Göç

Göç
Mevlüd Süleymanlı

Mevlüd Süleymanlı
Göç

ÖNSÖZ
Mevlüd Süleymanlı 1943 yılının Mart ayının 18. günü eski adı (Çiçe-Cücu?), yeni adı Kızıl Şafak köyünde dünyaya geldi.
Kızıl Şafak, Koçkar Dağı eteklerinde, şimdi Ermenistan diye anılan sınırlar içinde kalmış 500 hanelik bir Türk köyüdür ve Ermenilerin “Kalinino” dedikleri Celaloğlu kasabasına bağlıdır.
Buralar tarihin başından beri Türk yurdu olmuştur. Nereye bakarsanız bir Türk nişanesiyle karşılaşırsınız. Babalarımız Kür ve Aras ırmakları arasında kalan sahaya Arran, Aran demişler. Kadim Saka Türklerinin anavatanı olan bu topraklara Çarlık Rusya, İngiltere’nin de teşvikiyle 1813 Gülistan ve 1828 Türkmençay Antlaşmasından sonra Ermenileri Suriye’den, İran’dan, Osmanlı hakimiyetindeki yerlerden getirterek yerleştirdi. Türkmençay antlaşmasıyla Türk yurdu Azerbaycan ikiye bölündü; Güney’i Farsların, Kuzey’i Rusların işgaline uğradı. Çarlık, Batının sömürgeci Hıristiyan devletlerinin de yardımıyla Ermenileri getirip Azerbaycan’ın batısına yerleştirirken, Doğu Türklüğü ile Batı Türklüğü arasında köprü olan Azerbaycan Türklüğü ile Türkiye Türklüğü arasındaki coğrafî bağlantıyı kesip arada tampon bir bölge yaratmak gayesini güdüyordu. Evet, bir zamanlar tamamı Türk olan bu yerlerde artık Ermeniler hâkimdir.
1988 Eylülünde Azerbaycan seyahatimizden eşim Fatma ile Anavatanımıza dönerken bir gece bu köyde kaldık, oradaki bacılarımızla, kardeşlerimizle hasret giderdik. Şimdi Kızıl Şafak köyünde Türk yok artık. Ermeniler, ağababalarının da yardımıyla nice yıldır sürdürdükleri baskı ve zulümle, bazen katliamlarla Türkleri buradaki yurtlarından yuvalarından çıkarıp attılar ve tamamen Ermenileştirdiler. Koç ve at heykelleriyle süslü Tekeli, İmirli, Karakelle, Koçkarlı vb. Türk boylarına ait mezarlıklar yalnız kalacak. 21 Mart Ergenekon Bayramı öncesi tertiplenen “Kabirüstü” merasimlerinde kimse gelip onları yenilemeyecek, üzerlerinde Yasin-i Şerif okuyamayacak. O mübarek kabirler üstünde katil ve vahşi Ermeni çizmeleri dolaşacak, tıpkı Bahçesaray’da, Deliorman’da, Hisargrad’da, Kırcalı’da olduğu gibi. Yattığı toprağı bile çok görülen Fuzuli kabri gibi…
Mevlüd Süleymanlı, Mevlüd kandilinde, anadan olduğu için babası ona bu adı takmış. Mevlüd’ün babası o zaman (İkinci Dünya Harbi’nde) on binlerce Türk gibi cephedeymiş. Evine yolladığı mektupta şunları yazmış: “İki daşın arasında (çok kısa bir anda) yattım, tuş (rüya) gördüm: Baktım ki, Bağdagül (eşi) yatıb (uyumuş), yanında da iki kundak var. Biri sarışın ve uzun, diğeri ise kısa ve garaşın (esmer)… Bağdagül sesime uyandı ve esmer olanı kucağına aldı, sarışın kaldı. O, fazla yaşamayacak. Kara (esmer) olana Mevlüd adını koyun. Adını men verdim, ömrünü Tanrı versin…”
Mevlüd ise bana şunları anlattı: “Sarışın tayımı (kardeşini kastediyor) hele de hatırlayıram. Özünü görmesem de mene çoh yahındı. Ele bilirem içime köçüb… Anam, diyerdi ki, senin tayın meleyke (melek) oldu. O vaht uşağdım, ağlıma yatmışdı, indi daha artık (fazla) inanıram ki, sarışın tayım doğrudan da meleyke olub.”
Mevlüd’ün babası sayısız şehit Türklerden biri olarak İkinci Dünya Harbi’nin kanlı günlerinden birinde, cephede ruhunu Tanrısına teslim ediyor. Anası ona kol kanat geriyor, babasızlığı hissettirmiyor, ama o Oğuz anası bunda ne kadar muvaffak olabilir!?..
Anası onu İlmezli köyündeki okula yollar, ilk ve orta tahsilini burada bitirince Azerbaycan Devlet Üniversitesinin filoloji bölümüne 1962 yılında girer ve 1967 yılında bitirir. Azerbaycan Devlet Televizyon ve Radyo Teşkilâtında dram redaksiyon şubesinde yazar olarak işe başlar. Sonra Azerbaycan sinemasında senarist olarak 1974-1976 yılları arasında, 1976-1980 arası ise “Ulduz” (yıldız) dergisinde çalışır. 1980’den beri “Azerbaycan” dergisinin neşir şubesi müdürü olarak çalışıyor.
Mevlüd Süleymanlı 1964 yılında, Azerbaycan edebiyat âlemiyle tanışıyor. Bu yılda “Ellerim “ adlı şiirini “Azerbaycan Gençleri” gazetesinde yayınlatır. O gün bu gündür Azerbaycan edebiyat âleminin dilinde, gönlünde yerleşmiştir. İlk eseri “Bir Ünvan” adlı şiir kitabıdır. Onu “Ayın Aydınlığında”, “Köç” (Göç), “Şeher Toylarının Sesi”, “Değirmen” takip etmiştir.
Mevlüd’ün ailesi her Azerbaycanlı gibi edebiyata vurgundur. Babası da anası da şiir söylemiştir. Bana, baba ve anası hakkında şunları anlattı: “Atam da şer yazıp, anam da. Atamın Ereb elifbasıyla yazdığı goşmalarını mügeddes bir amanat kimi sahlayırıg. Anam bir bayatısında (mani) bele deyirdi:
Garanguş, garanguş (kırlangıç)
Özüne yuva guran guş,
Menim üreğim ağrıyır
Senin haran guş?!
Anam min illerin Oğuz gelinleri kimi dağlara, daşlara, sulara, guşlara derdini deyir, özünü avudurmuş. Menim edebiyat âlemimin yolu da anamdan başlayır.”
Mevlüd, binlerce yıl at sırtında zaferden zafere koşan ve kendi kültürünü at üstünde yaratan Oğuzların engin dünyasını ruhunda zerre zerre duymuş ve bunları sanatının temel taşı olarak kullanmıştır. Kökü yerin derinliklerinden kalkıp göğün enginliklerine ulaşan, asırların izini takip edip yavaş yavaş vakarla yürüyen bu kültürü bütün yönleriyle ruhuna sindirmiş, feyzini ondan almıştır.
Dedesi (anne babası) de şair ruhlu bir insanmış. Her zaman eskilerin şiirlerini okurmuş. Sazı yokmuş, ama saz çalar gibi parmaklarını göğsünde bir aşağı bir yukarı sallar söylermiş. Bunu hep yaptığından ceketinin sağ göğsü daima erken yıpranırmış. Sohbet ânında coştu mu başını kaldırıp orda olanlardan sorarmış:
Ay ağalar, men gedirem, gapısı açık han kimi,
Altından derya göçer, üstünden duman kimi
Ağır yatar, yüngül (hafif) kalkar, şîr-i aslan kimi…
Âleme ruzu (rızık) verer, ehli-Sübhan kimi…
Deyin görüm hara gedirem men?!
Büyük babası ise tabiat adamıymış. Mevlüd onu şöyle anlatıyor: “O her şeyin eslini ahdaran bir insandı. İnsanla tebietin ancag çiğin çiğine (omuz omuza) yaşıyacağına inanırdı. İnsanı ondan ayrı düşünmeği ağlına sığışdırabilmezdi. Biz ise tebietden aralı düşmüşük, bunun faciesi de özünü yavaş yavaş gösterir. İnsan su, ot, çiçek, ekin, ağac, dağla yanaşı (beraber) yaşayıb öz kökü üsdünde berk (sağlam) dayanmalıdı. Menim üçün edebiyat buradan başlayır, ders kitablarından, âli mekteblerden yoh…
Edebiyat anlayışım ise beledi. Bezen and içirik “bu suyun aydınlığı hakkı”, “bu işıg hakkı”, “bu yol hakkı” kimi. Men bunları nece anlayıramsa edebiyatı da ele anlayıram. Yeni (yani) bilmezsen ki, suyun aydınlığı, işıg hardan senin üsdüne düşdü, aydınlığa gerg oldun.
Sevgi ve gözellik duyğusu insanın könlüne elece düşer, yaşıllıg kimi cücerer (yeşerir). Üreğimin genişliğini bu duyğulara borcluyam. Öz köküme mehebbetim olmasaydı, özge halglara hörmet besliyebilmezdim. Ancag öz eslini seven insanlar dünyanı gözelleşdirer, sülhün bayrağını ucaldar. Üreğinde mehebbet, sevgi olmayanlar ise dünyanı gana bulayar, cinayetler töreder.
Menim üçün en güçlü olan şey zamandı. Sade olduğu kimi de anlaşılmazdı. Vahdı birce edebiyat başa düşdü (anladı). Gorgud Dedenin, Yunis İmre’nin, Garacaoğlan’ın, Nesimi’nin, Fuzûlî’nin vaht hakkındaki dedikleri söz düz (doğru) idi, ona göre de vahdın özü kimi ebedî galacaglar. Çoh impcriyalar (imparatorluklar) vahta deydi, dağıldı, zaman öz yolunda gedir. Zaman yeriyib getdikce bizi özümüzden ayrı salmamalıdı. Halgın özü sirler hezinesidir, bundan ayrı düşmek dehşetdir, cinayetdir.”
Azerbaycan’ın genç ve yetenekli yazarı Mevlüd Süleymanlı’nın dahilî dünyasından ancak banları toplayıp sizlere aktarabildim. Köç (Göç) romanı ise 11 ayımı aldı. Azerbaycan edebiyatının güzel ve zengin bir töre romanını Türk okuyucusuna kazandırdığıma inanıyorum. Okuyucuların takdiri her şeyin üzerindedir, bunun da idrakindeyim.
Romanı neşre takdimden önceki son incelememde sayın Nesrin (Tağızade) Karaca Hanım ve Şükrü Karaca Bey değerli zamanlarını seve seve ayırdılar kendilerine kalbi teşekkürlerimi bildiriyorum. Azerbaycan edebiyatının güzel örneklerini Anadolu Türk okuyucusuna kazandırmak bence kutsal bir vazifedir, bu yolda yürüyenlere uğurlar ola.

    ARASOĞLU (Dr. Seyfettin ALTAYLI)

GÖÇ

İmir, bir yıldır rüyasında hortuma düşüyordu. Göğün derinliklerinde miydi, dipsiz bir suyun ortasında mı yoksa karada mıydı neydi, bir kuyunun ağzıydı. Birbirine karışa karışa kaynayan bin türlü rengin ortasında, yuvarlanarak dönüyordu. Elleri, ayakları, yüzü gözü acaip bir şekil alana kadar dönüyordu. Birbirine karışa karışa burulan renkler birden deşiliyor, kanları akıyordu. İmir, yavaş yavaş uyanıyor, yatağından kalkıyor, sanki yalnız maviye çalan ve iri iri açılmış gözleriyle değil de bütün bedeniyle görerek dünyanın üzerinde yürüyordu.

Birinci Fasıl
-İmir! Uyan kurban olayım; uyan, rüyadır bu!
Kardeşinin sesi başka dünyadaymış gibi İmir’e ulaşamadı. Ninesinden yana gitti. Ninesi de, kardeşi de, evleri de, evlerinin duvarları da, dışardaki gecenin karanlığı da renk içindeydi. Hortum yine İmir’i de alarak burulup burulup patlamıştı: Kana benzer bir renk akıyordu. Bu taraftan baktığı şeyin öbür yanı görünüyordu. Ninesi de, kardeşi de, duvarları da, dışardaki gecenin karanlığı da şimdi gök rengindeydi. İmir şimdi ninesini, kardeşini, evlerinin duvarlarını geçerek ayaklarının ucunda kan yumuşaklığı ile dünyada yürüyecekti.
–Dokunma, sarsma!
Ninesi fısıltıyla, “Özürlü etme ey Tanrı’m, bu öksüzü gülünç etme!” diye dua ederek İmir’in yüzüne üfledi.
İmir’in yüzünde, kendinden çok çok yaşlı bir tebessüm vardı. Bu, tebessüm de değildi aslında. Sırra, sihire benziyordu. Kardeşi de İmir’in yüzünde beliren bu sihirden korkmaya başlamıştı. Bu sihir İmir’in yüzünden boşalıp irileşmiş, büyümüştü. Gözlerinden taşıyor eve, evin duvarlarına, pencerelerine, pencerelerden o tarafa geceye, ninesine, ninesinin dualarına bir perde gibi çöküyordu.
–Su, su, İmir! Su iç anam babam!..
Gözleri, ninesinin başının üstünden pencereye takılmıştı. Bu, boşalıp büyümüş altı yaşındaki çocuk gözleri, pencereden gecenin karanlığını emiyordu.
–Gel, gel, kurban olayım, (İmir’in elinden tutup sedirden indirdi).
–Bismillâh de. Vurma, kendi ne zaman uyanırsa bırak o vakit kendine gelsin. Gel, gel, su içiyor musun? Su, su, İmir su!
Bu sesler de hava gibi İmir’e dokunuyordu. “Su, su, İmir su!” Ninesinin sesi de serinlete serinlete gözlerinden içeri doluyordu. Evin direğinde lamba asılıydı, altından hava gibi süzülerek geçtiler. Lambanın ışığı titreyerek söndü. Odaya zifiri bir karanlık çöktü. Ama bu durum İmir’i hiç de etkilemedi. Elleriyle görerek kapıya doğru yöneldi. Kardeşi korkulu bir sesle ninesine seslendi.
–Ninee!
–Işığı yak, korkma..!
İmir, ışık yanasıya kadar odanın zifiri karanlığında, ninesini de kap kacağın, giyim kuşamın içerisinden geçirerek kapıya götürdü. Kardeşi ışığı yaktı. Hürü kadın leğene su doldurup kapının ağzına koymuştu. İmir’in ayakları suyu hissetti ve leğenin yanından uzaklaşmak istedi.
–İmir yüzünü yıka, yıka derdini alayım. Yıka! Hay seni doğuranın karnı yırtılsın! Seni bana dert doğurdu. Tanrı da derdi çekene veriyor…
Eğilip İmir’in ayaklarından yapıştı:
–Koy ayağını leğene, koy!
İmir’in ayakları, suyun korkusuyla ninesinin kucağında titriyordu.
–Bekil, gel şunun ayaklarını suya daldır, gücüm yetmiyor yine elimizden kurtulacak.
Bekil geldi, yardımlaşıp İmir’in ayaklarını suya daldırdılar. İmir, ürpererek uyandı. Ayakları ağırlaşıp leğene girdi. Canı dünyayı terk etti sanki. İri iri açılıp boşalmış mavi gözleri doldu. Altı yaşındaki bir çocuğun gözleriyle bakıp kardeşini gördü:
–Nereye gidiyoruz, ayyam?[1 - Ayyam: Ağabeyi anlamında bir hitap şekli.] dedi.
Leğenden çıkarak ninesinin kucağına sokuldu. Alttan yukarıya ninesinin yaşlılıktan köhnemiş, kırışmış yüzüne baka baka, yeniden uykuya daldı.
Rüyasında fırtınasız, hortumsuz yemyeşil sakin bir mera gördü. Gök de yeşildi, güneş de. İmir’in kanadı yoktu, ama kol larıyla yeşil gökte kuşlardan da güzel uçuyordu. Yemyeşil gökte İmir’le birlikte yeşil karartılar da uçuyordu. Her yere sessizlik hâkimdi. Ne ses vardı, ne de gülüşme. Ama İmir bu yeşil karartılarla konuşuyor, gülüyordu. Aslında ne ses vardı ne de gülüşme, ancak muziplik yapa yapa sanki fısıltıyla konuşuyorlardı. İmir’den başkasının bilmediği bir oyundu bu. Ninesi bahçede başörtüsünü sallıyordu. Ninesinin de sanki sesi yoktu. Ama İmir ninesinin ne dediğini duyuyordu:
–Gel İmir, gel, bu gün perşembedir yemek asmışım. Gelin penceremize konun. Gel, gel yanındakileri de getir.
Köyün bütün evlerinin bacaları tütmeye başladı. Bütün evlerde yemek pişiyordu. Yeşil semaya, yeşil güneşin altına yemek kokusu yükseliyordu. Yeşil yeşil karartılar yemeğin kokusunu duyup köyün üstünde bağırışıp çağırışıyorlardı. Ama bu haykırtılar da sessizdi. Oradan da havalanıp uçarak gelip pencerelerinin önüne kondu. Ninesi yazmasının üzerine oturmuş, ocağa üflüyordu. Ocak iri bir göze dönüşerek yanıyordu. Bahçelerine kaplar, kepçeler dizilmişti. Hürü kadın bu kepçelerle, kaplara herkesin payını koyarak dua okuyordu. Birden ocağın gözü büyüdü, nefes ala ala İmir’e doğru geldi, sonra kocaman bir ateşli göz çevrilip döndüğünde İmir gözlerini açtı…
Tan yeri ağarıyordu. Dışarıdan bir dünya dolusu kuş sesi geliyordu. Kardeşinin göğsüne sığınıp yeniden gözlerini yumdu… Yine aynı yeşilliği, merayı gördü. İnsanın beline kadar yükselen otlukta Saraç ile Begüm kız kucaklaşmıştı. Biraz ötede ayakları dizden kesilmiş komşunun eşeği hem otluyor, hem de yeşil otlar üzerinde kanlı bir iz bırakarak yamaca doğru tırmanıyordu. Saraç, otluğun içinde İmir’i gördü, kamçısını fırlatıp İmir’in ayaklarından yakaladı, çeke çeke götürüyordu ki, İmir uykusunda hıçkırdı; hıçkıra hıçkıra da uyandı…
Gün başlamıştı. İmir kalkıp dışarı çıktı. Güneşli bir gündü. Ninesi hakikaten ocağa kazan asmış ocağın küllenmiş közlerini entarisiyle yelleyerek canlandırmaya çalışıyordu. Bekil, koyunları ağıldan çıkarıyordu. İmir’i görünce güldü:
–Nereye gidiyordun yine?
İmir hiçbir şey anlamadı. Bu soru artık İmir için hiçbir şey ifade etmiyordu, çünkü kaç yıldır ninesi de, kardeşi de sabah olunca böyle sorarlardı: “Gece nereye gidiyordun?”
Evin eşiğine oturdu, kapılardan başlayarak göz alabildiğine uzanan yeşilliklere baktı. Her şey aşina idi. İmir bu yeni başlayan günü gece görmüştü. Ninesinin etekleriyle tutuşturduğu ocağı da, ocağın üzerindeki kazanı da görmüştü. Ama hangisinin rüya, hangisinin gerçek olduğunu bilmiyordu. Kocaman gökyüzünü de kendi içinden duyuyordu.
–Nine!
–Can!.. Bu gece de bırakmadın uyuyalım.
–Oral emmi yine gelmedi, değil mi?
–Hayır, gelmemiş, kadan[2 - Kada: Dert, bela.] alayım, gelecek.
İmir’in, Oral emmi dediği Karakelle Oral bundan iki yüz yıl önce obadan ayrılan birisiydi. Hâlâ da yolunu gözlüyorlardı.
–Cumaakşamı[3 - Cumaakşamı: Perşembe.] nedir nine?!
Kadın hayretle İmir’e doğru geldi, saçından öpüp yönünü yeni yükselmiş güneşten yana çevirdi.
–Şükürler olsun yarattığına ey Allah’ım! Sana kim söyledi kadanı alayım, nereden biliyorsun bunu?
–Dedeme yemek pişiriyorsun da.
–Amanın!..
Korku içinde Bekil’in ardınca baktı:
–Gel bir, bir şey diyeceğim.
Bahçe kapısında Bekil ile karşı karşıya durdu, fısıltıyla:
–Adam çocuğun rüyasına girmiş! Pay istiyor galiba, dedi.
Bekil, güle güle İmir’e yaklaştı, omuzlarından tutarak kaldırıp sarstı:
–Koca erkeksin, git de elbiselerini giy, boş boş şeylere inanmayı da bırak. Sürünün ardınca gel.
…Kapılardan bölük bölük koyunlar çıktı, birbirine karışıp çoğala çoğala uzaklaştılar. Begüm de koyunlarını getirip sürüye kattı. Bekil’in uzun boyuna geniş omuzlarına bakıp gülümsedi.
–Dün tepelikte Saraç’ı mı arıyordun? dedi, Bekil.
–Yok, ineğimiz kaçmıştı.
–İneği bahane etme.
–Vallahi!
Bekil söyleyecek şey bulamadı. Yüzünden, bakışlarından sıcak bir tebessüm yayılıyordu. Değneğini taşlara vura vura Begüm’ü dinliyordu. Begüm konuştukça Bekil derin düşüncelere dalıyor, olgunlaştığını hissediyordu. Yüzünde kendinden habersiz tüyler çıkıyor, bıyıkları uzuyordu. Bir anda bir arpa boyu büyüdü. Tatlı bir meltem esiyordu. Begüm’ün kokusu Bekil’i bürümüştü.
–Sana varacak kızı kıskanıyorum…
İmir’e bir şeyler aşina idi, ancak onun ne olduğunu kavrayamıyordu. Begüm merada olmalıydı. İmir, rüyasını da hatırlamıyordu. Onun için de Begüm, Saraç, Saraç’ın atı hepsi birbirine karıştı. Ninesinin üzerine kaymak sürdüğü ekmeği yiye yiye kardeşinin yanına gitti.
Komşularının eşeği yolun kenarında gönülsüz gönülsüz otluyordu. İmir, ansızın merkebin ayaklarının dizinden kesildiğini, her tarafının kan revan içinde olduğunu gördü. Birden bire haykırarak kendini kardeşinin üzerine attı.
–Ne oldu be, ne olduu?
İmir kardeşinin göğsünde saklanacak yer arıyordu.
–Ne olduu?
–Eşeğin ayaklarını kesmişler.
Bekil de, Begüm de telaşla merkebe doğru koştular. Eşek korkup kaçarak uzaklaştı. Bekil dönerek İmir’i tokatladı:
–Eniğin teki enik, yeter be. Deli olacak sonunda. Defol, git koyunun yanına.
İmir ağlaya ağlaya koyunun ardı sıra gitti. Merkebin ayaklarının yerinde olduğunu görünce ağlamayı kesti. Yeniyle gözünün yaşını silip kardeşine baktı.
–Yürü ahmak herif!
Begüm hâlâ bir şey anlayamamıştı.
–Ben de korktum, İmir niye öyle yaptı? dedi.
–O böyledir, ne olduğunu bilmiyorum, geceleri de uyumuyor, sabaha kadar sayıklayıp duruyor.
Bütün bunlar Begüm’e anlamsız geldi. Derinlemesine de soramadı. Güzel endamı, tutuşup yanan kara gözleri onu düşünmekten alıkoyuyordu. Başörtüsü gevşemiş, yakası hafifçe açılmıştı. İri göğüsleri Bekil’in gözlerine doğru dimdik durarak serin bir göze gibi içten içten kaynayıp çırpınıyordu. Begüm bunlardan dolayı İmir’in neler yaptığını anlayamadı.
–Çocuğun söylediklerine bak hele.
Güneş yükselmiş, köyün sığırı, koyunu meraya çıkmıştı. Düzlükler nahırla dolmuştu. Tepelere, yamaçlara koyunlar yayılmıştı. Yılkılar kişneyip toprağı sarsıp uyandırarak birbirinin rüzgârıyla uçuşuyorlardı. İmir’in önceden gördüğü gün bu şekilde kendi kendine oluşuyordu. Yani artık düzlerde nahır vardı, tepelerde sürüler, herkes uykudan uyanmış, günü yaşamaya başlamıştı. Rüyasında kısmet gören kalkıp peşine düşüyor, su gören yeni bir işe başlıyordu; halı kilim dokuyan tezgâhını kuruyor, çiftçi tarlasına gidiyordu. Yol görenler ayrıldığı kimsesini, kan görenler kavuşmayı bekliyordu. Kanıkların gazabına uğramasın diye, yılan gören kimseler evinden dışarı bile çıkmıyordu.
Bekil’in sürüsü yerlerin ve göklerin yemyeşil renge büründüğünü görerek rahat rahat otluyordu. Bu gün de bu şekilde başladığından dolayı İmir’e aşina idi. Bunların, dün gördükleri olduğunu zannediyordu. Kendi kendinden habersizdi. Bu yeşilliğin, bu sabahın serinliğinin içinde rüyasındaki yeşil siluetler gibi görünmeden günü yaşıyordu.
Köyün çocukları da büyüklü küçüklü uykudan uyandılar, gözlerindeki yarım kalmış uykularını ova ova, karaya çalan damlarının üstüne çıkıp kimin nerede olduğunu anlamak istediler. İmir’i görür görmez damlardan indiler. İmir öylece durmuş bakıyordu… Başka bir yer olmalıydı. Kanıkoğlu Saraç orada olmalıydı. Biraz ötede Saraç’ın atı, sonra Begüm…
Bütün bunları nerede görmüştü İmir, ne zaman görmüştü, yine de bilemedi. Kafasında küçük küçük, parça parça olaylar vardı. Bu parçalarda ayakları dizden kesilmiş eşek görünüyordu. Saraç, Begüm’ü otluğun içinde kucaklayıp altına almıştı. Her yanında gizliden gizliye bir ağrı dolaşıyordu İmir’in. Hiçbir şeyi hissedemiyordu. Ağaçların gövdesini yarıp çıkan tomurcuklar birer birer çatırdıyor, ayağının altındaki topraktan ses geliyor, dağlar içten içe kaynıyordu. Sular dile gelip kuşlar gibi cıvıldaşıyordu. Dünya İmir’in kulaklarının dibinde nefes alıp veriyordu. Rüzgârlar göze görünmeyenlerin nefesiydi. Gündüzleri dövülen atların, köpeklerin, biçilen otların ağrısını duyuyor, geceleri ise, gelecek günlerde başına gelecekleri birer birer sayıklıyordu.
İki dağın arasına sığınmış küçük bir köydü burası. Üzeri toprak damlı kara kara evleri vardı. Evlerin damına yayılmış kaba otlar serpilip yemyeşil olmuştu. Bu yüzden köy çiçeklenmiş, yeşilliğe karışmıştı. İlkbaharın gelmesiyle birlikte meralar insanın yüzüne gülüyordu.
Köyün para kazanmaya yeni yeni alıştığı günlerdi. Paranın havası köyün üzerine çökmüş, günden güne, aydan aya kötü bir koku gibi her şeye siniyordu. Bu yüzden halılara, kebelere[4 - Kebe: Uzun tüylü kısa kepenek, yere serilir ve bezeklidir.], sürülere, yılkılara, nahırlara para gibi bakmaya başlamışlardı. Kendilerinin bile farkında olmadan her işte bir acelecilik, bir telaş başlamıştı. Bir hayli zamandır böyle yaşıyorlardı. Köy gizli gizli kendine tedârik görüyordu. Para toplayan, para artıran git gide kendi kınına çekiliyordu. Kebelerin birer süs, koyunların canlı olduğu unutulmuştu. Dünyanın hiçbir zenginliği paranın tadını vermiyordu. İmam Kur’an’ını, mürit meyhanasını[5 - Meyhana, genelde aruz vezninde doğaçlama (irticalen) söylenen ve özellikle Bakû’nün Meşdağa bölgesinde yaygın olan bir şiir türü.] parayla okuyordu. Sabahleyin erkenden kalkıp para hevesiyle pazara kebe, koyun, sığır, yün, peynir, yağ götürenler vardı…
Bekil, Begüm’ün hayaliyle köyden çıktı. Begüm’den başka gözüne hiçbir şey görünmüyordu. Begüm kıpkızıl, ateşli bir hava olmuş, Bekil onu soluyordu. Öyle bir şey yapmıştı ki, bunu ancak şeytan yapabilirdi. Begüm’ün ak pak, güzel vücudunun yumuşaklığını içinde duyarak toprak yolda içi ezile ezile ilerliyordu. İri kıyım bir delikanlıydı. Cüssesini ağır bir yük gibi çeke çeke götürüyordu.
İmir, sırtını güneşe dönmüş gölgesini ölçüyordu. Gölgesi, rüyasında gördüğü o yemyeşil karartılar gibi, yeşillikler üzerinde sessizce kımıldaya kımıldaya gidiyordu. Aklında başka hiçbir şey kalmamıştı, bir gölgesi vardı bir de kendi. Gölgesinin üstüyle yürüyordu. Bekil uzaktan uzağa İmir’e bakıp söylendi:
–Enik yine ne halt karıştırıyor acaba?
Onu korkutmamak için uzaktan seslendi:
–Hey İmir, heey!
İmir dönüp, donuk gözlerle ağabeyine baktı. Yavaş yavaş yaklaştı. Bekil, İmir’in gözlerinin yine boşalmış olduğunu gördü, yüreği sızladı, yavaşça:
–Gel buraya anam-babam, gel kucağıma!
Yere çöküp yeşillikte oturdu, İmir’i de dizinin üzerine aldı, saçını okşayıp yanağından öptü:
–Kadan alayım seni kim korkuttu, neden korktun, söyle bakayım?
İmir, yukarı doğru bakıp gülümsedi. İri gözleri Bekil’in gözlerine dikildi. Gözleri artık boş değildi, dolmuştu.
–Rüyanda neler görüyorsun, derdini alayım; hadi söyle abine. Bak, yalnızca ben varım, bak kimsecikler yok. Hadi söyle de öldüreyim onu.
İmir, büzüşüp ağabeyinin koynuna sığındı, derin bir göğüs geçirerek köye doğru baktı. Çocuklar yaklaşmaktaydı. Arkada büyük bir dağ vardı. Dağın ardından atlılar geçiyordu. İmir, bütün bu gözüne görünenleri, yeşil düzlüğü, düzlükteki birkaç çocuğu, bölük bölük Oğuz pazarına giden köylüleri, komşunun merkebini, köyü, köyün adamlarını görüyordu. Bunlardan başka dağın ardından geçen atlıları da görüyordu. Ama bunları nereden, nasıl gördüğünü bilemiyordu. Sanki bu atlılar İmir’in içinden geçip gidiyorlardı. Başını kaldırıp yeniden ağabeyine baktı:
–Ayyam, kimdi onlar?
–Kimi diyorsun, Hırda’nın çocuklarıdır be.
–Onları demiyorum, bak, atlarla geçiyorlar.
–Hiç kimse yok kadan alayım, sana öyle geliyor. Biraz akıllı davran. Bak, böyle yaparsan sana Deli İmir derler.
–Hayıır! Vallahi geçiyorlar.
Bekil kalkıp dört tarafa bakındı, hiçbir tarafta atlı görmedi. Acı ve üzüntüyle kardeşine baktı. Küçük, ince yüzü morarıyordu. Daha çok beyaza çalan sarışın saçları tel tel olup dikleşmişti. Menevişli gözlerinde büyükleri bile korkuya düşüren bir sihir vardı.
Çocuklar İmir’e el salladılar. Burası sığır ve koyunların otlatıldığı yerdi. Burayı geçerek Kanık Evi’nin otlaklarına doğra gittiler. İmir’in rüyasında gördüğü gün başlamıştı. Rüyada da bu şekilde büyük Ağlağan Dağı’nın ardından atlılar geçiyordu, çocuklar da böyle geldiler, örenin eteğinden el ettiler. İmir şimdi de rüyadaymış gibi sessizce çocukların ardına takıldı.
–İyi, git oyna çocuklarla, ama erken gel, dedi ağabeyi. Umut, Umut, İmir’e mukayyet ol, başı ağrıyor! diye Umut’un ardından seslendi.
İmir’in bir gün önce gördüğü rüya, alın yazısı gibi bir şeydi. Herkesi çekip kendi istediği tarafa götürüyordu. Bir bölük çocuk otlakların arasında güle oynaya ve farkında olmadan İmir’in bir gün önce gördüğü rüyanın çağırdığı yöne doğru gidiyorlardı. Keçi kulağı, yemlik, kuzukulağı yiyerek, bütün kaygılardan habersiz söyleşip gülüyorlardı. İmir yine rüyadaymış gibi ses falan duymuyordu. Ne kendi sesi, ne de çocukların sesi kendine ulaşabiliyordu. Nasıl güldüğünün, nasıl konuştuğunun farkında değildi. Hayli uzakta Kanıkoğlu Saraç’ın atı bağlanmıştı. İmir atı görünce durdu, dönüp ot kümelerine taraf baktı. Çocukların birazdan otların arasından o kümeliğe doğru gideceği yolu gördü. Sonra otluğun sık bir yerinde Saraç ile Begüm’ün kucaklaştıklarını hatırladı.
–Daha gitmeyelim, dedi. -Saraç emmiyle Begüm teyze orada kucaklaşmışlar.
Umut çocukların hepsinden büyüktü, manâlı manâlı gülümsedi. Mavi gözleri, ıslak mavi boncuk gibi parladı:
–Nerde, nerde? dedi.
–Orada.
Önde Umut, arkada çocuklar itişe kakışa otların arasından kümeliğe doğru gittiler. Umut dönüp sessizce sordu:
–İmir, nereden biliyorsun?
–Gördüm.
–Ama buradan görünmüyor…
Kümeliğe vardılar. Umut otları araladı. Saraç’la Begüm birbirine sarılmıştı. Begüm yarı çıplaktı. Saraç’ın geniş omuzları Begüm’ün göğsünün üzerine çökmüştü. Çocuktan ziyade yeşillik böceği gibi onları seyrediyorlardı. İmir otların arasından rüyasına bakıyordu. Çocuklardan biri Umut’a doğru eğilerek, usulca:
–Saraç emmi, Begüm teyzeyi öldürüyor mu?
Umut:
–Yok bee, dedi, katıla katıla gülmeğe başladı, diğerleri de ona uydu. Saraç’la, Begüm sesleri duyunca irkilip kalktılar…
İmir’in sırtında kamçı izine benzer ince ince sızılar dolaştı. Bütün vücudunu gezip kollarına doğru aktı, ayakları da, kolları da hissizleşti. Yere boylu boyunca yapışarak bakındı, Saraç’ın atını gördü…
Şimdi otluktan bir tavşan çıkmalı, Saraç’ın atı ürküp ipini koparmalı, tepelerin eteği boyunca kişneye kişneye kaçmalıydı…
İmir, dünyanın bu renginden de güzel bir renk içinde bütün bu olanları önceden görüyordu. Saraç’ın atından sanki bir at daha çıkmıştı. İmir’in gözünün önünde ürkmüş, kaçıyor kaçıyor ama yok olup gidemiyordu.
Begüm otların arasından koşarak kendini dereye attı. Yüzü öylesine bir hâl almıştı ki, ağlıyor mu, gülüyor mu, utanıyor mu, yoksa seviniyor mu, bilinmiyordu.
Saraç çocukların tepesinin üstünü kestirdi:
–Kımıldamayın, köpoğulları!
Elinde siyah, püsküllü bir kamçı vardı. Demek ki, sabahtan beri İmir’in vücudunda dolaşan bu kamçının ağrılarıymış. İmir kamçıyı görünce ağladı.
–Beni mi gözetliyordunuz, hıı, kancıkın doğurdukları? Umut’un kolundan yapıştı, Umut çullanıp onun ayakları arasına girdi:
–Vallahi Saraç emmi biz gelmiyorduk, İmir getirdi.
–Kim ulan köpoğlusu?
–İmir, dedi ki, Saraç emmi ile Begüm teyze orada kucaklaşmışlar.
Saraç onu bıraktı, İmir’e doğru yürüdü. Diğerleri kaçıp her biri bir tarafa dağıldı. İmir aşağıdan yukarı doğru Saraç’ın hiddetten köpürüp morarmış yüzüne baktı:
–Atın kaçacak, Saraç emmi, ipini koparacak, bak, bak kaçtı.
Kümelikten bir tavşan çıktı, at ürküp ipini kopardı, kişneye kişneye tepelerin eteği boyunca kaçmaya başladı, -Kalk ayağa, düşman eniği!
Küçücük bir toprak yığınına vuruyormuş gibi İmir’i kamçıladı. İmir’in büzüşerek küçülmüş vücudu sabahtan beridir beklediği bu ağrıları su gibi içine sindiriyordu. Saraç’ın öfkesi dinmiyordu. İmir’i kaldırıp yere çaldı…
İmir yine baktı ki, yemyeşil, kocaman, gökyüzünde, yeşil yeşil karartılara karışıp uçuyor. Su gibi mi, hava gibi mi, yoksa küçücük bir kuş mudur, her nasılsa yumuşak yumuşak, serin serin, gökyüzünde süzülmektedir. Otların arasında kendini gördü. Yuvasının üstünde haykıra haykıra çırpınan bir kuş gibi, o da kendi üzerinde kanat çırpıyordu. Sabah erkenden sürünün yanında uzunluğunu ölçtüğü gölgesi gibiydi. Otların arasında gölge gibi kararıyordu.
Köyde yaygara kopuyordu. Ninesi kapıda dizini dövüyordu. Umut bağıra bağıra, tepelerin arasında, Saraç’ın İmir’i öldürdüğünü demek için Bekil’i arıyordu. Ancak bu bağırıp çağırmalar, haykırışlar, rüyada olduğu gibi şimdi de İmir’e ulaşamıyordu. Su hissi mi, hava duygusu mu, her ne ise, göğün yükseklerinde bütün bunları duymaktaydı.
İmir’den biraz uzakta Begüm ağlamaklı ağlamaklı Saraç’a söyleniyordu:
–Rüyamda kendimi çıplak görmüştüm. Çırılçıplak köyün içerisinden geçiyordum. Götür beni de kendinle.
–Şimdi nereye götüreyim?
–Götürmezsen kendime kıyacağım, artık evimize dönemem.
El ele tutarak otların arasında kayboldular…
Bekil, su gibi terlemiş halde koşup geldi, İmir’i kaldırıp dizlerinin üzerine koydu:
–İmir, İmir, aç gözlerini ağrını alayım, ne oldu?
İmir’in ruhu semanın maviliğine, meranın yeşilliğine, suların aydınlığına, kuşların sesine yayılıyordu. Ancak İmir’in canının kökü bir yerlerdeydi ve bu kökten kopamıyordu. Zayıf, takatsizcesine aldığı nefesten yapışmış sızıldanıyordu. Bekil, daha çok beyaza çalan sarışın saçlarını okşaya okşaya ona sesleniyordu:
–İmir, İmir!
Hürü kadın da dizlerini döve döve koşup geldi:
–Bazusunun yukarısını sık, yukarısını sık, dedi.
Kendisi İmir’in koltuklarının altından tutup ovarak kolundaki atar damarı tutup sıktı. Bekil su için dereye doğru koştu, kalpağını doldurup getirdi, yüzüne su serptiler. İmir bir-iki kere hıçkırıp nefes alıp vermeğe başladı. Semanın maviliğinden, meranın yeşilliğinden, suların aydınlığından sıyrılıp, kendi nefesiyle yeniden dünyaya dönüyordu.
Gözlerini açıp inledi. Bekil’i de ninesini de tanıyamadı. Öylesine rast gele:
–Nereye gidiyoruz, Ayyam? dedi.
Bekil onu kollarının üzerine aldı, sessiz soluksuz yeşilliğin içiyle geçerek köye döndüler. Hürü kadın gözlerinin yaşını sile sile çiçek koparıyor, yaprak topluyordu. Bekil, Umut’un dediği sözleri hatırladı: “Begüm teyze çıplak idi…”
İmir’in yüzüne baktı, gözleri yarı açıktı, usul usul inliyordu.
Yeniden otların üzerine uzattı. Gökyüzü bölük bölük bulutlarla dolup boşalıyordu. İmir’in başı üstünde kuşlar cıvıldaşıyordu. Biraz ötedeki ırmağın suyu, otlakları, gülleri, çiçekleri büyüte büyüte gökyüzünde kuşların, yeryüzünde atların, sürülerin, insanların sesini yıkaya yıkaya akmaktaydı. İmir bu sefer bütün bunlardan habersizdi. Yeryüzüne zifiri karanlık çökmüştü. Hürü kadın, suya yalvara yalvara ırmağın kıyısıyla yürüyordu:
–Yavruma yardımcı ol, ey bu suyun nuru!
İmir’i sedirin üzerine uzatmışlardı. Hürü kadın otları, çiçekleri ezip suya karıştırdı:
–Kaldır, içsin. Yoksa kendine gelemeyecek.
Bir yudum su içirdiler. Hürü kadın zayıf, uzun parmaklarıyla İmir’in vücudunu ova ova ağrıyan tarafını arıyordu. Bir yudum su İmir’in damarlarında akarak bütün vücûdunu dolaştı. Gözlerini açıp sanki dünyanın öbür tarafından buraya, ağabeyine baktı… Su sesine benzer ipince bir sesle sordu:
–Nereye gidiyoruz, Ayyam? Birdenbire yüzü morardı, haykırıp ağladı. Hürü kadın:
–Kırığı var, dedi. Kaldır sırtıma bir bakayım neresidir.
Kadın İmir’i sırtına aldı, yeniden sedire uzattı.
–Çocuğun kolu kırılmış, koş Çırpanevine. Ortadaki yoldan git ki, Kanıkevi görmesin, seni de vururlar. Barışmışa benzemiyor derin gitmişin çocukları[6 - "Cehennemliğin çocukları" manasında nefret ifade eden bir deyim.].
Bekil kapıya doğru gitti. Direkte babasının beşli tüfeği asılıydı. Silahın sesini duyar gibi oldu. Bekil’in içinde sıkılan bu kurşun, İmir’in yamaçta gördüğü Saraç’ın atından çıkıp da gözden kaybolmaya çalışan, ancak bir türlü bundan kurtulamayan atlar gibiydi. Bekil’in içinde mermiler patlıyordu, ancak ne kendileri vardı ne de sesleri.
–Bırak onu, kadan alayım. Görüyorsun ki, üçümüz kalmışız. Onlar çoktur kurban olayım. Çırpanevine kadar git Aşahanım kadını getir.
Güneş batmak üzereydi, onun için ortalık yer yer kararmıştı. Köye belki de Bekil’in duyduğu sıkıntı çökmüştü ki, bu sıkıntı da açıkça Begüm’ün verdiği sıkıntıydı. Bekil bir an, niçin evden dışarıya çıktı, nereye gidecekti, kimi çağıracaktı unuttu. Begüm’ün Kanıkoğlu’yla kaçması birdenbire her şeyi altüst etmişti. Soğuk rüzgâr mı esiyordu ne idiyse, gök, ağrıya benzer bir uğultuyla uğulduyordu. Bekil’in de içi yanıyordu.
Yazıdan çocukların haykırışı duyuldu. Umut idi, yanında da Hırda’nın çocukları bağıra çağıra köye doğru koşuyorlardı. Çocukların haykırışları Saraç’ın kamçısının sesi gibi köyün sıkıntılı havasında sızlaya sızlaya, yayılıp eriyordu. Her şey ürperti içindeydi. Yalnız Bekil’in sürüsü ürken yılkıların, cıvıldaşan kuşların, şaşıran adamların arasında yeryüzünün en büyük rahatlığıymış gibi Akçallı’nın yamacına yayılmış otluyorlardı. Çocukların sesi yaklaşıyor, yaklaştıkça da parıltılı bıçaklar gibi köye batıyordu.
–Domrul emmi eşeğin ayaklarını kesti!
–Domrul emmi Kızbes teyzenin merkebinin ayaklarını kesti.
Haber Bekil’i fazla şaşırtmadı. “Dediler ama, sabah mıydı, dün müydü dediler, kimdi? İmir…” Bekil her şeyi yeniden hatırladı. Begüm’ün sabah sabah dediği sözler, İmir’in merkebi görüp korkup ağlaması, sonra Saraç, İmir’in kırılmış kolu…
–Kollarının ikisini de kıracağım, köpoğlusu, kırmazsam Karakelle oğlu değilim!
Bekil’in kanı ayaklarından itibaren başına kadar ısına ısına yükseldi, başında kurşun sesine, değnek sesine, kamçı sesine dönüp uğuldadı. Kanı patlayıp çıkacak yer arıyordu, vücuduna sığmıyordu.
Çocuklar varıp geldiler. Köyün yediden yetmişi hepsi toplandı. Her biri bir tarafta çocukları konuşturup bilgi alıyordu. Kimisi inanmıyor, kimisi korku uyandıran, kimisi de alaylı sözler sarf ediyordu:
–Domrul, Begüm’ün öcünü merkepten almış!..
Sonra Domrul göründü. Önünde ayaklarının dördü de dizlerinden kesilmiş Kızbes kadının kara eşeği köye yaklaşıyorlardı. Eşek sık sık tökezleyip devriliyordu. Domrul merkebi yeniden kaldırıp kesik ayaklarının üzerinde doğrultuyordu, İmir rüyada nasıl görmüş idiyse öylece merkebin ayaklarından dökülen kan çimenlik boyunca iz bırakıyordu.
Kızbes kadın, kapıdan çıkıp eşeğine doğru koştu. Onun koştuğunu görenler de peşinden koştu.
Deli Domrul küçük el baltasını kemerine geçirmişti, eşeğin ayakları kucağındaydı. Yüzünde ve gözlerinde garip bir sevinç ifadesi vardı, sanki bu ifade küçücük bir çukurda birikmiş dupduru pınar suyuna benziyordu. Bu sevinç, Domrul’un yüzüne sinmiyordu. Gülüyor gülüşünden, bakıyor bakışından korkuyorlardı. Onun için kimse yaklaşamıyordu. Merkep yıkılıp boylu boyunca çimenliğe uzandı. Domrul eşeği yine kaldırmak istedi, ancak kaldıramadı. Güldü, gülüşü boş olduğu için, manasız olduğu için korkunçtu:
–Ayaklarını kesip kısalttım. Böyle iyidir, dedi.
Kızbes kadın hışımla küfrede ede yerden taş alıp Domrul’a yağdırmaya başladı…
–Deli köpoğlu, kudurmuş itoğlu!
Taşın biri Domrul’un çenesine isabet etti. Domrul önce bir şey anlamadı. Elini çenesine vurdu, başını kaldırıp kalabalığa baktı, baktı, birden merkebin ayaklarını hayvanın üzerine koyup baltasını kemerinden çıkardı, Kızbes kadına doğru hücum etti.
Toplananlar korkuyla bağırışarak dağıldı. Bekil baktı ki, Domrul kadını yakalayacak, koşup önünü kesti. Eşek can çekişiyordu. Domrul için artık herkes Kızbes kadın idi. Eşeğin kanına batmış baltasını indirdi. Bekil kolunu kaldırdı, baltanın sapı Bekil’in koluna deyip Domrul’un elinden düştü. Bekil Domrul’un boğazından yapışıp sıktı, Domrul yavaş yavaş gücünü kaybederek Bekil’in ayakları altına serildi.
Yirmi yıldır ağrının ne olduğunu bilmiyordu. Önce boğazı ağrıdı, sonra başı ağrıdı, kalkıp dizi üzerinde durdu, gözlerini yere dikip gülümsedi. Kuru toprak gibi çatlamış, yanmış kuru suratında ağrı dolaşıyordu. Ağrı Domrul’u su gibi yıkıyordu. Ağrıyı sonra yüreğinde duydu. Elini kalbinin üstüne koydu, bir şeyler söylemek istiyordu. Demek istiyordu ki; “Beni ağaca bağlayanlar Kanıklardı”. Dili kelimeleri budayıp döktü, karma karışık sözler birbirine karıştı…
Köylülere kalsa Domrul’u delirten gücüydü. Bir çift at Domrul’un yapıştığı arabayı yerinden kımıldatamazdı.. Hayvanların aşık kemiğini eliyle kırardı. Kaba dikişli gömleğini ellerine sararak değirmen taşını durdururdu. Atı omuzlarına alıp on adım götürürdü. Deli Domrul bu şekilde herkesi neşelendiriyor, halk da ona bakıyordu. Her öğünde otuz yumurta yer, bir sarnıç ayran içerdi. Yaşlıların dediğine göre Karakelleler’de böylesi erkekler çoktu, ama deli değillerdi.
Domrul’a köpek havlamazdı. En azılı köpeklerin boynundaki zinciri açar, düğümlü odunları parçalar, ormandan her atın çekemeyeceği tomrukları, kütükleri sürükleyip getirirdi. Ancak arada bir böylesi krizleri tutardı. Eline geçen köpeklerin kulaklarını, kuyruğunu kökünden kesip bırakırdı. Yüzünde gözünde buz gibi bir soğuk gülüşle köpeğin ardınca köyü dolaşırdı.
–Böyle iyidir, it böyle olur…
Domrul yavaş yavaş uyuşukluktan kurtuldu, kalkmak istedi, başını kaldırıp alttan yukarı Bekil’e baktı. Bekil’in geniş omuzları, koskocaman elleri sanki tetikte bekliyordu. Yirmi yıldır korkunun ne olduğunu bilmeyen Deli Domrul korktu. Çekine çekine baltasını aldı, kaldırıp kendi omzuna indirdi. Bekil yine baltayı havada tuttu, Domrul’un elinden alıp kenara fırlattı:
–Yapma Domrul emmi, git eve.
Domrul başını aşağı indirerek eli gırtlağında yavaş yavaş uzaklaştı. Boğazında Bekil’in parmaklarının izi kalmıştı. Herkes hayretler içindeydi. Büyüklü küçüklü köyün bütün halkı sanki Bekil’i şimdi görüyordu. Bekil’in kendisi de sanki kendini yeni tanımıştı. Ellerine baktı, kolları direğe asılmış iki beşli silahı gibiydi. İhtiyarlar, yaşlılar fısıldaşıyordu:
–Dedesi Karakelle Alay’a benzemiş…
Topluluğun bakışları Bekil’i biraz daha büyütüyordu. Adımını attı. Bu da yeni oluyordu, ayaklarının toprağa gömüldüğünü hissetti. Kollarının kanı, evlerinin direğinden asılan beşli tüfeğin mermisi gibi damarları boyunca sessiz sessiz patlıyordu sanki.
Topluluk ayrılıp Bekil’e yol açtı. Bekil, geniş omuzlarıyla topluluğun arasından edayla geçti.
Karanlık çöküyordu, alacakaranlıkta köy cemaati Bekil’in büyüye büyüye giden gölgesi ardınca bakıyordu. Herkes ürkmüştü. Yavaş yavaş ikişer üçer Bekil’in şimdiye kadar yapmadığı şeyleri uyduruyorlardı. Deminki ihtiyar yine öne çıktı:
–Bunların soyunda Hak vergisi vardır, dedi. -Kızlı erkekli bu yaşlarda hepsinde bu haller görülüyor. Dedem derdi ki, bunların neslinden birine rüyada buta[7 - Rüyada sunulan çiçek veya bâde, işaret.] verilmiş.
Deli Domrul çıkmış Bekilgile gidiyordu. Hiçbir şeyi hatırlamıyordu. Ayaklarını kestiği eşek, eşeğin çimenliğe yayılan kanı, köyün cemaati ve Bekil, sabahtan akşama kadar yazıda, ormanlarda, dağlarda gördüğü ot gibi, çiçek gibi, ağaç gibi, taş gibi aklında kalmıştı. Yirmi yıldan sonra Domrul bu günün alacakaranlığında ağrısını hissetmeğe başlamıştı. Yirmi yıldan sonraki bu ağrı da Domrul için yeni bir şeydi. Bekilgile niçin gittiğini kendisi de açıkça bilmiyordu.
Halk da bir şey anlamıyordu, herkes garip bir korkuyla ardından bakıyordu. Yaşlılardan biri:
–Göz gördüğünden korkar, yavrucuğum, dedi. Deliyi korkutmak, iyileştirmenin yarısı kadar zordur.
Bundan yirmi yıl önce böylesi bir akşamın böylesi bir alacakaranlığında Kanıkoğlu’nun[8 - Kanıkoğulları: Bir kabile.] küçük kız kardeşi Akça Hatun’u kaçırdı. Uzun boylu, kuşağı zincirden, değneğinin çomağı çiviyle dolu, demir yumruklu, demir dizli bir yiğit idi Domrul. Huysuz, deli atları kuyruğundan yakalardı. Öküzlerin boynunu büküp yere yatırırdı. Erkek mandaları boyunduruğun bir tarafına koşar, diğer tarafından kendisi yapışır, sürükler götürürdü. Yedi ilde sevilen bir yiğitti.
Kanıkoğlu’nun yedi kardeşi atlarına atladı, Akça Hatun’u Deli Domrul’un elinden alıp getirdiler. Üç gün sonra ormana oduna gidenler Domrul’u buldular. Ayaklarından boğazına kadar ağaca sarıp bağlamışlardı. Domrul’un vücudunun her tarafı dağlanmıştı. İp kollarındaki eti kesip kemiğe dayanmıştı.
–”Domrul deli olmuş!”
–”Domrul gülüyor.”
–”Hiç kimseyi tanımıyor.”
Yirmi yılın on yılını Kanıkoğulları’nın kapısında odun yardı, köpeklere baktı. Aklında Akça Hatun da yoktu. Kanıkoğlu misafirlerinin yanında eğlenmek istediği zaman seslenirdi:
–Domrul, gel buraya. Karakelle neslinden yalnızca bunu sağ bıraktık, bu da deli olduğu için.
Domrul gelip Kanıkoğlu’nun önünde dururdu. Kanıkoğlu’nun şamarı Domrul’un suratında beşli gibi şaklardı:
–Gel be gel. Bir çift beygirin gücü var bunda…
Yirmi yıl böyle geçmişti. Yirmi yıldır Domrul boy bosuna, kollarının gücüne hükmedemiyordu. Yirmi yıldır onun bunun kapısında odun yarıyor, ocaklarda, tandır kenarlarında, küllerin üzerinde uyuyordu. Domrul’un ömür denilen şeyi bu idi. Elinden almak bir yana, Akça Hatun’u aklından bile sildiler. Yirmi yılda yağın balın içinde çokları ihtiyarladı. Ama Domrul böylesi bir hayat içinde yaşlanmadı. Zaman Domrul’un üzerinden ona dokunmadan geçip gidiyordu…
–Gel, Domrul gel, Allah’ım sen koru!
Hürü kadının kemikleri sızladı. Domrul başını öne eğmiş, kapıda durmuştu.
–Gel, yavrum gel, kolu kırılasıca çocuğun kolunu kırmış.
İmir ağlamıyordu. Zayıflayıp küçülmüş yüzü sakindi. Sihirli, iri gözlerini lambanın ışığına dikmişti. Işığın etrafında gölgeler dolaşıyordu. Lambanın üzerine küçücük bir kuş konmuş şakıyordu. İmir’in ağrısını unutturan bu idi. Kuşun sesi, ömründe duymadığı bir ninni gibiydi. Avuna avuna dinliyordu.
Domrul, Hürü kadının karşısında diz çöktü, baktı baktı, bakarken de yanağından yaşlar süzüldü, sonra küçücük bir tepeyi andıran bedeni titreye titreye hıçkırıp ağladı. Hürü Kadın da Domrul’un yanına oturdu, yazmasının ucuyla gözlerinin yaşını silerek sessiz sessiz ağladı:
–Ağla, a yavrum ağla, neslimiz kalmamış, bari ölenlerimiz için ağla. Bak ne zamandan beridir ağlamıyorsun, ağla dertlerin yıkanıp gitsin.
Lambanın üstüne konmuş kuş yok oldu, İmir’in kolu sızladı, inildeyip ninesini çağırdı:
–Nine, nine, kolum ağrıyor. Kimdir ağlayan Nine?
–Sus, anam babam, benim ağlayan, senin için ağlıyorum.
Domrul’u evin köşesine doğru götürdü. Domrul köşede oturup yine ağlıyordu; ama ne ağladığından haberdardı ne de nerede olduğundan. Bu gözyaşlarının, bundan yirmi yıl öncesinin gözyaşları olduğundan bile haberdar değildi. O gün, yedi genç onu yedi yerinden ağaca bağlayıp aklı başından gidene kadar dövmüş, öylece de bırakıp gitmişti; işte o günlerin gözyaşlarıydı bunlar. Yirmi yıl ötesinden başladığından dolayı Deli Domrul daha çoook ağlayacaktı.
Kuş yine lambanın üzerine konup ötmeğe başladı, gölgeler aka aka, eriye eriye ışığın etrafında dolaştı.
–Nine lambamızın üzerine kuş konmuş.
–Hayır, kadanı alayım hiçbir şey yoktur.
İmir doluktu, ağlamaklı ağlamaklı konuştu:
–Hayır, orada. İşte bak!
–Hı, gördüm, kurbanın olayım şimdi gördüm, ağlama, -Nine, meleklerden bahset.
–Peki, derdini alayım, bir melek sol omzumuzdadır, bir melek de sağ omzumuzda. Biri günahlarımızı yazıyor, biri iyiliklerimizi…
Kapının ağzından Bekil’in sesi geldi:
–Yeter kadın, yeter, böyle şeylerden bahsetme. Konuşa konuşa deli etmişsin çocuğu. Şimdi küfrettireceksin meleğine de, öbürüne de. Bir küçücük çocuktur, melek ne, şey ne, günahtır be…
–Kuşu kovma, Ayyam, o zaman kolum ağrıyor, bırak lambamızın üzerinde kalsın.
Bekil hışımla tükürdü:
–Tüüü! Öl be öl! Ölmen bundan iyidir, büyüyüp de ne olacaksın sen?!
İmir’in ağırlaşan nefesi odaya esrarlı bir şekilde çöküyordu. Odanın karanlığı yavaş yavaş koyulaşıp canlanıyor, alçak duvarlar Bekil’in üzerine yürüyordu. Evin köşelerinden hışırtı sesi geliyordu. Sanki köşelere, toprak zemine çöken karanlık gizli gizli kabarcıklanıp köpürüyor, sonra da bu kabarcıklar hışıldaya hışıldaya açılıyordu. Duyulmayan bir ses hakimdi, Bekil bağrı yarılmasın diye bağırmak istiyordu. İmir’in gözleri iri iri açılıyor, açılırken bir çeşit ses çıkarıyordu sanki. Bekil dönüp lambaya baktı. Işık, toprak zemine doğru süzülerek eriye eriye iniyordu. Köşelerde toplanıp yoğunlaşan karanlıklar hıçkırıp iç geçiriyordu. Bekil’in korkudan içi titredi:
–Kimdi nine o?!
–Domrul’dur. Anlayamadım, girdi eve deminden beri ağlıyor.
–Ağlıyor?
–Hı, dokunma bırak ağlasın.
–Ona vurdum ama, dedi. Domrul’a doğra yürüdü.
–Dokunma, gözünü yutacak, geriye dönecek gözyaşları, bırak ağlasın. Ne olmuş Aşahanım Kadın’a?
–Durumu ağırdır.
–Zavallı, o da bir gün görmedi. Çocuğun kolunu kendim sardım. Herhalde elim uğurlu geldi, rahatlamış…
–Niye gelmiş bu? Hürü kadın, Domrul’un arkasında çöküp yer yastığının üzerine otururken, -Kızbes Kadın’ın merkebinin ayaklarını kesmişti, Kadın’ı da vuracaktı ben bırakmadım.
Deli Domrul ağladıkça anası gözlerinin önüne geliyordu. Anasıyla Deli Domrul’un arasında kırk yıllık bir mesafe vardı. Ağladıkça, bu mesafenin öbür yakasından anası durulup meydana çıkıyordu. Bu aydınlıkta Akça Hatun da göründü. Deli Domrul pişman pişman alttan yukarı Bekil’e baktı. Kulağını kestiği köpekler, kuyruğunu kestiği atlar, ayağını kestiği eşekler, kanlar içinde gözünün önünde çırpınıyorlardı.
–Sizin iti de ben mi öldürdüm? dedi.
–Hıı, Domrul emmi canın sağ olsun. Kalk sedirin üzerine uzan.
Hürü Kadın sedirin üzerinde yer yaptı, gelip Domrul’un kolundan tuttu.
–Gel, uyu, yarın sohbet ederiz.
–Beni Kanıkoğulları ağaca bağladı.
–Derin gitsin[9 - Cehenneme gitsin anlamında bir ilenme ifadesi.] Kanıkoğlu’nu.
Domrul kalkıp sedire doğru gitti. Gözlerini yerden kaldırmadı… Bir deli, kuyruğu, kulağı kesilmiş köpekleri köyün içerisinde kovalıyor, kurbağaların derisini yüzüyor, kelebekleri yiyordu. “Gel be gel. Bir çift beygirin gücü var bunda.” Kimdi peki bu? İş Domrul’un hatırlamasına kalmıştı, hatırlar hatırlamaz suratında patlayan yüzlerce tokadın acısını duyacaktı…
Hürü Kadın lambanın ışığını kıstı. Karanlık lambanın ateşli fitilini sıka sıka toprak zemine yapıştırdı. Işık azala azala bir damla oldu “çat” diye bir ses çıkararak söndü. İmir, derinden derine inliyordu… Kuyruğu, kulağı kesilmiş bir it İmir’in bileğini kemiriyordu. Ninesine, kardeşine sesleniyor, ama sesi çıkmıyordu.
Deli Domrul’un kuyruğunu kulağını kestiği itlerin biri İmir’in kolunu kemirip duruyordu. Hürü Kadın İmir’in ayak ucunda gözlerini yumup ellerini karanlıkta Allah’a doğru uzatmıştı. Fısıltıları damarlarının kanı gibi akıyor, aka aka bir yerlere boşalıyordu. Sonra ayakları yerden kesildi, kendi inandığından başka yeryüzünde hiçbir şey kalmadı. Seher duasıyla akşam duasının arasında köyde yapılan ve yapılacak her şeyi affederek yüzünü Tanrı’ya döndü:
–Ey yeri göğü Yaratan, ben günahkâr bir kulunum. Uluların ulusu, Sen büyüksün. Yer yüzünün suçu büyüyor, affet günahlarımızı. Şeytanın şerrinden, ağaların fitne fesadından koru bizi. Gözün yavrularımızın üzerinde olsun. Çok kanlı olaylar yaşadık, gözümüzü yine de Sen’den ayırmamışız. İşimizi uğurlu kıl, uğurumuzu aydınlık kıl. Yavruma şifa ver, Ulu Tanrı, yol göster ona. Birisinin de, apak karı, mavi buzu olan kışta ormandan ağaç taşımaktan omuzlarında yaralar açılmış. Ümidimizi ona bağlamışız, düşman kurşunundan koru onu. Ona söz söyleyenlerin dilini ve maksadını kısa kıl, âmin!
Bekil, kapının ağzındaki sedirin üzerine uzanmıştı. Ninesinin dediği sözlerin korkusu, mânâsından da büyüktü. Bu da galiba öylesine, sonsuzluğa, gecenin karanlığına doğru söylendiğinden kaynaklanıyordu. Kadına acıdı: “Kollarının ikisini de kırmazsam köpek oğluyum!” dedi, kendi kendine.
Hürü Kadın, İmir’in ayak tarafında yer yastığına dirseğini dayayıp yaslandı, biraz sonra da uyuklamaya başladı. İmir inledikçe uykulu uykulu “can”, “can” diyordu ona. Dilini dolaştıra dolaştıra uykuya daldı. İmir ayık mıydı, uyanık mıydı; haberdar değildi. Bekil elinde iri bir kemikle alacakaranlıkta durmuştu.
–Ne yapıyorsun, Ayyam?
–Adam yapıyorum. Bunu bitirip senin kolunu da kendim saracağım.
İmir’in bu bir damlacık uykusu o kadar uzadı ki, bitmek tükenmek bilmedi, sabaha kadar sürdü. Gözlerini açtığında ninesini baş ucunda gördü.
–Ayyam hani? dedi. Bana adam yapacaktı.
–Yeter, a baban ölsün. Ölüp gitti de. Sabahın erken vaktini haram etme, yeter, a delinin doğurduğu. Ölüyorsan öl, kalıyorsan kal!
Çıkıp Bekil’i aradı. Bekil, hakikaten de yoktu.
–Başımı hangi taşa çalayım şimdi, bizi de deli edip çöllere düşürecek, kara toprağa giresice.
Eğrikar’daki obalar sabah uykusundaydı. Herkesin uykusundan Hakk’a doğru gözle görülmez, duyulmaz, akıl almaz bir yol açılmıştı. Herkes bu yol ile gidip Hakk’a ulaşıyor, geri dönüyordu. Ama bunu idrak edenler gitgide azalmaktaydı, azala azala bir avuç kadar adam kalmıştı. Allah diye diye Tanrı’dan uzaklaşmaktalardı. Hayatın bu hızlı ve telaşlı akışına kapılmış, nefes nefese geleceğe doğru gidiyorlardı. Para hırsı, giyim hırsı, altın hırsı, Eğrikar denilen bu küçücük köyü dövmekteydi. Ömürleri kendilerinin de haberi olmadan kısalmakta, uykuları azalmakta, gözleri açılmaktaydı. Ama yine çiçekler yeşeriyor, yine sular akıyordu. Çiçeklerin yeşermesi, suların akması, çocukların doğması, hayatın yeniden başlaması ve tazelenmesiydi. Bu, olanların bir daha tekrar etmesiydi, gidenlerin bir daha geri dönmesiydi…
Hürü Kadın dışarı çıkıp bakındı. Bekil köyün eteğinden geliyordu.
–Nereye gitmiştin a yavrum, seni yerinde göremedim, öldüm öldüm, dirildim. De bakayım nerden geliyorsun, kendinde değil gibisin. Bu ne hal?
–Ata bakmaya gitmiştim, belki dokunan olur dedim. Ninesi endişeyle yine sordu:
–De hele ne olmuş doğrusunu söyle?!
–Hiçbir şey. Mezarlığın yanından geçerken üzerime karabasan çullandı, galiba korktum.
–Orda ne yapıyordun?
–Atı arıyordum.
Kapıya doğru gitti. Kapı siteme benzer bir gıcırtıyla açılana kadar uzun uzadıya ses verdi. Domrul duvara oyulmuş şöminemsi ocağın yanında uyumuştu. İmir uyanıktı. Ağabeyini görünce:
–Ayyam, gel kolumu sar, ağrıyor; demin, saracağım, dedin.
Bekil heyecan içinde İmir’in kolunu kaldırdı:
–Şimdi açacağım, ağlama, tamam mı?
–Tamam, peki orada uyuyan kim?
–Domrul emmidir.
–Ben de, rüya görüyor zannediyordum. Kalkıp koyunumuzun ayaklarını kesecek.
–Hayır, kesmez. Artık akıllanmış. Ağlama, olur mu, Domrul emmi uyanır.
–Peki.
Bekil sargıyı açtı. Parmakları İmir’in dirseğindeki kırığın olduğu yere doğru uzandı. Aç kuzu otları nasıl kırpıyorsa parmakları da çatlakların, kırıkların üzerinde ses çıkara çıkara kemikleri yeniden yerli yerine dizdi. Hürü Kadın içeri girdi:
–Niye açtın, niye açtın, eğri kalacak, dedi.
–Kemikleri intizamlı bağlamamıştın nine, yeniden sardım.
–Sana kim söyledi, nereden biliyorsun?
Bekil’in parmakları İmir’in kemiklerini görerek, karınca gibi kolunun üzerinde dolaşıyordu. Bekil, İmir’in kolunun kemiklerini görüyordu, et yoktu. Her şeyi unutmuş, kardeşinin kemiğini seyrediyordu. Gözleri yirmi yıldan sonra açılmış gibi dünyayı sanki şimdi görüyordu. Kardeşinin kolu bembeyaz idi. Cilâlı, tertemiz birbirine eklenip dizilmişlerdi. Parmakları omuz kemiğinin üzerinde durdu. Omuz kemiğinin üzerinde ince bir çatlak vardı.
–Nine, omuzu da çatlamış.
–Yahu bırak incitme çocuğu, omzunda hiçbir şey yoktur. Nereden aklına esti bilmiyorum.
–İşte, görmüyor musun?
Bekil’in parmakları çatlağın üzerinde gezindi.
Ninesi diz çöküp İmir’in zayıflıktan kemiği ortaya çıkmış omzuna baktı. Sonra korku içinde başını kaldırdı. Bekil’in gözleri bir gece içinde değişip büyümüştü. Işık saçarak, parıl parıl parlıyordu. “Adam yapacaktın bana…” Bu sözler Bekil’e yabancı değildi. İmir’di galiba. Ellerine baktı, elinde kemik olmalıydı. Nerdeydi, nereye gitmişti, hiçbir şeyi hatırlamadı. İmir’den git gide korkmaya başlamıştı. Öylece durup küçücük, zayıf, ölüye benzeyen kardeşine bakıyordu…
* * *
Üç yüz yıldan beridir Karakelle nesli ile Kanık soyu arasında kan dâvası devam ediyordu. Üç yüz yıldır iki kök arasında kavga hüküm sürüyordu. Üç yüz yıldır yan yana, vurula vurula, yeniden yeşere yeşere zaman tünelinde yol gidiyorlardı. İmir’in babası Karakellelerin sonuncusuydu. Yedi yıl önce kır atların üzerinde karısı Senem ile yayladan iniyorlardı. Akşamın alacakaranlığıydı. Tarla kuşları ötüşüyorlardı. Göğüş başını kaldırıp havaya baktı:
–Göç gidiyor, turgay kuşları onun için ötüyorlar, dedi.
Senem Hatun eliyle usul usul karnını sıvazlayarak, sana bir şey diyeceğim, ama gülme. Bu çocuğa hamile kaldığım günden beri duvarın öbür yüzünü görüyorum.
–Duvarın öbür tarafını mı görüyorsun?
–Hıı. Bana görüyorum gibi geliyor. Bir seferinde içeriden baktım ki Kızbes Kadın kapıdan el ediyor. Rüya sandım, evden çıkınca baktım hakikaten de el ediyor. Seni seslemiyorum dedi. Sonra dışarıdan eve baktım, evin içi görünüyordu.
–Anlamsız şeydir, inanma.
Göğüş, atını yaklaştırıp Senem Hatun’un boynunu kucakladı, sarsıla sarsıla güldü. Senem Hatun:
–Canım yeşillik çekti, dedi; in, bana kuzukulağı topla, yeşilliğe aşeriyorum, nerdeyse inip otlayacağım, bak tekmeliyor beni.
Göğüş, attan indi; yamaçtan kuzukulağı, yemlik, kuşekmeği topladı. At birdenbire kişneyip ayağını yere vurdu. Yamaçtan bir tilki kalktı, koşa koşa kendini dereye attı. Göğüş, hayretler içinde donup kalmıştı. “Tilki silah görmüş.” Kendi tüfeğine baktı, eğerin kaşında duruyordu. Üç atlı başının üzerinde bitti.
–Kımıldama, Karakelle Göğüş!
Tüfeklerin üçü de Göğüş’e yöneldi. Göğüş, kendi silahına baktı, tersine asılmıştı. Acı acı gülümsedi:
–Yeşilliği vereyim, benden kuzukulağı istemişti.
–Yerinden kımıldarsan vururuz.
Senem Hatun ağır ağır attan indi, atlıların karşısında diz çöktü. Yazmasını açıp saçlarını yeşilliğe dağıttı. Atlılardan biri tüfeğini yanına indirdi.
–Peki, Karakelle oğlu, helâlini götür, görüşürüz. Göğüş, Senem Hatun’un kolundan tutup kaldırdı, saçlarını topladı, yazmasını bağlayıp ata bindirdi, kendi de binip atlılara doğra döndü:
–Nerede olacaksınız, nereye geleyim?
–Akçallı’da bekliyoruz. Kiminle geleceksin, bilelim.
–Bizden kimse kalmamış Kanıkoğlu, yalnız geleceğim, çok mu korktun?
Atlılar yamaçları ürküte ürküte aşarak dörtnala gözden kayboldular…
Bir zamanlar Kanık Ağa’nın neslinde ölenler, kalanlardan çoktu, git gide soyları kesilmekteydi. Sonra hükümeti tanıdılar, haraç verip önlerinde el pençe divan durdular. Hükümetin adamları Kanık nesline silah verdi. At oynatıp meydanda rakipsiz kaldılar. Karakelle nesli azalmaya, yok olmaya başladı.
–Korktun mu Senem?
–Kuzukulaklarından ver yiyeyim.
–Bir hayli, konuşmadan kuzukulağı yediler. Sanki Senem Hatun’un içinden bedenine yayılan ekşiliğe doğru bir el uzanıyordu. Göğüş’ün neşesi yerindeydi, türkü söylemek istiyordu. Senem Hatun’a doğru döndü:
–Bir tek tavırlarından memnun oldum, sana saygı gösterdiler.. Kuzukulağını sana yedirebildim.
Senem Hatun’un yanaklarından göz yaşları süzülüp aktı. Galiba ağladığından haberdar değildi, rahat rahat kuzukulağı yiyordu.
–İçim bir tuhaf olmuş, seni vurmalarından korkuyorum.
–Canını sıkma, zaten biz iki yüz senedir kendi ecelimizle ölmüyoruz. Oğlun olursa adını İmir korsun, erkek olduğunu kimseye bildirmezsin. Onu Bike gibi giyindirirsiniz “kızdır” dersiniz. On beş yaşına kadar kız elbisesinden çıkarma. Anama söyle, Bike’nin adı Bekil’dir, unutmuş olabilir. Örgüsünü kesmekte şimdilik acele etmeyin. Dediklerim aklında kaldı mı? Hadi in attan helâllaşalım…
Köyün eteği idi, alacakaranlık bastırmak üzereydi. Karşı yamaçta Hürü Kadın, yanında da on dört yaşında bir erkek çocuk, uzun boylu Bike koyun otlatıyordu. Göğüş ile Senem diz çöküp kucaklaştılar.
–Kendi elimle seni ölüme nasıl yollayayım?
–Ağlama, biliyorsun ki, gitmeliyim. Nereye gittiğimi anama söyleme!
Atına binerek Akçallı dağlarına doğru dörtnala sürdü…
Senem Hatun’un içinden kuzukulağının mayhoş tadına doğru uzanan el Akçallı dağına taraf dörtnala giden atlıdan başkası değildi. İçini çekip çekip çıkardılar. Kulakları kurşun dökülmüş gibi uğuldadı, sırt üstü çimenliğe düştü. Senem Hatun toprağın üzerinde yeşermekle olan tohum gibiydi. Sanki kendisi kendi gözlerinden, kulaklarından kuyuya düşüp boğulmaktaydı. Hürü Kadın’ın haykırışları Senem Hatun’a ulaşamıyordu. Birilerinin sarı saçlarına dolaşa dolaşa karanlık bir kuyuya iniyordu.
–Hey Kızbes, Fatma, Gelin kendini kaybetti, ey kurbanı olduklarım yardıma gelin!
Hürü Kadın, Senem Hatun’un bembeyaz suratına tokat üstüne tokat indiriyordu. Ama Senem, sanki derin bir boşluğa inmekteydi.
–Bike çabuk ol, bıçakla suyu doğra, anan bayıldı.
Bike kemerine kadar ırmağa girdi, suyu enine boyuna bıçaklamaya başladı.
–Bağır ulan, bağır, vurgun yemiş, sesin mi battı? Bike’nin yazması başından düştü, sular alıp götürdü. Kalın, küt, kara örgülü saçları suya sallandı. Kanık’lar çoluklu çocuklu, kadınlı kızlı seyre dalmışlardı.
–Haykır, suyu doğraya doğraya bağır, erkek sesi gerek.
Şimdilik hiç kimse bir şey anlamıyordu. Kadınlar Senem Hatun’un başı üzerinde kazanların altına vurarak ses çıkarıyorlardı. Senem Hatun’un bembeyaz yüzü tokatlardan kıpkırmızı kızarmıştı. Bike suyu bıçaklaya bıçaklaya bağırdı:
–Ehe, heey, heeey!
Bu, yeni bulûğa ermiş on dört yaşındaki bir erkeğin sesiydi. Yıldırım gibi çakıp selleri suları geçerek dağlara taşlara değip dalgalana dalgalana uzaklaştı. Kız elbiseli, geniş omuzlu bir erkeğin on dört yıldır sakladığı sesi idi. Senem Hatun’un gözlerinden, kulaklarından inip birbirine dolaşmış sarı saçları açıyordu. Senem Hatun kendine geldi, baktı ki, kulakları ovuluyor. Çocuk sesi duydu. Ne vakittir ki, bu sesi içinden duyuyordu.
–Karakelle Göğüş’ün ikiz oğlu oldu, Göğüş’ün iki oğlu oldu!
–Bike erkek imiş!
–İçime doğmuştu zaten, böyle kız mı olurdu?
Konu komşunun sesi gittikçe belirginleşerek yaklaşıyordu. Kadınlar Senem Hatun’u teskerenin üzerine koyup eve götürdüler.
Bike sudan çıktı; elbisesini, gömleğini soyundu, altında erkek elbisesi vardı. Belinde gümüş hançeri vardı, örgülerini sırtına atıp yeniyetme erkek yürüyüşüyle evlerine doğru gitti. Köy halkı, akacak yeni bir kan bekliyordu. Herkes, kurşunun nerede patlayacağını anlamak için kulak kabartıyordu. Kanık nesli bölük bölük olup dağıldılar, Dursun Ağa’ya haber vermeğe koştular. Yetmiş yaşındaki Dursun Ağa bu haberi duyar duymaz yastığa dirseğini dayayıp doğruldu:
–Gördünüz mü köpoğulları! Karakelleler, insanı böyle uyutur.
–Senem Hatun da ırmağın kenarında ikiz oğlan doğurdu.
Dursun Ağa uzanıp gözlerini bir noktaya dikti. Getirip su içirdiler. Bitmek bilmeyen bir tarihte yeni izler beliriyordu. Köyde yürüyebilen herkes büyüklü küçüklü Bike’nin ardınca gidiyordu.
–Adı neymiş?
–Bekil’miş.
–Ben de kendi kendime, neden dışarıya bırakmıyorlar diyordum!
Kızbes’in yirmi yaşındaki kızı Begüm, Bekil’e bakıp içten içe gülerek ağlıyordu. Bike’nin erkek olduğunu yalnızca Begüm biliyordu. Beş yıldır boğuşa boğuşa büyüyorlardı. Anası evde olmayınca yüklüğün üzerine çıkıyorlar, Begüm, Bike’yi bağrına basıp nefesi soluya soluya:
–Seni ben erkek ettim, diyordu. Ne zaman kız elbisesini soyundun, o zaman sana varacağım. Sen benim hem küçücük kocam, hem de oğlumsun.
–Bak, hiç kimseye söyleme tamam mı? Ninem diyor ki, eğer erkek olduğumu bilseler beni öldürürler.
Bekil sanki köye ilk defa geliyordu.. Sanki o andan itibaren büyümeğe başlamıştı. Kız isminin ağırlığı altında sıkılan omuzları, kendinin de haberi olmadan genişlemekteydi…
Senem Hatun’a kuymak[10 - Kuymak: Azerbaycan'da lohusalar için un ve yağdan yapılan bir yemek. Üzerine şeker ve bal dökülerek yenir ve yeni doğmuş kadınlara güç verir.] yediriyorlardı.
–Ye…
–Bak bir, Göğüş gelmedi mi, nine?
–Nereye gitti?
–Evdekileri dışarı çıkar.
Konu komşu sitemle söylene söylene dağılıp gittiler.
–Tanrı tarumar etsin seni, ey ağalık, yer kabul etmesin seni ey Dursun!…
–Bu zavallıların kimi kaldı kıız?
–Göğüş de mi?
–Ne bileyim, yoktur, nerededir kim bilir?
–Göçüp gitmeliydiler, yer mi yoktu?
Hürü Kadın tırnaklarının ucundan itibaren buz kesmeğe başlamıştı. Bebekler ağlıyor, susmak nedir bilmiyordu. Hürü Kadının sesi aniden kabalaşıp erkek sesine döndü ve ağlaya ağlaya:
–Ağlamayın! -dedi.
Senem Hatun da ağlıyordu, çocuk da, Bekil de.
–Olacaktı, bekliyordum, ama erken oldu…
xxx
Göğüş, Akçallı yamacına tırmandı, atın üstünden kayalıklara doğru baktı. Taşların, kayaların ardı bela kokuyordu. Bela, alın yazısı güder gibi önüne katmış Göğüş’ü götürüyordu. Demek istediği bir söz müydü, söylemek istediği türkü müydü, ne idiyse içinde kalmıştı, başkaca endişesi yoktu. Aç, kılıca doğru nasıl at sürerse o da belaya doğru öyle dörtnala gidiyordu.
Beybek’in atlıları da karşı yamaçtan çıktılar. Kurşun mesafesinde durdular. Beybek atın üzerinde doğrulup:
–Geldin mi Karakelle oğlu? dedi.
–Geldim, Kanıkoğlu.
–Kaçıncı olduğunu biliyor musun?
–Bizden yalnızca ben kalmışım, biz sayısını unuttuk. Peki sizden?
–Bizden yüzden fazlası gitmiş.
–Kendinizi de üstüne ilâve edin.
Böyle diyerek Karakelle Göğüş ayaklarını üzengiden çıkardı, Beybek’in tüfeği yavaş yavaş doğruluyordu. Yanındakini korku bürümüştü, bu sebeple sesi hırıldadı:
–Köpoğlusu, gözlerinden vuracağım, dedi.
–Kanıkoğlu, yanındakine söyle, üç yüz senedir düşmanız, ama aramızda küfürleşme olmamış. Kendinizi de ölenlerinizin üzerine ilâve ettin mi, kaç etti?
Kanıkoğlu’nun silahının doğrulmasıyla Göğüş’ün kayanın arkasına sıçraması bir oldu. Göğüş’ün silahı henüz havadayken patladı. Küfür eden atlının bağırtısı kurşunların sesini bastırdı. Sesi deminki gibi hırıltılı değildi, çan gibi çınladı. Çünkü artık korkusu kalmamıştı. Deminki ses korkusunun sesiydi, Göğüş’ün kurşununun öncesinde kalmıştı. Kendi de ancak haykırışı kesilene kadar yaşadı. Eyerden kayarak atının ön ayakları dibine düştü. Diğer atlıların her biri bir tarafa dağıldı. Her biri bir taraftan Göğüş’ün ardına saklandığı kayaya kurşun yağdırıyordu. Göğüş gözüne ilişen karartıya bir kurşun sıktı, kurşunun ete daldığını tetikteki parmağında hissetti.
Ardından Beybek’in, sesi duyuldu:
–Göğüş, yüzünü dön!
Döndüğü anda ikisinin de silahı bir anda patladı. Bir anlığa ikisi de gülümsedi. İkisi de dövüşten memnun kalmıştı. Önce sanki Göğüş’ün sağ göğsünün altına buz bağladılar, serin, güzel, ayazlı yayla havası doldu içine. Yavaş yavaş da yandı. Kayaya dirseğiyle yaslanıp atını sesledi:
–Kaşka, Kaşka![11 - Kaşka: Bazı hayvanların alnında olan beyaz benek.]
Bu, Göğüş’ün dünyada kalacak son haykırışıydı. Önce bir kişneme duyuldu, sonra atın kendisi göründü. Sürüne sürüne kayaya tırmanıp atına bindi. Bu da Göğüş’ün son gücüydü ki, son defa da kendine lâzım oldu…
Tabut götürüyormuş gibi köye doğru birbirinin yanında iki at gidiyordu.
–Göğüş, sen misin?
–Benim Beybek.
–Nerenden vuruldun?
–Göğsümden.
–Sağ mı, sol mu?
–Sağ.
–Sen nerenden vurulmuşsun?
–Karnımdan vurdun Göğüş. Çünkü sen aşağıdaydın, ben yukarıda.
–O zaman acın çoktur.
–Hı, felâket ağrıyor.
–Göğüş!
–......
–Bir defa seni vurmak istedim, Göğüş! O zaman yirmi yaşındaydım. Sizin neslin yaşını biz sizden daha iyi biliyoruz. Göğüş!
–Hı…
–Kan dâvası gütmek iyi bir şeydir.
–Nesi iyidir?
–İnsan çabuk büyüyor. Ama eve ölmeden ulaşırsam diyeceğim ki barışın. Sen de dersin, oldu mu?
–Peki, ama, bizden kim kaldı ki, artık barışmak bizim nemize gerek?
Atlar köyün girişinde ayrıldılar, toprak yolda nallı ayaklarıyla patırdata patırdata her biri bir tarafa döndü…
Sabahleyin Eyrikar’dan altı tabut çıktı. Üçü Kanık neslinden, üçü de Karakelle neslinden. Karakelle Göğüş, Senem Hatun ve ikizlerin birisi.
Kanık neslinin ak saçlı kadınları Hürü Kadın’ın yanına barışmaya geldiler. Ak sakallılar Bike’nin örgülerini kesip adını Bekil koydular.
Bekil birkaç yıl içinde içi kanaya kanaya büyüyüp boylu boslu bir yiğit oldu. İçindeki kanlı tohumlar da yeşere yeşere büyüyordu. Bazen gözlerine sağılan kan da bu kan idi…
Eyrikar’ın yedi yerine, yedi obasına ilân edildi ki, Karakelle soyuyla Kanık nesli barışmış. Sönmekte olan Karakelle ocağı tütsülene tütsülene yeniden yanmağa başlamıştı.
…Kanık soyunun ak sakallı ihtiyarı Dursun Ağa üç gündür can çekişiyordu. Üç gündür bağırıp duruyordu. Eğrikar, insanların yaşamaya başlamasından beri böylesine ürkütücü bir ses duymamıştı. Dursun Ağa’nın sesi, yedi ağaçlık[12 - Bir ağaç: Altı, yedi kilometrelik bir mesafe ölçüsüdür.] bir mesafeden duyuluyordu. Kadınlar saçlarını yolup, yüzlerini yırtıyorlardı:
–Allah’ım bizden uzak et, yer Dursun Ağa’yı kabul etmiyor!..
Kanık nesli, daha ölmeden Dursun Ağa için ihsan dağıtıyordu. Kurban kesip ev ev dağıtıyorlardı ki, Allah, Dursun Ağa’ya acısın, onun canını tez elden alsın. Ama Dursun Ağa’nın ruhu kendine yer bulamıyordu. Canı gelip boğazında düğümlenmişti, bu sebeple sesi korkunçtu. Kediler bu sesten ürküp ağaçlara tırmanmışlar, atlar kişneye kişneye köyde dört dönüyorlardı. Irmağın suyu damar damar olmuş, yarılmıştı. Dursun Ağa, dilini bağlayıp aç bırakarak öldürdüğü atları görüyordu. Karakellelerin hayvanlarına tuz yalattığı taşlara zehir dökerek kırıp geçirdiği sürüleri görüyordu. Atın ayakları altına alarak çiğnediği çocukları, karnını yardığı kadınları, yediği haram lokmaları görüyordu. Onun için bir türlü ölemiyordu. Dursun Ağa’nın ruhu köpek olmaya hazırdı, yeter ki, ağzından çıkabilsin.
Ölse bile hortlayacak, diyorlardı.
Dursun Ağa, gerçekten de bir gece hortlayarak evlerine geldi, vurarak bir daha öldürdüler ve ruhu kanaya kanaya dönüp gitti. Falcıya baktırdılar. Falcı, “Bir defa daha gelecek, Dursun Ağa’ya üç sefer ölüm gözüküyor.” dedi.
* * *
İmir yeniden doğmuş gibiydi. Kafesten kurtulan kuş gibi ağrısından kurtulmuştu. Dünyayı da sanki yeniden görüyordu.
–Nine, sular diri mi? Sular nereye gidiyor?
–Diridir, derdini alayım, herşey diridir, taş da diridir. Taş var ki, büyüyor, hepsinin yaratanı var, ağaca balta kaldırdıkta ağlayarak diyor ki, kesme beni!..
–Peki sular nereye gidiyor Nine?
–Hiçbir tarafa gitmiyor kadanı alayım, gidip yeryüzünün öbür tarafından dönüyor, yine gelip köyümüzden geçiyor.
–Nine, peki ağacı niçin kesiyorlar?
–Artık ağaçların sesini duymuyorlar, duysalar kesmezler.
İmir’in iri gözleri kocaman kocaman açılıp dünyaya takılıyordu. Suya baksa suya siniyor, ağaca, yeşilliğe, gökyüzüne siniyordu. Sabah namazında, öğlen namazında, ikindi namazında çatlayan kemiklerini iyileştire iyileştire, ninesinin eteğinden tutarak ibriğini dolaştırıyordu.
İmir yatağına uzanarak gözünü lambanın ışığına dikmişti. Işık gitgide büyüyordu. Büyüdü, büyüdü, evlerinin küçücük penceresinden karanlığa doğru aktı.
–Nine, ışık da diri midir?
–Diridir, derdini alayım, ışık meleklerin oyun oynadığı yerdir…
Deli Domrul kaba dikişli yeleğine sarılıp duvarın içine örülmüş ocağın kenarında oturmuştu. Saçı sakalı bembeyazdı. Bu eve geldiği günden beri başkaca bir kapıyı açmadı, geceli gündüzlü durmadan ağladı, ağladıkça çok şeyleri hatırladı. Yirmi yıldır gözlerinden akmayan yaşlar aka aka Deli Domrul’un kaybolmuş hafızasını yıkayıp tazeliyordu. Ağlaya ağlaya ocağın kenarında uyuya kaldı. Üç gün üç gece uyanmadı. Uyuduğunda saçı sakalı simsiyahtı, uyanınca bembeyaz oldu. Hürü Kadın başucundaydı. Ona damla damla su içiriyordu.
–Rüyamda anamı gördüm, Allah’a şükrediyordu; baktım küçücük bir çocuğum, bana meme veriyor, dedi.
Deli Domrul akıllanmaya başladığı günden beri herkesin gözü önünde ihtiyarlamaktaydı. Sert saçı sakalı ağacın çiçeklenmesi gibi beyazlaşıyordu. Saçında sakalında sanki hışırtılar geziniyordu. Bir hafta boyunca saçını sakalını kaşıdı durdu; sanki elleri orda kalmıştı:
–Başım bir suyun altında gibidir. Üzerimden sular geçiyor, az daha delireceğimi sanıyorum Hürü Ana.
Hürü Kadın yüz yaşındaydı ancak, birdenbire ihtiyarlayan birine rastlamamıştı.
Bir hafta sonra Deli Domrul ihtiyar, yüzünden nur akan bir insan olup çıktı. Hürü Kadın sedirin üzerinde ona yatak serdi. Bekil ile elinden tutup sedire çıkardılar.
Köye yayıldı ki, Deli Domrul akıllanmış ancak, akıllandığı gibi de ihtiyarlamış. Büyük küçük herkes koşup görmeğe geldi. Akşam üzeri Domrul gelenlere baktı baktı, sonra da birden Hürü Kadına seslendi:
–Birazdan öleceğim Hürü ana, halka söyle dağılmasınlar, beni götürüp defnetsinler.
Deli Domrul gülümseye gülümseye yatağına uzandı:
–Hürü ana, gel elini gözlerimin üstüne koy… Köylüler gelip Deli Domrul’un tabutunu omuzlayıp alıp götürdü.
İmir, o gece de yatağında uyuyamadı. Yine ayık mıydı, uykulu muydu bilinmedi.
–Sedirin üzerinde ak sakallı biri uzanmış.
–Korkma, uyu, sana öyle geliyor.
İmir’in korkusu Hürü Kadın’ı da bürüdü. Önce ocağın kenarına baktı, oraya çökmüş karanlık kara bir çarşaf gibi ırgalandı. Sonra kendi sedirinin üzerine baktı, yüz yılı geride bırakmış, bu kadarlık zamanı adım adım yürüyerek yorulmuş gözleri alacalandı. Ak sakallı birisi görünüp hemen de kayboluverdi.
–Bekiil! Gel de bak, yine ne diyor bu…
–Ne olmuş? -İmir’e doğru yöneldi. -Ne diyorsun yine?
Çocuğun gözleri Bekil’e dikilmişti. Bekil’in ruhunu sanki çekip çıkarıyorlardı, yüreği ağzına gelmişti. Ağlamak istedi, gözünden bir damla da yaş çıkmadan, kupkuru hıçkırdı. İmir’i omuzlarından tutup sarstı.
–Ayyam, bak ninemin sedirine erkek uzanmış.
Bekil öyle haykırdı ki, kara damdan kara toprak döküldü, sesi yedi ağaçlık mesafeden duyuldu:
–Iıı, senin Tanrın yere dökülsün[13 - “Gök tepene uçsun” anlamında bir ilenme ifadesi], ne Allahsız çocuksun be.. Bizi deli ettin sen.
Kalkıp sinirli sinirli sedire doğru gitti, yorganı döşeği fırlatıp attı, sediri tutup yan çevirdi:
–Hani be, hani? Gözünü çıkaracağım senin, hele bir sabah olsun!
İmir, ağlayıp yorgana bükülerek ürkek bakışlarını ninesine dikti. İmir’in vücudu Hürü Kadın’ın eline doğru meyletti. Gözleri, hatta her bir tüyüyle ayrı ayrı okşanıp rahatlamak istiyordu. Bekil yaklaştı:
–Sen bu hale getirdin bunu, şimdi de kendine gelemiyor. Çocuğu çocuk gibi büyümeğe bırakmadın.
İmir’se kendi bildiği gibi alacalı, dolambaçlı rüyalar göre göre büyüyordu.
* * *
Bekil’in sürüsü yamaca yayılmış otluyordu. Dumanlı, sisli, hem de güneşli bir gündü. Güneş, dağlara yamaçlara çökmüş sisin, dumanların içinde sıyrılarak sarımsı renkte ışık saçıyordu. Sisin, dumanın içinden mi, otların arasından mı bilinmez, duyulan yabani kuşların sesi bile nemliydi. Arada bir meleyen koyunun, kuzunun sesinden de ne zamandan beridir yağmur yağdığı anlaşılıyordu. Düzlükteki toprak yollar, yamaçlardaki patikalar yağmurdan kaybolmuş gibiydi.
Bekil, bir kayanın üzerine oturmuş parmaklarının, bileklerinin kemikleriyle oynuyordu. Doru renkli at, sürüden biraz kenarda, dünya tarihinin ulu başlangıcından şimdi çıkıp gelmiş gibi, harika boynunu çevirip iri elma gözleriyle yağmurun suyun yüzünden, yere saplanıp batmış gibi görünen dağ yolundan yana bakıyordu. Sonra içten içe yavaşça kişnedi. Bekil kalkıp ata doğru gitti.
Saraç’tı. Atın sırtında dumanın, sisin içinden çıkarak aşağı doğru gidiyordu. Bekil’in eğere sıçradığını gördü. Gitmeği kendine yediremedi, atı durdurdu. Elini eğerin kaşına asılmış tüfeğine uzattığında Bekil yanı başında bitiverdi…
–Tüfeğini yerine bırak Kanıkoğlu, babalarımız barışmıştı, sen onların ruhunu incittin, kardeşimin kolunu kırdın, kollarının kırılması gerekir.
Bekil, dağ gibi heybetiyle yavaş yavaş Saraç’ın üzerine yürüyordu.
–Konuş, Kanıkoğlu!
Atlar yan yana durmuştu. Bekil’in sesi duyuldukça huysuzlaşıp yerlerinde oynuyorlardı.
–İn attan Saraç! Kanı yeniden akıttın. Senin kollarını kıracağım. İmir’in ağrısının ilacı senin kollarının kırılmasıdır.
Saraç’ın eli yine tüfeğe doğru uzandı.
–Çek elini, öldürmeyeceğim seni, ama kollarını kıracağım.
Bekil’in iki adam büyüklüğündeki boyu posu, kalın bilekleri, boğumlu elleri Saraç’ı korkutup eğere yapıştırmıştı. Atların sabrı sahiplerininkinden daha kısa oldu, yerlerinden sıçrayarak her biri bir tarafa yöneldi. Saraç silahı açasıya kadar Bekil yetişip omzundan yapışıp sıktı. Çoktandır kırık hissetmeyen parmakları eti sülük gibi ezerek kemiğe dayandı. Saraç’ın omuz kemiklerinin çatlamasını Bekil parmaklarının ucuyla hissetti. Çekip attan yere düşürdü. Saraç’ın bir kolu yanına düşmüştü. Öbür eliyle hançerini çıkardı.
–Konuş Kanıkoğlu, çoktandır sesini duymuyordum. Yakına gel, öbür omzunu da kırayım. İmir’in de omuzu kırılmış.
Saraç, Bekil’in kocaman vücudunun karşısında dayanamadı, yere yığılıp kaldı. Başını aşağı indirip, gözlerini Bekil’in çarıklı büyük ayaklarına dikti. Usulca dilinin ucuyla:
–Düşmanlığı yeniden başlatıyorsun! dedi, -Kalk ayağa, senden İmir’in acısını çıkarıyorum.
Saraç yerinden sıçradı, hançeri Bekil’in göğsüne indirdi. Bekil onun bileğinden yapışıp sıktı, parmakları hırsla Saraç’ın bileğini ezip kemiği ete, eti kemiğe karıştırdı. Saraç’ın gözlerini kan bürümüştü, dizine güç vererek ayağa kalktı:
–Bunu yanına bırakmayacağım, atını öldüreceğim, evini yakacağım, deli kardeşinin kolunu kırmışım, şimdi de başını keseceğim, yalnız kalacaksın!
Kolları sarkarak atına doğru gitti, ama ata binemedi, Bekil gelip onu kucağına aldı. Saraç, Bekil’in kucağında çocuğa benziyordu. Bekil’in kollarının arasında canı sıkışıp kalmıştı, kemikleri sesleniyordu. Bekil’in parmakları ise, gözü var da görüyormuş gibi Saraç’ın eklemlerinin üzerinde geziniyordu. Bekil’in kollarının arasında bir kucak dolusu kemik vardı, kaldırıp eğere koydu. Sürünün yüzünü köye doğru çevirip atına bindi, Saraç’ın ardınca koşturdu. Saraç eğerin kaşına doğru eğilmişti. Atın ayak sesini duyunca doğruldu:
–Düşmanlığı böyle yapmazlar, Karakelle oğlu beni öldürmeliydin, ama kollarımı kırmamalıydın.
Bekil, Saraç’ın atını yedeğine alıp yavaş yavaş köye doğru sürdü. Hava hem güneşli, hem de sisli ve dumanlıydı. Yerle gök birleşmiş gibi görünüyordu. Ne zamandan beridir böylesine güneşli havada yağmur çiseliyordu. Havanın böyle olması sebebiyle gökte bir tane bile kuş kalmamıştı. Gece gündüz kuşların sesi gökten değil de otların içinden geliyordu. Otlar yağmur sebebiyle büyüyüp, adam boyunda olmuştu. Koyunun, kuzunun da yünü otlar gibi uzamış, saçakları yerlerde sürünüyordu. Herkesin suratı asıktı, havanın yağışlı olmasından dolayı sanki ağlayacak gibiydiler. Büyük küçük herkesin suratı bir karış olmuştu.
Böylesi bir havada iki atlı yedek yedeğe yağmur yiye yiye gidiyorlardı.
–Bekil.
–Ne var Saraç?
–Beni böyle köye götürme.
–Dersin ki attan düştüm, oldu mu?
–Tamam. Peki kollarımı kim saracak?
Bekil’in parmakları yular boyunca yokladı ve geri döndü, damarları boyunca garip bir sıcaklık dolaştı.
–Kendim. Kemiklerini teker teker dizip saracağım. Ama sen de diyeceksin ki, attan düştüm.
–Peki.
–Ağrısı çok mu?
–Bayılmamdan korkuyorum.
–Dur, yarpuz vereyim kokla.
Bekil atın üzerinden eğilip yarpuz kopardı, Saraç’a uzattı.
–Bekil.
–Ne var?
–Kız elbisesi giydiğin günleri hatırlıyor musun?
–Hatırlıyorum…
–Kendi kendime söz vermiştim ki, seni alıp kaçıracağım. Dedem her gün diyordu ki, Karakelle ocağında bir kız büyüyor, gözünüz üzerinde olsun. Sen elbiseni değişip erkek olduğun anlaşılınca dedem sinirinden küplere bindi. Kolum iyileştiğinde, senden acımı çıkaracağım.
–Bununla bitirelim, bir daha size kötülüğüm dokunmaz.
–Ninem öldüğünde dedi ki, Karakelle neslinde böylesi yiğit görülmemiş, kendinizi ondan koruyun. İstiyorsan bacımı sana vereyim Bekil?
–Yook, düşman da dostun diğer ucudur. Ne dosttan kız al, ne düşmandan. Sizle biz hısım olamayız.
Sustular. Atların ayaklarının sulu, nemli sesleri de iri damlalar gibi yolun kenarıyla çimenliğe yağıyor, yağmurla, çisintiyle, sisle beraber düzlüğe siniyordu. Saraç’tan ses çıkmıyordu. Bekil atı durdurup yaklaştı. Yüzükoyun eğere yapışmıştı. Eğilip bir tomar sulu ot kopardı, Saraç’ın yüzüne vurdu…
İmir, ninesinin dizinin dibinde oturmuş, kollarına ip çilesi geçirmişti. Ninesi de yumak yapıyordu. Dizleriyle, ayaklarıyla evlerinin toprak zemininin titrediğini hissetti. Bir anlık hayret içinde sessizce kala kaldı, sonra:
–Atlı geliyor nine, dedi. Ayyam geliyor!..
Çileği atıp Bekil’in önüne koştu. Atın üstünde, rengi sapsarı kesilmiş halde inildeyen Saraç’ı görüp durdu. Dövüldüğü günü hatırladı, omzunun kırılan kemiği yeniden gerildi, yüzü solup rengi kaçtı. Üç yüz yıl süren düşmanlık Karakelle kökünün kanına işlediği için küçücük, zayıf İmir’in birdenbire kolları katılaştı, küçücük bir taş kesildi, konuşmaz oldu. Saraç’ın iniltisi iğne gibi vücuduna batmaya başladı…
Bir anda bütün köy çalkalandı. Kanık yurdunda atlar kişnedi, biraz sonra çitlerin üzerinden aşa aşa yıllar boyu sahipleri gibi kana, silah sesine, iniltiye, bedduaya acıkan atlar kendilerini Karakelle ocağına attılar. Saraç’ın bacısı oğulları ve amcazadeleri silahlı-pusatlı dışarıda at oynattılar.
Bekil’in parmakları Saraç’ın kırılmış kemiklerinin üzerinde dolaşıyordu. Saraç’ın iniltisi Bekil’e ulaşmıyordu. Kırılmış kemikleri yerine dizerek yakıyla sarmıştı. Saraç şimdi kendine geldi, su istedi, Hürü Kadın şerbet yapıp verdi.
–Çık dışarıya Karakelle oğlu!
Atlılardan birisi haykırıp havaya bir kurşun sıktı.
–Çık, Karakelle oğlu!
“Karakelle oğlu” sözü Bekil’in kanında dolaştı, doğruldu, adaleleri derisini ağrıtana kadar gerildi. Üç yüz yılın öbür başından geliyormuş gibi, ağır ağır, kocaman vücuduyla dışarı çıktı.
–Bekil, çıkma, vururlar seni.
Saraç böyle deyip kalkmak istedi. Hürü Kadın yardım edip kaldırdı. Bekil’in ardınca dışarı çıktılar.
–İnin attaaan!!
Bekil’in sesi atlıların üzerinden yıldırım gibi geçip gitti. Köyün kara damlı evleri titredi, yere kara toprak elendi. Atların korkudan az kalsın bağrı çatlıyordu, şaha kalkıp kişnediler. Bu kişnemeler Bekil’in sesinin yanında diş gıcırtısı gibi kaldı.
Atlılar anında başlarını aşağı eğdiler ki, Bekil’in sesi onlara zarar vermeden geçip gitsin. Kurşun atanın tüfeği elinden düştü. Bekil ise atlılarla aynı yükseklikteydi. İri ayaklarının üstünde, iki küçük tepeciğin üzerinde durmuş gibi görünüyordu. Atlılar kendilerine gelip silahlarının horozunu kaldırdılar, ancak hepsinin kulakları uğulduyordu. Hepsi korkudan başlarını kaldırıp göğe baktı. Bekil’in sesi dinmişti ama yeri göğü uğultu bürümüştü. Korka korka çitlerin dibine toplanıp seyre dalanlar, Bekil’in sesinden korkup yere çöktüler. Hamile gelinlerin, küçük çocukların yüreği yerinden kopacak gibi oldu. Bağlı köpekler kendilerini sağa sola vurdular, açık olanlar ise yönleri hangi tarafa düştüyse bütün gücüyle kaçıp yok oldu.
Hürü Kadın diz çökmüştü, Bekil’in kendisi de kendi sesinin gücüne donup kalmıştı. Birdenbire içinde büyüyen genişliği duymaktaydı. Bütün köy Bekil deli olacak zannetti. Böylesine duyulmamış, akla sığmaz sesten sonra deli olması gerekirdi. Köylüler Deli Domrul’u hatırladı. Deli Domrul’un ruhu Bekil’i çarpmış dediler, çünkü Domrul’u Bekil öldürmüş.
Saraç, kolları sarılı halde geçip Bekil’in önünde durdu, akrabalarına gülümseyerek:
–Niçin böyle yapıyorsunuz, at üstünden attı beni. Bekil getirip kollarımı sardı, yoksa çoktan ölmüştüm, dedi.
Bekil de gülümsedi, yaklaşıp Saraç’ı kucağına aldı. Saraç yine Bekil’in kucağında bir çocuk gibiydi. Çocuk gibi sakince Bekil’in kucağından topluluğa bakıyordu. İmir’i gördü, kapının ağzında durmuştu. Gözleri Bekil’in sesinden de korkunç, iri iri açılıp Saraç’a dikilmişti. Saraç gülümsemek istedi, ancak yapamadı. Kımıldamak istedi, kımıldayamadı, kendinden geçmiş gibiydi. Hiçbir şey anlamıyordu. İmir’in gözleri Saraç’ın üzerinde bir ağ örüyordu. Bakışları sarmaşık gibi bedenine dolanıyordu. Saraç’ın atı burnundan “fırrr” diye kuvvetli ses çıkararak ayaklarıyla yeri dövdü. Saraç “korkuyorum” demek istedi, ancak dili kımıldayamadı.
Bekil yine gülümseyip:
–Ne oldu sana? dedi. Kaldırıp atın üzerine bıraktı. Saraç atın üzerinde duramıyordu. Eğerin üstünde tersine oturduğunu zannediyordu; ayakları yukarıda, başı aşağıda.. Eğilip kendini doğrultmak istiyordu. Atlılardan birisi yaklaşıp Saraç’ı tuttu, içinin derinliklerinde boğulup kalmış sesiyle:
–Kendine gel, ayıptır, dost düşman var, dedi.
Uzaklaştılar, sanki Saraç’ın vücudundan bir şey kopup kurtuldu. Saraç nefes alıp kendine çeki düzen verdi, korka korka dönüp baktı. İmir, Bekil’in yanındaydı, bir şeyler soruyordu. Saraç atlılara dönüp, “o çocuğu gördünüz mü, az kalsın beni öldürüyordu” diyecekti. Ama İmir’in gözlerindeki sihiri, sırrı dile getirmeğe kelime bulamadı. Atlılardan biri:
–Kimdi bağıran? -dedi.
–Bekil’di.
–Kulaklarım hâlâ uğulduyor.
–Gidince nineden sor, Karakelle Alay’ın da böyle sesi varmış. Haykırdığında kadınlar çocuk düşürüyormuş.
–Seni Bekil böyle yapmış, inkâr etme.
–Hayır, attan düştüm.
–Sen attan düşmezsin. O, İmir’in acısını senden çıkarmış.
–Hayır, dedim.
–Biz düşmanız, arada bu kadar kan akmış.
–Barışmışız, böyle de yaşamalıyız.
–Onların kökü kurumalıdır. Ocaktan ikisi kalmış, onları da öldürelim, Hürü Kadınla barışırız.
–Olmaz!
Evlerine gidene kadar hiçbiri konuşmadı. Bekil’in sesi gökyüzünün görünmez korkusu gibi başlarının üzerinde onlarla beraber yürüyordu. Bedenlerine sinmiş titreme hâlâ dinmemişti. Bekil’in boy bosunun, kollarının, sesinin korkusu, görecekleri gün gibi önlerindeydi. Kanık ocağının korkulu geleceği gibiydi.

İkinci Fasıl
Yüz yaşına gelmiş Hürü Kadın’ın bildiklerinden de, hafızasından da eski bir geçmişi vardı. Hürü Kadın, Karakellelerin kökü bildiklerinden, hafızasından da ötelerde nerededir bilmiyordu. Yıllar boyu, atlı, develi, inekli, öküzlü, köpekli, koyunlu yol yürüyen bu göç nereden geliyordu? Kaç yıldır yürüyorlardı ve niçin yürüyorlardı? Kurulmuş bir devleti mi yıkmış geliyordu, yoksa devlet kurmaya mı geliyordu? Böylesine azametli, böylesine yükseklerden ve yabancı yerlerden korkmayan, böylesine sağlam ve muhkem göçün sırrı neydi?
Yüz yaşındaki Hürü Kadın’ın hafızasının ve bildiklerinin ilk basamağı bir ilkbahar öncesinden başlıyordu. Karayazı ormanının eteğinden bir göç çıktı. Önde doru atların üstünde silahlı-pusatlı delikanlılar, arkada atlı kızlar, gelinler geliyordu. Kebelerle, kilimlerle örtülmüş, bezenmiş göç arabalarında nineler, kadınlar geliyordu. Elde dokuma elbiseler giydirilmiş erkek çocuklarını öküzlere bindirmişlerdi. Kırmızı inekler, melez koyunlar, günün bir vaktinde, dünyanın neresinde olursa olsun sağılacaklarını biliyor gibi otlayıp, sütlene sütlene yeşil dağlara doğru yol alıyorlardı… İri gövdeli, ihtiyar erkekler bu görünen düzlüğü kendileri yaratmışçasına dünyaya sahiplenerek dağlar gibi ağır ağır yol yürüyorlardı. Onların önünde yüklü develer vardı. Ak devenin sırtında, ak sakallı bir ihtiyar yeşil çayırda oturuyor gibi rahatçasına oturmuştu. Bu otlukları, bitmiş yaban güllerini, ormandaki ağaçları, sulardaki balıkları, dağlardaki taşları daha evvelden görmüş, tanıyormuş gibi eteklerden yamaçlara doğru tırmanıyordu. Bu eğri büğrü patikaları, yemyeşil dağları, dereleri tepeleri, hayvan yataklarını nerede görmüştü çıkaramadı. Bu da, yüz yaşını aşkın ihtiyarın Karakelle köküyle ilgili hafızasının, bildiklerinin bittiği zamandan, taa gerilerde yüzlerce yıl öncesinde olmasından kaynaklanıyordu.
–Burası neredir, dede?
–Bilmiyorum yavrum. Ama babam diyordu ki, babalarımız yeşilce dağları, otlu yatakları bırakarak ordulara karışıp gittiler. Belki buralardan gitmişler de onun için kanım ısınıyor. Ya da buralar yurdumuz olacak, buralarda öleceğim.
Yamaçta koyun yatağı vardı, çadırların karartıları görünüyordu. Göçtekiler büyüklü küçüklü uzanarak baktılar. Çadırlardan üç atlı çıkıp göç kervanına doğru atını dörtnala sürdü. İhtiyar öndeki kendi atlılarına işaret etti:
–Hele bakın hangi dilde konuşuyorlar, başka bir şey yapmayın.
Gelenleri üç atlı karşıladı. Biraz mesafe bırakıp karşılıklı durdular. Göç durmuştu. Atların eğerine bağlanmış kurt ağızlı köpekler saldırıyor, zorluyor, atları yerinden oynatıyorlardı. Atlıların biri dönüp gelerek ihtiyarın önünde durdu:
–Bizim gibi konuşuyorlar dede. Nereli olduğumuzu soruyorlar, nereliyiz dede, nereyi söyleyeyim?
İhtiyar düşüncelere daldı. Yüz yıllık bir ömür bir gün kısalığında gözlerinin önünden gelip geçti. Ama bu yüz yıllık ömür bu geniş dünyaya sığmamıştı. “Dünyanın beli uzunu”[14 - Bu, Azerbaycan Türklerinin kullandığı bir deyimdir, dünyanın yaşı kastedilmektedir.] olanların, olacakların, konanların, göçenlerin üstüyle hâlâ da yol yürümekteydi.
–Beni göster, de ki dedem ölmeğe gidiyor. Yer arıyoruz, nerede ölürse oralıyız.
Yaşlı erkekler gülümseyip başlarını önlerine eğdiler. Kadınlar omuzlarını silke silke gülüp Dede’ye lâf attılar.
–A ihtiyar! Biz seni evlendirmek istiyoruz, sen de kendini diri diri gömüyorsun, -Hayır, içime doğmuş, kadın! Sizlere yer yurt bulduktan sonra öleceğim.
Dede, düz ovaları gözleriyle bir su gibi içiyor, bütün benliğine sindiriyordu. Toprak çekiyordu, yer alıp götürüyordu ihtiyarı. Gizli bir güç devenin sırtından onu yere doğru çekiyordu. Kızlar, gelinler, kadınların kinayeli sözlerini duyup erkeklerin güldüğünü görünce sevine sevine saçaklı küpelerini oynattılar:
–İzin ver inip kokuçiçeği toplayalım, Dede. Kulağımızın memesi kokmuyor.
–Olmaz!
Çadırlardan yine atlılar çıktı. Göç adamları kıpırdayıp kendilerine çekidüzen verdiler. Bellerindeki kılıcı, hançeri âdeta canlarıyla, kanlarıyla yoklayarak beklediler. Atlılar tepenin üstüne çıkıp ellerini kaldırdılar:
–Ağam sizi misafir etmek istiyor, dediler. Herkes dönüp Dede’ye baktı. Dede işaret etti:
–Sorun bakalım, ağası ekmeğini kime yedirdiğini biliyor mu?
Sordular.
–Biliyor, dediler. Cevabınızdan memnun kalmış. Ekmeğimizi kesmezseniz düşmanımızsınız.
Dede el etti, göç dönüp karşıdaki yayla evlerine doğru tırmandı…
Üç yiğit ak deveyi burunlukladı, ak deveye “hess” ettiler, ak deve “hess” edip yattı. Dede’yi indirdiler, baş tarafa halı serdiler, yer yastığı koydular, Dede’yi üzerine oturttular. Göç adamları, delikanlılar, erkekler elleri kılıçta, gelinlerin, kızların yüzü yaşmaklı, koca karılar, kadınlar arabalarda, çocuklar öküzlerin sırtında nasıl gelmişlerse öylece de durmuş seyrediyorlardı.
Nice devletten devlet, kuruluştan kuruluş görmüşler, nice şahları, nice sultanları yorup yolda bırakmışlar, olanların, olacakların, konanların, göçenlerin üstüyle “dünyanın beli uzunu”[15 - "Dünyanın beli uzunu" deyimi yazar tarafından iki mânâda kullanılmıştır. Türkler Doğu'dan Batı'ya göç ederken dikkat edilirse hep ekvator çizgisini takip etmişler, birinci olarak bu kastedilmektedir. İkinci olarak ise, bu Türk kabilesinin ezelden gelip, ebede gittiği vurgulanarak muazzam bir zaman derinliği kazandırılmaktadır. (Ç.N.)] yol yürüyorlardı. Geleceği mi arıyorlar, geçmişi mi? Kendileri de bilmiyordu.
Korkuların, ölümlerin gözünün içine baka baka, hileleri, kurnazlıkları daha yapılmadan duya duya, anlardan, ömürlerden, hatta vaktin kendisinden ilerde dünyayı; yaşlana yaşlana, otura otura geride bırakarak, yurtlardan, sultanlardan, sınırlardan uzaklaşıyorlardı. Su gibi akarına, ot gibi biterine çoğalıyorlardı. Tanrı sultanlarıydı, dünya ülkeleri. Daha doğrusu böyle olmalıydı. Ezelden ebede doğru bir şeyleri araya araya yol gidiyorlardı..
Çadırların omuzu abalı, başı Buhara kalpaklı, ayağı mestli ak sakallı ihtiyarı yaklaştı, elini göğsüne koyup Dede’ye başını eğerek selâm verdi:
–Hoş gelmişsiniz!.. dedi. Demin atlılarıma dediklerinden hoşlandım. Ekmeğim ekmeğindir, oğullarım oğlun, kızlarım kızındır. Bizlere Koçkaroğlu derler.
–Biz Karakelleleriz. Bu yerlerin adı nedir? İhtiyar gözlerini etrafta gezdirerek:
–Bu dağ Yemlikli’dir, o Ağlağan’dır, o taraf Karahaç’tır, bu taraf Akçallı, o taraf Eğrikar’dır.
Dede’nin yüzü aydınlandı. Belki de elli yıldır onun gülümsediğini kimse görmemişti.
–Su aktığı yerden bir daha akar, dedi. Biz de katık, arkımızı bulduk. Yedinci dedem bu yerlerin adını anarmış. Dedem öldüğünde demiş ki; “Bizlerden birisi gidip o yerlerde ölecek.” İşte, ölmeğe geldim. Beni toprak çekiyormuş meğer…
İşaret etti, göç indi. Koyundan koç, sığırdan erkek dana kesildi. Suların durusu, ekmeğin hası ortaya geldi. Koçkar evinin ekmeği şölen oldu. Karazurna ağır havalar çaldı, kızlar topladıkları çiçekleri, örgülü, saçaklı küpelerine takıp kokular saçarak, ağırdan ağırdan oynadılar. Oğlanlar, kılıç oynatıp, at sürerek av avladılar.
Koçkarlar’dan Ozan Gökçe, Karakelleler’den Ak Ozan çıktı. Gördüklerinden, duyduklarından, olanlardan, olacaklardan çalıp söylediler.
Tarih denen şey bunun ta kendisiydi. Ozanların destanlarında atlar kanatlanmış, yiğitleri kılıç kesmez, ok işlemez olmuştu. Gelinler, buğra misali oğlanlar, ay yüzlü kızlar doğurdu ki, her biriyle yeni bir devir başlıyordu. Gelmiş geçmiş tarihler güçlü oğulların, ay yüzlü kızların ayaklarıyla “Yeryüzünün beli uzunu yol gidiyorlardı.” Geçmişi mi arıyorlardı, geleceği mi, geçmişten mi geliyorlardı, gelecekten mi, bilen yoktu. Gökyüzünden düşmüş gibi kendilerine yer bulamıyorlardı. Ozanların destanı da, sazların çalması, kara zurnanın sesi, oynayanların oyunu, güreşenlerin güreşi, atların kişnemesi de bunu söylüyordu. Ozanların destanı, sazların çalması, kara zurnanın sesi, oynayanların oyunu, atların kişnemesi, onların bu güne çelip çıktıkları yolun ta kendisiydi. Dinleye dinleye, oynaya oynaya, güreşe güreşe durulup, billûrlaşıyorlardı.
Sonra Koçkarların Bilici Ana’sını getirdiler. Damarları çıkmış, zayıf bir kadındı. Yüz yaşını çoktan geçmişti. Kıpırdamasaydı yaşadığına inanmak mümkün değildi. Bütün canı gözlerindeydi. Dipdiri gözleri dünyanın öbür yüzünden bakıyormuş gibi, baktığını delip geçiyordu. Başı açıktı. Düğüm düğüm ağarmış saçları vardı. On beş kadar küçük örgüsü görünüyordu. Kırışıklarla, damarlarla örtülmüş yüzünde insanı ürküten bir gülümseme dolaşıyordu. Aslında kadının yüzü sertti. Sanki kadın bedeninden ayrılıp havaya, nefese karışarak gülümsüyordu. Gözleri de bu yüzden dünyanın diğer yüzünden bakar gibi görünüyordu. Boşlukta kadının mavi, soğuk gözleri dolaşıyordu…
Göçle gelenler korkudan başlarını yere eğdiler. Çocuğun biri haykırıp, kendini anasının kucağına attı.
Kadın bağdaş kurdu. Çevrede gezinen gözlerinden de korkulu bir sesle:
–Niçin batıya gidiyorsunuz? dedi. Ayağı yer tutan doğuya gidiyor…
–Doğuya vardık nine, vardık da geri döndük.
Dede böyle deyip dizine tutunup kalktı, gelip kadının yanında durdu. Göçün nineleri, yaşlı kadınları, Bilici Ana’ya bakıp kendilerini gelin saydılar. Nine dediğin böyle olurdu. Dede de ona “nine” diyordu. Dünya bile onun kadar yaşlı görünmüyordu. Dağ da onun gibi ihtiyarlamazdı. Lâf açıldığında diyordu: “Bir gün bulutlar birbirine değdi, gök karardı, sicim gibi yağmur yağdı, sel koptu, şimşek çaktı, dereler düzlük oldu, düzlükler dere oldu, yılkı bağrını çatlatan, it yüreğini parçalayan sürüleri bölük bölük, sığırları darmadağın eden bir rüzgâr esti. Karşı dağın yarısı çatlayıp kaydı, arasında göl meydana geldi, o zamanlar ben telli duvaklı bir gelindim.”
O günleri görenlerden artık kimse kalmamıştı. Yamaçtaki mezar taşlarına varasıya kadar her şey yosun bağlayıp yemyeşil olmuştu. Dişleri çoktan dökülmüştü ninenin. Yeniden süt dişleri çıkarıyordu. Koçkarlar’ın aksakallı büyüğü Bilici Ana’nın sonuncu torunuydu ki, o bile yüz yaşına yaklaşmıştı. Sık sık gülüp kadına lâf atıyordu: “Ninemi kundaklayıp büyüteceğim, güzel bir kız olacak, yeniden kocaya vereceğim, biz tekrar dünyaya geleceğiz. İki Koçkar kabilesi olacak; ama geçinemeyeceğimizden korkuyorum.”
Kadın yalnızca yoğurt, süt, ayran cinsinden şeyler ve unlu yemekler yiyordu. Elli yıl oluyordu gün doğduğunda da battığında da yüzü güneşe dönüktü. Elli yıldır, güneşle doğup, güneşle batıyordu. Akşam akşam acıkıp içi oyulana kadar güneşin ardınca bakardı. Gelip kuru kemikli vücudunu alır götürür çadıra koyarlardı. Tan yeri ağardığında yine onu güneşle karşı karşıya görürlerdi. Suya derdini söylerdi, dağa ömrünü. Evli olan erkek ve kadınları güneş yükseldikten sonra durdururdu:
–Otur ey gelin niçin cenabet dolaşıyorsun? Niçin yıkanmıyorsun? Vücuduna bir bak, murdarlık yağıyor. Akşam işiniz oldu mu sabah gün doğmadan kalkın yıkanın. Dünyayı murdar etmeyin yavrum, derdi.
Kadın dalmış gibiydi. Uyuyor mu, uyukluyor mu, sağ mı, ölmüş mü kimse bilemiyordu. Herkes sessiz sedasız bekliyordu.
–Yolunuz nereyedir, nereye konmak istiyorsunuz?
Kadının sesi uzun uzadıya oturanların ve ayakta olanların kulaklarında uzun uzadıya yer edip durdu. Göç adamlarının kulakları çınlayıp, ağrıdı. Kadının sesi sanki yerin altından geliyordu. Dönüp Dede’ye baktı ve yüzünde ölümün izlerini gördü. Sakalının diplerindeki morartılar ve yeşillenmeler gözlerine takıldı. Elleri dizlerinin üzerindeydi, derisinin rengi öyle bir hal almıştı ki, yeryüzünde böylesi bir renk yoktu…
–Yemlikli’nin eteğine düşeceğiz nine, dedi
Bilici Ana, hâlâ Dede’nin ölümü konusunu düşünmekteydi. İçinden: “Perşembe günü öleceksin, dördüncü akşam cumadır, sağ elin başıma”[16 - “Darısı benim başıma” anlamında.]

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/mevlud-suleymanli/goc-69499219/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Ayyam: Ağabeyi anlamında bir hitap şekli.

2
Kada: Dert, bela.

3
Cumaakşamı: Perşembe.

4
Kebe: Uzun tüylü kısa kepenek, yere serilir ve bezeklidir.

5
Meyhana, genelde aruz vezninde doğaçlama (irticalen) söylenen ve özellikle Bakû’nün Meşdağa bölgesinde yaygın olan bir şiir türü.

6
"Cehennemliğin çocukları" manasında nefret ifade eden bir deyim.

7
Rüyada sunulan çiçek veya bâde, işaret.

8
Kanıkoğulları: Bir kabile.

9
Cehenneme gitsin anlamında bir ilenme ifadesi.

10
Kuymak: Azerbaycan'da lohusalar için un ve yağdan yapılan bir yemek. Üzerine şeker ve bal dökülerek yenir ve yeni doğmuş kadınlara güç verir.

11
Kaşka: Bazı hayvanların alnında olan beyaz benek.

12
Bir ağaç: Altı, yedi kilometrelik bir mesafe ölçüsüdür.

13
“Gök tepene uçsun” anlamında bir ilenme ifadesi

14
Bu, Azerbaycan Türklerinin kullandığı bir deyimdir, dünyanın yaşı kastedilmektedir.

15
"Dünyanın beli uzunu" deyimi yazar tarafından iki mânâda kullanılmıştır. Türkler Doğu'dan Batı'ya göç ederken dikkat edilirse hep ekvator çizgisini takip etmişler, birinci olarak bu kastedilmektedir. İkinci olarak ise, bu Türk kabilesinin ezelden gelip, ebede gittiği vurgulanarak muazzam bir zaman derinliği kazandırılmaktadır. (Ç.N.)

16
“Darısı benim başıma” anlamında.
Göç Mevlüd Süleymanlı

Mevlüd Süleymanlı

Тип: электронная книга

Жанр: Современная зарубежная литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 16.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Göç, электронная книга автора Mevlüd Süleymanlı на турецком языке, в жанре современная зарубежная литература

  • Добавить отзыв