taşımaya bu kadar hırslanmasını cömertlikten, paranın değerini bilmemesinden diye düşünmeyin yine. Para onun soluyup durduğu havası. Nereden nasıl yapıp edip bir kuruş koparmak için, kimin olursa olsun hakkını yemek için o her türlü utanma arlanmayı bir kenara silkip atar. Mesela, terzi kadına elbise diktirir. Parasını ödeyeceği zaman yaklaşınca, “Falan terzi tam da bunun gibi elbise için falancadan şu kadarcık almış.” diyerek bir şekilde önceden söz verdiği ücreti vermemeye çalışır. Şayet o kendi Klara’sını ve onunla birlikte oynayan komşu kızını yanına alarak şehir parkına çıkarsa, dondurmayı sadece kendi kızına alıp verir, yine de diğer kızcağızın önünde kendisini aklamak ister gibi kağıt paraları hışırdatır: “Başka bozuk param kalmamış.” diyerek keçi kafası sığacak büyüklükteki cüzdanını çat diye kapatıverir.
Küsiye Hanım’ın hayattaki amacı son derece açık ve basit: O pek çok, pek çok parası olan biriydi; güzel giyinip, öteberi toplayıp, bütün arkadaş çevresi, eş dostlarını şaşırtarak yaşardı. Bundan ötürü de onun hayal ettiklerinin hepsi parayla ilişkilidir.
İşte böyle bir kadın o Küsiye Hanım. İnanasınız gelmiyor mu? Bizim hayatımıza böyle tuhaf biri nasıl gelsin, olmaz bu mu diyorsunuz? Ama olurmuş, pek nadir olsa da denk gelirmiş.
Belki, kocası nasıl bakıyor dersiniz? Merak etmeyin, bazı mevki sahibi adamlar tam da işte böyle Küsiye Hanım gibi kadınları kendileri için en uygun hayat “arkadaşı” olarak tercih ederler. Güya, onun gibi biri, kendisi çok büyük iş adamı olduğu için geçim meseleleri ile uğraşarak küçülmez, onun için evde sakin bir hal meydana getirilmiş olsun. Nasıl yapılır o – bunda onun bir işi yok. Zaman zaman hanımının ahlaka sığmayan eğri taraflarını görse de, görmezlikten gelir. Ancak o görmese, insanlar görür. Küsiye Hanım’ın bütün derdi şu ki; o kendisinin asıl durumunu anlamaz, mevki sahibi adamın karısı olunca, varlığa kıyafetlere büründükçe, hakiki insan olmak için bunlar yeterli diye düşünür. Oysa hakiki insanı bizde fareye benzetmezler.
1953
İKİ BACANAK HAKKINDA HİKÂYE
İki bacanak tedarik dairesinde görev yaparlar. Büyük bacanak kıdemli işte, mesela, tedarik dairesinin başında durur; küçük bacanak daha küçük işte, mesela, tedarik deposunun içinde durur. Büyük bacanak, küçük bacanağın pek otoriteli müdürü, küçük bacanak ise büyük bacanağın çok güvenilir çalışanı.
Büyük bacanak iri gövdeli, kırmızı yüzlü, yumruk burunlu, heybetli bir insan; küçük bacanak kısa boylu, gencecik olduğu halde yusyuvarlak göbek büyütmüş ve tam da büyük bacanağınki gibi ustura bilenecek kadar pürüzsüz parlak suratlı bir delikanlı. Büyük bacanak yazın şapkayla, kışın geyik kürkünden börkle; küçük bacanak ise yazın Özbek başlığıyla, kışın üst kısmı derili karakül börküyle gezer. Büyük bacanak şehrin sakin bir caddesinde kendi evinde yaşar ve çoban köpeği besler; küçük bacanak şimdiye kadar hala birinin yanında, bir odada yaşar ve Buhara kedisi bakar. Ancak küçük bacanağın da bütün hayali daha sakin yerden kendine ev satın almak. Eğer Allah kaza bela vermezse ve büyük bacanak sağ olursa, bu hayaline o şüphesiz ki bir gün erişecek.
Büyük bacanağın içkisi sigarası yok, restoranlara girip çıkmaz, sadece kendi evinde bal rakısı içerek soğuk kaz eti yer durur. Küçük bacanak da sigara içmez, sigara yerine karamela yer, ama bir süredir evlenmiş olduğu için misafirliğe gitmeyi sever. O küçük garmunda[6 - Akordeon.] “Elma Ağaçları”nı pek güzel çalar, hanımı ise “Ay yıldızım, yıldızım” havasını söyleyerek güzelce oynar.
Büyük bacanak pek zeki, kurnaz biri. Kimin kim olduğunu, köpek gibi kokusundan anlar. Adamına göre tatlı sözünü saçar, cömert elini açar ya da kibirli kılığa bürünür, görmezden gelir. Küçük bacanak bu yönden de büyük bacanağının kopyası olmaya çalışır: Gerekli adama yılışır, gerekli olmayandan uzak durur, yine de onun kaderine sahip olabilecek kişilerin gözlerine bakar ve der: “Ne buyurursunuz?”
İşte bundan dolayı da büyük bacanak küçük bacanağı pek çok sever, kanatlarının altına alır, küçük bacanak ise büyük bacanağı için ağzı ile kuş tutmaya da razı.
Böyle birbirine benzeyen bu bacanaklar tedarik bölgesinde “işleri” pek ustaca yürütürler. Büyük bacanak kaş göz işareti yapar, küçük bacanak hemen anlar. Büyüğü işe koşar, küçüğü usulcacık yollar, büyüğü işaret eder, küçüğü hemen ipin ucunu gizler. Büyüğü payın büyüğünü alır, küçüğü hissenin küçüğüyle de yetinir. Çünkü o ekmeğini büyük bacanağın elinden yiyorum diye bilir.
Böyle, fareler gibi sağa sola bakınarak sakin sakin yaşarlar bunlar. Mal biriktirirler, soğuk kaz yerler, karamela yerler… Ancak günlerden bir gün, aksilik bu ya, büyük bacanak işaret veremeden kalır, birdenbire denetim gelip basar ve bizim küçük bacanağımız, tedarikçilerin diliyle söylendiğinde zokayı yutar.
Büyük bacanak, bunu duyunca çok korkar, küçük bacanağı içinden it yerine sokup söver ve güvenilir insanlar vasıtasıyla kendisinin kesin emrini verir: Eve gelip durmasın, denetim esnasında hiç kimseyi de karıştırmasın, bütün suçu kendi üzerine alsın, o vakit o akılsızı kurtarmak mümkün.
Küçük bacanak için büyük bacanağın buyruğu – kanun. Küçük bacanağın hesabına göre, dünyayı döndüren çark – dostluk, büyük bacanağın dostları ise – yarı şehir. Bir dostunun yardımı ile savcının yatak odasına bile geçip girer o.
Nihayet küçük bacanak mahkeme karşısına çıkar. Böyle kudretli bacanağı olunca o kendini mahkemede pek cesur gösterir. Ne kadar sorsalar da, hiç kimseyi de karıştırmaz, bütün bildiği ve söylediği: “Sadece benim.” Savcının “Bir insan nasıl bu kadar yiyebilir!” – diye şaşkınlıkla sormasına karşı, hiç de hayrete düşmeden: “Yenir o!” diyerek cevap verir.
Söylemek de gerekmez, bu işte büyük bacanağın parmağı pek ustaca oynar: Küçük bacanak sekiz yıla gider, kendisi ise tedariğin başında sessizce oturup kalır.
1954
TIKAÇ
Hemen hemen her yaz ben bir bölge merkezine balık tutmaya giderdim. Ve neredeyse her gittiğimde orada balıklara ölüp biten bir arkadaşa rastlamıştım.
…İlk karşılaşmamız bundan dört yıl önce oldu. Yaz ortasının güzel bir gününde ben, tam balıkçılar gibi, büyük kauçuk çizmelerle, eski yağmurlukla ve eski başlıkla, omuza büyük gelen demet oltalardan taşıyarak, sırta tıkıştırıp doldurulmuş sırt çantası asarak yük arabasında, bölge merkezinin pazar meydanına geldim. İnmemle birlikte en önce markete girdim. Gülmek için acele etmeyin, sizin düşündüğünüz her şey sırt çantasında vardır, unutulmamış, ama… işte tuz unutulmuş, hayırsız, tuz almak gerekti. İşte bu tuzu aldığım sırada bir kişi bana laf attı:
–Arkadaş, balığa mı?
Ben dönüp baktım: Biraz daha yan tarafta başına beyaz kasket, üstüne siyah ceket, ayağına krom çizmeler giymiş yuvarlak yüzlü, güçlüce bir kişi dikelip duruyordu.
–Evet, balığa – dedim ben.
–Uzaktan mı ?
–Kazan’dan.
–Pekiyi, pekiyi… Bizim nehir balıklı, tarançaları güzel yakalayabilirsin.
Benim ağzım tutulacak tarançaların kendilerini görmüş gibi yayılıverdi.
–Öyle mi? Keyifli haber. Kendi tecrübenizden yola çıkarak söylüyorsunuzdur değil mi?
–Yok, – dedi bu arkadaş, cimrice gülümseyerek. Olta atmışlığım yok. Teker teker tutmak benim ilgimi çekmiyor.
“Yüksekten atıyor bu ağabey”, diye bir an düşündüm ben ve onun özel araç gereçlerle iş yapan balıkçı olduğuna hemen orada inandım.
–Demek paragat[7 - Çok sayıda balık tutmak için kullanılan bir alet.] atıyorsunuz?
–Hiçbir şey atmıyorum ben, kardeşim! – dedi o ve benim fazlasıyla meraklı durduğumu görmüş olsa gerek, soruverdi: –Neden o kadar hayret ettiniz?
–Siz teker teker tutmak benim ilgimi çekmiyor, dediniz. Öyle olunca…
–Doğru, bana balık kilolarca değil; kentallarca, tonlarca gerek.
–Tonlarca! Bağışlayınız, kim oluyorsunuz peki siz?
–Bölge Gıda Fabrikasının müdürü. Anlıyorsunuzdur artık, balığı tek tek tutmak benim plana uymaz. Nehri boylu boyunca büyük ağ ile arşınlayarak balık tutmak – işte benim planım.
Biz dükkandan çıktık. Ayrılmadan önce direktör arkadaş belki övünmek, belki beni utandırmak isteyerek:
–İkinci gelişinizde nehir kıyısına gitmeniz de gerekmez, – dedi. – Turna balığı mı lazım, çapak balığımı – bizden alıp gidersiniz.
–Balıkçı hiçbir zaman balığı satın almaz, – demiş oldum ben, o ise “Biliyoruz!” dercesine bana kurnazca göz kırpıverdi.
Biz ayrıldık; o kendi yoluna gitti, ben kendi yoluma gittim. Bölge merkezinden büyük şose yoldan geniş dere yatağına çıkarak ırmağa doğru adımladım. Bir üç kilometre kadar gidince ırmağın köprüsüne geliverdim. Ben kendim balık tutmak için yeri, genellikle, köprünün etrafında ararım. Köprünün etrafında, mesela, girdap yerler denk gelir, öyle yerde su derin olur, yavaş akar. İşte şimdi de, köprüden yüz metre kadar daha aşağıda, böyle genişçe bir girdap yeri buluverdim. Olta atmak için pek uygun olan açık yeri de varmış: Sarp kıyı altında yassı kumluk, su kıyıdan hemen derinleşiverir, dibinde balık yerine tutulup sürüklenip çıkarcasına dip çamuru, bitki kökleri gibi şeyler de görünmez. İki tarafta ise turna ağabeyin sinip yattığı kamışlık uzanır. Şanslı yer olsun!
Ben arkamdaki sırt çantasını çıkarıp bir yaban gülü çalılığının dibine bıraktım da kendimi koruyarak aşağıya indim ve sudaki balıklardan kim olduğumu, ne amaçla geldiğimi saklamak ister gibi usulcacık oltaları çözmeye başladım.
Yine de benim bu ilk gelişim ziyadesiyle verimli geçti: İki gün sahil boyunda yatarak sabah akşam karnım şişene kadar balık çorbası içip, beraberimde eve de bir üç kilo balık alarak döndüm.
* * *
İkinci yaz da ben bu bölge merkezine, aynı yere balığa gitmek istedim. Yola hazırlandığım sırada daha önce bölgenin marketinde rastladığım “Bölge Gıda Fabrikası” nın müdürü birden aklıma düştü. Nehirdeki balıkları ağla tutup bitirdi mi acaba diye şüphe ediverdim ben… Ama tamamen hazırlanınca, balığın bize kadarı da kalmıştır hele, diyerek yola çıktım.
Okuyuculara belirtmek gerek ki gerçek balıkçı daima alıştığı yere gider. Ve biz de geçen yılki yerimize, daha önceki köprünün dibine gelerek güzelce yerleştik.
…Güneş tuhaftı. Söğütlerin tarafına sessizlik konmuş, suyun üstü misket yuvarlanacak kadar pürüzsüz, ne bir şa-kıldayan ses ne bir hareket var! Sadece zaman zaman oltanın ucuna dört kanatlı kız böceği gelip konar, ya da suyun ortasında bir balık sırtını parıldatarak suya dalıverir.
İşte bu munis, huzurlu sessizlikte artık biz, balıkçılar, “Şak!” enseye, “Şak!” şakağa, ”Şak!” koltuk altına sertçe vurarak, meczup biri gibi şamandıralardan gözümüzü alamadan otururuz. Olağanüstü huzur! Yüzlerce sivrisineğin canını cehenneme gönderdiğim sırada bir tarança da tutuluverir. Parıldatarak kıyıya fırlatırım onu. Sonra yine “Şak!” enseye, “Şak!” şakağa…
O gün akşama doğru bölge merkezi tarafından gelen tepesi brandalı, geniş tekerli kahraman “GAZ-67”[8 - Rus arazi aracı.] arabası köprüye yaklaşınca tık diye durdu. Arabadan iri yarı bir kişi inerek bana doğru gelmeye başladı. Gelince bu, yaklaşır yaklaşmaz bana gülümseyerek laf attı:
–Naber, balıkçı! Tutuyor muyuz?
–Kim deyip duruyorum, bu şu “Bölge Gıda Fabrikası” nın müdürüymüş meğer!
–A-a, direktör arkadaş! Merhaba!
O benimle el sıkışarak selamlaştı da siyah kovanın yanına çöktü.
–O-o-o! Tarançaları epey çekip götürmüşsün meğer. Kızıl kanat da, levrek de varmış, peki turna yok mu, turna?
–Turna suda daha.
–Neden daha çabuk kapmıyor ha, akılsız! Neyi bekliyor?
–Turna artık sizden dolayı kalmamıştır.
Müdür, kinayeyi anlamadan, bana baktı. Ben geçen yılki konuşmayı ona hatırlatmak için acele ettim:
–Siz büyük ağ ile nehrin bütün balığını tutmaya niyetlenmekteydiniz ya.
–Haa! – dedi bu uzatarak. – Onu diyorsunuz! Olmadı o, niyetlenmekten öteye gidemedi. Sizin şansınız.
–Neden öyle ki ?
–Benim planımdı o, fakat kendim gidince, plan da havada asılıp kaldı.
–Siz şimdi “Bölge Gıda Fabrikası” nın müdürü değil misiniz?
–Yok, ben şimdi “Levazım Müdüriyeti” başındayım! – dedi o, mahsus gururlanarak. – Aniden terfi ettiriverdiler, haydi, tedarik işini yoluna koy, dediler. Önceki müdür, adı batsın, yeme içmeyi çok severdi, onu yemekhane müdürü yaptılar.
–Kısacası, bölge halkını balıkla ağırlamak nasip olmamış yani!
–Olmadı, delikanlı!
–Öyleyse, kendiniz için tek tek tutmak uygun olur artık?
Bu defa müdür kinayeyi anladı.
–Aa, pek keyifli iş bu tek tek tutmak! – dedi o, bütünüyle sevinerek. – Bir süre rahatlayayım, muhakkak gitmeye başlayacağım. Kendi tuttuğun balığın lezzeti de tamamen başka oluyor tabii, doğru mu?
–Pek doğru!
–Hakikaten, severim ben balığa gitmeyi, çok severim! Fakat burada bizim gibilere boş zamanı hiç arttırmazlar; sonra ciddi ağabeyler, balığa gittiğimi söylediğim zaman ona ciddi olmayan iş olarak bakarlar, şüphesiz. Bakarlarsa baksınlar! Gelecek yıl sağ olursak, bu sahil boyunda hep beraber otururuz!
O böyle kendisinin balık tutmaya olan ilgisini samimiyetle anlattı da, “Araba bekler.” diyerek aceleyle gitti. Gitmeden önce ben onun soyadını da öğrenebildim: Sabircanov imiş.
Yoldaş Sabircanov güzel, şen gönüllü birine benziyor, ancak gerçek balıkçı olmasa gerek – konuşmayı çok seviyor.
Bu gelişimde balık çorbasını daha az içtim. Buna karşılık eve altı kilo balıkla döndüm.
* * *
…Yine güzel yaz ayları geldi çattı. Yine dere kenarındaki kır yerinin patikalarında yürüyesim geldi. Üstelik, rüyama da su kıyısına gelip olta atmamı bekleyerek ağızlarını açıp duran yayın balıkları girmeye başladı. Dayanamadım, iznimi aldım da çabucak şu yayın balıklarının yanına gitmeye acele ettim.
Alışıldık yer. İşte yeşil çimenlikte geçen yıldan kalan yusyuvarlak ocak yeri, işte kara yanmış taş, işte çalılığın dibinde konserve tenekesi yerde ters dönmüş durur. Evet, bir yıl ömür göz açıp kapayana kadar geçip de gitmiş.
Bu kez nehrin etrafında nedense değişiklik de var gibi geldi. Köprüden taş, kerpiç yükleyen arabalar devamlı geçip duruyorlar. Nehrin tepesinden, pek net işitilmeyen uğultulu bir ses de duyuluyor. Arabasına su “içirmek için” duran bir şoförden ben bu canlanmanın sırrını öğrendim: Beş kilometre tepede bölgeler arası hidroelektrik santrali kurmak için hazırlık sürüyormuş. Arabalar taşları, kerpiçleri buraya taşıyorlar; şu uğultulu ses ise – kolayca kuruveren tahta yarma makinesinin sesiymiş.
İkinci gün pek erken, balıklar kendini kaybederek dans etmiş ve ben hangi oltanın ardından gözleyeceğimi bilemeden, pek gönülden bağlanarak balık tuttuğum sırada, kara aygırı koşturan araba köprüden hızlıca, gürültü ederek çıktı. Çıkmasıyla birlikte yoldan kıyıya doğru dönerek sahilin başında durdu. Arabadan branda bezinden yağmurluk giymiş biri inerek bana doğru gelmeye başladı. Ta uzaktan elini sallayarak bağırdı:
–Olmaz böyle, kira ücreti ödetmek uygun olacak size, yer ettiniz muhtemelen, ha?
Bu – “Levazım Müdüriyeti” direktörü Sabircanov’du.
–Merhaba, dostum!
–Merhaba, yoldaş Sabircanov!
O benimle çoktandır tanıdık olan dost gibi el sıkışıp selamlaştı.
–Hoşunuza gitti, diyorum, sizin bizim Mişe tarançaları, her yıl geliyorsunuz!
–Gelmesen, tarançaların hatrı kalır elbette.
–Öyle mi? Peki, peki! Nerede, övün haydi öyleyse!
Ben bugün sabahleyin tuttuğum, sağlam ipe takarak su kenarına gönderdiğim yarım kiloluk çapak balığını alıp gösterdim.
–Vay-vay-vay! Bak sen şuna üstelik çapak balığı! Bunun yanına bir yarımlık rakıyı koltuk altına sıkıştırıp gelmek uygun olurmuş… Ölürüm yanlayıp balık çorbası içmeye.
–Lütfen buyrun! Balık çorbasının alasını pişiririz.
Sabircanov çömeldiği yerden kalkıp kafasını sallayıverdi:
–Ah, vakit, vakit yok! Parayla da satılmaz elbette!
–İş pek çok mu ki öyle?
–Boyunu aşmış birader! Nu niçěgo[9 - Amma fena değil (Rus.)]. Çok geçmeden balık kendimizde olacak. Balık çorbası içmeye bize gelirsiniz.
–Nereye size?
–Bizim kolhoza, “Dostluk” kolhozuna, buradan sadece 12 kilometre…
Benim yüzüm aniden sahil kıyısına gelen balık yüzü gibi oluverdi, muhtemelen.
–Neden o kadar şaşırdınız? – diye sordu yoldaş Sabircanov da.
–Durun hele, geçen yıl elbette siz “Levazım Müdüriyeti” başındaydınız?
–Geçen yıl tabii o! İşte bu yıl ise, kolhozları büyütünce beni büyük bir kolhoza başkan yapıverdiler. Haydi, Sabircanov, gidip kolhozu güçlendir, dediler.
–Bak seeen!
–Nesi tuhaf? Bizim gibi yönetici çalışanlar için hiçbir şey değil o. Çağırırlar da emrederler, vesselam! Evet, işte şu, bizim kolhozun büyükçe bir barajı var, bu yıl ilkbaharda bine yakın “aynalı sazan” denen balıktan gönderdik. Sonbahara yakalayıp istiflemeye başlıyoruz, lütfen buyrun gelin! Bohçana da birkaç kilo koyuveririz.
–Teşekkürler! Kim bilir, belki, geliveririz.
–Pajalıstı[10 - Lütfen (Rus.)], rica ederim. Peki, şimdilik hoşça kal! Aygırı orada at sinekleri sardı.
Böyle dedi de yoldaş Sabircanov, tam da becerikli başkanlar gibi pardösünün eteklerini sallayarak gitti.
* * *
Biliyor musunuz, yoldaş Sabircanov ile yine bir kere daha rastlaşmak denk geldi. Aynı köprünün dibinde. Geçen yıl oldu bu, son rastlaşmamız oldu.
Çay kaynatıp içeyim diye, sahilin başında ıvır zıvır toplayarak yürüyordum. Bakıyorum; köprüden kutular, iple sarılmış bohçalar, kova, kap kacak, yemlik gibi şeyler yüklemiş ve arkasına kızıl inek takmış bir yük arabası “tıngır mıngır” geliyor. Arabanın yanından dizgini tutarak bir ağabey gidiyor. Epey arkasından ise başını aşağı eğmiş, ellerini arkaya koymuş yoldaş Sabircanov’un kendisi adımlıyor. Ben onu hemen tanıyıverdim ve bağırarak laf attım. O yukarı uzanıp baktı da, atı tutan ağabeye bir şey söyleyip bana doğru gelmeye başladı.
Araba köprüden geçtikten sonra durdu.
Biz el sıkışıp selamlaştık da yeşil çimenliğe oturduk. Sabircanov kasketini çıkarıp terlemiş alnını sildi, sonra cebinden sigarasını çıkardı. Evet, bu defa yoldaş Sabircanov’un keyfi daha bir başka gibi, şen şakrak bir biçimde, ağzına ne gelirse onu söylemeye atılması anlaşılmaz kendisinde. Yine de ben mahsus kandırarak sormuş oldum:
–Yoksa pazara inek satmaya mı gidiyorsunuz?
–Göç ediyorum, kardeş, tekrar bölge merkezine… – dedi Sabircanov, en son sözüne vurgu yaparak.
–E kolhoz?
–Kolhoz ne? Bir yıl güçlendirdin, yeter, şimdi burada lazımsın, derler. Ağız da açtırmazlar. Böyle, kardeş, ekin ektirmeye başlayamadım, şimdi işte kerpiç dövdürmeye başlamak uygun gelir.
Pek tuhaf geldi bu iş bana, yoldaş Sabircanov’a bir an acıyıverdim.
–Kimsiniz peki siz, mesleğiniz süresince kimsiniz? – dedim, kendim de anlamadığımdan kızıverip.
–Tıkaç! – dedi Sabircanov, birden kestirip atarak.
–Nasıl o öyle… tıkaç?
–Şöyle şimdi; nerede bir gedik orada tıkaç biz, nerede bir şey aksamaya başlasa, oraya çabucak götürüp tıkarlar bizi… İşte kerpiç fabrikasına yönetici lazım oluvermiş. Haydi, Sabircanov, dön, fabrikayı devralıver!
–Tuhaf, tuhaf…
–Tuhaftır o… – dedi Sabircanov, her nasılsa, sadece ağzının bir kenarıyla gülümseyerek sigarasını çizmesinin tabanına basarak söndürdü de yerinden kalktı.
–Oldu, lafla peynir gemisi yürümez derler, kımıldamalı.
El sıkışıp vedalaştığımız sırada o yine açılıverdi:
–Fakat yine de biz sizinle balığı tek tek tutacağız hele!
–Hay hay, denk gelir mi acaba, siz elbette işte hiç de göç etmekten kurtulmazsınız?
–Elbette hayır! – dedi Sabircanov, aniden cesaretlenerek. –İşte dönüp bir yere sağlamca yerleşeyim de, ondan sonra demir sopayla kanırtsalar da kımıldamam, vesselam! Yeter! Hoşça kalın!
–Hoşça kalın, yoldaş Sabircanov!
Araba miskin miskin gıcırdayarak hareketlenince, ben oltalarımın yanına vardım. Bugün balık yakalamanın da nedense bir tertibi düzeni yok. En büyük oltaya taze yem koyup tükürerek misinayı havada sallayıp nehrin ortasına fırlattım. Kurşun ağırlığı şap diye suya giriverdi. Kızıl şamandıra önce hızlıca yüzdü, sonra, zıplayıp ayak üstü kalktı. Hatta, yolunu kaybeden bir izmarit balığı gelivermez mi damağına… tıkaç olasıca!
1953
NASIL BİRİSİYMİŞ Kİ O?
Enstitüyü bitirince, beni bir büyük tröste[11 - Aynı alanda iş yapan çeşitli ortaklıkların hisse senetlerinin, bir denetim teşkilatına teslim edilmesi ve yönetimin bir teşkilatı yöneten gruba aktarılmasıyla oluşan, tekelci sermayedarlığa dayanan ortaklıklar birliği.] gönderdiler. İşte ben bu tröst başkanının beni kabul etmesini bekleyerek oturuyorum. Ona benim kim olduğumu, nereden geldiğimi haber vermişlerdi çoktan. O hiç şüphesiz kabul edeceğini söylemiş, fakat biraz beklememi buyurmuş. Zararı yok, ben beklemeye razıyım, hiç de üşenmeden beklemeye razıyım.
Ara ara zil çalıyor. Sapsarı saçlı, kırmızı dudaklı, çıplak dolgun kollarına çil düşmüş sekreter hanım başkana gerekli kişileri çağırıp duruyor.
Bir saat kadar zaman geçip gitti çoktan, fakat ilk bekleyişim olduğundan fazla kaygılanmıyorum, işte şimdi çağırıverir diyerek oturuyorum. Yine bir süre geçtikten sonra, görüşme odasına insanlar toplanmaya başladı. Sözlerine, birbirlerini tutmalarına bakınca, onlar başkanın eşiğini çokça aşındırmış kişilere benziyorlardı. Onların çoğu sekreter hanımla pek yakın olup selamlaşıyorlar, onu kandırarak iltifatlar ediyorlar.
İşte yine zil çaldı. Yerinden kalkan hanıma ben:
–Yoldaş müdüre beni hatırlatınız haydi, – dedim. (İş adamıdır müdür diyorum, yanına giren çok, unutuvermesi de pek olası tabii.)
Hanım konuşmadan ofise girdi. Birazdan geri dönünce, pek resmi sesle bana:
–Müdür bugün sizi kabul edemiyor, şimdi orada müdürler toplantısı başlıyor, – dedi. – Evraklarla talimat belgenizi bırakıp gitmenizi buyurdu.
–Ne zaman geleyim peki?
–Yarın saat on ikide gelin!
–Ben parşömen kağıda sıkıştırıp dürdüğüm evraklarımı bırakıp çıktım. Yoldaş müdüre öfkelenmemeye çalıştım artık, bir buçuk saat bekletip kabul etmemesi beklenmedik bir durumdur, diye kendimi teselli ettim.
Ertesi gün on iki olmadan önce geldim. Ağzına sigara götürmüş halde hayale dalarak oturan daha önceki hanım benim soruma karşı üşenerek:
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/emirhan-yenikiy/ahiret-69499225/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
notes
1
Paris tarzında olan.
2
Aferin (Rus.)
3
Bir tür şarap.
4
Aferin (Rus.)
5
Tat. küsě “fare” anlamına gelmektedir.
6
Akordeon.
7
Çok sayıda balık tutmak için kullanılan bir alet.
8
Rus arazi aracı.
9
Amma fena değil (Rus.)
10
Lütfen (Rus.)
11
Aynı alanda iş yapan çeşitli ortaklıkların hisse senetlerinin, bir denetim teşkilatına teslim edilmesi ve yönetimin bir teşkilatı yöneten gruba aktarılmasıyla oluşan, tekelci sermayedarlığa dayanan ortaklıklar birliği.